13 Mayıs 2014

HZ. PEYGAMBERİN DOĞUMU, ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ 2


HZ. PEYGAMBERİN DOĞUMU, ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ   2


Peygamberimiz (a.s.)ın Dadısı Ümmü Eymen'e Sevgi ve Saygısı


Peygamberimiz (a.s.)ın dadısı Ümmü Eymen'in asıl adı Beneke'dir.
Peygamberimiz (a.s.) Hz. Hatice ile evlendiği zaman, Bereke de Hazreclilerin Haris oğullarından Ubeyd b. Zeyd ile evlenmiş, kendisinden Eymen doğmuştu.
Eymen, Huneyn gazasında şehit olmuştur.
Ümmü Eymen; Ubeyd'den sonra, Zeyd b. Harise ile evlenmiş, Üsâme adındaki oğlu dünyaya gelmiştir.[223]
Peygamberimiz (a.s.) bu dadısını sık sık ziyaret[224] ve kendisine "Ey anne!" diye hitap eder;[225] "Annemden sonra, annem!" diyerek sevgi ve saygı gösterir,[226] ona baktıkça:
"Bu, benim ev halkımdan sağ kalanıdır!" buyururdu.[227]

Peygamberimiz (a.s.)ın Hz. Âmine'nin Kabrini Ziyaret Edişi


Peygamberimiz (a.s.); Hudeybiye umresine giderken, Ebva köyüne uğramıştı. [228] Annesi Hz. Âmine'nin kabrini ziyaret için Yüce Allah'tan izin istemiş, izin verilince de[229] gidip kabrin üzerini eliyle düzlemiş,[230]ağlamış, yanındakileri de ağlatmıştı.[231] Ne için ağladığı sorulunca: "Rahmet duygusu beni rikkate getirdi de ağladım!" buyurmuştur.[232]

Abdulmuttalib Dedenin Peygamberimiz (a.s.)ın Üzerine Kanat Gerişi


Abdulmuttalib Dede; babasız ve anasız kalan torununu yanına alıp şefkatle bağrına bastı.
Oğullarından hiçbirine göstermediği şefkati ona gösterdi. Onun üzerine kanat gerdi, titredi durdu.[233]
Abdulmuttalib Dedenin; uyurken veya odasında yalnız iken, yanına hiç kimse giremez,[234] Kabe'nin Hicr'inde serili minderine de, kendisinden başkası oturamazdı.[235]
Fakat, Peygamberimiz (a.s.) dedesinin yanından hiç ayrılmaz; odasında yalnız olduğu, uyuduğu sırada bile, dedesinin yanına serbestçe girer çıkardı.[236]
Kabe'nin gölgesinde serili minderin üzerine-babalarına tazim ve saygılarından dolayı-oğullarından hiçbiri oturmaz, çevresinde dururlarken; Peygamberimiz (a.s.) gelip dedesinin minderine serbestçe otururdu.
Amcalarının, kendisini minderden çekmek için tuttuklarını gördüğü zaman, Abdulmuttalib:
"Bırakınız oğlumu![237] Vallahi, onun büyük bir hal ve şanı vardır!" der, minderinin üzerinde yanına oturtup sırtını eliyle sıvazlar, o ne yapsa hoşuna giderdi.[238]
Peygamberimiz (a.s.), yine bir gün, dedesinin Hicr'de serili minderinin üzerine oturmuş, bir adam çekip kendisini minderden kaldırınca, ağlamaya başlamıştır.
Abdulmuttalib:
"Oğlum ne için ağlıyor?" diye sordu.
"Mindere oturma isteğine engel olundu!" dediler.[239]
Abdulmuttalib:
"Bırakınız oğlumu! Minderin üzerine otursun! Herhalde o, kendisinde bir şeref duyuyor. Onun ne kendisinden önce geçmiş, ne de sonradan gelecek hiçbir Arab'ın erişemeyeceği bir şerefe ereceğini umuyorum!" dedi.[240]
Abdulmuttalib Dede bu sevgili torununu yanına almadıkça yemek yemez;
"Oğlumu yanıma getiriniz!" der, yanına getirtirdi.[241]
Yemeği getirildiği zaman da onu yanına alır, bazan da dizine oturtup yemeğin en nefisini hep ona yedirir,[242] o gelmedikçe yemeklere el sürmez, onun gelmesini bekler, sırtını sıvazlar, başını ve ağzını öper, sözleri ve hareketleri hep hoşuna giderdi.
Edep ve terbiyesine de çok dikkat ederdi.[243]
Peygamberimiz (a.s.), sekiz yaşına kadar, yani Abdulmuttalib dedesinin vefatına kadar, onun yanında kaldı.[244]

Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen'in Yanında Sakladığı Bir Kitapta Peygamberimiz (a.s.) Hakkında Yazılı Haberleri Abdulmuttalib'e Açıklayışı


Seyf b. Zî Yezen; Kisrâ tarafından Yemen hükümdarlığına tayin edilip[245] tahta oturduktan sonra her taraftan Arap heyetleri gelip kendisini tebrik ettikleri sırada,[246] Mekke'den gelen on kişilik tebrik heyetinin başında Abdulmuttalib b. Hâşim bulunuyordu.[247]
Abdulmuttalib ve arkadaşları, hükümdarı, hükümdar selâmıyla* selamladılar.
Abdulmuttalib, temsilci olarak hükümdarın önünde, ayakta durdu.[248]
Konuşmak için, hükümdardan izin istedi.[249]
Seyf b. Zî Yezen:
"Eğer krallar önünde konuşabilir kişilerden isen, sana izin verilmiştir.[250]Konuş bakalım!" dedi.[251]
Abdulmuttalib; Seyf b. Zî Yezen'in bulunduğu makama liyakatini, asaletini, babasının çok hayırlı bir hükümdar, kendisinin de onun hayırlı bir halefi olduğunu., belirttikten sonra:
"Ey hükümdar! Bizler, Allah'ın dokunulmaz kıldığı Harem'inin halkı ve Beyt'inin (Kabe'sinin) hadim­leri olup, zaferini tebrik heyetiyiz; ziyaretçi heyet değiliz!" dedi.
Hükümdar Seyf:
"Ey konuşan kişi! Sen kimsin?" diye sordu.
Abdulmuttalib:
"Ben, Abdulmuttalib b. Hâşim'im" dedi.
Hükümdar:
"Demek, sen kızkardeşimizin oğlusun ha!" dedi*
Abdulmuttalib:
"Evet!" deyince, hükümdar:
"Yakınıma gel!" dedi.
Yaklaşınca, hem ona, hem arkadaşlarına:[252]
"Demek, sizler, Kureyşü'l-Ebâtıh'sınız?" dedi.
"Evet!" diye cevap verdiler.[253]
Hükümdar:
"Hoş geldiniz, safa geldiniz! Sizler, yanında emniyet ve huzur bulacağınız, bol bol ihsanlar veren bir kralın yanına geldiniz! Kral ilk konuşmanızdaki sözlerinizi dinledi ve akraba olduğunuzu anladı, ziyaret vesilenizi kabul etti. Sizler burada oturduğunuz müddetçe, gece ve gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşulmaya,[254] övülmeye,[255] ağırlanmaya, ayrılıp giderken de ihsan olunmaya layık,[256] şerefli,[257] şanlı[258]kişilersiniz!" dedikten sonra, maiyetine onların konuk ve elçiler konağına götürülüp misafir edilmelerini emretti. Emri yerine getirildi.
Orada bir ay oturdular.
Hükümdar, bir gün, Abdulmuttalib'e haber salıp:[259]
"Arkadaşlarının arasından bir tek sen benim yanıma gel!" dedi.
Abdulmuttalib, hükümdarın huzuruna vardığı zaman, onu yalnız bir halde buldu. Yanında hiç kimse yoktu.
Hükümdar Abdulmuttalib'i yanına yaklaştırdı, tahtında onunla birlikte oturdu.[260]
"Merhaba! Hoş geldin, safa geldin!" dedikten sonra;[261]
"Ey Abdulmuttalib! Ben sana bildiğim bir işin sırrını emanet edeceğim ki, o sırrı, senin yerinde başkası olsaydı, açmazdım!
Fakat, ben, onun madenini sende gördüm.
Bunun için, onu sana açıklayacağım!
Yüce Allah bu hususta izin verinceye kadar, bu sır senin yanında masun ve mahfuz kalsın!
Şüphesiz ki, Allah emrini yerine getirir.
Ben, gizli Kitab'da, kendimize tahsis edip başkasına kapalı tuttuğumuz ilimde; yaşamanın şerefi, ölmenin fazileti bulunan, genellikle bütün insanları ve heyet arkadaşlarını, özellikle de seni ilgilendiren çok büyük, çok şanlı bir haber buldum!" dedi.[262]
Abdulmuttalib:
"Ey hükümdar! Bütün göçebe halkı ardarda sana feda olsun! Nedir o büyük ve şanlı haber?" diye sordu.
Hükümdar:
"Tihâme bölgesinde bir çocuk doğacak. Alâmet olarak, onun iki küreği arasında bir ben bulu-nacak![263] Kıyamet gününe kadar, kendisinde imamlık, sizde de seyyidlik olacak!" dedi.[264]
Abdulmuttalib:
"Zât-ı Devletinden, lanet ve nefreti mucip haller sâdır olmasın!" diyerek onu hükümdar selam ve duasıyla selamlayıp:
"Eğer hükümdarlık makamının heybetini, ululuğunu göz önünde tutmak zorunluluğu olmasaydı, sevincimi arttıracak beşareti biraz daha açıklamak lütfunda da bulunmalarını kendilerinden dilerdim!" dedi.
Bunun üzerine, hükümdar
"Bu zaman, onun doğacağı zamandır.
Hatta, belki de doğmuştur!
Onun ismi Muhammed; babası ve annesi ölmüş olacak!
Kendisinin bakımını, dedesi ve amcası üzerlerine alacak!
Allah, onu apaçık tebligat yapan peygamber gönderecek!
Bizden, ona Ensar (yardımcılar) yapacak!
Dostlarını onlarla aziz, düşmanlarını da onlarla zelil kılacak!
O, arzın en kıymetli yerlerini fethedecek!
Onun doğumu ile, ateşgede sönecek!
Bir olan Rahmân'a ibadet edilecek!
Küfür ve taşkınlıklar yasaklanacak!
Putlar kırılacak!
Şeytan recmolunacak, taşlanacak!
Onun sözü hak ile bâtıl arasını ayırıcı, hükmü sırf adalet, tam ve dosdoğru hüküm olacak!
O daima iyiliği buyuracak ve işleyecek, kötülükten de sakındıracak ve onları ortadan kaldıracaktır!" dedi.
Abdulmuttalib:
"Ömrün uzun, saltanatın sürekli, şan ve şerefin yüce olsun!
Acaba hükümdar bu hususta beni sevindirecek bazı açıklamalar daha yapmak lutfunda bulunurlar mı?" dedi.
Hükümdar Seyf:
"Örtülerle örtülü Beytullah'a, mucizelere ve semavî kitablara andolsun ki, ey Abdulmuttalib! Hiç hilaf yok, muhakkak ki sen onun atasısın!" deyince, Abdulmuttalib sevincinden yere kapandı.
Hükümdar:
"Başını yerden kaldır! Kalbin ferahladı. Ömrün uzadı. İşin yükseldi!
Sana, anlattıklarımdan, idrak ettiğin, kavuştuğun birşey var mı?" dedi.
Abdulmuttalib:
"Evet ey hükümdar! Benim çok sevgili, üzerine titrediğim bir oğlum vardı. Onu senin kavminin şere­flilerinden birinin kızı olan Âmine birli Vehb b. Abdi Menaf ile evlendirin iştim. Âmine, dünyaya bir çocuk getirdi.[265]Onun ismini Muhammed koydum.[266] İki küreğinin arasında da bir ben vardır! Anlattığın alâmetlerin hepsi de kendisinde mevcuttur.[267] Onun babası ve annesi de vefat etmiştir. Kendisinin bakımını, ben ve amcası, üzerimize almış bulunuyoruz" dedi.
Bunun üzerine, hükümdar Seyf:
"Onun hakkında sana söylediklerim, senin söylediğin gibidir.
Oğlunu iyi koru!
Onun hakkında Yahudilerden sakın!
Çünkü, Yahudiler ona düşmandırlar!
Fakat, Allah onlara bu hususta yol ve fırsat vermeyecektir.
Yanındaki heyet arkadaşlarından, yalnız sana açmış olduğum şeyleri, onlara da dürülü tut! Sakın açayım deme!
Sizde bulunacak reisliği, onların ve oğullarının da kıskanıp onun başına gaileler çıkarmayacak­larından emin değilim.
Eğer onun peygamber olarak gönderileceğinden önce ölmeyeceğimi bilseydim, süvarilerim ve piyadelerimle birlikte gider,[268] Yesrib'i (Medine'yi) hicret yurdu,[269] devletime başkent yapardım ![270]
Ben, Nâtık Kitab'da ve Sabık İlimde buldum ki: Yesrib onun hicret ve nusret yurdu,[271] işinin muhkemleşeceği, kabrinin ve yardımcılarının bulunacağı yer olacaktır![272]
Ne olurdu, onu âfet ve belalardan ben koruya idim!" dedi.
Hükümdar; Kureyş heyetinden her bir delegeye onar köle, onar cariye,[273] yüzer deve,[274] beşer ratl (ntl) altın, onar ratl gümüş,[275] Yemen elbiselerinden ikişer kat elbise, içi anberle doldurulmuş birer kutu;
Abdulmuttalib'e ise, bunlardan onar kat verilmesini emretti ve ona:
"Bir yıl geçince, onun (Peygamberimiz (a.s.)'ın) işinden neler vukua geldiğinin haberini bana getir!" dedi.[276]
Abdulmuttalib, heyet arkadaşlarına, sık sık:[277]
"Ey Kureyş cemaatı! İçinizden hiç kimse hükümdarın bana olan bol ihsanına gıpta da, kıskançlık da etmesin!
Hükümdarın bütün bu ihsanı, bana ve benden sonra soyumdan geleceklere olacak şeref ve izzetin yanında, çok az kalacaktır!" derdi.
Kendisine:
"Bu, ne zaman olacak?" dediklerinde de:[278]
"Bir zaman sonra zuhur edecek, açığa çıkacak;[279] dediğim şey[280]bilinecektir!" derdi.[281]
Seyf b. Zî Yezen, ne yazık ki, yıl geçmeden öldü.[282] Daha doğrusu, öldürüldü. Yemen'den tardettiği Habeşlilerden edindiği hizmetçiler bir gün hükümdarı kendisine mahsus avlanma yerinde yalnız başı­na bulunduğu sırada harbeleriyle mızraklayıp öldürerek dağ başlarına kaçmışlar, hükümdarın adamları da onların hepsini yakalayıp öldürmüşlerdir.[283]

Müdlic Oğullarının Peygamberimiz (a.s.) Hakkındaki Teşhisleri


Peygamberimiz (a.s.) bir gün çocuklarla oyuna dalarak Redm'e[284] kadar varıp dayanmışlardı.
Orada, Müdlic oğullarından bir cemaat, Peygamberimiz (a.s.)ı yanlarına çağırdılar.
Kendisinin iki ayağına baktılar ve izini izlediler.
O sırada, Abdulmuttalib'le karşılaşıp kucaklaştılar.
Abdulmuttalib'e:
"Bu çocuk senin neslinden midir?" diye sordular.
Abdulmuttalib:
"Oğlumdur" dedi .[285]
Müdlic oğulları:
"Onu iyi koru! Çünkü, biz, Makam'daki ayak izine bununkinden daha çok benzeyenini görmedik" dediler.
Abdulmuttalib, oğlu Ebu Talib'e:
"Bak! Bunlar ne söylüyorlar? İşit!" dedi.
Bunun için, Ebu Talib, Peygamberimiz (a.s.)ı titizlikle korur dururdu.[286]
Müdlic oğulları; kıyafet, alâmet ve ayak izlerinden anlamaktaki maharetleriyle tanınırlardı. [287]
Makam-ı İbrahim, üzerinde İbrahim (a.s.)ın iki ayağının izi bulunan mübarek bir taş olup,[288] Kur'ân-ı Kerîm'de de "Makam-ı İbrahim" diye anılır.[289]

Necran Uskufunun[290] Peygamberimiz (a.s.) Hakkındaki Teşhisi


Abdulmuttalib, bir gün, Kabe'nin yanında, Hicr'de oturuyor, kendisinin dostu olan Necran uskufu da yanında bulunuyordu.
Uskuf, söz arasında:
"İsmail oğullarından gelecek olan son peygamberin sıfatını kitablarda bulduk. Kendisinin doğum yeri burasıdır. Sıfatları da şöyledir, şöyledir" diyerek onları birer birer saydığı sırada, Peygamberimiz (a.s.) oraya geliverdi. Uskuf ona baktı. Onun gözlerine baktı, arkasına baktı, ayaklarına baktı da:
"İşte o, budur! Bu çocuk senin neslinden midir?" dedi.
Abdulmuttalib:
"Oğlumdur" dedi.
Uskuf:
"Biz onun babasını kitablarda sağ bulmadık!?" dedi.
Abdulmuttalib:
"O, benim oğlumun oğludur! Bu daha doğmadan, annesi buna hamile iken, babası vefat etmişti" deyince, uskuf:
"Şimdi doğrusunu söyledin!" dedi.
Abdulmuttalib, oğullarına:
"Kardeşinizin oğlunu iyi koruyunuz! Onun hakkında söylenilen şeyi işitmiyor musunuz?" dedi.[291]

Abdulmuttalib Dedenin Peygamberimiz (a.s.) Hakkında Ümmü Eymen'i Uyarışı


Peygamberimiz (a.s.)ın dadısı Ümmü Eymen Bereke derki:
"Resûlullah (a.s.)a bakarken, bir gün, dalmışım, onun yanımdan uzaklaşıp gittiğini bile­memişim.
Abdulmuttalib birdenbire başucuma dikildi.[292]
'Ey Bereke!' dedi.[293]
'Buyur!' dedim.
'Oğlumu nerede buldum, biliyor musun?' dedi.
'Bilmiyorum!' dedim.[294]
'Oğlumdan gaflet etme![295] Onu sidre ağacının yakınında, çocukların yanında buldum.[296] Kitab Ehli olanlar [Yahudiler ve Hıristiyanlar], bu oğlumun bu ümmetin peygamberi olacağını söylüyorlar.[297] Ben oğluma onların zarar vermeyeceklerinden emin değilim1 dedi ."[298]

Peygamberimiz (a.s.)ın Kaybolan Develerini Bulup Getirişi


Kindir b. Saîd, babası Saîd'den; Betiz b. Hakîm'in babasının da, dedesi Muaviye b. Hayda'dan görgüye dayanan rivayetine göne, demişlerdir ki:[299]
"Cahiliye devrinde yaptığım hacda,[300] Beytullah'ı tavaf ettiğim sırada, bir adam gördüm ki,[301] hem Beytullah'ı tavaf ediyor,[302] hem de:
'Ey Rabbim! Muhammed'i bana geri çevir!1 diyerekyalvanyordu.
'Kim bu?' diye sordum.
'Abdulmuttalib b. Hâşim'dir.[303] Bu, Kureyşîlerin seyyidi ve seyyidinin oğlu Abdulmuttalib b. Hâşim b. Abdi Menaf'tır1 dediler.
'Muhammed, bunun neslinden midir?' diye sordum.
'Oğlunun oğludur ve o, kendisine insanların en sevgilisidir.
Kendisinin pek çok develeri vardır. İçlerinden birisi kaybolunca, onu aramaya oğullarını göndermişti. Oğullarının dönüşleri gecikince,[304]kaybolan deveyi aramaya oğlunun oğlunu da göndermişti. Onu hiçbir işe göndermezdi ki, o onu[305] başarmam iş,[306] getirmemiş olsun.[307]Fakat, bu sefer o da gecik­ti, eğlendi kaldı1 dediler.[308]
Aradan çok geçmeden,[309] daha bulunduğum yerden ayrılmadan,[310]torunu[311] peygamber[312] Muhammed (a.s.) deve ile[313] çıkageldi.[314]
Abdulmuttalib onu kucaklayıp bağrına bastı.[315]
'Yavrucuğum![316] Ben sana öyle üzüldüm ki, ben hiçbir şeye bunun kadar üzülmem isimdir. Vallahi,[317] ben bir daha seni hiçbir hacete göndermeyeceğim.[318] Bundan sonra, seni hiçbir zaman yanımdan ayırmayacağım' dedi."[319]

Abdulmuttalib Dedenin Yağmur Duası İçin Peygamberimiz (a.s.)ı Ebu Kubeys Dağına Omuzunda Çıkarışı


Mahreme b. Nevfel'in.[320] Abdulmuttalib'le yaşıt olan[321] annesi Rukayka'dan (Rukayye'den) işitip rivayet ettiğine göre; annesi, şöyle demiştir:
"Ardarda gelen kuraklık ve kıtlık yılları,[322] Kureyşîlerin bütün malvarlıklarını alıp götürmüş;[323] yer­leri,[324] süt veren memeleri,[325]vücudun derilerini kurutmuş,[326] zayıflatmış, kemikleri inceltmişti.[327]
Ben, uyurken[328] veya uyuklarken,[329] birisinin:
'Ey Kureyş cemaatı! İçinizden gönderilecek olan o peygamberin zuhuru zamanı bu zamandır![330]
Zuhur zamanının gölgesi üzerinize düşmüştür![331]
Size, o, hayırlı yağmurlar, bolluk ve ucuzluklar getirecektir.[332]
Bakınız: İçinizde, soyca en üstününüz ve şerefliniz; uzun boylu, iri kemikli, ak tenli, iki kaşının arası birbirine yakın, kirpikleri ve saçı uzun, yanakları düz, bumu ince ve yüksekçe olan zât ve oğulları çıksın.
İçinizden, her kabileden de birer adam çıksın.
Onlar, yıkansınlar, güzel koku sürünsünler. Sonra, Hacerü'l-Esved'i istilam etsinler.
Sonra, Ebu Kubeys dağının tepesine çıksınlar.
Vasıfları anlatılan zât ileri geçip dua etsin.
Oradaki cemaat da, 'Âmin!' desinler.
Yağmura kavuşursunuz!1 diyerek bağırdığını işittim.
Sabaha çıkınca, rüyamı anlattım.[333]
Baktılar da, bu sıfatlan Abdulmuttalib'in sıfatına uygun buldular.[334]Haremin hürmetine andolsun ki, Mekke vadisinde bulunan herkes:[335]
'Bu, ancak ve ancak, Şeybetü'l-hamd'dir! Bu, Şeybetü'l-hamd [Abdulmuttalib]'dir!' dediler.[336]
Mekke'de böyle demeyen hiç kimse kalmadı.[337]
Hep Abdulmuttalib'in üzerinde ve başında toplandılar.
Her kabileden birer adam çıkıp emrolunanları yaptılar.[338]
Sonra da, Peygamberimiz (a.s.) yanlarında olduğu halde, Ebu Kubeys dağının üzerine çık­tılar.[339]
Abdulmuttalib Dede, o zaman yedi yaşında bulunan Peygamberimiz (a.s.)ı dağın üzerine, omuzunda çıkardı.[340]
Abdulmuttalib Dede, yanında Peygamberimiz (a.s.) olduğu halde, ayağa kalktı.
Cemaat da Abdulmuttalib'in iki yanında sıralandılar.[341]
Abdulmuttalib, cemaatın önüne geçti.[342]
Ellerini kaldırdı.[343]
'Ey ihtiyaçları karşılayan, sıkıntıları kaldırıp ferahlatan Allah'ım! Herşeyi öğretilmeden bilen, her nimeti istenilmeden, esirgemeden veren Sensin![344]
Bunlar, Senin erkek kulların[345] ve erkek kullarının oğullarıdır.[346]
Şunlar da, Senin kadın kulların[347] ve kadın kullarının kızları[348] ve onların oğulları di r.[349]
Senin Harem'inin yanında barınıyorlar.[350]
Ardarda gelen kuraklık yıllarının davarları, develeri yok ettiğinden, Sana şikâyetleniyorlar![351]
Bizler, bildiğin şeye, musibete uğramış bulunuyoruz.
Ardarda gelen şu kuraklık yılları develeri, davarları alıp götürdü, yok etti.[352]
Allah'ım! Duamızı kabul buyur![353]
Üzerimizdeki kıtlığı gider! Bize, bolluk ve ucuzluk getirecek yağmuru acele yağdır!' diyerek dua etti.[354]
Kâbe'ye,[355] Kabe'nin Rabbine[356] andolsun ki; daha bulundukları yerden ayrılmamışlardı ki,[357] gök yarılıp suyunu boşaltmaya başlamış,[358] Mekke vadisi sel sularıyla dolmuştu.[359]
Kureyş'in yaşlılarından ve ulularından Abdullah b. Cüd'an ile Harb b. Ümeyye ve Hişam b. Mugîre'nin, Abdulmuttalib'e:
!Henîen leke Ebe'l-Bathâ=Ey Mekke halkının atası! Senin içindir, senin sayendedir bu ihsan![360] Sen, Mekkelilere hayat bahşettin!' dediklerini işittim ve kendisini böyle kutladıklarını gördüm."[361]
Rukayka (Rukayye) Hatunun da, söylediği dört beyitlik manzumesinde, Yüce Allah'ın kendilerine Abdulmuttalib sayesinde yağmur ihsan ettiğini açıkladığı görülürse de;[362]
Gerek Ebu Talib'in Kureyş müşriklerine karşı Peygamberimiz (a.s.)ı savunan uzun şiirinde-ki "O'nun yüzü suyu hürmetine, Allah'tan yağmur istenir!" mealli 38. beyti; gerek Medinelilerin kuraklık ve kıtlığa uğramaları üzerine Peygamberimiz (a.s.) in duasıyla sağanak halinde yağmaya başlayıp Medine'yi seller içinde bırakan yağmurun Medine çevresine kaydırılması duasıyla dindiği görülünce, Peygamberimiz (a.s.)ın "Ebu Talib bu güne erişmiş olsaydı, buna sevinirdi!" buyurup, "Yâ Rasulallah! Herhalde, sen bununla Ebu Talib'in şu sözüne işaret etmek istiyorsun?" denilerek sözü geçen beyit okununca Peyamberimiz (a.s.)ın "Evet!" buyurdukları; [363] Hz. Âişe'nin de aynı beyti okuduğu zaman, Hz. Ebu Bekir'in "İşte, vallahi, bu, Resûlullah (a.s.)'dır!" dediği[364] göz önünde tutulmak, bu husustaki ihsanın Peygamberimiz (a.s.) için olduğu unutulmamak gerekir.[365]

Abdulmuttalib Dedenin Vefatı


Peygamberimiz (a.s.)ın dedesi Abdulmuttalib; Fil Vak'asından sekiz yıl sonra ölüm döşeğine düştü,[366] ki o zaman kendisi seksen iki yaşında,[367] Peygamberimiz (a.s.) da sekiz yaşında bulunuyordu.[368]
Abdulmuttalib Dede, öleceğini anlayınca, kızlarını başına topladı. Onlara:
"Vefatımdan sonra, hakkımda söyleyeceğiniz mersiyeleri, ölmeden, bir dinleyeyim bakayım!" dedi.[369]
Bunun üzerine, kızları, söyledikleri birer şiirle babalarına ağıt yaktılar.[370]
Yakıp dinlettikleri ağıtlarda onun üstün soylu, güçlü, boylu boslu, açıkalınlı, güzel yüzlü, doğru sözlü, iyi huylu, cesaretli, adaletli, cömert, iyiliksever, saygıya ve boyun eğilmeye değer, şerefli, şanlı, her fazilet kendisinde toplanan, boşluğu doldurulamayacak olan, temelli kalmak şeref ve şanla olacak olsa kendisi dünyada temelli kalabilecek olan bir zât olduğunu dile getirdiler.[371]
Abdulmuttalib Dede vefat edince, Kureyşliler onun cesedini, hürmeten su ile ve sidr ağacının yaprağı ile yıkadılar ki, o zamana kadar Kureyşlilerden hiçbir kimsenin ölüsü sidrle yıkanmış değildi.
Kendisi; kefen olarak, Yemen hüllesinden, bin miskal altın değerinde iki kat hülleye sarıldı. Kefenine de, misk sürüldü.
Kureyşîler, besledikleri derin sevgi ve saygılarından dolayı, onun cenazesini günlerce eller üzerinde taşıdılar.[372]
Abdulmuttalib Dede; Hacun kabristanına,[373] dedelerinden Kusayy'ın yanına gömüldü.[374]
Peygamberimiz (a.s.); dedesinin cenazesini, Hacun kabristanına kadar, ağlayarak takip etti.[375]
Peygamberimiz (a.s.)ın dadısı Ümmü Eymen Bereke:
"O gün, Resûlullah (a.s.)ı gördüm. Abdulmuttalib'in tabutunun arkasından ağlıyordu!" demiştir.[376]
"Abdulmuttalib'in ölümünü hatırlayabiliyor musunuz?" diye sorulduğu zaman, Peygamberimiz (a.s.) da:
"Evet! O zaman ben sekiz yaşlarında idim!" buyurmuştur.[377]
Abdulmuttalib Dedenin arkasından ağlandığı kadar, hiç kimseye ağlanmam ıştır.
Mekke çarşısı onun ölümünden dolayı günlerce açılmamış, kapalı tutulmuştur.[378]
Kureyşîler; Ka'bb. Lüeyy'e tazimlerinden dolayı, onun ölüm tarihini, Fil yılına kadar, tarih başlangıcı edinmişlerdi.[379]
Sonra da, Abdulmuttalib'in ölümünü tarih edindiler.[380]
Kureyşîler, Abdulmuttalib'e "İkinci İbrahim" derlerdi.[381]
Kendisi ahirete, ahiret ceza ve mükâfatına inanır; "Vallahi, şu dünyanın arkasında bir dünya daha vardır ki, iyilik edenler orada iyiliklerinin mükâfatını görecekler, kötülük edenler de orada kötülüklerinin cezasını çekeceklerdir!" derdi.[382]
Beytullah'ı çok çok tavaf eder,[383] Haram olan ayların dokunulmazlığını son derecede gözetir, hac mevsiminde hacılara mallarının en iyisinden infakta bulunurdu.
Konukları ağırlardı.[384]
Dağ başlarında da, vahşi hayvanların, kurtların, kuşların karınlarını doyururdu.[385]
Kaybolan Zemzem kuyusunu ortaya çıkardıktan sonra, kuyunun başına yaptığı havuza Zemzem doldurup, Mekke halkına ve hacılara Zemzem suyu içirirdi.[386]
Ayrıca, develerinin sütünü balla karıştırarak hacılara ikram ettiği gibi, kuru üzüm satın alıp Zemzemle hoşaf yaparak içirdiği de olurdu.[387]
Abdulmuttalib Dede, Kureyşîlerin hâkimlerindendi.[388]
İçki içmezdi.[389]
İçkiyi ve zinayı yasaklamıştı.
Zina yapanı, kamçılatarak cezalandırırdı.
Oğullarına, ahlâkî faziletleri emir ve tavsiye ederdi .[390]

Ebu Talib'in Peygamberimiz (a.s.)ı Yanına Alıp Büyütüşü


Abdulmuttalib Dede, ölüm döşeğine düşünce, bütün oğullarını başına topladı. Peygamberimiz (a.s.)a çok iyi bakmalarını onlara tavsiye ve emr etti.
Zübeyr ile Ebu Talib; Peygamberimiz (a.s.)ın babası Hz. Abdullah ile aynı anneden, yani Fâtıma binti Amr, b. Âiz, b. İmran, b. Mahzum'dan doğma kardeş idiler.
Bu iki amca; Peygamberimiz (a.s.)ı yanlarına almak için kur"a çektiler.
Kur'a, Ebu Talib Amcaya çıktı.
Ebu Talib Amca; Peygamberimiz (a.s.)a karşı, amcalarının en hamiyetlisi ve en şefkatlisi idi.[391]
Peygamberimiz (a.s.), o zaman, sekiz yaşında bulunuyordu.[392]
Ebu Talib'in; Arafat hizasındaki Ürene vadisinde bulunan,[393] arada sırada sütü sağılıp Mekke'ye getirilen birkaç deveden başka malı yok,[394] aile efradı ise çoktu. Onları geçindirmekte sıkıntı çekmek­te idi.[395]
Ebu Talib; yoksulluğuna rağmen, Kureyşîlerin seyyidi, ulu kişisi idi.
Kendisinin sözü dinlenir, emirlerine karşı gelmekten, aykırı hareket etmekten sakınılırdı.[396]
Babası Abdulmuttalib gibi, o da ağzına içki koymazdı.[397]
Peygamberimiz (a.s.)ın üzerine titrer.[398] onu kendi çocuklarından fazla severdi.[399]
Onu yanına almadıkça uyumaz,[400] bir yere giderse onu da yanında götürürdü.
Onun üzerine düştüğü kadar, hiçbir şeyin üzerine düşmezdi![401]
İstirahati için kendisine serilen mindere onun gelip oturmasından sevinç duyar:
"Rebia'nın İlâhına yemin ederim ki, kardeşimin oğlu için pek büyük bir şeref vardır!" derdi.[402]
Hazırlanan bir yemeği,[403] Ebu Talib'in aile efradı, toplu veya münferid olarak yedikleri zaman, doymazlardı.
Fakat, Peygamberimiz (a.s.) onlarla birlikte yediği zaman, doyarlardı.[404]Bunun için, Ebu Talib; yemeklerini yemek istedikleri zaman, aile efradına:
"Durunuz! Sizin gibi, oğlum da gelsin, hazır olsun!" der, Peygamberimiz (a.s.) gelip onlarla birlikte yerse, yemekler artardı. Peygamberimiz (a.s.) yemekte onlarla birlikte bulunmazsa, doy­mazlardı.[405]
Ebu Talib:
"Sen, hiç şüphesiz, mübareksin!" derdi.[406]
Sofraya, bir tek kişinin içeceği bir kapla konulan sütten[407]Peygamberimiz (a.s.) önce içip ötekiler sonra içecek olurlarsa, ilkinden sonuncusuna kadar hepsi, kanasıya içerlerdi.[408]
Peygamberimiz (a.s.)ın dadısı Ümmü Eymen Bereke derki:
"Peygamberimiz (a.s.)ın, gerek çocukluğunda, gerek büyüklüğünde, ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyetlendiğini görmedim. [409]
Günlerinin çoğunda,[410] sabahleyin,[411] biraz Zemzem içer, kendisine yiyecek vermek istediğimiz zaman:
İstemem! Ben tokum" derdi.[412]
Amcasının çocukları sofraya konulan şeye hemen uzandıkları halde, o uzanmaz, onun yenme zamanını beklerdi.
Bunun için, Ebu Talib'in ona ayrı sofra kurdurduğu da olurdu.[413]
Ebu Talib'in çocukları, sabahleyin yataklarından gözleri çapaklı, yüzleri asık halde kalktıkları halde; o, parlak yüzlü, sürmeli gözlü olarak sabaha çıkardı."[414]

Fâtıma Hatunun Peygamberimiz (a.s.)a Annesinden Sonra Anne Oluşu; Ona Derin Sevgi ve Saygı Besleyişi


Ebu Talib Amcanın zevcesi Fâtıma Hatun; faziletli,[415] iyi halli bir kadındı. [416]
Peygamberimiz (a.s.)ın yanında, onun büyük bir mevkii ve itibarı vardı.[417]
Fâtıma Hatun vefat ettiği zaman Peygamberimiz (a.s.)ın gözlerinden yaşlar akmış;[418] "Bugün annem vefat etti!" buyurup[419] gömleğini ona kefen olarak sardırmış,[420] cenaze namazını kıldırmış.[421] gömüleceği kabrin içine inip yanının üzerine uzandıktan sonra onu indirtmişti.[422]
"Biz, senin buna yaptığın şeyi başkasına yaptığını hiç görmedik!?" dedikleri zaman:
"Ebu Talib'den sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kimse yoktur!
Âhirette Cennet elbiselerinden elbise giymesi için, ona gömleğimi sardırdım.
Kabre ısınması için de, oraya kendisiyle birlikte uzandım!" buyurmuştur.[423]
Peygamberimiz (a.s.), bu yengesi için duyduğu üzüntüden hayrete düşenlere de:
"O, beni doğuran annemden sonra, annemdi.
Kendisinin çocukları aç durur, suratlarını asarlarken, o önce benim karnımı doyurur, saçımı tarar ve gülyağlarıyla yağlardı.
O, benim annemdi! [424]
Cebrail ((a.s.)), Yüce Rabbim tarafından:
'Bu kadın, Cennetliklerdendir!1 diye bana haber verdi" buyurmuş[425] ve:
"Allah seni yarlıgasın ve hayırla mükâfatlandırsın!
Allah sana rahmet etsin ey annem!
Sen, benim annemden sonra, annemdin!
Kendin aç durur, beni doyururdun!
Kendin çıplak durur, beni giydirirdin!
En nefis nimetlerden kendi nefsini alıkor, bana tattırırdın!
Bunu da, ancak Allah'ın rızasını ve ahiret yurdunu umarak yapardın!
Allah ki, diriltendir, öldürendir, hiç ölmeyen diridir O!
Yâ Allah! Annem Fâtıma binti Esed'i af ve mağfiret et!
Ona hüccet ve delilini anlat!
Girdiği yeri genişlet!
Ben peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duamı kabul buyur ey mer­hametlilerin en merhametlisi olan Allah!" diyerek, onun hakkında dua etmiştir.[426]
Peygamberimiz (a.s.); bu mübarek Cennetlik hatunu, sağ bulunduğu müddetçe, gidip ziyaret eder, onun evinde kuşluk uykusu uyurdu.[427]

Ezd-i Şenue'li Âif’in Peygamberimiz (a.s.) Hakkındaki Teşhisi


Ezd-i Şenue kabilesine mensup bir âif vardı.[428]
Iyafet; kuşları "Kışt!" diye azarlayarak kişileyip, onların isimlerinden, seslerinden, iniş ve geçiş­lerinden uğurluluk veya uğursuzluk çıkarmaya çalışmak demektir ki, bu, Arapların çoğu zaman yapageldikleri âdetlerindendi.[429]
Âif de, kıyafet, alâmet ve izlerden anlayan, gelecek hakkında kehânette bulunan, kuşun uçması gibi şeylerden hüküm çıkaran falcı demektir.[430]
Ezd-i Şenue'li Âif Mekke'ye geldiği zaman, Kureyşîler oğullarını ona götürür, fallarına baktırırlardı.
Ebu Talib de, o zaman çocukluk çağında bulunan Peygamberimiz (a.s.)ı, falına baktırmak için, başkalarıyla birlikte, ona götürmüştü. Falcı; Peygamberimiz (a.s.)a şöyle bir baktıktan sonra, birşeyle biraz meşgul olup işini bitirir bitirmez:
"Yanıma getirsenize o çocuğu!" dedi durdu.
Ebu Talib, onun böyle Peygamberimiz (a.s.)ın üzerine düştüğünü görünce, onu gösterme­di.
Âifin "Yazıklar olsun size! Demin görmüş olduğum çocuğu yanıma getirsenize! Vallahi, ileride onun şanı büyük olacaktır!" deyip durduğu sırada, Ebu Talib, Peygamberimiz (a.s.)la birlikte, oradan yavaşça, sezdirmeden ayrılıp evine gitti.[431]

Peygamberimiz (a.s.)ın Kalbine Re'fet ve Rahmet Dolduruluşu


Peygamberimiz (a.s.), on yaşını birkaç ay geçmiş olduğu sırada kında, üzerinden bir sesin geldiğini işitti.
Başını kaldırıp baktığı zaman, bir adamın diğer bir adama:
"Bu o mudur?" diye sorduğunu gördü.
Sorulan adam:
"Evet!" dedi.
Ne yüzleri, ne de giyinişleri hiçbir kimseninkine benzemeyen bu adamlar, Peygamberimiz (a.s.)ı karşılayıp kollarından tuttular.
Peygamberimiz (a.s.), onların tutuşlarını hiç hissetmedi.
Onlardan birisi, arkadaşına:
"Yatır onu!" dedi.
Peygamberimiz (a.s.)ı, hiç çabalatmadan, eğip bükmeden yere yatırdılar.
Onlardan biri, öbür arkadaşına:
"Yar onun göğsünü!" dedi.
O da, Peygamberimiz (a.s.)ın göğsünü yardı.
Göğsü ne kanadı, ne de ağrıdı.
Yine, biri öbürüne:
"Kin ve kıskançlığı çıkar içinden!" dedi.
O da, pıhtılaşmış kan gibi birşey çıkarıp attı.
Yine, biri öbürüne:
"Rahmet ve re'fet doldur!" dedi.
Bundan sonra, Peygamberimiz (a.s.); küçüklere karşı son derecede şefkatli, büyüklere karşı son derece merhametli oldu.[432]

Peygamberimiz (a.s.)ın Amcasıyla Birlikte Busra'ya Gidişi


Peygamberimiz (a.s.) on iki yaşında bulunduğu sırada idi.[433] Kureyşîler, Şam'a götürüp satmak üzere pek çok ticaret mallan hazırlamışlar, Ebu Talib de bu ticaret kervanına katılıp gitmeye hazırlanmıştı.
Peygamberimiz (a.s.), kendisini de yanında götürecek mi diye bekleyip duruyordu.
Yola çıkılacağı sırada, bütün erkek ve kız kardeşleri, Ebu Talib'i uğurlamaya gelmişlerdi.
Ebu Talib'in, Peygamberimiz (a.s.)a çok sevgisi ve şefkati vardı. Ona:
"Sen de benimle birlikte gidermişin?" diye sordu.
Peygamberimiz (a.s.)ın amcaları ve âmeleri (halaları), Ebu Talib'e:
"Bu yaştaki bir çocuk, hastalıklara uğratılmak için, yemesi içmesi bol bir yere götürülmez!" dediler.[434]
Bunun üzerine, Ebu Talib Peygamberimiz (a.s.)ı hastalıktan korumak üzere[435] geride bırakmaya karar verince, Peygamberimiz (a.s.) ağladı.[436]
Ebu Talib:
"Ey kardeşimin oğlu! Sana ne oldu? Herhalde, seni geride bıraktığım için ağlıyorsun?" dedi.
Peygamberimiz (a.s.):
"Evet!" dedi[437] ve Ebu Talib'in devesinin yularından tutup:
"Benim ne babam var, ne annem!" dedi.[438]
Ebu Talib rikkate geldi:
"Vallahi, seni yanımda götüreceğim! Hiçbir zaman, ne o benden ayrılacak, ne de ben ondan ayrıla­cağım!" dedi ve Peygamberimiz (a.s.)ı yanında götürdü.
Kureyş ticaret kervanı, Şam topraklarından Busra'da konakladı.[439]

Busra'da Rahip Bahîra ile Buluşulması


Busra'da, Rahip Bahîra diye anılan bir rahip, bir de, onun içinde barındığı manastırı vardı. Bahîra, Hıristiyanların en âlimi idi. Hıristiyanların ilmi, onda ve buradaki manastırda idi.
Çünkü, burada; büyükten büyüğe geçerek gelen bir kitap vardı ki, bu manastırda o güne kadar gelip geçmiş rahiplerden, bu kitabdan yararlanmayan, bilgi almayan yoktu.[440] Bahîra'nın asıl adı Circis veya Sercis idi.[441]
Kendisi Teyma Yahudilerinden ve Yahudi âlimlerinden olup,[442] İsa(a.s.)ın dininde idi.[443] Kureyş ticaret kervanı bu sefer onun manastırının yakınında konaklamış bulunuyordu.[444]

Rahip Bahîra'nın Kervan Halkına Ziyafet Çekişi


Kureyş ticaret kervanları daha önceki yıllarda defalarca gelip uğradıkları halde Rahip Bahîra onlar­la hiç konuşmaz, ilgilenmezken, bu yıl, manastırının yakınında konakladıkları zaman, onlar için birçok yemekler yaptırmıştı.
Bu da, kendisinin manastırında oturduğu yerden, Peygamberimiz (a.s.)a ait bazı şeyler gör­müş olmasından ileri gelmişti.
Rivayete göre; Bahîra manastırda bulunduğu sırada, kafile ilerlerken bir bulutun kervandakiler arasında Peygamberimiz (a.s.)ı gölgelediğini, sonra gelip manastırının yakınında bir ağacın göl­gesine indikleri zaman bulutun ağacı gölgelediğini, ağacın dallarının da Peygamberimiz (a.s.)ın üzerine doğru eğildiğini ve onu gölgesinin altına aldığını görmüştü.
Bahîra bütün bunları görünce manastırından indi, ve:
"Ey Kureyş cemaatı! Ben sizin için, yemek yaptım.
Sizin küçük büyük, köle hür, olanlarınızın yemekte hazır bulunmanızı arzu ediyorum!" diye haber gönderdi.
Yemek için geldikleri zaman, Kureyşîlerden birisi:
"Vallahi, ey Bahîra! Senin bugün şaşılacak bir halin var! Biz sana çok kere uğrardık da, bize böyle birşey yapmazdın. Bugün, sendeki bu hal nedir?" dedi.
Rahip Bahîra:
"Doğru söyledin! Siz konuksunuz, ağırlanmaya layıksınız. Ben de sizi ağırlamayı arzu ettim ve hep­iniz yiyesiniz diye yemek yaptım!" dedi.
Hepsi gelip sofra başında toplanmış, yalnızca Peygamberimiz (a.s.), çocuk ve yaşça onların hepsinden küçük olduğu için, ağacın altındaki yüklerin yanında bekçi olarak geride kalmıştı.
Bahîra, gelenlere birer birer bakıp bildiği ve kitabda bulduğu sıfatlan hiçbirinde göremediği için:
"Ey Kureyş cemaatı! Sizden, bu yemekte hazır bulunmayan, geride kalan bir kimse var mı?" diye sordu.
Kureyşîler
"Ey Bahîra! Senin yemeğine gelmesi gerekenlerden, bir çocuktan başka, kimse geride kalmadı! O çocuk da aramızda yaşça cemaatın en küçüğü olup, ağırlıkların yanında geride kaldı" dediler.
Bahîra:
"Yapmayınız! Onu da çağırınız! Bu yemekte, sizinle birlikte, o da bulunsun!" dedi.
Ticaret kafilesinde Kureyşîlerden bir zât
"Lât ve Uzzâ'ya andolsun ki; aramızdan, Abdullah b. Abdulmuttalib'in oğlunun bu yemekten geride kalışı, bizim için, kınanacak bir tutumdur!" dedikten sonra, kalktı. Ona doğru vardı. Kolundan tutup getir­di ve sofradakilerin yanına oturttu.[445]

Rahip Bahîra'nın Peygamberimiz (a.s.) Hakkındaki Teşhisi ve Ebu Talib'i Uyarışı


Rahip Bahîrâ; Peygatm berim iz (a.s.)ı görür görmez, ona dikkatli dikkatli bakmaya ve bedeninden bazı uzuvlarını süzmeye başladı.
Peygamberimiz (a.s.)a baktıkça, kitabda yazılı sıfatlan onda buluyordu.
Cemaat yemeklerini yiyerek dağıldıkları zaman, Bahîra, Peygamberimiz (a.s.)ın yanına gelip:
"Ey çocuk! Ben sana bazı şeyler soracağım. Lât ve Uzzâ hakkı için, sorularımı cevaplandır!" dedi.
Bahîrâ; Lât ve Uzzâ adına yemin ettiklerini, and içtiklerini Kureyşilerden işittiği için, Peygamberimiz (a.s.)a da böyle and vermişti.
Peygamberimiz (a.s.):
"Lât ve Uzzâ adına yemin vererek bana birşey sorma!
Vallahi, ben, hiçbir şeyden, onlardan nefret ettiğim kadar nefret etmem!" dedi.
Bahîra:
"Öyle ise, Allah aşkına, sana soracağım şeyler hakkında bana cevap ver!" dedi.
Peygamberimiz (a.s.):
"Bana istediğini sor!" dedi.
Bunun üzerine, Bahîra; Peygamberimiz (a.s.)a, uyku durumu ve bunlardan başka halleri ve işleri hakkında birçok sorular sordu.
Peygamberimiz (a.s.) da sorulara cevaplar verdi ki, hepsi de Bahîra'nın bildiği sıfatlara uyuyordu.
Bahîra, en sonunda, Peygamberimiz (a.s.)ın sırtına da baktı.
İki omuzu arasındaki peygamberlik hâteminin de, bildiği şekilde, yerli yerinde bulunduğunu gördü.
Rahip Bahîra, sorularını sorup bitirdikten sonra, Peygamberimiz (a.s.)ın amcası Ebu Talib'in yanına geldi. Ona:
"Bu çocuk senin neslinden midir?" diye sordu.
Ebu Talib:
"Oğlumdur" dedi.
Bahîrâ:
"O, senin oğlun değildir! Bu çocuğun babasının sağ olması uygun değildir!" dedi.
Ebu Talib:
"O, benim kardeşimin oğludur!" dedi.
Bahîra:
"Babasına ne oldu?" diye sordu.
Ebu Talib:
"Annesi buna hamile iken, babası öldü!" dedi.
Bahîra:
"Doğru söyledin!" dedi.[446]
"Annesi ne oldu?" diye sordu.
Ebu Talib:
"Öldü!" dedi.
Bahîra:
"Doğru söyledin![447]
Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri çevir!
Yahudilerin ona zarar vermelerinden sakın!
Vallahi, Yahudiler onu görüp de benim onda bulunduğunu anladığım şeylerin onda bulunduğunu anlayacak olurlarsa, muhakkak onu öldürmeye kalkışırlar!
Senin kardeşinin oğlunun çok büyük bir hal ve şanı olacaktır!
Sen, onu memleketine götürmekte acele et![448]
Biz, onun son peygamber olacağını kitablarımızda ve atalarımızdan bize yapılan rivayetlerde bul­muş uzdur![449]
Bu hususta bizden ahd ve mîsaklarda alınmıştır!" dedi.
Ebu Talib:
"Sizden bu mîsakları kim aldı ola?" deyince, Bahîra gülümsedi, sonra da:
"Yüce Allah, onu İsa b. Meryem'e indirdiği kitabda aldı.
Sen, eğlenip kalmayı azalt da, onu memleketine ve doğum yerine hemen döndür!" dedi[450] ve:
"Sen onun üzerine titrersin, değil mi?" diye sordu.
Ebu Talib:
"Evet!" dedi.
Bahîra:
"Vallahi, onu Şam'a götürecek olursan, artık kendisini hiçbir zaman ev halkına kavuşturamazsın!
Muhakkak onu öldürmeye kalkarlar!
Onlar buna düşmandır!ar![451]
Kardeşinin oğlunu, sakın Yahudilerin bulunduğu oralara kadar götü reyim deme!
Çünkü, Yahudiler düşmanlık ehlidirler.
Bu çocuk, bu ümmetin peygamberi olacaktır!
Kendisi, Araplardandır.
Halbuki Yahudiler gelecek peygamberin İsrail oğullarından olmasını isterler, bu çocuğu kıskanırlar.
Sen, kardeşinin oğlu hakkında onlardan sakın.[452]
İyi bil ki, ben sana karşı üzerime düşen öğüt vazifesini yerine getirmiş bulunuyorum" dedi.[453]

Busra'da Üç Yahudinin Peygamberimiz (a.s.)a Suikast Teşebbüsünde Bulunmaları ve Rahip Bahîra Tarafından Vazgeçirilmeleri 


Rivayet edildiğine göne; Peygamberimiz (a.s.)ın amcası Ebu Talib'le yaptığı Şam seferi sırasında Rahip Bahîra'nın Peygamberimiz (a.s.)da gördüğü şeyleri, Ehl-i Kitabdan,[454] YahudiIerden[455] Zebir,[456]Temmam[457] ve Deriş adlarındaki[458] kimselerde gördüler.[459]
Peygamberimiz (a.s.)ı öldürmeyi tasarladılar.
Bunu Rahip Bahîra ile de konuşmaya gelip, konuştular.[460]
Bu Yahudiler; Peygamberimiz (a.s.)a suikast hususundaki görüşlerine Rahip Bahîra'nın da katılacağını sanıyorlardı.[461]
Rahip Bahîra onları böyle birşeye girişmekten en şiddetli bir nehy ile nehyetti.[462]
Kendilerine, Allah'ı hatırlattı.
Kitabda, gelecek peygamberin zikrini ve sıfatını bulduklarını, onu öldürmek isteseler de öldüremeyeceklerini anlattı.[463] Onlara:
"Siz de, onun sıfatını, Kitabda bulamadınız mı?" diye sordu.
"Evet! Bulduk" dediler.
Bahîra:
"O halde, onu öldürmeye, sizin için yol ve imkân yoktur!" dedi.[464]
Bunun üzerine, onlar Bahîrâ'nın söylediği sözlerin doğruluğuna kanaat getirerek Peygamberimiz (a.s.)ı bıraktılar, geri dönüp gittiler.[465]
Ebu Talib de, Rahip Bahîra'nın tavsiyesi üzerine, Peygamberimiz (a.s.)la birlikte, oradan hemen Mekke'ye döndü.[466]

 

Bir Açıklama


İbn İshak'ın (doğumu: 85, ölümü: 151 Hicrî) son zamanlarda bulunup 1401/1982 yılında yayınlanan Kitâbu'l-Mübtedâ ve'l-meb'as ve'l-megâzî'sinin metninde Ebu Talib'in bu seyahat hakkında söylediği 12, 18 ve 13 beyitlik üç manzumesinin bulunduğu ve bunlarda Mekke'den yola çıkışları, Busra'da Rahip Bahîra tarafından ağırlanışları ve isimleri de açıklanan üç Yahudi tarafından Peygamberimiz (a.s.)a yapılmak istenilen suikastın Rahip Bahıra tarafından önlenişi hadiselerinin dile getirildiği görülür.[467]
Bu manzumeler; Bey ha kî tarafından da (doğumu: 384, ölümü: 458 Hicrî), İbn Asâkir tarafından da (ölümü: 571 Hicrî), 5 üheylî tarafın dan da (doğumu: 508, ölümü: 581 Hicrî) bilinmekte idi.
Hatta, İbn Asâkir, bunlardan 12 ve 18 beyitlik olanlarını kitabına[468]; Süheylî de 18 beyitlik olanının başından 9 beytini Ravdu'l-ünüf'üne[469]kaydetmiştir.[470]

Peygamberimiz (a.s.)ın İsim ve Sıfatlarının Ehl-i Kitab Nezdinde Belli Oluşu


Peygamberimiz Muhammed (a.s.)ın isim ve sıfatlan, Musa (a.s.)a indirilen Tevrat'ta ve İsa (a.s.)a indirilen İncil'de yazılı olup Ehl-i Kitab olan Yahudi ve Hıristiyan bilginleri bu husus­ta tam bilgiye sahip bulunmakta,[471] kendilerine Kitab verilenler, Peygamberimiz (a.s.)ı öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımakta idiler.[472]
Nitekim, Yahudi âlimlerinden iken Müslüman olan Abdullah b. Selam:
"Ben, Resûlullah (a.s.)ı, kendi oğlumu tanıdığımdan daha ziyade tanırım!" dediği zaman, Hz. Ömer
"Ey Selam'ın oğlu! Bu, nasıl tanıma?" diye sormuştu.[473]
Abdullah b. Selam:
"Ben, Muhammed ((a.s.))ın gerçekten Resûlullah olduğuna yakînen şehadet ederim.[474]
Kendisinin peygamber olduğunda hiç şüphe etmem [475]
Çünkü, onun Allah tarafından gönderilen peygamber olduğu, na't ve vasıfları Kitabımızda bulun­makta dir.[476]
Kendi oğlum üzerinde ise böyle kesin bir şehadeti yapamam![477]
Çünkü, onun anası[478] kadının ne yaptığını bilemem.[479]
Ne bileyim, belki de ihanet etmiş olabilir!" dedi.[480]
Bunun üzerine, Hz. Ömer
"Ey Selam'ın oğlu! Allah seni hakka isabet ettirmiş!" dedi[481] ve onun başını öptü.[482]

Daha Önceki Peygamberlerden Peygamberimiz (a.s.) Hakkında Ahd ve Mîsak Alınışı


Yüce Allah; daha önceki peygamberlerden de, Peygamberimiz (a.s.)a iman ve yardım etmeleri hakkında ahd ve mîsak almıştır.[483]
Kadı lyaz der ki:
"Yüce Allah, o mîsakı, vahiy ile almıştır. Hiçbir peygamber göndermemiştir ki, ona Muhammed (a.s.)ı veya vasıflarını anmış ve 'Ona eriştiğin takdirde, kesin olarak iman edeceksin!1 diye ken­disinden ahd ve mîsak almış olmasın!
Deniliyor ki: Yüce Allah, bunu kendi kavimlerine de haber vermeleri ve onların kendilerinden sonra gelecek kavimlerine de aynen bildirmeleri hususunda da kesin söz almıştır."[484]
Atâ b. Yesar'dan rivayet edildiğine göre:
Peygamberimiz (a.s.)ın Tevrat'taki sıfatlarından sorulunca, Abdullah b. Amr ibnü'l-Âs demiştir ki:
"Evet! Vallahi, Kur'ân'daki 'Ey Peygamber! Şüphe yok ki, Biz seni şahit, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik!'[485] âyetindeki bazı sıfatlar ile, Tevrat'ta da tavsif buyru I muştur. Şöyle ki:
'Ey Peygamber! Biz seni şahit, müjdeleyici, korkutucu, ümmîler için de koruyucu olmak üzere gön­derdik.
Sen, benim kulumsun, peygamberim sin.
Ben, sana Mütevekkil ismini verdim.
O, ne kötü huyludur, ne katı kalbi idi r; ne de çarşılarda, pazarlarda bağırır, çağırır.
O, kötülüğü kötülükle de karşılamaz, fakat affeder, bağışlar.
Doğru yoldan sapan milleti Lâ ilahe illallah [Allah'tan başka ilah yoktur!] diyerek doğrultmadıkça, kör gözleri, sağır kulakları, kapalı gönülleri açmadıkça, Allah onun ruhunu almayacaktır!'"[486]
Atâ b. Yesar, Yahudi âlimlerinden iken Müslüman olan Abdullah b. Selam'in da bunu aynen tekrar­ladığını; ve yine Yahudi âlimlerinden iken Müslüman olan Ka'bu'l-Ahbar'ı da Abdullah b. Selam'ın söylediklerinin aynısını söylerken işittiğini, Ebu Vâkıdü'l-Leysî'nin kendisine haber verdiğini, aynı zaman­da:
"Onun doğum yeri Mekke, hicret yurdu Taybe (Medine) olacak, kendisi Şam ülkesine hükmede­cektir.
Onun ümmeti de, bollukta ve darlıkta, her yerde Allah'a hamd ederler; her yüksek yerde tekbir getirirler.
Güneşin seyrini izleyip, vakitleri gelince, nerede olursa olsun, namazlarını kılarlar.
Bellerine fota bağlarlar.
Kollarını yıkarlar (abdest alırlar).
Ezanlarının sesleri, geceleyin, gök boşluğunda an uğultusu gibi uğuldar!" dediğini açıklamıştır.
Abdullah b. Abbas da, Ka'b'a:
"Tevrafta, Resûlullah (a.s.)ın natını nasıl buldun?" diye sorduğu zaman, Ka'b:
"Tevrat'ta, onun n a'ti:
'Muhammed b. Abdullah, Mekke'de doğacak, Tâbe'ye (Medine'ye) hicret edecek, Şam'a hakim ola­caktır!
Kendisi ne kötü söz söyler, ne de çarşılarda bağırır çağınr.
Kötülüğü kötülükle karşılamaz, fakat affeder, bağışlar.
Onun ümmeti de, bollukta, darlıkta, her yerde, Allah'a hamd ederler. Tekbir getirirler.
Kollarını yıkarlar (abdest alırlar).
Bellerine fota bağlarlar.
Savaşta saf oldukları gibi, namazlarında saf olurlar.
Mescidlerinde, an uğultusu gibi, uğuldarlar.
Ezanlarının sesleri, gök boşluğunda duyulur!1 diye yazılı bulduk" demiştir.[487]
Kur'ân-ı Kerîm'e göre; Musa (a.s.)a indirilen Tevrat'ta Peygamberimiz (a.s.)ın Ashabının vasıflan, hal ve şanları da şöyle açıklanmış bulunuyordu:
"Muhammed, Allah'ın Resûlüdür.
Onunla birlikte olanlar (Ashab da), kâfirlere karşı çok sert, kendi aralarında ise çok merhametlidirler.
Onların, rükû ve secde ederek; Allah'tan, lütuf ve rızasını istediklerini görürsün.
Onların yüzlerinde, secdelerin izinden dolayı, nuranîlik vardır.
Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır..."[488]
Peygamberimiz (a.s.)ın geleceğini İsa (a.s.) da müjdelemiş, Kur'ân-ı Kerîm'de açık­landığı üzere:
"Birzaman, Meryem oğlu İsa:
'Ey İsrail oğulları! Ben size, Allah'ın gönderdiği peygamberiyim!
Benden önceki Tevrafı tasdik edici, benden sonra gelecek peygamberi de-ki, ismi Ahmed'dir-müjdeleyici olarak geldim" demişti.[489]
İbn İshak'ın (85-151 Hicrî) bildirdiğine göre; İsa (a.s.)a Allah tarafından gelen İncil'de Peygamberimiz (a.s.)ın sıfatı ve ismi hakkında verilmiş olan bilgiyi, İsa (a.s.)ın devrinde havari Yuhannâ da yazdığı İncil'de tesbit etmiş bulunuyordu.
Nitekim, İsa (a.s.), kendisini inkâr eden kavmine karşı:
"Rab tarafından çıkıp gelecek olan o Münhamenna, Rab tarafından çıkıp gelecek olan o Rûhu'l-Kudüs gelmiş olsaydı, o bana şehadet ederdi.
Siz de, şehadet edersiniz.
Çünkü, öteden beri benimle birlikte bulunuyorsunuz.
Ben, bunları size söyledim ki, şüpheye düşmeyesiniz ve sürçmeyesiniz!" demiştir.
Münhamenna, Süryanice Muhammed demektir. Bunun Rumca'sı Baraklitus'dur.[490]
Ebu'l-Ferec İbn Cevzî'nin (540-597 Hicrî), İbn Kuteybe'den (213-276 Hicrî) nakline göre:
İsa (a.s.), havarilerine:
"Ben gidersem, size Faraklit, Rûhu'l-Hak gelecektir!
O, kendiliğinden söz söylemeyecek, ancak kendisine ne söylenirse onu söyleyecektir.
O, bana şehadet edecektir.
Siz de şehadet edersiniz.
Çünkü, siz halktan daha önce benimle birlikte bulunuyorsunuz.
Ben gitmezsem, Faraklit size gelmez!" demiştir.[491]
Gerek Baraklitus, gerek Faraklit sözü Periclotas şekline sokulup Yuhanna İncilinde Teselli Edici diye tercüme edilmiştir.[492]
Şüphesiz ki, İsa (a.s.)ın anadili Yunanca değil, İbranice idi. Kendisine Allah tarafından indirilmiş olan İncil'in de İbranice olacağı tabiîdir.
İsimleri tercüme etmek Ehl-i Kitab âlimlerince âdet olduğundan, İsa(a.s.)ın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği âhir zaman peygamberinin ismini de Yunanca'ya tercüme etmişler ve Arapça mütercimlerde onu Faraklit olarak Arapçalaştırmışlardır.
Bir papaz tarafından yazılıp Hicrî 1268 yılında Kalküta'da bastırılan bir broşürde; Faraklit olarak Arapçalaştırılan ismin İncil'in Yunanca nüshasında Paraklitus şeklinde mi, yoksa Piraklütüs şeklinde mi geçtiği incelenerek, birinci şekle göre ismin Teselli ve Yardım Edici, Vekil mânâlarına geldiği ifade ve ikin­ci şekle göre ise, Muhammed ve Ahmed mânâlarına gelebileceği itiraf edilmiş ve Müslümanların bu şekli iltizam ettikleri ileri sürülmüştür.
Halbuki, iki kelime arasında şekil ve telaffuz bakımından pek az bir fark vardır.
Yunan harfleri, birbirlerine benzerler.
Bazı İncil nüshalarındaki Piraklütüs, belki de, yazıcıların hatası yüzünden Paraklitus olmuştur."[493]
Kur'ân-ı Kerîm'e göre Peygamberimiz (a.s.)ın ashabının "İncil'deki vasıflan da, bir ekin gibidir ki; filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, saplan üzerine, bir düzeye dizilmiştir. Öyle ki, ekincilerin hoşuna gider. Bu (teşhisle) ki, onlarla, kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, onlardan, iyi amel işleyenlere bir mağfiret ve büyük bir ecir vaad buyurmuştur."[494]
Markos İncilinde bu hususta şöyle denilmiş olduğu görülür:
"Ve dedi: Allah'ın melekûtu böyledir. Yere tohum saçan bir adam gibidir.
Gece gündüz uyuyup kalkar, tohum biter ve büyür. Nasıl, o bilmez.
Toprak, kendiliğinden, önce otu, sonra başağı, sonra başakta dolu taneyi verir.
Mahsul kemale erdiği zaman, hemen orağı salar.
Çünkü, hasat zamanı gelmiştir."[495]

İsrail Oğullarının Gelmesini Bekledikleri Üç Peygamber


Yuhannâ'nın İncil menkıbesine göre, Yahudiler üç peygamberin gelmesini beklemekte idiler:
İlki: tekrar geleceğini sandıkları İlya,
İkincisi: Mesîh İsa (a.s.),
Üçüncüsü: Herkesin bildiği, kendisi sadece "O Peygamber" diye anılan peygamberdi.
Yahudiler, Yahya (a.s.)a:
"Sen kimsin?" diye sordukları zaman, o:
"Ben, Mesîh değilim!" dedi.
Yahudiler
"Öyle ise, sen nesin? İlya mısın?" dediler.
Yahya (a.s.):
"Değilim!" dedi.
Bunun üzerine, Yahudiler
"Sen, O Peygamber misin?" diye sordular.
Yahya (a.s.):
"Hayır!" dedi.
Yahudiler
"Öyle ise, sen kimsin? Kendin hakkında, ne diyorsun?" dediler.
Yahya (a.s.):
"Ben, İşaya Peygamberin dediği gibi:
'Rabbın yolunu düzeltiniz!1 diye çölde bağıranın sesiyim!
Aranızda biri duruyor da, siz onu bilmiyorsunuz.
Benden sonra gelen odur! Ben, onun çarığının bağını çözmeye lâyık değilim!" dedi.[496]
İsa (a.s.) ise, Yahya (a.s.) hakkında:
"Eğer kabul etmek isterseniz, gelecek olan İlya, budur!" demiş;[497]gelecek olan Mesîh'in de İsa (a.s.) olduğu,[498] gösterdiği mucizelerle anlaşılmıştır.[499]
Geleceği müjdelenenlerden üçüncüsü olan ve kendisi sadece "O Peygamber" diye anılan[500] son peygamberin gelmesi ise, İsa (a.s.)dan sonra, beklenip duruyordu.
Nitekim, Medineli putperest Evs ve Hazrec kabilelerinin ne zaman Medineli Yahudilerle aralan açıl­sa, Yahudiler onlara:
"Bir peygamber, hemen gönderilmek, gelmek üzeredir!
Onun geleceği zamanın gölgesi düştü.
O peygamber gelince, biz ona tâbi olacak; İrem ve Âd kavimleri gibi, sizi öldürüp kökünüzü kazıy­acağız!" derlerdi.[501]
Rahip Bahîra'nın da dediği gibi, Yahudiler gelmesini bekledikleri son peygamberin İsrail oğulların­dan olmasını arzu etmekte idiler.
Peygamberimiz Muhammed (a.s.) ise, İsmail (a.s.)ın soyundan gelen Araplardan olduğu için; Medineli Yahudiler de Peygamberimiz (a.s.)a kıskançlıklarından dolayı, iman etmemekte ve karşı koymakta direnmiş durmuşlardır.[502]
İbn İshak'ın Abdullah b. Ebi Bekr, b. Muhammed, b. Amr, b. Hazm'dan, onun da Peygamberimizin zevcesi Hz. Safiyye'den rivayetine göre:
Peygamberimiz Muhammed (a.s.)ın Medine'ye hicreti sırasında, Küba köyüne geldiği işitil­ince, babası Huyey b. Ahtab ile amcası Ebu Yâsir b. Ahtab hemen Küba'ya gitmişler, güneş batarken de, çok bitkin ve üzgün bir halde eve dönmüşlerdi.
Ebu Yâsir b. Ahtab, Huyey b. Ahtab'a:
"Bu, geleceği beklenilen O Peygamber midir?" diye sormuş, Huyey b. Ahtab:
"Evet! Vallahi, odur!" demişti.
Ebu Yâsir
"Bunun o olduğunu iyice anladın ve tesbit ettin mi?" diye sormuş, Huyey b. Ahtab:
"Evet!" demiştir.
Ebu Yâsir
"O halde, ona karşı kalbinde ne var?" diye sormuş, Huyey b. Ahtab:
"Vallahi, sağ oldukça, ona hep düşmanlık besleyip duracağım!" demiştir.[503]
Medineli Yahudilerin; Peygamberimiz (a.s.) ve Allah'tan getirdiği Kitabı hakkındaki tutum ve davranışları Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle açıklanır:
"Vaktâ ki, onlara, Allah katından, yanlarındakini tasdik edici, doğrulayıcı bir Kitab geldi ki, onlar daha önce, kâfirlere karşı, Allah'tan böyle bir fetih ve yardım istiyorlardı. İstedikleri kendilerine gelince, (kıskançlıklarından) onu inkâr ettiler. Artık, Allah'ın laneti o kâfirlerin üzeri nedir. "[504]
Yüce Allah, Peygamberimiz Muhammed (a.s.)ı da, Firavun'a gönderdiği resûl gibi bir resûl olarak göndermiştir.[505] Eski Ahid'de de, Musa (a.s.)a Yüce Allah tarafından şöyle denildiği görülür:
"Onlar (İsrail oğulları) için, kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım, ve sözleri­mi onun ağzına koyacağım, ve ona emredeceğim herşeyi onlara söyleyecek ve vâki olacak ki, Benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek olan adamdan, Ben arayacağım!"[506]
İsrail oğullarının kardeşlerinden maksadın, İsmail (a.s.)ın oğulları olduğu malumdur. Onların içinden de, Muhammed (a.s.)dan başka hiçbir kimsenin ilahî vahye mazhar olduğu ve ağzına Yüce Allah'ın Kelamının konulduğu görülmemiştir.[507]
İbrahim (a.s.) ile oğlu İsmail (a.s.)ın, Kabe'nin duvarlarını örüp yükseltirlerken Yüce Allah'a:
"Ey Rabbimiz! Bizden sâdır olan şu hizmeti kabul buyur!
Şüphe yok ki, herşeyi işiten, herşeyi bilen Sensin Sen!
Ey Rabbimiz! Bizi, Sana teslimiyette sabit kıl!
Soyumuzdan da, yalnız Sana boyun eğen Müslüman bir ümmet yetiştir!
Ey Rabbimiz! Onların içinden de, kendilerine Senin âyetlerini okuyacak, onlara Kitabı ve Hikmeti öğretecek, onları iyice temizleyecek bir peygamber de gönder..." diyerek dua ettikleri[508] ve:
"İçinizde, kendinizden bir peygamber gönderdik ki, size âyetlerimizi okuyor, sizi tertemiz yapıyor, size Kitabı ve Hikmeti öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor"[509] buyurularak Peygamberimiz (a.s.) hakkındaki dualarının kabul edilmiş olduğu açıklanmış bulunmaktadır.[510]

Peygamberimiz (a.s.)ın Her Türlü Kötülüklerden Korunarak Büyütülüşü


Peygamberimiz (a.s.), amcası Ebu Talib'in şefkatli kanadı altında güzelce büyüyüp gidiyordu.[511]
Ebu Talib bu koruyuculuğunu ve kollayıcılığını hayatının sonuna kadar devam ettirdi.[512]
Yüce Allah; Peygamberimiz (a.s.)ı, Ebu Talib'in yanında bulundurup[513]peygamberlikle
şereflendireceği için, onu Cahiliye devrinin kötülüklerinden hiçbirine bulaştırmadı.[514]
1. Suyutî'nin Ebu Nuaym ve İbn Asâkir'den nakline göre, Hz. Ali der ki: "Muhammed (a.s.)a, bir gün:
'Sen, hiç puta taptın mı? ' diye soruldu.
'Hayır!' buyurdu.
'Sen, hiç içki içtin mi?' diye sordular.
'Hayır! Ben, daha Kitab ve imanın ne olduğunu bilmezken bile, Kureyşîlerin küfür üzerinde bulun­duklarını bilmekten uzak kalmamı sırrıdır' buyurdu."[515]
Peygamberimiz (a.s.), kendisini çocukluğu sırasında Yüce Allah'ın nasıl koruduğunu şöyle anlatır:
"Öyle bir zamanımı biliyorum ki; Kureyş çocuklarıyla birlikte, bir oyun oynamak üzere, bir yerden bir yere taş taşıyorduk.
Her birimiz, fotasını sıyırıp boynuna dolamış, taşı onun üzerinde taşıyordu.
Ben de, onlarla birlikte böyle yapıp gelir giderken, kendisini görmediğim birisi bana ağrıtıcı bir yum­ruk indirip:
'Bağla fotanı beline!' dedi.
Ben de, hemen, fotamı belime bağladım.
Arkadaşlarımın arasında, yalnız ben, fotalı olduğum halde boynumda taş taşıdım."[516]
2. Cabir b. Abdullah'ın rivayetine göre, Peygamberimiz (a.s.), Kureyş ile birlikte, Kabe için
taş taşıyordu. Fotası da üzerinde idi.

Peygamberimiz (a.s.)ın amcası Hz.Abbas:
"Kardeşimin oğlu! Şu fotanı çözsen, omuzlarının üzerine alsan da, taşıyacağın taşla gitsene!" demişti.
Peygamberimiz (a.s.), fotasını çözüp omuzlarının üzerine koyar koymaz, yere, baygın düştü!
İşte ondan sonra, kendisi hiçbir vakit çıplak görülmemiştir.[517]
Peygamberimiz (a.s.), oniki yaşında bir çocuk iken.[518] Rahip Bahîra'nın Kureyş müşrik­lerinin Lât ve Uzzâ putları adına yemin edip durduklarına bakarak, Peygamberimiz (a.s.)a da "Lâtve Uzzâ hakkı için, sorularıma cevap ver!" dediği zaman, "Lât ve Uzzâ adına yemin vererek bana birşey sorma! Vallahi, ben, bunlardan nefret ettiğim kadar, hiçbir şeyden nefret etmem!" demiştir.[519]
Peygamberimiz (a.s.)ın dadısı Ümmü Eymen der ki:
"Kureyş müşrikleri, tazim için, Buvâne putunun yanında, yılda bir gün toplanırlar, geceye kadar onun yanında saç kestirmek, iti kafa girmek, kurban kesmek suretiyle tören yaparlardı.
Ebu Talib de, Kureyş kavmi ile birlikte bu bayram için hazırlanmış ve Resûlullah (a.s.)ın da bu bayramda kavminin yanında bulunmak üzere hazırlanmasını söylemişti.
Resûlullah (a.s.) bundan kaçınınca, Ebu Talib'in de, Resûlullah'ın âmelerinin (halalarının) da Resûlullah'a son derece kızdıklarını gördüm.
Halaları:
'İlahlarımızdan yüz çevirmek demek olan bu davranışından dolayı, senin bir felakete uğramandan korkuyoruz!' diyerek o kadar ısrar ettiler, o kadar üzerine düştüler ki, Resûlullah (a.s.) yanlarına düşüp gitmek zorunda kaldı.
Allah'ın dilediği kadar bir müddet orada gaip olup görünmedi.
Sonra, korkudan benzi sararmış bir halde dönüp yanımıza geldi.
Halaları:
'Senin başına ne felaket geldi?' diye sordular. O da:
'Bana cin dokunmasından korkuyorum!' dedi.
Halaları:
'Allah, seni şeytanla mübtelâ kılmaz! Sende, iyi haslet ve meziyetler var.
Söyle bakalım, görmüş olduğun şey nedir?' dediler.
Resûlullah:
'Ben, bu putun yanına yaklaşınca, beyaz ve uzun boylu bir adam peyda olup, bana 'Ey Muhammedi Gerine dön! Sakın ona el sürme!1 diyerek bağırıyordu!' dedi.
Artık, kendisine peygamberlik gelinceye kadar, onların bayramına ve törenine katılmadı ."[520]
5. Hz. Ali'nin, Peygamberimiz (a.s.)dan bizzat işitip bildirdiğine göre, Peygamberimiz (a.s.) buyurmuşlardır ki:
"Ben, Cahiliye devri insanlarının işledikleri birşeyi işlemeye iki kere teşebbüs etmiş isem de, Yüce Allah, işlemek istediğim şeyle benim arama girip, beni ondan alıkoydu.
Bundan sonra, Yüce Allah beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötü şeye teşebbüs etmedim !"[521]
İki kere yapmaya teşebbüs edip alıkonulduğum şey de şu idi:
"Bir gece, Mekke'nin yukarı taraflarında, Kureyş'ten bir veya birkaç gençle birlikte kendi koyun­larımızı otlatıyordum.
Arkadaşıma:
'Eğer koyunuma bakarsan, ben de, diğer gençler gibi, Mekke'ye gidip gece konuşmalarına katılayım' dedim.
Arkadaşım:
'Olur. İstediğini, yap!' dedi.
Ben, bu arzumu yerine getirmek üzere, yola çıktım.
Mekke evlerinden ilk evin yanına vardığım zaman, defler, düdüklerle ıslıkçalındığını işittim.
'Nedir bu?' diye sordum.
'Filan erkek, filanca kadınla evleniyor!' dediler.
Hemen, oturup onlara bakmaya başladım.
Derken, Yüce Allah kulaklarımı tıkadı, uyuyakaldım.
Beni ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi!
Hemen, dönüp arkadaşımın yanına geldim.
'Ne yaptın?' diye sordu.
'Hiçbir şey yapmadım!' dedim. Sonra da, başımdan geçeni ona anlattım.
Başka bir gece, yine, arkadaşıma aynı şekilde ricada bulundum. O da:
'Olur. Dilediğini, yap!' dedi.
Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde, şu geçen gece Mekke'ye geldiğim zaman işittiğimin aynısını işit­tim.
Hemen, oraya çöküp bakmaya başladım.
Derken, Yüce Allah kulaklarımı tıkadı.
Vallahi, beni ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi!
Uyanınca, hemen, arkadaşımın yanına döndüm. Başımdan geçeni ona anlattım.
Bundan sonra, Yüce Allah beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötü şeye teşebbüs etmedim ."[522]
6. Kureyş müşriklerinin, pufları olan Lâtve Uzzâ'ya geceleri taptıktan sonra yatmayı âdet edindik­leri sıralarda, Peygamberimiz (a.s.)ın, zevcesi Hz. Hatice'ye "Ey Hatice! Vallahi, ben hiçbir zaman Lâfa tapmam! Vallahi, ben hiçbir zaman Uzzâ'ya tapmam!" dediğini ve Hz. Hatice'nin de "Boş ver Uzzâya Muzzâya!" diye karşılık verdiğini komşusunun işitmiş olduğu rivayet edilir.[523]
İbn İshak (85-151 Hicrî) der ki:
Resûlullah (a.s.); erlik çağına erinceye kadar, mertlik ve insanlıkça, kavminin en üstünü; ahlâkça en güzeli; soy sop itibarıyla en şereflisi; komşuluk haklarını en çok gözeteni; akıl ve uslulukça en büyüğü; doğruluk ve doğru sözlülükte en başta geleni; eminlik ve güvenilirlikte en büyüğü; kötülük­ten, insanları alçaltan huylardan da, insanların en uzak bulunanı idi.
Yüce Allah, bütün iyi haslet ve meziyetleri onda toplamıştı.
Bunun için; kendisi, kavmi arasında 'el-Emîn' adıyla anılırdı ."[524]

Peygamberimiz (a.s.)ın Hılfu'l-fudûl'e Girişi ve Hılfu'l-fudûl'ün İcraatından Bazı Örnekler


Peygamberimiz (a.s.)in yirmi yaşlarında iken[525] amcalarıyla birlikte katıldığı[526] son Ficar kavgasından dönüldükten sonra,[527] Haram aylardan Zilkade ayında idi ki,[528] Yemenli Zübeyd kabilesinden bir adamın satmak üzere Mekke'ye getirdiği bir yük metaını Kureyş eşrafından Âs b. Vâil satın almış, parasını ödemeye yanaşmamıştı.[529]
Âs b. Vâil adamın metaını kendisine geri vermesi isteğine de yanaşmayınca,[530] adamcağız:
Abduddar, Manzum, Cuman, Sehm ve Adiyy b. Ka'b oğulları gibi, Mekke'nin nüfuzlu ailelerinin ileri gelenlerine başvurup Âs b. Vâil 'deki alacağını ödettirmeleri için kendisine yardım etmelerini istemişti. Fakat, bunlar adamcağıza yardımcı olacakları yerde, Âs b. Vâil'i kayırmışlar, adamcağızı da azarlamışlardı.
İşin kötüye gittiğini gören[531] ve çaresizlik içinde kalan adam[532]güneşin doğmak üzere olduğu ve Kureyş ileri gelenlerinin de Kabe'nin çevresinde küme küme oturdukları bir sırada, Ebu Kubeys dağına çıkarak "Ey Fihr hanedanı!" diye bağıra bağıra okuduğu şiirinde, uğradığı zulmü ve haksızlığı açıklayıp yardım dileğinde bulununca;[533] orada hemen kalkıp temaslara başlamak suretiyle ilk harekete geçen ve bu yolda daha başkalarını da harekete geçiren zât, Peygamberimiz (a.s.)ın amcası Zübeyr b. Abdulmuttalib oldu.[534]
Kureyş kabilelerinden:
Hâşim b. Abdi Menaf,
Muttalib b. Abdi Menaf,
Zühre b. Kilab,
Teym b. Mürre,
Haris b. Fihr oğulları, Darü'n-Nedve'de toplandılar.
Durumu aralarında konuştular, ne şekilde hareket edileceğini sözbirliğiyle belirlediler.[535]
Bu hususta andlaşmaya, birbirlerini davet ettiler.
Yaşlılığı dolayısıyla[536] Abdullah b. Cüd'an'ın evinde toplandılar.[537]
Abdullah b. Cüd'an, yemek yaptırıp onlara yedirdi.[538]
"Mekkelilerden ve Mekkeliler dışında, Mekke'ye girecek olan sair insanlardan, Mekke'de zulme ve haksızlığa uğramış bir kimse bırakmamak;[539] mazlumun hakkı geri alınıncaya kadar zalime karşı mazlumla birlikte hareket etmek" üzere ahidleştiler ve akidleştiler.[540]
Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak kadar suyu bulundukça, Hira ve Sebîr dağı yerlerinde durduğu ve üzerlerinde dağ tekeleri yayıldığı müddetçe, ahid ve akidlerine bağlı kalacaklarına and içtiler.[541]
Geçmiş zamanlarda, Cürhüm kabilesinden:
Fadl b. Fadâle,
Fadl b.Vedâa,[542]
Fadl b. Haris,[543] veya Fudayl b. Hâris[544] isimlerinde, eşraftan üç kişinin biraraya gelip:
Zalime karşı mazluma yardım etmek;[545] zayıfın hakkını güçlüden, yabancının hakkını yerliden almak; adaleti aralarında hâkim kılmak üzere, andlaşmışlardı.[546]
Kureyşliler, şekil ve mahiyeti itibarıyla eskisine pek benzeyen bu yeni teşebbüse de; "Fadl adlı kişi­lerin andı" anlamına gelen "Hılfü'l-fudûl" adını verdiler.[547]
Hılfü'l-fudûl'ün ilk işi; Âs b. Vâil'e giderek Zübeydî'nin malını Âs b. Vâil'den çekip almak ve Zübeydîye teslim etmek oldu.
O sırada; Has'am kabilesinden bir adam, umre veya hac yapmak maksadıyla, kızını yanına alarak Mekke'ye gelmişti.
Has'amî'nin Katul diye anılan kızı, herkesin kadınından güzeldi.
Mekke eşrafından Nübeyh b. Haccac; onu, görür görmez, babasının elinden zorla alıp kaçırdı.
Has'amî:
"Bu adamı bulup benim yanıma getirecek bir kimse yok mu?" diyerek feryad etti durdu.
Kendisine:
"Git de, derdini Hılfü'l-fudûl'e anlat!" denildi.
Bunun üzerine, Has'amî, hemen Kabe'nin yanına dikilip:
"Yâ Hılfe'l-fudûl! Yetiş imdadıma!" diyerek bağırmaya başlayınca, kılıçlarını sıyırıp her taraftan boyunlarını uzatarak Has'a-mî'nin yanına yetişenler:
"İşte, sana yardıma geldik. Ne oldu sana?" diye sormaya başladılar.
Has'amî:
"Nübeyh, kızım hakkında bana zulmetti: kızımı elimden zorla çekip aldı!" dedi.
Hılfü'l-fudûl ashabı, hemen Has'amî'yiyanlarına alarak Nübeyh'in evine gittiler, kapısının önüne dik­ildiler.
Nübeyh yanlarına çıkınca, kendisine:
"Yazıklar olsun sana! Sen de biliyorsun ki, biz, bu hususta akid yapmışızdır! Haydi, tez getir kadını!" dediler.
Nübeyh:
"Emrinizi yerine getireyim! Fakat, bir gece olsun, ondan yararlanmama müsaade ediniz!" dedi.
HıIfü'l-fudûl ashabı:
"Hayır! Vallahi, sana süt sağım zamanı kadar bile müsaade edilemez!" dediler. Bunun üzerine, Nübeyh, kadını çıkarıp babasına teslim etmek zorunda kaldı.[548]
Peygamberimiz (a.s.), amcalarıyla birlikte bulunup[549] Abdullah b. Cüd'an'ın evinde yapıldığını bildirdiği Hılfü'l-fudûl hakkında,[550] "Ona İslâmiyet devrinde bile davet edilsem, icabet eder­im" buyurmuştur.[551]

 

Peygamberimiz (a.s.)ın İzinin Makam'dakine En Çok Benzediği


Güvenilir ravilerin Abdullah b. Abbastan rivayetlerine göre,[552]Peygamberimiz (a.s.)in yirmi yaşlarında bulunduğu sırada idi ki, Kureyşliler kıyafet ve izlerden anlayan kâhin bir kadının yanına varıp:
"Şu Makam sahibine[553] iz bakımından[554] hangimizin daha çok benzediğini bize haber ver?" dediler.[555]
İbrahim (a.s.); İsmail (a.s.)la birlikte Kabe'nin duvarlarını yükseltirlerken,[556] İbrahim (a.s.)ın uzanıp yerden taş alması ve duvara kaldırması zorlaşınca,[557] İsmail (a.s.), bir taş getirip İbrahim (a.s.)ın ayağının altına koymuş, o da onun üzerinde dikil­erek duvar örme işine devam etmişti.[558]
Kabe'nin yapısı sona erinceye kadar bu iskele taş, köşelerde dolaştırılmış durmuştu.
İşte, İbrahim (a.s.)ın üzerinde durduğu bu Taş'a "Makam-ı İbrahim" adı verilmiştir.[559]
Kur'ân-ı Kerîm'de de:
"Şüphesiz ki, âlimler için feyizli ve aynı hidayet olmak üzere konulan İlk Beyt (Mâbed), elbette ki Mekke'de olandır. Orada, apaçık alâmetler, Makam-ı İbrahim vardır..."[560] buyurularak, bu mübarek taş anılmıştır.
İbrahim (a.s.)ın gerek iskele gibi kullandığı ve gerek üzerine dikilip insanları hacca davet ettiği bu mübarek taşın[561] üzerinde İbrahim (a.s.)ın iki ayağının izi de bulunmaktadır.[562]
Kâhin kadın, Kureyşîlerin isteklerine karşı:
"Eğer, siz şu ince milli yerin üzerine bir yaygı serer, sonra da onun üzerinde yürür geçerseniz, ben size istediğinizi haber veririm" dedi. Kureyşîler; ince, yumuşak milli yerin üzerine hemen bir yaygı serdil­er, sonra da üzerinden yürüyüp geçtiler.
Kâhin kadın; Peygamberimiz (a.s.)ın izini görünce:
"Bu iz; Makam'dakine, benzerlikte en yakınınızdır!" dedi.
Bundan, yirmi yıl[563] veya yirmi yıla yakın[564], ya da Allah'ın dilediği kadar[565] bir müddet geçtikten sonra, Yüce Allah, Muhammed (a.s.)ı, peygamber olarak gönderdi.[566]

Peygamberimiz (a.s.)ın Ticaret Hayatına Atılışı


Kureyşliler; öteden beri ticaretle uğraşırlardı.[567]
Ticaretle uğraşmayanların ise, ellerinde hiçbir şeyleri bulunmazdı.[568]
Peygamberimiz Muhammed (a.s.); onaltı yaşında bulunduğu sırada, amcası Zübeyr b. Abdulmuttalib'le birlikte, Kureyşlilerin ticaret kervanına katılarak Yemen'e gitti.[569]
Giderken, önlerine gerilen puğur deveyi uysallaştırmak, gelirken de kafilenin önüne düşerek onları sel sularıyla dolup taşan geçitsiz vadiden selametle geçirmek gibi halleri görüldü.[570]
Bu hadiseler, ayrıntılı olarak şöyle anlatılır
Ticaret kafilesi giderken bir vadiye uğramışlardı ki, erkek, puğur bir deve oradan kimseyi geçirmemekte idi.
Kafile, geri dönmek istedikleri zaman, Peygamberimiz (a.s.);
"Ben onun hakkından gelirim!" diyerek kafilenin önüne düştü.
Puğur deve Peygamberimiz (a.s.)ı görünce uysallaştı.
Peygamberimiz (a.s.) kendi devesinden inip onun üzerine bindi. Vadiyi geçtikten sonra, onu salıverdi.
Seferlerinden dönüşlerinde de, su ile dolup taşan bir vadiye rastlamışlar ve duraklamışlardı.
Peygamberimiz (a.s.) "Siz, beni takip ediniz!" dedi. Kafile onu takip ederek selametle geçtil­er. Sanki, Yüce Allah, oradaki suları kurutmuş, geçit verir hale getirmişti.
Mekke'ye gelip bunları anlattıkları zaman, halk "Bu gencin hal ve şanı, büyük olacak!" demeye başladılar.[571]
Peygamberimiz (a.s.); zengin Kureyş kadınlarından Hz. Hatice hesabına, Cüreş pazarına iki kere ticaret seferi yapmış ve her sefer için, kendisine ücret olarak genç ve erkek birer deve ver-ilmiştir.[572]
Cüreş, Yemen'in Mekke tarafına düşen birinci iklimde 65 boylam 17 enlem derecesinde bulunan sancaklarından, büyük ve geniş şehirlerinden idi.[573]
Hz. Hatice; kendisine ait malları Tihâme'deki Hubaşe pazarında da sattırmak üzere Peygamberimiz (a.s.)ı ücretle tuttu ve Kureyşîl erden tuttuğu başka bir zâtı da Peygamberimiz (a.s.) m yanına kattı
Hubaşe, Arapların pazar yerlerinden bir yer olup,[574] Yemen'de idi ve Mekke'ye altı günlük bir mesafede idi.
Orada, her yıl Recep ayında,[575] üç gün[576] veya sekiz gün pazar kurulur,[577] alışveriş yapılırdı.[578]
Bu sefer; Peygamberimiz (a.s.)ın, Hz. Hatice hesabına Hubaşeye Meysere ile birlikte yap­tığı ilk seferi idi.
Oradan, Tihâme kumaşı satın alıp Mekke'ye getirmişler, Hakîm b. Hizam'a satarak çok güzel bir kazanç sağlamışlardı.[579]
Peygamberimiz (a.s.):
"Ben, Hatice'den daha hayırlı patron görmedim. Ben ve arkadaşım, seferden dönüp de, onun yanın­da, bizim için biriktirilmiş buğday ekmeği, nefis ve turfanda türlü yemişleri hazır bulmadığımız olmamıştır!" diyerek Hz. Hatice'yi övmüştür.[580]
Ebu Talib Amca, bir gün Peygamberimiz (a.s.)a:
"Ey kardeşimin oğlu! Ben, malsız bir adamım.
Zamanın, üzerimize çöken sıkıntısı, son dereceyi buldu.
Kıtlık ve mücadele yıllan, bizde ne sermaye bıraktı, ne de ticaret!
İşte, kavminin ticaret kervanı Şam'a gitmeye hazırlanmış bulunuyor. Hatice binti Huveylid de, bu kervana, yükleyeceği mallarla katılacak, mallarının üzerinde de, kavminden bazı adamlar gönderecek-tir.[581]
Kendisinin, senin gibi güvenilir, temiz ve vefakâr bir insana çok ihtiyacı vardır. İşlerinden ve ticaretinden bir kısmına seni vekil yapması için yanına varıp kendisiyle konuşmuş olsaydık, iyi olurdu.[582]
Yine de, gidip dileğini ona arzedecek olursan, herhalde, hemen kabul eder.[583]
Temizliğin sebebiyle, seni başkasına üstün tutar, sanırım.
Gerçi, ben senin Şam taraflarına gitmeni istemiyor ve sana Yahudilerden bir zarar gelmesinden korkuyorum, ama bundan başka bir fikir, bir çare de bulamıyorum" dedi.[584]
Peygamberimiz (a.s.):
"Belki de, o (Hz. Hatice), bu hususta bana bir haber salar" dedi.
Ebu Talib Amca:
"Ben, onun, senden başkasını vazifelendireceğinden de endişe ediyorum. Sen, işi tedbirli olarak talep ve takip et!" dedi.[585]
Peygamberimiz (a.s.):
"Amcacığım! Sen, nasıl istiyorsan, öyle yap!" dedi.[586]
Hz. Hatice; şerefli ve çok zengin bir kadındı, ticaretle uğraşırdı. Güvendiği kimselere sermaye verip-aralarında belirleyecekleri şarta göre, zarar ve ziyan sermayeye ait olmak üzere-onlaria ortak olur, elde edilen kazançtan bir kısmını onlara verirdi.[587]
Hz. Hatice; Ebu Talib ile Peygamberimiz (a.s.) arasında geçen konuşmayı işittiği zaman;[588] Peygamberimiz (a.s.)ın son derecede doğruluğunu, eminliğini ve iyi huyluluğunu çok iyi bildiği için.[589] "Ben onun bunu isteyeceğini bilmiyordum!" dedi[590] ve hemen, Peygamberimiz (a.s.)a haber salıp ticaret kervanını götürenlere veregeldiğinden daha fazla ücret vermek şartıy­la ticaret malını Şam'a götürmesini teklif etti.[591]
Peygamberimiz (a.s.) Hz. Hatice'nin yanına gelince, Hz. Hatice:
"Ben, seni, Şam'a göndereceğim ticaret mallan üzerinde göndermek için çağırdım.
Senin doğru sözlü, son derecede gücenilir, güzel huylu olduğunu biliyorum.
Sana, kavminden hiçbir kimseye vermediğim ücretin birkaç katını vereceğim!" dedi.[592]
Peygamberimiz (a.s.), Hz. Hatice'nin bu teklifini kabul etti.[593]
Hemen, amcası Ebu Talib'le buluşup, durumu ona anlattı.[594]
Ebu Talib:
"Bu, Allah'ın sana gönderdiği bir nzıktır.[595]
Ey kardeşimin oğlu! Bana erişen habere göre, Hatice filan adamı iki erkek genç deve vermek üzere tutmuş. Biz sana da bu kadar ücret vermesine razı değiliz. Senin için, bu hususta onunla bir konuşsak olmaz mı?" dedi.
Peygamberimiz (a.s.):
"Sen nasıl istersen öyle olsun!" dedi.
Bunun üzerine, Ebu Talib, hemen Hz. Hatice'nin yanına gitti:
"Ey Hatice! Sen, Muhammed'i tuttun mu? Haber aldığıma göre, filan zât, iki erkek genç deve ver­mek üzere tutmuşsun.
Biz, Muhammed için, dört erkek ve genç deveden başkasına razı değiliz!" dedi.
Hz. Hatice:
"Sen bunu bize uzak ve düşman olan bir kimse için bile dilemiş olsaydın, yine kabul ederdik. Kaldı ki, bize akraba ve dost olan birisi için dilemiş bulunuyorsun ki, bu nasıl kabul edilmez?" dedi.[596]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...