12 Ekim 2013

İMAM HAZRETİ ALİ TASAVVUF VE AŞK 10 NCU BÖLÜM

Tasavvuf ve Aşk


Yazar: Türker Ercan

İlk itirazınız bu yazının başlığına olmalı. Böyle başlık mı olur? Tasavvuf ve Aşk. Tasavvufu ve aşkı birbirinden ayırıp birini diğerine göre anlatma ve izah çabası. Beyhude uğraş. Aşksız tasavvuf olamaz. Başlığı değiştiriyorum. Yeni başlığımız sadece ve sadece AŞK.

Tasavvuf, Tanrının isim ve sıfatlarını, kâinatın oluşumunu ve insanın gerçeğini “vahdeti vücud” (varlığın birliği) görüşü ile açıklayan dini, felsefi ve mistik bir öğretidir.

Tasavvufta ana fikir, kâinatta tek varlığın (vücud) bulunduğu tezidir. Diğer tüm varlıklar (mevcudat) ise o tek varlığın tecellilerinden (görünümlerinden) ibaret olarak kabul edilir. Bu açıdan panteizmle çoğu zaman karıştırılır. Panteizm, evrenin bütününü tanrı olarak kabul eden felsefi görüştür.

Tanrı, kâinat ve insanı bir bütün içinde değerlendirme ve tüm varlık ilişkileri içerisinde bu bütünsel olanı çözümleme arayışları çok eski zamanlardan beri oluşmuş bir anlayıştır. Bu açıdan bakılırsa eğer bütüncül tüm öğretiler kendi bulundukları toplumların fikir ve inanç yapıları içerisinde tasavvuftur. İslam tasavvufu, tasavvuf akımının İslam inançlarının ışığında aldığı biçim ve yorumdur.

Hint inanışında bütün kutsalların üstünde ezeli ve ebedi tanrı Brahma’ya inanılır. Brahma tüm eşyanın varlığının nedeni olarak kabul edilir. Ebedi mutluluk için Brahma'nın vücudunda fani (yok) olmak gerektiği düşünülür. Budizm de ise ruhun gayesi son seviye olan Nirvana’ya ulaşmaktır. Nirvana yokluk (fena) seviyesidir. İslam tasavvufunda ise fena fillah (Tanrıda yok olmak) deyimi ile ifade edilmiştir. Eski yunan bilgeliğinde ise pythagoras madde aleminin ardında bir idealar (fikirler) alemin bulunduğuna inanıyordu ve bu aleme sayı alemidir diyordu. Sayılar kesin gerçekti ve sonunda bir (1) ile bütünleşiyordu. Bu idealar aleminin biri (1) tanrıydı. Ksenophanes ise tanrıyı kainatın içinde var kabul ederek “nereye baksam aynı varlığın tecellileri ile karşılaşıyorum” diyordu. Sokrates'in ise ünlü “Nefsini (Benliğini – Ben’i) bil sözü ise daha sonra İslam tasavvufunun temel kurallarından biri oldu. Platon ise eşyanın “kendi zatı ile kaim” bir varlığa sahip olmadığına inanıyor ve eşyanın üstünde ve eşyaya sebep olan “kendi zatı ile kaim” bir “idea”nın yani tanrının olduğuna inanıyordu.

Kendi zatı ile kaim olmayan var edilmiştir demektir. Var edilen ise acaba gerçekten kendisimidir? Zamanın her anında ve mekânın her boyutunda mutlak yokluk karşısında bir kudret ile her an var olma bilgeliği. Kendine has kudret ile yokluğa karşı an ve an var olma gerekliliği.

Tasavvufi anlamda insan ile tanrı birdir. İkilik kabul edilemez. Ben ve Benlik ikiliktir. İkilik tanrıya ortak (şirk) koşmaktır. Tanrıdan gelmiştir insan ve yine tanrıya dönecektir. Bu dönüş yolunda olgun olması gerekir. İkilikten kurtulup bir olmanın bilgeliğine erişmelidir. Bu ise ancak gönül bilgisini kalplerde besleyip büyüterek olabilir.

Arif olan anlar der bilgeler. Arif, irfan (gönül bilgisi) sahibidir. Arif bilendir. Arifin ilk bilgisi, bilmediğini bilmektir.

Tasavvufa göre varlığın yaratılış-oluş sebebi aşktır. Tüm mevcudat aşkla yaratılmıştır. Tüm mevcudat aşkla ayakta durmaktadır. Aşk, Tanrıdır (Tanrının Kendisi). Aşk tanrının sırrıdır. Aşk her şeydir. Tüm insanlığın aldığı her nefes, tüm canlıların ve cansızların her an muhtaç olduğu kudrettir. Tanrı tüm masivayı kendi zatına duyduğu aşk sebebiyle meydana getirmiştir.

Sufi'nin aşkı, “aşkı mecazi” denilen insanlara karşı duyulan aşk değildir. Sufi “aşkı hakiki” peşindedir. İnsan aşkında diğer kişiye sahip olmak istenir. Oysa “aşkı hakikide” yok olunur. Sahip olmak değil “O” olunur. “O” olmak kendini bilmektir, kendini bilende rabbini bilir. Rabbini bilen “aşkı hakiki” ile şereflendirilir. Sufi “aşkı hakiki” noktasında anlar ki aşkı kendisidir.

Tasavvufun gizemli ikliminden ciğerine aşk çekip te sevmemek olabilir mi? Sevilen yargılanabilir mi ? Bir olan tanrıya nasıl karşı çıkılabilir? Sevdiğimiz aslında o ve biz o değil miyiz? Biz sevmeyebilir miyiz? Nasıl sevmeyiz? Sevginin yokluğuna hangi mazereti getirebiliriz? Biz, biz olmadan olabilir miyiz? Yaşam sebebimiz, her şeyimiz varlığımızın kendisi “Yüce Sevgi”. Sevgisiz olabilir miyiz?

Tanrının kendisinin aşk değil, aşkın tanrının zatına ulaşmak için bir araç olduğunu düşünebilirsiniz. Bu düşünce tanrıya ulaşmak isteyen yolcunun düşüncesidir. Çünkü bu düşüncede ben ve tanrı ikilemi vardır. Bir olamamanın mantığıdır. Tanrıya nasıl ulaşılabilir ki onu sevmeden? Hem onu seven nasıl O ve BEN diyebilir ki sevgisinden şüphe etmeden?

Tanrı huzuruna kabul edilebilmek için benliğin kapıda bırakılması bir emirdir. Benliği ile insan ancak kendi kendinin kölesidir.

Ancak tasavvuf ile asıl aşka ulaşılabilir düşüncesi de yanlıştır. Öze bakmak gerekir. Aşkın gerçek! Aşk’ın gerçeğidir. Geçmişte ve bugünde birçok öğretide anlatılan aslında aynı özdür. Özü yakalamak AŞK olmaktır.

Aşka ulaşmak bir olmaktır. Bir olmak yok olmak ve yokluğun varlığının kucağında tanrıyı bulmaktır. AŞK ile benliklerin aşağı çekiminden bene tutunarak göklere yükselmek. Yükseldikçe cennetlere girmek, girdiği her cenneti beğenmemek ve ille de aşk diye diretmek.

Aşkta ölmek, tanrının sonsuz tecellilerini kendinden geçerek seyretmek. Seyrettikçe aşk olmak, aşk oldukça seyretmek. Sonsuz varlık noktasının anahtarını ele geçirmek.

Aşk nasıl olunur? Aşk olunur sadece. Nasılsız olunur. Niçin siz doğulur. Sorulmaz çünkü aşkta bilmek istenen bir şey kalmamıştır. Aşk her sorunun cevabı. Her cevabın açıklamasıdır.

Nedir bu çekicilik ve aşkın gizemi? Bize sıcacık gelen özlemi. Nedir içimizde duymak istemediğimiz o söz? Niçin korkuyoruz? Süt dişimiz çekiliyor, korkmayın! Korkan sevemez. Korku kendisini bir ayrık otu gibi yerleştirir insanın ruhuna ve kemirir ruhunu ve yine kemirir. Korku aslında aşkın olmadığı yerdir.

Korkularınızdan kurtulun. Korkusuz olun. Bilin ve emin olun! Emin olmadan güvende olamazsınız! Güven duymadan değerinizi bilemezsiniz! Değerinizi bilmeden ise kendinizi göremezsiniz!

TASAVVUF'TA AKIL 

ALİ KAYKI

Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisinde "Akıl", amaca ulaşmak için kullanılan bir araçtır. İnsanın, istenilen noktaya vardıktan sonraki gelişmelerde aklın kavrama yetisi ve dili yoktur. Bir meyve olgunlaşana kadar kendini hava, su ve mineraller ile beslerken ışık ve ısıdan da faydalanmak zorundadır. Tıpkı olgunlaşma dönemindeki insanın edinimleri gibi. İlmen ve aynel sahip olduğu bilgileri zekası ile yorumlayıp bunları yerli yerine oturtması ve buna göre yaşam sürmesi sonucunda insan, Hakk-el bilgilere (sezme yetilerine) ulaşır. Bu onun meyve gibi olgunlaşma dönemidir. Sezilerinin bütünlüğünde öyle bir noktaya erişir ki ledün İlmi denilen ve bilginin tamamı olan gerçek bilgi ile donanır. Bundan ötesi bilmeyi değil; yanmayı, yok olmayı gerektirir. Olgunluğunun uç noktasına gelen meyve de dalından düşerek yok olmanın sürecine girer. Artık minerallere, suya, havaya, ısı ve ışığa gereksinimi yoktur.


Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisinde akıl, insana dördüncü kapı ve kırkıncı makama kadar rehperlik eder. Ondan sonra olanları kavrayabilme yetisi olmadığından kendisini "Aşk"a teslim eder. Aşk, gönlün lekesiz halidir. Evrene sığmayan Tanrı ancak bu durumdaki gönüle sığar. Mümin olabilme hali de işte budur. Yani, ancak Tanrının mekan tuttuğu gönlün sahibi mümin olabilir. Aynı zamanda insanın tanrısallığı da budur. Bundan dolayı her kişi "Adem" olamaz. Adem olma hali "er kişilik" ister ki; bütün varlık alemi kendisine secde edebilsin. Bu, diğer bir deyim ile kişinin miracıdır.

Aklın beşi zahir (göz, kulak, burun, dil ve deri), ikisi batın (sezgiler, gönül/kalp gözü) olmak üzere yedi tamamlayıcı unsuru vardır. Akıl dolaylı ve direkt bunlardan beslenir. Bunlardan altıncısı sezgiler/kalp-gönül gözü, yedincisi damlanın deryaya düşmesi örneği gibi varlık alemi ile bütünleşebilme, hiç olma/herşey olabilme yetisidir. Bu yeti, İnsan-ı Kâmil'den Müşid-i Kâmil'e kadar "Derviş"lik, "Abdal"lık, "Sultan"lık, "Pir"lik, "Şah"lık gibi derece derecedir. Dervişan binbirlerdir, Abdalan üçyüzaltmışaltılar, Sultan'lar kırklar, Pir'ler yediler, Şah'lar - kutuplar- üçlerdir, Şah-ı Merdan -Kutuplar kutbu- olan "O", yani "Bir", yani Mürşid-i Kâmil'dir. Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu Rabbim bilir. Hu ya Ali...

Hz. Muhammed'in (SAS) miracı da bu şekilde olmuştur. Kendisine Ehl-i Sünnet diyen inanış, Hz Peygamberi önce Burak isimli ata bindirerek göğün bilmem kaçıncı katına götürür. Cebrail buna bir yere kadar refakat eder. Sonunda "ben buradan öteye geçemem; yoksa yanarım" diyerek orada kalmak ister. "Ben zaten bu Aşk ile yanmışım" diyen peygamber bundan sonraki makamları yanlız geçer. Yatağına geri döndüğünde de yatağı hala sıcacıktır.

Alevi Bektaşi inanç ve öğretisi bunu şöyle yorumlar: Hz. Muhammed (SAS) yatağından bedenen hiç çıkmamıştır. Düşünceye dalarak (kırkıncı makam) vecde gelmiştir. Yani aklı ile Tanrıyı anlamaya çalışmış, bir noktadan sonra kendisini O'na teslim etmiştir. Biz buna Aşk ile huşu hali de diyebiliriz. Arınmış gönlünde Tanrı ile bütünleşmiş, Kırklar Cem'ini ve yapıldığı yeri görmüş, kendisine gelince de giyinip oraya gitmiştir. Zahiri anlamda bir melek olan Cebrail, bâtıni anlamda yetilerin bütünü ile sezgiler olan gelişmiş akıldır. Yani Ledün İlmi dediğimiz Akl-ı Küll'dür. Ummu'l Kitab'ta[1] İmam Muhammed Bakır'ın dilinden şöyle anlatılır: "Bilinçli ya da konuşan ruh, Tanrısal özündeki-cevherindeki Ruhtur. Onun nurdan ışıktan biçimlenmesi ise güneştir. Ruhlar dünyasi içinde o bilinçli/konuşan ruhtur ki, bu beyaz denizin tam orta yerinde oturur. O, inananın beynidir. O şimşek, bulut kümesi ve ayın rengine sahiptir." Demekki bilinçli insanlara "aydın" ünvanının verilmesi de boşuna değilmiş.

Hakk-Muhammed-Ali Yolu da dediğimiz Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisi "akıl yolu" değil, aklı araç olarak kullanan "Gönül Yolu"dur. Nasıl ki; insanın İstanbul'a ulaşmasına yardımcı olan yolun adı İstanbul Yolu oluyorsa, insanı gönlündeki Hakk'a götüren yolun adının da Gönül Yolu olması herhalde yanlış olamaz. Alevi-Bektaşi insanının hümanist olmasının dayanağı da budur. Yol, gönül yolu olmazsa, akıl benliğe hizmet eder. Bu da insanı Alevilik-Bektaşilik ile ilgisi olmayan farklı alanlara götürür. İstanbul'a varabilmek için sağlam bir aracın gerekliliği gibi, Hakk'a giden yolcunun da sağlıklı bir akıla ihtiyacı vardır.

Akıllı olmak ile zeki olmak her ne kadar benzeşir olsalar da, aynı şeyler değildir. Aklın ölçüsü bilgi iledir. Zeka, kavrayabilme ve düşünce yeteneğidir. Gelen bilgi; a) olduğu gibi kabul edilir. b) mantık süzgecinden geçirilerek bilinenlere (akla) göre değerlendirilir. Kabul görür ya da reddedilir. c) bilinenden (akılda olandan) düşünme-yorum yapma ile yeni bilgiler de elde edilir. İnsan bu halde (düşünceye dalmış) iken zaman zaman farkında olarak ya da olmayarak altıncı yetisini (sezgilerini) de kullanır. Bu durum bilim adamı ve ozanlarda daha gelişmiştir. Şiir yazabilmenin (okulu olmadığına göre) ve tesadüf gibi görünen birçok buluşun (Newton ve Arşimet en iyi bilinen iki örnektir) kaynağı herhalde bu olsa gerektir. Neden böyledir? Aslında icat ettiğimizi sandığımız her yeni şey bizde var olandır. Böylesi durumlar bu varlığın sadece dışa vurumlarıdır. "Ne ararsan kendinde ara" sözü ile insanın büyük evren olması başka bir şey olmasa gerektir.

Son cümle olarak akıl, bilgili insanlar için kullanılan "çok akıllı" sözünden de anlaşıldığı gibi "bilgi" dir. Bundan dolayı bizim inanç ve öğretimizde bilgiye, bilime amaca ulaşmakta zorunluluk duyulduğundan "ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır" gibi bir çok değerli sözlerle de gereken önem verilmiştir.

-----------------------------------------------------------------------------

Kaynak: [1] Dr. İsmail Kaygusuz Proto – Aleviliğin ilk yazılı kaynağı Ummu’l Kitab’ın geniş özeti.

DİNİN ÖZÜ TASAVVUF

Bilindiği gibi her bilgin Dini kendine göre yorumlamıştır. Mesele, bu yorumların Dinin özüne en uygun olanını seçebilmektir. Tasavvufi Din yorumu İslâm’a en uygun olanıdır. Çünkü Tasavvuf: Dinin özünün öğretisidir. Kabukla - dışla, şartla - şeriatla yani, teferruatla uğraşmaz. Tasavvuf ; Allah, Doğa ve İnsanı ve bunların gerçeğini öğretmeye çalışır.

Doğadaki güzellikler, düzen ve hikmet Allah’ın doğaya yansımasıdır. Doğa, Tanrı’nın eseridir. İnsan ise en büyük eseridir. Çünkü insan ten ve Ruhtan (Akıldan) oluşmuştur. Dış ve iç Âlemin bileşimi (sentezi) olduğundan tüm âlemlerden üstündür. Tasavvufçu, işte bu doğadaki bilgiyi, düzeni, hikmeti ve güzelliği yaşamaya, insandaki fiziki ve ruhi güzelliği görmeye ve insanın hakikatini öğrenmeye çalışır. “Kendini bilen Tanrı’yı bilir. Kısaca, Tasavvuf Mârifet, Hikmet (Bilgi) ve Aşktan, Sevgiden ibarettir.

Tasavvuf: Allah’ı, insanın ve doğanın özü bilir. Bu ise; sonsuz İlim ve Hikmet (Bilgi) ve sonsuz Sevgi ve Aşktır. Vücud-u Mutlak’ı bilmek, Hüsn-ü Mutlak’a âşık olmaktır. Tasavvuf, bunun dışındaki Dini Şeriat ve Fıkıh bilgileri ile uğraşmaz. İbadet edecek kadar İlmihal bilgisinden ötesi Tasavvufçuyu alakadar etmez. Şeriat, Tarikat onun için amaç değil ayrıntılardır.Tali araçlardır. Asıl olan değil, Füru’dur (teferruattır, simgelerdir, şekildir). “Yere göğe sığmayan, sonsuz bilgi ve güç (enerji) olan Allah’ı insanda ve kendi kalbinde arar Tasavvufçu”.

Yine Tasavvufçu; Tefekkür (Düşünce) ile Mârifet-hikmet ve hakikatı öğrenmeye, insandaki ve doğadaki güzellikler ile de İlâhi Cemali - Hüsn-ü Mutlakı sevmeye, yani mecâzi sevgiden, hakiki sevgiye kavuşmak ister. Bunun sonucu ise: Güzel ahlâk ve dürüstlüktür. Toplumun çıkarını kendi çıkarından üstün tutmak ve riyadan tamamen soyutlanıp gerçekçi olmaktır. Kavgayı, tartışmayı, fitneyi, fesadı terk edip, başkaları ile değil kendi nefsi, heva ve hevesi ile cihad yapmaktır. Merhametli ve cömert olup, dünya yaşamında az ile mutlu olmaktır. Şiddete karşı olmaktır.

Gerçek Tasavvufçu şekil ve kisve Müslümanlığına karşıdır. Medrese, tekke ve mescide önem vermez. Hakikati kendinde bulur, Allah’ı kalbinde arar. Onun medresesi, tekkesi ve mescidi kendi kalbidir. Önemi her zaman kalbe verir. Çünkü gerçek tekke ve mescid kalptir. Kalp içinse en önemli olan Allah’ın Zikri ve sevgisidir. (Kalbin Zikri ve Kalbin Sevgisidir) Zahiri bir zikir ve cismani bir sevgi değildir.Tefekkür (düşünce), Tezekkür (Rabbi hatırda tutmak) ve asla unutmamak, en önemlisi de Tanrı’yı ve O’nun büyük ve gizemli olan eseri İnsan-ı Kâmil’i, Âdemi ve çocuklarını ve doğayı sevmektir. Ham iken pişkin İnsan olmak ve Kemâle ulaşmaktır. Bütün Tasavvufçular bunu böyle izah etmiştir.

İlâhi mesaj Kur’an-ı Kerim, İlâhi Mesajcımız Hz. Muhammed’in Sünnet ve Hadisleri, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’in ve onları izleyen tüm Tasavvufçuların öğretisi üzere bu fakir, Tasavvuf konusunda Varlık, İslâm’da Mezhepler ve Yükseliş, Muhammed-İsa-Âdem isimli ve diğer yazmış olduğumuz kitaplarda Tasavvufu çok ayrıntılı bir şekilde işlemiştir. Yunus Emre ve Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri ise bir deniz olan Tasavvufu şu şekilde özetlemişlerdir. Yunus:

“Şeriat, Tarikat yoldur varana,

Mârifet, Hakikat ondan içeru”


Seyyid Ahmed er Rufai ise:

“Tasavvufçunun kalbi sevgi ve aşkla Nurludur,

Gönlü ise Mârifet nuru ile geniştir (Göğsü dar değildir)” demişlerdir.

Biz bu iki görüşe inanıyoruz ve bulmaya çalışıyoruz.


10-03-2000 Alanya

KÂZIM YARDIMCI

Kaynak: “Yunus Divanı”, Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinin “Onların Âlemi” isimli kitabı, 25. Hadis
Tasavvuf Nedir?
Çetin BAL: Tasavvuf  her kültürden, edebi dilden, dinlerden, felsefelerden, mitlerden efsanelerden ve her türlü edebi metinlerden faydalanıp beslenmekle  birlikte tüm bunların üstünde bir fikri düşünce yoludur. İnsanın kendini anlama çabasıdır. Zaten kişinin olduğu şeyi bilmesidir.Kişi ne  olmadığını bilirse ne olduğunuda bilir. Sahip olunan EGO kendi gerçek benliğimizin üstünü örten çalı çırpı gibidir. Tasavvuf kendi gerçeğimiz üstündeki bu çalı çırpıları( korkuları, nefsi düşünceleri) kaldırmaktır. Yada ilahi iradi nura ayna olan gönül aynamızın üstünü temizlemektir tasavvuf! Nefs bulutlarını, tozlarını o gönül aynasının önünden çekmek gerekir ki GÜNEŞ (ilahi iradi bilinç) size kendini gösterebilsin. O ilahi enerjiyi yansıtan bir kanal bir ayna olabilesiniz. Bu cüzzi iradenin külli irade ile birleşmesidir.Cüzzi düşüncenin külli düşünce ile birleşmesidir.
Öz itibarı ile tasavvuf belli bir zümreye belli bir kültüre yada dine bağlanmaz. Ama kelime itibarı ile kelime anlamı ile ''tasavvuf '' islami bakış açısı içinde ortaya çıkmıştır. Ama islami  düşünce çerçevesi içinde sadece İslamın şartlara bağlanmış kaideleri içinde sınırlandırılmış bir düşünce biçimi değildir.
 Tasavvuf, belli şekli ritüellerle çerçevelenmiş İslam düşünce ve fikir dünyasının sonsuz düşünce ve sonsuz akla açılan penceresidir.Tasavvuf kelimelerin ötesine geçmektir. Şeklin ötesine geçmektir. Bizim tasavvufumuz Hz. Muhammetin gönül aynasına akseden allahın nuru ile hem hal olabilmektir. Hz.Muhammetin güzel ahlakı içinde o nura ulaşabilmenin imkanlarını araştırmaktır tasavvuf. O noktada müteala (düşünce, tefekkür derinliği) sonsuzdur!
Tasavvuf yoluna girdiğinizde İslam, düşünce pergelinin sabit ucunu üstüne koyduğunuz dayanak noktasını teşkil etmektedir. Pergelin açılan ve sonsuza uzanan diğer ayağıda tüm mevcudattaki ilmi içine alan bir sonsuzluğu çevrelemektedir.Bu sonsuz daire ise allahın vahdaniyetini sembolize eder. Bu sonsuz fikir ve düşünce dairesini boyutu olmayan  şekliyle (boyutlarına bir sayı atfedemeyeceğiniz)  mütealaya sığdıramadığımızdan mütevelli NOKTA olarak telakki ederiz. İşte TASAVVUF   bu NOKTA daki sonsuzluğu kalb gözü ile görebilmek yani burdaki görmekten kasıt o NOKTA'nın sonsuzluğunu İDRAK edebilmektir.
O nokta bir AŞK noktasıdır. O nokta öyle bir uzay/zaman noktasıdır ki o öyle bir AN'dırki öyle bir SONSUZ ŞİMDİ dir'ki tüm sonsuz zamanlar ve sonsuz sayıda mekanlar üst üste katlanarak o noktanın içine sıkışarak dolarlar. Herşey  tek bir noktaya dolar. Tek bir nokta olur tek bir noktada görünür.O nokta'ki içsiz bir dış dışsız bir içtir. İç ile dış, dış ile iç o noktada aynılaşmıştır. O noktanın sırrına erenler için ( idrake varmak) zaman içinde zamanlar mekan içinde mekanlar vardır.
İlim bir NOKTA idi; onu cahiler çoğalttı.” (Hz.Ali)
Ey insan, sen kendini alemin içinde zannedersin, ancak alemler senin içindedir.” (Hz.Ali)
Görmek fizik gözlerle görmek değildir. Görmek KALP ile görmektir. Kalbten görmek aklen o noktaya ulaşmayı o noktayı aklın kapsayabilmesini ima eder. Akıl ile külli akla ( aklı kül) ulaştığınızda kalb ile temaşa ettiğiniz gerçeği aklın görüş sahasınada getirebilmişsiniz demektir.Yada AKLI o  görüş ve temaşa ( seyir)  noktasına yükseltebilmişsinizdir demektir.
Şeriat  yargıları  denen  şekilci  (ortodoks)  kurallara  bir tepki  olarak doğan ,  onları yumuşatıp  dahada genişleten , dini dış anlamlardan kurtarıp  kur’an’ın gerçek anlamını  ortaya çıkartan , kapsamını  ve içeriğini  zenginleştiren , çokluğu ( kesreti)  bir yana  bırakıp ondada  birlik gören ve nefsi  temizleye, temizleye  olgunluğa  ulaştıran  bir inanış  ve düşünüştür (TASAVVUF)
Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet (meditasyon, mevlevi dansı yada namaz), zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalb hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Konusu, zikir, fikir, ahlak, riya, muhabbet, buğz, tevazu ve kibir, hırs, mürakabe, mücahede ve tevekkül gibi şeylerdir.
Tasavvuf’un  vahdeti vucutu  (vucut birliği) kendisine  esaslı  bir direk haline getirdiği şüphesizdir.
            Mutasavvıf, yani tasavvuf ehli  yada sofi sözcüğü  hakında  yerli yersiz bir çok savlarda bulunulmuştur. Sof   sözcüğü  Arapcada  yün anlamına  gelmektedir.
İslamın ilk dönemlerinde  yünden elbise giyen kişilere  Sofi denilmiştir. Mutasavvıf  sözcüğünün  buradan türediği savı akla  yatkın  bir savdır. İlginç, İran’da  da dervişlere ,  yün elbise  giyen anlamına  gelen  peşmine- püş denilir
            Genel olarak  bilgi , dış bilgi (zahir ilmi) ve iç bilgi ( batın bilgi) olmak üzere ikiye bölünmüştür.  Bütün nazari  bilgiler ,  dinde  de şeriat , Kur'an yargıları  ve söze dayanan  bilgiler  (kelamı bilgiler)  birinci  bölümü meydana  getirirler. Bunlar . Bunlar dış yollarla okumakla edinilirler.
            İç bilgisi gerçekler bilgisidir. Bu bilgi  iç temizliğiyle içten duyularak edilir. Bu yöntemlerle ,  içten doğup gelen  gerçeklere  tasavvuf bilgisi adını verirler .  Bu bilgi  insanları  dağınıklıktan kurtarır. Bir arada  toplu olarak , kardeşlik ruhu  ile birleşmiş olarak iyiliğe ve olgunluğa götürür.
            Dış bilgisi ; bir toplumu  kurar , insanın  insanlık  haklarını  özgür düşünmesini  ,kişisel görüşler (içtihat ) yürütebilmesini  ve erkinlik  hakkını  kullanarak  düşündüğü  gibi  işlemek  yetkisini sağlar.
            Dış bilgisi  olan kimse iyi insan olur fakat yalnız kendisi ,için.... İç bilgisi olan kimse  ise bütün insanlık için  hayırlı  ve faydalı  olmayı  amaçlar , öyle düşünür  ve böyle olmayı becerir. Bu amacın  gerçekleşmesi  özveri  duygusu  ile olurki  bu duygunun  oluşması için  muhabbet ve severek  isteme gerekir. Dış  bilgisinde  benlik ve taasub iç bilgisinde  aşk ve  özveri vardır.
            Şeriat adamı : Bu senindir , bu benim  derken  hakikat yoluna giren  hem senindir  hem benim der . Yolun  sonunda gerçeğe ulaşıncada  Ne senindir Nede benimdir  kuralı uygulanır. Tasavvuf sadece  söz değil haldir, iştir Düşünceyi  yaşamaktır . Tasavvuf bilgisi  yani iç bilgisi azalan yerde  bağnazlık  taasub) artar.
            Gizemcilik (Mysticisme) deyimini  ilk önce  kullanan  (Denys I’Areopagite’dir) bu kişi Atinada  evegue ( piskopos) idi. İsa’nın havvarilerinden  Saint Paul tarafından  Hıristiyanlığa alınmış ve Miladi I. Yüzyılda  yaşamış bir kimsedir.  Noms divins isiml, bir kitabıda vardır. Gizemcilik (Mysticisme) eski Yunancadır.  Dilsiz olmak , ağzını ve gözlerini kapamak  anlamına gelen  Mu-o sözcüğünden türemiştir,
            Denys, Noms divins adlı kitabında ;  Masivadan  geçmek ve kendini  yok etmek  ile Hakk'a  erişileceğini  söyler  ve akıl  değil aşk ile elde edilen  bir marifete  de tasavvuf inanışı , yani mysticisme der. Yukarıda geçen  masiva  sözü  Tanrıdan  gayri her şey anlamında kullanılmıştır.
            Alman  asıllı Yazar Yajop Boehme (1575-1624) de insanla Allah konusunda  25 yaşında iken cezbeye kapılıp Boehme’ye göre ....Allah , alemden  ayrı değildir. Ruh  ; insan bedeninde  nasılsa  Allah’ta alemde  öyle  bir durumdadır. Allah göklerde değil  insanın kişiliğinde  (zatında) gizlidir. İnsan  onunla  beraber  yaşamaktadır. Allahta insanda  yaşıyor.İnsan temiz ve saf ise Allah’tır.
Ruh  ayrı bir varlık gibi  Allah’dan ayrı kalırsa Allahı anlayamaz’
Fakir  Dr. Bedri Noyan’a göre  tasavvuf, din bilgisi değil, yaşam ve gönül bilgisidir. Yaşamın sonsuz görünüşleri  (tezahürleri ), bütün bilimlerin sonuçları  ile insanı  ve onun gönül  evrenini insanlığı  olgunlaştırıcı bir düşünüş- inanış ve bu düşünüş –inanış  inanışı uygulama  bilgisidir.  Bunun baştada sondada  tekdayanağı aşk’dır. Gerçek sevgidir bu sevgi evrenin yaratılmasına  neden olan türden  bir sevgidir . Demek'ki  tasavvuf ,  bütün bilgilere egemendir. Tarih edebiyat , felsefe  tıp vb. nin  üstündedir. Tasavvuf bilgisi olmayan tarihçi  yazdıkları ile kesinlik değil şüphe ve tereddüt uyandırır . Tasavvuf bilgisi olmayan Doktor insanı sadece et ve kemik  gibi inceleyerek  onun  kozmosdaki yerini  ve anlamını anlayamaz  Tasavvuf bilgisi olmayan  Din bilgini merasimi (şekilleri ) gerçek zannederek  Allahı  ters tarafta  arar  ve elbette bulamaz.
            Gizemcilik  (Mysticisme)’in yani tasavvufun kaynağı doğrudur. İslamdan , hatta İsa'nın  doğuşundan  çok önceleri  Hint’te, Çinde  böyle  bir inanış , duyuş  ve düşünüş sistemi vardır.  Özellikle  İslam dünyasında , tasavvufu  zenginleştirip  geliştiren insanların  önemli bölümü  Türk  soyundan gelmedir.
            Tasavvufun tanımını yapmak güçtür. Her arif kişi   ayrı bir tanım yapmıştır.  Bunların sayısı binleri bulur. Her biri  kendi duygu ve düşüncelerine göre  yeni bir anlam  daha güzel bir ifade bulabilmek için  uğraşmıştır Bunların hepsi  ayrı ayrı güzel oldukları için  Tasavvufu tanımlama bakımındanda doğrudurlar.
            Tasvvufu  bir kaç bölümde inceleyende oldu . Tahakkuk tasavvufu  yolunda  olanlara
Mutasavvıfiye –i Muhakkıynn derlerdi . Sofi-yyeti –tahakkuk  yolunda  gerçeğe ulaşanlar  içinde birkaç batılı  (Bersson, Einstein gibi)  da vardır.  Birde tahalluk tasavvufu vardır. Bunlar, ahlak onarımı  ile iyi huy edinmek  yolunda idiler. Bu softalık değildir, onların haddi aşmdan  bir takvaları  vardır.  Birde rusum tasavvufu vardırki  bunlar tekkelerde  bir sürü tören merasim  ve şekle tabi olanlardır. Bunların içinde tahakuka ulaşanlar  esastır. Rüsum , yani  şekil başlangıcta  bir yola koyma  işi için gerekli idi  isede  bunu esas sanan kişiler  aldanırlar.  Esas olan tahakuka ulaşma , gerçeği  bulmalıdır. Tören , şekil  merasim , bir zaman için  bir araç olarak kullanılır.  Bu gerçeğe  bile eremeyen , aydınlatıcı  (Mürşit) geçinen bir çok kişi vardır.
            Orhan Hançerlioğlu , tasavvufu  şöyle anlatıyor; İlk tasavvuf düşüncesi  şöyle özetlenebilir; Tanrı kitabında ;  Ben her şeyi kapsarım,  ben insana Ruhumdan üfürdüm. Öncede sonrada  açıkda gizlide  Ben’im. Bu sözlerin  açık anlamların altındaki gizli anlamı  her şeyin tek varlığın ürünü  olduğu (vahdet-i  vücud )dur. Ama Peygamber , karşısındakilere  akıllarının  alabileceği kadar söyleyebilirdi.  Putlara tapıldığı bir çağda  , o taşların  bile gerçekte  birer Tanrı  olduğu elbette söylenemezdi . Gerçek  anlamın  bir süre  gizlenmesi ,  din iyice oturdukça  ve akıllar geliştikçe  alıştıra alıştıra  açıklanması gerekiyordu.  Ali  bu gizli anlamları  Peygamber’den açıkça öğrenmişti , Aynı nedenden ötürü  o sıralarda  oda açıklayamazdı . Hz. Ali’nin torunu  Zeynel Abidin  de şöyle diyor; Nice bilim cevheri varki  eğer onları  açıklayacak olsam  beni  puta tapmakla  suçlar, kafamı kesersiniz.....
            İbn-i Sina ve Gazali  gibi ruhçu tasavvuf bilginleri  de batının  ruhçu gizemcileri  ile birleşmektir.
            Tasavvuf’dan nasibini almamış  İslam bilginleri Kur’an’ın açık, dış anlamıyla  yetinmek isterler. Mutasavvıflar ise onun iç anlamını  ele alırlar Bunların tartışmaları yüzyıllar sürmüştür.
            Tasavvuf , ehli olan insanları yüzyıllarca mutlu kılmıştı, hala’da  kılmaktadır. İnsanları  sonsuzluğa kadar ,  sonsuzluğa kadar ,  sona kadar var olmak  düşüncesi  düşü yaşatmış  ölümüde güzelleştirmiştir.  Bunları kavramayanlar İslam bilginleri  kavrayıp düşünenlerin hepsinin derisini yüzerek öldürüldüler.
İşte gerçeği açık,açık söyleyenlerin , akılları  bu gerçekleri  bu gerçekleri alamayacak  kadar kıt anlayışları  eksik olan  olanlar tarafından  uğradıkları bu zulme  karşı  bir korunma başladı.  Gerçeği apaçık söyleme  yerine , onu  simgesel  sözlerle  açıklama  yeğlendi . Birer tasavvuf kurumları  olan  mezhepler , tarikatlar  bundan  doğru . Akılcılar yolu ceberiyye, kaderiyye, mu’tezile, haydariye, kalenderiyye, kaadiriyye, Bektaşiyye, mevleviyye ve benzeri  yolları  meydana getirdi.
            Eylemlerimizden sorumlumuyuz? Onları bizmi yapıyoruz  Tanrımı yaptırıyor? Cebriyyeciler Bunları biz yapıyoruz  derken Kaaderriyyeler ise  Tanrı yaptırıyor diyorlar Birincileri  insanın sorumluluğunu  ikinciler ise insanı yok sayıp her şeyi  Tanrıya bağlıyorlar bu tartışmalar gelişe gelişe bir çok  akımın ortaya çıkmasını sağladı.
            Bizim İslam tasavvufumuz, varlık birliğine dayanır.Müslümanların ilk yüzyılında , türk düşüncesi  işe karışmıştır Türkler biraz daha sonralarıda Arap ve Acem düşüncelerini  sentez yapmışlardır. Ama  dinamik, yaşamayı seven güler, yüzlü neşeli ve özgür yaratılışlı  Türk  dine korku  ile değil sevgi ile bağlanmayı yeğlemiştir. Şamanlıktan  kalma  eski gelenekleri  bırakmamış, hem de bütün  insanlığı  mutlu kılacak en güzel yolu , bulmuştur.
            Tasavvuf, insanı insan yapan  ve onu öteki canlılardan  daha yüce  kılan insanın  maddi yönü yanında  birde manevi  yönü olmasını  sağlayan bir düşünüş  ve inanıştır. Yani bedenle ruhu anlayıp , kavramaktır. Beden fanidir . Ruh yani kişinin manevi varlığı , durucu , kalıcı ,sonsuzdur. İnsanın  mutluluğu kalıcı  kalbi, arasındaki uyum ve dengeye  bağlıdır. İşte insandaki gönül ruh mana sözleriyle  anlatılmaya  çalışılan  nurlu pırıl pırıl   cevherin dipdiri  en dinamik  bir halde tutulması çabalarını  bildirecek  yola  tasavvuf (gizemcilik) diyoruz.
            Türk islamına  bu hal Hazret-i Muhammed ve Hz. Ali  ile  başlamıştır. O günlerin ilk Mutasavvıfları ( kırklar )  denilen topluluktur'ki  bunların   içinde  Hz. Muhammed  kızı , Hz. Ali’nin eşi  olan Hz. Fatma’ da vardır.
            Tasavvufun  ne olduğunu anlamak için o ehli yaşamak , idrak etmek içine düşünmek gerekir. Tasavvufu tanımlayan bir çok sözler  söylenmiştir bu  tanım  (tarif) binden fazladır. Birkaçı şöyledir:
            Tasavvufun başı bilim(ilim) ortası iş (amel) , sonu , mevhibe (lutuf) ve ihsan , bağış)dır.
            Tasavvuf maddeden  manaya, zahirden  batına varıştır.
            Tasavvuf, gönül derdine çare bulmaktır.
            Tasavvufun  başı tanrıyı bilmek, sonu  onu birlemektir(vahdet)
            Tasavvuf Hakk’ın  seni senden  alması, kendisi ile diriltmesidir.
            Tasavvuf . ilahi (tanrısal) huyla huylanmaktır.
            Tasavvuf  kendinden çok başkalarının düşünmek ‘tir.
Hicri üçüncü yüzyılda  yaşmış Seri-es  Sakati  Bir defa  Elhamdülillah  dediğim  için  otuz yıldır Allaha  tövbe ediyorum dediğinde de  bunun için tövbe edilirmi  diye sormuşlar . O da şunu  anlatmış : Bağdat  çarşısında  bir dükkanım vardı . Orada büyük bir yangın ortalığa  çok zarar verdi . Herkes  mal derdinde üzüntüde idi . O sırada  birisi bana  Müjde.... Senin  dükkan kurtuldu deyince  sevinçle boş bulunarak , El-Hamd-ü lillah dedim. Az sonra  kendimden utandım . Öyle  bir felaket  gününde  başkalarının zarar, ziyanını düşünmeden kendimi düşünerek  Elhamd-ü Lillah dediğim için  otuz yıldır tövbe ve istifardayım’’’
            SUFİ yani mutasavvıf kişi, olgun insan, insan-ı kamil yer gibidir. Ona her türlü kötü nesne atılır. İyi-köyü herkes onu çiğner . Ama  o, bütün  kötülükleri güzelliklere  çevirir ve iyilikler üretir.
            SUFİ bulut gibidir , her tarafa  gölge  salar . Yağmur  gibi diri her yeri sular .
            Sufi gül bahçesinin  gülü  olup, dikeni olmamaktır.
Fakat  tasavvuf , asla  ezilmek , dünyayı  ve maddeyi  tümüyle  gözardı  etmek demek değildir.
Çetin BAL: Peygamberimiz s.a.v. bize bu dini anlatırken bugünkü kullanılan  kavramlar itibarı ile  tasavvufi temalar yoktu ama mana itibarı ile benzer vurgular yapılmıştır, bu dinle yaşayış, ahlak biçimleri ve dışrak yapı olarak yapılandırıldı… dinin içrek yanından bahsetmedi… sanırım bu içrek yanını anladığım kadarıyla hz. Ali a.s’ma anlattı… bu kısmından her insan sorumlu olmakla birlikte herkes bu ilim denizinden anlayabileceği miktarınca bir ilmi düşünceyi alabilir. Büyük kitleler dinin şekilsel görüntüsünden  içeri giremezler.  Çünkü akıl güçleri ancak kabukla haşır neşir olabilecek düzeydedir. Büyük kitleler hayatın gelip geçici günlük gaylesi içinde ancak dinin genel emir ve kaidelerine (şeriat) muhatap bir şekilde dini yaşayabilmeyi daha kolay bulurlar.  Ama bana öyle geliyor ki önceden idrak seviyesi yüksek, bu bilgiyi hazmedecek bünyeler sadece bu içrek yapıyla ilgilendi… Genelde her devirde de öyle olmuştur. Hz. Muhammet'le Hz.Ali arasında geçen sohbetlerde insanın sırlı ruhsal dünyasına dair bilgiler konuşulurdu. Bunlar herkese açık yapılan sohbetler değildi.Gizli sohbetlerdi. Benzer sırlı sohbetler bir çok evliya mertebesindeki zatların sohbetlerinede konu olmuştur. O sırlı ilimlerin sohbetine katılan bir çok talebe( mürit, öğrenci) yetişerek zamanla bu ilimleri öğreten dergahların, tasavvuf okullarının yayılmasına vesile olmuşlardır.Zaman içinde bu ilimler bir mürşit mürit ilişkisi içinde anlatılıp nesilden nesile devam edegelmiştir. Tabiki bir çok şeyde olduğu gibi zamanla bu gizli ilimleri öğreten tasavvuf dergahları zamanın devrin siyasi, ekonomik, dünyevi çıkarlar çarkına karışarak eski manevi irşat kudretlerini ve öz bilgisini yitirmişlerdir. Dergahlar taraflı, yanlı ve şekilci bilginin ele alındığı yerler haline gelmişlerdir. Zamanla bu tasavvuf dergahlarıda bu öz bilgiyi uygulayanlar değil  sadece taşıyanlar tarafından doldurulmaya başlandı. Sadece nakille dildeki bilgiyi taşıyan o bilginin içinde olmayan zatlar tarafından bu yerler dolduruldu.
Hz.Muhammet ve Hz.Ali arasında geçen sır  bilgilerin konusu  insan ruhsallığının sonsuz ilim okyanusuna dair  bilgilerdi. İnsan ruhsallığına ve ruhun potansiyellerine  ait sırlı bilgilerdi bunlar. Bu sohbetlerin derecesine erişebilen ve bize yazıtlar içinde gelebilmiş yakın tarih tasavvuf erenlerinden örnek verecek olursak bu tarife  mazhar olabilecek en yakın şahsiyetler Hz. Mevlana ve Şems arasında geçen sohbetlerdir.
Mevlalardan öte mevlalar var Şems'lerden öte Şems'ler var. Lakin bu evliyalardan öte evliyaların çoğu hiç bir yazılı eser bırakmamıştır. Bu yüzden adı sanı ve cisminden haberdar olamadığımız nice allah dostları vardır.Kalb gözü açık olanlar anadolu topraklarında gezerlerken adı sanı bilinmedik  kuytu köşelerdeki bu mezarlar üstünde öyle büyük zatlar görürlerki bedenleri  burda olan ama başları yıldızlarda olan allaha sema dönen nice zatlar görürler.
İlim sonsuzdur, anlamak sonsuz, bilmek sonsuz, kavramak sonsuz, öyle haller vardır'ki hallerden öte.. Allah'a yakın olabilmek için yapılan yolculuk sonsuz bir yolculuktur.Adım Çetin BAL'dır benim kendimi hiçe sayarım lakin sanmayın'ki sözlerimiz uyku esnasında duyulan esneme sesleridir. Kendimizi bir şeye saydığımızdan değil ama devrin içinde sizin gibi ete kemiğe bürünüpte size göründük diye sözlerimizin yoga sayılması anlaşılır şey değildir.Kıymetli olan yada değer arzeden bir şey neden hep uzakta aranır?
Tebrizli Şems'in sözleri ile sizlere diyeceğim tek bir şey var.
"Mevlânâ, Şems"in de etkisiyle, -kâl-e değil -hâl-e, söze değil davranışa, nazariyata değil tatbikata önem veriyor, yaşanmayan, uygulanmayan bilgilerin, insana fayda vermeyeceğini, bir yükten başka bir şey olamayacağını tekrar tekrar söylüyordu. Bir toplantıda, hep başkalarından bahsedildiğini, falan şöyle yaptı, filan böyle uçtu denildiğini, böylece işin lâfa düştüğünü, boşuna zaman harcandığını gören Şems birdenbire yerinden fırlar ve şöyle hitap eder:

-Ne zamana kadar başkalarının sözlerini naklederek övüneceksiniz. İçinizden bir kişi çıkmıyor ki, -Rabbimden kalbime şöyle ilham olundu- diye söze başlasın. Bu söyledikleriniz o zamanın büyük insanlarının sözleridir. Bunlar kendilerine ait hâl ve makamdan bahsetmişler. Siz bu zamanın adamlarısınız. Sizin söyleyeceğiniz bir söz yok mudur?"

Resulullah a.s. kendi özündeki tüm bâtınî ilmini “Lâ ilahe illallah” cümlesi ile özetledi. Bunu şöyle düşünebiliriz. Günümüzde dünyadaki tüm üniversitelerin matematik fakültelerinde matematiğin sonsuz sayıda bölümleri sonsuz sayıda problemleri, denklemleri çözülüyor. Ve her gün yeni matematik teorileri, ispatları açığa çıkıyor. Matematik biliminin sınırından bahsedemiyoruz. Fakat sınırsız matematiğin yaptığı tek şey “bir” sayısını sonsuz hayali sayılara çevirerek dört işlemden geçirmektir.

Matematiğin şu andaki durumuna “bir” sayısının gereksiz yorumlarıdır diyemeyiz. Dünyadaki tüm matematik fakültelerini yıkıp, herkesi sadece “bir” demeye ve gerisini saymamaya çağıramayız.
Hz. Âli r.a.’in “ilim bir nokta idi onu cahiller çoğalttı” sözünü örneğimize göre ölçüp biçebiliriz. “Cahillerin çoğaltması” sözünü de “bir” sayısına getirilen dört işlemi tüm matematik teori ve ispatları ile birlikte düşünmemiz gerekir. Cahil kavramı burada negatif değil pozitif anlam içeriyor.

Elbette ki günümüzün tasavvufi birikim bilgi ve kalıpları Resulullah a.s.’ı temsil etmez. Sadece O’nun “Lâ ilâhe”sini anlatır. O’nun “öz”ündeki ilmi bilmemiz ve kapsayabilmemiz için aklı kül bir  düşünce boyutuna yükselebilmemiz lazım. Daha doğrusu Hz. Ali'nin ''İlim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı'' tarifindeki NOKTA ya doğru düşüncemizin varabilmesi lazım.NOKTA'dan DAİRE'ye  doğru varabilen açılan aynı zamanda DAİRE den NOKTA ya doğru kapanan bir  tefekkür noktasına ve dairesine girebilmek lazım. “Resulullah zamanında da tasavvuf vardı ama gizli tutuyordu, herkese söylemiyordu, ancak falancanın kalbine koydu… falanca filancaya devretti…” gibi klasik bir tarikat savunması şeklinde cevap verilebilir.Mutlaka ki belli dereceki bir bilginin o dereceden bir muhatabı vardır. Bazıları “Resulullah zamanında günümüzün aynı tasavvufu vardı” düşüncesine katılmayabilirler.Aslında olan şu ki Hz.Muhammet zamanında onun sohbetleri içinde tasavvuf bilgisinin olmadığını söylemek abes olur. Belki bugün ki kullanılan kelimelerle değil ama kalben ve ruhen evrensel düşüncelerin, insanın ruhsallığına varoluş sırlarına dair zamanın edebiyatı içinden sırların ifşa edildiğini, anlatıldığını kabül etmeliyiz.
Her Resul kendi anadiliyle “tek varlık” olanı anlatmıştır. Her Resulü her insan kendi kapasitesiyle anlamıştır. Resulullah a.s.’ın “Allah” demesini hem kendi dönemindeki hem de sonraki zamanlardaki her insan kendi kapasitesine göre anlamıştır. Hz. Ebû Bekir, Hz. Âli gibi kapasiteler mutlaka “Allah” ismini Resulullah a.s.’ın anlayışına en yakın anlayan şahıslardır.

GAZZALÎ ÖNCESİ MUTASAVVIFLARIN HZ. ALİ VE EHL-İ BEYT’LE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

Salih ÇİFT

Tasavvuf tarihine bir bütün olarak bakıldığında, sûfilerin genellikle, Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’yi ve ona atfedilen rivayetleri belli düşünce ve uygulamalarında dayanak olarak benimsedikleri görülür. Onlar, diğer râşid halifeleri ve ashabın önde gelenlerini saygıyla anmalarına ve yer yer belli konularda örnek göstermelerine rağmen Hz. Ali’ye ve Ali evladına farklı bir konum tayin etmişlerdir. Durum kişiden kişiye ve zamanla tarikattan tarikata değişiklik arz emişse de, genel görünüm bu minval üzeredir.

Sûfilerin Hz. Ali ve ehl-i beyt eksenli fikirlerinin kaynaklarını tesbit etmenin en emin yolu tasavvufî metinlerden hareket etmektir. Bu şekilde ilk dönemden itibaren Hz. Ali ile ilgili aktarılanları ortaya koymak ve tahlil etmek suretiyle onların görüşlerinin temelleriyle ilgili bazı ipuçlarına ulaşma ihtimali mevcuttur. Bu çalışmada tasavvufî düşüncenin oluşum döneminde ya da Gazzalî’ye kadar olan sistemleşme evresinde mutasavvıfların Hz. Ali ile ilgili yaptıkları yorumlar aktarılıp elde edilen verilerden hareketle bir durum tesbiti yapılmaya çalışılacaktır.

Zühd Dönemi ve Hz. Ali Tasavvuru:
Tasavvufun başlangıçta bir zühd hareketi olarak ortaya çıkış sebeplerinden biri, Hz. Ali’nin muhalifleri olan Emevî idaresinin dinî kaygılardan ziyade dünyevî emellere dayanan idare tarzına halkın tepkisidir.[1] İlk anda değilse bile zaman içinde oluşan zühd hareketinin hayat bulmasının en önemli muharriklerinden biri bu olsa gerektir.

İktidar sahiplerinin uygulamalarına tepki mahiyetinde dünyayı aşağılayan ve ona değer vermeyen bir anlayışın gün yüzüne çıkmaya başlaması, bir anlamda dünyevî olanı temsil eden Emevî hanedanına alternatif olarak Hz. Ali’yi ve onun evladının öne çıkarmasını sağlamıştır. Zaten dönemin birbirine karşı olan iki siyasî kutbundan bir tarafta Hz. Ali ve daha sonra da oğulları yer alırken diğer yanda Muaviye ve bilahare onun soyundan gelenler bulunmaktaydı. Muaviye’nin saltanatını sağlamlaştırmak için yürüttüğü politikanın ana unsurlarının başında Ali’ye ve evlâdına alenî düşmanlık ile halk arasında ona duyulan muhabbetin izlerini silmek geliyordu.[2] Dahası Ömer b. Abdülaziz’e (ö. 101/719) gelinceye değin, Cuma hutbelerinde Ali ve evladına hakaret edilmesi uygulaması Emevî egemenliğindeki bütün merkezlerde yerine getiriliyordu.[3] Bu durum halk nazarında kötü olarak görülen Emevîler’in karşısında hakları gasp edildiği düşünülen Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin uğradığı haksızlığı fark edenleri rahatsız etmekteydi. Onlar yalnızca hakları ellerinden alınan kişiler olmakla kalmayıp zulme de maruz kalmışlardı. Özellikle Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da katledilişinin o dönemde yaşayan geniş halk kitlelerini ne şekilde etkilediğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim bu gelişmeler halk zihninde “kötü, yani dünyevî olanın zıddı iyi, yani manevî olandır. Dînen asıl olan da odur. O halde dünyaya karşı zâhidce hareket edilmelidir”, şeklinde düşüncelerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu hem idarecilere karşı pasif bir direniş hem de Hz. Ali ve onun evladının lider kabul edilmesi anlamına geliyordu. Zaten o dönemdeki fiili durum da bu tesbiti doğrulamaktadır.

Siyasî açıdan durum böyleyken tasavvuf zaviyesinden bakıldığında, Hz. Ali’nin hilafeti esnasında diğer Müslümanlarla yapılan savaşlarda ganimet almayı yasaklaması, Kûfe’deki zühd hareketinin ilk adımlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Zira onun bu yaklaşımı dünya malına değer vermeyişinin somut kanıtı niteliğindedir.[4] Daha sonraları teşekkül eden zühd dönemi tasavvuf ekollerinden biri olan Kûfe ekolünde de ehl-i beyt taraftarlığı en önemli hususiyetlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Sûfi adı ile anılan ilk şahıs olduğu rivayet edilen Ebû Hâşim el-Kûfî (ö. 150/777) burada yaşamıştır. İlerleyen zamanda tasavvufun İran coğrafyasına yine Kûfe ekolüne mensup mutasavvıflar kanalıyla yayıldığı da bilinmektedir.[5]

Zühd dönemi sûfileri içinde Hz. Ali ile irtibatlandırılan en önemli isim şüphesiz ki Hasan-ı Basrî’dir (ö. 110/728). Hem yaşayışında ve hem de tavsiyelerinde ılımlı bir zühd anlayışı ortaya koymuş olan Hasan-ı Basrî, Kur’ân’a getirdiği serbest yorumları, hakîmâne sözleri, dünya ve ahirete bakış tarzıyla zâhid ve sûfilere örnek olmuştur. Ayrıca Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’den veya Kümeyl b. Ziyâd’dan hırka giydiğine inanılmaktadır.[6] Buna karşılık hadis alimleri Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’yi kısa bir süre görmekle beraber ona talebelik etmediğini belirtmektedirler.[7] Hasan-ı Basrî’nin Benî Ümeyye idaresine yakın durduğu, en azından açıktan Hz. Ali ve daha sonra onun oğullarının tarafında olmadığı bilinmektedir. Buna rağmen onun Hz. Ali’nin vefatından sonra söylediği rivayet edilen şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Yemin olsun ki, Allah’ın oklarından birini kaybettiniz. O, Allah’ın emirlerine karşı gelmedi, Allah’ın malını çalmadı. Kur’ân’ın onun lehinde ve aleyhindeki hükümlerine uydu. Helali helal, haramı da haram bildi. Ta ki bu hasletleri onu güzel cennet bahçelerine kavuşturdu.”[8] Bu sözler Hasan-ı Basrî’nin samimi duygularının nişânesi olabileceği gibi pişmanlığının göstergesi olarak da yorumlanabilir.

Yine bu dönemin ünlü simalarından biri olan ve Hz. Ali’yi ashabın en zâhidi olarak takdim ederken zühdün nitelikleri ile alakalı olarak kendi görüşünü dile getiren Süfyân-ı Sevrî (ö. 161/778) şöyle demektedir: “Çok kadına sahip olmak dünyadan değildir. Çünkü sahabenin en zâhidi olan Hz. Ali’nin bile dört eşi, dokuz câriyesi vardı.”[9]

Zühd döneminin sonlarında vefat emiş olan Bişr-i Hâfî’yle (ö. 227/842) ilgili olarak da bir rivayet mevcuttur. Buna göre o şöyle demiştir: “Bir gece rüyada gördüğüm (Hz. Ali) Murtezâ’ya: ‘Yâ Emîre’l-mü’minîn! Bana nasihat et!’ dedim. Dedi ki: ‘Rahman’dan sevap almaya tâlib olarak zenginlerin fakirlere şefkat göstermeleri ne hoştur! Bundan daha hoş olan, Hallâk-ı Cihân’ın keremine itimad ederek fakirlerin zenginlere karşı gururla davranmalarıdır.”[10]

Zühd dönemi zâhidlerine ait ifade ve kanaatlerin tasavvufî manada Hz. Ali’yi ashabın geri kalanından ayrı ve önde gösterecek nitelikte olmadığı, benimsedikleri yolun önderi olarak somut bir biçimde onu öne çıkarmadıkları görülmektedir. Ancak Ebû Nuaym Isfahânî’nin hadis olarak naklettiği şu ifadeler yukarıdaki manzara ile farklılık arz etmektedir: “Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: Allah seni kulların zînetlenmediği ama Allah’a en sevimli gelen bir şeyle zînetlendirmiştir. O da, Allah katında ‘ebrâr’ olanların zînetidir. İşte bu ‘dünyaya karşı zühd’dür. O seni öyle kılmıştır ki, ne sen dünyadan herhangi bir şeyden mahrum kalırsın, ne de dünya sana ait bir şeyden mahrum kalır. O sana miskinlerin mahabbetini ihsan etmiş, seni onların sana tabi olmasından, onları da sana tabi olmaktan dolayı razı kılmıştır.”[11] Her ne kadar zayıf ve uydurma rivayetleri naklettiği bilinen Ebû Nuaym’dan gelen bu hadise sıhhat açısından ihtiyatlı yaklaşmak gerekirse de, dönemindeki Hz. Ali imajını yansıtması açısından bu rivayet önemlidir.[12]

Burada nakledilen bir kısım örnekten de anlaşılacağı üzere ilk iki yüz yıl içerisinde yaşayan zâhidlerin, Hz. Ali’yi yürüdükleri yolun önderi olarak gördüklerine dair kesin bir delil yoktur. Bu manaya gelebilecek bir ifade yaklaşık iki yüz yıl sonra Cüneyd’in ağzından nakledilmiştir.[13] Bunun muhtemel sebepleri neler olabilir? Birincisi söz konusu döneme ait zâhidlerden bugüne kalan metin sayısı çok azdır. Bu itibarla onların kanaatlerini tam manasıyla tesbit etmek zordur. İkinci olarak da zâhid olarak nitelendirilen ilk dönem sûfilerinin Peygamber dışında bir önder ya da rehber edinme kaygılarının bulunmadığı söylenebilir. Ayrıca ilk dönem zâhidleri Hz. Ali’yi manevî yollarının öncüsü kimliğinden ziyade dinî konularda otorite olan ve esas itibariyle siyasî bir makam olan hilafet noktasında kendisine haksızlık edilen bir lider olarak algılamaktaydılar.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] İrfan Aycan-İbrahim Sarıçam, Emevîler, Ankara 1993; Annemarie Schimmel, Mystical Dimensions of Islam, Chapel Hill 1975, s. 29-30.

[2] Gülgûn Uyar, Ehl-i Beyt: İslam Tarihinde Ali-Fâtıma Evlâdı, İstanbul 2004, s. 75-76.

[3] K.V., Zettersteen, “Ömer b. Abdülaziz”, İA, IX, s. 463; Uyar, Ehl-i Beyt, s. 77-78.

[4] Kâmil Mustafa Eş-Şeybî, es-Sıla beyne’t-tasavvuf ve’t-teşeyyu’, Beyrut 1982, I, s. 273.

[5] Ebu’l-Alâ Afifi, Tasavvuf, İslam’da Manevî Devrim (trc. İbrahim Kaçar, Murat Sülün), İstanbul 1996, s. 100-101. Kûfeliler’in Hz. Ali ve evladına duydukları yakınlık malumdur. Bunun göstergelerinden biri de burada ona isnat edilen rivayetlerdir. Gerek Hz. Ali ve gerekse ehl-i beytinin fazileti konusunda Kûfeliler’ce 300.000’den fazla hadis uydurulduğuna dair rivayet mübalağalı olsa bile yine de bu konuda bir fikir vermektedir. Onun fezâili ile ilgili uydurma hadislerin ilk olarak Şiiler tarafından ortaya konulduğu bilinmektedir, bk. M. Yaşar Kandemir, “Ali”, DİA, II, s. 376.

[6] Süleyman Uludağ, “Hasan-ı Basrî”, DİA, XIV, s. 292.

[7] M. Yaşar Kandemir, “Ali”, DİA, s. 366-377. Bu konuyla alakalı olarak Gölpınarlı şöyle demektedir: “Hz. Peygamber’in Ali’ye hırka giydirdiği hakkındaki hadisler de uydurmadır. Hasan-ı Basrî’ye ve Kümeyl b. Ziyâd’a Hz. Ali’nin hırka giydirdiği hakkındaki rivayetler de böyledir. Aslında araları hiç de iyi olmayan Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’ye nisbeti şüphelidir”, Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, İstanbul 1985, s. 30-31.

[8] Ali Sami En-Neşşâr, İslam’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu (trc. Osman Tunç), İstanbul 1999, s. 66.

[9] Ferîdüddin Attar, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2002, s. 232.

[10] Attar, Tezkiretü’l-evliyâ, s. 52.

[11] Ebû Nuaym Isfahanî, Hilyetü’l-evliyâ, Beyrut 1967, I, s. 71.

[12] Osman Türer, “Hilyetü’l-evliyâ”, DİA, XVIII, s. 52.

[13] Cüneyd’e atfedilen sözlerle ilgili olarak ileride bilgi verilecektir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...