07 Temmuz 2014

DARU'L HARP Mİ ? DARU'L HARAP'MI PDF E-KİTAP 4






DARU'L HARP Mİ ? DARU'L HARAP'MI 

PDF E-KİTAP
 4
Arap dili ve Edebiyatı,
Tefsir ve Kur’an ilimleri,
Akaid ve Kelâm,
Felsefe ve Diyalektik,
Tasavvuf ve Tarikatlar,
Sünnet, Hadis ve Senet,
Mukayeseli Fıkıh,
Usûl ve Mantık,
Sosyoloji,
Tarih, Siyer ve Megâzî,
Psikoloji ve Davranış Bilimi.

Bütün bunlara ek olarak, geniş kültür, insan ilişkilerinde deneyim ve İslâm hukukunda ihtisas da şarttır.
Basîret
Böyle bir ülkede kişinin işgal ettiği mevkie, sahibi bulunduğu servetlere ve elde ettiği kariyerlere bakarak ona bilgili, bilinçli, ahlâklı ve sağlıklı bir insanmış gibi sorumluluk yüklemek sadece insafsızlık değil, aynı zamanda basiretsizlik de sayılır. Kaldı ki bir toplumu tümüyle sorumlu tutarak hepsine birden kâfir diyebilmek için o toplumun her şeyden önce reşit olup olmadığını çok iyi tespit etmiş olmak gerekir.

Ahlâk
Çok küçük tekfîrci grupları istisnâ ederek, dünya Müslümanlarının tümünü veya Türkiye halkının hepsini birden kâfir ya da müşrik olarak görmek, büyük bir cehâletin, karanlık bir görüşün ya da psikolojik bir rahatsızlığın sonucu olabilir. Bu, eğer kasıtla ve inatla yapılırsa bir ahlâk kusurudur.

Genellemeler, çoğu kez bir kaçışın, bir korku ve paniğin habercisidirler. İlginçtir ki lâikçiler ve mistikler de aynen çağdaş hâricîler gibi genellemecidirler. Bu fanatik grupların hepsi de dışlayıcı, bölücü ve ayırımcıdırlar. Bu tutum elbette ki etik değildir. Farklı argümanlar kullansalar bile bu grupların hepsi de bir tür tekfîrcidirler. Diyalog kurmayı, soğukkanlılıkla ve önyargısız tartışmayı beceremeyenler, kurtuluşu inatlaşmada ve acımasızca suçlamada ararlar. Bu ise ahlâka aykırıdır.

Şu halde İslâm’ı tebliğ eden, İslâm’a çağrı görevini üstlenen insan, bilgi ve basiretle birlikte, aynı zamanda ahlâklı olmalıdır. Toplumdan koparak (hicret adı altında) çöllere çekilen, büyük şehirlerde ise gruplaşarak belli sitelerde yuvalanan insanlar, daima Hâricîlere benzetileceklerdir. Hâricîler ise Hz. Aliy'e “kâfir” diyebilecek ve onu şehid edebilecek kadar ahlâksız idiler.

Hakkı ve haklıyı savunurken inat ve suçlamaya başvurmak kendinden emin olmamak anlamına gelir. Bu da bir kişilik kusurudur. Bir yanlışı düzeltmeye çalışırken yanlış yapmak ve kötü örnek vermek hedefe giden yolu kapatır.

Hz. Peygamberin savaşım metodunda, (hâşâ) böyle bir kusur/yanlış yoktur. O, büyük hedefin gerçekleşmesi için önce bütün barışçıl yolları kullanmış, müşriklerle yüz yüze gelmiş, büyük bir soğukkanlılıkla dâvâsını her münasebette ve her platformda anlatmaya çalışmış, buna rağmen çok kere saygısızlığa ve komplolara hedef olmuştur. Bu durumlarda bile “Allahumme’ğfir li-kavmî feinnehum lâ ya’lemûn (Allah’ım, halkımın kusurunu bağışla, onlar gerçeği bilmiyorlar!)” diye Rabb’ine yakararak, büyük bir âlicenaplık örneği vermiştir. Müşriklerin ahlâksız muâmelelerine karşı aynı davranışlarla misillemede bulunmamıştır. Şu halde tekfîre başvurmak zorunda kalabilecek olan mü’min kişi, karşısındaki kâfir ve müşrik cepheye (barış günlerinde) şantaj yapamaz. Dâru’l-harp’de, Dâru’r-ridde de ve Dâru’ş-şirk’te yaşıyorsa, bu alanlara özgü, İslâm Hukuku çerçevesinde hayat mücadelesini sürdürür. İslâm’da çareler tükenmez!

Yetki
İslâm, İâhî bir disiplin rejimidir. Onun için her önüne gelen, istediği konuda ahkâm kesemez, fetvâ veremez, ictihadda bulunamaz, hüküm infaz edemez. Yetkiler İslâm Hukukunda belirlenmiştir. Ancak bu yetkiler, günümüz koşullarında kullanılamamaktadır. Hiç kimse İslâm ve ümmet adına bu boşluktan yararlanamaz! Dünya mü’minlerinin büyük bir kaos içinde dağınık ve korkunç tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu günümüz ortamında hiç kimse (yığınlarla kitap okuduğu gerekçesiyle!) hele tekfîr gibi çok duyarlı bir konuda fetvâ vermeye kalkışmamalıdır. Zaten münferit fetvâların umûma dönük hiçbir hükmü yoktur. Selef döneminden günümüze kadar ictihadlarda, daima cumhurun görüşü aranmıştır. Saltanat dönemlerinde şeyhülislâmların çok âcil durumlarda, ânî ve genel olarak siyasî amaçlarla verdikleri fetvâlar, tüm ümmeti bağlayıcı değildir. Bunlar günlük ihtiyaçlar için, birer karar onayı niteliğinde düzenlenmişlerdir.

Günümüzde dünya mü’minlerinin hepsini bağlayacak İslâmî kararlar, mutlaka ümmetin yetkilendirdiği “Şûrâ” tarafından düzenlenmeli ve onaylanmalıdır. Bugünkü İslâm Konferansı Teşkilâtı, Ümmetin seçtiği bir heyet olmadığına göre bu tür örgütlerin kararları ümmeti bağlayıcı olamaz. Çünkü günümüzde Yüksek Ümmet Şûrâsı mevcut değildir. Yüksek Ümmet Şûrâsı ve onun yetkilendirdiği heyetler dışında hiç kimse, geneli bağlayacak bir tekfîr kararı çıkaramaz.

Münferit olaylarda ise, çevresinde ve ailesi içinde küfür zulmüne uğramış bulunan mü’min kişi, âlim bir şahsiyetin onayını almak sûretiyle (eşi, çocuğu, anası, babası, kardeşi ve yakınları hakkında) tekfîrde bulunarak (hiç kimseye maddî ve mânevî bir zarar vermeden) imanını, canı ve malını kurtarmaya çalışabilir.

Yöntem
Tekfîrde izlenecek yöntemin, her yönüyle İslâm hukukuna uyması şarttır. Hukuka aykırı tekfîr hem geçersiz, hem de tehlikelidir. Ayrıca tekfîr yöntemi, tekfîr hak ve yetkisine bağlı olarak değişir. Her hâlükârda, bilgi, yetki, tespit ve kanıtlama şartlarına bağlı olarak tekfîr hakkı doğar. Tekfîr yönteminin kuralları da bu dört şartın ayrıntıları olarak uygulanırlar. Onun için bu dört şarttan herhangi birinin eksikliği tekfîr dâvâsını geçersiz kılar.

Ayrıca usûl yönünden, kişi adına ve kamu adına olmak üzere, tekfîr suçlaması iki farklı dâvâya konu olabilir. Gerek kamu, gerekse kişi adına açılacak hukukî mâhiyetteki tekfîr dâvâsına bakmaya, (inceleme yapmaya, soruşturma açmaya, karar vermeye ve hükmü infaz etmeye) yalnızca İslâm Devlet organları yetkilidir. İrtidad veya benzeri küfür suçlarından birini işleyerek yakınlarına, muhâtap ve komşularına karşı zararlı bir unsur haline gelmiş olan kâfir kişiye karşı ise (sadece tek taraflı pasif savunma yöntemiyle) mü’minin kendisi, belli şartlar çerçevesinde tekfîre yetkili olabilir. Muhâtabının İslâm’dan çıkmış ve küfre girmiş olduğuna ilişkin kesin kararını verinceye dek mü’min kişinin izleyeceği kurallar, bu ikinci şık için yöntemin birinci aşamasını oluşturur. İkinci aşama ise; -muhâtabından her türlü ilişkisini kesmek üzere (taşınmak, alacaklarını tahsil etmek, işten ayrılmak, işçisini çıkarmak, borçlarını tasfiye etmek ve ortaklığını feshetmek gibi)- işlemlerin, tekfîr eden şahısça yapılmasından ve sonuçlandırılmasından ibârettir.

Tekfîr konusunda, yöntem bakımından dikkat edilmesi gereken önemli noktaları da şöyle sıralamak mümkündür:

1) Gerçek anlamda bir İslâm Ümmeti ve İslâm Devleti bulunmadığına göre çağımızda tekfîr konusunda verilecek bütün kararlar kişiseldir. Bir kişinin ya da grubun tekfîr kararı (tamamen doğru ve isabetli olsa bile), o kişi ve gruptan başka hiç kimseyi bağlayıcı değildir.

2) Bir mü’min, (kararında isabetli bile olsa), tekfîr ettiği kişi hakkında (ne kendi adına, ne de ümmet adına) hüküm infaz edemez, sadece tek taraflı pasif savunmada bulunabilir.

3) İslâm Ümmeti fiilen yapılanıp kendini dünyaya resmen ilân etmeden önce, -ilmî derecesi ve sosyal konumu ne olursa olsun- hiçbir şahıs veya grup ne tekfîr konusunda, ne de herhangi bir fıkhî konuda kendini müctehid olarak sunamaz. Âlimlerin fetvâları sadece kendilerini ve onlardan fetvâ isteyenleri bağlar.

4) Yeryüzünde Dâru’l-İslâm olarak kesin şekilde tanımlanabilecek belli bir coğrafyanın bulunup bulunmadığı konusunda dünyadaki bütün ehl-i tevhid ve onların güvenini kazanmış âlimler, az çok ihtilâf içindedirler. Bu da, dünya İslâm birliğinin ve Ümmetin, gerçek anlamda mevcut bulunmadığını kanıtlamaktadır. Söz konusu belirsizliğin doğurduğu bu kesin sonuç, ikinci derecede birtakım sonuçlar daha doğurmuş ve doğurmaktadır. Bunlar da yöntem bakımından özet olarak şöyle açıklanabilir:

a) Ümmet (fiilen) yoktur diye bütün dünya müslümanları tekfîr edilemez. Buna rağmen, kuşku yoktur ki, bütün müslümanlar Ümmetin yeniden yapılandırılmasından sorumludurlar ve (bir çeşit “gebermek” anlamına gelen) câhiliye ölümüyle ölebilecekleri tehdidi altındadırlar “Kim boynunda (ülü'l-emr'e) bey'at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur." Ancak bu tehdit, onların tümünün kâfir olduğu anlamına gelmez.

b) Bir mü’minin, ailesi ve yakın çevresi içindeki kimselerden birini tekfîr etme sorumluluğu, öncelikle o mü’minin kendisine aittir. Müctehid sıfatına hâiz uzmanlar dışında kalan üçüncü şahısların ona yönelik yapacakları uyarılar kesin birer tekfîr kararı sayılamaz.

c) Tekfîr kararı (delilleriyle birlikte) tebliğ edildikten sonra muhâtap eğer küfründe ısrar edecek olursa ancak o zaman tekfîr geçerli sayılır.

d) Şâhitsiz ve belgesiz tekfîr edilen kişi eğer yanlış anlaşıldığını ileri sürerek bilinçli şekilde hiç küfre girmediği yolunda kendini savunacak olursa, bunu kanıtlaması için kendisinden ayrıca delil istenemez. Aksine onu tekfîr eden kişinin pişmanlık duyması, ondan özür dilemesi ve tevbe etmesi gerekir.

e) Mü’min iken küfre açıkça girmiş olsa bile mürtedin ve mürted hükmündeki kişinin, İslâm hukukunda ön görülen cezası, hiçbir kişi ve örgüt tarafından infaz edilemez. Bu yetki sadece ve sadece İslâm Ümmeti adına İslâm Devleti organlarına aittir. Hatta bizzat devlet başkanının, (Halifenin, Cumhurbaşkanının...) ve Şûrâ meclisinin onayı şarttır.

f) Dünya müslümanlarının günümüzde uğradığı soykırım, cinâyet, işgal ve tecavüzleri içeride kolaylaştıran iktidarlara, ordulara ve örgütlere karşı savaş kapsamında verilecek tekfîr kararları, bütün tevhid ehlinin geçici şûrâsı tarafından onaylanınca meşrûluk kazanır. Bu gibi olağanüstü ortamlarda İslâm mücâhidleri, gerilla birlikleri ancak aralarındaki âlimlere danışarak tekfîr kararları alabilirler.

g) Gerek İslâm devletinin organları, gerekse münferit olarak kişiler, hiç kimse hakkında Allah adına tekfîr kararı alamazlar. İslâm Devleti, Ümmet adına tekfîr kararı verebilir ve infaz eder. Kişiler de sadece kendi adlarına tekfîr kararı verebilir ve sadece (pasif savunmada bulunabilirler), hiçbir sûrette infaza yetkileri yoktur!

h) Tekfîr, İslâm’da bazen sırf siyasî, bazen sırf hukukî, bazen de hem siyasî hem hukukî mâhiyeti olan çok yönlü bir meseledir. Tekfîr kararı asla bir aforoz değildir.
Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr
Tekfîr, bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek anlamına gelen dinî bir kavramdır.
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Hatta aynı mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Hâricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali'nin hilâfeti döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muâviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali'yi, Allah'ın hükmünü bırakarak beşerin hakemliğine başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Hâricî olarak adlandırılan bu grubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilâhare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir.
Hâricîlerin bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Hâricîler
Değişik fırkalara bölünmüş olan Hâricîler, büyük günah işleyen ve tevbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilâf vardır. Bazılarına göre, bu kimse mü’min değildir, ama muvahhiddir. Küfre girmiştir, ama onun küfrü, küfrân-ı nimet kabilinden bir küfürdür. Tevbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır.
Hâricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz. Âdem'e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu âyeti delil olarak zikrederler; "Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere); ‘Adem'e secde edin’ dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." Onlara göre şeytan Allah'a itaatkâr ve O'nu bilen biriydi. Hz. Âdem'e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemişti. Bu nedenle kâfir olarak lânetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur. Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah'a başkaldırma ve O'na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış, küfre girmiştir.
b) Mu’tezile
Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez, ama bu kimse mü’min de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tevbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Mü’min, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur'an'da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda olan kişi kâfir de değildir. Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler:
"Mü’min olan, hiç fâsık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar."
"Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar."
"Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir."
Mu’tezile, bu ve benzeri âyetlere dayanarak büyük günah işleyenin mü’min olmaktan çıktığını ve fâsık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir. Hadislerden getirdikleri deliller ise; "Emanete riâyet etmeyen kimsenin imanı yoktur" hadisiyle, benzeri hadislerdir.
Mu’tezile'nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mü’mindir ve kurtuluşa ermiştir. Sırf kötülük işliyorsa, o zaman tâati yok demektir ve kâfirdir. Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani tâati fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir. İyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur.
c) Mürcie
Hâricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie'dir. Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Rasûlünü bilmektir. Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır. Sevap işlemenin bir kâfire faydası olmadığı gibi, büyük günah işlemenin de mü’mine bir zararı yoktur.
d) Ehl-i Sünnet
İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır. Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler. İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah'ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mü’min değil, kâfirdir.
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, tâatleri de (Allah'ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı da) imanın dalları olarak değerlendirmişlerdir. İman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemez, ama birkaç dalı eksik olan ağaç ise ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır sadece. Selef, “iman eksilir ve artar” derken dallar mesâbesinde olan tâatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece tâatleri de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz'üdür. Ancak bu cüz'den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. İmam Eş'arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde olduklarını belirtir.
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir. Kâmil iman, Allah'ın emirlerine riâyet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır.
Günah işleyen kimsenin (şirkten kaçındığı müddetçe) küfre girmeyeceği âyetlerle de sâbittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adam öldürmek hususunda üzerinize kısas farz kılındı." Âyetin devamında da şöyle buyurulmaktadır: “Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer.” Görüldüğü gibi âyet katili, öldürülenin velîsinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır: “Mü’minlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz.” Bu âyette de Allah, birbirleriyle savaşan iki grubu da mü’min olarak nitelemektedir.
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için duâ edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (s.a.s) asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmetin kesintisiz icmâı vardır. Hâlbuki bu gibi şeylerin mü’minden başkası için câiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir.
Ehl-i Sünnet, Mu’tezile tarafından delil olarak ileri sürülen âyetlerde kastedilenlerin, mü’min oldukları halde o günahları işleyen ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar olduklarını söylemektedir.
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış ve kanaatlere sahip insanlar hakkında varabileceği yargı, en çok dört şekilden biri olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vil, tefsîk ve tekfir’dir. Bunların da anlamı şudur:
Tahsin
Tahsin: Bir şeyi uygun, normal, ya da güzel görmek demektir. Bu fikrî değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiçbirini açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mubah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin hüsn-i zandır, olumlu kanaattir. Bu kanaat, ya tarafsızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, bu çizgideki kimselerin sadece dış görünüşlerine bakarak bu yargıya varmak durumundadır.
Te’vil
Yorumlamak, daha doğrusu şüpheli bir durumu kasıtlı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir Müslüman, eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket ederek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Aksine bilgisizliğin, duygusallığın ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak, daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir.
İslâm tecessüsü yasaklamıştır. Mü’min kişi, mü’min kardeşinin özel hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin suçu gizli kaldığı sürece o, yalnızca Allah’a (c.c.) karşı suçludur. Şu var ki, bir müslümanın şüpheli durumu eğer başka bir müslamanın, ya da İslâm ümmetinin hayatı, sağlığı, mutluluk ve başarısı ya da maddî ve mânevî çıkarları açısından herhangi bir tehlikeyi dâvet edici edici ihtimallerden biri olarak görünürse te’vil yolu burada tıkanır ve bu ihtimal ciddi bir sorun olarak İslâm Fıkhı’nın birinci derecede konusu olur.
Tefsîk
Tefsîk: Fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hâriç, diğer bütün günah, yasak ve çirkin iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sâbıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerim’de münâfıklar ve kâfirler de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sâbıkalı Müslümanlar hakkında kullanılmıştır.
Mü’min kişi, fâsık ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı içinden dışlayamaz. Onunla ilişkilerinin nasıl olacağını ise İslâm fıkhı belirler.
Tekfîr
Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları hususlardan biridir. Bu nedenle büyüklerden birçok zevat: “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız” dememişlerse de, “her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız” demişlerdir. Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vardır ki işlendiği zaman (Allah korusun) İslâm Dininden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak kabul etmemek, nass’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklağını tanımamak ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir.
Küfür çok ağır bir suç olduğu için mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer babası, oğlu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir.
Tekfire Sebep Olan Hususlar
Allah'ın varlığını inkâr etmek, ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O'na ortak koşmak, Kur'an'da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür. Mu’tezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet kelâmcılarının, bazı sıfatları te'vil etmeleri her ne kadar sağlıklı bir yol değilse de küfre sebep değildir. Allah'a, sıfatlarının zıddını isnâd etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O'nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür.
Peygamber ve peygamberlik kurumu konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur'an'da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine ulûhiyet isnâd etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyânın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür.
Kur'ân-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur'an'da zikredilen şeylerin varlığına inanmamak, Kur'an'dan olmayan bir şeyi Kur'an'a ilâve etmek. (Kur'an'ın mahlûk olup olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile arasında tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir.)
Allah'ın indirdiğinden başkasını Kur’an’a üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur. Ehl-i Sünnet'in mûtemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen "Şerhu'l-Akaidi't-Tahâviyye" isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun, ister idare edilen halktan herhangi biri olsun, her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah'ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah'ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde âhirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirleri uygulamıyorsa küfre girmez.
İslâm inancında, bir kimseyi haksız olarak tekfir etmek son derece tehlikeli, son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse; küfür, ithâm edene döner." Bu hadiste dile getirilen tehdîdin ciddiyetini belirtmek için şunu kaydedelim ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat dışında kalan mezheplerden Hâricîler'in tekfîr edilip edilemeyeceği münâkaşasında bâzıları, bir Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü göz önüne alarak, ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir şey söylememeyi tercih ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine kaail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadis-i şerifi zikretmişler ve: "Onlar İslâm ümmetini tekfir ettiklerine göre kendileri kâfir olmuştur" demişlerdir. Bu düşüncede olan Kadı İyaz eş-Şifâ'da aynen şunları söyler: "Ümmeti, dalâlet ve bütün Ashâb'ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz."
Burada kaydı gereken bir başka mühim hadis, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılıp bunlardan sadece birinin fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek olan hak yoldaki fırka) olacağını haber verdiği rivâyettir. Değişik rivâyet yollarıyla gelmiş olan hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap verilmiştir: "Onlar, benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde cidal ve münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir."
Özetle, İslâm âlimlerinin, ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini çektikleri bir husus, tekfir meselesi olmuştur. Buradaki titizliği Gazâlî'nin şu sözleriyle hülâsa edelim: "İmkân nisbetinde bir Müslümanı kâfirlikle ithamdan (tekfîrden) kaçınmak gerek... Zira, tevhîd'i (Allah'ın bir olduğunu) ikrâr eden musallî (namaz kılan) kimselerin kanını helâl saymak hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmektense hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır."
İslâm’ın Hâkim Olmadığı Yerlerde Müslümanlar ve İslâmî Duruş
Yaşadığımız dönemde müslümanların (çoğunluk itibarıyla) durumu içler acısıdır. Bu konudaki problemleri maddeler halinde saymaya çalışalım:
1. Müslümanlar İslâm'ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden mahrum, Kur'an'dan kopuk yaşadıkları için, Allah'ın Kitabından, birinci elden dini öğrenmiyorlar.
2. Bilmemekten daha kötüsü; İslâm'ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur'an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler.
3. Kur'an'a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar.
4. İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid'at karışmış. Kimi bilinçli-bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah'a endâd/eşler edinmiş, kimi de küfür içinde bir hayat sürüyorlar. "Onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler."
5. İsyan ve itaat bilinci yok. "Lâ ilâhe" deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; "illâ" diye teslim olması gereken zât belli değil.
6. Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu.
7. Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış.
8. Tebliğ (emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker) terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor.
9. Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdâfaa bile edemiyorlar.
10. Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil.
11. Müslümanların kahir çoğunluğu dünyevîleşti, kapitalistleşti. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu herkesi ve her yeri kuşattı.
12. Âhirete (cennet ve cehenneme)yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya hazır olmak yok. Bu toplumun fertleri tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş sözkonusu.
13. Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),
14. Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme.
15. Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş câhiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı
16. Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde Karun gibi olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma.
17. Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhâtap olma.
18. Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. "Oyu ver, koyuver" anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görmek için çok zeki olmaya gerek yok. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silâhlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telâşında. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte.
19. Sünnetullah'ı bilmiyorlar. Allah'ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor.
20. Din'in “asl”ında tenzilât, “ayrıntılarda” ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı yaygın.
21. Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm'a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık.
22. İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor.
23. Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar.
24. Mürcie düşüncesi: “İman ayrı, amel ayrı” diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış.
25. Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklâmların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım.
26. Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur olduğu) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan, aslında hiçbirinde samimi olmayan münâfık tipli iki yüzlülük, iki yüz yüzlülük.
27. Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibâdet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar'ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar'a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması.
28. Aynı Allah'a, aynı Peygamber'e, aynı Kitab'a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur'an'ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur'an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda, her Kur’an kavramıyla ilgili hususlarda.
29. Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak.
30. Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. Zaten izzeti yanlış yerde arıyorlar. Mü’minlere karşı aziz/sert, kâfirlere karşı ise zillet/alçak gönüllü davranış.
Günümüzde Tevhid Problemi ve Sebepleri
Halkın Sahih İnançtan Tâviz Verme Nedenleri
1- Cehâlet: Halk dini, hurâfeler ve dâvetçilerin uyarısının yetersizliği, ihmal, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eksikliği. Trafik polisi yok yolda, hız düşkünü hırslı kimselere, acemi şoförlere ve câhillere uygun ortam.
2- Siyâsî baskı ve dayatmalar, yönlendirmeler, tâğûtî tavır; devlet dini, resmî din teşkilatları, Bel’amlar, irtica/gericilik yaygaraları ve laiklik. Derin devletin psikolojik ve her çeşit baskı ve sindirmesi. Resmî din anlayışı: “Lâ”sı olmayan bir din, redsiz akaid(!) Hâlbuki insanın kurtulması için kutsal küfür olan “tâğutu inkâr etmek, ona küfretmek” , varsa iyi taraflarını örtmek ve kabul etmemek gerekli idi. Bu kutsal küfrün yanında, çirkin iman da vardır; imana şirk karıştırmak gibi: “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.” ; Yine imanın yanlış yere yöneldiğinin örneği olarak şöyle buyruluyor: “(Ehl-i kitap) tâğuta ve cibte (bâtıl tanrılara) iman ediyorlar…”
İslâm’ın hâkim olmadığı rejimlerde tâğûtî düzenin tüm kurum ve kuruluşları müşrik vatandaş yetiştirmek için bütün güçlerini sarfederler.
3- Rubûbiyet tevhidini yeterli görmek, Allah’ın varlığının isbat ve kabulünü merkeze almak: Ateizm, komünizm, Darvinizm karşıtlığını yeterli görmek. Çiçek ve böcekle, arı peteğindeki Allah yazısı ile tatmin olmak ve bunları aşırı önemsemek.
4- Mürcie düşüncesi ve haksız teslîm (insanları İslâm’a nisbet): Ameli imandan ayrı kabul ederek ittibâ yoluyla şirki fark etmemek. Mistisizm felsefesi, Kur’an kavramlarını te’vil, tahrif ve dejenere etmek. Tasavvufî yaşayış; pasif tepki, kabuğuna çekilme, kendilerine karşı cihad edilecek şahısları ve zihniyetleri kendi hallerine terk edip sadece nefsiyle uğraşmak. Felsefî veya kelâmî tartışmalar, cedel. Eski Türk dinlerinin kalıntısı ve geleneğin (atalar dininin) mirası.
5- Haksız tekfîr; antitez akaidi, mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.
6- Egemen güçlerin yönlendirmesi, özendirmesi: Sağcı, muhâfazakâr, demokratik İslâm anlayışları. Amerikancı, düzenci din yaklaşımı, ılıman İslâm, BOP vb. yaklaşımların çekim alanına girmek. Kafaların ve gönüllerin işgali, sömürü ve köleleştirmenin kurbanları.
7- Dünyevîleşme, lüks, israf, şükürsüzlük ya da geçim sıkıntısı. Cihadın terki ve eylemsizlik. İlâhî emir ve tekliflerden kaçınma, kâfirlere özenme ve benzeme.
8- Çevre şartları: Medya (özellikle TV), okullar (özel olduğu iddia edilen ve hatta din öğreten okullar ve kurslar), yaşama biçimleri, reklâm, dostluk ilişkileri… Kimlik problemi: Kimliksizlik ya da çok kimliklilik.
9- Aşağılık duygusu, kendi dinine, müslümanlara ve kendine güvensizlik, aşırı eleştiri.
10- Kibir, gurur, istiğnâ.
11- Dâvetçilerin örnek yaşayış sahibi olamayışları, sadece laf üretmeleri, tevhidin sadece siyasî yönünden bahsedilmesi.
12- Bilgi kirliliği, gereksiz konular ve konuşmalar. Endâd edinme; futbol, TV. internet, müzik gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisi.
13- Laiklik: İki veya çok dinlilik. Câmideki veya namaz kılarkenki İlâh’la; sokaktaki, okul, iş yeri, mahkeme ve meclisteki… ilâhın farklılığı. Allah’ın sadece göklerin (tabiat güçlerinin) hâkimi olduğu anlayışı.
Ne Yapmalı? Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız. “Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.
Bu problemlere Kur'an'ın çözüm olarak sunduğu İslâmî Duruş
1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur'an'ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme.
İslâm Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri

1- KUR’AN’A BAKIŞ: Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu anlayışı. Sadece sevaba girmek için Arapça metnini okumakla yetinmek. “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması. İmanın artıp eksilmesi, nebî-Rasûl ayrımı, suhuf, hayrihî ve şerrihî mina’llah örneklerinde olduğu gibi.
2- GÜNCEL İTİKADÎ PROBLEM VE SAPMALARA YETERLİ ŞEKİLDE DEĞİNİLMEMESİ: Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen düzenler, tâğutlar, putlar, vahyi reddeden eğitim ve benzeri kurumlar…
3- PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. Kader konusunda tarihteki ifrat ve tefriti savunan mezhepler örneğinde olduğu gibi.
4- HADİSLER KONUSUNDA İFRAT VE TEFRİT: İfrat, her rivâyetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşen zayıf rivâyetlerin bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Yine bunun tam aksine, tefrit olarak; Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkının bile verilmemesi.
5- ÖNCEKİ ÂLİMLERİN HER DEDİKLERİNİN MUTLAK DOĞRU OLDUĞU ANLAYIŞI: Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, te’vil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.
6- BEŞERÎ YORUM VE DÜŞÜNCELERİN TEMEL AKAİD İLKESİ GİBİ KABULÜ: İman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı te’vil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır.
7- SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI: Din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin veya cemaatin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli.

8- HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM: Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası.

9- İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI.
10- HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR: Geleneksel ve modern yatır tapımı, bazı insanların, simge ve soyut kavramların putlaştırılması, Kemalizm inancı, resmî programlarda ve okullardaki âyin şeklinde törenler, “Allah devlete zeval vermesin” gibi yanlış duâlar ve yanlış siyasî tavır veya tavırsızlık…
11- TEVHİDİN GÖLGELENMESİ: Tevhide yeterli önem verilmemesi. Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.
12- TEMEL İTİKAD ESASLARININ BİR BÜTÜN OLDUĞU VE BÖLÜNME KABUL ETMEDİĞİNİN GÖZARDI EDİLMESİ.
13- TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI: Hiçbir muvahhid müslümanın kabul etmemesi gereken ve ancak şirkle bağlantısı olan tasavvufî bazı kavramları savunan ve Kur’an’a bu tahrif edilmiş kavramlarla bakan anlayış: Vahdet-i Vücud, Fenâ fillâh ve “Ene’l-Hak” gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, tasarruf, istimdâd (medet umma), evliyâ, yatır, gavs, kutup, üçler, dörtler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ tanımı, İslâm’ın siyaset anlayışını terk edip tâğutlara ve küfür rejimlerine rızâ, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmemesi gibi anlayış(sızlık)lar, ciddi sapmalara yol açan problemlerdir. Yine, Kur’an’a ters şefaat, vesile, velî, kerâmet, bid’at zikir ve râbıta anlayışlarının asırlardır Akaidi olumsuz etkilediği bir vâkıadır.

14- KUR’AN VE AKAİD KAVRAMLARININ İÇİNİN BOŞALTILMASI VE BAŞKA ŞEYLERLE DOLDURULMASI: Tarihsel süreç içinde Kur’an kavramlarının çoğunun içinin boşaltıldığına ve başka şeylerle doldurulduğuna şâhit oluyoruz: Tevhid, şirk, tâğut, (İlmini dünya karşılığı satan Kitap yüklü eşeğe benzetilen kötü âlimler için -Kur’an’da geçmemesine rağmen- bu şekilde kavramlaştırılan) bel’am gibi sayıları çoğaltılabilecek Kur’an kavramlarının anlamının unutturulduğu ve güncel hayatla bağlantısının koparıldığı bir vâkıadır. Yine zikir, ibâdet, imam, nefis, zulüm gibi kavramların anlamının daraltıldığını, yanlış veya eksik anlaşıldığını görüyoruz. Cihad, vesile, duâ, şefaat, velî-evliyâ, halife gibi kavramların tahrif edilip saptırıldığını müşâhede ediyoruz. Bu, ihânet derecesindeki çarpık kabullerin tarihte kaldığını, günümüzde en azından âlim ve kanaat önderi geçinenlerin bu saplantı ve yanlışlardan kurtulduğunu iddia etmek çok zor.
Tekfir Konusunda Belli Bir Şahıs ile Grup Birbirinden Ayrı Değerlendirilmelidir
Akaid konusunda uzman araştırmacı âlimler, tekfir konusunda şahıs ile grubu birbirinden ayrı değerlendirmenin gerekli olduğunu vurgularlar.
Bunun mânâsı şudur: Biz meselâ materyalistler, komünistler kâfirdir veya İslâm şeriatının hükümlerini reddeden laik dev¬let adamları kâfirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kâfirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (toplu¬luk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydı¬ğımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orda durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gere¬kir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü mâzeretler yok olsun...
Bu konuda Şeyhü'l İslâm İbn Teymiyye şöyle demekte¬dir: "Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kâfir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kâfir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kâfir olduğuna hükmedilmez. İşte bu, kâfirleri tehdit eden vaid âyetlerindeki hüküm gi¬bidir: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldur¬muş olurlar. Onlar, çilgm bir ateşe gireceklerdir."
Bu ve benzeri vaid âyetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azâba müstahak olduğuna dair şahâdet edilmez, ehl-i kıbleden belirli birinin cehenneme gireceği söylene¬mez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim âyetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir ya da işlediği suça keffâret olarak başına birtakım musîbetler gelmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri dillendiren adama belki haki¬kati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaş¬mış da, ona göre sâbit olmamış (hadisi sahih kabul etmemiş) veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah Teâlâ'nın affettiği şüpheler ona ârız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir: "İşte müctehid imamların mezhepleri, zikretmiş olduğumuz bu tafsilâtta olduğu gibi belli bir şahıs ile grubu birbirinden ayırt etme üzerine binâ edilmiştir."
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfür olan bir fiili veya şirk olma ihtimali olan bir davranışı açıkça ortaya ko¬yanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah" diyerek Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahâdet eden ço¬ğunlukları, sâlih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cür’et edebilir?
Hâlbuki insanların şehâdeteyni ikrar etmeleri, hak ve hu¬kukları müstesnâ olmak üzere, onların canlarının ve malları¬nın korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah’a (c.c.) aittir. Biz ise, zâhire göre hükmetmekle emrolunduk. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.
Rasûlullah (s.a.s.)'den sahih, hatta bazı âlimlere göre mütevâtir olarak şu hadis rivâyet edilmiştir: "Ben, insanlar Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri takdirde, hak ettikleri hâriç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a kalmıştır."
İnsan Ne ile İslâm'a Girer?
Birinci hakikat ve kural: Şüphesiz insan İslâm'a iki şehâdet cümlesinden ibaret olan kelime-i şehâdetle girer. Kim bu iki şehâdet cümlesini dili ile ikrar ederse İslâm’a girmiş olur ve kalben kâfir olsa bile onun hakkında müslümanlara uygula¬nan hükümler câri olur. Çünkü biz zâhire göre hüküm vermek¬le ve kişinin sırlarını ise Allah'a (c.c.) havâle etmekle emrolunmuşuz. Bu hakikatle ilgili göstereceğimiz deliller ise şunlardır:
1. Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s) şehâdeteyni ikrar ede¬nin müslümanlığını kabul eder ve onun müslüman olduğuna hükmetmek için meselâ namazın vaktinin girmesini, zekâtın havlini veya Ramazan farzını edâ etmesini beklemezdi. Sade¬ce onun şehâdeteyne iman etmesi ve bunu açıkça inkâr etme¬mesi ile yetinirdi.
2. Buhârî ve diğer bazı hadis imamlarının rivâyet ettiği Üsâme bin Zeyd (r.a.) ile ilgili hadiste belirtildiğine göre, Üsâme bir adama kılıç çek¬miş, o da "Lâ ilâhe illâllah" demişti. Fakat Üsâme buna rağmen onu öldürmüştü. Hz. Peygamber bunu duyunca, çok şiddetli bir şekilde kızdı ve Üsâme'ye şöyle buyurdu:
“Sen onu "Lâ ilâhe illâllah" dedikten sonra mı öldürdün?” Bunun üzerine Üsame şöyle dedi:
“O, kılıçtan kurtulmak için onu söylemiştir!” Hz. Peygamber de ona dedi ki:
“Sen onun kalbini mi yarıp baktın?”
Başka bazı rivâyetlere göre şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet günü (onun söylediği) lâ ilâhe illâllah’ı ne yapacaksın? (O söze karşı kendini nasıl savunacaksın?)” dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.
3. Ebû Hüreyre şu hadisi rivâyet etmiştir: "Ben, insanlar Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri takdirde, hak ettikleri hâriç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a kalmıştır."
Bizim burada delilimiz şudur: Şüphesiz Arap müşrikleri, canlarını ve mallarını koruduklarını belirten ibarenin delâletiy¬le, lâ ilâhe illâllah dedikleri zaman, onunla İslâm’a girmiş olur¬lar.
Hafız es-Suyûtî "el-Câmiu’s-Sağîr" isimli kitabında, "bu hadis mütevâtir bir hadistir" demiştir. Bu kitabın şârihi olan el-Münâvî de şöyle demiştir: "Çünkü bu hadisi on beş sahâbi ri-vâyet etmiştir."
Allâme İbn Receb el-Hanbelî "Camiu'1-Ulum ve'l-Hikem" isimli kitabında şunu söylemektedir: "Zarûri olarak bilinenlerdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’a girmek için kendisine gelenlerin hepsinden sadece şehâdeteyni söyle¬mesini kabul ederdi. Böylece o, İslâm’a girmiş ve canını kur¬tarmış olurdu. O. Üsame b. Zeyd'e, kılıcını kaldırdığında "lailâhe illallah" diyen kişiyi öldürdüğü için çok sert bir şekilde kızmıştı. Hz. Peygamber İslâm'a girmek isteyenlere namaz ve zekâta iltizam etmelerini şart koşmuyordu. Aksine Hz. Peygamber'in zekât vermemek şartıyla müslüman olmak isteyen bir kavmin müslümanlığını kabul ettiği rivâyet edilmektedir.
İmam Ahmed'in "Müsned"inde Cabir (r.a.)'den rivâyet ettiğine göre, o, şöyle demiştir: "Sakif kabilesi Rasûlullah’a (s.a.s.) sadaka vermemek ve cihad etmemek üzere şart koş¬tular. Rasûlullah (s.a.s.) ise (şartlarını kabul ettikten sonra) şöyle buyurdu: "Onlar daha sonra sadaka da verecekler, cihad da edecekler."
Yine Ahmed bin Hanbel’in Müsned'inde Nasr b. Asım el-Leysi'den rivâyet ettiğine göre, onlardan bir adam Peygamber'e gelip iki vakit namazdan başka namaz kılmamak şartıyla müs¬lüman oldu. Peygamber de onun müslümanlığını kabul etti."
İbn Recep diyor ki: İmam Ahmed bu hadisleri delil alarak şöyle demiştir: "Fâsid şart üzere müslüman olmak sahih olur. Fakat müslüman olduktan sonra İslâm’ın bütün kanunlarını yerine getirmek gerekir." Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki husus vardır:
a. Şüphesiz İslâm'a girmek, şehâdeteyn ile gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki bazı Selef âlimlerinden şu söz nakle¬dilmiştir: "İslâm kelimedir." Yani İslâm, kelime-i şehâdet ile gerçekleşir.
b. İbn Receb'in zikrettiği ve İmamu's-Sünne Ahmed b.Hanbel'in rivâyet ettiği hoşgörüyü ve geniş ufukluluğu ifa¬de eden hadislere gelince... Rasûlullah (s.a.s.) özellikle yeni İslâm'a girmiş olanlara bu tavrı göstererek, bununla insanları çeşitli durumlarına ve konumlarına göre tedavi ediyordu.
Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s.) bazıları için reddettiği şartları, diğer bazıları için kabul etmişti. Beşir b. el-Hassasiye'den gelen hadise göre, o sadaka vermemek ve cihad etme¬mek şartıyla müslüman olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.s.)'e biat etmek istemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) on¬dan elini çekerek şöyle buyurmuştur: "Ey Beşir! Cihad yok, sadaka yok. Peki o zaman ne ile cennete gireceksin?!"
Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Sakif kabilesinden bu şartı kabul etti ve onlara bu konum üzere donup kalmayacaklarını ve müslümanlıkları ilerleyince diğer müslümanların yaptıkla¬rı her şeyi yapacaklarını da bildirdi: İşte bunun için onlara güvenerek şöyle buyurmuştur: "Onlar gelecekte sadaka da verecekler ve cihad da edecekler."
Tevhid Üzere Ölen Kimse Cenneti Hak Eder
Tevhid inancı üzere, yani Allah'tan başka ilâh olmadığına inanarak ölenler Allah (c.c.) katında iki şeyle ödüllendirilir:
1. Ateşte daimi olarak kalmaktan kurtulur, ister içki gibi Al¬lah'ın hakkına taalluk etsin, isterse hırsızlık gibi kulların hakları¬na taalluk etsin, ne kadar günah işlerse işlesin durum değişmez. Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunduğu müddetçe, günah¬ları sebebiyle cehenneme girse bile, mutlaka oradan çıkacaktır.
2. Ne kadar gecikirse geciksin, mutlaka cennete girecektir, işleyip de tevbe etmediği ve herhangi bir sebeple keffaretini ödeyemediği günahları sebebiyle cehennemde azabını çeke-ceğinden dolayı, ilk önce cennete girenlerle beraber olmasa da cezasını çektikten sonra mutlaka girecektir.
Buna gösterdiğimiz deliller Buhârî ve Müslim ile diğer hadis kaynaklarında geçen sahih ve meşhur hadislerdir. Bunlardan birkaçını aşağıya alıyoruz:
Ubâde b. es-Sâbit’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Her kim ki Allah'tan başka ilâh olmadığına, onun bir olduğuna ve şeriki olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın da O'nun kulu, Rasûlü ve Mer¬yem'e ilka etmiş olduğu kelimesi ve kendi katından bir ruh oldu¬ğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, hangi amel üzere olursa olsun, Allah (c.c.) onu cennete koyacaktır."
Ebû Zerr (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: Ben Rasûlullah’ın (s.a.s) yanına geldim. Bana şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur diyen ve sonra bu inanç üzere ölen hiçbir kul yoktur ki cennete girmesin."
Başka bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun rasûlullah deyip Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır."
"Allah'a iman edip O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."
“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.”
Yine Enes (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygam¬ber şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde "lailâhe illallah" diyen bir kimse (bile) ce-hennemden çıkacaktır."
Bu hadislerin hepsinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Yine Buhârî ve Müslim, Ebû Zer'den rivâyet ediyor:
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:
"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:
"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:
"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine:
"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..."
İşte bu zikrettiğimiz hadisler gibi daha birçok hadis var¬dır ki hepsi de sarâhaten ve açıkça kelime-i şehâdetin cennete girmeyi ve ateşten kurtulmayı gerektirdiğine delâlet etmekte¬dir. Burada "cennete girmek"ten maksat, günahlarından do¬layı belirli bir zaman cehennemde hak etmiş oldu¬ğu cezayı çektikten sonra, eninde sonunda cennete girmektir. Yine burada "cehennemden kurtulmak"tan maksat, ta¬hakkuk eden cezayı çektikten sonra kurtulmaktır.
İşte biz bütün bunları, bu hadisler ile bazı günahları irtikâp edenlere cehennemin gerektiğini ve cennetin haram olduğunu belirten diğer bazı hadisler arasında cem' yapmak (uzlaştırmak) için söylüyoruz. Çünkü bizim bazı nassları di¬ğer bazılarına zıt olarak göstermemiz câiz olmaz.
Şirkten Başka Her Şey Affedilme İmkânına Sahiptir
Bu kaide, bir önceki kaideyi te'kid eder. Buna göre affedilmeyen tek günah Allah Teâlâ'ya şirk koş¬maktır. Bundan başka diğer günahlar, ister büyük isterse kü¬çük olsun, Allah'ın dilemesine bağlıdır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Bu konuda Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışla¬maz. Bunun dışındaki (günah)ları ise dilediği kimse için ba¬ğışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır."
Bu ve buna benzer âyetlerde geçen "şirk"ten maksat, bü¬yük şirk (şirk-i ekber)dir. Bu ise, Allah Teâlâ ile beraber bir veya birçok ilâh edinmektir. İşte bu âyette geçen "şirk" laf-zından mutlak olarak kastedilen böyle bir şirk koşmadır.
“…Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım."

"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir." Bu hadis, uzunca bir rivâyetten bir parçadır. Hadisin zâhiri, bir mü'mini meşrû bir sebep olmadan taammüden (bile bile, kasden) öldüren kimsenin mağfirete mazhar olamayacağını ifade etmektedir. Nitekim bu ma'nâyı teyid eden âyet-i kerime de var: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası ebedî kalacağı cehennemdir." İşte bu, İbn Abbâs'ın görüşüdür. Ancak selefin cumhuru ve Ehl-i Sünnetin tamamı âyette gelen hükmü tağlize hamlettiler ve katilin tevbesinin de diğer günahkârların tevbesi gibi sahih olacağını söylediler. Ve dediler ki: "Cezası cehennemdir" sözünün ma'nâsı, "Hak Teâlâ'nın "Allah kendisine şirk koşanı affetmez, bunun dışında dilediğini affeder" âyetine temessüken (uyarak), dilerse onu mükâfatlandırır" demektir. Bu hususa delil doksandokuz kişiyi öldürüp sonra tevbe için râhibe gelince, "Bunun tevbesi yok" cevabı üzerine onu da öldürüp yüze tamamlayan İsrailoğullarından katildir. Bu durum, bu ümmetten öncekiler için sâbit olursa, kendinden önce mevcut olan birçok ağır teklifler üzerinden kaldırılmış olan bu ümmet için evleviyetle mevcuttur." Yani, âlimler getirdikleri açıklamalara dayanarak bu hadisin zâhiriyle amel etmezler, te’viliyle amel ederler.
Bazı İman Şubelerinin Küfür, Nifak veya Câhiliye Şubelerinden Bazıları ile Beraber Olması
Şüphesiz iman, küfür, câhiliyye veya ni¬fak şubelerinden bir veya birçoğunu kapsayabilir. Bu hükmü çoğu insanın bilmediği anlaşılıyor. Bu se¬beple insanın ya tam bir mü'min veya tam bir kâfir olduğu¬nu, bu ikisi arasında bir makamın bulunmadığını ve insanın saf bir muhlis (ihlâslı, takvâlı mü’min) veya saf bir münâfık olduğunu zannetmişler¬dir. Bazılarının dediği şu yanlış söz de buna yakındır: “Ya hâlis/tam bir müslüman ya da hâlis bir kâfir olunmalıdır, bunun üçüncü şıkkı yoktur!” Bu yönteme sıkça başvuruluyor. Tüm dikkatlerini her iki tarafa çekip, orta mertebeye iltifat etmiyorlar. Onlara göre bir şey ya beyaz, ya da siyahtır. Hâlbuki saf beyaz ve saf siyahtan başka veya ikisi arasında birçok rengin varlığı mâlûmdur.
Bizim, insanlardan bir grubun fertleri veya toplulukları kâmil imanın sıfatlarını gerçekleştiremeyip, içlerinde bazı münâfıklık özelliklerini, küfür şubelerini veya câhiliye ahlâkını gördüğümüzde hemen onlara mutlak küfür, hakiki münâfık (nifak-i ekber) veya küfre düşüren câhiliye hükmünü vermemiz doğru olmaz. Böyle yapanlar, imanın, küfürden ve¬ya nifaktan bir özellikle hiçbir zaman bir araya gelemeyeceği¬ne, İslâm ile câhiliyenin bir arada bulunmayan iki zıt kutup olduğuna inanırlar.
Bu inanç, mutlak yani kâmil iman ile mutlak küfür veya İslâm ile hakiki câhiliye açısından doğrudur. Ancak bazen mutlak iman ile küfür ya da mutlak iman ile nifak yahut mut¬lak İslâm ile câhiliye bir araya gelebilir.
Sahih-i Buhârî'de Hz. Peygamber'in Ebû Zerr (r.a.)'a şöyle dediği geçmektedir: "Sende câhiliyye bulunmaktadır." Bu sözü de Ebû Zerr daha cihad ve sıdk bakımından yeni müslüman iken ona söylemişti.
Yine Buhârî'de şu hadis de geçmektedir: "Kim ki (Al¬lah yolunda) gazâ (cihad) etmeden ve cihada/gazâya gitmeyi gönlünden geçirmeden, ona niyetlenme¬den ölürse, o nifaktan bir şube üzere ölmüştür."
Ebû Davud'un Huzeyfe b. el-Yeman’dan rivâyet ettiğine göre o, şöyle demiştir: "Kalpler dört çeşittir: Kılıflı ve kilit kalp ki, bu, kâfirin kalbidir. Ters yüz olan kalp ki, bu da mü-nafığın kalbidir. Pürüzsüz ve içinde parlak bir kandil bulu¬nan kalp ki, bu da mü’minin kalbidir. Diğer kalp de içinde hem iman hem de nifak bulunan kalptir. Kalbin içindeki iman temiz su ile beslenen ağaç gibidir. Kalbin içindeki nifak da kan ve irin akıtan yara gibidir. İki maddeden hangisi diğe¬rine gâlip olursa, o hâkim olur." Bu hadis imam Ahmed'in Müsned'inde merfu bir hadis olarak rivâyet edilmiştir.
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye şöyle der: "Huzeyfe'nin söylediği bu söze, Allah Teâlâ'nın şu sözüne de delâlet etmekte¬dir: "O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar." Bu olaydan önce onlarda mağlup olmuş bir nifak vardı. An¬cak Uhud savaşı olunca, onların nifağı gâlip oldu ve onlar küfre daha yakın oldular.
Abdullah bin el-Mübarek -kendi senediyle- Hz. Ali bin Ebî Tâlib'den rivâyet ettiğine göre, Hz. Ali şöyle demiştir: "İman kalpte bir beyaz nokta olarak zuhur eder. Kulun imanı ne ka¬dar artarsa, onun kalbindeki beyazlık da o kadar artar. Ta ki iman kâmil olunca, kalbin tamamı bembeyaz olur. Nifak da kalpte siyah bir nokta (leke) olarak zuhur eder. Kulun nifâkı ne kadar artarsa kalbindeki siyahlık da o kadar artar. Ta ki kulun nifağı kâmil olunca, kalbi de kapkara olur. Allah'a ye¬min ederim ki, şayet siz mü'minin kalbini açarsanız, onun beyaz olduğunu göreceksiniz. Şayet kâfirin kalbini de açarsa¬nız, onun da kara olduğunu göreceksiniz." İbn Mes'ud (r.a.) da demiştir ki: "Zenginlik, suyun bakla¬yı yeşertmesi gibi kalbte nifakı yeşertir."
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye devamla şunları söyler: "İşte Selefin kelâmından, bu mânâda bir kalpte imanın da nifâkın da (aynı anda) bulunabileceğine dair sözler çoktur. Kitab ve Sünnet de buna delâlet etmektedir. Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.s.) imanın ve nifakın şubelerini zikrederken şöyle buyur¬muştur: "Kimde bu nifak şubelerinden biri bulunursa, onda terk ettiği zamana kadar nifaktan bir şube bulunmuş olur." İş¬te bu şube, birçok iman şubesi ile beraber bulunur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyur¬muştur: "Kalbinde zerre kadar iman bulunan herkes cehennemden çıkacaktır."
Böylece kendisinde azın en azı kadar bile iman bulunan kimsenin cehennemde ebedi olarak kalmaya¬cağı, kendisinde nifaktan çok miktar bulunanın da, kendisinde bulunduğu kadar azap çekeceği ve daha sonra cehennemden çıkacağı anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın bedeviler hakkındaki şu sözü de bu mânâdadır: "Bedeviler, dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman et¬mediniz, ancak "teslim (müslüman) olduk deyin, iman he¬nüz kalplerinize girmiş değildir..."
Âyet imanın onların kalbine girdiğini nefyediyor. Bu ise onların kalplerinde iman¬dan bir şubenin bulunmasına mani değildir. Nitekim bu mânâda Hz. Peygamber (s.a.s.) de "zina eden, hırsızlık yapan, kendisi için sevdiğini kardeşi sevmeyen, komşusunun şerrin¬den emin olmadığı kimse ve daha birçok kimseden de imanı nefyetmiştir. Şüphesiz Kur'an ve Sünnet'te bazı vâcipleri terk ettiğinden dolayı insanlardan imanı nefyeden nasslar çok¬tur."
İbn Teymiye başka bir yerde de bu konuya değine¬rek şöyle demektedir: "Mü'minlerin en hayırlı olanları cennetin en üst derecelerinde olacaktır. Münâfıklar ise gerçi dünyada zâhiren müslüman görünseler ve haklarında zâhiren müslümanlara uygulanan hükümler cereyan etse de cehennemin en alt tabakalarında kalacaklar¬dır. Kalbinde hem iman, hem de nifak bulunup müslüman olarak tanınanlar ise hâlis münâfık değildirler. Bu durumda olanlar, şayet nifakları imanlarına gâlip ise mü'min ismini hak etmezler, aksine münâfık ismi onlara daha lâyıktır. Çünkü onda beyaz ve siyah renk beraber bulunmakta, ancak siyahlığı beyazlığından daha çok olduğundan, siyah ismi ona beyaz isminden daha lâyık düşer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar o gün imandan çok küfre daha yakın idiler."
Ancak onun imanı daha gâlip olmakla beraber, yanında nifak da bulunsa, o zaman cehennemle tehdit edilmeye lâyık¬tır. Bu da şefaat edilmediğinde veya Allah (c.c.) onu affetme¬diğinde azâbını çektikten sonra hak etse bile, cennete önce¬likle girecek olanlardan olmaz.
İbn Teymiye devamla şöyle demektedir: "Ehl-i hevâdan olan Hâricîler, Mûtezile, Cehmiye ve Mürcie taifeleri, bir kul¬da iman ile nifağın bir arada bulunmadığını söylerler. Onlar¬dan bazıları da bu hususta icma olduğunu iddia ederler. Hâlbuki onlar bu konuda hataya düşmüşlerdir ve Kitab, Sünnet ve sahâbe ile onlara iyilikle tâbi olan Tabiûn'dan gelen rivâyetle¬re açıkça anlaşılabilir şekilde muhâlefet etmişlerdir.
Hâricîler ve Mûtezile bu fâsid esası öne sürerek, bir şahıs¬ta, onun kendisiyle sevabı hak ettiği bir tâat ile, cezayı hak¬ ettiği bir masiyetin bir arada bulunmayacağını söylemişler¬dir. Yani onlara göre bir şahıs bir açıdan övülmüş, diğer bir açıdan kınanmış, bir açıdan kendisine dua edilecek şekilde sevilmiş, diğer bir açıdan lânet edilecek şekilde gazaplanmış olamaz ve bir şahsın hem cennete hem de cehenneme girece¬ği tasavvur edilemez. Aksine onlara göre bir kişi cennet veya cehennemden birisine girerse artık diğerine giremez. Bu se¬beple onlar cehennemde olan birisinin oradan çıkmasını ve¬ya şefaat edilmesini inkâr ederler.
Mürcie'nin aşırı olanlarından da buna benzer görüş nakle¬dilir: Onlar da bu hususta Mûtezile ve Hâricîlere muvâfakat ederler. Fakat onların tersine şöyle derler: "Şüphesiz büyük gü¬nah işleyenler cennete girecekler, cehenneme girmeyecekler." Hâlbuki sahih hadislerin haber verdiği gibi, bir şahsı Allah Teâlâ cehennemde azâba çektikten sonra cennete koyacaktır. Diyelim ki bir şahsın günahları var, bu durumda o şa¬hıs günahları sebebiyle azap çekecektir. İyiliği var, iyilikleri sebebiyle cennete girecektir. Bu durumda onun hem itaati, hem de masiyeti vardır. Yukarıdaki gruplar böyle birisinin hükmü hakkında değil, ismi hakkında tartışmışlardır.
Mürcie mezhebinin görüşü şudur: "Böyle birisi, imanı kâmil olan bir mü'mindir." Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e göre ise, böyle birisi, imanı noksan olan bir mü'mindir. Şayet imanı noksan olmasaydı azap görmezdi. Nitekim müslümanların ittifakına göre böyle bir insan iyilik ve takvâ bakımından da eksiktir. Peki, bu durumda ona "mü'min" ismi verilebilir mi? Bu konuda iki görüş vardır ki, en doğrusu açıkladığımız şekilde Ehl-i Sünnet'in görüşüdür.
Böyle bir insanın keffâret için köle âzâd etmesi gibi dün¬ya hükümleri hakkında sorulursa, bir görüşe göre onun mü'min olduğu belirtilmektedir. Aynen bunun gibi o, Allah Teâlâ'nın "Ey iman edenler!" hitabının kapsamına giren mü'minlerden sayılır. Âhiretle ilgili hükmüne gelince, böyle birisi cennetle vaad edilmiş mü’minlerden değildir. Aksine ondaki iman, onun cehennemde ebedî olarak kalmasına mâ¬ni olmaktadır. Yine bu imanı sebebiyle, şayet Allah (c.c.) onun günahlarını affetmezse, cehennemde cezasını çektikten sona cennete girecektir. Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiş¬tir: "O, imanı sebebiyle mü'min, büyük günahları sebebiyle fâsıktır. Veya o, imanı noksan olan bir mü'mindir."
Ehl-i Sünnet'ten ve Mu'tezile'den böylelerini mü'min ola¬rak isimlendirmeyenler diyorlar ki, Allah Teâlâ'nın, "İman¬dan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir." kavlinden dolayı onların fâsıklık ismi, iman ismini kendilerinden nefyetmek¬tedir. Yine onlar, "Mü'min olan, kimse fâsık olan kimse gibi midir?" âyetine de dayanıyorlar. Ancak buna rağmen, bazı insanlarda küfür şubelerinden biri bulunmakla beraber, aynı zamanda iman şubeleri de bulunabilir. İşte bu mânâda, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) birçok günahları, o günahları işleyenlerde zerre miskalinden fazla iman bulunduğu halde, küfür olarak isimlendiren hadisler vârid olmuştur. Bu günahları işleyenler de cehennemde ebedî kalmazlar. Bu tür hadislerden bazıları da "Müslümana söv¬mek fâsıklık; onu öldürmek kâfirliktir." hadisi ile "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın." gibi ha¬dislerdir.
İşte bu (son) hadis, sahih hadis kitaplarında birçok vecihten meşhur olmuştur. Çünkü bu "Vedâ Haccı"nda insan¬lar arasında ilân edilmesi emredilen bir hadistir. Burada Hz. Peygamber (s.a.s.) haksız yere birbirlerinin boyunlarını vu¬ranları kâfir saymış, böyle bir işi de küfür olarak isimlen¬dirmiştir. Bununla beraber Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırlarsa, aralarını bulup düzeltin." Daha sonra şöyle buyurmuştur: "Şüp¬hesiz ancak mü'minler kardeştir."
Böylece bu günahları işleyenlerin tamamıyla imandan çıkmadıklarını, fakat bun¬larla beraber küfür özelliklerinin de kendilerinde bulunduğu¬nu belirtmiştir, işte bu haslet sahâbeden bazılarının "Küfrün dûne küfrin" (gerçek küfür olmayan, insanı dinden çıkarma¬yan küfür) ismini verdikleri bir haslettir.
Nasslarda Vârid Olan Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
Şüphesiz Kur'an ve sünnet terminoloji¬sinde “küfür” kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nispetle insanı dinden çıkaran ve âhiret hükümlerine nispetle cehennemde ebedî kalmasını gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin cehennemde ebedî kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve onu İslâm dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fâsıklık ve isyankâr¬lıkla damgalanmasına sebep olur.
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu dinden zarûri olarak bilinen her şeyi veya bunların bazısını kasden inkâr etmek ve reddetmek demektir. İkinci anlamıyla küfür (küfr-i asgar) ise Allah'ın emrine muhâlefet sayılan, yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi birçok hadis bize ulaş¬mıştır:
a- "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur." veya "şirk koşmuş olur."
b- "Müslümana sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise kü¬fürdür."
c- "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler ol¬mayın"
d- "Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı red¬detmeniz sizi küfre götürür."
Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöy¬ledir: Bu ve benzeri nasslarda vârid olan küfür, diğer bazı de¬lillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü ashâb da birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu. Emiru'l-Mü'minin Ali bin Ebî Tâlib'den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffîn savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece on¬ları bağî/âsî sayıyordu. Şüphesiz Hz. Peygamber'in Ammar'a söylediği şu hadis sahihtir: "Seni bağî bir topluluk öldürecek¬tir."
Yine Hâricîler hakkındaki şu hadis de sahihtir: "Onlarla iki tâifeden hakka yakın olanı savaşacaktır." Gerçekten de on¬larla Hz. Ali ve beraberindekiler savaşmıştı.
Yine Kur'ân-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü'min olabileceğini isbat etmiştir: "Mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırsa..." Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir: "Şüphesiz mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin."
Şu hadis de bu hususu belirtiyor: "Kim (müslüman) kardeşine kâfir derse..." İşte bu hadiste birbirlerine kâfir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın müslüman ile kâfir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kar¬deşine kâfir diyenin bu sözüyle İslâm dairesinden dışarı çık¬madığına delâlet etmektedir.
"Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir." veya "şirk koşmuştur" hadisi ile "kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah'ın Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiğini inkâr etmiştir" şek¬lindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman âlimlerden hiçbiri yukarıdaki fiilleri dinden çıkaran ve İslâm'dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah'tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kâhinleri tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar, onların sapık ve fâsık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümme¬tin, dalâlet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.
İşte bu sebeple, İbn Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden birçok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Burada kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise tâat ile amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa'y) ya şükürdür ya da küfürdür (nankörlüktür). Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan."
İkinci mânâdaki küfre, yani küfr-i asgara gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur ya da hakkını yerine getirmeyerek nankör olur. Allah Teâlâ insanın bu vasfı hak¬kında şöyle buyurur: "Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur, ya da kâfir (nankör) olur." Başka bir âyet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim müstağnîdir ve kerimdir..."
Sahih-i Buhârî'de kadınların cehenneme girmelerinin se¬bebi hakkındaki hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz onlar inkâr ediyorlar (nankörlük ediyorlar)." Bunun üzerine sahâbe dedi ki: "Allah'ı mı inkâr ediyorlar?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Onlar dostluğa ve iyiliğe küfür (küfrân-ı ni'met) ediyorlar."
Hâfız İbn Hacer Askalani, Kurtubi'nin şu sözünü nakletmiştir: "Şâri’in (Şeriat koyucunun) lisanında küfür, İslâm dininden olan şer'î hu¬suslarla ilgili zarûrâtı bilerek inkâr etmek mânâsında kullanılmıştır." Daha sonra İbn Hacer şunları belirtmiştir: "Ancak bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zâta şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek mânâsında kullanılmıştır. Bu hususta Sahih-i Buhârî'nin "İman kitabı"nın "Kocaya nankörlük" ve "Küfür fiilini işlediği halde kâfir olmama" bölümle¬rinde, büyük günah işleyenleri kâfir sayan Hâricîlerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur. Buhârî'nin "Kitabu'l-İman" bölümündeki "küfr dûne küfr" (küfür olmayan küfür/nankörlük) babındaki Ebû Said (r.a.)'ın rivâyet ettiği "onlar iyiliği inkâr ediyorlar..." şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır."
Bundan dolayıdır ki İmam Buhârî Sahih'inde "Kitabu'l-İman" bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları tekfir eden Hâricîler’i reddetmek için birçok "bab"lar koymuştur. İşte bu "bab"lardan biri de "Bâbu Küfrâni'l-Aşîri" ve "Küfrun Dûne Küfrin" bahsidir. "Küfrun dûne küfr" ("Küfür işlediği halde kâfir olmama") ibâresi, Allah Teâlâ'nın "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya, işte onla kâfirlerin ta kendileridir" kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbn Abbas ve bazı tâbiînden rivâyet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef âlimleri tarafın¬dan yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Aynı taksimat şirk, fisk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fisk, zulüm ve nifak da ara¬larında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennemde ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez.
Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle diyor: "Kitap ve Sünnetin delâletiyle Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'in görüşü şu şekilde kesinleşmiştir. Ehl-i Sünnet, kıble ehlinden hiçbir kimse¬yi bir günah sebebiyle tekfir etmez. Yine işlediği bir amel sebebiyle kişiyi İslâm'ın dışına atmazlar. Ne var ki; o amel içki içme, çalma ve zina gibi yasaklanmış bir fiil olmalı ve imanın terkini içermemeli... Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilme gibi Allah'ın inanılmasını emrettiği şeyleri terk etmek, kişiyi küfre sokar. Tevâtür yoluyla sâbit olan apaçık farzların farziyetine inanmamak ve yine tevâtür yoluyla sâbit olan ha-ramların helâllığına inanmak sebebiyle kişi küfre gi¬rer. Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasak¬lananı da yapmak şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur: Kul kendisine emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği vakit ya onun haramlığma inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gi¬bi ikisini bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyi¬liği hem de kötülüğü olur. Söz, ancak tevâtür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına ve farziyetine inanmayı terketmek sûretiyle mâzur sayılmayacak konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya te’vil etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen kişi kâfir olmaz. Hükümle¬re inanmamanın küfür olduğuna ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu kendi mevzûsunda karar bağlanmıştır. Allah'ın kitabında¬ki şu âyet-i kerime buna delil teşkil etmektedir; "...Eğer onlar tevbe eder, namazlarını kılar ve zekâtı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir..."
Günahlara gelince, Kur’an'da hırsızın elinin kesilmesi, zânînin sopalan¬ması cezası vardır. Kur'an, onların küfrüne hükmetmemiştir. İki gruptan biri diğerine saldırmakla bir¬likte birbirlerini öldürmeleri de aynı şekildedir. Fa¬kat iman ve kardeşlik her iki grup için de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken ka¬tili de Kur'an "kardeş" olarak nitelendirmektedir. Cenâb-ı Hak katili (kardeş) olarak isimlendirdi.
Buhârî ve Müslim'de Ebû Zer hadisi yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona Cebrail'den naklen şöyle buyurdu: "Lâ ilâhe illâllah diyen cennete girer. Zina etse de, çalsa da ve şarab içse de... Hem de Ebû Zerr'in burnu yerde sürtülse de..." Yine bir hadis-i şerif şöyledir: "Kimin kal¬binde zerre ağırlığınca iman varsa, kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa ateşten çıkar."
Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu naslar imanla birlikte büyük günah işleyenin küfre girmeyeceğine delil teşkil ettiği gibi, Hâricîlerden bir grup bid'atçinin düşüncelerinin aksine şefaat sayesinde cehen¬nemden çıkacağına, delâlet etmektedir. Mûtezile şe¬faat konusunda ihtilâf halindedir. Yine bu naslar, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkaran ima¬nın emredilen hasene (iyilik) olduğuna ve hiçbir gü¬nahın ona engel olmayacağına delâlet etmektedir."
Başka bir yerde İbn Teymiyye şöyle diyor: "Bun¬dan dolayı selef ulemâsı, ‘itikad kitaplarında; biz kıble ehlinden hiçbir kimseyi günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. Yine hiçbir kişiyi amelinden dolayı İslâm'dan çıkarmayız’ diyor." Tekfirci gençlerin düştüğü hatalardan biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar, küçük günah olan fısk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar. Onlar, bunların tümüne "şirk" mânâ¬sını veya benzerini vermekteler.
Fakat Kur'an ve Sünneti inceleyenler böyle olma¬dığını görürler. Tekfircilerin sözlerinden bir örnek: Zu¬lüm de küfür demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "...Kâfirler zâlimlerin ta kendileri¬dir." Hiç kimse, kâfirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zâlim kâfir midir? Kesinlikle hayır. Çünkü Kur'an'da Hz. Yûnus şöyle duâ ediyor; "Senden baş¬ka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Çünkü ben zâlim¬lerden oldum."
Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna ge¬lince gençler buna şu âyeti delil getiriyorlar; “Biz sa¬na apaçık âyetler indirmişiz. Onları sadece fâsıklar inkâr ederler." Füsûk (fâsıklık) kelimesi küçük günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kâfir aynı zaman¬da fâsıktır; fakat her fâsık kâfir değildir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir..." Hiç kötü lakaplarla çağırmak küfrü ge¬rektiren şeylerden olur mu? Bunu kim söyleyebilir?
Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen "küfür" ke¬limesi, Kur'ân-ı Kerim'de kâfir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı tedbirli davran¬mak ve acele etmemek gerekir. Buradaki küfür sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür, sahibini din¬den çıkarır. Her kâfir hem zâlim, hem de fâsıktır. Fa¬kat her zâlim veya fâsık, kâfir değildir.
"El-Kevâşiful-Celiyye an Meâniyi'l-Vâsıtıyye" ad¬lı kitapta şöyle denilmektedir: "Fısk kelimesi, sözlük anlamı bakımından istikametten çıkmak ve sapmak anlamına gelir. Bu sebepten dolayı sapmış kişiye fâsık denildi. Şeriat bakımından fâsık, büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişi anlamı¬na gelir. Fâsıklık iki kısımdır. Biri itikadî, diğeri amelîdir. Zina, adam öldürmek ve livata gibi... İslâm milletine bir lütuf olarak uzun süre müslümanlar küfrü gerektirecek masiyetleri işlemediler. Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat "büyük günah" işleyenin kâfir ol¬madığını ve İslâm dininden çıkmadığı görüşü üzerin¬de ittifak etmişlerdir. İslâm'dan ve imandan çıkma¬yacağı, küfre girmeyeceği üzerinde de ittifak sağlamışlardır."
Şeyhül İslâm İbn Teymiyye, müslümanların fâsıklarından bahsederken şöyle diyor: "Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat, müslümanların fâsıklarının, imanın kökünün ve bir kısmının kendileriyle beraber oldu¬ğuna, imanın tümünün bulunmadığına inanırlar. Bu iman sayesinde onlar cennete girmeyi hakederler. Yine Ehl-i Sünnet, fâsık müslümanların cehennem¬de ebedî kalmayacakları, bilakis kalbinde buğday tanesi veya hardal tanesi kadar iman bulunan kişi¬nin cehennemden çıkacağı kanaatindedirler."
Diğer birçok âlim-yazar gibi Samarraî'de câhiliye, itikadî şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfir¬de aşırı gidenlerce nasıl yanlış ve yüzeysel değerlen¬dirildiğini ortaya koymuştur. Câhiliye hakkında şöy¬le der: "Câhiliyet hakkında vârid olan hadislere geç¬meden önce şunu söylemek istiyorum: 'Gerçekten câhiliyet Allah'ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen küfür ifade eder... Yönetici¬lerden kim, beşerî kanunu Allah'ın düzeninden üs¬tün tutarak onu reddederse bundan ötürü kâfir olur. Çünkü o, Allah'ın indirdiğinde, başkası ile hükmedi¬yor ve Allah'ın kanununa dil uzatıyor. Câhiliyet, câhiliyet açılıp saçılması, câhiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu vakit bu, Al¬lah'ın şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet (günah) veya fısk ifade eder."
Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını ifade eden Samarraî kitabının bir ye¬rinde şunları anlatıyor: "Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp kü¬für girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Müslümanlar şehâdet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar" diyorlar. Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma ger¬çeğini değiştirir mi? Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?
Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, de¬diğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, câhili toplumdan İslâmi topluma ge¬çen bir adamdı. Ama şehâdet kelimesini diliyle söy¬leyip, hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir. Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliy¬le İslâm'a göre hareket etmiyor. O toplumun amelle¬ri, tutumları, iktisadi metodları ve siyaseti tümüyle İslâm dışı olunca; o toplum da câhilî toplum demek¬tir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sâbit olmadıkça küfre girmişlerdir.
Kahire'nin "Medinetü'lmühendisin" semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyo¬rum. Gençlere dedim ki: "Sizler Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirdiği Allah'ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kâfir Aristo'nun mantığına mı?" Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: "Allah'a sığınırız, bu ne biçim söz?" dediler. O vakit ben de: "Öyleyse bana cevap veriniz... Ya¬nımıza bir Yahudi, bir Hristiyan veya bir müşrik genç girse ve: Aklım İslâm'a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?"
Gençlerden bazısı, ona şehâdet kelimesini söyle¬mesini telkin ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehâdet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum. Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer genç¬ler: Şehâdet getirmekle İslâm'a girdi:" dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şehâdetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslâm'a ait hiç bir hükmü yerine getirmedi... dedim.
Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı diye ba¬karız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehâdet getirmekle müslümanlığını ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Rasûlullah (s.a.s.) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası ka¬bul değil. Şehâdet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden birşey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küf¬rüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.
Nihâyet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şehâdet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, İslâm'dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslüman¬dır, aksi değil. Yani İslâm sâbit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sâbit oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkâr etse, adamın sözü ge¬çerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, "Kur'an'ın eksik olduğunu" söylemekle itham edilen kişi gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişki¬si bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter..."
Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tâğûtî hükümlerle muhâtap olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar gelebilir? Eserinin bir bölü¬münde de bu sorunun cevabını ortaya koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İmam Teymiyye'den gö¬rüşler aktarıyor. Buna göre Firavun'un karısı, Yusuf (a.s.), Necaşî gibi fert ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp bazen de küfür hükümlerine muhâtap olmuşlardır. Ve bu durum da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek olarak -yine İbn Teymiyye'den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında müslümanların hâkim¬lik veya imamlık görevinde bulunduğu da kaydedil¬mektedir. Samarraî bu son örneği de İbn Teymiyye'nin Mecmu'ul-Fetevâ’sından aldığını kaydediyor.
Tekfirde aşı¬rı gidenler, bazı büyük günah sahiplerini tekfir et¬mektedirler. İtikadî şirk ile amelî şirki ayırmamak¬tadırlar. Bu da Hâricîlerde bulunan bir özelliktir.
Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk
Şirki İslâm âlimleri şu şekilde de ayırmışlardır. a- Büyük Şirk: Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki bu, en büyük inkâr ve küfürdür. b-Küçük Şirk: Bazı amelleri yaparken Allah’ın dışında başkalarının da rızâsını hesaba katmaktır. Böyle bir tavır riyâ ve amelî münâfıklıktır. Şirkle ilgili yukarıdaki tasniflerin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılmıştır.
Açık şirk: Allah’ın zatında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir.
Gizli şirk: Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur, kişi çoğu zaman bu şirke düştüğünün farkına bile varmayabilir. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadırlar. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ, bir insan Allah'a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır; hayatın amacı sadece Allah olmalıdır.
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler” Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin” buyurdu.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Yâ Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.” Âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.
Allah’a kulluğun gereği, itikadı ve imanı sağlamlaştırmaktır. Kimin itikadında/inancında hafif de olsa sapma olur ve imanı bozulursa, onun ibâdetleri ve amelleri Allah katında kabul olmaz. İtikadı düzgün, imanı sahih ve sağlam insanın ise, az ibâdeti (meselâ farzlarla yetinmesi) bile Allah katında çok ibâdet yerine geçer. Düşüncelerimiz, okuduklarımız, yaşadıklarımız ve eylemlerimizin amacı itikadımızı sağlamlaştırmak olmalı, duâlarımızda da Allah’tan bunu istemeliyiz.
Küçük Şirk
Kebâirden, (büyük günahlardan) daha büyük, ebedî cehennemlik yapan şirkten daha küçük olan şirk unsurları, küçük şirk diye adlandırılır. Günümüzde de her yerde görülebilen küçük şirke bazı örnekler verelim:
1- Riyâ (Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti Allah'tan başkası için yapmak anlamında).
2- Allah'tan başkası adına yemin etmek (Allah'ın dışında yemin edilecek kutsal bir varlık kabulü anlamında).
3- Mavi boncuk, nazar boncuğu takmak (zarardan uzaklaştırmak için mâanevî sığınak olarak Allah'ın dışında bir şey kabulü anlamında).
4- Sihir/büyü ve üfürükçülük, kâhinlik, medyumluk, arraflık: “...Süleyman kâfir olmadı (büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı...”
5- Gelecekten haber vermek ve bu haberlere inanmak veya mutlak gaybı bildiğini iddia etmek (Yıldızlardan ve burçlardan yola çıkarak, her çeşit fal bakarak, cinlerden öğrendiğini iddia ederek gelecekle ilgili bilgiler vermek ve bu yalanlara inanmak; kendisinin veya başkasının geleceği, mutlak gaybı bildiğini iddia etmek anlamında).
6- Allah'tan başkası adına adak adamak veya kurban kesmek, muskacılık, cincilik yapmak
7- Uğursuzluk görüşü.
İslâm ile Çelişen Tutumlar
Muhakkak ki insan şehâdeteyni ikrar et¬mekle İslâm'a girdikten sonra, müslüman olmasının gereği olarak, İslâm'ın bütün hükümlerine bağlanmış olur. Bağlılık ise, Kitab ve Sünnet'le sâbit olan, sarih ve mükemmel hü¬kümlerin, âdil ve kudsî olduğuna inanmak, teslim olmak ve gerekleriyle amel etmek demektir. Bu hükümlere karşı herhangi bir müslüman için, reddet¬me veya kabul etme, alma veya terk etme şeklinde hiçbir mu¬hayyerlik hakkı yoktur. Aksine onlara, râzı olmuş bir müslü¬man olarak boyun eğmesi, helâlini helâl ve haramını haram bilmesi, vâcip olanların vücûbuna, mubah olanların da mübahlığına itikad etmesi gerekir.
Burada bilmemiz gereken önemli hususlardan biri de şu¬dur: Şüphesiz İslâm'ın hükümlerinden kat'i olarak sâbit olup yakînî ahkâmdan olan teşriattan vâcipler, haramlar, cezalar (ukubat) ve diğer birçok konu ile ilgili hükümler vardır ki, bunların Allah'ın (c.c.) dininden ve şeriatından olduğu hak¬kında hiçbir şek ve şüphe ihtimali söz konusu değildir. İslâm âlimleri bunlara “zarûrât-ı diniye”, yani “dinden zarûri olduğu bilinenler” ismini takmışlardır...
Bu hükümlerin alâmeti, havas ve avamın hepsinin de on¬ları bilmesi ve isbat etmek için araştırma ve istidlâle ihtiyaç duymamasıdır. Bu hükümler İslâm'ın rükünlerinden olan namazın, zekâtın ve diğer rükünlerin farziyyeti, kebairden olan katil, zina, faiz yemek, içki içmek ve diğer büyük günah¬lar ve evlilik, talak, miras, hudud, kısas ve bunlara benzer ko¬nularla ilgili hükümlerdir.
İşte kim bu saydığımız "dinden zarûri olarak bilinen" hü¬kümlerden birisini inkâr ederse veya istihfaf ederse ve alaya alırsa, hiç şüphesiz açık bir küfür ile kâfir olur ve onun İslâm'dan çıkan bir mürted olduğuna hükmedilir. Onun kâfir olması şundandır: Bu hükümler sarih olan âyetlerle sâbit ol¬muş, onlar hakkındaki sahih hadisler tevâtür derecesine er¬miş ve ümmetin nesilleri peyderpey bu hükümler üzerinde icma etmiştir. Bu sebeple kim bunları tekzib ederse, şüphesiz Kur'an ve Sünnet nasslarını tekzib etmiş olur. Bu ise küfür¬dür.
Ama yoruma dayalı hususları veya bizim için geçersiz de olsa te’vil edilebilecek bir hususu te’vil ederek farklı yorum sahiplerini tekfir etme hakkımız yoktur.
İnsan, şehâdet kelimesini getire¬rek İslâm’a girdikten sonra, müslümanlığının gereği olarak İslâmın hükümlerine boyun eğmek mecburi¬yetindedir. Bu boyun eğiş, İslâm’ın âdil ve kutsal bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, kitap ve sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur.
Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza gös¬teren her müslümanın yaptığı gibi İslâm’ın hükümle¬rine boyun eğer, helâli helâl bilir haramı haram. Kendisine gerekli olan hükümlerin vâcip, bazı hü¬kümlerin de müstehap kılındığına inanarak dinini yaşar.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah ve Rasûlü bir şeye hükmettiği zaman, ina¬nan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seç¬mek yaraşmaz."
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağrıldıkları vakit; 'işittik, itaat ettik' demek, ancak mü'minlerin sözüdür."
"Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiş¬tikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan ta¬mamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar."
Önemli olan şunu bilmektir; İslâm'ın; farzlar, ha¬ramlar ve cezalarla ilgili hükümleriyle bunların dı¬şında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Al¬lah'ın dininden ve koyduğu şeriatinin çerçevesindedirler. İslâm âlimleri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir: “Zârûrât-ı diniye” yani “İslâm'da bilinmesi zarûri olan şeyler.”
İslâm’ın hükümlerini, avam da, havas da böyle bi¬liyor. Varlıklarını ispatlamak için deliller getirmeye veya tartışmalar düzenlemeye gerek yok. Bu konu¬da; namaz ve zekât gibi İslâm'ın şartlarından olan farz ibâdetleri, adam öldürmek, zina etmek, faiz ye¬mek ve şarap içmek gibi büyük günahları, son olarak da evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz.
Zarûrât-ı diniyyeden olan hükümleri inkâr eden¬ler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle kâfir olurlar. Onlara mürted damgası vurulur. Bu hü¬kümler açık âyetlerle ve sarih hadislerle tesbit edil¬miş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda ya¬şayan İslâm ulemâsı bu hükümler üzerinde icma et¬mişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur'an ve Sünnet'i yalanlamış demektir. Bu da küfürdür.
Bunlardan ancak İslâm’la yeni tanışıp da İslâm’ın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, İslâm’ın kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, is¬tisna tutulabilirler. Onlar zarûrât-ı diniyyeden birini inkâr ettiklerinde durumları kendileri için bir maze¬ret teşkil edebilir. Ama bu, Allah'ın dinini öğreninceye kadar geçerlidir, öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler bu tür kimseler için de geçerli olur.

Ümmetin Tâat Hususunda Farklı Mertebelerde Olması
Şüphesiz insanların, Allah Teâlâ'nın emrini yerine getirmede ve nehyinden uzaklaşmadaki mertebeleri ayrı ayrı¬dır. Bu sebeple de onların imanları ve Allah Teâlâ’ya olan yakınlıkları da farklı derecelerdedir. Burada ümmetin selefi imanın artıp eksildiğini takrir etmiştir. Kitap ve Sünnet de buna delâlet etmektedir. Bundan dolayı bütün insanları, kendisinden yaratılmış oldukları ve kendilerini yeryüzüne şiddetle bağlı kılan çamursal unsuru unutarak, günahsız ve hatasız melekler şeklinde tasavvur etmek açık bir yanlıştır.
İşte bu, insanların Allah'a itaat ve iman etme hususunda¬ki farklılığı hakikati Kur’ân-ı Kerim'in takrir ettiği ve Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetinin te'kid ettiği bir hakikattir.
İnanarak Lâ İlâhe İllâllah Diyen Müslümanlığa Girmiştir
İslâm; Allah'ın tevhididir, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Allah kulunu bununla mükellef kılmıştır; "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." Allah kuluna peygamberler gönde¬rerek bu hakikati onlara söylemektedir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermiş değiliz ki ancak O'na benden başka ilâh yoktur ve bana ibâdet edin diye vahyetmiş olmayalım." “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi İslâm'ın tümünü içer¬mektedir. Bu kelime ile İslâm’a girildiği gibi bu keli¬menin aksi ise İslâm’dan çıkarır. “Lâ ilâhe”, yani "hiç¬bir ilâh yoktur" demekle tüm küfürden sıyrılıyor da¬ha sonra “illâllah” kelimesiyle, dine girilip usûl ve teferruatı ispat edilmiş olunuyor.
Tevhid kelimesi, İslâm'ın kemaline tam uymanın tek şartıdır. Yani tevhidin tek rüknüdür. Tevhid keli¬mesinin dışında kalan rükünler ise amelî esaslar olup o amelin zaman ve mekânıyla kayıtlı kı¬lınmıştır. Meselâ namaz ibâdeti, vakti gelince farz¬dır. Hacc ibâdeti, vakti gelince farzdır. Hacc ibâdeti ise belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda farz kı¬lınmıştır. Farz olan Ramazan Orucu ise, gücü yeten için ve Ramazan ayın¬da tutulması şarttır. Şayet bu ke-limenin mefhumu/anlamı, İslâm ile aynı ise bu kelimeyi söyleyen zarûri olarak müslümandır. Bu insan İslâm’ın en ednâ/alt sınırında olsa bile yine zâhiri yönüyle müslümandır.
Bu konuda İbn Teymiyye şöyle söylemekte¬dir: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) dininde ve ümmetin üzerin¬de ittifak ettiği bilinen bir şey vardır ki, o da: İslâm’ın ilk aslı ve insanların ilk emrolundukları şey: Al¬lah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) O'nun peygamberi olduğuna şehâdettir. İşte bu kelimeyle kâfir, müslüman olur. Düşman dost olur. Kanı ve malı mubah olanın malı ve kanı haram olur. Bu kimse bu şehâdeti diliyle söylediği gibi bunu kalbiyle tasdik ederse, bu kimse imana gir¬miş olur. Şayet bunu diliyle söyleyip kalbiyle iman etmi¬yorsa bu kimse zâhirî yönden müslüman olup, bâtın¬da ise imandan yoksundur.
İbn Teymiyye'nin sözünden şu anlaşılmaktadır. Madem ki tevhîd kelimesi İslâm’ı içine almaktadır; o zaman tevhid kelimesini telaffuz eden kişiye İslâm ile hüküm etmemiz vâciptir. Nasıl ki küfür kelimesi¬ni söyleyen bir insana "kâfir" dememiz vâcip olduğu gibi. Yani ilk şahsı doğruladık (tevhid kelimesini söy¬lediğinden) ve İslâm’la ona hüküm verdik. İkinci şah¬sı da doğruladık (küfür söyleyen) ve ona da "kâfir" hükmünü verdik. İki sınıf arasında bir sınıf olmaz, aynısının aynısıyla hüküm verdik.
Açıklama Mezhebi
İltibası (karışıklığı) iki kısma ayırmamız gerekiyor; çünkü hükmü genelleştiren bir kavmin (fırkanın) hatasını beyan et¬mek zorundayız. Bu kısımlandırma ise "tebeyyün" (açık-lama) dediğimiz şeyin makbul şer’î olan ile makbul ve şer’î olmayan açıklamayı bildirmektedir. Açıklanması meşrû olmayan şeyleri müslümanlığı iddia edenden açıklamasını istemek, söz söyleyenden doğruluğunu açıklamasını beklemek, mechûlu’l-hal (hali bilinmeyen) bir insandan ilmî açıklamalar bekle¬mek, kötülükleri aramakta açıklama beklemek, iste¬mek... Böyle yapmak büyük bir hatadır ve yeryüzün¬de fesattır.
Şer’î (yani şeriat kanunlarına uygun) ve makbul olan açıklama ise; küfre benzeyen birisinden açıkla¬ma istemek, aynı zamanda yalancı ve câhilden açık¬lama istemek, bu kimselerden açıklama (beyan) ta¬lep etmek makbul olup (yani kabul edilmiş olup) mutlak mânâda da meşrû değildir. Bilakis birtakım şartları vardır. Aynı zamanda bu özelliğe sahip olan¬lardan açıklama istemek Veliyyü'l-emrin işidir, her¬kese meşrû değildir.
Ayakların kaymasından ve fâsit anlayışlardan Allah'a sığınırız.
Sakınılması Gereken Şeyler
1- Eşya ve şahıslar için fıtratta karar kılmış esas¬lara muhâlefet etmekten sakınmak, örneğin, sözde (konuşmada) asıl olan şey sözün doğru ve hak olma¬sıdır. Ta ki o sözün yalanlığı ve bâtıl olduğu ortaya çıkıncaya kadar. Aynı zamanda kişide (şahıslarda) asıl olan şey, kişinin emin ve kötülüklerden uzak ol¬masıdır. Ancak o kişide kötülük ve hıyânet sâbit (ke¬sin) olursa durum değişir.Ve bu gerçeğe dayanarak müslümanlığı iddia eden birisinde asıl olan bu iddiasını ve çağrısını İslâm’a muhâlif bir şey ispat edilinceye kadar kabul etmektir. Yahut iddia ettiği gibi İslâm'ın bâtıl olduğu zâhir olana kadar İslâm’ını ispat et¬mek gerekir.
2- Bundan dolayıdır ki Allah'ın bütün Rasûlleri -ki Kur’ân’ı Kerim buna delildir- insanlardan tevhid keli¬mesini getirmelerini mükellef kılmışlardır. Hiçbir peygamber, beyanı (açıklamayı) ne İslâm’ın bir rüknü, ne tarzı ne de şartı kılmıştır.
3- Allahu Teâlâ, son peygamberinden, Bedevî Arapların müslümanlığını kabul etmesini istemiş¬tir. Oysa ki o bedevilerin yalancı ve câhil olmaları da söz konusu idi.
4- Yine bu gerçeklerden birisi de, Allah'ın Rasûlü'nün Medine’li münâfıkların tevhid kelimesini ka¬bul etmiş olması ve onların ashâbından saymasıdır.
Durum bundan ibaret iken, kim dilini yahut elini fıtrat kalbine uzatabilir? Bilakis kim Allah'ın emirle¬riyle şarta girer ve kim Allah Rasûlünün hükümleştirdiği bir şeyde onunla iddiaya girer? "Ey iman edenler, Allah'ın Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin, Allah'tan korkun."
Gelin beraber Allah'ın kitabıyla hüküm verelim (görüş kaynağımız O olsun). Şayet bir şey (bir doğru) üzerinde olduğunuzu söylüyorsanız delillerinizi geti¬rin. Ama taşıdığınız deliller de sizin lehinize değil aleyhinizedir. Maksadı ve muradı sadece hayır dile¬mek olan kişileri de dinleyin.
Bu özelliklere sahip olan fırkanın delillendirmeye çalıştıkları başka bir mesele ise şudur: Câhilî bir toplumda iş yapmak. Bu konuda delil getirerek ge¬rekli açıklamalara giderek câhilî toplumda çalışan birisinin İslâm’dan çıktığına hüküm veriyorlar.
Onlara bu konuda şöyle cevap verebiliriz; mesele, işvereninin duru¬mundan ibaret değildir (yani mesele kimin işveren olduğu değildir). Asıl mesele, işin, çalışma¬nın ne tür bir iş olduğudur. Çalışılan iş haram ise o haramlık daima vardır. Şayet haram değilse o za¬man ne o iş, ne de o işte çalışma haram değildir. Kü¬für de böyledir. Bunların iddiaları akıl ve nakilden uzaktır.
Soru sormakla açıklamayı isteyen bu fırkanın ba¬zen de fâsit (yanlış) delillerle ve bâtıl delillerle açık¬lamasını gerekli olduğunu söylediklerini görüyoruz, örneğin Hz. Ömer'in, bir kişinin ölümü olayında Huzeyfe'yi takip etmesi şayet Huzeyfe cenaze namazına iştirak ederse onun da iştirak etmesi, iştirak etmi¬yorsa onun da etmemesi konusu. Çünkü Huzeyfe va¬hiy kâtibi olup münâfıkların adını biliyordu. Bu olay ve konuyla ilgili olarak onlara şöyle cevap veriyoruz: Şayet, açıklama (tebeyyün) dinden olmuş olsaydı bu yalnızca Huzeyfe'ye has kılınmazdı. Ve Huzeyfe'nin bunu Ömer ve Ömer'den daha düşük tabakadakilerden saklaması câiz olmazdı. Ömer'in bu fiilinde onlara herhangi bir delil yoktur. Çünkü Ömer'den daha hayırlı olan Hz. Peygamber onların cenaze namazını kı¬lıyordu ve mü’minlere "arkadaşımızın üzerine namaz kılın" diyordu.
Yukarıda anlatılanlardan şu sonuçlara varabiliriz.
1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır. Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden çıkarır.
2- Tevhîd kelimesi kulun kendine ve çevresine ikrârıdır (ya¬ni kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun Rabbine olan imanının, teslimiyeti¬nin ve Rabbiyle olan ilişkisinin bildirgesidir.
3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatı ge¬rektirir. Ama olumsuzluk üzerine yapılan şehâdet ise açıklamayı gerektirir (yani tevhîd kelimesini söy¬leyen birisinden tevhidini kabul, reddeden birisin¬den ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).
4- Şer’î hükümlerin delâlet ettiği mânâ ve ihtivâ ettiği mânâları muhâfaza etmek gerekir.
5- Zarûri olarak bilinmiş olan şeylerden korun¬mak. Örneğin; müslüman birisinin müslümanlığında dur¬mak ve kâfir birisinin de küfründe durmak gibi.
6- Zâtın beraati ve zâhirin kabul edilmesinde ke¬sinlikle belli olan usûlleri yok etmekten kaçınmak.
7- Söylenilen söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çı¬kıncaya kadar hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar yalandır.
8- Allah’ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine delillerin yok olması¬na sebep olmaktadır.
9- Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yü¬kümlülükten sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, dâvâda güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tâbi olunsun diye hakkı açıkla¬mak ve bâtıldan uzaklaşmak için de bâtılı açıklamak gerekir."
Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından bahsedilirken "İtikadî küfür, amelî küfür" gibi ayırımları duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz. Oysa bu bir ger¬çektir Yani her şirk ve her küfür, sahibini kâfir yap¬mayabilir. Şimdi İbn Kayyım El-Cezvî'den yaptığı¬mız alıntıyı dikkatle takip edelim:
Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini Tekfir Etmemelidir
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsu¬nuz: Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yapar¬ken de te’vile-yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınız¬daki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- "kâfire, kâfir" dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir ki¬şiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün. Şimdi konuyu İslâm tari¬hinden bazı olaylarla, te’vile-yoruma başvurmadan nakledelim: Müctehid imamlarımızdan İbn Teymiyye'nin de bu mevzuları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabdan Hatıb Bin Ebi Belta, Mekke fethedileceği sırada, Mekke'deki müşrik akrabalarını korumak amacıyla onlara haber gön¬dermek ister. Bu niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatıb Bin Ebi Belta'nın müslümanlar aleyhine Mekke'ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve pey¬gamber’in huzuruna getirilir. O sırada Hz. Ömer oradadır. Hz. Ömer, Hatib'e çok kızar ve onun münâfık olduğuna inandığını söyler. Hz. Peygamber ise Hatıb'ı savunur ve onu koruyarak: "Hayır, o münâfık değildir. O, Bedir ehlindendir." der. Bu olaydan anlıyoruz ki iki Müslüman, üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda farklı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh durumuna bağlı olup normaldir. İbn Teymiyye bu olaydan dersler çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı biribirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor.
Evet bu tespiti yapan İbn Teymiyye gibi sert üslûplu biri. Di¬ğer ulemâda zaten daha esnek üslûplar mevcuttur.
Tekfirde Aşırılığın Getirdiği Çelişkiler
İslâm tarihi eserlerinde, hemen her tarih eserinde mevcut olduğu ve gerçek olduğu bilinen bir du¬rum da ashâb-ı kiram arasındaki savaşlardır. Dilimi¬zin konuşmaktan, kalemlerimizin yazmaktan çekin¬diği bu olaylar "takdir-i İlâhî" ile meydana gelmiş ve tüm müslümanları üzmüş ve zor durumda bırakmış¬tır. Hz. Ali, Hz. Aişe'yle karşı karşıya gelmiştir. Hz. Ali, Muaviye'yle karşı karşıya gelmiştir. Hani, Hz. Peygamber "biribirine kılıç çeken müslüman değil¬dir" buyurmamış mıydı? Ama gel gör ki müslümanlar hem de sahâbiler biribirine kılıç çekmiştir. Fakat bu kılıç çekmeye rağmen hangi âlim, hangi fakih, hangi yazar, bu biribirine kılıç çeken ashâbı tek¬fir etmiştir? Bu tekfiri ancak Hâricîler yapmışlardır. Onlar da "hakem" meselesini çıkış noktası yapmış¬lardır. Bu meseleyi: "Efendim onlar ashabdı. Onların savaşını yorumlamayalım" diye mi geçiştireceğiz?
Yine, Hüseyin Yunus diyor ki: “Tekfirde aşırı giden kesimlerin gündeme -sürekli- getirdikleri bir başka konu da kendileri dışındaki müslümanları aynı zamanda korkaklıkla itham etmeleridir. Onlara göre "toplumu tekfir etmek bir cesaret işidir. Aileleri kâfir saymak zor iştir. Bundan dolayı, kendini tevhide nispet eden¬ler topluma ve ailelerine '"kâfir" diyemiyorlar!" Yine, onlar çok iyi biliyorlar ki bugün tâğut mahkâmelerinde yargılanan, işkence gören şehid olan tevhidi müslümanların sayısı oldukça fazladır, Tek¬firde aşırı gidenlerin -ise- seslerine sadece tekfir ola¬yında şahid olmaktayız. Şu zaman sürecinde sayıca birden kalabalıklaşmaya doğru gitmeleri de onları ayrıca şımartmış ve metodlarmm bile değişmesine yol açmıştır. Kaldı ki sayısal çoğunluk hiç önemli değildir. Nuh (a.s.) yalnızdı, Lut yalnızdı, İbrahim yalnızdı. Ayrıca tekfir düşüncesinin son yıllarda Özellikle bazı bölgelerde sürekli yayılması biraz da ulusal ve uluslararası konjoktürle de ilgilidir. Meselâ bu hareketin -tekfir- hareketinin büyük provakasyonlara âlet olması hiç de akla muhâlif değildir. Neden mi? Çünkü düşünün bir kere. Sizin bir gru¬bunuz var. Teşkilatlı bir yapınız yok ama güçlü(!) bir fikir yapınız var. Bu fikirlerle kendiniz dışındaki her müslümanı kâfir sayıyorsunuz, ömrünüz müslümanların hatalarını araştırmakla geçiyor. Rakibi¬niz, düşmanınız ya bir tevhidi müslüman ya da tev¬hidi bir başka gruptur. Şimdi sizin bu düşünce ve hareket tarzınızdan Suudî-Amerikalar yararlanma¬ya çalışmaz mı? Yararlanmıyor mu?”
Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği
Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluş¬turanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler İslâm ör¬füne göre 'münâfık'tırlar. Dilleriyle “iman ettik” derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları, söyledikleri¬ni tasdik etmez. Zâhirî görünüşlerine bakılarak on¬lara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Âhirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i sâfilîne yuvarlanırlar.
Aşağıdaki sınıflar, aldatma ve gizleme olmaksızın küfre nisbet edilmeleri gereken gruplardandır:
1. İslâm akîdesi, şeriatı ve değerlerine açıkça zıt olduğu halde komünizmin bir dünya görüşü ve hayat düzeni olduğuna, bütün dinlerin milletlerin afyonu olduğuna inanan, genel olarak tüm dinlere, özel olarak da kâmil bir inanç, ol¬gun bir hayat nizamı ve yeterli bir medeniyet olduğu için İslâm dînine daha fazla intikam ve düşmanlık hissi ile düşman¬lık yapan ve komünizm üzerine ısrar eden komünistler ve İslâm düşmanı beşerî düzenler, ideolojiler.
2. Açıkça Allah'ın şeriatını reddeden, dinin hiçbir şekilde devlete karışmaması gerektiğini haykıran, Allah'ın ve Rasûlunun hükümlerine davet edildiklerinde karşı çıkan, hatta bundan daha fazla olarak Allah'ın şeriatı ile hükmetme¬ye ve İslâm'a dönmeye davet edenlerle çok şiddetli bir savaş ile savaşan laik devlet adamları ve laik partilerin siyaset adamları apaçık kâfirdir. Kendilerinin laik ve demokrat olduğunu belirtenler, Atatürkçü zihniyetler ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyip başka yönetim tarzlarının daha üstün olduğunu kabul ederek beşerî ilke ve hükümlerle insanları yöneten tâğutlar tekfir edilmelidir.
Müslümanı Kâfirlik, Münâfıklık ve Benzeri Tâbirlerle İtham Edemeyiz
Dinin herhangi bir hükmünü reddetmeyen kimse kelime-i şehâdeti ikrar ettiği müddetçe, farzları yerine getirmese de, diğer bir kısım günahlara batmış olsa da hiç kimsenin onu, din nâmına tekfire hakkı yoktur.

Akaid âlimleri; "Bir kimse kalbiyle inanmasa bile, diliyle imanı ikrar ettikten sonra kendisine Müslüman muâmelesi yapılacağını" ittifakla söylerler.
Bu hususla ilgili olarak, Hz. Üsâme'nin hâdisesi meşhurdur. Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı. Hz. Peygamber: "Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?" diye o kadar çok tekrar ediyor ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: "Keşke o güne kadar İslâmiyet'e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım" temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ'd’ın (r.a.): "Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem" sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki etkisini ve önemini gösterir.
Bu mânâyı te'yid eden daha enteresan bir rivâyet Mikdâd İbnu'l-Esved'den gelmektedir. Der ki: "Hz. Peygamber’e (s.a.s.): “Bir kâfirle karşılaşsam, onunla mukatele etsem, vuruşma sırasında kolumun birini kılıcıyla kesip atsa, arkadan da mağlûp düşse ve benden aman dileyerek ‘Müslüman oldum’ dese, ey Allah'ın Rasûlü ben onu öldürebir miyim?” dedim. "Hayır, öldürme" dedi. Ben tekrar: "İyi ama ey Allah'ın Rasûlü, o benim bir kolumu kestikten sonra bu ikrarda bulundu" dedim. Cevâben: "Hayır öldüremezsin, eğer öldürecek olursan o, sen onu öldürmezden önceki senin durumuna geçer, sen de, onun kelime-i şehâdeti söylemeden önceki durumuna geçersin (kâfir olursun)" cevabını verdi.
Kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdeti ikrâr etmenin, Müslüman vicdanda hâsıl etmesi gereken hürmetle ilgili bir başka misâle göre, böylelerine münâfık demek de kesinlikle yasaktır. Başta Buhârî olmak üzere siyer ve hadis kitaplarında geldiğine göre, bir sohbet sırasında (Müslümanlara çokça eziyet vermiş olan) Mâlik İbnu Duhayşin'in adı geçer. Ashâb'tan biri: "O, bir münâfıktır, Allah ve Rasûlünü sevmez" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) söze karışarak: "Böyle söyleme, görmüyor musun, lâ ilâhe illâllah dedi ve bununla da Allah'ın rızâsını taleb etmektedir" buyurur. Öbürü tekrar: "Fakat biz onu daha ziyâde münâfıklara dönük ve onlarla iyi ilişkiler içinde görüyoruz" derse de Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın rızâsını kazanmak arzusuyla lâ ilâhe illâllah diyeni Cenâb-ı Hak ateşe haram kılmıştır" cevabını verir.
Rasûlullah bir gün taşradan gelen zekât malını, İslâm hesabına kalpleri kazanılması icap eden dört kişi arasında pay eder. Bu dağıtımdan hisse alamayanlardan bazıları memnuniyetsizliklerini izhâr ederler. Bunlardan bir tanesi haddi de aşarak: "Yâ Rasûlallah Allah’tan kork, âdil ol!" der. Hz. Peygamber bu ifade karşısında ziyâdesiyle gazaba geliyorsa da: "Yazık sana, yeryüzünde Allah'tan en çok korkan benden başka kim var?" demekle yetiniyor. Rasûlullah'ın üzüldüğünü gören Hâlid İbn Velîd (veya Hz. Ömer) yanaşarak: "Yâ Rasûlallah müsâade buyur, kellesini uçurayım" der. Hz. Peygamber: "Hayır, belki o namaz kılacak (ve böylece Allah onu affedecek)" buyurur. Hz. Hâlid: "Diliyle söylediği kalbindekine hiç uymayan ne kadar çok namaz kılan var" karşılığında bulunur. Hz. Peygamberimiz’in, bu söz üzerine Hz. Hâlid'e verdiği cevap, tekfircilik illetine en faydalı bir reçete olarak altın harflerle yazılmaya değer: “Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.”
Bu hadislerin ışığı altında, herhangi bir Müslümanın tenkidi yapılırken: "Onun kıldığı namaza bakma, riyâdan ibâret", "O, elâlemi aldatmak için sakal bırakmış" gibi sözlerin dînen ne büyük ölçüsüzlük ve cinâyet olduğu anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'in nassına göre, değil namaz kılıp oruç tutan, İslâm âdâbına uygun selâm veren bir kimseyi bile Müslüman kabul edip öyle muâmele etmek gerekmektedir: "Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size (Müslümanca) selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arayarak: ‘Sen mü'min değilsin’ demeyin."
Âyetin sebeb-i nüzulü, konumuz yönünden oldukça enteresan: Kaynaklarımızın -bizim için pek önemli olmayan- farklı rivâyetlerine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belli bir vazifenin ifâsı için yollanan askerî bir birlik -veya seferde olan bir Müslüman grup- Batn-ı İdam denilen meskûn mahalle varınca, bütün halk önlerinden kaçıyor, sadece bir zengin (veya çoban) mallarının başında kalarak Müslümanlara yaklaşıp "müslümanca selâm" veriyor. Fakat Muhallem İbn Gassam onu öldürerek mallarına el koyuyor. Sefer dönüşü, hâdise, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e rapor edilince, yukarıdaki âyet nâzil oluyor. Hadis ve siyer kitaplarında gelen açıklamaya göre olayın fâili kısa bir müddet sonra ölüyor. Cenâzesi toprağa verilince yerin cesedini kabul etmediği, üç sefer gömüldüğü halde her defasında dışarı atıldığı belirtilir. Durum Hz. Peygamber (s.a.s.)'e haber verilince: "Arz, aslında bundan daha şerîrlerini de kabul eder. Fakat Allah size, "lâ ilâhe illâllah" cümlesine hürmetin ehemmiyetini göstermek istedi" der.
Yukarıda zikredilen âyetin harp gibi en kritik bir anda dahi "müslümanca selâm" verene Müslüman muâmelesi yapılmasını emretmesi karşısında, Müslüman olduğunu her şeyiyle ilân eden, hatta İslâm'a hizmeti kendine şiar edinen kimseleri, cemaat ve grubu farklı olduğu için kırıcı sözlerle ithâm etmenin, daha kötüsü onu haksız yere tekfir etmenin İslâmî ölçülere ne derece uygun düştüğünü sorgulamak zorundayız.
Düşülen Önemli Hata: Zamanımızda etrafındaki Müslümanları, bazı kusurları sebebiyle, tekfire kadar varan aşırı ithamlarla karalayan kimselere sıkça rastlamaktayız. Bu kimselerin niyetlerini münâkaşa edecek değiliz. Niyetleri Allah bilir. Tamamen hüsn-i niyetle dine hizmet maksadıyla hareket ettiklerini kabul etsek bile, tefrika ve hizipleşmeleri artırdıkları, husûmeti katılaştırdıkları için, netice itibarıyla niyetlerine ters düşerek zararlı olduklarını, kaş yapmak isterken göz çıkardıklarını söyleyebiliriz.
Böylelerinin hatası, dinî bilgilerinin sığlığından ve sathîliğinden ileri gelmektedir. Muhâtaplarını itham ederken dayandıkları delil sâbit ve kat’î olmakla beraber, verdikleri hükme delâletleri zannîdir ve yaptıkları kıyas fâsiddir. Söylediğimiz bu hususu açıklama sadedinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in küfre nisbet ettiği bazı fiilleri işleyenler hakkında âlimlerin yaptığı değerlendirmeleri ve sundukları açıklamaları zikredebiliriz:
Rasûlullah (s.a.s.) bir hadislerinde: "Zânî (zinâ yapan) bir kimse, zinâ yaptığı sırada mü'min olarak zinâ yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü'min olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü'min olduğu halde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü'min olarak yağmalamaz." buyurur.
Bir diğer hadiste: "İslâm'da bir kimse asıl baba varken bir başkasının babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır." Başka bir hadiste de: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” buyurur. Bir diğer hadis de şöyledir: "Sünnetimden yüz çeviren bizden değildir" buyurur.
Örnekle çoktur. Âlimlerimizin açıklamasına göre, Rasûlullah (s.a.s.) bu çeşit ifâdelerinde mutlak mânâda imanın yokluğunu murat etmemiştir, kâmil mânada imanın yokluğunu murad etmiştir. Sözgelimi, içki içen kimse imânını kaybetmemiştir, fakat kemâl mertebedeki imandan mahrumdur. Kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen kıskanç ve bencil kişi de böyle, mutlak mânada kâfir demek değildir, belki kâmil bir iman sâhibi değildir demektir. Keza babasını inkâr edip bir başkasına baba diye iddiaya kalkan kimse de kâfir değildir.
Hülâsa bu çeşit hadisler: "Tam ve mükemmel bir imana sâhip olan kişi, zina yapmaz, içki içmez, hırsızlıkta bulunmaz, babasını inkâr etmez, başkası hakkında dâima hayırhâh olur, sünnete uyar..." demek istemekte, bu fiillerin imanı zedeleyip derecesini düşüreceğine Müslümanın dikkatini çekmektedir.
Bazı âlimler de bu ifâde şeklinden maksadın, bu günahların büyüklüğüne dikkat çekmek, bunlardan şiddet ve büyük bir tehdîd yoluyla men etmek olduğunu söylemişlerdir ki, bizim için her iki izâh da yerindedir ve doğrudur.
Yeri gelmişken Müslümanların, yukarıdaki anlattığımız sığlık ve sathîlik sebebiyle en çok hataya düştükleri bir başka grup hadislere de dikkat çekmek istiyoruz. Bunlar münâfıklığın alâmetleriyle ilgili hadislerdir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Dört şey kimde bulunursa hâlis/tam münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır."
Bu hadislere dayanarak, hadiste söz konusu edilen sıfatlardan birini herhangi bir Müslümanda görünce, onu, "diliyle mü'min, ameliyle Müslüman görünmekle berâber kalbiyle Allah'ın varlığı ve birliğine inanmayan, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini reddeden ve Allah nazarında kâfirden de beter olduğuna inanılan" gerçek mânada "münâfık"lıkla itham etmek, gerçekten din nâmına işlenen bir cinâyet, affı zor bir hatadır; içinde yüzülen katmerli bir cehâletin tezâhürüdür.
Dikkatle bakılınca görülür ki, Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde, bir kısım huyların Müslümana asla yakışmadığını, İslâm'ın şiddetle reddettiğini ifade etmektedir. Hadiste yer alan "Kimde bunlardan biri varsa onu terk edinceye kadar kendinde münâfıklığa has bir haslet vardır" meâlindeki cümle söylediğimiz husûsu te'yid eder. Nitekim Nevevî, "Kim cihad etmeksizin ve içinden cihâd etme hususunda bir arzu da geçirmeksizin ölürse nifâktan bir şube üzerine ölmüştür" hadisini açıklarken aynen şunları söyler: "Hadisten murad şudur: Kim böyle yaparsa, bu vasıfta (uydurma bahanelerle evde kalıp) cihada katılmayan münâfıklara benzemiş olur. Zira cihâdı terk, nifâkın şubelerinden biridir" der.
Öyle ise, Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hadisleriyle mezkûr sıfatlardan birini kimde görürseniz onu, münâfıklıkla itham edin, münâfıklara yapılması gereken muâmeleyi yapın, her çeşit selâm ve teması kesin, demek istemiyor. Aksine "beşerî münâsebetlerinizde bu sıfatlara yer vermeyin, kim kendisinde bu huylardan, bu hasletlerden birini görür veya hissederse çabuk ondan kurtulmaya çalışsın, nefsinde bir mü'mine yaraşmayan, ancak münâfıklara yaraşan sıfatlara yer vermesin" demek istemektedir.
Bir başka ifadeyle, bu hadislerden anlıyoruz ki, insanda bulunması muhtemel sıfatların bir kısmı güzeldir, hoştur, diğer bir kısmı çirkindir, kötüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslüman ve mü'min kişiyi iyi sıfatların kazanılmasına teşvik ederken, kötü sıfatlardan da men etmiştir. Arzu edileni ve ideal olanı mü'minde hiçbir kötü sıfatın bulunmaması, hep iyi sıfatların, güzel huyların yâni "Müslüman olan" vasıfların bulunmasıdır.
Ancak fiiliyatta durum öyle değil. Kâfir ve münâfıkta, iyi ve hoş olan "Müslüman sıfatlar" bulunduğu gibi mü'minde de iyi ve hoş olmayan "kâfir ve münâfık sıfatlar" bulunabilmektedir. Nasıl ki, Allah'ın varlığını ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini dili ile söyleyip kalbi ile de tasdîk etmeyen bir kimse ne kadar iyi huylar, güzel ahlâklar, "Müslüman sıfatlar" taşısa dahi biz ona yine de, -kendisinde bulunan bu Müslüman sıfatlara bakarak- "müslüman" diyemiyorsak, kelime-i şehâdeti ikrar eden bir Müslümana da kendisinde bulunan gayr-ı müslim bir vasfı, kâfir bir ahlâkı sebebiyle kâfir damgasını vuramayız. Ondan tekfirini gerektiren söz ve fiillerin sudûru başka meseledir.
Meselâ, en önemli İslâmî sıfatlardan biri, cömertliktir. Herhangi bir menfaat beklemeksizin başkalarının faydalanmaları için yapılacak bağışlar, sadakalar, iyilikler dinimizde çok övülmüş ve bunlara teşvik de edilmiştir. Fakat bir kâfir, yeryüzünü dolduracak kadar bağış ve sadakada da bulunsa biz ona yine Müslüman nazarıyla bakamayız. Zira Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır: "Hakikat, küfrededenler ve kendileri kâfir olarak ölenler (yok mu?) onlardan hiçbirinin (bilfarz) yeryüzünü dolduracak miktarda altını dahi -onu fedâ etse- kat'iyyen makbul olmaz. İşte onlar; pek acıklı bir azap onların (hakkı)dır. Kendilerinin hiçbir yardımcıları da yoktur."
Bu âyet, kâfirde bulunan cömertlik gibi "Müslüman bir sıfat"ın hükmünü belirtmektedir. Aynı hükmü diğer güzel sıfatlara da teşmil etmemize bir mâni yoktur. Nitekim bir başka âyette: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan (bu dîn) kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır" denmektedir.
Müslümanda bulunan gayr-i müslim sıfatların -ki hadislerde bunlar küfür ve nifaka nisbet edilmişlerdir- hükmünü anlamada Ebû Zer hazretlerinden (r.a.) gelen şu rivâyete bakalım: Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:
"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:
"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:
"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,
"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..."
Hâlbuki az yukarıda bu iki sıfatın bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından küfre nisbet edildiğini görmüştük. Demek oluyor ki tek bir hadis veya tek bir âyete bakıp hüküm yürütmek bizi hataya sürüklemektedir.
Âyet-i kerîmede günahlar konusunda: "Allah (celle celâluhu) kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder" buyurmaktadır. İslâmî ölçü budur. Allah'a ve âhirete inanan kişi bu ölçülerin dışına çıkmaz.
Yine Müslüman kişi bilir ki, tek bir hadis veya tek bir âyete bakarak hüküm yürütülmez. Bu davranış kişiyi çoğunlukla hataya sevkeder. Âyet ve hadislerin mücmel ve âm olanları vardır. İlmî seviyesi yeterli olmayan kişilerin okuduğu bir âyet veya hadisten hemen hüküm çıkartıp ahkâm kesmesi İslâmî ölçülere terstir. Tekfir hükmü, öncelikle âlimlerin hakkı ve görevidir. İlmî seviyesi sınırlı olan mü'minlere düşen, müttakî ve muvahhid âlimlerin yolunu tâkip etmektir. Bu davranış tarzı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'in yolu, İslâm ümmetinin cadde-i kübrasıdır.
Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlullah (s.a.s.); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" ; "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır" buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi câiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." Bunun içindir ki ashâb, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.
Kur'an ve Sünnete Müracaat Etmenin Gerekliliği
Yine burada Allah'ın dini ile ve insanların hayatı ile ilgili olan bu tehlikeli konuda ve buna benzer diğer birçok konu¬da Kur'an ve Sünnet'in nasslarına müracaat etmemiz ve bu nasslar ışığında hakem olarak kabul edilmesi gereken şer'î ka¬ideleri ve hakikatleri tesbit etmemiz gerekmektedir.
Bizim genel itimadımız, ancak ve ancak Allah'ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde bulunan her türlü hatadan korun¬muş olan sâbit nasslaradır. Çünkü sadece bu nasslar tartışma¬sız hüccet ve dayanaktırlar.
Ancak bazı zamanlarda kimi âlimlerin sözlerini şahid olarak göstermemiz, onların sözlerinin bizatihi hüccet oldu¬ğundan dolayı değildir. Belki biz, onların anlayışından yarar-lanarak bu nassları daha iyi kavrayabilmek için onların sözle¬rini şahid olarak gösteriyoruz. Ta ki müteşâbihat hakkında şaşırıp kalmayalım veya âyet ve hadisleri birbirleriyle çarpıştırmayalım. Yine burada şu esası da te'kid etmeliyiz: Şüphesiz bu ümmetin selefi olan sahabiler ile onlara iyilikle uyan tabi¬iler, ümmetin en çok hidâyet yolunda olanı, en sahih anlayış¬lısı, en sağlam metoda sahip olanı, İslâm'ın ruhunu en çok kavrayanı ve İslâm'a uymada en fazla haris olanıdır. Onların yanında herhangi bir konuda, bilinen bir hidâyeti gördüğü¬müzde, artık onu bırakıp da onlardan sonra gelenlerin bid'atlerine meyletmeyiz. Çünkü onlar Rasûlullah'ın (s.a.s.) şehâdetiyle nesillerin en hayırlısıdırlar.
Bazı âlim ve yazarların görüşlerinden alıntılar yapmamız, onların Kur’an ve Sünnete rağmen ölçü kabul edildiği için değil; Kur’an ve Sünnette açık bir hükmün bulunmadığı ve bu iki kaynağın daha doğru açıklanması konusunda bu zâtların görüşlerinin aktarılmasında fayda umulduğu içindir. Yoksa, her yazar ve her âlim, eleştirilebilir, görüşlerine itiraz edilebilir. Ama onların Kur’an ve Sünnetten sağlam delil getirdikleri ve onları çürüten daha ciddi deliller olmadığı müddetçe onların görüşlerini nazara almak kaçınılmaz bir tavır olmalıdır diye düşünüyoruz. Bu değerlendirme ile, aşağıda bazı âlimlerin görüşlerinden alıntılar yapacağız.
Bazı Âlimlerin Tekfirle İlgili Görüşleri
Hasan el-Hudaybî ve Tekfir
Mânâlarını Bilmediği Halde Şehâdet Keli¬mesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı
Şimdi de günümüzde şehâdet kelimesini söyledi¬ği halde; bu kelimenin Rasûlullah’ın peygamber olarak gönderildiği sıradaki anlamının değişmiş ve artık bunların gerçek mânâlarının kalmamış olduğunu gerekçe göstererek; onların müslüman olmadıkları¬na hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara şöyle diyoruz: Kelime-i şehâdet'in anlamı, hâ¬lâ insanlar arasında yaygın şekilde mevcuttur; hatta Kur'ân-ı Kerim'in inişinden öncekinden daha açık ve yaygın bir şekilde bilinmektedir. Aynı zamanda ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin mânâlarının, insanlar arasında yaygınlık kazanmış olması ile onlardan "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah" şehâdetini yapa¬cak olan bir kimsenin şehâdetinin kabul edilmesi için, bu şehâdet kelimesini bu şekilde bilmesi gerek¬tiğini ve ancak o takdirde müslüman olacağına hü¬küm verilebileceğini belirten ve bunlar arasında bağlantı kuran şer’î bir şartın varlığı söz konusu de¬ğildir. Böyle bir şartı ortaya koymak, şeriata yeni bir şey ilâve etmektir. Bunu söyleyen kişinin bu iddiası¬nın kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözleri ve davranışları şer'an uyulması gerekli olan hususlardır. İşte onun söz ve davranışları sonradan ortaya konulmuş bulunan ve fazladan olan bu ilâve, şeraite ters görüş ortaya koy¬maktadır: Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Yüce Allah'ın dini¬ne, ister Araplardan, ister sonradan Araplaşmış olanlardan, isterse başka yerlerden getirilmiş olan kölelerden dalga dalga Allah'ın dinine girmiş olanla¬rın Müslümanlığını kabul etmiş olduğu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halk¬larının da İslâm'a girişlerini kabul etmiş ve bu konuda onlardan her birisinden şehâdet kelimesini iyice an¬ladıklarını ortaya koyacak, onların belirli mânâyı anlamış olduklarını kesin olarak açığa çıkartarak herhangi bir uygulamaya girişmemiş yahut da onla¬rın kendi aralarında bu şehâdete yaygın olarak veri¬len belirli bir muayyen mânâların ne olduğu üzerin¬de durmamıştır. Hatta Hz. Peygamber'in huzurunda Araplardan olan bazı kişilerin birtakım sözlerin mânâlarını bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Az önce sunmuş olduğumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnektir. Hz. Peygamber'in İslâm'a girişle¬rini kabul etmiş olduğu bazı kimselerin, Allah'tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetlerinde, birtakım anlamları bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Nitekim "sen de bize onların silâh astıkları ağaçları olduğu gibi, silâhlarımızı asacağımız bir ağaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir. Hz. Peygamber’in bu uygulaması bizlere şunu gösteriyor: Kelime-i Şehâdet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibâdet, din, Kelime-i Şehâdet'in mefhumu ve benzeri diğer şer’î hükümleri bilmeyişi, müslümanlığına zarar vermez. Müslüman olduğuna hüküm vermeye engel teşkil etmez. Şer’î hükümler diğer müslümanlara nasıl uygulanıyorsa, ona da öy¬lece uygulanır. İşte bu -hadiste tevâtür olarak bili-nen ve bir haberin doğruluğunu ispat etmek, bilginin kesinliğini ortaya koymak açısından en sağlam tevâtür çeşitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar naklede geldiği bir delildir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendisi de Arap olsun ya da ol¬masın bütün insanlara peygamber olarak gönderildi¬ğini biliyordu. Şu hadis-i şerif de onundur: "Ben, in¬sanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edince¬ye kadar savaşmakla emrolundum..."
Evet, istisnasız olarak bütün insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasında fark gözetmeden, Arapça konuşsun veya konuşmasın ayırım sözkonusu olmaksızın bütün insanlar hakkında Allah'ın hükmü budur. Emîn Rasûlün söylediği, yaptığı ve uyguladığı da bundan ibarettir. Eğer şehâdet kelimesini söylemek açısın¬dan Arapça konuşanlarla konuşmayanların hükmü farklı olsaydı yahut da Arapça konuşanlarla konuşmayanlara farklı uygulamalar ve bağlayıcılık söz konusu olsaydı ve ancak bundan sonra kişilerin müslümanlığı hakkında hüküm vermek mümkün olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) bunu açıklamadan etmezdi. Diğer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen şarta geçerlilik kazandırmamazlık ve uygulamamazlık etmezdi. "Rabbin unutkan değildir."
Bu ayrımı, fark gözetmeyi ortaya ko¬yanlar ve bu fazladan şartı öngörenler Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisine, onun sâbit uygulaması¬na ve hiçbir hilaf söz konusu olmaksızın gelen şeri¬at hükümlerine muhâlefet etmiş ve Allah'ın şeriatı¬nın dışında ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belge¬leyecek nassın varlığı söz konusu olmaksızın dine yeni bir şey eklemiş olur.
Diğer taraftan müslümanlar hem sahâbe döne¬minde, hem de Tabiîn döneminde Şam (bugünkü Su¬riye) bölgesini, İran'ı, Irak'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı, Sudan'ı, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkanlar'ın bir kısmı¬nı, Hindistan'ı ve bazı yerleri de fethettiler. Bunların hepsi Arapça bilmeyen insanların yaşadıkları ülke¬lerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmış olduğu nakilden de anladığımıza göre, Sahâbe ve Tâbiîn bu ülkelerde yaşayan insanların müslüman ol¬maları için Kelime-i Şehâdeti (yani Allah'tan başka hiç bir ilâh bulunmadığını ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul edip dilleriyle) söylemelerini yeterli görmüşler ve bu konuda icmâ' etmişlerdir. Bu şehâdeti söyleyen kimseler bu şehâdeti söylemekle kanlarını ve mallarını korumuşlar, onlara İslâm Şe¬riatının hükümleri uygulanmıştır. Bunlar daha son¬ra İslâm Şeriatının bilmedikleri diğer hükümlerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamışlardır. Hiçbir kim¬se kalkıp da dilleriyle söylemiş oldukları "şehâdet kelimesinden sonra bir şart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleşmesi söz konusu olmadığı sü¬rece İslâm'a girişlerinin kabul edilemeyeceği" kana¬atine varmamıştır. Diğer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taşıdıkları mânâları, câhiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu şekliyle Arapça'yı bilmeyen bu toplumlar arasında, şu anda bizim aramızdakinden daha fazla yaygın olduğunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir şey değildir."
Hudaybî nasslardan hareketle oluşturduğu red¬diye sürecinde tekfirde aşırı gidenlerin birçok iddi¬alarına cevap vermektedir. Meselâ iman ettiği halde kendisine bazı hükümler ulaşmayan kişiler hakkın¬da şu görüşleri serdetmektedir:
İki kişinin bile -hatta yalnız müslümanlar ara¬sında değil, bütün din mensupları dâhil olmak üze¬re- ihtilâf etmedikleri bir konu vardır, ki o da şudur: Rasûlullah (s.a.s.), kendisinin insanlara getirmiş oldu¬ğu dinin dışında herhangi bir dine bağlı kalan her¬kesin kâfir olduğunu, kesin olarak belirtmiştir. Bu bakımdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söy¬lediğini söylüyor; vermiş olduğu hükmü veriyoruz.
Yine iki kişinin ihtilâf etmediği diğer bir konu şu¬dur: Hz. Peygamber kendisine tabi olan, getirmiş ol¬duğu şeylerin tümünü tasdîk eden ve bunların dışın¬da kalan bütün dinlerden uzaklaşan herkese iman sıfatını kesin olarak vermiş bulunuyor. Biz de bura¬da duruyor ve buna herhangi bir şey eklemiyoruz.
İman ettikten sonra Yüce Allah'ın dilediği her¬hangi bir mezhebe göre itikad eder yahut da her¬hangi bir fetvâya bağlanır ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ameli işlerse ve bu konularda Peygam¬ber’den (s.a.s.) kendisine inandığının, amel ettiğinin ya¬hut da söylediğinin hilâfına herhangi bir hüküm ulaşmamış ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulaca¬ğı hiç bir şey yoktur. Peygamber’in (s.a.s.) o konularda¬ki hükmü kendisine ulaşmadığı sürece bu böyledir.
Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir. Şayet ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhâlefet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fâsık bir mü'mindir. Eğer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaşmış olan hakka muhâlefet ediyorsa o takdirde o kâfirdir, müş¬riktir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'ın hakemliğini kabul et¬memiş ve onun verdiği hükme teslimiyetle bağlan¬mamıştır. Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkâm ile ilgilidir; ibâdetlerle, fetvâlarla ilgili konu¬ları tümüyle kapsar."
Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tâğutlara uyma ile ilgili âyetleri yüzeysel değerlendiren ve sonuçta herkesi kâfir sayan yaklaşımlarına ise şöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadır:
"Tâğut'a ittiba eden (tâbi olan, uyan) kâfirdir" de¬meye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklan¬ması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mut¬lak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat et¬mek anlamında olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartışmasız olarak kâfir olur. Ama bu tâbi oluş yalnız¬ca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zarûretine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece âsîdir, kâfir de¬ğildir. İşleyen kişiyi kâfir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatını kaldırdığı¬na dair nass vârid olan hususlar ise bundan müstes¬nâdır."
Hudaybî'nin bu sözleri aslında kitabın değişik yerlerinde devamlı vurgulanan diğer birçok âlimin görüşlerinin benzerinden başka birşey değildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleştirilerinden birisi de Kur’an âyetleriyle muhâtap oluşlarındaki yanlış yöntemdir. Bu konuyu da şöyle izah ediyor: "Yüce Allah dilemiş olsaydı, bütün ahkâmı yal¬nızca Kur’ân-ı Kerim'de yahut da sadece hadîs-i şeriflerde toplayabilirdi. Yine Yüce Allah dilemiş olsay¬dı her bir mesele ile ilgili hükmü bizâtihî bir tek âyet¬te nassa bağlar, yahut da bir tek hadiste hükme bağ-lardı. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kişi arasında bile farklı görüş ortaya çıkmazdı. Elbette ki Yüce Allah, hiç bir şeyden acze düş¬mez. Fakat O'nun irâdesi bundan başkasını murad etmiştir: "O, yaptığından sorulmaz. Fakat onlar soru¬lurlar."
Örnek olarak şunu verelim: Kur’ân-ı Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talâk (boşanma) ile ilgili birtakım hükümler ihtivâ etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasında yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talâk ile ilgili başka âyetler buluyo¬ruz. Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim'in son tarafların¬da yer alan Talâk Sûresi'nde de talâk ile ilgili pek çok hükmün bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrı olarak sahîh ve Rasûlullah’a (s.a.s.) kadar senedi ulaşan ve aynı konu ile ilgili hadisler de buluyoruz. O halde bizim yapmamız gereken şudur: Yüce Allah'ın bizden ne istediğini bilmemiz, onun istediği hükmün ne olduğunu anlayıp ona itikad edip uygulamamız için bütün bunları bir araya getirmemiz, toplamamız gerekir. Şayet bizler birtakım âyetleri bırakıp başka¬larıyla amel edecek olursak yahut birtakım hadisle¬ri bırakıp sadece diğer birtakım hadislerle amel edersek ya da hadisi bırakıp âyetlerle yahut âyetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, -terkettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asî olmuş, günah kazanmış oluruz. Üstelik Yüce Allah'ın hükmünü kasdî olarak değiştir-meye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, Yüce Allah'a yalan iftirada bulunmaya da kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmı¬nı nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.
Rasûlullah (s.a.s.) bizlere, âyetlerle hadîsleri bir ara¬da değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin has, hangisinin âmm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vâcip olan şer'î hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunuyor.
Meselâ, sahih olarak sâbit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) namaz kılmakta olan bir kişiye ses¬lenmiş, o da: "Namazla meşgul olurken başka birşeyle uğraşmamak gerekir" şeklindeki umûmî (âmm) emirle ve namazda herhangi bir şekilde konuşmak ve başka zamanlarda câiz olan işleri yapmak sahih/doğru değildir, hükmüyle amel ederek ona cevap yermedi. Namaz kılan namazını bitirince Hz. Peygamber, ses¬lendiği zaman kendisine cevap vermekten neyin alı¬koyduğunu sormuş, onun namaz ile meşgul ol¬duğunu bildirmesi üzerine, Hz. Peygamber ona Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatıp görüşüne karşı çık¬mıştı; "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına koşun."
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi ameli ve sahâbîlerin bu konudaki uygulamaları ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Hz. Osman'ın altı ay hamilelik döneminden sonra doğum yapan kadının recm edilmesine dair olan emrini, buna karşılık Hz. Ali’nin (r.a.) ona Yüce Allah'ın; "Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." buyruğu ile birlikte; "Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak iste¬yen kimse için- tam iki yıl emzirirler." ile birlikte ha¬tırlattı ve bu iki âyetin beraber ele alındığı takdirde, onlardan çıkartılacak şer'î hüküm olan hamilelik sü¬resinin bazen altı ay olabileceğine dikkatini çekti. Bu sefer Hz. Osman kadının recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu şekilde âyet ve hadisler arasında karşı¬laştırma yapıp birlikte mütâlaa etmek, sonradan uy¬durulmuş bir bid'at değildir.
Kur’ân-ı Kerîm ile direkt olarak ilişki kurmanın zorunluluğuna dair söylenen söze gelince; Allah'ın yardımını isteyerek konu ile ilgili şu açıklamayı ya¬pıyoruz:
Yüce Allah kendisinden başka ve Rasûlü'nden başka herhangi bir kimseye tâbi olunmasını emret¬miş değildir. Bu bakımdan müslümana farz olan şer'î hükmün ne olduğunu bilmek üzere imkânı nisbetinde Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahîh ve sâbit olan hadislerinde yer alan delillere tâbi' olmaya çalışmasıdır. Şayet bundan âciz olduğunda, bu hükümleri başkasından alacak olursa, böyle bir kimse¬nin yapması gereken şudur: O onlardan başka her¬hangi bir kimsenin emrini değil de Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünü uygulamakta olduğuna kesin olarak itikad etmelidir.
Kur’ân-ı Kerim ile alâka kurmak ve O'nun âyet¬lerinden Allah'ın uyulması gereken hükmünün hangisi olduğuna dair deliller çıkartmak üzere bu âyetlerden hüküm çıkarmak için ictihad etmeye ça¬lışırken bunu yalnızca Kur'an'ın çerçevesinde bı¬rakmak hakkı hiç kimsede yoktur.
"Fetvâ verenler mutlaka şu üç kısımdan birisidir:
1- Gerekli incelemeyi ve yapması gereken bütün araştırmaları sonuna kadar yaptıktan sonra, kendi¬sine ulaşmış olan naslara uygun olarak fetvâ veren âlim kişi. Bu kimse, ister hata etsin, ister isâbet etsin ecir kazanır. Böyle bir kimsenin bilmiş olduğu şeye göre fetvâ vermesi de vâciptir.
2- Vâcip olmadığı halde fetvâ vermekte olduğunu bilerek, uygun gördüğü şekilde fetvâ veren fâsık kişi.
3- Zayıf akıllı bir kişi olup, kesin ilme sahip olma¬dan fetvâsını veren, bununla birlikte isâbet ettiğini de zanneden, fakat gerektiği gibi araştırmasını yap¬mayan, câhil olduğunu bilen ve yapmaması gereken bu işi yapmaktan uzak kalan kişi."
Bir şey bilmekle birlikte pek çok şey bilmeyen fakîh çoktur. Dininin her¬hangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkın¬da fetvâ vermesi câizdir. Onun bilmemiş olduğu diğer meseleler, bilmiş olduğu konuda fetvâ vermesine engel değildir. Nitekim onun herhangi bir şeyi bilmiş olması bilmediği şeyler hakkında fetvâ vermesini de mubah kılmaz.
Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, deliller¬den hüküm çıkartıp fetvâ vermeye, yani varmış ol¬duğu kanaate göre âlemlerin Rabbi'nin buyruğu hakkında söz söylemeye ehil kılan bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir kişi, kalkıp da kendisini parlak ve coşkun zekânın, kendilerinin Allah'ın di¬ninde sabır ve sebat ettiklerine dair şehâdet edilen, takva ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, Yüce Al¬lah'ın dinini iktidar yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanın zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüşlerinden oluşan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayır¬dan mahrum kılmış, çıkış noktası olarak da kendisi¬ne çok yanlış bir yol seçmiş olur.”
Tekfir cemaatinin görüşlerine reddiye hazırlayıp cevap veren yalnızca Hudaybî değildir. Kitabımızın daha önceki bölümlerinde Seyyid Kutub'un, Mevdûdî'nin, Yusuf el-Karadavi’nin, Muhammed Kutub'un ve geçmiş ulemânın "tekfîrci görüşü" reddeden fikir¬lerini anlatmış ve alıntılar yapmıştık. Tekfirci görü¬şe reddiye olarak yazılan ve geniş yankılar uyandı-ran bir başka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alınış amacıyla Hudaybî'nin eserine benze¬mekle beraber daha güncel olmasıyla ondan ayrıl¬maktadır. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayı" kitabından bahsediyoruz. Adı geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslında bilerek-bilmeyerek geçmişte yaşamış bazı fırkaların görüşlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüşün iddialarını da bir bir ce¬vaplamaktadır. Çağımızda yaşayan bir âlim olması iyi ve kolay anlaşılan bir üslup kullanmasına sebep olmuştur. Şimdi bu eserden bazı görüşleri özetleyelim:
Abdurrezzak Samarraî ve Tekfir
Te’vil Ve Tekfir
Te’vil-Yorum Yaparak Tekfir Etmek: İslâm âlimlerinin Kitap ve Sünnetten aldıkları deliller ışığında bâriz olarak belirtilen konulardan birisi de "insanı küfre düşüren haller" konusudur. İslâm yayılıp-geliştikçe, medeniyetler peşisıra değiştikçe, in¬sanlık tarihi çok değişik fikirlerle karşılaşıyordu. Meselâ insanlık tarihinde devamlı değişiklik arzeden durumlardan birisi yönetim meselesiydi. Öncele¬ri monarşi, oligarşi, şimdi demokrasi, laiklik, cum¬huriyet ve bunların diğer benzer çeşitleri. İşte tüm bu değişken fikirler ve yönetim biçimleriyle müslümanların muhâtap olması aynı olmadı. Zaman za¬man İslâm'dan bazı özellikleri bu düşünceler içinde var zannedip bu düşüncelere kapılanlar oldu. Bazı¬ları da bu düşünceler ve bu yönetim biçimleriyle İslâm arasında kesinlikle uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bunların ötesinde bir de avam tabakası vardı. Ava¬mın çoğu demokrasinin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilmek için belki ömrünü tüketmesi gereki¬yordu. Cumhuriyet ile İslâmî yönetim arasındaki irtibatları incelemek için de kendisinde yeterli tahkik kudreti azdı. Aslında İslâm'ın ne olduğu belli küfür ve şirk yönetimlerinin ne olduğu bellidir. Fakat ka¬bul edilmeli ki özellikle çağımızda küfre ve şirke gö¬türen yollar biraz karmaşık durumda. Yani bir kişi, hâkimiyeti Allah'tan başkasına tanıdığında bu kişi¬nin küfründe şüphe etmemek gerekiyor. Fakat bir kişi kesinlikle İslâm'ı yaşıyor ve hâkimiyetin Al¬lah'ta olmasını istiyor ve bununla beraber örneğin demokrasi, cumhuriyet veya laiklik gibi beşerî ide¬olojilere bilmeden ya da te’vil yoluyla bir bağlantı kurma içinde olursa bu kişinin tekfir edilmesi te’vil yoluyla olabilir.
Tekfirci gençlerin tekfir konusunda yaymaya çalıştığı çağdaş sorunlar ve konular üzerinde ittifak sağlanamamıştır. Bunun için Şevkâni'ye ait bir görüşü ele alalım. O şöyle diyor: "Üçüncü kısım; te’vil ile kâfir ve fâsık olarak itham etme hakkındadır. Çünkü bu, ancak zan ifade eder. Tev’il ile tekfir etme hakkında dört görüş vardır:
a- Te’vil ile küfür olmaz.
b- Te’vil sebebiyle kâfir olur... Fakat ona dünyada kâfirlere uygulanan hükümler uygulanmaz.
c- Onların işi, ahkâm konusunda imama (devlet reisine) kalmıştır, tasrih ile küfür gibidir. Te’vil ile tekfir edilenlerin kimler olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda dört görüş vardır:
1- Ehl-i kıble olanlar,
2- Bir görüşe sahip olanlardır ki, dinî bir delâlet sebebiyle bâtıl olduğunu bildiği bir şüphe ile o görüş¬te hatalıdırlar. Hâlbuki hakikat bunun hilâfınadır.
3- Bir şüphe sebebiyle yanlış kanaate sahib olan¬lar, Hâlbuki zâhir bunun hilafindadır.
4- Rasûlullah’dan (s.a.s.) kâfir olduğu hakkında ri¬vâyet bulunanlar.
Bil ki küfrün aslı, Allah Teâlâ'nın kitaplarından bilinen bir şeyi veya peygamberlerinden birini ya da onların getirdiklerinden bir hususu yalanlamaktır. Bu yalanlanan konu, zarûrât-ı diniyye olarak bili¬nen bir şey ise, bunun küfür olduğunda ihtilâf yok¬tur. Bu yalanlama kimden zuhur ederse, o kâfir olur. Ancak bu kişi zorlanmamış ve akıl sağlığı bozulma¬mış, bağımsız ve mükellef olduğu takdirde böyledir. Herkes tarafından zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeyleri inkâr eden ve te'vili mümkün olmayan konuda te’vil adı altında gizlenen kişinin küfründe de ay¬nı şekilde ihtilâf yoktur. Ateistlerin esmâ-i hüsnâda, Kur'an ahkâmının tümünde, cennet, cehennem, kı¬yâmet ve dirilme gibi âhiretle ilgili hususlarda te’vil yaptıkları gibi... İslâm'ın beş rüknünü yerine getiren kişinin, zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeylere muhâlefet edip, te’vil yaptığını ve ahvâlinden onun tek¬zibi kasdetmediğini veya onun hakkında yanıldığı¬mızı öğrendiğimiz vakit; itikadî konuda fâhiş hatasıy¬la ve aklî-naklî apaçık delillere muhâlefetiyle bera¬ber ilâhi kitaplara ve bütün peygamberlere inandığını ve dindar olduğunu izhar edince tekfiri konusunda problem çıkmıştır. Fakat bu kişi zındıklar mertebesi¬ne henüz ulaşmamıştır.
Şevkani’nin müslüman halk tabakalarını tekfir eden kişiler hakkındaki görüşünü de aktaralım. O şöyle di¬yor: "Kelâmcıların şartlarına göre kesin delil ile Al¬lah'ı bilmedikleri için müslüman halk tabakalarını kâfir sayma konusuna gelince; bu durum onları tek¬fir edenin küfrünü artırır. Çünkü halkın müslüman olduğuna hükmetmek, zarûrât-ı diniyye olarak bilinir. Onları tekfir etmek ise zarûrât-ı diniyyeyi inkâr etmek olur. Kur’ân-ı Kerim onların müslümanlığının sıhhatine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak buyuruyor: "Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslâm olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..."

Ümmetin cumhurunun, yöneticiye sükût ettiğini ileri sürerek veya zannî bir delil ve uzak bir te’vil sebebiyle kişiyi tekfir etmediği için ümmeti tekfir etmek doğru olmadığı gibi, kabul edilir bir şey de değildir. Bu görüşü benimseyenler şer’î ve güvenilir bir dayanak bulamazlar. Hatta meşhur haberler tamamen bunun aksinedir..."
Mevdûdi ve Tekfir
Mevdudî, bakı¬nız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde neler söyle¬mektedir:
"Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağı¬daki gibi dört bölüme ayrıldığını yazmıştım:
a- Mü’min bilgayr ve müslim lilgayr: Al¬lah'tan başkasına inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani Allah'tan başkasına gerçek mânâda itaat edilmesi gerektiğini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul eden kimse de¬mektir. Bu eksiksiz, tam bir kâfirdir.
b- Mü’min bilgayr ve müslim lillâh: Allah'tan başkasına inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Al¬lah'tan başkasına inandığı halde, Allah'ın kanunları¬na itaati kabul eden kişidir ki, bunlar İslâm devleti idaresi altında yaşayan zümreler ve münâfıklardır.
c- Mü’min billâh ve müslim lilgayr: Allah'a iman eden fakat Allah'tan başkasına teslim olan. Yani Allah'a inandığı halde başkasına kulluk ve itaat gös¬teren kimsedir. Kâfir bir düzen altında onların emrine uyarak yaşayan müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi, bundan hoşlanmaması lâ¬zımdır. Bilakis, ya böyle bir düzeni değiştirmeli (değiştirmeye çalışmalı) ya oradan hicret etmelidir.
d- Mü’min billâh ve müslim lillâh: Allah'a iman eden ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'a iman ettiği gibi O’nun emir ve kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanların asıl içinde bu¬lunmaları gereken haldir.
Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip be¬nimsemeye çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslâm dışı bir düzende uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke dönemindeki halleri ve müş¬riklere esir düşen birçok sahâbinin uğradığı eziyet¬ler yahut Peygamberlerin çoğunun kâfirler arasın¬da doğup büyümekten dolayı çektikleri gibi eziyetle¬re ve sıkıntılara da düşmezler. Bu şekildeki elde ol¬mayan durumlar Allah'tan başkasına teslim olma maddesine girmez. Çünkü her şeyden önce bu onla¬rın kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulama¬dıkları bir durumdur. Ayrıca bir dâvâ adamı kimliğiyle gücü ölçü¬sünde Allah'a teslim olmaya, O’ndan başkasına ita¬ate karşı çıkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "Allah'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c) grubunda olanların du¬rumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. Allah'a iman edip de Allah'tan başkasına teslim olan asla müşrik ve kâfir olamaz.
Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya im¬kân ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkârdır. Bütün haya¬tı günahtan ibaret kalacak kadar günahkâr."
Mevdudî, tekfir konusunda en çok başvurulan âlimlerden birisidir. Tabii burada Mevdudî'nin kim¬seyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gel¬mediğini söylemiyoruz. Mevdudî, böyle bir taviz, ılımlılık ve cehâlet içinde değildir, ama o bütün in¬sanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir başka eserin¬de bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor:
"Kur'ân-ı Kerim'i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akî¬de ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müş¬rik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve dav¬ranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak ka¬bul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Buna delil olarak şu âyetleri gösterebiliriz. Kur’ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor:
"Yahudiler, 'Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur’ dediler."
"Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuşlardır."
Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanıl¬mayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kulla¬nılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan iliş¬kilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi: "Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin." âyetine göre onların da kadınla¬rıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teâlâ Kitap Ehli'nin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tut¬muş ve müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onla¬ra şöyle bir çağrıda bulunulmuştur:
"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve âdil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir."
"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da bir¬dir..."
Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şir¬ki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullan¬mıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle iti¬raz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler."
Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "ha¬yır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler."
Allah Teâlâ bu gibi kimseler için "müşrik" keli¬mesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin on¬larla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap'tan farklı tutmuş¬tur.
Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muâmeleye tâbi tutul¬masını katiyetle câiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkâr etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nispet edilmesini en kötü kü¬für olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muâmeleye tâbi tutulmasını kesinlikle câiz görmüyorum. Söz konusu kim¬seler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izâle etme yolunda çaba sarfetmemiz lâzımdır.
Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışla¬rının tevhid inancının hilâfına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu de¬lilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana kar¬şı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kim¬selere; "bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bun¬dan kaçınmak lâzımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor mu¬sunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardı ki?"
Seyyid Kutub ve Tekfir
Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir âlim olan kardeşi Muhammed Kutub, Seyyid Kutub’un tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekât bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekât'ın görüşlerine bakalım:
Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı
Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazar¬ların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat faz¬la olduğu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söyledi¬ğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü de¬lillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürme¬miş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.
1- Tekfîr edilen kim?
Merhum şöyle demektedir: "Fakat bugün gerçek İslâmî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Dâru'1-İslâm olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen birtakım kimselerin varlığında müşahhas olarak or¬taya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Dâru'l-İslâm olan topraklar üzerinde yaşa¬yan bu kimseler, gerçekte İslâm'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuş¬tur. Gerçekte bunlar, İslâm'ın temel esaslarını, itikadda ve vâkıada kabul etmeyip tanımamakta, bu¬nunla birlikte itikaden İslâm'a bağlı olduklarını san¬makta bulunuyor."
"Bugün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vak¬tiyle İslâm Yurdu olan birtakım vatanlar vardır. Fa¬kat bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığına şâhitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."
2- 0nun kullandığı ifade ile tevhid şehâdetini ge¬tirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir? Şöyle demektedir: "İslâm, Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmek ise, bu kâinatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan bi¬ricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibâdet şe¬killerini ve bütün faâliyetlerini ibâdet olarak kendisi¬ne sunacakları biricik varlığın, kulların şer’î hükümleri kendisinden alacakları, kendisine boyun eğecek¬leri yegâne varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğu¬na itikad etmekte müşahhas ifadesini bulur. Her¬hangi bir kimse Allah'tan başka ilâh olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehâdet etmeyecek olur¬sa, gerçekte o şehâdet getirmemiş ve henüz İslâm'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa ol¬sun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığı şehâdeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Al¬lah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değil¬dir."
Müslümanların tanıyageldikleri kâfirlerin çeşit¬lerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir. Öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı her bir kimse aynı şekilde kâfir¬dir. Böyle bir tanımı sınırlandıran, belirleyen aşağı¬daki dikkat çekici hususlardır:
a- Yüce Allah'ın vahdâniyet, yaratıcılık, kâinatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyûmiyet) gibi sı¬fatlarına iman etmek gerekir.
b- Namaz ve zikir gibi ibâdet çeşitlerinin Al¬lah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslü¬man kimse, bu gibi ibâdet çeşitlerini Allah'tan baş¬kasına sunamaz. Helâl ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğemez.
c- Helâl ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helâl kıldığını helâl ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifa¬de edilen helâl haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.
İşte bu üç husus "Lâ ilâhe illâllah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.
Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o, çoğu kimsenin kâfir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kâfir olduklarına dikkat çeki¬yor, o kadar. Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alı¬nacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad et¬mektir. Peki, teşrîi ibâdet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller ne¬lerdir?
Seyyid Ku¬tub'un fikirlerine göre, toplumda her ferdi tekfir et¬mek yanlış bir metottur. Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlış anlaşı¬lan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alıntı yapalım:
"... Biz insanları tekfir etmiyoruz. Biz diyoruz ki, insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçek¬ten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslâmî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, câhiliyye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir. Bu yüzden hareketin başlangıç noktası, İslâm nizamının kurulması tezi değil; İslâm inanç ve ahlâkının yeniden filizlenmesi olmalıdır. Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten zi¬yade, İslâmî Hareketin metoduyla ilgilidir."
Bu alıntı Seyyid Kutub'un son konuşmalarını içe¬ren eserinden yapılmıştır. Merhum şehidimiz İhvân-ı Müslimîn’den ayrıldığı dönemlerde ve yeni bir metod izlemeye çalıştığı süreçte yukardaki görüşleri açıkla¬mıştır.
Birçok insanın Kur'an'ın hak sözlerini bâtıla âlet ettiklerini tarihten öğreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleşmektedir. Hatta bu "hak ile bâtılı birbirine karıştırma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sınır¬lı kalmayıp âlimlerin görüşleri üzerinde de yapılmış¬tır. Bazı âlim ve yazarlarımızın hoşa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alınmakta, ama aynı âlimlerin diğer görüşleri değerlendirme dışı bırakıl¬maktadır. Evet, nasıl ki Kur'an âyetlerinden bir kıs¬mını alıp diğerlerini gözardı ediyorlarsa aynı şeyi âlimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazı görüşleri tekfire mesned yapılan Mevdudî bakınız içinde yaşadığı toplumunun in¬sanlarıyla nasıl konuşuyor:
"Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kâfir dam¬gasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu de¬ğil…"
İbn Teymiye ve Tekfir
Tekfir konusunda adından özellikle sözedilen muvahhid âlimlerden birisi de İbn Teymiyye'dir. Ünlü eseri Mecmûu’l Fetevâ’da şunları ifade eder:
"Bütün bunlarla birlikte -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmek¬ten, fâsık ve isyankâr saymaktan (kâfir, fâsık ve âsî damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmu¬şumdur. Ancak karşı çıkanın ya kâfir, ya fâsık veya âsî olacağı peygamberî bir delilin aleyhine sâbit ol¬duğu bilinirse o başka. Ben, Allah'ın bu ümmetin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af, hem haberî, kavlî mes'elelerde, hem de amelî mes'elelerde sözkonusudur.
Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mü'min olduğun¬da ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdir ki, bu savaşlar onların adâletine (iman ve güvenilirliklerine) engel değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, müteevvildir. Te'vil ise fıska mânidir (İctihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz).
Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakle¬dildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin “kim şöy¬le şöyle derse kâfir olur” şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gere¬kir. Bu mes'ele, yani "vaîd" (yani azapla tehdit) mes'elesi, ümmetin ihtilâf ettiği büyük mes'elelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaîd (tehdit) konusundaki âyetleri geneldir. Meselâ buyrulur ki: "Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir." "Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır" şeklindeki âyetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.
Bu âyetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şek¬lindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gi¬bi şeylerle hakkındaki vaîd'in hükmü kalkar.
Tekfir de, vaîd kabilindendir. Çünkü her ne ka¬dar bir sözü Rasûlullah’ın (s.a.s.) söylediğini yalanla¬ma anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman ol¬muş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkâr etmesi tekfirlerini gerektirmez. Kişi bu nassları işitmemiş veya işitip de kendisince sâbit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu te'vil durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir.
İbn Teymiyye aynı eserinde "müslümanın tekfir edilmesi câiz midir?" sorusuna cevap olarak da şun¬ları söylüyor: "Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek câiz değildir. Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilâf ettikleri mes'elelerde durum böyledir.
Vaktiyle, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kendi¬leriyle savaşılmasını emrettiği, haktan uzak¬laşmış bulunan Hâricîler ile râşid halifelerden birisi olan mü'minlerin emiri Hz. Ali bin Ebî Tâlib muhâre¬be etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği husu¬sunda, gerek ashâb ve tabiûn'un ileri gelenleri, ge¬rekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmiş¬lerdir. Ama bu Hâricîleri ne Ali bin Ebî Tâlib, ne Sa'd bin Ebî Vakkas, ne de bir başka sahabî tekfir etmiş, bilakis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onla¬rı müslüman saymışlardır. Ayrıca Hz. Ali onlarla an¬cak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Onları kâfir saydığı için değil, zulümle¬rini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpış¬mıştır. Bu sebeple de o, Hâricîlerin esir edilen kadın¬larına câriye, ele geçirilen mallarına da ganimet muâamelesi yapmamıştı.
Sapık oldukları nass ve icmâ ile sâbit bulunan bu kimseler, Allah ve Rasûlü kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi ha¬taya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isâbet edememiş muhtelif gruplar nasıl kâfir sayılabilir¬ler?! Bu gruplardan herhangi birisinin bir diğer gru¬bu kâfir ilan etmesi, kanını ve malını helâl sayması kesinlikle câiz değildir. Kâfir sayılan bu grup arasın¬da kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır. Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçi ise bu takdirde ne demeli?! Hatta bazen bu damgacıların bid'ati daha da beter olabil¬mektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilâf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemek¬tedirler.
Bir müslüman, bir diğerini tekfir etme ve¬ya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz. Nite¬kim Ömer bin el-Hattab, ashabdan Hatıb b. Ebî Belta için: "Yâ Rasûlallah! Müsaade et de şu münafığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı: "Hatıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehli¬nin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: ‘Di-lediğinizi yapın. Ben sizi bağışladım’ buyurmuştur." Bu hadis Buhârî ve Müslim'de mevcuttur. Buhârî ve Müslim'de İfk hâdisesiyle ilgili olarak şu rivâyet de yer alır: Üseyd b. El-Hudayr, Sa'd b. Ubâde'ye: "Sen bir münâfıksın!" diyenler bulunuyordu ve Hz. Pey¬gamber bunlardan hiçbirini kâfir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehâdet ediyordu.
Aynı şekilde Buhârî ve Müslim’de Üsâme b. Zeyd'den ri¬vâyet olunduğuna göre, Usâme (harb sırasında) bir adamı "La ilâhe illallah" dedikten sonra (onun ölüm¬den kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldür¬müştü. Buna çok kızan Hz. Peygamber, Usâme'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffaret tatbikini gerekli görmüştür. Çünkü Usâme bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söyle¬diğini zannettiği için öldürmesinin câiz olduğunu sanmıştı.
Cemel, Sıffîn ve benzeri hâdiselerde bulunmuş selef-i sâlihîn birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mü'mindi, müslümandı. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: "Eğer mü’minlerden iki grup savaşırlarsa onların arasını düzeltin. Şayet bi¬ri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) âdil olun. Allah adâlet(le hareket) edenleri sever." Böylece Cenâb-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mü'min ve kardeş olduklarını beyan etmiş ve aralarının adâletle düzeltilmesini emretmiştir."
Merhum İbn Teymiyye'nin aşağıdaki sözlerini de okuyacak olanlar belki daha da şaşıracaklardır:
“Nasıl olur da Muhammed (s.a.s.) Efendimizin ümmeti için, Allah'tan hiçbir delil olmaksızın, sırf zan ve hevâya göre bir şahıs ve bir grubu dost bilip, diğer bir gruba düşmanlık besleyecek kadar tefrika ve ayrılığa düşmesi câiz olabilir? Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem'ini böylesi kimselerden berî kılmıştır. Böyle bir şey, kendilerine muhâlefet edenlerin kanını helâl sayan ve müslümanların cemaatinden ayrılıp çıkan Hâricîler gibi, bid'at sahiplerinin yaptığı bir şeydir.
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat ise, Allah'ın ipine sarıl¬mıştır. Grubçuluğun asgarî sınırı, kişinin hevasına uyan birini, ondan daha muttakî olsa bile bir başka¬sından daha üstün görmesidir.
Şu halde bize gerekli olan, Allah ve Rasûlünün takdim edip öne geçirdiklerini öne geçirmek onların geri bıraktıklarını geri bırakmak, Allah’ın ve Rasûlü’nün sevdiklerini sevmek, onların buğzettiklerine buğzetmek, Allah'ın Rasûlünün nehyettiklerini yasaklamak, onların rıza gösterdiklerine râzı olmaktır. Müslümanların tek bir el halini almalarıdır. Şimdi durum bazı kimselerde, haklı ve isâbetli olup Kitap ve Sunnet'e muvâfık da olduğu halde başkalarını sapık görüp kâfir saymaya kadar varınca acaba hâlimiz nasıl olur?! Kaldı ki bu kişilerin bir müslüman kardeşi, dinî mes'elelerden herhangi birisinde hata et¬miş bile olsa, her hata eden kişi kâfir ya da fâsık ola¬cak değil ya!.. Hak Teâlâ bu ümmet için hatayı ve unutmayı affetmiştir. Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Mübîn'inde, Hz. Peygamberin ve mü'minlerin duâsını naklederken buyurmaktadır: "Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!" Sahih bir hadis¬te, bu duâya mukabil Cenâb-ı Hakk'ın: "Kabul et¬tim!" buyurduğu ifade olunmuştur.
Özellikle şunu belirteyim: Bazen size uygun olan bir kişi İslâm'dan daha özel bir çerçevede bulunur. Meselâ sizinle aynı mezhebe bile bağlıdır. Ama buna rağmen bir mes'elede size muhâlefet eder ve olur ki o isâbetli ve haklıdır. Şimdi, Cenâb-ı Hak, müslümanların ve mü'minlerin hak ve hukuklarını da belirtmişken nasıl olur da bu kişinin ırzı, malı ve kanı helâl sayılabilir?! Ve nasıl olur da, ne Allah'ın kitabında, ne Rasûlü'nün Sünnet'inde aslı esası olmayan uydurma, bid'at bazı isimler sebebiyle bu ümmetin parça par¬ça edilmesi câiz olabilir?!
Bu ümmet arasında cereyan eden âlimlerini ve ileri gelen zevâtını parça ve gruplara ayırma; evet, işte bu husus, düşmanların bu ümmete musallat olmasını gerektiren husustur. Ve bu durum onların başına, Allah ve Rasûlüne itaatla amel etmeyi terketmeleri yüzünden gelmiştir. Nite¬kim Hak Teâlâ şöyle buyurur: '"Biz Hristiyanız" di¬yenlerden de söz almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden kıyâmet günü¬ne kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık."
İşte böylece insanlar ne zaman Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine emrettiklerinin bir kısmını terketmişlerse, aralarında düşmanlık ve kin zuhur etmiş, halk parçalara ayrıldığı zaman fesâda düşmüş ve helâke uğramışlardır. Ama birleşip beraber oldukları za¬man, durumlar düzelmiş ve hâkimiyet sağlamışlar¬dır. Çünkü cemaat rahmettir; ayrılık ise azaptır.
Bütün bu hususların düğüm noktası, emr-i bil-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker (iyiliği emredip, kötü¬lükten sakındırmadadır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Ey inananlar, Allah'tan size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Al¬lah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nimetiyle kardeş¬ler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarın¬da bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Al¬lah size âyetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men'eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir." Birlik ve beraberbliği emretmek, emr-i bi'1-ma'rûf cümlesindedir; ayrılık ve tefrikadan sakındırmak ve Allah'ın Şeriatından çıkanlara hadleri tatbik etmek de nehy-i anil-münker'dendir."
Ayrıca, İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünne adlı eserinde: “Mü’minin tekfiri küfürdür” der.
Seyfuddin el-Muvahhid ve Tekfir
Daha önce birçok insanın hakkı bâtıl ile karıştır¬dığını söylemiştik. Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşle¬rini yaymak için okunmasını şiddetle tavsiye ettikleri bir eser olan Ş. Seyfuddin el-Muvahhid'in "İman" adlı eserine bakalım:
"Fakat herkes tarafından açık bir şekilde bilin¬meyen bir küfrü olan kişileri, o küfrünü bilmediğin¬den dolayı tekfir etmeyen küfre rızâ göstermiş ol¬maz. Meselâ: Kişi demokrasiye inanıyordur. Demokra¬siye inanmak ise küfürdür. Çünkü demokraside hâ¬kimiyet halka verilmiştir. İslâm'da ise hâkimiyet yalnızca Allah'a aittir. Kişi demokrasinin bu mânâya geldiğini bilmeyebilir. Bu kişiye önce bu durum izah edilir. Eğer düşüncesinde ısrar ederse tekfir edilir.
Tekfir edilecek kişinin küfründe bütün âlimlerin icmâ etmiş olmaları gerekir. Bazı âlimler tekfir et¬mesine rağmen bazıları etmemişse bu kişiyi tekfir etmeyen kişi tekfir edilmez. Meselâ: Hâricîleri ve namazı inkâr etmeden terkeden kişileri tekfir etmeyenleri tekfir etmemek gibi. Allah Teâlâ imanı ve küfrü Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmiş ve Rasûlullah da (s.a.s.) sa¬hih hadis-i şeriflerinde bunları bize açıklamıştır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnete açık küfür olan bir şeyi yapan kişi kâfir olarak isimlendirilir. Kâfir olan bu kişiyi tekfir etmeyen de Allah'ın hük¬müne karşı gelip başka bir hüküm verdiğinden dola¬yı kâfir olmuş olur.
Belli Bir Şahsın Tekfir Edilmesi: Bazı sözler ve ameller vardır ki bunların yapıl¬ması küfürdür. Fakat şahıslara indirgendiğinde du¬rum değişir. Bazı ameller küfür olduğu halde, bunla¬rı yapan kişiler duruma göre kâfir olabilir veya ol¬mayabilir. Fakat bazı ameller de vardır ki, bunları yapan kişi, durumu ne olursa olsun kâfirdir. Örneğin, bir adamın Kur'an parçalarını pisliğe at¬tığını gördük. Yaptığı bu amel küfürdür. Fakat bu kişi¬yi tekfir etmeden önce onun durumunu araştırmak gerekir. Bu kişi hakkında şunları bilmek gerekir: Bu kişi attığı her şeyin Kur'an olduğunu ve necasete at¬tığını biliyor mu? Çünkü şahıs okuma yazma bilmi¬yorsa attığı şeyin Kur'an olduğunu bilmeyebilir. Eğer kişi attığı şeyin Kur'an olduğunu biliyorsa onu tekfir edebiliriz. Aynı şekilde Kur'an'a basan kişiyi gördüğü¬müzde, yaptığı amel küfür olmasına rağmen tekfir etmeden önce onun durumunu araştırırız. Belki bu kişi kördür ve üzerine bastığı şeyin Kur'an olduğunu bilmiyordur.
Fakat bazı ameller ve sözler vardır ki kişinin ni¬yetine bakmadan, araştırmadan tekfir etmeyi gerek¬tirir. Bu, küfrünü gördüğümüz veya fâsık olmayan ve doğru söylediğinden emin olduğumuz bir kimseden duyduğumuz ki¬şi içindir. Örneğin bildiği bir dille Allah'a, Rasûlüne söven kişi, eğer deli değilse ve baskı altında değilse niyetine bakmadan tekfir edilir. Allah'ın kanunlarını bir tarafa bırakıp insanların koyduğu kanunlarla hükmeden hâkim, niyeti ne olursa olsun tekfir edilir. Bunu tekfir etmeyen kişi de açık küfrü olan birisini tekfir etmediği için tekfir edilir.
İnsanlar hakkında zâhire göre hüküm verilir. Al¬lah imanı ve küfrü açık bir şekilde bildirmiştir: Bir müslümandan küfrü gerektiren bir söz veya amel sâ¬dır olursa, zâhiren kâfir olduğuna hükmederiz ve dünyada hak ettiği cezayı ve hükümleri veririz. Fa¬kat uhrevî durumu Allah'a aittir. Çünkü biz insanın kalbinden geçeni bilmediğimizden zâhire göre hü¬küm veririz. Allah ise kalbe göre hüküm verir. Bizim zâhirine bakarak müslüman zannettiğimiz bir kişi Allah katında kâfir olabilir; kâfir zannetiğimiz de Allah ka¬tında müslüman olabilir.
Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Ömer (r.a.)'den işittim. O şöyle diyordu: "Rasûlullah'ın vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi, gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adâlet gösterirse, onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onların gizli hallerini araştırmak bize düşmez. Gizli hallerinin hesabını da Allah görür: Bize zâhiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız."
Muhammed Kutub ve Tekfir
Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini çarpıttıkları ve kendilerine uyan görüşlerini aldıkları diğer bir âlim Muhammed Kutub bakın neler söylemektedir:
"Bütün durumlarda imanın hâkimiyeti sıfır de¬ğildir. İnsanın İslâm’ın amellerinden hiçbirini yap¬maması şeklinde varlığı ve yokluğu denk olmaz. Masiyet ulemânın icmâı ile insanı İslâm'dan çıkart¬maz."
"Muâsır, günümüz müslümanının hali budur. Lâ ilâhe illâllah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..." "Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslâm daire¬sinde olan müslümanların bulunması, büyük kap¬samlı hakikatinden uzaklaştırılmalarına rağmen gerçeğe yeniden dönmelerine karşı güven vermiyor¬du..."
"Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut ne¬sillere kâfir oldukları hükmünü vereceğimizi tasav¬vur ediyorlar... Diğer kitaplarda sorunumuzun, in¬sanlara hüküm çıkarmak olmadığını yazdık. Bu¬gün İslâm topraklarında yaşayan insanlara İslâm veya küfür hükmü vermemiz onları cehenneme ya da cennete koyacak değildir... Bugün İslâm toprakların¬da yaşayan toplumlara "câhiliye toplumları" dediğimizde bununla ehlinin müslüman olmadığını, onların kâfir olduğunu kast ettiğimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm şahıs¬lara münsarif (tek tek bireyler için) değildir. Bugün İslâm toprağın¬da yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde müslümanlar vardır. Bunu zâhire göre söylüyoruz. Çünkü lâ ilâhe illâllah diyor, ibâdet edip câhiliyeyi reddede¬rek Allah'ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz kâfirler de vardır. Çünkü lâ ilâhe illâllah deseler de Allah'ın dininin üstünlüğünü reddediyorlar...”
"İnsanlar günümüzde bu durumun İslâm’dan kop¬mak olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz; onlar bu cehâletle¬rinde mâzur mudurlar, değil midirler? Burada o ko¬nuya değinmeyeceğiz..."
"İbâdetin tek başına şekil olarak edâsı, dünya ha¬yatı için "İslâmî kişilik" verebilir ve yapana da müs¬lüman ahkâmını tatbik ettirir..." "Müslümanlar şu anda çağdaş câhiliyeyi, ilmi, maddî, teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçeme¬mişlerdir. Ama yine de câhiliyenin bugün, yarın ve hiçbir zaman sahip olamayacağına sahiptirler; Sahih bir akîde ve sahih bir metodun sahibidirler..."


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...