İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ
BÖLÜM 11
9- Kelâm Mes'elelerînde Görüşleri Ve Eserleri
Ebû Hanîfe'nin hayatını anlatırken dedik ki: O, asrında bulunan çeşitli fırkalarla münakaşa ve mücadele yapardı. Böyle mü-bâhaselerde bulunmak için muhtelif yerlere seyahatler yaptığı olurdu. O, ilmî hayata bu fırkalarla münakaşa yaparak başlamıştır. Sonra fıkha dönmüştür ve ehl-i re'y fıkhının rakipsiz imamı olmuştur. Fakat yine de muhtelif fırkalarla münakaşa ve mücadeleyi tamâmiyle bırakmış değildir. İlmî vazifesi, dînî vecibesi onu böyle bir şeye çağırınca hemen koşardı. Onun için asnndaki ke-lâmcıların daldıkları mevzular hakkında Ebû Hanîfe'nin de görüşleri naklolunmak tadır. İmanın hakikati, günah irtikap e;den hakkında görüşleri, kaza ve kader mes'elelerine, Allah'ın iradesi yanında insan iradesine dair sözleri bize kadar gelmiştir. însan iradesinde hür müdür? İhtiyarı var mıdır, yoksa iradesinde cebre mi tâbidir? Bunlar hakkındaki görüşleri ve düşünceleri iki yolla bize gelmektedir:
1- Dağınık rivayetler hâlinde zaif veya kuvvetli yollarla naklolunmaktadır. Hangisi kuvvetli, hangisi zayıf bunu ayırmak mümkündür.
2- Ona nisbet bâzı kitaplar yoliyle biz onun görüşlerini Öğreniyoruz. Bunların başında Fıkh-ı Ekber kitabı gelir, İbn-i Nedim Fihristinde diyor ki:
«Ebû Hanîfe'nin dört kitabı vardır. Onlar da: Fıkh-ı Ekber, EI-Alim Vel-Mütaallim, Osman b. Müslim, El-Bettî'ye risalesi ki, bu eser îman ve îmanın amelle bağlılığı hakkındadır, bir de Kaderiyeye red kitabı vardır. Bunların cümlesi kelâm ilmine ve akaide dairdir.»[1]
Bu kitapların içinden Fıkh-ı Ekber eskidenberi gayet muteber tutulmuştur. Bu küçük risale matbûdur. Hind'de Haydarabad'da müstakil bir tab'ı vardır. Eser muhtelif yollarla rivayet olunmuştur. Birisi Ebû Hanîfe'nin oğlu Mammâd yoliyledir. Bunu Aliyyül-Kaari şerh etmiştir, Ebû Muti' Belhi'nin rivayeti Fıkh-ı Basit diye mâruftur. Bunu da Ebû Leys Semerkandî, Atâ b. Ali Cozcanî şerh etmişlerdir. Diğer rivayetleri ve şerhleri de vardır. îmam Ebû Mansur Mâtüridi'ye nisbet olunan bir şerh de vardır. Bu şerhin Mâtüridiye nisbeti söz taşır. Çünkü onda Eş'arilere karşı cevaplar vardır. Bundan onun Ebû Hasan Eş'ariden sonra yazılmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki Mâtürîdi ile Eş'ari çağdaştırlar. İmam Mâtürîdi 332, Eş'-ari ise 333 veya 334 tarihinde vefat etmişlerdir.
10- Fıkhı Ekber Hakkında
Fıkh-ı Ekber'in Ehû Hanîfe'ye nisbeti ulemâ arasında tetkik ye bahis mevzuudur. Ulemâ bu eserin Ebû Hanîfe'ye nisbetinin doğruluğunda ittifak etmiş değildir. Hattâ Ebû Hanîfe'nin en ha-, raretli taraftarları olan ve onun eserlerinin sayısını ziyadeleştirmek isteyen muhibleri bile bu hususta ittifak iddiasında değildirler, îbn-i Bezzazı Menakıbmda; Fıkh-ı Ekber ve El-Âlim Vel-Mütealli-me hakkında konuşurken şöyle diyor: «Ebû Hanîfe'niv. tasnif edilmiş bir kitabı yok diyecek olursan, ben de cevaben derim ki, bu mutezilenin sözüdür. Onların iddiaları Ebû Hanîfe'nin ilm-i kelâma dair eseri olmadığını söylemektir. Bundan da maksatları Fıkhı Ekber'in ve El-Âlim Vel-Müteallim kitabının onun olmadığını ortaya atmaktır. Çünkü bunlarda Ehl-i Sünnet Vel-cemâat kaidelerinin ekserisini tasrih etmiştir. Halbuki Mutezile onu kendilerinden göstermek hevesindedir. Bu kitap Ebû Hanîfe Buhâri'nin, derler. Bu açıkça bir karıştırmadır. Ben bu iki kitabı da Allâme Kürdî Imadî hattıyle gördüm. Her ikisinde de bunların Ebû Hanîfe'nin olduğunu yazıyordu. Ulemâdan çoğu bunun üzerinde birleşmişlerdir.»[2]
Görülüyor ki, Bezzâzî bu kitabın Ebû Hanîfe'ye nisbetinde ulemânın çoğu ittifak etti diyor. Bütün ulemâ ittifak etti demiyor. Demek oluyor kiri kitabın ona nisbeti ulemâdan bâzısmca şüpheli görülüyor.
11- Eserîn Mevzuuna Bakış
Fıkh-ı Ekber kitabının Ebû Hanîfe'ye nisbetı hususunda ulemânın dedikleri böyledir. Bunun hakkında rivayetler çeşitlidir.
Kat'i hükme varabilmek için en doğrusu eserin metnini gözden geçirmektir. Eserindeki mes'elenin hepsinin Ebû Hanîfe'ye nisbeti doğru mu? Yoksa bâzıları onun zamanında ele alınmayan mevzular mı? Bu cihet incelenmelidir.
Biz Hind'de tabolunan Fıkh-ı Ekber kitabına baktık. Bâzı aydınlatıcı noktalar gördük.
Peygamberlerden sonra en faziletli olanları şu sırayla tertip ediyor: «Peygamberlerden sonra insanların efdali Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali'dir. Bunlar daima ibâdet eden, Hak üzere sabit ve hakla beraber olan zatlardır. Biz hepsini severiz. Ashabdan hiç birini hayırdan başkasıyla anmayız..»
Halbuki bütün menakıb kitaplarında zikredilen rivayetler onun Hz. Osman'ın Hz. Ali'den üstün tutup öne geçirmediğinde ittifak ederler. Bir sened'e dayanan bu rivayetler, senedi olmıyan bir metinden daha kuvvetlidir.
Fıkh-ı Ekber'de bâzı öyle mes'eleler görüyoruz ki, bunlar onun asrında ve ondan önceki çağlarda mevzuubahs edilmiş şeyler değildir. Elimizde bulunan kaynaklardan hiç birinde onun çağdaşlarından veya ondan öncekilerden birinin mucize, keramet ve istid-rac arasındaki farkı anlatmağa teşebbüs ettiğini göremiyoruz. Halbuki Fıkh-ı Ekber şöyle diyor: «Peygamberlerin mucizeleri, evliyanın kerameti haktır. Fakat haberlerde geldiği üzere iblis, Firavun, Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olup da onları .şimdiye kadar vukua gelmiş ve gelecek bulunan hallerine ve mucize ve ne de keramet deriz, istidractır: Hacetlerini yerine getirmek deriz. Zira Allah, düşmanların hacetini onları derece derece cezaya çekmek ve nihayet cezaya çarpmak kabilinde yerine getirir, onlar da buna aldanip daha azarlar. Bunlar caiz ve mümkündür.»
Evliyanın kerameti, kâfirlerden sadır olan hârukuiâde ahval, olağanüstü şeyler arasındaki farka dair bir söze o asırda cereyan eden münakaşalara tesadüf edemiyoruz. Bunlar îslâmda tasavvuf meydana çıktıktan sonra kelâm uleması arasında bahis mevzuu yapılmağa başlanmıştır. Ulemâ ermiş evliyaya Allah'ın neler bahsettiğinden söz açtılar, erenlerin olağanüstü hallerinden bahse . daldılar. Bu cihet bizi, mes'elenin esere sonradan ilâve olunduğu zannına götürmektedir. Veyahut eser Mâtürîdi ve Eş'arî görüşlerine göre o sırada yeniden yazılmıştır.
12- Akaîd Görüşlerini Anlama Yolu
Ebû Hanîfe'nin akaide dair görüşlerini biz, yukanki sebeplerden dolayı yalnız Fikh-ı Ekber'den ve El-Âlim Vel-Müteallim'den almakla iktifa etmiyoruz. Bunları tarih kitaplarındaki rivayetlerden bu iki kitapta olanlara uygun düşüncelerle birleştiriyoruz. Böylece dört mes'eleyi ele alıp onlar üzerinde konuşacağız : 1- iman, 2- Büyük günah işleyen hakkında hüküm, 3- Kudret ve irade mes'elesi, 4- Kur'ân mahlûk mu, değil mi münakaşası.
13- ÎMANIN HAKÎKATINA Dalr
Imâm-ı A'zam'a göre îmanın hakikati hakkında Fıkh-ı Ekber'-de olanlar muhtelif rivayetlerde naklolunanlara uymaktadır. Onun için bunları doğruluğunda şüpheye mahal yoktur. Fıkh-ı Ekber şöyle diyor:
«îman, ikrar ve tasdiktir.»[3]
islâm hakkında şöyle diyor: «islâm Allah'a teslim olmak, O'nun emirlerine boyun eğmektir. îman ile islâm arasında lügat bakımından fark varsa da islâm olmayınca îman olmaz, îman olmayınca da islâm olmaz. Bu ikisi içle dış gibidir. Din: îmana, Is-îâma ve bütün şeriatlere şâmil olan bir isimdir.»[4]
14- Îman Ve İslâm Bîr Mî?
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre îman sade kalple tasdikten ibaret değildir. îmanın hakikati kalbîe tasdik ve lisanla ikrardır. Böylelikle îman ile islâm, lâzım ve mezlum gibi birbirlerine bağlanıyor, kaynaşıyor, islâm olmayınca îman olmaz, îman bulunmayınca islâm da yoktur.
Ebû Hanîfe, bu husustaki görüşünün delilini, Cehm b. Safvari ile arasında geçen bir münakaşada izah etmektedir. Bu münazarayı sana da nakleedlim de Ebû Hanîfeyi fikirlerini izah eder ve delilini getirirken sen de dinlemiş ol!
Mekkî Menakııbnda diyor ki: «Cehm b. Safvan, Ebû Hanîfe'y-le konuşmak arzusiyle onun yanma geldi ve :
— Ya Ebû Hanîfe, hazırladığım bâzı mes'eleler üzerinde konuşmak üzere sana geldim, dedi.
Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Seninle konuşmak abestir, seninle münakaşaya dalmak ateşe girmektir.
— Sözümü dinlemeden benim hakkımda bu ağır hükmü nasıl veriyorsun?
— Bana senin öyle sözlerini ulaştırdılar ki, onları Ehl-i Kıble olan bir Müslüman söylemez.
— Benim hakkımda gayba göre mi hüküm veriyorsun?
— Bunlar senin hakkında öyle meşhur olmuş şeyler ki, avamı da, havası da bunları duydu, herkes biliyor. Ben de ona göre söyledim.
—Ya Ebû Hanîfe, ben sana başka birşey sormıyacağım, yalnız îmanı soracağım.
— Bu vakte kadar îmanın ne olduğunu öğrenmedin mi ki bana soracaksın?
— Evet öğrendim, fakat bir nevide şüphem var.
— îmanda şüphe küfürdür.
— Küfürün bana hangi cihetten geldiğini beyan etmelisin.
— Sor, söyliyeyim.
— Bana söyle bakalım, bir kimse kalbiyle Allah'ı tanıyor, onun bir olduğunu, şeriki ve dengi olmadığını biliyor, sıfatlarını tanıyor. Lisanıyla bunları söylemeden Önce Ölüyor. Bu kimse mü'-min olarak mı öldü, yoksa kâfir midir?
— Kâfirdir, kalbiyle bildiğini Hsaniyle söylemedikçe Cehennem ehlindendir.
—- Allah'ı sıfatiyle bildiği halde neden mü'min olmuyor?
— Söyle, eğer Kur'ân'a inanıyor ve onu delil olarak kabul ediyorsan sana onunla cevap vereyim. Eğer Kur'ân'a inanmıyor ve onu delil tutmuyorsan, yine söyle, islâm milletine muhalif olanların konuştukları tarzda konuşup sana cevap vereyim.
— Kur'ân'a îmanım var, onu delil olarak kabul ediyorum.
Öyleyse dinle, Allah'u Teâlâ kitabında îmanı kalb ve lisana yani bu iki azaya bağlıyarak zikreder.
«Resule indirileni dinledikleri zaman onların gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Zira onlar Hakkı tanırlar ve derler ki, ey Rabbımız, îman ettik, bizi de şahit olanlarla beraber..»
«Biz niçin Allah'a ve bize gönderilen gerçeğe îman etmiyelim ve Rabbimizin bizi de iyi insanlar arasına katmasını dileyelim.»
îşte Allah da onları bu söylediglerinden dolayı altından ırmaklar akan Cennetlerle mükâfatlandırdı. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, iyi işler işleyenlerin mükâfatıdır.» (Mâide; 83-85)
Cenab-ı Hak onları Allah'ı tanıdıkları ve bunu sözleriyle söylediklerinden dolayı Cennete koymaktadır. Ve onlan kalbiyle tasdik ve lisanla ikrarları yüzünden mü'minlerden sayıyor.
Yine Allah'u Teâlâ buyuruyor ki:
«Deyin ki: Biz Allah'a inandık, bize gönderilen Vahye, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve oğullarına vahyedilen şeylere ve Musa ile İsa'ya verilene ve. bütün Peygamberlere Rab'ları tarafından gönderilenlere îman ettik. Onlardan hiç birini diğerlerinden ayırmayız, biz ona teslim olanlarız.
«Eğer onlar da sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse hak olan doğru yolu bulmuş olurlar.» (Bakara: 136-137)
îman ettik deyin, yâni lisanla söyleyin demektir.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
«Onlara takva kelimesini gerekli kıldı.» (Fetih Sûresi: 26)
«Bunlar sözün en iyisine iletilmişlerdir.» (Hac Sûresi: 24)
«Temiz söz ona yükselir.» (Fatır Sûresi: 10)
«Allah îman edenleri dünya hayatında da, âhirette de kavl-i sabit üzere sebatlı kılar.» (İbrahim Sûresi: 27)
Bütün bunlarda îman sözünden bahis vardır. Söz dille olur.
Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: «Lâ İlahe illallah deyin, felah bulursunuz.» Felah bulmayı kelime-i şehâdeti söyleme-, den yalnız marifete bağlamıyor. Yine Peygamberimiz buyurur : «Kim ki Allah'tan başka Tanrı yoktur, derse ve kalbinde de bu böyle ise o Cehennemden çıkar.»
Allah'ı tanıyan Cehennemden çıkar demedi, diliyle söylemeğe bağladı.
Eğer sözle söylemek lâzım olmasa ve yalnız marifet kâfi gelseydi, lisaniyle Allah'ı red ve inkâr eden kimse kalbiyle Allah'ı bildiği vakit mümin sayılırdı. İblis de mümin sayılırdı. Çünkü o Rab-bini tanıyor ve yaradam, öldüreni, tekrar dirilteni, kendisine ığva eden o olduğunu biliyordu. Bakın nasıl diyor: «Yarab, beni neden ığva ettin? Ba's edeceğim güne kadar bana mühlet ver!» «Beni ateşten yarattın* onu ise balçıktan yarattın». Kâfirler de lisanla inkâr etseler de Rablarmı bildikleri zaman mü'min olurlardı. Allah'u Teâlâ buyurur:
«Nefisleri bunları kabul ettikleri halde yine inkâr ettiler.» (Nahl: 14 )
Lisanlariyle inkâr ettikleri için Allah'ı bir bildikleri halce onları mü'minlerden addetmiyor. Yine Allah buyurur:
«Allah'ın nimetlerini bilirler, sonra inkâr ederler, onların ekserisi kâfirdir.»
«De ki: Gökten ve yerden size rızk veren kim? işitmeğe ve görmeğe hâkim olan kim? Ölüden diri çıkaran, diriden ölü çıkaran kim? işi çevirip yürüten kim? Şüphesiz Allah'tır diyecekler. De ki: Korkmaz mısınız, işte o sizin Hak Rabbiniz Allah'tır.»
inkâr etmeleri yüzünden bilmeleri, marifetleri fayda vermedi. «Oğullarını nasıl bilirse onu öylece bilirler.»
Fakat Allah'ı inkâr ettiklerinden dolayı marifet ve bilgi hiçbir fayda sağlamadı.
Bunları dinleyince Cehm:
«— Benim aklıma bir çok şeyler koydun, yine gelip sana baş vuracağım» dedi.[5]
Mekkî, Ebû Hanîfe'nin: «Kalbiyle tanıyıp diliyle ikrar etmeden ölürse kâfirdir» sözünü şöyle izah ediyor: «Ebû Hanîfe'nin bu sözünün yorumu şudur: Diliyle ikrar etmemekle itham olunduğu takdirde yine ikrar etmezse, o zaman kâfir olur. Yâni: Kalbinde olanı diliyle de söyle, denilse de söylemese o vakit kâfirdir. Fakat böyle bir töhmet ve zan yoksa, meselâ denizde, bir adada veyahut bir mağarada tenha bulunsa, kalbiyle tanırsa kâfir olmaz.»
Demek oluyor ki, Ebû Hanîfe îmanı iki cüzden mürekkep sayıyor: Kalbiyle kat'î inanma, yani itikat-ı câzim olacak; sözle de bunu ikrar ederek kalbindeki tanımayı açığa vuracak, ilân edecek. Sözle ikrar zaruridir. Çünkü kaîbde olan teslimiyyeti meydana çıkaran odur. Lisanla söylemedikçe kalbdeki bilinmez. Onun için Ebû Hanîfe'nin îman taksiminde: Kalbiyle îman eden kimse diliyle söylemedikçe insanlar arasında mü'min sayılmasa da, Allah indinde mü'mindir.
ibn-i Abdulber tntikâ kitabında Ebû Hanîfe'ye göre, îman ve aksamını şöyle beyan ediyor: «Ebû Mukatil, Ebû Hanîfe'den naklediyor, demiş ki: îman, marifet, tasdik ve islâm ikrardır, insanlar tasdikte üç mertebe üzeredir: Bir kısmı; Allah'ı ve Allah tarafımdan her geleni kalbiyle ve lisaniyle tasdik eder. Bir kısmı lisa-niyle söyler, fakat kalbiyle inanmaz. Bir kısmı kalbiyle tasdik eder, lisaniyle bunu söylemez, Allah'ı ve Peygamberinin Allah tarafından getirdiklerini kalbiyle tasdik edip lisaniyle ikrar edenler hem Allah nezdinde ve hem insanlara göre mü'mindirler. Lisaniyle söyleyip kalbiyle inanmıyan Allah indinde kâfirdir, insanlara göre m-ü'-min sayılır. Çünkü insanlar onun kaibindekini bilmez. Kelime-i şehâdeti söylemek suretiyle imanını lisaniyle gösterdiğinden ona mü'min adını verirler. Kalblerde olanı bilmeğe onları zorlayama-yız. Bir kısmı Allah nezdinde mü'mindir, insanlara göre ise kâfirdir, Bu da şöyle olur, bir mü'min, kendini korumak için lisaniyle küfür izhar eder, onu bilmiyen kimse ona kâfir der. Halbuki o Allah nezdinde mü'mindir.»[6]
Bütün bunlardan görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre itibar yalnız kalble tasdike değildir. Behemehal teslim olmak, buna razı "olmak ve mümkün olduğu zaman bunu açığa vurmak, lisaniyle söylemek lâzımdır. Şayet korku gibi bir sebeple îmanını gizli tutmak, lisaniyle söyleyememek mecburiyeti varsa, o takdirde kalbiyle tasdikle iktifa eder. Lisanla söylemese de mü'mindir.
Bu iz'anla teslimiyet, gönülden Allah'a boyun eğmek, mü'min ile münafık arasını ayıran vasıftır. Münafık lisanla söyler, fakat kalbi inanmaz. Mü'minin hâli ise gönül nzasiyle Allah'a teslim olmaktır. Kalbi tslâma bağlıdır. Münafığın hâlinde marifet var, fakat iz'an ve teslimiyet yok. Lisaniyle söylese de kalbinde îman mevcut değil.
15- Amel Îmandan Cüz Mü?
Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre: Amel îmandan cüz değildir. Ona bu hususta iki grup muhaliftir:
Birisi: Mutezile ile Hariciler, bunlar ameli îmandan cüz sayarlar. Amel etmiyen kimse mü'min addolunmuyor, onlar pratik islamcıdırlar.
ikincisi: Fukahâ ve muhaddisler, bunlara göre amel îmana dahildir, fakat îmanın aslına dahil değildir. îmanın artması ve eksilmesi bakımından îmana dahil sayılır. Onlara göre Şeriat ahkâ-miyle amel etmese de tasdik bulunduğu zaman mü'min sayılır, fakat bu tarzda îmanı kâmil sayılmaz. îşte buradan îman artar ve eksilir mes'elesi çıkıyor.
16- İman Ne Artar, Ne Eksîlîr
Ebû Hanife'ye göre îman ne artar, ne eksilir. Onun için gök ehlinin, yer ehlinin îmanı hep bir sayılır. Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği rivayet olunuyor:
«Yer ve gök ehlinin îmanı birdir. Evvelin ve âhirinin, öncekilerin ve sonrakilerin îmanı ve Peygamberlerin îmanı aslında birdir. Zira biz hepimiz bir Allah'a îman ettik. Onu tasdik ettik.
Farzlarsa çok muhteliftir. Keza küfür de birdir. Kâfirlerin sıfatları çoktur. Hepimiz Peygamberlerin îman ettiklerine inandık. Lâkin onların îmanda ve bütün taatta bizlere sevapça üstünlüğü vardır. Zira onlar taatta efdaî oldukları gibi bütün umurda sevapça efdaldirler. Rabbinriz bize bu hususta haksızlık yapmış değildir. Çünkü o bizim hakkımızı azaltıp kısmadı. Belki Peygamberlere izaz ve ikram için fazlından daha ziyade verdi. Zira onlar insanların rehberidir. Allah'ın emir elçileridirler. Kimse mertebece onlara eşit olamaz. Zira insanlar fazilete onlar sayesinde erdiler. Cennete giren herkes onların daveti ve duasiyle girer.»[7]
îmanın hakikati tasdiktir ve Ebû Hanîfe'ye göre ne artar, ne eksilir. Tasdik ziyadeîiği ve noksanlığı kabul etmez. Fazilet ve amel bakımından mü'minler birbirlerinden farklıdır, inanış kuvvetli veya hafif olur.
Ebû Hanîfe'den sonra gelenlerin çoğu bu mes'elede ona muhalefet ettiler. Müslim Şârİhi, Nevevî diyor ki: «Tasdik ziyadeîiği kabul eder. Çünkü tasdik, fazla nazar ve delillerin kuvvetli olması nisbetinde artar. Hattâ sıddîklerin îmanı en kuvvetlidir. Onlara hiç şüphe arîz olmaz, onların îmanı sarsılmaz. Karışık ahval içinde kalsalar da kalbleri daîma münşerihtir, huzur içindedir. Onlardan başkaları ise öyle olamaz. Bu inkârı kabil olmıyan bir gerçektir. Akıllı bir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk'ın tastikine başka hiç bir kimsenin tasdikinin müsavi olmıyacağmda şüphe etmez. Onun için Buhâri şunu zikretmiştir:
«Ibn-i Müleyke diyor ki: Otuz sahabeye yetiştim, her biri nifaktan korkardı. Hiç birisi Cebrail ve Mikâil îmanı gibi îmânı olduğunu söylemiyordu.»
İbn-i Bezzazı bu söze şöyle cevap veriyor :
«Tek bir bakış eğer kat'î surette cezme götürür ve tasdik ederse, istenen tasdik hâsıl olmuş demektir. Öyle değilse ona tasdik değil, zan denir. Bir tasdikle hâsıl olan cezm, bin defa tekrarlansa o yine birinci tasdikdir, bir nazarla hâsıl olan cezm de böyledir. Çok nazarla ziyadelik hâsıl oimaz.»
Bunlar iki türlü görüştür. Biz tasdikin kuvvetinin birbirinden farklı olduğuna kaniiz. Bu da amelde kendini gösterir. Tasdik var, öyle kuvvetlidir ki, şahıs onun hükmüne muhalefet edemez. Tasdik var, akla tesir eder, fikir, mantık ona boyun eğer. Kalb onun hük-rnüna râm olur. Fakat tasdik var bütün şuur ve arzulara hâkim olamaz, şuur, his ve amel bir yanda olur akıl fikir ve mantık diğer yanda kalır.
17- Ehh Cennet, Ehl-I Nâr
Ebû Hanîfe'ye göre îmanın rüknü tasdik olduğundan ve oda artıp eksilmediğinden günah işlemek yüzünden kimse tekfîr olunamaz. Çünkü îmanın aslı olan tasdik mevcuttur. Amel etmese de îman vardır, âsiler mü'min sayılırlar. Onlar sadece amel-i saliha bâzı seyyiât katıyorlar demektir. Umulur ki, Allah onların tevbele-rini kabul eder.
Intikâ şunu naklediyor: «Ebû Mukâtil diyor ki: Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim. İnsanlar bize göre üç mertebe üzeredir. Birincisi: Peygamberler olup Cennet ehlindendirler. Peygamberin Cennet ehlinden olduklarını haber verdikleri de Cennet ehlindendirler. ikincisi: Müşriklerdir. Onların Cehennem ehlinden olduklarını biliriz. Üçüncüsü mü'minlerdir. Onlar hakkında bir hüküm veremeyiz, ne Cennet ehlinden ,ne de Cehennem ehlinden olduklarını beyân edemeyiz. Onların Cennet ehlinden olmalarım dileriz. Cehennem ehlinden olmalarından korkarız. Allah'u Teâlâ'nın buyurduğu gibi deriz: «Amel-i salih işlediler, seyyiât ta karıştırdılar. Umulur ki, Allah onların tevbesini kabul eder.» Onlar hakkında hükmü verecek olan Allah'tır. Onların Cennet ehlinden olmasını dileriz. Çünkü Cenâb-ı Hak buyurur:
«Allah, şirk koşmayı asla affetmez, Bunlardan başkasını dilerse affeder.»
«Onların günahlarından ve hatâlarından dolayı endişe ederiz. Çünkü Peygamberlerden başka kimse Cennetle müjdelenmiş değildir, îsterse gece gündüz oruç ve namazla vakit geçirsin. Bir de Peygamber tarafından Cennet ehlinden oldukları haber verilenler Cennetliktir.»[8]
Bu sözler Fıkıh-ı Ekber'de olanlara tamâmiyle uygundur. Orada aynen şöyle denir: «İsterse büyük günah olsun, onu helâl tanımadıkça bir günahtan dolayı bir Müslümanı tekfir edemeyiz. îman adını ondan çekip atmayız. Biz ona mü'min ismini veririz.»
18- Âsîleri Tekfîr Etmez
Ebû Hanîfe'nin bu hususta sözü böyledir. Bunlar sağlam, mantıkî sözlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de olan va'd ve vaîde uygundur. Ulemâ bunu beğenmiş ve fukahânın cümlesi bunu böyle kabul etmiştir. Hicret yurdu olan Medine'nin fakıhı îmâm Mâlik bu hususta Ebû Hanîfe'ye muvafakat ederdi. Ömer b. Hammâd b. Ebû Hanî-fe diyor ki: «îmam Mâlik b. Enes'le görüştüm, onun yanında oturdum, onun ilmini dinledim, ondan ayrılacağım zaman ona dedim ki:
— Düşmanlık yapan hasedciler sana Ebû Harîfe'yi olduğundan başka türlü tanıtmağa çalışmalarından emin değildim.. Ben sana onu olduğu gibi tanıtmak isterim. Onun fikirlerini beğenirsen ne âlâ, yoksa sende ondan daha iyisi varsa onu da öğrenmiş olurum.
— Söyle bakalım, öyleyse, dedi. Şöyle konuştuk:
— Ebû Hanîfe günahından dolayı mü'minlerden kimseye kâfir oldun demez, dedim.
— Ne güzel söylemiş, dedi, veyahut isabet etti, dedi.
— O bundan daha büyüğünü söyledi: Kötü künahlar işlese de tekfir etmem, dedi.
— İsabet etmiş ve güzel söylemiş.
— Bundan daha büyüğünü söylerdi, dedim.
— Nedir o? dedi.
— Bir adam, taammünden, kasden günah işlese yine tekfir etmem, dedi.
— Doğru söylemiş.
— işte onun dedikleri bunlardır, her kim ki sana onun sözleri bunlardan başka türlü olduğunu haber verirse ona kanma.»[9]
19- Mürcîecilîk Hakkında Sözleri
Müteahhirinden cumhur Muslinimin re'yi bunun üzerine karar kılmıştır. Müslüman cemaatına bu hususta muhalif olanlar Hâriciler ve Muteziledir. Hal böyle iken bu söz ulemâdan bâzısı tarafından Ebû Hanîfe'ye dil uzatmak için vesile yapılmıştır. Bundan onun Mürcieden olduğu neticesini çıkarmışlardır. Şehri s tanı'nin bu itham hakkındaki sözünü yukarıda beyan etmiştik. Bizzat o Fikh-ı Ekber kitabında kendisinden bu töhmeti reddedip almakta ve kendi mezhebiyle Mürcie arasındaki farkı belirtmektedir:
«Mü'mine günahları zarar vermez, mü'min ateşe girmez, o fâ-sık ta olsa, dünyadan mü'min olarak çıktıktan sonra ateşte ebedî kalır deyemeyiz. Mürcie Taifesinin dediği gibi bizim hasenatımız makbuldür, günahımız yargılanmıştır da diyemeyiz. Fakat şöyle deriz: Kim ki ifsat eden ayıplardan, iptal eden hallerden hâîî olarak bütün şartiyle' iyilik yaparsa onu küfürle, dinden dönmekle, kötü ahlâkla iptal etmez ve mü'min olarak bu dünyadan giderse, Allah onun amelini zayi etmez. Kendi Iûtfundan kabul ederse, sevap verir. Allah'a şirk koşmamak, küfre sapmamak şartiyle irtikap edilen günahların sahibi mü'min olarak ölünceye kadar tevbe etmezse o Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse onu ateşte azaplandı-rır. Dilerse onu affeder. Cehennemde azap etmez.»[10]
Fıkh-ı Ekber'in bu ibareleri, întikâdan ve münakaşa kitaplarından naklettiklerimize tamâmiyle uygundur. Ebû Hanîfe'nin görüşüyle Mürcie arasındaki farkı daha ziyade açıklamaktadır. Doğrusunu isterseniz. Mürciecilik son devirlerine doğru ibahcılığa -herşeyi mubah saymaya doğru daha çok kayıp yaklaşmıştır. Fâsık-lar orada istedikleri kapıyı açık buldular. Onun için Zeyd b. Ali şöyle demiştir: «Fasıklan Allah'tan af bekleme tama'ma düşüren Mürcieden ben teberri ederim,»
Onun için diyebiliriz ki: Büyük günah işleyen hakkında görüşler üç guruba ayrılmıştır: Bir kısmı onları, mü'minlerden saymaz Hâriciler ve Mutezile gibi. Bir kısmı îmanla beraber mâsiyet hiç zarar vermez, Allah bütün günahları affeder, der. İşte bunlar dâ mezmun Mürciedir. Üçüncü grup ki, ulemanın ekserisi bunlardandır. Bunlarca âsi olan tekfir olunmaz, iyiliğe on misli cevap vardır» günaha ise kendi miktarı kadar azap vardır. Allah'ın affı hiç bir kayıt altına alınmaz, bir hadde tâbi değildir, tşte Ebû Hanîfe bu ulema zümresi ndendir. Cumhur Müsîimînin akidesi de budur. Eğer bu re'ye kail olanlara Mürcie denirse o zaman Cumhur Müsli-mîn Mürcie demek olur.[11]
îyi araştıran ulemâ, Mürcie namını yalnız ikinci gruba vermektedirler. Onun için Ebû Hanîfe'den Mürcieliği reddederler. Çünkü o esaslara göre Mürcie'de amel ve taat cihetini ihmal vardır. Ameli hesaba katmıyorlar. Halbuki muttakî olan Ebû Hanîfe asla böyle bir şeye kail değildir.
Hayrat'ül-Hisan'da şöyle deniyor: «Bir kısmı Ebû Hanîfe'yi Mürcie'den saymaktadır. Bu söz doğru değildir. Evvelâ Mevâkıf sarihi diyor ki: Mürcie'den olan Assan'ı Ebû Hanîfe'yi de Mürcie'den sayıyor ve kendi görüşlerini ona nisbet ediyordu. Bu ona iftiradır. O, şöhreti olan bu büyük imama Mürciecilik nisbet ederek mezhebi yaymağa bakıyordu. Sonra Amidî diyor ki:
«Onu Ehl-i Sünnet Mürciesinden saymış olsalar gerek. Çünkü Mutezile ilk zamanlarda kader mes'elesinde kendilerine her muhalif olana Mürcie damgası vuruyordu. Veyahutta Ebû Hanîfe iman eksilmez ve artmaz dediğinden, ameli îmandan geri bırakır zannettiler ve Mürcie'den saydılar. Halbuki bu böyle değildir. Çünkü Ebû Hanîfe amele son derece ehemmiyet verir. Birçok amel mes'e-lelerinde fıkhî içtihadı vardır.»
Üçüncü olarak İbn-i Abdulber diyor ki: «Ebû Hanîfeîyi çeke-miyorlardi. Hased edenleri çoktu. Ondan olmıyan şeyi ona nisbet ediyorlardı ona yakışmayan şeyleri uydurup söylüyorlardı.»
îşte Ebû Hanîfe'nin Mürcieciliği hakkında ulemânın sözleri bunlardır. Bence Ebû Hanîfe asla Mürcieden addolunamaz. Meğer ki fâsıkı, mü'minlerden sayan herkes mürcieden addedilmiş olsun. Allah'u Teâlâ âsilerin bâzısını affeder, Allah'ın affı bir kayıt ve tahdit altına alınamaz. Bu hâle göre yâlnız Ebû Hanîfe değil. Mutezileden başka bütün fukahâ ve muhaddisler Mürcie zümresine girmiş olur ki, bu doğru değildir.
20- Kader Ve İnsanların Amelleri Mes'elesi
Ebû Hanîfe nüfuz-ı nazar sahibi, iyi görüşlü bir zattır. Onun için kader mes'elesine dalmaktan çekinirdi. Ve arkadaşlarına da bunu tavsiye ederdi. Yusuf b. Hâlid, Basra'dan geldiği zaman ona şöyle demiştir:
«Bu, insanların karşısına dikilmiş güç bir mes'eledir. Bunu halledin güçlüğü kim yenebilecek? Bu Öyle kapalı bir mes'eledir ki, anahtarı zayi olmuştur, anahtarı bulunursa o zaman içindeki belli olacak, onu açacak olanlar, ancak Allah indinden haber getirenlerdir.»
Kaderiyyeden bir grup ona gelerek kader mes'elesini münakaşa yapmak istediler. Onlara şöyle dedi: «Bilmez misiniz ki, kadere bakan, güneşe bakan gibidir, baktıkça gözleri kamaşır, şaşkınlığı artar.» Fakat Kaderiyye bu haddi aştılar, kaza ile adalet arasım nasıl bulabileceğini sordular. Allah herşeyin nasıl olacağına hüküm ve kaza ediyor. Onun kazası ve kaderi üzere o işler oluyor. Sonra neden kaza ve kader çerçevesi dairesinde yaptıklarından dolayı insanları hesaba çekiyor? îşte bunu sordular ve dediler ki:
— Allah'ın mülkünde kazası dışında bir şey yapmak mahlûh-tan hiç birinin elinden gelir mi?
— Hayır, gelemez, Yalnız kaza iki türlüdür. Biri Vahiyle emirdir. Diğer kudrette takdir eder, kudret verir. Meselâ küfre kudret verir, fakat emir vermez. Belki nehyeder. Emir de iki türlüdür. Emr-i tekvîn, yâni birşeyi meydana getirmek ,olmak emri. Ol, der, olur. Bu vahiy emrinden başkadır.»
Ebû Hanîfe'nin bu taksimi ne güzeldir. O kazayı kaderden ayırıyor. Ona göre kaza demek: Vahy-i İlâhî ile Allah'ın vermiş olduğu hükümdür. Kader ise kudret-i îlâhiye altında cereyan edendir. Allah ezelden halkın umurunu takdir etmiştir. Vahyin muktezasına göre kullarına takalifi vardır. Ameller kulun ihtiyariyle Allah'ın takdiri üzere cereyan eder. Emir de iki kısımdır, icat ve tekvîn emri var, bir de teklif emri var. Kâinattaki umur birinciye göre cereyan eder. Âhırette ceza ise ikinci teklif emrine göredir.
Burada şöyle bir mes'ele var: Taat ve isyan kulun dilemesiyle midir? Yoksa Allah'ın meşietiyle midir? Şayet kulun meşîetiyle ise Allah irade eder mi? Allah'ın iradesi emrinden ayrılır im? Bu halli müşkîl bir mes'eledir. Ebû Hanîfe bu mes'eleye insan, bilgi takatinin varabileceği şekilde ve Allah'ın kudret ve kemâline lâyık tarzda şöyle cevap veriyor:
«Ben bu hususta ortadan söylerim, ne cebir var, ne de tefviz var. Allah'u Teâlâ kullarına takat getiremiyecek bir şey teklif etmez. Onlardan yapamıyacaklan bir şey istemez, işlemedikleri bir şeyden dolayı onları cezalandırmaz. Yapmadıkları bir şeyi onlara sormaz. Bilgileri olmryan bir şeyin münakaşasına dalmalarına rızası yoktur. Bulunduğumuz hâli Allah'u Teâlâ bilir.»[12]
işte bu mes'elede mütefekkire yakışan söz budur. Coşkun dalgalar gibi çalkalanan bu mes'eleye, içinde boğulurum endişesiyle dalmak istemiyor, insan iradesine lâyık olduğu hürriyeti veriyor. Çünkü bu hissolunur bir emirdir.
Her hangi bir münakaşacı onu girmek istemediği bu mevzua sürüklemek isterse, beşer ilminin takat getiremiyeceği bu mes'eleye sokarsa yasak hududu geçmez. Kaderiye'ciler[13] ona sordular :
Bize haber ver. Allah bir kuluna küfrünü murat ederse ona iyilik mi yapmış olurw yoksa fenalık mı?
Şu cevabı verdi:
— Fenalık etti, zulüm etti denilmez. Allah'ın emrine muhalefet edenler hakkında bunlar söylenir. Allah ise bundan münezzehtir.
Bağdat tarihinde Ebû Yusuf'tan naklolunuyor:
Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim. Bir kaderci, ile konuştun mu, sana söyliyeceği iki şeydir: Ya küfür etmek, ya sükût etmek. Ona bu şeylerin böyle olacağını Allah eskiden biliyor muydu diye sorulsa: Buna karşı: Hayır derse kâfir olur. Evet derse ona sorulur: Bildiği gibi olmasını mı diledi, yoksa bildiğinin hilâfına olmasını mı diledi? Cevabında: Bildiği gibi olmasını diledi derse mü'-minden îmanı, kâfirden küfrü dilediğini ikrar etmiş olup, yok ilminin hilâfına olmasını diledi derse Allah hem diliyor, hem de meramına nail olamıyor demek. Bildiğinin aksine dileyen ve bildiği olmayan bir tanrı tanımak ise küfürdür.»
Hulâsa Ebû Hanîfe bu mevzua muayyen hudutlar dahilinde dalıyor. Bu denizde fazla açılmıyor. Hayır ve şer her şeyin Allah'ın kaderiyle olduğuna inanıyor. Allah ilminin, iradesinin ve kudretinin şumuline îmanı var. Allah'ın iradesi haricinde insandan bir iş sadır olmaz. İnsanın taatı ve mâsiyctleri kendisine aittir, insanın cüz'i iradesi ve ihtiyan vardır. Onun için yaptığından sorulur, hesap verir. Hayır olsun, şer olsun zerre kadar haksızlık görmez. Bunlar Kur'ân'ın akideleridir. Ebû Hanîfe bunları Kur'ân'm sağlam âyetlerinden alıyor. Kadercilerle münakaşa yapması onlann önünü kesmek, onları susturmak, delâletlerini yüzlerine çarpmak içindir.
21- Ebü Hanîfe Îtîdalden Ayrılmaz
Ebû Hanîfe cebre kail olan Cehmi'ye'nin nazariyesini almıyor. O insanın ef'âlinde iradesi olmadığına kani değildir. Bununla beraber görüyoruz ki, onu tenkîd edenler daima onun Cehmiye'den olduğunu ileri sürüp duruyorlar; böylece ona iftira atıyorlar. Cehme ta'zîm için onun devesinin yularını tuttuğunu söylüyorlar. Bu yalanı uyduruyorlar. Halbuki o, Cehm'Ie münakaşalar yapıyor onun bâtıl delillerini çürütüyordu. Nasıl ki Ebû Yusuf onun şöyle dediğini nakleder: «Horasan'da iki sınıf şer insan var: Cehmiye ve Müşebbihe.»
ilim ve faziletten mahrum olan bâzı kimselerin iftira atarak ulemâya haksızlık yapmaları olsa olsa bu kadar olur. Hayır ve şer kaderle olduğuna hükmetmezse Mûtezili derler, hayır ve şer kaderle olduğuna hükmederse Cehmiye derler. Halbuki o Cehmiyeden uzak olduğunu kendisi haykırıyor. Doğru rivayetler onun Cehmiye'nin yollarını kesip bâtıl propagandalarının yapılmasına engel olduğunu anlatmaktadır.
22- Hâlk-ı Kur'ân Mes'elesî
Ebû Hanîfe zamanında bâzı kimseler Müslümanlar arasında Kur'ân'm mahlûk olduğuna dair sözler etmeğe başladılar. Kur'ân Hz. Peygamberin en büyük mûcizesidir, fakat Allah'ın mahlûkudur, diyorlardı. Bildiğimize göre bu sözü ilk söyleyen Ca'd b. Dirhem olmuştur. Onu Horasan Valisi Hâlid b. Abdullah idam etmiştir. Cehm b. Safvâ da buna kail oluyordu.
Ebû Hanîfe düşmanları onun da bu re'yde olduğunu iddia ediyorlar ve onun bundan dolayı iki defa tövbeye çekildiğini söylüyorlar. Sözde Emevîlerin Irak Valisi olan Yusuf b. Ömer tarafından bir defa, başka bir defa da kadı Ibn-i Ebî Leylâ tarafından tevbe ettirilmiş imiş!
Sabit olmuş bir töhmeti veya delile dayanan bir görüşü ulu orta reddetmek bizim âdetimiz değildir. Fakat bu hususta Ebû Hanîfe'ye nisbe tolunan bu rivayetleri kabul etmekte tereddül ediyoruz. Bunları doğru bulmuyoruz. Çünkü bunlar onu kötülemek istiyen düşmanları yoliyle gelmektedir. Ve elimizde bunlara muarız rivayetler de vardır. Ve bunlar kabule daha lâyıktır. Çünkü bunlar töhmet altında olmıyan mevsuk kimselerin rivayetleridir. Akâid hususunda rasgele söz söylememekle şöhret bulan, ölçülü konuşan Ebû Hanîfe'nin sânına yakışan da budur. Çünkü o ancak selefin daldığı mevzulara dalardı. Selefin görüşlerini ve dînî hakikatleri müdafaa ederdi.
Onun Kur'ân mahlûktur deyip de sonra bundan tevbe ettirildiğine dair olan rivayetleri bir yana bırakalım da onun bu mesele hakkındaki kanaatim başka haberlerden öğrenmeğe çalışalım. Bu hususta iki haber nakledeceğiz.
Birincisi: Bağdat tarihi diyor ki: «Kur'an mahlûktur sözüne gelince denildiğine göre Ebû Hanîfe'nin buna asla kail olduğu yoktur.» Yine orada şöyle deniyor: «Ne Ebû Hanîfe, ne Ebî Yusuf, ne Züfer, ne Muhammed ve ne de onların arkadaşlarından hiç birisi Halk-ı Kur'ân hakkında asla birşey demediler. Haîk-ı Kur'ân hakkında Bişr, Merisi, Ibn-i Ebî Duâd konuştular ve işte bunlar Ebû Hanîfe'nin ashabına da leke sürdüler.»[14]
ikincisi: întikâ kaydediyor: Ebû Yusuf diyor ki: «Bir Cuma günü Küfe mescidine bir adam gelerek Kur'ân hakkında sorar. Ebû Hanîfe orada yoktur, Mekke'de bulunmaktadır." Oradakiler aralarında ihtilâfa düşerler, Ebû Yusuf diyor ki: Vallah o insan şekline girmiş bir şeytandı zannederim; bizim halkımıza sokuldu, bize bu mes'eleyi sordu, biz de birbirimizle soruştuk ve cevap da vermedik. Üstadımız burada yok, o söze başlamadıkça biz söze katılmağa hoş görmeyiz, deyip savdık. Ebû Hanîfe geldiği zaman ona bu mese'leyi açtık, şöyle şöyle oldu, bu hususta ne biliyorsun, dedik. Yüzünün rengi değişti. Güç bir mes'ele vuku buldu da biz de o, hususta bir şey söylemedik zannetti. Nasıl oldu diye sordu. Biz de şöyle oldu diye anlattık. Bir müddet sükûta daldı. Sonra: Siz ne cevap verdiniz? dedi. Biz de hiçbir cevap vermedik, yanlış bir şey söyleriz, sen de onu beğenmezsin diye korktuk da bir şey söylemedik,, dedik. Bunu duyunca sevindi ve:
— Allah hayırla mükâfatlandırsın, benim vasiyetimi iyi tutun. Bu hususta asla birşey demeyin, bunu asla sormayın. Yalnız şunu bilin: Kur'ân Allah'ın kelâmıdır, deyin. Buna bir harf bile ziyade etmeyin. Zannetmem ki bu mes'elenin sonu gelsin.»[15]
23- Açık Netice : Hâlk-I Kur'ân Mes'etesine Dalmaktan Çekinirdi
Bu sözlerden çıkan netice şüphe bırakmayacak surette gösteriyor ki, Ebû Hanîfe bu mes'eleye dalmaktan çekiniyordu. Fakat düşmanları bu yolda asılsız şeyler uydurdular; Ebû Hanîfe'ye iftira ettiler. Hanefiyyeden bazılarının hâlk-ı Kur'ân'a kail olmaları onların bu asılsız sözlerinin yayılmasına ve doğru zannedilmesine yardım etti. Ebû Hanîfe onların iftiralarının gadrine uğramıştır. Bâzı Hanefîyyenin sözlerini ona yüklemişlerdir. Yine bu cümleden olarak Ebû Hanîfe'nin torunu ismail b. Hammâd b. Ebû Hanîfe'nin Hâlk-ı Kur'ân'a kâiî olması da bu isnadın ona yapışmasına sebep olmuştur. Çünkü rivayete göre, İsmail b. Hammâd şöyle demiş: «Kur'ân mahlûktur, bu benim re'yimdir ve atalarımın re'yi-dir..» Bişr b. Velid bunu şöyle reddetmiştir.
— Senin re'yindir, buna evet deriz. Fakat atalarının re'yi olduğuna gelince, buna cevabımız: Hayır, öyle değildir, olacaktır.
Hâlk-ı Kur'ân'a kail olan Mutezile .ilimde fıkıhta yüksek mevki sahibi olan kimselerin de bu re yde olduklarını' söyleyerek kendi mezheblerini tervice çalışıyorlardı. Ebû Hanîfe'yi de bu işe karıştırdılar.
Bütün bunlara dayanarak diyoruz ki: Ebû Hanîfe Hâlk-ı Kur'* ân mes'elesine dalmamıştır, bu mevzuu kurcalamamıştır. Ve pek tabiî ki Kur'ân mahlûktur da dememiştir. Kanaatımızca bu mes'e-leyi mevzuubahs etmek günah da sayılmaz!
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbn-i Nedim, El-Fihrist
[2] İbn-ı Bezzâzî, Menâkıb-ı Imam-ı A'zam, c. II, s. 108.
[3] Fıkh-ı Ekber, Haydarâbâb Tab'i, s.10
[4] Aynı eser, s, 11
[5] Mekkî, Menâkıbı Ebû Hanife, c. I, s. 145 - 148
[6] İbn-i Abdulber, Intikâ, s. 168.
[7] İbn-i Bezzazı, Menâkıb-i İmâmı A'zam c. II, s. 141
[8] İbn-i Abdulber, Intilçâ, s. 167.
[9] Mekkî, Menakıbı Ebû Hanîfe, c. I, s. 77.
[10] Ebû Hanîfe, Fıkh-ı Ekber, s. 9, Haydarâbâc tab'ı.
[11] El-Müel ve'l Nihal sahibi bunlara Ehl-i Sünnet Mürciesİ namını verir.
[12] Yusuf b. Hâlid Sdmtî ile geçen konuşması.
[13] Kaderiye: însan filini yaratır,Allah mâsiyeti murad etmez derler
[14] Hatib Bağdadi, Târihi Bağdat, c. XIH, s. 377, 378.
[15] İbn-i Abdulber, İntikâ, s. 156.