17 Nisan 2014

İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ BÖLÜM 2





İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ 

BÖLÜM 2

10- Doğumu

Ebu Hanîfe Hazretleri, Hicretin 80 inci yılında Kûfe'de doğ­muştur. Ekseriyetin rivayeti bu olup tarihçiler de bunda ittifak et­miştir. Diğer bir rivayete göre 61 senesinde doğduğu söyleniyorsa da bu hem zayıftır, hem de onun hayatının sonuna uymamaktadır. Çünkü onun vefatı 150 senesindedir. Ekseriyete göre ölümü Man-sur'un ona yaptığı işkenceden sonradır. 61 senesinde doğduğu far-zedilirse, Mansur'un ona kadılık teklif ettiği zaman 90 yaşında ol­ması lâzımdır. Halbuki bu yaşta olan kimseye böyle gayet mühim bir devlet işi teklif olunmaz. Teklif olunsa bile yaşının geçkinliğini ileri sürerek özür dilemesi gayet kolay olurdu. Fakat hiçbir riva­yette böyle bir özür dilediğinden bahis olunmuyor. Öyle olunca bu rivayet, tarihçilerin anlattıkları hayatının son günlerine uygun düşmemektedir.


11- Nesebi Ve Âîlesî


Nesebi: Babası Sabit, dedesi Faruk Zevta'dır. Buna göre Fâ-ris'lidir. Dedesi ise îcâbil ahalisindendir.[1] Araplar o yerleri feth edince esir düşmüş, Teym oğullarına köle olarak verilmiş, sonra azâd olunmuş. Teym kabilesiyle olan münasebeti de böyledir. Ebû Hanîfe'nin nesebi hakkında torunu ve oğlu Hammad'ın oğlu Ömer'­in rivayeti böyledir. Fakat diğer torunu İsmail, yâni bu Ömer'in kardeşi ise dedesi Ebû Hanîfe'nin nesebini şöyle zikrediyor : «Merzban [2] oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan» ve atalarında kölelik bulunmadığını yeminle söylüyor.

Görülüyor ki, Ebû Hanîfe'nin iki torunu, nesebleri hususunda velevki zahiren olsun, ihtilâfa düşmüşlerdir. Birincisi Sâbit'in ba­bası Zevta olduğunu söylüyor, ikincisi Numan diyor. Birincisi onun esir edilip köle düştüğünü söylüyor, ikincisi köleliği kat'iyetle red­dediyor. Hayrat'ul-Hisan sahibi îbn-i Hacer Heysemî bu iki riva­yetin arasım şöyle birleştirmektedir: Ona göre Ebû Hanîfe'nin de­desinin iki ismi olabilir, biri lâkaptır ve Zevta'dır, diğeri asıl isim­dir, Numan'dır. İkincinin köleliği reddetmesi babası Sabit hak­kındadır,, dedesine şümulü yoktur. Biz isimlerin böyle zahiren muhtelif olabileceği hakkındaki buluşunu uygun görürüz. Fakat kölelik hususundaki ihtilâfı birleştirmesini kabul edemeyiz. Çün­kü böyle kat'i surette reddetmek yalnız babaya münhasır görün­müyor.

Bence bu iki rivayetin arası şöyle bulunabilir : Zevta veyahut Numan, memleketleri feth olunduğu zaman esir düşmüştür, fakat kendisine âmân verilmiş serbest bırakılmıştır. Çünkü fetholunan yerler halkının büyüklerine Müslümanların yapageldikleri muame­le böyledir. Onların ve yakınlarının gönüllerini hoş etmek için mü­samaha gösterilir.


12- Şeref Milliyetle Değil, Takva Îledîr


Güvenilir ulemanın sözleri onun Acem olduğudur. Arap ve Bâ-bil'li değildir. Dedesi ister köleliğe düşmüş olsun, ister düşmesin. Ebû Hanîfe hür bir babadan hür olarak doğmuştur. Her ne kadar bâzıları, muhakkiki arın kabul etmediği mevsuk olmıyan rivayet­lerle, babasının da köle düştüğü zannına kapildılarsa da köle düş­mesi, Ebû Hanîfe'nin ilmine ve mevkiine, şeref ve kadrine hiçbir nakîse vermez. Hattâ kendi başından bile kölelik geçmiş olsa ne ehemmiyeti var? Onun şeref:' nesebten ve maldan gelmiyor. O, şöhretini haiz olduğu mevhibeler, izzet-i nefs, akıl ve takvadan alı­yor. Asıl şeref işte bunlardır.

Bu hususta Mekkı şöyle diyor: «Bilmiş ol ki, Takva en yük­sek neseb ve en büyük sevabtır.» Cenâb-ı Hak : «Allah nezdinde sizin en şerefliniz, en muttaki olammzdır» buyurdu. Hz. Peygam­ber de: «Benim â'lim her hayır işleyen ve takva sahibi olandır» demiştir. Bunun için Selman Fârisî'yi Ehl-i Beyt'mden saymıştır da: «Selman bizdendir, âl-i'Beyf tendir» buyurmuştur. Allah'u Teâlâ Hazret-i Nuh'un oğlunu Nuh'tan reddetmiş ve: «O senin ehlinden değildir, onun işi iyi değil» buyurmuştur. Hz. Peygamber Efendi­miz Bilâl-i Habeşî'yi akrabası gibi kendi yakınlarından saymış ve amcası Ebû Leheb'i ise uzak tutmuştur.[3]

Neseb şerefiyle öğünmenin hâkim olduğu bir devirde Ebû Ha-niîe zatî şeref duygulariyle yaşamıştır. Rivayet olunduğuna göre dedesi esaretlerine düşmesi dolayısiyle aralarında bir münasebet bulunan Benî Teym'den birisi ona: «Sen benim mevlâmsm» de­miş. Ebû Hanîfe ona: «Vallahi ben senin bana şeref iddia etmen­den,, senden kat kat şerefliyim» cevabını vermiştir[4]. O, izzet-i nefsine dokunulmasına asla Tazı olamadı. Hayatı bunu açıkça gös­termektedir, 


13- Mevâlîden Olan Ulema Ve Bunların Îslama Hizmeti


Nesebinin Acem olması, onun kadrini asla düşürmez ve onun kemâl derecesine yükselmesine mâni teşkil etmez, onu bu yüksel­me yolundan alıkoymaz. Onun nefsi, köle ruhu değildir. O, hür ve asil ruhlu bir kimseydi.

Tabiîn devrinde fıkıh ilmi mevâli'nin elindeydi (Mevâli keli­mesini tarihçiler Araplardan başkası hakkında kullanırlar). Ebû ,Hanîfe fıkhı bunlardan aldı, onlardan öğrendi Tabiîn ve Tebe-i Tabiîm devrinde İslâm merkez şehirlerindeki inkuhânın ekserisi mevâlidendi.[5]

Ibn-i Abdi Rabbih, Ikdü-V Ferid'de naklediyor: îbn-i Ebî Ley­lâ diyor ki, îsâ b. Musa çok kavmiyet gayreti güderdi. Bana bir defa:

— Irak'ın Fakım kim? diye sordu. Ben de:

— Hasan îbn-i Ebî Hasan, dedim. 

— Sonra itim? dedi

— Muhammed b. Sîrin, cevabını verdim.

O kimlerdendir? . 

— Mevâlidendir.

— Mekke'nin fakıhı kim?

— Atâ b. Ebî Rebah, Mücahid, Said b. Çübeyr ve Süleyman Bin Yesar. 

— Bunlar kimlerden? 

— Mevâlidîrler.

— Medine fukahâsı kimlerdir?

— Zeyd b. Eşlem, Muhammed b. Münkedir, Nâfi' b. Ebî Nu-ceyh.

— Yâ bunlar kimlerdendir?

— Mevâlidendirler, deyince rengi bozuldu.

— Ehl-i Kubânın en fakıhı kimdir? dedi. 

— Rabiatu'r^Re'y îbri-i Ebî Zennâd.

— Bunlar kimden? 

—Mevâlidendirler, dedim. Bu defa yüzü sarardı.

— Yemen fukahâsı kimlerdir? diye sordu. 

— Tavus ile oğlu Ibn-i Münebbih, dedim.

— Bunlar kimdendir? 

— Mevâlidendirler, deyince şahdamarı kabardı,, ayağa kalktı:

— Horasan fakıhı kim?

— Atâ b. Abdullah Horasanlı.

— Bu Atâ kimden oluyor? 

— Mevâlidendir, dedim. Bunun i^zerine yüzü sapsarı kesildi, renkten renge girdi. İçime korku düştü.

— Şam fakıhı kim? dedi.

— Mekhûl, dedim.

— Mekhûl kimden? 

— Mevâliden, dedim, içini çekerek derin derin nefes aldı.

— Küfe fakıhı kim? diye sordu. Yemin olsun ki, eğer ondan korkmasaydım, Hakem b. Utbe ve Hammad b. Ebî Süleyman di­yecektim. Fakat baktım fena olacak.

— İbrahim Nahaî ve Şa'bî'dirler, dedim.

— Bunlar kimlerden, diye sordu.

— ikisi de Araptırlar, cevabım verdim.

— Allahu Ekber, dedi ve sükûnet buldu[6]

Mekkî de (Menâkıb-ı Ebî Hanîfe) kitabında Atâ ile Hişam b. Abdu'l-Melik arasında geçen buna benzer bir konuşma nakletmek­tedir. Atâ diyor ki: Hişam b. Abdu'l-Melik'in yanma girdim. Bana:

— Atâ, dedi, etrafındaki ulema hakkında malûmatın var mı?

— Evet Emîrü'l-mü'minîn, dedim.

— Medine halkının fakım kimdir? diye sordu.

— Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah'ın kölesi Nâfi' dedim.

— Mekke halkının fakıhı kim?

— Atâ b. Ebî Rebah.

— Arap mı, mevâliden mi?

— Arap değil, mevâlidendir.

— Yemen halkının fakıhı kimdir

— Tavus b. Keysan.

— Mevâliden mi, Arap mı?

— Arap değil* mevâlidendir.

— Yemâme halkının fakıhı kim?

— Yahya b. Kesîr'dir.

— Mevâliden mi, Arap mı?

— Mevâlidendir.

— Şam halkının fakım kim?

— Mekhul.

— Mevâliden mi, Arap mı?

— Mevâlidendir.

— Cezîre halkının fakıhı kim?

— Meymûn b. Mehran.

— Mevâliden mi, Arap mı? 

— Mevâlidendir. 

— Horasan halkının fakıhı kim?

— Dahhâk b. Müzahim.

— Arap mı, mevâliden mi?

— Mevâlidendir.

— Basra'nın fakıhı kim? 

— Hasan-"ı Basrî ve Muhammed b. Sîrin,

— Arap mı, mevâliclen mi?

— îkisi de mevâliden.

— Küfe halkının fakıhı kim?

— İbrahim Nahaî.

— Arap mı, mevâliden mi?

— Arap'tır dedim. Bunun üzerine :

— Canım çıkayazdı, hiç birini Arap'tır, demiyor.


14- Îslâmda Ulemanın Çoğunun Mevalîden Olmasının Sebebi?


Ebû Hanîfe'nin yetiştiği bu devirde ilimle uğraşanların çoğu Arap olmayan unsurlardı. Neseble öğünmeleri yoksa da Allah on­lara asıl öğünülecek ilim vermiştir. İlim şerefi daha temizdir, da­ha üstündür, asırlar boyunca daima parlar durur, hiç sönmez.

İlmin Fâris evlâdında gelişeceğine dair Hz. Peygamber'in ver­miş olduğu haber doğru çıktı. Buharı, Müslim, Şirazî ve Tabarân! rivayet ediyorlar ki, Hz. Peygamber : «İlim şayet Ülker yıldızla­rında asılı olsa Fâris oğullarından bâzı kimseler uzanıp onu alır­lar.» buyurmuştur. Bu kitaplarda Hadisin ibaresi değişik olsa da mânâsı birdir. Bu hadis-i şerifin doğruluğuna bakın ki, gerçekten Sahabeden sonra ilim, pek de kısa olmıyan bir müddet mevâlide devam etmiştir, öyle olunca Ebû Hanîfe Numan'm mevâliden ol­masında hayreti mucip bir şey yoktur. Çünkü İslâm devletinde ilim çevrelerini mevâli teşkil ediyor.

Ebu Hanîfe'nin nesebi hakkında sözü kesmeden önce, mev­zuu tamamlamış olmak maksadiyîe, Emevîler devrinde ilimle meşgul olanların çoğunun mevâliden olması sebeplerini açıklaya­lım. Müteaddit sebepler bir araya gelmiştir. Başlıcalan ise şun­lardır :

1- Emevîler devrinde hâkimiyet ve idare Arapların elinde idi. Harble, fütûhatle meşguldüler. Bunlar onları ilimle meşgul ol­maktan alıkoydu. Araştırmaya, tetkikata vakit bulamadılar. Me­vâli ise boş vakit ve saha buldular, ders ve mütaleaya koyuldular. Araştırmalar yaptılar: Baktılar ki, hâkimiyetleri kaybolmuş, baş­ka yoldan şerefe ermek istediler.. O da ilim ve irfan yoludur. Mah­rumiyet bâzan kemâle götürür, yüksek emeller ve bü^ük işler on­dan doğar. Mevliye göre de durum böyledir. Her rie kadar maddî galibiyet ve hâkimiyet Araplarda ise de Arap ve îslâm dünyasında fikir hakimiyeti Arap olmıyan unsurlara geçti.

2- Ashabın birçok köleleri vardı. Bu köleler akşam sabah daima Ashabın yanında bulunur, onlardan ayrılmazlardı. Ashab-ı Kiram'ın Hz. Peygamber'den öğrendiklerim onlardan öğrenirlerdi. Böylece Sahabe devri geçtikten sonra gelen devirde ilim erbabı bu mevâli oldu. Onun için Tabiînin ulemasının ekserisi mevâli-dendir.

3- Bu mevâli, kültür ve ilim sahibi eski milletlere mensup­turlar. Onların fikirlerini yuğurup geliştirmek, düşüncelerine ve hattâ bâzan akidelerine bile bir istikamet vermek hususunda bu­nun tesiri olmuştur, ilme sarılma aşkı, yaratılış ve tabiatlerine uygundu.

4- Araplar sanat erbabı değildiler. İnsan bütün varlığını ilme verirse onun için bir sanat halini alır. îbn-i Haldun bu hu­susta uzun boylu konuşarak der ki: «Sonra bu ilimlerin hepsi Öğ­renmeğe muhtaç melekeler hâline geldi. Ve san'atlar arasına girdi. Yukarıda arzettiğimiz gibi san'atlar şehirlilerin, medenîlerin hü­neridir. Araplarsa insanların bunlardan en uzak olanlanndandır. Onun için ilimler şehir halkına aittir. Araplar onlardan uzak kal­mıştır. O devirde şehirliler Acemlerdi veya o mânâda demek olan, mevâli ve şehir halkı idi.»


15- Ebü Hanîfe'nîn Yetişmesi


Ebû Hanîfe Hazretleri Kûfe'de yetişti, orada büyüdü. Hayatı­nın çoğunu orada; öğrenerek, öğreterek ve savaşarak geçirdi. Eli­mizdeki kaynaklar babasının hayatını, ne iş yaptığını ye ahvalim anlatmıyor. Fakat onlardan bâzı ahvali hakkında işaretler çıkar­mak mümkündür. Onlardan anlıyoruz ki, babası varlık sahibi bir kimsedir, tüccardandır, gayet iyi bir Mü s! limandır. Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan eserlerin, çoğunun nakline göre, babası küçüklüğün­de Hz. Ali'yi görmüştür. Dedesi Nevruz Bayramında ona muhallebi hediye etmiştir. Bu hâdise Ebû Hanîfe'nin ailesinin bolluk içinde yaşadığını, malî durumlarının iyi olduğunu gösterir. Büyük servet sahibi ki, Halifeye o zaman ancak zenginlerin yiyebildiği muhalle­bi hediye ediyorlar.

Hz. Ali'nin Sâbit'e, evlâdına hayır duada bulunduğu rivayet olunuyor. Bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ali'yi gördüğü ve onu» hayır duasını aldığı zaman, şüphesiz ki, Müslümandı. Tarih kuapları Sâbit'in Müslüman doğduğunu tasrih ederler. Bu itibarla Ebû Ha­nîfe hâlis Müslüman bir ailede yetişmiştir. Bütün ulemanın soy ledikleri budur. Ancak sözlerine bakılmaz birkaç yan çizen bun­dan hariçtir.

Ebû Hanîfe'yi ulema meclislerine devama başlamazdan evvel çarşı pazara gelip giderken görüyoruz. Sonra hayatı boyunca ticaret yaptığım biliyoruz. Bu bizi, babasının tacir olduğunu söyle­meğe sevk ediyor. Onun kumaş taciri olduğu anlaşılıyor. Ebû Hanîfe de bu sıfatı babasından almıştır. Eskiden ve şimdi de âdet böyledir. Baba san'atı çok defalar evlâdına geçer. Bunlar bize gös­teriyor ki, Ebû Hanîfe temiz bir Müslüman evinde yetişmiştir. Ailesi zengindir, ticaretle meşguldür. Dindar ailelerde olduğu gibi Ebû Hanîfe'nin de çocukluğunda Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlediğini söyleyebiliriz... Bu, hayatı boyunca onun bilinen ve görülen- ahva­line uymaktadır. Zira o en çok Kur'ân-ı Kerîm okuyan kimseler­dendir. Ramazanda 60 defa Kur'ân-ı Kerîm'i hatmettiği rivayet olu­nur. Bu haberde biraz mübalâa olsa bile onun çok Kur'ân-ı Kerîm okuduğunu göstermektedir. Müteaddit yollarla rivayet olunduğu­na göre kıraat ilmini, yani Kur'ân okuma usulünü yedi Kurradan biri olan Âsım'dan almıştır.[7]


16- Muhiti Ve Îlme Merak Etmesi


Ebû Hanîfe'nin doğduğu yer. Küfe, Irak'ın büyük şehirlerinden biri idi., Belki o zamanki iki büyük şehrin ikincisi geliyordu. Irak'ta muhtelif milletler kavimler, cemaatler vardı. Orası eski medeniyet­lerin yatağıdır. Süryânî'ler orada yayılmıştı. îslâmdan önce ora­larda mektepler kurmuşlardı. Bunlarda Yunan felsefesi, Iran hik­meti okunurdu. Irak'ta Îslâmdan Önce akîde meselelerinde birbi­riyle mücadele halinde bulunan Hıristiyan mezhepleri vardı. îslâ-miyetten sonra da çeşitli milletler ve dinler burada mevcuttu. Ara sıra kargaşalıklar, fitneler oluyordu. Siyasî fırkalar birbirleriyle çarpışıyor, akideler usul mücadelesi yapıyordu. Şîa orada bulunu­yor, çölde Haricîler türüyor. Mu'tezile orada çıkıyor. Görüştükleri Ashabdan aldıkları ilmi neşreden müçtehit Tabiîn orada. Din il­minin kana kana içilen berrak menbaları oradan kaynıyor. Birbir­leriyle niza hâlinde olan taifeler, birbiriyle çarpışan düşünceler, görüşler hep orada...

Ebû Hanîfe gözlerini açtığı vakit bu karışık muhiti gördü. Onun akıl ışığı yandığı zaman bütün bu görünüşler onun önünde açıldı, öyle görünüyor ki, o daha gençliğinde ömrünün ilk çağla­rında bu mücadele meydanına atılmış, doğru buluşları, fitrî zekâ­sının verdiği kuvvetle sapık düşüncelerle savaşa atılmıştır. Fakat diğer taraftan da ticaret işleriyle meşgul oluyor, çarşı pazara gelip gidiyor, ilim meclislerine az devam ediyordu. Ulemadan bâzıları ondaki bu parlak zekâyı, ilmî aklı sezdiler. Bunların hepsinin yalnız ticaret uğrunda harcanmasına acıdılar. Onun ticaret işleriyle olduğu gibi ilim meclisleriyle de alâkalanmasını tavsiye ettiler. Ebû Hanîfe bu hususta kendisi şunu naklediyor:

«Günün birinde Şa'bi'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana:

— Nereye devam ediyorsun? dedi. Ben de:

— Çarşı pazara, dedim.

— Maksadım o değil, ulemadan kimin dersine devam ediyor­sun? dedi.

— Hiç birinin dersinde devam üzere bulunamıyorum, dedim.

— İlmi ve ulema ile görüşmeği sakın ihmal etme, ben senin uyanık ve canlı bir genç olduğunu görüyorum, dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir tesir bıraktı. Çarşı pazar işlerini bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inayetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu.»[8]

Bu kıssa bize şunları göstermektedir:

1- Ebû Hanîfe hayatının ilk zamanında ticaretle meşgul­dü. Ulema meclislerinde sık sık bulunamıyordu. O fıkıhta müsta­kil bir mezheb sahibi olacak bir âlim olmak emeliyle değil, tacir olmak arzusiyle hayata atılmıştı.

2- Ebû Hanîfe'nin yüzünde keskin zekâ işaretleri, kuvvet­li fikir emareleri okunurdu* o derece ki, bunlar onu görenlerin dik­kat nazarını çekti ve Şa'bî'nin ona neler dediği yukarıda geçti. Acaba onun ilmî meyli, fikir yönelişi hangi şeylere karşı daha faz­la idi? Ulema ile görüşmesi nasıldı? Öyle anlaşılıyor ki, Irak'ta hâ­kim olan fikir havasının içinde bulunduğundan muhtelif zümrele­rin yaptığı münakaşalara o da karışıyordu. Babasının iyi yetiştir­diği ve bilgiden nasibi olan her uyanık genç gibi o da bu işlen konuşabiliyordu. Bâzı derneklerde, toplantılarda, hattâ çarşı pa­zarda tesadüfen bazı kimselerle münakaşa yapıyor, sapık fırkalar­la mücadele ediyor, kendini gösteriyordu. Böylece Şk'bî gibi bâzı adamların dikkatini çekti. Anlaşılıyor.ki, onun fikri ve görüşleri ehl-i sünnet ve cemaat görüşüne uygundu. Onlardan ayrılır yeri yoktu. Bu bize onun gençliğinde kelâm ilmiyle meşgul olmasını izah etmektedir. Kelâm mes'elelerine dalmış birçok taifelerin, sapıkla­rın başlarıyla münakaşalar yapmıştır.

3- Sadî'nin öğüdünden sonra Ebû Hanîfe ilme sarıldı. Ule­ma meclislerine devama başladı. Ticaret işlerine az bakar oldu. Bu ticaretten büsbütün el çekti demek değildir. Onun târihinde sabit bir gerçektir ki, o ilimle iştigal ile beraber ayni zamanda tica­ret sahibi idi. Ticareti ortakları vasıtasiyle işlettiği anlaşılıyordu. Ortağına tam güven vardı, ticaretini ona işletirdi. Ancak ticaretin nasıl gittiğini, işlerin yolunda olup olmadığını, ticarette dînin icap­larına uyup uymadığını anlamak için ortağına uğrar, kontrol eder­di. Hakkında söylenen haberlerin mümkün derecede birbirine uy­gun düşmesi için onu böyle tahmin edebiliriz.


17- Baştan Kelama Hevesi, Sonra Fıkha Dönüşü


Sadî'nin tavsiyesinden sonra Ebû Hanîfe bütün varlığıyle İl­me sarıldı. Ders halkalarına devama başladı.

Fakat acaba hangi nevi' ilim halkalarına merak etti. Tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimize göre o devirde ilim halkaları baş­lıca üç nevi'di.

1- Akıt usulleri müzakere olunan halkalar; kelâm dersleri ki, çeşitli taifeler bunlara karışırdı,.

2- Hadis halkaları; Hadîs-i şerifler, bunlarda rivayet ve mü­zakere olunurdu.

3- Fıkıh halkaları; Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarma usulü, vukubuîan hâdiseler hakkında nasıl fetva verileceği bun­larda okunurdu.

Bu hususta Önümüzde üç türlü rivayet var: Birincisine göre Ebû Hanîfe,, içinde ilim aşkı doğup da derse başladığı zaman, dev­rindeki ilimlerin arasından fıkıh ilmini seçti. Diğer iki rivayete gö­re ise: Evvelâ kelâm ve münazara ilmine başlamış, sonra fıkha me­rak etmiş ve bütün varlığını ona vermiştir.

Bu husustaki üç rivayet şöyledir:[9]

1- Talebesi Ebû Yusuf başta olmak üzere muhtelif kimse­lerden şöyle rivayet olunuyor: Kendisine sormuşlar:

— Fıkha nasıl başladın?

— Anlatayım, demiş: Bu Allah'ın tevfik ve inayetidir, O'na daima hamd olsun. Ben öğrenmeğe başladığım zaman bütün ilim­leri göz önüne aldım. Herbirini kısım kısım okudum. Sonunu ve faydasını düşündüm. Kelâm ilmine başlayacağım, dedim. Sonra baktım, akıbeti kötü, faydası az, insan kelâmda olgunlaşsa aşikâre konuşamaz, her kötülüğü ona yaptırırlar, heves ve arzusuna uyu­yor. Derler. Bundan vaz geçtim. Sonra edebiyat ve nahve baktım. Onun da sonu, bir çocukla oturup ona nahiv, edebiyat öğretmek­ten ibaret. Şairliğe baktım. Onun da neticesi ya methederek dalka­vukluk yapmak veya hicvetmek. Yalan sözlerden ve dîni hırpala­maktan ibaret. Sonra kıraat ilmini düşündüm. Dedim ki, onu el­de edersem ne olacak : Gençler etrafıma toplanacak, bana okuya­caklar, ben dinleyeceğim. Kur'ân-ı Kerîm ve mânâları hakkında söz söylemek güç. Öyle ise Hadis öğreneyim dedim. Fakat çok ha­dis toplayabilmek uzun Ömür ister, tâ ki bana muhtaç olup baş vursunlar. Beni arayıp müracaat edecekler ise yeni yetişenler, genç­ler olacak. Belki iyi beleyemeyecek. Yalan söylemekle itham eder­ler, bednam olurum ve bu kıyamete kadar gider. Sonra fıkha bak­tım. Ona baktıkça gözümde değeri arttı. Onda bir eksiklik bulama­dım. Baktım ki» ulema ile, fukahâ ile, üstadlarla bir arada oturmak,' onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin icaplarını yerine getirmek ibâdet etmek de onu bilmekle olacak. Dünya ve âhiret onunla kaim... Onun sayesinde dünyayı isteyen büyük mevkilere yükselir .ibadet etmek isteyen onsuz yapamaz.. Kimse ilimsiz ibadet yaptığım söyleyemez. Fıkıh, ilimle ameldir.»

«Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Hazretleri asrında yayılmış olan ilimlerin hepsini denemiş, içlerinden en beğendiğini seçmiş, onda mütehassıs olmuştur. Demek o, devrindeki ilimlerin hepsini bilen kültürlü bir insandı. Sonradan bütün varlığıyla fıkha sarılmıştır. Fıkha sarılması, baştan diğer ilimleri elde edip hep­sinde malûmat sahibi olduktan sonra olmuştur.

2- Yahya b. Şeyban rivayet ediyor, Ebû Hanîfe şöyle de­miştir :

«Ben, kelâmda, münazarada kuvvetli olan bir kimseydim. Bir müddet bununla uğraştım. Münakaşalar yapıyor, kelâmı müdafaa ediyordum. Bu münazara ve mübahase erbabının çoğu Basra'da bulunuyordu. Yirmi defadan fazla Basra'ya gidip geldim. Orada bir sene kadar daha az veya daha çok kaldığım olurdu. Haricîlerden Ibaza, Sufriyye vesair fırkalarla münakaşa yaptım. Kelâm il­mini ilimlerin en efdalı sayıyordum. Kelâm dînin aslıdır, derdim.

Ömrümün birazı böyle geçtikten sonra, kendi kendime düşün­düm. Dedim ki: Hz. Peygamber'in Ashabı olsun. Tabiîn olsun, bizim erebileceğimiz şeylerin hiçbiri onlardan kaçmış değildi. Onlar bu hususta daha kuvvetli idiler. Bunları daha iyi bilirler, her şeyin hakîkatına vakıftılar. Bununla beraber keîâm mes'elesine dalma­dılar, münakaşa ve mücadefc yapmadılar. Kendilerini tuttular, hattâ bunlara dalmaktan nehyettiler. Onlar şeriat mes'delerine, fı­kıh bablanna sarıldılar. Onların sözleri hep fıkıh hakkında idi, oturup bunları konuşmuşlar, halka bunları öğretmişler, bunları öğrenmeğe Müslümanları davet etmişler. Fetva veriyorlar, fetva alıyorlar. İlk Müslümanların devri. Sahabe zamanı böyle imiş. Ar­kalarından Tabiîn aynı izden gittiler. îşte onların 'bu vasfolunan ahvali böylece canlanınca münazaralara, münakaşalara son vere­rek kelâm ilmini bıraktım. O kadarla iktifa ettim. Selefin[10] bu­lunduğu hallere döndüm. Onların izine koyuldum. Onların yaptık­larını yapmağa başladım. Bu mevzuları iyi bilenlerle beraber bu­lundum. Zira baktım ki, kelâmla uğraşanların simaları eskilerin siması. gibi değil. Onların yolu sâlihlerin yoluna benzemiyor. Kalb-leri katı, yürekleri taş gibi. Kitaba, Sünnete, sâlihîne karşı gelme­ğe hiç aldırış etmiyorlar. Ne takvaları var, ne'de korkuları!»

3- Talebesi İmam Züfer b. Hüzeyl anlatıyor: «Ebû Hanîfe derdi ki, baştan kelâmla meşgul olurdum. Bunda parmakla göste­rilir bir dereceye ulaşmıştım. Mescit'te H^mmâd b. Ebî Süley­man'ın ders halkasına yakın bir yerde oturuyordum. Günün birin­de bir kadın gelerek bana: «Bir adamın câriye bir karısı var, onu Sünnet üzere boşamak istiyor, kaç talâk vermeli? diye sordu. Ben de bunu Hammâd'a sormasını ve dönüşte bana da haber vermesi­ni söyledim. Hammâd'a sormuş, o da şu cevabı vermiş:

«Hayızdan temiz olduğu sıra onu bir defa boşar, bekler, iki defa hayız görüp de yıkandıktan sonra kocaya varması helâl olur.» Bundan sonra bana kelâm lâzım değil dedim, ayakkaplarımı alıp Hammâd'ın dersine gelip oturdum. Onu dikkatle dinliyor, söyledi­ği mes'eleleri belliyordum. Ertesi gün müzakere yoluyla yoklama yapılınca ben bellemiş olurdum, diğer talebeler ise yanılırlardı. Bunun üzerine üstadımız Hamtnâd: Benim yanıma, ders halkasının başına Ebû Hanîfe'den başka kimse oturmıyacak, dedi»


18- Bu Üç Rivayetin Arasını Buluş


İşte üç rivayet böyledir. Bunlar bir kaç yolla naklolunmuş-tur. Rivayetlerin ibareleri, kısalık ve uzunluk bakımından türlü türlü ise de maksat ve mânâ birdir. Birinci rivayetten anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bütün ilimlerden nasibini aldıktan sonra fıkhı seçmiştir. Diğer iki rivayet ise ilm-i kelâmda son derece maharet sahibi idi, sonra fıkha döndü, diyor.

Birinci rivayetle ikinci rivayet arasını birleştirmek kolaydır. Çünkü birinci rivayet kelâm öğrenmedi, demiyor, kelâm mes'elele^. rinde münazara ve mübahase yaptığını reddetmiyor. Belki kelâm bildiğine işaret bile ediyor. Diğer iki rivayet, kelâmda münazara ve münakaşa yaptığını, bu işden son derece zevk aldığım saraha­ten söylüyor. Hattâ muhtelif fırkalarla münakaşa için Basra'ya bi­le gidermiş. Demek birincinin işaret ettiğini, diğer iki rivayet açık­lıyor. Ve hepsinden çıkan netice sonradan fıkha merak etmiş ol­duğudur.


19- İlmî Olgunluğu Ve Münazara Kuvveti


Görülüyor ki, Ebû Hanîfe, asrındaki İslâm ilimlerini ve kültü­rünü elde etmiş münevver bir kimsedir. Âsim kıraati üzere Kur'ânı Kerîm'i ezberledi, Hadis biliyordu. Edebiyat, şiir, nahiy öğ­rendi. İtikat mes'elelerine dair türlü fırkalarla mücadele etti. Hat­tâ münakaşa yapmak için Basra'ya bile gittiği ve orada bir sene kaldığı olurdu. En sonunda fıkha sarıldı.

Hayatının gençlik çağında, akait esasları -hakkında münazara yapmaktaki hevesi onu çok olgun laştırmış, en yüksek mertebeye ulaştırmıştı. Din esaslarım anlama tarzı kuvvetli idi. Hattâ kendini fıkha verdikten sonra bite icabettiği zaman ara sıra usrl ve akait esaslarında münakaşa yaptığı olurdu. Hâriciler Küfe nıescjdini bastıkları zaman Ebû Hanîfe mescidin içinde idi. Onun yanına gir­diler, onlarla münazara yaptı.[11]

Gulât-i Ş i adan bazılarıyla münakaşa yaptı ve onları ikna etti. Ve daha böyle nice vak'alan oldu. Bütün bunlar, o kendisini fık­ha verdikten sonra oluyordu.

Fakat kendisi ara sıra böyle usul ve. akait hakkında münaka­şalar yapmakla beraber talebelerini ve yakınlarını böyle münaka­şalardan men ediyordu. Rivayet olunduğuna göre oğlu Hammâd'ı kelâm mes'elesinde münakaşa yaparken gördü ve onu bundan vaz geçirdi. Ona:

— Seni münakaşa yaparken görüyoruz, bizi neden menediyor-sun? dediler. Cevabı şu oldu:

— Biz münazara yaparken, arkadaşımız kayıp düşecek, yanı­lacak diye korkudan başımızda kuş varmış gibi dururduk. Sizse münazara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın düşmesini istiyorsunuz. Arakdaşmın kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek isti­yor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyense, arkadaşından ön­ce küfre düşer.»[12]


20- Münazaraların Onu Olgunlaştırması


Sözün hulâsası: Muhtelif rivayetlerin işaret ettiği ve ekseriye­tin de tasrih eylediği veçhile Ebû Hanîfe, itikat mes'elelerinde mü­nakaşa yaparken: hayata atıldı. îlm-i kelâm dediğimiz budur. Muhtelif fırkalarla mücadele yapardı. Sonra bundan vaz geçti, fıkha döndü. Bütün fikir kuvvetini fıkha verdi; yine de ara sıra mecbur kaldıkça veya hakkı meydana çıkarmak için akaide dair münaka­şalar yaptığı da olmuştur.

Ebû Hanîfe bidayette muhtelif dinî fırkaların münakaşa mev­zuu yaptıkları mes'elelerle boğuştuktan sonra fıkıh okumağa dön­dü. Devrinin büyük üstadlarından ders aldı. Onlardan birine de­vam etti. Ondan okudu ve yetişti. Başka fıkıh talebeleri muhtelif üstadlardan ders alırken o bir üstada devam etti. En mümtaz hocayı seçti. Onun muhitine ısındı. En ince mes'eleleri ondan öğrendi. Küfe o zaman Irak fukahâsının yatağı idi, Basra ise muhtelif mezheb fırkaları yatağı idi. Bu çevrelerin onun üzerine büyük tesiri olmuş­tur. Kendisi bu hususta şöyle demektedir: Ben ilim ve fıkıh oca­ğında yetiştim. Onların erbabiyle bir arada bulundum, o fukahânın arasından bir fakîhe devam ettim.[13]



21- Üstadı Hammâd'ın Dersine Devamı


Ebû Hanîfe Hammâd b. Ebî Süleyman'ın dersine devam etti. Fıkıh hususunda ondan yetişti. Hammâd ölünceye kadar ondan ay­rılmadı. Burada bahsedeceğimiz üç şeyi kurcalamak isteriz:

1- Fıkha döndüğü veya Hammâd'a devama başladığı za­man Ebû Hanîfe acaba kaç yaşında idi?

2- Müstakil ders vermeğe başladığı zaman yaşı kaçtı?

3- Hammâd'a devamı fasılasız mı idi? Yâni başkalariyle il­mî münasebeti hiç mi yoktu? Yalnız Hammâd'a devam edip başka-, smdan hiç fıkıh okumadı mı?

Bu suallerin cevabına başlıyahm : Fıkıh okumağa veya Ham-mâd'dan ders almağa başladığı zaman kaç yaşında olduğunu doğ­rudan bilmiyoruz. Fakat müstakil ders kürsüsüne çıktığı zamanki yaşından bunu bulabiliriz. Çünkü bu bellidir. Hemen bütün riva­yetlerin ittifak ettiği bir nokta vardır ki, o da Ebû Hanîfe'nin Ham-mâd'ın dersine vefatına kadar devam etmiş olduğudur. Ancak üs­tadı Hammâd'm Ölümünden sonra müstakil ders halkası kurmuş­tur. Hammâd 120 Hicrî senesinde öldü. Hanîfe o zaman kırk ya­şında idi. "Demek Ebû Hanîfe 40 yaşında ders okutmağa başlamış­tır. Aklı tam kemâle erip olgunlaştıktan sonra üstadının yerine geçmiştir. Bundan önce de ders vermeği düşünmüştü. Fakat sonra vaz geçti. İmâm Züfer'den rivayet olunuyor: Ebû Hanîfe üstadı Hammâd'a olan bağlılığı hakkında şunu.anlatmış :

«On sene onun dersinde bulundum. Sonra içimde bir ders hal­kasında baş olma arzusu uyandı. Onun dersinden ayrılıp kendim ders vermek istedim. Bir gün evden çıttım. Niyetim bunu yapmak. Mescide girdim. Üstadı görünce gönlüm ondan ayrılmağa razı ol­madı. Gelip yanına oturdum. O gece üstadın Basra'da bulunan ak­rabasından birinin Ölüm haberi geldi. Mal bırakmıştı. Ondan baş­ka da mirasçısı yoktu. Bana kendi makamına geçip ders vermemi emretti ve Basra'ya gitti. O gittikten sonra ondan hiç duymadığım mes'eleler gelmeğe başlad- Ben onları cevaplandırıyor ve cevapları da yazıyordum. Sonra üstad dönüp gelince bu mes'eleleri ona arzet-tim. Altmış mes'ele dolayında idi. Kırkında bana muvafakat etti, onları uygun buldu, yirmisinde muhalif kaldı. Ben de Ölünceye ka­dar ondan ayrılmamağa ahdettim ve ölünceye kadar ondan ayrıl­madım.[14]

Hammâd'ın dersinde on sekiz sene bulunduğu tarihçe sabittir. Kendisi şöyle diyor: «Bir defa Basra'ya geldim. Her ne sorulursa behemahal cevabını veririm, sanıyordum. Bana öyle şeyler sordu­lar ki, cevabını bulamadım. O zaman üstadım Hammâd'dan ölün­ceye kadar ayrılmamağa andiçtim. Ve onsekiz sene onun talebesi oldum.»[15] 

Ebû Hanîfe onsekiz sene Hammâd'm dersine devam etmiş ve üstadı öldüğü zaman kırk yaşma basmış olunca, ona talebe oldu­ğu zaman yirmi iki yaşında bulunduğu meydana çıkar. Kırk yaşma kadar onsekiz sene talebelik yapmış olur ve ondan sonra da müsta­kil ders halkası kurmuştur.

Bu devamın nasıl olduğuna gelince, Ebû Hanîfe'nin hayatını inceleyen kimse,, bunun fasılasız olduğunu yâni tamamiyle ona bağlanıp başkalarından hiç ders almadığını söyleyemez. Beytul-lah'ı ziyaret etmek, Hac yapmak maksadiyle sık sık Hicaz'a gider­di. Mekke ve Medine'de ulema ile buluşup görüşürdü. Bunların ço­ğu tâbiîndendir. Onlarla görüşmesi ilmî olurdu. Onlardan Hadis rivayeti" dinler, onlarla fıkıh müzakere yapar, kendi usulüne göre onlara ders verirdi. Ona ait haberlerde ve önün tarihinde bir £ok üstadları olduğu zikrolunmaktadır. Kendilerinden Hadis rivayet ettiği ve ders aldığı kimselerin arasında muhtelif fırkalardan adam­lar var. Zeyd b. Ali Zeyd'el-Âbîdin'den, Ca'fer Sâdık gibi Şia imam­larından ders almıştır. Muhammed Nefs'üz-Zekiyye'nin babası Ab­dullah b. Hasan'dan da ders almıştır. Ricata kail olan bâzı Keysa-niye ulemasından da ders okumuştur. Üstadlarmdan bahsederken inşallah bunları anlatacağız.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, o üstadı Hammâd'a devamla beraber diğer fukahâ ve muhaddisleri de görmüştür. Nerede bulu­nursa bulunsun tabiîni arar bulurdu. Bilhassa fıkıh içtihatta seç­kin olan Sahabeyle buluşmuş olan tabiîni mutlaka arar bulurdu. Kendisi diyor ki: «Hz. Ömer'in fıkhını, Hz. Ali'nin fıkhını, Abdul­lah b. Mes'ud'un fıkhını ve îbn-i Abbas'in fıkhını onların ashabın­dan aldım.» Eğer ders alması yalnız Hammâd'a münhasırdır der­sek, bunları diğerlerinden almış olmasına yol bulamayız.



22- Ebü Hanîfe'nîn Hayatı Hakkında Bilmemiz Gerekenler


Ebû Hanîfe kırk yaşına geldiği zaman, tam olgunluk çağında Küfe mescidinde üstadı Hammâd'm ders kürsüsüne oturdu. Kendi­sine sorulan mes'eleleri çözmek arz olunan hâdiseleri bir hükme bağlayabilmek için bunları talebeleriyle müzakere yoluyla, karşı­lıklı konuşmalarla okutmağa başladı. Benzeri., hâdiseleri birbirine kıyas yapıyor, müşterek illeti olanları ayni hükme bağlıyor, fıtrî zekâsı, kuvvetli aklı ve sağlam mantıki sayesinde bunları ko!ayca yapıyordu. Böylece Hanefiyye mezhebini doğuran parlak fıkıh yo­lunu açtı.

Burada bu ilmî yapının nasıl teşekkül ettiğini ve doğurduğu neticeleri etrafiyle anlatmağa kalkışacak değiliz. Bunun ileride şerh ve beyân yeri gelecektir.

Biz burada onun hayatının mecrasından, onunla ilgili olan şeylerden söz açıyoruz. Biz burada onun şahsını inceliyoruz. Orada ise millî varlığının teşekkülünü araştıracağız. Sonra bu iki emirden doğan neticeler nedir? Yâni ilmî kudretiyle diktiği ilim fidanları ve ne vakit meyve verdiği ve bir çok ülkelerde fıkıh ve hüküm ver­me kapılarını nasıl açtığı mes'elesini bahis konusu yapacağız.

Onun hayatiyle ilgili şeyleri beyan için burada îki noktayı açık­layacağız :

1- Yaşayışı, geçinmesi, kazancı nasıldı?

2- Umumî hayat yâni yaşadığı devirde olup biten olaylar karşısında vaziyeti ne idi ve bunun hayatının akışında ne gibi te­siri oldu?


23- Ailesinin Malî Durumu


Tarih bize anlatıyor ki, Ebû Hanîfe servet sahibi,, varlıklı bir ailede yatişti. Babaları tacirdi. Onların yünlü ve ipekli kumaş ti­câreti yaptıkları anlaşılıyor. Bu ticaret çok kârlı bir işti. Ebû Ha­nîfe atalarından kalan bu işe başladı. Gençliğinde çarşı-pazara gidip gelirdi. Ulemanın dersine devam etmezdi. ŞaTsî ona ilim mec­lislerine devamı tenbih etti. Bunun üzerine o da ilme sarıldı, fa­kat ticaretten büsbütün ayrılıp vazgeçti mi? Bütün rivayetler onun ticareti bırakmadığını söylemektedir. Hayatının sonuna kadar ti­caretle meşgul olmuştur.[16]

Onun ticarette ortağı olduğunu söylerler, öyle anlaşılıyor kî, onun ilim tahsil edebiimesi, fıkıh ve Hadîs öğrenerek ilme hizmete devanı edebilmesi hususunda bu ortağının yardımı olmuştur. Bü­tün rivayetler onun tacir olduğunda ittifak ettiği gibi fıkıh ve dîne hizmete kendini vermiş olduğunda da ittifak ederler. Bu ise ancak onun çarşıya bağlanmasına lüzum bırakmıyan emin bir ortağın yardım sayesinde olabilir. "Yoksa işinin başında bulunması lâzım gelird Onun da ticarete dair bilgisi, tecrübesi var. Ticaretle alâ­kadar Uıyor, ticaret işlerini idare ediyordu. Fakat ilimle ticareti bir arada toplayan ulemanın ahvali hep böyledir,

Mûtczİle'nin reisi olan Vâsıl b. Atâ da böyle idi. O da Ebû Ha-nîfe'nin çağdaşıdır, aynı yılda doğmuşlardır. O da îran'lıdır. Tica­retle geçinirdi. Akrabasından emin bir ortağı ile ticaretini yürütür­dü. Kendisi ders meşguldü. îslâma hücum edenlerle münakaşa ya-parc: Bunun emsali çoktur. Öyleyse Ebû Hanîfe'nin tacir olduğu haldt kendisini bu derece ilme nasıl vermiş olduğunda hayret edi­lecek bir cihet yoktur.


24- Tâcîr Ebü Hanîfe'nin Meziyetleri, Cömertliği


Ebû Hanîfe, tâcîr olarak halka olan ticarî münasebet ve mua­melelerinde dört vasıf taşır ki, bunlar onu doğru ve namuslu tüc­car arasında örnek olarak göstermeğe kâfidir. Ulema arasında en yüksek mevkide o*duğu gibi ticaret ahlâkında da böyledir.

1- Son dertle kanaatkar, gönlü zengindi. İnsanları fakir yapan tamahkârlıktan onda eser yoktu. Bunun sebebi, belki de zengin ve varlıklı bir ailede vetişmiş olmasıdır. İhtiyaç zilletini tat­mış değildi.

2- Son deerce emanete riayet ederdi. Emanet hususunda çok titizdi. Hıyanet nedir bilmezdi.

3- Gayet cömertti, eli çok kaçıktı. Cimrilik ondan uzaktı.

4- Son derece dindardı, çok ibadet ederdi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri "namaz ve niyazla geçirirdi.

Şahsında toplanan bu dört güzel vasıf, onun ticaret muame­lelerinde daima eserini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler­di. Birçokları onu ticarette Hz. Ebû Bekr'is-Siddık'a benzetirdi Sanki onu kendine Örnek tutuyor, onun izinden gidiyordu, ona tâ-biydi. Bir malı satın alırken de, sattığı zamanki gibi, emanet kai­desine riayet ederdi: Bir kadın ona satmak üzere bir ipek elbise getirdi. Ebû Hanîfe fiyatım sordu. Kadın da yüz dirhem istediğini söyledi. Ebû Hanîfe: «Bunun değeri yüzden daha ziyadedir, kaça vereceğinizi söyleyin» dedi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktı. Ebû Hanîfe: «Daha fazla yapar», deyince kadın:

— Benimle eğleniyor musun? dedi. 

Ebû Hanîfe:

— Ne münasebet, dedi, bir adam getirin de fiyat takdir et­tirelim.

Kadın bir adam çağırdı. Fiyat takdir ettirdi. Ebû Hanîfe beş-yüze satın aldı.[17]

O işte böyle idi. Alıcı kendisi, fakat satıcının menfaatini ko­ruyor. Satıcının gafletinden istifade ederek onu aldatmağa fırsat kollanııyor, vurgunculuk yapmıyor, satıcıya doğru yolu gösteriyor.

O öyle bir satıcı idi ki, müşteri fakir veya ahbabı olursa on­lardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verir, hattâ kazancından müş­teriye bağışladığı bile olurdu. Bir defa ihtiyar bir kadın geldi:

—Ben yoksulum dedi. Bana şu elbiseyi maliyeti fiatına sat! Ona: 

Dört dirhem ver, onu al, dedi.

Ben ihtiyar bir kadıncağızım,, benimle böyle alay etme,

dedi.

— Bunun alayı yok, bunları iki takım elbise olarak almıştım. Birini verdiğini paradan dört dirhem eksiğine sattım. Bu elbise ba­na dört dirheme kalmış oldu, bunu da sen al.

Ahbaplarından biri gelip şu vasıfta, şu renkte bir elbiselik ku­maş istedi. Ona:

— Biraz bekle, düşerse senin için alırım, dedi.

Bir hafta geçmeden o vasıfta kumaş geldi. Ahbabı uğrayınca:

— Senin işi gördük, dedi ve kumaşı çıkardı. Ahbabı;

— Kaça? diye sordu.

— Bir dirheme, dedi.

— Benimle alay edeceğini hiç zannetmezdim!

— Ortada aîay edecek bir şey yok. Ben 20 dinar ve bîr dirhe­me iki elbise satın aldım. Birini 20 dinara sattım. Bu bir dirheme kaldı.[18]

Şüphesiz ki, bu aliş verişe satıcının cömertliğinden ileri gelen büyük bir ikram karışıyordu. Yahut bu alış veriş suretinde bir he­diye ve ihsandı. Bu ticaret değildir. Bu büyük ve âlim tacirin na­sıl cömert bir kalb sahibi olduğunu, onun emanet, dîn, akıl ve ve­fa bakımından nasıl bir namus heykeli olduğunu gösterir. Günah karışma şüphesi olan her şeyden pek sakımrdı. Bir mala haram ka­rıştığı şüphesi hâsıl olursa onu hemen yoksullara, muhtaçlara sa­daka olarak dağıtırdı.

Rivayet olunduğuna göre: Ortağı Hafs b. Abdurrahman'ı mal satmak üzere gönderdi ve içlerinde kusurlu bir elbise olduğunu da ona söyledi ve bunu satarken kusurlu olduğunu, söylemesini tenbih etti. Hafs malı sattı. Kusurunu söylemeyi unuttu. Onu satın alanın kim olduğunu da bilmiyor, Ebû Hanîfe bunu öğrenince bü­tün o mallardan alınan paranın hepsini sadaka olarak dağıttı.[19]

Bu derece takvaya riayet ,helâl kazançla iktifa etmesiyle bera­ber ticareti ona yine de çok gelir sağlıyordu, serveti çoktu. Ulema­ya, muhaddislere pek çok ihsanda bulunur, onlara iyilik yapardı. Târih-i Bağdadî diyor ki: Seneden seneye kazancını toplar, onlar­la üstadîann» muhaddislerin ihtiyaçlarını karşılar, yiyeceklerini, giyeceklerini satın alır, bütün hacetlerini görürdü. Sonra kârdan kalan parayı onlara dağıtırdı ve: «Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve ancak Allah'a hamd edin», derdi. Çünkü verdiğim bu mal filhakika benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allah'ın fazl ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.»[20]

Ticaretinin sağladığı kazançla ulemaya mürüvvet gösteriyor, onların ihtiyaçlarını karşılıyordu. Onları başkalarına muhtaç olma durumundan çıkararak ilmin şerefini koruyordu.

O, dış görünüşe de ehemmiyet veriyor, dışının da içi gibi temiz olmasına dikkat ediyordu. Elbisesine itina gösterirdi. ' Elbisenin en âlâsını giyerdi. Üst elbisesi otuz dinar kıymetinde idi. Kıyafeti güzeldi. Çok güzel kokular kullanırdı. Ebû Yusuf'un dediği gibi da­ha uzaktan güzel kokusu duyulur, geldiği belli olurdu.[21]

Tanıdıklarını da kendi elbiselerine ve diğer dış görünüşlerine dikkat etmeğe teşvik ederdi. Yanına gelip oturan bir adamın üze­rindeki eski elbise gözüne ilişti. Adam kalkıp gideceği zaman bi­raz beklemesini söyledi. Meclis dağılıp herkes gittikten sonra ikisi yalnız kalınca adama:

— Şu seccadeyi kaldır, altında olanları al, dedi.

Adam seccadeyi kaldırdı. Altında bin dirhem vardı, durakladı. 

— Al bu dirhemleri, dedi. Onunla kılığını kıyafetini değiştir!

— Ben zenginim, bunlara ihtiyacım yok, cevabım verdi.

— Sen Hz. Peygamber'in şu Hadîsini duymadın mı: «Allah, kulunun üzerinde, ona verdiği nimetin eserini görmeyi sever.» Sen şu halini değiştirmelisin, tâ ki dostların senin için kederlenme­sin[22]


25- Devrîndekî Sîyasî Hareketler Karşısındaki Durumu


İşte Ebû Hanîfe'nin yaşayışı böyle idi. Ve onun gelir kaynak­ları bunlardı. Şimdi hayatının akışı ile sıkı alâkası olan bir şeyden bahsetmek istiyoruz. Devrindeki siyasî ayaklanma hareketleri kar­şısında durumu ne idi? Bunların ona tesiri nedir? Ayaklanmala­ra yardımı var mıdır? Devlet işlerini ellerinde tutanlarla münase­beti nasıldı? Bunlar Ebû Hanîfe'nin hayatına tesirleri derecesin­de eserimizde yer vereceğiz. îmâm-i A'zam gibi büyük imâmın ha­yatına son vermeğe sebep olan o işkenceler bununla sıkı alâkadar­dır. Tıpkı sebebin müsebbiple, neticenin mukaddemelerle, eserin müessirle olan bağlantısı gibi. Hayatında çektiği elemlerin sebebi bunlardır.

Ebû Hanîfe hayatının 52 senesini Emevîler devrinde yaşadı. 18 senesini de Abbasîler devrinde geçirdi. Bu iki İslâm devletinde ömür sürdü. Emevî devletinin gençlik ve kuvvetli devrini gördü. Sonra onun çöktüğüne şahit oldu. Abbasîler devletine yetişti. Ab-bâsîlerin gizli bir teşkilât halinde Emevîleri yıkmak için propa­ganda yaptıkları, durmadan çalıştıkları günleri yaşadıktan sonra Emevî devletini yıkıp idareyi- ele aldıkları günleri gördü. Abbasî­ler, Hz. Peygamber'in yakın akrabasından olduklarından Abbasî Halîfeleri, Peygamber'in dinî vekili gibi halkın başına geçmişler­dir. Halkı idareleri altına bu namla alıyorlardı.

Ebû Hanîfe bunların cümlesini görüp geçirdi. Bunlar onun üzerinden hâli kalmıyordu. İhtilâlcilerle bir olup hükümet aleyhi­ne yürümediyse de, bütün haberler, onun kalben Hz. Peygamber'in âli, Ehl-i Beyt ile beraber olduğunu göstermektedir.

O, evvelâ Emevîlere karşı ayaklanan Peygamber'in akraba-siyledir. Sonradan bu işi Abbasîler sırf kendi ellerine alıp Hz. Ali'­nin evlâdını mahrum bırakınca, Hz. Ali evlâdının Abbâsîlere karşı ayaklanmasını haklı gördü. Emevîleri din ve şeriatv bakımından hiç­bir suretle hak ve hâkimiyet sahibi görmüyordu. Fakat işi kılıca sarılmağa vardırarak isyan etmiyordu. Belki de bunu yapmayı ku­ruyordu, fakat bâzı sebepleri hesaba katarak buna imkân görmü­yordu. Zeyd b. Zeynelâbidin, 121 Hicrî yılında Hişam b. Abdu'1-Me-lik'e karşı ayaklanınca, rivayete göre, Ebû Hanîfe: «Onun bu çı­kışı, Hz. Peygamber Efendimiz'in Bedir Harbine çıkışına benzer» demiştir. Kendisine:

— Öyle ise siz neye ona katılmadınız? denilince:

— Beni, ona katılmaktan halkın bendeki emanetleri alıkoy­du. Bana birçok emanet bırakmışlardı. Onları tbn-i Ebî Leylâ'ya bırakma kistedim kabul etmedi. Emanetler bende iken bilinmeyen uzak yerlerde ölmekten korktum, dedi. Başka bir rivayette şu özü-rü ileri sürdüğü söyleniyor:

«Şayet halkın, onun atalarını aldattıkları gibi onu da alda­tıp yarı yolda bırakmayacaklarını bilsem; onunla beraber ben'de; savaşırdım. Zira hak imâm ve halife odur. Hilâfet onun hakkıdır. Ben ona malımla yardım ettim. Bin dirhem göndererek ona bi'at ettim. Elçiye özürümü ona arzetmesini söyledim.»

Bu iki haberden anlaşılıyor ki, o İmâm Zeyd b. Ali Zeynelâbi­din gibi bir âdil imâm tarafından olmak şartiyle, Emevîlere karşı isyanı şer'an caiz görüyordu ve kendisi de mücâhidlerle beraber kılıç sallamağı arzu ediyordu. Fakat o bununla iyi neticeler alına­cağından emin değildi. Böyle yapmak haklı ve yerinde bir iş, lâkin buna kuvvetle katılanlar ve andla bağlı kalpler bulunmadığından bir netice çıkmiyacağı da belli idi. Bununla beraber bu işe arka çevirip katılmıyanlardan olmak da istemezdi. Onun için teyit eden­lerden olduğuna delil göstermek maksadiyle malî yardım gönder­miştir. Mal da takviye kuvvetidir.

İhtilâlcilerle beraber neden çıkmadığı hususunda zikrettiği sebepleri, kılıç taşımağa ve kavgada insan yaralamağa alışık de­ğildi de bu sebeple cihada katılmadığından, kendini mazur göster­mek için ileri sürdüğünü söylemek istemiyoruz. Böyle bir şeye ih­timal bile vermeyiz. Çünkü Ebû Hanîfe içindekinin aksini söyle­yen kimselerden değildi. Kanaatinin hilâfına bir şey söylemez, her şeyi samimiyetle söyler. Hayatını bu yüzden tehlikelere bile maruz bırakmıştır. Bunları kuvvetli bir irade ve cesur bir kalble karşıla­dı. Korkmadı, zaaf göstermedi.


26- Irak Valîsi Îbn-Î Ebî Hübeyre'nîn Ebû Hanîfe'yî Takibi


İmam Zeyd b. AH Zeynelâbidin'in ihtilâli, 122 hicret yılında onun öldürülmesiyle sona erdi. Ondan sonra 125 senesinde oğlu Yahya Horasan'da ayaklandı. Babası gibi o da öldürüldü. Sonra bu Yahya'nın oğlu Abdullah, atalarının hakkını isteyerek ayaklandı. Emevîlerin son halifesi Mervan b. Muhammed'in gönderdiği kuv­vetleri Yemen'de kırıp ezdi. Fakat o da 130 senesinde şehid oldu.[23]

Zeyd b. Ali'nin Ebû Hanîfe nezdinde büyük bir mevkii vardı. Hattâ onun devlete karşı çıkışını, Hz. Peygamber'in Bedir Harbine çıkışma benzetmişti. Onun dînini, ahlâkını, ilmini pek beğeniyor, çok takdir ediyordu. Onu hak imâm addederdi. Bu cihattan ayrı­lanlardan olmasın diye ona malca yardımda bulundu. Onun Emevî­lerin kılıcıyle öldürüldüğünü gördü. Sonra bu açılan yaralar henüz dinmeden arkasından onun oğlunun öldürüldüğüne şahit oldu. Onun arkasından da torunu aynı akıbete uğradı. Şüphesiz ki, bun­ların hepsi Ebû Hanîfe'nin içinde birer düğüm halinde kaldı. Bu zulümleri diliyle söylemekten elbette ki çekinmedi. Bunları anlat­tı. Kızdıkları zaman ulemanın lisanları, keskin kılıçların yapamadıklarını yapar, onlardan daha keskin olur, vuruşları daha şiddet­lidir. 130 senesinde Irak'ta Emevîlerin başından geçenler, bunu ta-mamiyle göstermektedir.

Mekkî'nin Menakıb-ı Ebû Hanîfe'sinde ve diğer menakıb ki-taplannda ve târihlerin tercüme-i hâl kısımlarında kayıt olunduğu veçhile: Son Emevî Halifesi Mervan b. Muhemmed'in Irak valisi olan Yezid b. Ömer b. Hübeyre, Ebû Hanîfe'ye kadılık veya hazi­nedarlık teklif etti. Bununla onun Emevîlere olan bağlılığını dene­mek istiyordu. Çünkü onun Hz. AH evlâdına taraftar olduğu, onla­ra elinden gelen yardımı yaptığı Emevîlerin kulağına değmişti. Bu sırada Irak, Horasan ve îran, siyasî hareketlerle kaynaşıyordu. Şe­hirler birer birer Abbasî taraftarlarının eline düşüyordu. Koca yeryüzü her taraftan darahp Emevîleri sıkıştırıyordu.

Mekkî aynen şöyle diyor: «Emevîler zamanında îbn-i Hübey­re Küfe valisi idi. Irak'ta kaynaşmalar başgösterdi. Irak fukahâsı-m kendi kapısında topladı. Aralarında İbn-i Ebî Leylâ, îbn-i Şüb-rüme, Davud b. Ebî Hind gibi ulema vardı. Her birini mühim devlet vazifeleri başına geçirdi. Ebû Hanîfe'yi de davet etti. Mührü onun eline vermek, istedi. Ebû Hanîfe'nin elinden geçmeyince hiçbir emir ve fermanın hükmü olmıyacak, Beyt-ül-malden çıkan her mal Ebû Hanîfe'nin elinden çıkmış olacaktı. Ebû Hanîfe bunu kabul etmedi, tbn-i Hübeyre: Eğer kabul etmezse onu döğerim diye ye­min etti. Fukahâ arkadaşları Ebû Hanîfe'ye:

— Allah aşkına, kendini tehlikeye atma, şu işi kabul et. Biz senin kardeşleriniz, hepimiz bu işlerden nefret ediyoruz, fakat ka­bulden başka çare bulamadık, ister istemez vazife aldık, dediler.

Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

— Vas.ıt mescidinin kapılarım saymayı bana teklif etse ona onu da yapmam. Nasıl olur da bu ağır işi kabul ederim. O, boynu­nu vuracağı bir adamm ölüm fermanını yazacak, ben de ona mührü basacağım ha, vallahi böyle bir ise kat'iyen girmem!

îbn-i Ebî Leylâ:

— Arkadaşımızı bırakalım, o haklıdır, hata başkasının, dedi.

Ebû Hanîfe'yi hapse attılar. Ona her gün dayak attırıyorlar­dı. Cellâd, îbn-i Hübeyre'ye gelerek:

— Bu adam kırbaçtan ölecek, dedi. îbn-i Hübeyre:

— Söyle ona, bizi yeminimizden kurtarsın, dedi. O da Ebû Hanîfe'ye bunu söyleyince:

— Camiin kapılarını saymamı istese yine yapmam, dedi. Son­ra o cellâd, îbn-i Hiibeyre ile görüştü :

— Bu mahpusa bir nasîhatçı yok mu, mühlet istesin ki vere­yim dedi.

Ebû Hanîfe'ye haber gönderdiler :

— Arkadaşlarımla istişare1 yapayım, bakayım, dedi.

İbn-i Hübevre tahliyesini emretti. Ebû Hanîfe hapisten çıkınca atma bindi, Mekke'ye kaçtî. Bu hâdise 130 senesinde İdî. Mekke'de yerleşti. Hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar orada kaldı. Ebû Ca'-fer Mansur zamanında Küfe'ye döndü.[24]

İbn-i Hübeyre tahliyesini emretti. Ebû Hanîfe hapisten çıkınca ki, îbn-i Hübeyre, Ebû Hanîfe'ye işbirİiğiği, beraber çalışmayı tek­lif etti. O da kabul etmedi. Anlaşıldığına göre İbn-i Hübeyre ona, kendi taraftarında olduğunu gösterecek herhangi bir işi kabul et­mesini teklif etti. Onun hakkında ileri sürülen itham ve şüpheyi anlamak istiyordu. Ona mührü vermek istedi. O ise kabuî etmedi. Hükümet tarafında olduğunu gösterecek herhangi bir işin kabulü­nü teklif etti. Şiddetli ısrarlara ve dayağa rağmen o bunu yine ka­bul'etmedi. İşkenceden başı şişti. Fakat gönlü sarsılmadı, dayak altında zaaf göstermedi. Ağlayıp sızlamadı. Fakat annesinin onun bu haline çok üzüldüğünü öğrenince, onun elemine acıyarak göz­lerinden yaşlar boşandı. îşîe hakkıyla kuvvetli olmak böyledir. Ka­naati uğrunda çektikleri şeyler onun hiç umurunda bile olmaz, fakat kendisi için çok kıymetli olan candan yakınlarından birinin acı duymasına gönlü razı olmuyor, başkalarının acı duyması yü­zünden kendi acıları artıyor, diğer kimselerin elem çekmesine ta­hammül edemiyor. Kuvvetli olmak demek, katı kalbli, kaba ve sert olmak demek değildir. Kuvvetli olmak, sağlam irade, yüksek duy­gu, şefkatli kalb, ince ruh, tahammüllü gönül, sebatlı akıl, vekarlı hareket sahibi olmak demektir. İşte Ebû Hanîfe, bunların hepsi demektir.


27- Ebû Hanîfe'ye Yapılan İşkencenin Siyasî Sebepleri


îbn-î Hübeyre'nin Ebû Hanîfe'ye bu işkenceleri yapmaktan maksadı onun Emevî'lere karşı durumunu anlamak ve denemek idi. Çünkü etrafında şüpheler dolaşıyordu. Anlaşıldığına göre di­ğer bâzı fukahâ da aynı töhmet altında idiler. Fakat orrlar teklif olunan devlet vazifelerini kabul ettiler ve böylece kendilerini şüphe­den kurtardılar. Belki de onlarda Ebû Hanîfe-'deki sabır ve taham­mül yoktu da kendilerini korumak için böyle hareekt ettiler. Bü­tün bunlar olup biterken Emevî Devleti için için kaynıyordu. Ho­rasan ve Iran Abbasî'lerin eline geçmişti veya geçmek üzere idi. Irak'ta kaynaşan fitneler tehlikeli bir Kal alıyordu. Abbasî'lerin orduları orada Emevî'Ieri kuşatmıştı. Devlet merkezine yakın ül­kelerde bile Emevîler ansızın baskına maruzdu. Şu geniş dünya onların başına dar gelmeğe başlamıştı. Saltanat siyaseti onları Ebû Hanîfe'ye böyle muameleye sevk ediyordu. Fakat, din, ahlâk, siya­set bunu kabul edemez, buna asla razı olamazdı.


28 - Hapishaneden Mekke'ye Gîdîşî, Abbasîler Devrinde Tekrar Dönüşü


Hapishane memuru hapisten çıkma yollarını hazırladıktan sonra Ebû Hanîfe Mekke'ye kaçtı. 130 senesinde Abbasîler idareyi tamamiyle ellerine alıncaya kadar Mekke'de oturdu. Her tarafta kopan ihtilâl insanları kapıp fitnenin içine atarken o, Kabe'nin ci­varında, Harem'i Şerifte aradığı emniyeti buldu. İbn-i Abbâs'm il­mine vâris olan Mekke'de şevkle hadis ve fıkıh ilimleri üzerine eğilip ilimle meşgul oldu. Ebû Hanîfe orada Ibn-i Abbâs'm talebe-leriyle buluştu. Onlara kendi ilmini öğretti. Onlardan da onların ilmini öğrendi, İlminden bahsederken Mekke ekolünden nasıl fay­dalandığım açıklayacağız.

Burada Mekke'de ne kadar oturduğunu tetkik etmek istiyoruz. Mekki'nin Menâkıp'mda kaydettiğine göre Ebû Hanîfe Mekke'de Mansur zamanına kadar kalmıştır. Mansur 136. hicrî yılında hilâfet makamına geçti. Ebû Hanîfe, 130 yılında Mekke'ye geldiğine göre en az altı sene Mekke'de ikamet etmiş olması gerekiyor. Bu itibar­la bu büyük imâm Ömrünün altı senesi gibi büyük bir kısmım Bey-tullah civarında geçirmiş, Kabe'de mücavir olmuştur.

Fakat yine Mekkî, Menakib'mda: Ebu'l-Abbâs Seffâh Kûfe'ye girip de halktan bîat istediği zaman' Ebû Hanîfe'nin orada olduğu­nu söylüyor ve aynen şöyle diyor: «Ebû'l-Abbas Seffâh, Kûfe'ye girdiği zaman ulemayı davet etti, onları huzuruna topladı; onlara şöyle dedi:

— Bu hilâfet işi, Peygamberimizin ehline ve akrabasına geçti. Bu size Allah'u Teâlâ'nın bir lütuf ve keremidir. Hak yerini buldu.

Sizler, ey ulema zümresi, buna yardım etmeğe en lâyık olanlarsınız. Size istediğiniz kadar ihsan ve ikram var. Allah malından ziyafet var. Halifenize bîat ediniz( âhirette sizin iiçn emniyete kavuşma­ğa vesile olur. Allah'ın huzuruna, halifeye bî'at etmeksizin imâm-sız olduğunuz halde çikmayınız. Hüccetsiz ve delilsiz kalanlardan olmayın.»

Oradakiler Ebû Hanîfe*ye baktılar, o da :

— «İsterseniz kendim namına ve sizin namınıza konuşayım.» dedi.

— Evet, bunu arzu ediyoruz, dediler. Bunun üzerine şu sözleri söyledi:

— Allah'a hamd olsun ki, bu hakkı Resul-i Ekrem'inin akraba­sına nasîb etti. Zalimlerin zulmünü bizden kaldırdı. Lisanımızla hakkı söyleyebiliyoruz. Allah'ın emri üzerine sana bî'at ettik. Kıya­mete kadar sana verdiğimiz ahdi tutacağız. Allah'u Teâlâ bu işi Pey­gamberimizin akrabasından asla ayırmasın.

Ebu'l-Abbâs da buna güzel bir cevap vermiştir:

— «Ulema namına senin gibiler konuşmalı... Seni seçmekte çok isabetli hareket ettiler. Sen de gayet güzel ifade ettin...»

Çıktıktan sonra (kıyamete kadar) sözü ile neyi kasdettiğini sordular O da:

— «Siz beni ele verirseniz ben de sizi ele veririm...» dedi. On­lar da sustular. Ve onun yaptığını haklı buldular.[25] 

Bu rivayet iki şeye delâlet eder:

1- Seffâh Kûfe'ye gelip de halktan kendisi için hilâfet bîati aldığı zaman Ebû Hanîfe orada bulunmaktadır. Bu hâdise ise, hiç şüphesiz ki, 136 yılından önce idi. Öyle olunca bu rivayet Kûfe'ye Mansur'un hilâfeti esnasında yani 136 senesinden sonra döndüğü­nü söyleyen rivayetin zahirine uymuyor.

Bence bu iki rivayetin arasını bulmak şöyle mümkün olur: Ebû Hanîfe, îbn-i Hübeyre yüzünden Mekke'ye kaçmıştı. îbn-i Hübeyre ve hükümeti Irak'tan çekilip gidinceye kadar orada otur­du. Onlar Irak'tan def olunca memleketinde kalmak niyetiyle Kû-fe'ye geldi. îşte bu sırada Ebu'l-Abbâs Seffâh'la görüştü. Ve yuka­rıda geçtiği üzere ona bî'at etti. Fakat Irak'ta ve dolayında fitneler tamamiyle sönmüş değildir. îşler tam bir sükûnet ve istikrar bul­mamıştı. Onun için yine Mekek'ye döndü. Belki ,de Mekke ile. Küfe arasında, işleri icabı, birkaç defa gelip gitmiştir ve bu gidişlerinden birinde Seffâh ile görüşmüştür.

Halife Mansur devrinde işler yoluna girip istikrar bulunca Küfe'ye gelip orada kaldı ve mescidde ders halkasını eskiden oldu­ğu gibi yine açtı. Fitneler ve kargaşalıklar devam edip dururken, Abbâsiyye devleti kurulduğu gibi hemen Kûfe'ye yerleşerek mes­cidde ders vermeğe başladığını söyleyemeyiz. Çünkü tarihin delâle­ti veçhile inkılâpların sonunda huzursuzluklar derhal ortadan kal­kıp dinmez. Tarihler bunu böyle kaydederler. Demek Ebû Hanîfe de işlerin yatışmasını bekledi ve ancak Mansur'un halifeliği esna­sında Kûfe'ye dönüp orada kaldı. 

2- Bu rivayetlerden çıkan ikinci meseleye gelince: Ulema Ebu'l-Abbâs'a bîat edilmesine razı değildir. Bi'at esnasında yaptığı konuşmadan sonra Ebû Hanîfe ile başbaşa kalınca bunu söylemek istediler. Sonradan onun yaptığını ve dediğini kabul ettiler.

Hakikaten bu ulema arasında tbn-i Şübrüme, îbn-i Ebî Leylâ gibi Emevîîerîe çalışmış, onîara hizmet etmiş kimseler vardı. Onla­rın son halife Muhammed h. Mervan'a yaptıkları bî'at boyunların­da idi. Ahdinde durmak borçtur. Bu yeni bî'at onları gayet güç du­ruma düşürmektedir. Ebû Hanîfe'ye gelince Emevîler hakkında hiçbir taahhüde girmiş değildir. Boynunda böyle bir borç yoktu.


29- Abbâsîlerîn Hâkimiyetini Nasıl Karşıladı?


Ebu'l-Abbâs Seffâh'a bî'at ederken söylediği sözlerden anîaşıl-dığı üzere Ebû Hanîfe Abbasîler devrini büyük bir memnunlukla ümid ve ferahla karşılamıştır, Emevîlerden çektiklerine bakınca, onun hayatının seyrine uygun düşen de budur. Halbuki ileride ümidleri kırılacak, Abbasîler de emelleri hilâfına zuhur edecektir.

Ebû Hanîfe, Emevîlerin Âl'i Beyte, Hz. Ali evlâdına nasıl taz­yikler yaptıklarım gözü ile gördü. Şimdi ise Abbasî devleti kurulu­yordu. Bu, aslında Hz. Ali taraftarlarının devleti olarak ortaya çıktı. Ali taraftarlarının dâvetine dayanarak kuruldu. Onlara bu hak, Hz. Ali'nin torunlarından geçti. Bunları bir yana bırakalım. Abba­sîler de Hâşimî âilesindendirler, Hazret-i Peygamberlerle aynı sülâ­leden gelirler. Bu devlet, Hâşimî devleti demektir. Amucaları oğul­ları olan Hz. Ali evlâdına karşı, her gün artan bir şefkatle hoş mua­mele yapmaları lâzım gelirdi. Onlardan beklenen, onların hakkına riayet etmeleridir. Sonra onlar, Hz. Ali evlâdının, Âl-i Beytin in­tikamını alacaklarını boyuna ilân ediyorlar, onlara zulüm edenleri haklayacaklarını tekrarlıyorlardı. Âl-i Beytin velîleri ve hamileri olduklarını, onların şehitlerinin kanlarım istemek hakkı kendile­rine ait bulunduğunu söylüyorlardı.

Ebû Hanîfe'nin böyle bir devlet kurulmasından memnun kal­ması ve bu devletin ilk halifesine bî'at elini uzatması pek tabiî idi. O da bunu yaptı. Ebu'l-Abbâs Seffâh'a bî'at esnasındaki sözleri, Peygamber'in akrabasına nasıl kudsî bağlarla bağlandığını ve hal­kı bî'ata nasıl çağırdığını göstermektedir. Bu konuşmadan sonra fukahâ arkadaşlariyle aralarında geçen sözlerle onlan devlete ita-ata ve cemaatla beraber olmağa teşvik etmiştir.

Ebû Hanîfe Hazretleri, yukarıda arzettiğimiz sebeplerle, Ab­basî devletine dostluğunda _ve bağlılığında olduğu gibi, Âl-i Beytin cümlesini sevmekle devam etti. Mansur onu kendine yaklaştırmak istiyor, onun mevkiini yükseltiyordu. Ona bol bol atiyeler veriyor, ihsanlarda bulunuyordu. Mansur ile zevcesi arasında, zevceler ara­sında eşitliğe riayet etmemek ve kendisinden yüz çevirmek yüzün­den dargınlık vuku buldu. Zevcesi Mansur'dan adalet üzere hare­ket etmesini istedi. O da :

— İkimizin arasında hakem olarak kime razısın, dedi.

— Ebû Hanîfe'nin hakemliğine razıyım, cevabını verdi.

Mansur da onun hakemlik yapmasını kabul etti. Bunun üze­rine Ebû Hanîfe'yi davet ettiler. Mansur söze başladı:

— Zevcem benden davacı, adaletini göster bakalım.

— Emîrül-Mümînin anlatsınlar bakalım, mes'ele nedir?

— Bir erkek kaç kadın alabilir?

— Dört.

— Cariyelerden kaç?

— Onlar için bir sayı yok .istediği kadar.

— Bunun hilâfına söyleyen var mı?

— Hayır.

Ebû Ca'fer Mansur, hanımına dönerek:

Şöylediîkerini işitiyorsun ya, dedi. Bunlar şeriat hükmü.

Ebû Hanîfe tekrar söz aldı:

— Allah'u Teâlâ bunları zevceleri arasında adalete riayet edenler için helâl kıldı. Adalete riayet etmiyen veya edemeyeceğin­den korkanlar birden fazîa kan almamalıdır. Alîah'u Teâlâ buyu­ruyor ki: «Adalet edemiyeceğinizden korkarsanız bir tane yeter.» Bize yakışan Alİah'u Teâlâ'nın verdiği edeb dersini kabul etmek­tir. Onın öğütlerinden ibret alıp faydalanmak lâzımdır.

Ebû Câ'fer Mansur bunlara diyecek bir şey bulamadı, susup kaldı. Ebû Hanîfe de çıkıp gitti. Evine vardığı zaman Mansur'un zevcesi ona hizmetçisiyle para, elbise bir câriye ve bir Mısır mer­kebi gönderdi. Ebû Hanîfe bunları kabul etmeyip geri çevirdi ve hizmetçiye dedi ki:

— Ona selâm söyle ve de ki: «Ben dinî vazifemi yaptım. Hak­kı müdafaa ettim. Bunu Allah için yaptım. Bununla kimseye yakın olmak istemedim. Dünyalık da arzu etmedim.» .


30- Abbasîler Âl-i Beyt'e Ezaya Başlayınca Onları Tenkidi


Hz. Ali torunları Abbâsîlerin aleyhine dönüp aralarında düş­manlık başlayıncaya kadar Ebû Hanîfe'nin Abbasî devleti aleyhin­de konuştuğu yoktu. Ebû Hanîfe, Ali evlâdına çok bağlı idi, onları seviyordu. Onlara şiddetle taraftar idi. Onların kızdığı şeye onun da kızması pek tabiî idi, Ebû Câ'fer Mansur'un hükümetine karşı ayaklanan Muhammed Nefsüz-Zekiyye'nin ve kardeşi İbrahim'in babalari olan Abdullah b. Hasan'la Ebû Hanîfe'nin ilmî münasebe­ti vardı. Menakıb kitapları onu Ebû Hanîfe'nin üstadları arasında sayarlar ve ondan rivayet ettiğini söylerler. Bunu ileride biraz açıklayacağız. Kendi oğullan, Mansur'a karşı ayaklandıkları va­kit Abdullah hapiste bulunuyordu. Mansur onu hapse almıştı. İki oğlunun Öldürülmesinden sonra o da hapiste öldü.

İşte bu yüzden, bu hâdiselerden sonra yâni Nefsü'z-Zekiyye'-nin ve kardeşi İbrahim'in isyanlarında ve öldürülmelerinden son­ra Ebû Hanîfe'den Abbasîler aleyhinde sözler duyulmağa başlıyor.

Anlaşıldığına göre bundan böyle Abbâsîlere sadakati ve dostluğu doğru bulmaz oldu. Fakat Emevîler zamanında yaptığı gibi, şimdi de Abbâsîlere karşı bâzan derste münasebet düştükçe sözle tenkîd etmek haddini geçiniyor, daha ileri gitmiyordu. Hz. Ali evlâdına olan sadakati bir an sarsılmadan devam ediyordu. Fakat kılıca sa­rılıp isyana davet etmiyordu. Ulemanın ahvali böyledir. Kendileri­ni ilimden alıkoyacak bir şeyle oyalanmazlar. Ancak sevdikleri ve beğendikleri şeyler hakkında duygularını ifade etmek suretiyle iç âlemlerini doyururlar. Ebû Câ'fer Mansur da biliyor, ve seziyordu. Bâzan göz yumuyor, önü kendi tarafına çekmek için denemek is­tiyordu. Nihayet facia koptu.


31- Nefsü'z-Zekîyye'nîn İsyanında Ebû Hanîfe'nîn Durumu


İşte bu kısaca arzettiklerimîzi, Ebû Hanîfe'nin hayatiyle olan ilgileri bakımından-biraz tâfsilâtiyle anlatmak icabediyor.

Muhammed Nefsü'z-Zekîyye 145 senesinde Medine'de Ebû Câ'­fer Mansur'a karşı ayaklandı. Horasan halkı ve diğer bâzı yerler de ona sadakatle bağlı ve taraftar idiler. Fakat bunlar uzakta idi­ler. Sadakat ve sevgi bakımından ona bağlı olmakla beraber kuv­vetçe ona yardım yapamıyorlardi. Rivayet olunduğuna göre M'* hammed Nefsü'z-Zekiyye ile bir olup Abbâsîlere karşı çıkmanın meşru olduğu hakkında İmâm Mâlik Medine'de fetva vermiştir. îbn-i Cerîr Taberî ve îbn-i Kesîr tarihlerinin kaydettiklerine göre: İmâm Mâlik, Abdullah oğlu Muhammed Nefsü'z-Zekiyye'ye bî'at: etmeleri için halka fetva veriyordu. Ona :

— Bizim boynumuzda Mansur'un bî'atı var, dediler.

— Siz zor altında bulu vermiştiniz, dedi. Halk İmâm Mâlik'in bu sözü üzerine ona bî'at ettiler. Mâlik evinden çıkmıyordu.[26]

Bu Muhammed Nefsü'z-Zekiyye'nin öldürülmesiyle isyan bas­tırıldı. Irak'da ayaklanıp birçok şehirleri eline geçiren ve Kûfe'-ye de hücum etmiş olan kardeşi İbrahim de öldürülerek isyan ön­lendi. 

İmâm Mâlik, Muhammed Nefsü'z-Zekiyye ile beraber Man-sur'a karşı ayaklanma için fetva verdiyse bunun hesabını verdi: Kendisine daya katıldı, işkence yapıldı. Ebû Hanîfe'nin durumu Mâlik'den daha dehşetli idi. Derslerinde ihtilâlcilere yardım yapmayı açıkça söylüyordu. Hattâ o kadar ileri gidiyordu ki, Man-sur'un bâzı kumandanlarını ihtilâlcilere karşı savaşmaktan bile vazgeçirtiyordu. Şunu naklederler: Mansur'un kumandanlarından olan Hasan b. Kahtabe Ebû Hanîfe'nin yanma gelip giderdi. De­di ki:

— Benim işim sana malûm, benim için tevbe yolu var mı? Ebû Hanîfe ona şu cevabı verdi:

— Senin yaptıklarına hakikaten nadim olduğun Allah indin­de gerçekse bir Müslümam öldürmekle kendinin öldürülmesi ara­sında muhayyer bırakılsan da kendi öldürülmeni tercih etsen ve asla eski yaptıklarına dönmeyeceğine Allah'a ahid versen ve eğer bunları tutarsan işte senin tevben budur.

— İşte ben, de bunu yapacağım ve hiçbir Müslümam öldür­meyeceğim, Allah'ıma söz veriyorum, dedi.

Bu, Hz. AH torunlarından İbrahim b. Abdullah'ın ayaklanma­sından önce idi. İbrahim isyan edince Mansur ona İbrahim'e kar­şı gitmesini emretti; isyanı bastırmayı ona teklif etti. O da İmâm-ı A'zam'a geldi ve olup biteni anlattı. O da :

— İşte senin tevbenin zamanı geldi.Eğer ahdettiklerini ya­parsan, sen hakiki tevbe yapmış sayılırsın. Yoksa eskiden yaptık­larından hepsinden sorulursun! dedi.

O da tevbesinde sebat etti. Hazırlandı, kendim ölümün kuca­ğına atarcasına Mansur'un yanma girdi; ve:

—- Senin gönderdiğin cihete gitmiyeceğim, eğer senin hâkimi­yetinde bu yaptıkların Allah'a itaat sayılıyorsa bundan en fazla na­sibi olan benim, eğer senin emrinle bu yaptıklarım günahsa artık yeter. Bu kadarı kâfi.

Mansur kızdı. Kardeşi Hamîd b. Kahtabe orada idi.

— Bir senedenberi onun aklında bir bozukluk var, biraz aklını kaçırdı, onun yerine ben gideceğim. Bu şerefe ben ondan daha lâ-yıkım, dedi. 

Mansur, yanındaki güvendiği kimselere sordu : 

— Fukahâdan kiminle görüşüp konuşuyor bu? 

— Ebû Hanîfe'ye gidip geliyor, dediler.[27]

îşte îmâm-i A'zam hakkında rivayet olunanların bir kısmı budur. Eğer bu rivayet doğru ise onun bu yaptığı şey, Mansur'un nazarında devlet için en tehlikeli bir iştir, demekti. Çünkü bunda Ebû Hanîfe mücerred tenkid sınırını aşıyor. Gönlünde beslediği taraftarlıkla iktifa etmiyor, işi daha ileri götürüyor, faal sahaya döküyor demektir. Bunda iş yalnız fetvaya münhasır kalmıyor. Halbuki müftüye düşen Allah'ın dîni hakında nasihattir. Fesadı önlemektir. Hakka riayetten başka bir şey gözetmemektir.

Bu rivayet hakkında ne denirse denilsin, o bize tarihen sabit olan bir gerçeği tekrarlaamktadır ki, o da Ebû Hanîfe'nin Halife Mansur'u tenkîd ettiği ve onun Hz. Ali evlâdına yaptıklarını asla beğenmediği cihetidir. Onun mazisine ve Hz. Ali sülâlesine olan sevgisine uygun düşen de budur. Bildiğimiz gibi onun Zeyd b. Ali Zeynelâbidin'le alâkası vardı. Câ'fer Sâdık'la aralarında samimî bir bağlılık mevcuttu. Muhamnıed Bakır onunla temas halinde idi. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi o, şehit edilen Muhammed Nefsü-'z-Zekiyye'nin ve İbrahim'in babalan olan Abdullah b. Ha-san'ın talebesi idi. öyle ise onlara son derece sadakatle bağlı ol­masında, onların başına gelen felâketlerden çok acı duyduğuna dair haberlerde hayret edecek bir sev voktur. Ebû Hanîfe'nin iç âlemi mantığına uyan, yaşadığı ruhî haletini ifade eden ve hali­hazırı ile mazisini bir birine bağlayan budur.


32- Mansur'un Bazı Vazifeler Teklifiyle Ebû Hanîfe'yî Denemesi


Ebû Hanîfe'nin durumu, onun tarzı hareketlerini daima gö­zetleyen Mansur'un gözünden kaçmıyordu. Ebû Hanîfe'nin Küfe gibi tarihte yer alan bir şehirde bulunması ziyade uyanıklık isti­yordu. Mansur onun devlete sadakatim, muvafakat derecesini de­nemek istedi. Ele güzel bir fırsat da geçmişti. Bağdat şehri kuru­luyordu. Onu yeni merkeze Bağdat kadısı yapmak istedi, o kabul etmedi. Mansur ısrar ettîj o kabulden çekindi. Mansur en sonun­da herhangi bir iş olursa olsun mutlaka devlette resmî bir vazife almasını istiyordu. Maksat onun kanaatini anlamak, denemekti. Ebû Hanîfe bundan maksadın ne olduğunu anlıyordu: Kabul et­mezse kellesi gideceğini seziyordu ve rivayete göre nihayet Bağ­dat inşasında tuğla hesaplarını kontrol İşini kabul etmiştir.

îbn-i Cerîr Taberî'nin naklettiğine göre: Mansur Ebû Hanî-fe'yi kadı tayin etmek istedi. O kabul etmedi. Mansur kabul ettire­ceğim diye yemin etti. Ebû Hanîfe de kabul çürüyeceğine yemin etti. Nihayet Mansur onu Bağdat şehrinin inşaat amirliğine, tuğ­la ve kerpiç işlerini kontrol etmeğe, amele çalıştırma işlerine âmir tayin etti, o da bunu kabul etti.

îbn-i Kesîr diyor ki: «Hersem b. Adiy'den naklolunmuştur ki, Mansur Ebû Hanîfe'ye Bağdat kadılığını teklif etti, o kabul etme­di. Mansur da: Devletten bir vazife almayınca onun peşini bıfak-mıyacağına yemin etti. Bunu duyunca Ebû Hanîfe Mansur'un ye­mini yerini bulsun diye Bağdad inşaatında tuğla kontrol işlerini kabul etti .[28] 

Bu rivayete göre Ebû Hanîfe, Ebû Câ'fer Mansur'un maksa­dını anladı ve kellesini kurtarmak için onu atlatmış oldu. Öyle an­laşılıyor ki, bu hâdise, Mansur, Hz. Ali İtaraftarlannın ileri gelen­lerini toplayıp hapse attığı, onların mallarım zabt ve müsadere ettiği ve hattâ selefi Ebu'l-Abbâs Ceffâh'ın onlara verdiği tahsisa­tı bile keserek onlan her şeyden mahrum bıraktığı sıralarda ol­muştur, îster Abdullah b. Hasan'm iki oğlunun öldürülmelerinden evvel olsun, ister sonra olsun bunun neticede bir. önemi yoktur. Bu denemenin Ebû Câ'fer'le Hz. Ali evlâdı arasında nizam şiddet­lendiği sırada olduğu şüphesizdir.


33- Tarîhi Gerçeklere Aykırı Rivayetler


Bu haberlere göre Ebû Hanîfe kanaatına ve dînine zararı do-kunmıyan bir müsamahakârlıkla bu işi başından savmağa muvaf-vak oldu. Bir müddet için Mansur'un takip edici gözünden kurtul­du. Lâkin bu, Mansur onun bütün hareketlerine büsbütün göz yum­du demek değildi. Ara sıra onun sarf ettiği sözler, hesabı sonra gö­rülmek üzere, resmî makamlarca hep kaydolunuyordu.

Ebû Câ'fer'i, Ebû Hanîfe'ye bu ağır işkenceleri yapmağa sevk eden işlerden bir kısmını zikretmeğe geçmezden önce şunu söyleye­lim ki, bu facia Nefsü'z-Zekiyye'nin kardeşi İbrahim b. Abdullah'ın Irak'ta ayaklanmasının derhal akabinde değildi. Aradan beş sene gibi uzun bir müddet geçtikten sonra idi. İbrahim'in ayaklanması ve öldürülmesi 145 hicrî yılında idi. Ebû Hanîfe'nin ölümü ise 150 senesindedir, bu hususta rivayetler müttefiktir.

İşte bu sebepledir ki, Hatib Bağdadî'nin tarihinde îmâm Züfer'den rivayet ettiklerini, ilmî araştırma bakımından reddetmek gerekiyor. Orada Züfer'den naklen deniyor ki: «Ebû Hanîfe İbra­him'in ayaklandığı günlerde siyasî mes'eleler hakkında gayet aşikare ve çekinmeden konuşuyordu. Bir defa onu: Vallah sen böyle devam edersen boynumuza ip takılacak, dedim. Aradan çok geç­medi, Halife Mansur Isâ b. Musa'yı gönderdiği bir emirle Ebû Ha-nîfe'yi merkeze istiyordu. O da Ebû Hanîfe'yi Bağdad'a gönderdi ve orada onbeş gün yaşadı.[29]

Bu rivayetin son kısmı tarihi gerçeklere aykın olduğundan onu kabul edemeyiz. İbrahim'in, ayaklandıktan sonra öldürülmesi, * yukarıda geçtiği veçhile, 145 senesinde idi. Buna göre Ebû Hanîfe'-nin Bağdad'a götürülmesi ibrahim'in ayaklanmasının hemen so­nunda olmamıştır. Arada beş sene gibi bir müddet vardır. Kitap­ların haberlerinde bu neviden hatalar çok bulunur. Bunları alırken ihtiyatlı davranmak ve doğrusunu araştırıp bulmak lâzımdır. Bu ise kolay bir iş değildir.


34- Kendînî Tam Îlme Vermesi, Mansur’un Aleyhinde Sözlerden Çekinmemesi


Mansur, Hz. Ali torunlarına eza ve cefa yapmağa, onlann ileri gelenlerini, rüesâsını öldürmeğe başlayıp da arada düşmanlık art­tıktan sonra Ebû Hanlfe'nin Abbasî hükümetinden sıdkı sıyrıldı, onlardan gönlü döndü. Ve kendisini ezadan koruyabildi. Bütün varlığını ilme verdi. Fakat ara sıra konuşmalarında Abbâsîleri ten-kîd ediyor ve bâzı işleri, hükümet hakkında beslediği kanaatim açığa vuruyordu. Bu hususta misâl vermek için iki olayı zikrede­ceğiz. Bunlar Mansur'un şüphelerini uyandıracak mahiyettedir.

1- Musul halkı, Mansur'a karşı isyan etmişti. Halbuki Man­sur ile aralarında şöyle bir şart koşmuşlardı: Eğer isyan ederler­se, hükümete karşı gelirlerse kanlan ve malları helâl addoluna­caktı! Mansur fukahâyı topladı, içlerinde Ebû Hanîfe de bulunu­yordu. Onlara dedi ki:

— Peygamber efendimiz: «Mü'minler aralarındaki şartlara riayet ederler» buyurdu doğru değil midir? Musul halkı bana kar­şı ayaklanmamayı şart etmişlerdi. Halbuki şimdi benim valime is­yan ettiler. Şarta göre onların kanları helâl olmuştur. Hükümet ne isterse yapar içlerinden biri şu cevabı verdi:

—Sen onlara elini uzattın, Onlar hakkında sözün makbuldür. Sen onları affedersen, af ehlinden olursun, eğer onları cezalandı-nrsan onlar bunu da hak etmişlerdir.

Halife, Ebû Hanîfe'ye sordu:

— Sen ne dersin, üstad? Biz Peygamberimizin halifesi değil miyiz ve ahd ve eman ülkesinde yaşamıyor muyuz? Verilen sözler tutulmayacak mı?

Ebû Hanîfe şöyle cevap verdi:

— Onlar mâlik olmadıkları bir şeyi sana şart koşmuşlar; sen de salâhiyetin olmıyan bir şeyi onlara şart etmişsin. Zira Müslü-manın kanı ancak üç şeyden biriyle helâl olur. Burada onlar yok. Sen onlara karşı kılıç kullanırsan helâl olmıyan bir şeyi yapmış olursun. Allah'ın koştuğu şartlar riayet olunmaya daha lâyıktır!

Mansur fukahâya dağılmalarını söyledi. Sonra Ebû Hanîfe'yi yalnız çağırarak:

— Üstad, sen sözünde haklısın, bu iş böyledir. Memleketine git, halifenin kadrini küçültecek şeyler söyleme. Hariciler, hükü­mete karşı çıkanlar, elini kolunu sallıyarak mı gezsinler!».[30]

Menakıb kitaplarının anlattıkları böyledir, tbn-i Esîr'in El-Kâ-mil'inde 148 senesi vukuatı arasında bu hâdise şöyle anlatılıyor: «Hemedan halkı hepsi Hz. Ali evlâdı taraftarı idi. Mansur Musul üzerine ordu gönderip onları ezmeğe karar verdi. Ebû Hanîfe, îbn-i Leylâ, İbn-i Şubrüme'yi huzuruna çağırdı. Onlara:

— Musul ahalisi asla bana karşı gelmemeği şart koşmuşlar­dı. Eğer isyan ederlerse canlan, malları helâl olacaktı. Şimdi is­yan ettiler. Ne dersiniz.

Ebû Hanîfe sükût etti. Diğer ikisi konuştular:

— Onlar senin teb'andır, affedersen, onlan affetme salâhi­yetini haizsin. Eğer cezalarını verirsen bunu da hak etmişlerdir.

Mansur Ebû Han'fe'ye dönerek:

— Bakıyorum, sükût ediyorsun, üstad, dedi.

— Ey Emîrü'l-Mü'minîn, onlar mâlik olmadıkları bir şeyi he­lâl etmişler, canı helâl etmek ellerinde mi? Meselâ bir kadın nikâh kıyılmaksızın kendini bir erkeğe teslim etse onunla cinsî münase­bette bulunması helâl olur mu?

— Hayır.

— Tıpkı böyle, canı helâl etmek de onların elinde değil.

Bunun üzerine Mansur, Musul halkı üzerine yürümekten vaz geçti.. Ebû Hanîfe'ye ve iki arkadaşına Kûfe'ye dönmelerini söy­ledi.[31]

Tarihin bu haberi, menakıb rivayetleri gibi muteberdir. Mânâ bakımından arada bir. fark yoktur. Fakat îbn-i Esîr'in bâzı kısım­larında hata var. Meselâ, îbn-i Şubrüme'nin de bu hâdisede Ebû Hahîfe'nin yanında bulunduğunu söylüyor. Ve bunu 148 senesi vu­kuatı arasında zikrediyor. Halbuki tercüme-i hal kitaplarının kay­dettiği veçhile İbn-i Şubrüme 144 senesinde ölmüştür. Hattâ bunv İbn-i Esîr kendisi de daha yukarıda böylece kaydetmiştir.[32] Me­nakıb kitaplarının rivayeti burada daha doğrudur.

2- Ebû Câ'fer Mansur'un hükümeti hakkındaki kanaatmı gösterir diğer hâdise de şudur: Mansur ona bâzı hediyeler gönder­miştir. Kabul edip etmiyeceğini denemek istiyordu. MekkS'nin Me-nakıbmda kaydettiğine göre: Ebû Câ'fer, Ebû Hanîfe'ye onbin dir­hem ve bir cariye hediye olarak gönderdi, Ebû Câ'fer'in veziri Ab-dulmelik b. Hümeyd anlayışlı ve iyi görüşlü bir adamdı. Ebû Hanî­fe bu hediyeleri reddedince ona dedi ki:

— Yalvarırım, Allah aşkına bunları kabul et. Emlrül-Mü'mi-nin senin aleyhinde bir bahane kolluyor, sebep anyor. Eğer hedi­yelerini kabul etmezsen senin hakkındaki şüpheleri artar, ne olur

bunları kabul et!

Bu işarlara rağmen Ebû Hanîfe yine kabul etmedi. Vezir yine dedi ki :

— Parayı ben hediye ve ihsanlar meyanına kaydederim» olur biter. Fakat cariyeyi kabul et. Veya bir özürün varsa söyle ki onu Emîrü'l-Mü'minîne arzedeyim.

Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

— Ben ihtiyarladım, kadınlarla işim yok. Elim uzanmıyacak bir cafireyi helâl görmem. Emîrü'l-Mü'minîn elinden gelen bir carireyi satmağa da cür'et edemem...


35- Mansur'u Bâzı Adamları Ebû Hanîfe'ye Kar­şı Tahrîk Ediyorlar


İşte bunlar, Halife Mansur'la Ebû Hanîfe Hazretleri arasında ceryan eden şeylerden bâzı örneklerdir, Ebû Hanîfe'yi daima gözetliyor, onu takip ediyordu. Halifenin etrafındakilerden onu'Ebû. Hanîfe aleyhine kışkırtıp onun hakkında fena zan uyandırmağa ça­lışanlar da vardı. Fakat Ebû Hanîfe hak bildiği yoldan şaşmıyor, doğru bulduğu sözleri söylemekten çekinmiyordu. Allahım, hakkı ve vicdanını razı ettikten sonra başkaları onun sözlerinden razı olacaklarmış veya olmayacakla rnnş bunun ne ehemmiyeti var? Menfaatlerini başkalarının zararında arayan kötü niyetli bâzı kim­seler, Mansur'un kinini körükleyerek onu Ebû Hanîfe aleyhine tah­rik etmeğe çalışsalar da bundan ne çıkar-? O, böyle şeylere aldmş etmekten çok yüksekte idi. 

Hatîb Bağdadî, Ebû Yusuf'dan rivayet ediyor:

«Mansur Ebû Hanîfe'yi davet etti. Mansur'un teşrifat memuru Rabi'ki Ebû Hanîfe'ye karşı düşmanlık besliyordu, bir'ara:

— Yâ Emîrü'l-Mü'minîn, bu Ebû Hanîfe senin atana muhalefet ediyor, dedi. Abdullah tbn-i Abbas: «Bir kimse bir şey üzerine yemin etse ve bir veya iki gün sonra ondan istisna yapsa caiz olur» dedi. Halbuki Ebû Hanîfe istisna ancak yemine muttasıl olarak yapılırsa muteberdir, diyor.

Ebû Hanîfe'nin cevabı şu oldu:

— Yâ Emîrü'l-Mü'minîn, Rabi' şu iddiasiyle ordumuzun size bîatı yoktur, demek istiyor.

— Nasıl olur bu?

— Huzurunuzda yemin ederler^Şönra evlerine döndükten son­ra istisna yaparlar, onca bu istisnâf'câiz olduğundan yeminleri ba­tıl olur,..

Mansur güldü.

— Rabi' dedi. Aklını basma al, E,bû Hanîfe'ye dokunma! Mansur çıktıktan sonra Rabi' Ebû Hanîfe'ye:

— Yahu, benim kanımı heder edip akıtacaksın, dedi! Ebû Hanîfe:

— Hayır, dedi, öyle bir kastım yok. Sen benim kanımı heder etmek istedin, ben de hem seni günahtan kurtardım, hem de ken­dimi ölümden».[33]

Yine Hatîb Bağdadî rivayet ediyor: Ebu'l-Abbas Tûsî Ebû Ha-iıîfe hakkında kötü niyet besliyordu. Ebû Hanîfe de bunu biliyor­du. Ebû Hanîfe bir defa Ca'fer Mansur'un huzuruna girdi. Başka-ları da vardı. Tûsî, içinden:

— Bugün Ebû Hanîfe'yi bir tuzağa bastırayım da görsün, de­di. Ve Ebû Hanîfe 'ye dönerek:

— Yâ Ebû Hanîfe, dedi. Emîrü'I-Mü'minîn bizden bir kimseye, bir adamın boynunu vurmasını emrediyor, Sebebini bilmediği hal­de o adamın boynunu vurmak ona caiz midir, değil midir?

Ebû Hanîfe'nin cevabı gayet kurnazca oldu:

— Yâ Ebû Abbas, Emîrül-Mü'minîn hakla mı emir eder, yok­sa batıl ile mi? Tûsî başka türlü cevap veremezdi;

— Hak ile emir eder, dedi.-

— Öyle ise hakkı yerine getir, nasıl olduğunu sorma! Bundan sonra Ebû Hanîfe yanında oturana dönerek:

— O, güya beni tutmak istedi, ama ben onu sımsıkı bağla­dım.[34]


36- Kadı İbn-i Leylâ'nın Hükümlerini Tenkîdî Ve Kadı'nın Mansur'a Şikâyetî


Bu münasebetle Ebû Hanîfe'nin bir durumundan daha bahset­mek istiyoruz ki, kanaatımızca, bu büyük imâma Mansur'un işken­ce yapmasında bunun da tesiri olsa gerektir. Bütün haberlerden anlıyoruz ki, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, Küfe kadılarının verdik­leri hükümler, kendi re'yine muhalif düşünce, onları tenkîd ederdi. Yanlış bulduğu noktaları derhal açıkça söyledi. Verilen hüküm lehte olsun, aleyhde olsun, o hususta doğru bildiğini, haklı buldu­ğunu söylemekten çekinmezdi. Bu yüzden kadı, içten içe kızıyor, Ebû Hanîfe'ye kin besliyordu. Hattâ diyebiliriz ki, bunlar kadıyı, ümerâ nezdinde Ebû. Hanîfe aleyhinde konuşmağa bile sevkettîği olurdu. Nasıl ki Küfe kadısı Ibiı-i Ebî Leylâ'nın, Ebû Hanîfe'nin bu halinden bizzat şikâyet ettiği rivayet olunur. Bunun üzerine Ebû Hanîfe bir müddet fetva vermekten menoiunmuş ve sonraları bir vesile ile bu yasak kaldırılmıştır.

Menakıb kitaplarının ve Bağdad tarihinin kaydettiklerine gö-. re: birisi bir deli kadını kızdırmış olacak ki, kadın ona:

— Sen, zina yapan iki kişinin oğlusun, demiş, Adam kadıya şikâyet etmiş. Küfe kadısı olan İbn-i Ebî Leylâ dâvaya bakmış, ka-dının aleyhine hüküm vermiş ve kadına mescidde ayak üzere had vurdurmuş, 'hem de iki defa, birisi anasına, diğeri de babasına ka-zi( ettiği için!

Ebû Hanîfe bunu duyunca:

— Bizim kadı efendi bu mes'elede tam altı yerde yanılmıştır dedi.

1- Mescidde had vurdurmuştur. Halbuki mescidde had vu­rulmaz.

2- Kadına ayakta dayak attırmıştır, halbuki kadınlara otur­dukları halde had vurulur.

3- Babası için bir had, anası için bir had vurdurmuştur, halbuki bir adam kalabalık bir cemaata kazzef etse ona yalnız bil" had vurulur, kazif olunanların sayısınca değil.

4- İki had vurmayı bir arada toplamıştır. Halbuki iki had birden vurulmaz.

5- Deli kadına had vurdurmuştur, halbuki deliye had yoktur, o mükellef değildir.

6- Anası ve babası için had vurdurmuştur. Halbuki onlar ka-yıbdırîar, mahkemeye gelip dâva etmemişlerdir.

Bu tenkidleri îbn-i Ebî Leylâ'ya yetiştirdiler. O da Emîrin ya­nma girip Ebû Hanîfe'den şikâyette bulundu. Bunun üzerine Ebû Hanfe fetva vermekten menolundu.

Bu yasağa riayet ederek Ebû Hanîfe bir müddet fetva verme­di. Vetiahd tarafından bir elçi geldi, fetva ve hüküm almak için Ebû Hanîfe'ye bâzı mes'eleler arzetti. Ebû Hanîfe:

— Bana fetva vermeyi yasak ettiler, diyerek fetva vermekler çekindi. Elçi Emîre giderek işi anlatı. Emîr de:

—- Fetva vermesine müsaade ediyorum, dedi. Ebû Hanîfe de tekrar fetva vermeğe başladı.[35]

Ebû Hanîfe yaptığı tenkidlerde kadının hükmü ile fakihın fet­vası arasında fark gözetmiyordu. Halbuki birincide, doğru olsun. yanlış olsun, başkalarını ilzam etmek vardır. Halbuki fetvada baş­kasını ilzam yoktur. Hattâ Ebû Hanîfe'nin yanlış bulduğu fetvâ-lan tenkidi tenfiz olunacak hükmü tenkidinden daha hafif olur­du. Hükümleri daha şiddetle tenkîd ederdi. Çünkü tenfîz olunan hükümde, ona göre bir hüküm yanlış olduğu takdirde, bir hak­sızlık tatbik sahasına konuyor demektir. Ebû Hanîfe bunları ten-kîtf etmekle, zulümden ve haksızlıktan şikâyet etmiş, yıkıcı ve bo­zucu hükümleri önlemiş oluyordu. Ruh haleti bakımından gönül­leri tatmin ettiğinden bu, yerinde bir harekettir. Çünkü kadının hatası yüzünden masum canlara kıyılır, kanlar heder olur, mallar zayi' olup gider. Hürmet edilecek şeyler ortadan kalkar, hukuk zayi' olur, haksızlıklar alıp yürür. Bu tenkîdler hâkimi uyanık davranmağa davet sayılır. Fakat umumî nizamı koruma bakımın­dan da kadının hükümlerinin hürmete lâyık sayılması lâzımdır ki, hüküm giyenler hükmün yerinde olduğuna kani' olsunlar, adalet işleri yoluna girsin, hüküm istikamet üzere yürüsün: Kadı yanılsa -Ha bu yanlış hüküm infaz olunsa, bu hata Örtülü kalınca umumî nizam hukukunu koruma bakımından bu daha yararlıdır. Az hata affolunabilir. Hatayı ilân etmeden gizlice tenbihatta bulunmak, umumî nizamın, sarsılmadan ve ahkâma hürmetin kalkmasından daha hayırlıdır. Ebû Hanîfe gibi büyük bir fakıhın ve kendisine uyulan şanlı imamın mahkeme kararları hakkındaki tenkidlerini,

bu mülâhaza ile gizli yapmasını veya kendilerine yazılı olarak gön­dermesini biz de arzu ederdik. Aralarında yazışma yoksa bile bun­ları bir takrir halinde alâkalı makama gönderebilirdi. Fakat her zamanın kendine mahsus şartları ve icablan vardır.


37 -İlmi Tenkide Tahammül Edemi Yen Kadı, Si­yasete Başvuruyor 


Ebû Hanîfe'nin mahkeme hükümlerine karşı durumu nasıl olursa olsun, İbn-i Ebî Leylâ, Ebû Hanîfe'nin tenkidlerini gönül hoşluğu ile, kalb nzasiyle karşılamıyordu. Hattâ bu tenkidler sebe­biyle; ona düşman kesilmişti. Bu düşmanlık yüzünden Ebû Hanîfe'yi eza ve cefaya düşürmek için tuzaklar bile kuruyordu. Hattâ Ebû Hanîfe'nin, hakkında şöyle.dediği bile rivayet olunur; 

— «Benim hayvanlar hakkında bile helâl addetmediğim bir şe­yi îbn-i Ebi Leylâ benim hakkımda helâl görüyor. Yâni benim ca­nıma kasdediyor.» [36]

Ebû Hanîfe'nin, İbn-i Ebî Leylâ hakkındaki tenkidlerini biraz şiddetli buluyor ve bu tenkidleri herkesin önünde yapmasını hoş görmüyorsak da koca Küfe kadısı gibi bir zatın bu tenkidler yü­zünden aradaki münasebeti düşmanlığa çevirmesini de asla beğe-nemeyiz. Kadı eğer aradaki samimiyeti bozmasaydı, bu şiddet aza­lırdı. Ulema arasında geçen tttr ilim mes'elesi halinde kalırdı, mes'-ele iki âlim arasında olmaktan çıkmazdı; fakat maalesef kadı bu müsamahayı gösteremedi.


38- Hak Uğrunda Gösterdiği Celâlet Ve Metanet


Ebû Hanîfe'nin Hz. Ali evlâcfc taraf tan olduğunu biliyoruz. Bu, ders halkasında onun lisanından duyuluyor, talebesi bunu biliyor­du. Bunlar yetmiyormuş gibi bir. de bakıyoruz. Ebû Hanîfe, Man -sur'un sorduğu mes'elelere hiç çekinmeden onun arzusu hilâfına cevaplar veriyor. Halbuki bu fetva istemeler onun içindekini, ka­naatlerini anlamak için bir vesileydi. Onun fikrini anladıktan sonra Halîfe'ye karşı isyan edenler, îmâm-ı A'zam'm sözlerini kendilerine siper edinmesinler diye onu böyle sözlerden, fetvadan menedebiîir-di. Yine bakıyoruz Ebû Hanîfe, Mansur'un hediye ve ihsanlarım da kabul etmiyor. Bu hediyeler mücerred şehaveîten doğmuş değil, onun iç duygularım anlamak için yapılmış bir deneme olabilirdi. Fakat o bunu düşünmüyor, gelen hediyeleri reddediyor. Halifenin adamlarından kendisini seven biri: Hediyeleri kabul etmesi için yalvarıyor, eğer bîr özürü varsa onu söylemesini rica ediyor, tâ ki kendisi şüphe altında kalmasın. Lâkin, o kabul etmemekte ısrar ediyor. Bunlara ilâveden onu, mahkemelerin heybeti zayi' olup ol-nnyacağına bakmadan, kendi görüşünce hakka aykırı bulduğu hü­kümleri acı şekilde tenkid ederken buluyoruz. Bunları hakkı sev­diğinden yapıyor. İşte Ebû Hanîfe budur. 


39- Mansur'un Kadılık Teklifînî Reddetmesi, İşkence Sebebi Bu Mudur?


Mansur'un Ebû Hanîfe'ye canı çokça sıkılmaya başladı: Hz. Ali sülâlesine karşı fazla meylini öğrenince ondan büsbütün soğudu. Çeşitli denemelerden aldığı netice onun şüphelerini kuvvetlen­dirdi. Sorduğu fetvalara da istediği cevabı alamadı. Fakat Ebû Ha-nîfe'nin aleyhine hükmetmeğe elde delil yoktu. Çünkü Ebû Hanî-fe'nin yaptığı bu işler, ders halkalarını geçmiyor, mücerred tenkid haddini aşmıyordu. Dîninde itham edilecek bir yerini de bulamı­yordu ki, sapıklık yapıyor diye onu yakalasınlar. Amellerinden hiçbirinde itham edilecek bir işi yoktu. Noksan ve kusuilu bir işi­ni bulamıyordu ki, onun yakasına yapışsınlar. O, hakikati arayan, Hak yolunda sebat eden, son derece emin, dindar, muttaki seha-ve doğruluğunun şöhreti her tarafı tutmuştu. Namı dillerde dolaşı­yordu. Kılıca sarılıp hükümete karşı gelenlerle beraber olmadık­ça, ona dokunmağa yol yoktu. Fakat halife ondan soğuyor, ona dargındır. Çünkü onun yaptıklarından hoşnut değildir. Kendisi­ne kadılık teklif edip de, o da kabul etmeyince, çoktan beri bek­lediği ve aradığı fırsat Man s ur'un eline geçmiş oldu.

Ona Bağdad kadılığını teklif etti. Böylelikle devletin baş kadısı olmuş olacaktı. Eğer kabul ederse hükümete ihlâsla bağlı olduğu­na veya Mansur'a mutlak surette itaatına delil olacaktı. Eğer ka­bul etmezse umum hak nazarında din bakımından müşkilâta uğra-makıszın,. ona işkenceye sebep bulunmuş olacaktı. Zira madem ki Ebû Hanîfe halk nazarında en faziletli bir âlimdir, bu makama, en lâyık olan odur; bu vazifeyi kabul etmiyorsa, boynuna borç

olan bir şeyi kabulden çekinmiş oluyor demektir, öyle ise bu uğur­da işkenceye maruz kalınca ona katlanması gerektir. Kendisine iş­kence yapılıyorsa bu bütün insanların maslahatına olan bir işi ka­bul etmemesi yüzündendir. Onu tuzağa düşürmek veya ona zulüm yapmak için değil- Mademki en büyük âlimdir, halka karşı ilim ve faziletinin borcunu ödemelidir. Bu da hâkimliği kabul etmekle olur. îşte Mansur bunları söyleyebilirdi.

Yine Mansur şunları da ileri sürebilirdi: Mademki ara sıra ka­dıların hükümlerini tenkid etmektedir. Öyle ise kendisi başkadilık kürsüsüne oturmalı ve kadılara kendisi, Örnek olup onlara müm­kün olduğu kadar doğru yolu göstermelidir. Evet, o verdiği fet­vaları başkalarının hükümlerine üstün tutulan bir fakıhtır. Bir hükmün doğruluğu hakkında onun sözü miyar tutulmaktadır. Bu­na rağmen, şimdi eğer bu vazifeyi kabulden imtina ediyorsa, demek diğer hâkimlerin hükümlerini tenkidi yapıcı değil, yıkıcı imiş de­mek olur. Çünkü kendisine şimdi yapıcı bir iş teklif olunuyor, fa­kat kabul etmiyor. Madem ki kendisi Irak halkı nazarında birinci derecede gelen bir fakıhtır. Halife onu, Başkadı yapmak istemekle en doğru tarzda hareket etmiş demektir. Eğer kendisi imtina ederse. Halife onu kabule zorlayabilir. Bu zorlama zulüm sayılmaz. Çünkü maksat en lâyık adarriı. o makama getirerek hakkı yükselt­mektir.

îşte Mansur halk nazarında kendini mazur göstermek için bunları söyleyebilirdi!


40- Menakıb Kitaplarına Göre İşkence


Ebû Ca'fer Mansur, Ebû Hanîfe'ye kadılık teklif etti, o kabul eımedi. Müşkül mes'elelere hüküm verirken fetva için kendisine müracaat olunmasını istedi, reddetti. Bunun üzerine mansur onu hapse tıktı ve dayak attırarak işkence yaptı. Veyahut bâzı riva­yetlere göre yalnız hapsetti. Meselenin kısacası budur. Târih ve menakıb kitaplarının rivayetlerine göre tafsilât şöyledir:

Muvaffak, Mekkî Menakıbından kaydediyor: «Ebû Hanîfe Bağ-dad'a çağırılıp getirilmesinden bahsederken diyor ki:

— Halîfe beni kadılık için davet etti. Ben de ona bu işe lâyık olmadığımı bildirdim. Ben: beyyine davacıya, yemin de dâvâlıya düştüğünü bilirim. Fakat kadılık için bu kadarı yetmez. Kadılığa lâyık olacak kimse senin aleyhine, oğlunun aleyhine ve senin ku­mandanlarının aleyhine hüküm verecek cesarette bir adam olma­lıdır. Bu ise bende yok. Sen beni öyle bir şeye davet ediyorsun ki, gönlüm ona asla razs değil!

Bunun üzerine Mansur:

— Sen benim hediyelerimi neden1 kabul etmiyorsun? dedi. Ben de şu cevabı verdim:

— Emîrül-Mü'minîn bana sırf kendi malından bir şey yollamadı ki ben onu reddetmiş olayım. Eğer kendi malından bir şey gelse onu kabul ederim. Emîrü'l-Mü'minîn'in bana gönderdiği he­diyeler, Müslümanların malından, beyt'üîmaîdendir. Halbuki Müs­lümanların beyt'ülmaîinde benim hiçbir suretle hakkım yok. Ben cepheye gidip savaşanlardan değilimki, serhadlerdekİ mücâhidîer gibi beyt'ül-malden hisse alayım. Mücâhidlerin çocuklarından da değilimki, kimsesiz yavrular gibi beyt'ül-malden bir şey alayım. Fakir de değiîim ki, yoksullar gibi hisse alayım!

Bunun üzerine Halîfe :

— öyle ise makamda dur, kadılar sana gelsinler, muhtaç ol-duklan zaman sorsunlar, dedi.[37]

îbn-i Bezzazı Menakıb'mda diyor ki: «Ebû Ca'fer Ebû Hant-fe'ye Başkadiîık teklifinde bulundu. Kabul etmeyince hapsetti. Hattâ 110 kamçı vurdurdu. Sonra hapisten çıkardı ve kapıda bek­lemesini emretti. Kendisine sorulan mes'eleler hakkında fetva ver­mesini istedi. Ona sorulmak üzere mes'eleier gönderdi, o fetva vermekten çekindi. Tekrar hapse atılmasını emretti. Ve yine hapse atıldı. Ona çok kötü muamele ettiler. Gayet tazyik yaptılar.»[38]

Hatib Bağdadî bu hususta tarihinde diyor ki: «Ebû Ca'fer, Ebû Hanîfe'yi huzuruna davet etti. Ona kadılık makamına geçmesini teklif eyledi. O kabul etmedi. Halife o makama seni getireceğim diye yemin etti, Ebû Hanîfe de kadılığı kabul etmem, diye yemin etti. Halifenin teşrifatçısı Rabi' Ebû Hanîfe'ye:

— Duymuyor musun, Emîrül'-Mü'minin yemin ediyor, dedi. Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

— Emîrü-i -Mü'minîn yeminin keffaretini vermeğe benden daha kadirdir! dedi. Ve kabul etmemekte ayak diredi. Bunun üzerine hapse-atıldı.»

Yine Bağdad Târihinde, Rabi' b. Yunus'tan naklolunuyor: «Emîrü'l-Mü'minîn, Ebû Hanîfe ile kadılık mes'elesine münakaşa yaparken gördüm. Ebû Hanîfe diyordu ki:

— Allah'tan kork, kadılık emanetini ancak Allah'dan korkan birisine emanet et. Ben kendime güvenemiyorum. Eğer beni Fı-rat'da boğulmakla bu işi kabul etmek arasında muhayyer bırak-san, ben boğulmayı tercih ederim. Senin etrafında bir alay maiye­tin var, ikram beklerler. Ben buna lâyık değilim, yapamam.

Ebû Ca'fer'in canı sıkıldı:

— Yalan söylüyorsun, sen bu işe lâyıksın! dedi. Ebû Hanîfe bunu bekliyormuş gibi:

— iste hükmünü kendin verdin, yalan söylediğini söylediğin bir kimseye kadılık emanetini nasıl verirsin.»[39]


41 - Mansur'la Ebû Hanîfe'nin Arasında Geçenlerîn Bîr Muhakemesi


Ebû Ca'fer'in, Ebû Hanîfe'ye yaptığı eza ve cefalar ve bunların sebepleri hakkında bir fikir verebilmek için okuyucunun önüne muhtelif rivayetlerin hepsini serip döktük. Ebû Hanîfe ile Mansur arasındaki muhtelif konuşmaların birbirinden farklı olması bun-, lann arasında tezat olduğunu göstermez. Belki de bu konuşmalar muhtelif meclislerde, muhtelif zamanlarda cereyan etmiştir. O itibarla birbirinden farklıdır. Bir defasında rivayetin birinde olan konuşma geçmiş, diğer defasında da diğeri. Bâzan ona kachlık tek­lif etmiş, bâzan hediyelerini kabul etmeyişinin sebebini sormuş­tur. Başka bir defa kadılık kabul etmediğinden ona karşı daha şiddetli konuşmuş, Ebû Hanîfe de aynı şekilde- cevap vermiş ve kadılığı kabul etmektense Fırat nehrinde boğulmayı tercih ettiğini söylemiştir. Diğer defa Mansur, kabul edeceltsin diye yemin eder, o da kabul etmem diye $pmin verir. Mansur'un teşrifatçısı Rabi' b. Yunus'un «Duymuyor musun, halife yemin ediyor» diyerek gam­mazlık yapması yüzünden nihayet iş hapse dayanıyor. Bütün bun­lardan Ebû Ca'fer ile Ebû Hanîfe arasında eskidenberi ne gibi düşmanlık oldu&unu,. daha doğrusu Ebû Hanîfe'ye karşı içinden nasıl kin beslediğini öğreniyoruz. Bu rivayetlerden anladığımız ve

çıkardığımız neticeler şunlardır:

1- Ebû Hanîfe'nin kadılığı kabul etmemesi, bu, yalnız Man­sur tarafından gelen bir teklif olduğu için değildi. Belki de onu gayet ağır ve hattâ tehlikeli bir iş gördüğünden reddediyordu. îh-timal ki altından kalkamam diye korkuyordu vicdanı bu yükün mes'uliyetini yüklenmeğe razı değildi. O makamın icabı bâzı işler hususunda nefsini tutmağa belki kadir olamaz endişesi vardı. Hak ve adaleti bütün insanlar hakkında müsavat üzere kabul etmek is­temiyordu. Zühd ve takva sebebiyle hükümet vazifesi almaktan çekinen ulema çoktur. Kadılık makamında mes'uliyet vardır. Ebû Hanîfe fetva vermeyi de reddetmiş olsaydı, kesin olarak, sırf bu endîşelerle kabul etmekten çekindiğine hükmederdik. Bunda siya­sî kanaatlerin de rol oynadığına ihtimal vermezdik. Fetva, kadıla­rın maruz kaldıkları müşkülâtı çözmek içindir. Ebû Hanîfe, fetva işlerini gayet iyi bilirdi. Bu hususta hem kuvvetlidir, hem de atıl­gandır. Acaba fetvayı hiçin kabul etmedi. Burada hatıra gelen şu­dur: Ondan fetvası istenen mes'eîeler, bir hükme bağlanacak mahkeme mes'eleleri idi. öyle ise bunların hüküm ve kararla sıkı alâkası var demektir. Halbuki o ne suretle olursa olsun, mahkeme mes'elelerine asla karışmak istemiyordu. Burada şu ince noktaya da işaret edelim ki, bu nevi fetva vermek, hüküm vermekten daha tehlikelidir. Çünkü dâva mevzuunu bilmeden, davacıların sözlerin­den, beyyinelerinden hakkı meydana çıkarmak için delil aramadan, incelemeden mes'elenin hükmü verilmiş olacaktı. Fetva ile mesele­nin hükmünü birbirine karıştırmamak.

2- Ebû Ca'fer, Ebû Hanîfe'yi kadılığı kabul etmemeye sevk eden âmillerde şüpheli idi. Kadılığın mücerret güç bir iş olmasın­dan ve hâkimlik mes'uliyetini üzerine almaktan çekindiğinden ileri geldiğine inanmıyordu. Onun için hediyeleri reddetmesinin sebebi­ni sordu. Eğer kadılığı kabul etmekle hediyeleri reddetmek ara­sında bir bağlantı olduğu düşünülmeseydi, bu sual sorulmazdı. Hâdiselerin cereyan tarzı gösteriyor ki; böyle şüphelere düşürecek sebepler vardır: Halifenin etrafındakilerden bâzıları bu şüpheleri boyuna uyandırmakta devam ediyorlardı. Halifenin dikkat nazarını oraya çeviriyorlardı.

3- Ebû Hanîfe cevaplarında pek mülayim değildi. Tath söz­lerle oyalamak istemiyordu. Hileye başvurmuyordu. Neticesinin ne olacağına hiç aldırış etmeden hakkı cesaretle söylüyordu. Karşısına çıkaack en kötü ihtimalleri göze alarak belâlara sabır ve taham­müle hazırdı. Hem kadılığı hem de fetva vermeyi tereddütsüzce reddediyor ve hediyeleri niçin kabul etmediğini açıkça söylüyordu. Zira bu mallar Müslümanların beyt'ül-malindendir, bunlar helâl değildir, Halife kadılığı kabul edeceksin diye ısrar ediyor, o da et-miyeceğim diye yeminle mukabelede bulunuyor ve hiç sakınmıyor.

Teşrifatçı Rabi' arada gammazlık yapıyor, buna da aldırış etmi­yor. Çünkü o her işi inceden inceye hesaplamıştı, bütün ihtimalle­ri ölçmüştü, bu işi sonuna kadar götürmeğe karar vermişti. Karşı­lığını vermek Allah'a aittir.


42- Nihayet İşkence Yapılıyor


Nihayet Ebû Hanîfe işkenceye maruz kaldı. Bütün rivayetlerin birleştiği bir cihet var ki, o da Ebû Hanîfe'nin hapse atılmış oldu­ğudur. Bundan sonra fetva vermek, ders okutmak için ilim mecli­sine oturmamıştır. Çünkü ya atılduğ hapiste, veya oradan çıktığı gibi ölmüştür. Rivayetlerin ayrıldığı noktalar buradadır. Acaba ha­piste dayağın tesiriyle mi öldü? Yoksa zehirlenerek mi Öldürüldü? Zira yalnız dayakla iktifa edilmiyerek hapiste uzun müddet kal­masın diye ve çabuk ölsün diye zehir içirildiği de söylenir. Yoksa hapiste ölmeden önce serbest bırakıldı da çıkınca evinde mı öldü? Hapisten çıktıktan sonra aynı zamanda ders vermekten ve halkla görüşmekten de menedilmiş miydi? Bu rivayetlerin hepsi de Me-nakıb kitaplarında yer almıştır.

Rivayetlerden birine göre dayak atıldıktan sonra hapiste kal­mış ve orada ölmüştür. Davud b. Vâsıtî diyor ki; «Kadılığı kabul eimesi için îmâm-ı A'zairi'a işkence yapılırken gördüm. Her gün zindandan çıkarılır ve on kamçı vurulurdu. Hattâ 110 kırbaç bile vuruldu. Ona, kadılığı kabul et, denirdi. O da: Ben, buna lâyık de­ğilim derdi. Dayak atılırken o yavaşça: «Allah'ım, kudretinle ben­den onların şerrini uzak kıl!» diye niyaz ederdi. Kadılığı kabul et-miyeceğini anlayınca onun yemeğine ağu kattılar ve onu zehirliye-rek öldürdüler.»

îbn-i Bezzazî ise menakıbında şunları kaydediyor: «Ebû Hanî-fe hapsedilip bir müddet tazyik yapıldıktan sonra bâzı yakınları Mansur'la bu işi konuştular. Bunun üzerine hapisten çıkarıldı ise de fetva vermekten ve halkla görüşmekten men olundu. Evinden çıkması yasak edildi, ölünceye kadar bu hal böyle devam etti.»[40]

Biz bu sonuncu rivayeti kabule meyyaliz. Çünkü olayların ge­lişine uyan ve Mansur'un herkesçe bilinen tutumuna muvafık olan budur. Zira Mansurilim ve ulemayı tazyik altında tutan bir adam kılığında ortaya çıkmayı elbette istemezdi. Hadiselerin akışı zoriy-le Ebû Hanîfe'ye eza ve cefa yapsa da, bunu mazur göstermeğe ça­lışmak için sebepler de bulmuştur. Bunlara uygun düşecek tarzda bu kadarı ile iktifa etmek, bir fakının kaniyle ellerini bulamaktan çekinmek,- mantık ve akıl icabıdır. Onun için diyebiliriz ki, kadılığı kabule zorlamıştır ve yapılan işte bu kadardır. îşkence; mücerred intikam ve şahsî kin için imiş gibi bir mâna verilmivebilir. 7âhire göre kadifrğı kabul ettirmek içindi. Bir netice alamadıysa dayak attırmağa devam etmekten bir mâna yok, eğer devam ederse, niye­tinin bozuk olduğu meydana çıkar. Onun için hapisten salmıştır.

Burada akla daha mülayim gelen cihet şudur: Halifenin yakın­larından bâzıları, bu ihtiyar fakıha acıyarak, Halife hezdinde ona şefaatçi çıkmış olabilir. Zira o Halifeye muhalifse de şahsan ona hiçbir zaran dokunmamiştır. Bu fakıha işkenceye devam ederse onlardan da korkulur. Umum-u efkâr daima mazlumdan yana çı­kar. Bütün rivayetler Ebû Hanîfe'nin Hayzuran mezarlığının gas-bolunan kısmına gömülmeyip, gasbedilmemiş olan kısmına defne­dilmesini vasiyet ettiğinde müttefiktirler. Bu vasiyet hapishane ha­ricinde yapılmıştır.

Hapishaneden çıkarıldıktan sonra halkla temastan ve ders ver­mekten menedilmiş olması Halife'nin gönlünü yatıştırmiştır. Ortada şüpheyi davet edecek bir hal kalmamıştır, aleyhte propaganda yollan kapanmıştır. Hapishanede mevkuf tutulmasında ve bunun devam edip gitmesinde bir mâna yok. Onun için hapisten çıkarıl­dığı rivayeti daha uygundur. Ebû Hanîfe Öldüğü zaman, Mansıır'un onun cenaze namazım kıldığını söylüyorlar. Eğer hapishanede öl­müş olsaydı Mansur bunu yapmazdı.


43- Îlîm Dünyasından Göçen Bîr Güneş


Sıddıkların've şehitlerin ölümüne benzer bir ölümle Ebû Ha­nîfe bu âîemden âhirete göçtü. Vefatı 150 hicrî senesinde idi. 151 veya 153 senelerinde öldü diyenler varsa da .doğrusu birincisidir. ölüm onun için bir istirahat oldu. O büyük vicdan, o dindar ruh, o kuvvetli kalb, o cebbar akıl, o mütehammil ve sabırlı gönül, ölüm­le sonsuz huzura kavuştu. Bu fena evinden kurtularak Allah'ın rahmetine nail oldu. Bu fâni dünyada ezâ ve cefaya maruz kaldı,

onlara.tahammül gösterdi. Kendi görüşüne muhalif olanlardan ne­ler çekti. Ona neler demediler, ne iftiralar atmadılar? Ö bunların hepsine gönül nzasiylc tahammül etti. Önce ayak takımından, sü-fehâdan, sonra ümerâdan, en sonunda da halifelerden eza ve cefa gördü. Bunlara rağmen ne zaaf gösterdi, ne. de gevşeklik! Bezmedi, yılmadı. Nefisle cihad lâzımdır. Bu cihad için de türlü meydanlar vardır, Ebû Hanîfe Hazretleri bu nevi cihadın en büyük kahra-manlanndandır ve bu meydanın hepsinde şanlı zaferler kazanmış­tır. Cihadında metindi,, celâdet ve kahramanlıkta eşsizdi. Bu cihad-da daima üstün gelmiş, galebe çalmıştır. Hattâ son nefesinde bile gasbedilmemiş olan temiz ve pâk bir toprağa defnolunmasım va­siyet etmeyi unutmamıştır. O temiz insan, temiz toprağa yakışır. Gasbedilmiş olmak şüphesi olan yere defnedilmesini bile istemi­yor. O öyle bir ruh sahibi idi. Temiz yaşadı, temiz Öldü, Ebû Ca'fer bu vasiveti duyunca: 

— Diriyken veya ölüyken Ebû Hanîfe hakkında beni kim ma­zur görür? demiştir. (Nur içinde yatsın)

îlim, din, ahlâk ve ruh azametinin insanlar üzerinde büyük de­ğer ve tesiri vardır. Bu, saltanat azametinden ve hâkimlik heybe­tinden hiç de az değildir. Hattâ bu manevî fazilet ve meziyetler kat kat üstündür. îşte. bu sebepledir ki, Irak fakıhinin ve büyük ima­mın cenâze.-ini bütün Bağdad te'yîa çıkmıştır. Cenaze namazını kı­lanların sayısı elli bini aşmıştır. Bizzat Halife Ebû Ca'fer defnin­den sonra onun kabrine gelip cenaze namazını kılmıştır. Bilemeyiz, onun bu yapışı, din ve ahlâk azametini, takva büyüklüğünü takdir ve ikrar ettiğinden mi idi? Yoksa umumi efkârı hoşnud etmek için mi? Belki her ikisinin tesiri var. tmâm-i A'zam Ebû Hanîfe ger­çekten büyük idi.


44- Her Tarafa Feyz Ve Nur Saçan Ders Halka­ları


Ebû Hanîfe Hazretleri, Bağdad'da öldü ve oraya defnolundu. Bunda bütün rivayetler birleşiyor. Fakat ders halkasını daha önce acaba Bağdad'a nakletmiş miydi, orada ders okuttu mu? Tarihçi­lerin hiç birisi Ebû Hanîfe'nin Bağdad'.da ders okuttuğunu söyle­miyorlar. Bütün haberler ders okutmaktan ve fetva vermekten menolunduğu zamana kadar ders halkasının Kûfe'de devam ettiği­ne işaret etmektedirler. Onun maruz kaldığı ezalardan bahseden rivayetlerde Kûfe'den Bağdad'a getirildiğine işaret olunuyor, bâzı­sında bu sarahaten söyleniyor. Buna göre Bağdad'ın inşası tamam olduktan sonra geçen müddet zarfında Kûfe'ye dönmüş ve orada dersine devam ederken Bağdat'a tekrar götürülüp eza ve cefaya maruz kaldı ve orada öldü.

Bu, Ebû Hanîfe Kûfe'den başka yerde ders okutmadı demek değildir. Rivayetler bunun aksini göstermektedir. O Hacca gittiği zaman orada fetva verdiği, mübahase ve münakaşaları yaptığı ri­vayet olunuyor, Bâzan Mekke'de Mescid-i Haram'da ders halkası

kurar, ders okuturdu. Sonra Emevîlerin ve valilerinin zulümlerin­den kaçarak Harem-i Şerife iltica ettiği uzun müddet zarfında Mek­ke'de defs halkası kurarak fıkıh dersi okutmadığını nasıl söyliyebi-liriz. Halbuki tarihçiler ve menakıb muharrirleri bu hususta müs-bet veya menfi hiçbir şey kaydetmezler.

Küfe haricinde verdiği dersler, Evzâî ile olduğu gibi devrinin fukahası arasında geçen münazara ve mübahaseler, İmam Mâlik'le bâzı fıkıh meselelerini müzakere etmesi, Basra'da çeşitli fıkralarla mücadeleler yapması, bütün bunlar ne olursa olsun, onu ana ders­leri Kûfe'de talebeleri ve ashabı arasındadır. Bu sebeple Küfe Fa-kıhi unvanını hakkiyie taşıyordu.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ebü Hanîfe'nin nesebi hakkında yaygın olan Farslı olmasıdır.

Onun BâbılH olduğu da rivayet olunuyor. Hatib Bağdadi tarihinde: Ebû Hanîfe Bâbil ahalisindendir, diyor. Taraflarından Bâzı Hanefîler onun Arap neslinden olduğunu söylemişler veya İbn-ı Rait Ensari demişlerse de bu söz kabul olunamaz. Meşhur olan cnun Acem olduğudur ve yüksek bir ailedendir. Anası kabinidir. Babası ise Tirmiz, NeEâ veya Enbar'da yaşa­mıştır. Bunların hepsinde de bulunmuş olabilir. Son yaşadığı yer Enbar'dır. Hattâ Efoû Hanîfenin orada doğduğunu söyleyenler varsa da ekseriyete göre o Kûfe'de doğmuştur. Babası son olarak orada yerleşmişti. Orada Hz. Ali Efendimizle de görüşmüştür. Hz. Ali, Sâ.bit'e ve zürriyetine hayır ve be­reket niyazında bulunmuştur.

[2] Merzban veya Merzüban: Serhan muhafızı, sınır Beylerbeyi de­mektir. Zaîm ve sipahiye de denir. (Burhân-ı Kâtı).

[3] Muvalîak b. Ahmed mekkî, menakı-ı Ebi Hanîfe, s.6.İstabul 

[4] îbn-i Abdülber, El-İntika.

[5] Mevâli, Mevlânın cem'idir.

[6] İbn-i Abdirrabbih, Îkdül'l-Ferid, c. II, s. 262 Ezheriye tab'ı.

[7] İbni Hacer Heysemî, Hayratu'l-Hisan, s. 265 Hayriye tab'ı.

[8] Mekkî, Menakıb-ı Ebû Hanife, c. 1, s. 59

[9] Bu rivayetlerin üçü de Tarih-i Bagdad'ta, Mekki menâkıbinda, îbn-ı Bezzâzi menâfcıbında, îbn-ı Hacer Heysemi'nin Hayratu'l-Hisan'mda ve sairede muhtelif ibarelerle zikrolunmuştur.

[10] Eserde geçen bu gibi tabirleri açıkhyahm:

Selef: Fukahaca Ebû Hanife'den Muhammed b. Hasan'a kadar olan­lardır.

Halef: Muhammed b. Hasan'dan Şemsü'l-etmme Halvâniye kadar olanlardır.

Sadr-ı evvel: İlk üç asırdaki zevatın zamanı.

Mütekaddimun; Şemsü'l-eimme Halvânîden öncekiler.

Müteahhırin: Şemsü'l-eimme Halvânî'den Hafızuddin Buhari'ye kadar olanlar. 

Şemsül-eimrae: Büyük ulemadan bazısının lâkabı olup mutlak söyle­nince Şemsü'l-eimme Serahsî kasd olunur. Diğerleri adıyla ve nesebiyle söylenir, 

Şeybü'Mslâm: Fetva ve kaza sahibi büyük fufcahaya verilen bir un­vandır, sonraları resmi makam unvanı oldu.

Amme; Ekseriyet manasınadır.

Hasan: Mutlak olarak söylenirse fıkih'ta Hasan b. Ziyad Lülü-i, tef­sirde ise Hasan-ı Ba&ri kasd olunur.

imam: Fıkih'ta Ebû Hanîfe, Usul ve kelâmda Fahreddin Râzî sayılır. Dört İmanı: Ebû Hanîfe, Şafii Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'dir.

Üç İmam: Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed b, Hasan'dır.

Şeyhayn: Fıkıhta Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf'tur. Hadiste Buharı ile Müs­lim'dir, islâm tarihinde Hz. Ebû Bekir ile Ömer'dir.

Tarafeyn : Ebû Hanîfe ile Muhammed'tir. 

Sahibeyn: Ebû Yusuf ile Muhammed'tir. îmameyn de böyledir.

Mütercim . 

[11] Ebû Hanife fıkıh üstadı olarak şöhret kaşandıktan sonra Harici­lerle arasında geçen bir münakaşayı burada naklediyoruz: Günah işleyen bir Müsiümanın kâfir olacağım iddia eden Haricîlerden bir gurup İmâm-i A'zam'a geldiler ve sordular:

— Mescidin Önünde iki cenaze var. Biri bir erkek cenazesi, şarap iç­miş, boğazında kalmış, boğulmuş ölmüş! Diğeri bir kadın cenazesi, zina etmiş, bundan hâmile kaldığını anlayınca intihar etmiş. Bunlar hakkin-da ne dersin?

— Bunlar hangi millettendir? Yahudi miydiler?

— Hayır.

— Hıristiyan mıdırlar?

— Degü.

— Putperest mi?

— Hayır.

— Hangi millettendiler ya?

— Allah'tan başka tanrı yoktur, Muhammed onun kulu ve Peygam­beridir deyen ümmettendirler. 

— Bu kellme-i şehâdet îmanın üçte, dörtte veya beşte biri midir?

— İmama öyle üçte, dörtte, beşte biri olmaz, o parçalanmaz!

— İmanın kaçıdır?

— Bütünüdür.

— öyle ise cevabını kendiniz verdiniz. Onların mü'min olduğunu söylediniz.

— Bunu bir yana bırak. Onlar Cennet ehlinden mi. yoksa Cehennem ehlinden mi?

— Bu hususta ben şunu diyebilirim: Hz. İbrahim bu İkisinden daha büyük günah İşleyen kavm için şöyle demişti: «Bana tâbi olanlar ben­dendir. Bana karşı gedenler hakkında Sen Gafur ve Rahimsin...» Keza Hz. İsa'nın onlardan daha çok günahkâr olan kavim için dediğini tekrarla­rım: «Şayet azap edersen onlar da Senin kutların, şayet onları af edersen Aziz ve Hakîm olan Sensin». Keza onlar hakkında Hz. Nuh'un dediği gibi derim: «Biz sana inanır mıyız? Sanin ardına hep ezrâil düşmüş dediler. Onlar ne yapıyormuş ben ne bileyim? Onların hesabı Rabbine aittir. Bu­nu bir bilseniz. Ben îman edenleri kovmağa memur değilim.»

Bunun üzerine Haricîler silâhlarını bıraktılar.

[12] İbn-i Bezaazi, Menakıb-ı İmam-ı A'zam, c. I, s. 121.

[13] Hatib Bağdadi, c. 13, s. 333.

[14] Hatip Bağdadî, Tarih-i Bağdad,.c. 13, s. 333.

[15] Hatip Bağdadî, Tarîh-i Bağdad, c. 13, s. 333.

[16] Fıkıhla meşgul olması Ebû Hanîfe'yi ticaretten ayırmamıştır. Mekki, Menakıb'mda onun günlük hayatını şöyte anlatmaktadır: «Yusuf b. Halid Bimtîden rivayetle diyor ki, cumartesi gününü aile ihtiyaçları içto ayırmıştı. Ne ilim meclisine gelir, ne de pazara giderdi. Ev işlerine, bahçe işlerine bakardı. Sair günlerde çarşı pazarda kuşluk vaktinden ikindiye' kadar dururdu. Cuma günleri bütün dostlarına ahbaplarına evinde ziyafet verirdi. Onlara envai yemekler hazırla tır di». Mekkî, Menakjb-ı Ebu Hanife, c, II, s- 100.

[17] îbn-i Hacer Heysemî, Hayrat'ul-Hisan, s. 44.

[18] Hatib Bağdadi, Tarih-i Bağdad, c. 13. s. 362

[19] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 358.

[20] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 14, s. 360,

[21] İbn-i Haeer Heysemi, Hayrat'ul-Hisan, s, 61

[22] Hatib Bağdadi, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 361.

[23] Ibn-i Esir, EI-Kâmil, c. V, 122, 125, 130 seneleri olayları

[24] Mekki, Menakib-ı Ebi Hanife, s. 23, 24.

[25] Mekkî, Menakıb-i Ebû Hanife, s. 151, îbn-i Menakıb-ı İmâm-ı A'zam, c. II, s 200 BezzâzS Ebû Hanlfe'nln nutkundaki (Kıyamete kadar) tabiri üzerinde duruyor. Arapçada bu ibars İle (buradan kalkıncaya ka­dar) mânası da kaşd olunmak ihtimali var, diyor. Fakat bu söz hakkiyle bi'at İçindir. Burada öyle bir ihtimal yoktur. O, Abbâsilerin Al-i Beyte iyi muamele yapacaklarını çok kuvvetle ümid ediyordu. Bu ümidleri boşa çıkınca ileride Abbasiler aleyhinde konuşmuştur.

[26] Îbn-i Kesir, El-Bİdâye ve'n-Nihaye, c, X s.84.

[27] İbn-i BezsâzS, 'roenakıb-ı İmam'ı A'zam, c. II, s.22

[28] İbn-i Kesir, EI-Bidâye ven-Nihaye, c. 10, s. 97.

[29] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bagdad, c. 13, s. 330

[30] İbn-i Bezzazi, Menâkıb-ı İmam-ı A'zam, c. II, s. 17

[31] İbn-ı Esir, El-Kâmil, c. V. s. 217 .

[32] Aynı eser, c V, s. 196

[33] Hatib Bağdadî, Tarih-İ- Bâğdad, c. 13, s. 365

[34] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad. c. 13, s. 366

[35] İbn-i Bezzâzî, Menakib-ı İmara-ı Â'zam, c. I, s. 166, Hatib, Tarih-Baftdad, c. 13, s. 351

[36] Mekkî, Menâkıb-ı Ebu Hanîfe

[37] Mekki, Menakıb-ı Ebî Hanife c. I, s 215

[38] İbn-i Bezzâzİ, menâkıb-ı İmam1-: A'zam, c. 2. s. 19.

[39] Hatib Bağdadi, c. 13, s. 328, 329.

[40] Menakıb-ı İmam-ı Azam, c. 2, s. 15 ve devamı

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...