12 Ekim 2013

HAZRETİ ALİ'NİN DÜŞÜN VE YAŞAM DÜNYASINDAN 12 NCİ BÖLÜM



İmam Ali'nin Düşün ve Yaşam Dünyasından
Derman sende, ama senin haberin yok, derdin senden ama sen görmüyorsun.
Kendini küçücük bir beden sanıyorsun; oysa koskoca bir evren dürülmüş içinde senin.
Öylesine ap-açık, ap-aydın bir kitapsın ki, gizli şeyler onun harfleriyle meydana çıkmada.
Dışarıya, kimseye bir gereksinimin yok senin; gönlünde yazılmış yazılar her şeyden haber verir sana.
(A. Baki Gölpınarlı, İmam Ali Buyruğu, Nehc-ül Belâga ve Hz. Ali Divanı’ndan Seçmeler, sh. 240-241)
Şekil bakımından insanlar birbirlerine benzerler. Çünkü hepsinin baba ve annesi, Âdem ile Havva’dır.
(Hz. Ali Divanı, Tercüme ve şerh eden Müstakimzade Süleyman Saadeddin Efendi, s. 3)
Eğer insanlar soy bakımından övünüp kendilerinden daha aşağı derecede bulunanlara bir üstünlük taslıyorlarsa, uzak soyları balçık, yaratıldıkları yakın madde de anne ve babanın belindeki menidir.

(Hz. Ali Divanı, Tercüme ve şerh eden Müstakimzade Süleyman Saadeddin Efendi, s. 5)
Eğer sen soy ve sopunla övünürsen, biz de cömertlik ve benzeri iyi özelliklerle övünürüz.
(Hz. Ali Divanı, Tercüme ve şerh eden Müstakimzade Süleyman Saadeddin Efendi, s. 6)
İftihar ve şeref, ancak ilim ve irfan erbabına yaraşır. Çünkü bunlardan her biri, bilgi ve tecrübeleriyle diğer insanlara hak ve doğru yolu göstermektedirler.
(Hz. Ali Divanı, Tercüme ve şerh eden Müstakimzade Süleyman Saadeddin Efendi, s. 7)
Oğulcağızım, nefsini kendinle başkaları arasında bir tartı haline getir; kendine yapılmasını, başına gelmesini sevdiğin, dilediğin şeyi başkaları için de sev, dile; sana yapılmasını, başına gelmesini  istemediğin şeyi onlar için de isteme. Nasıl zulme uğramayı istemezsen sen de, öylece kimseye zulmetme. Nasıl sana iyilik etmelerini istiyorsan sen de başkalarına öylece iyilik et. Başkasında görüp, duyup, çirkin bulduğun şeyi, kendin için de çirkin bul. Sana yapılınca râzı olacağın şeyi insanlara da yap. Bildiğin az bile olsa zararı yok, fakat bilmediğini söyleme. Sana söylenmesini istemediğin şeyi sen de söyleme başkalarına. Bil ki kendini görmek, beğenmek, gerçeğin zıddıdır, akıllıların âfeti.
(Nehc-ül Belâga, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı, Sıffın’dan döndükten sonra İmam Hasan’a yazdığı vâsiyetnâme’den, s. 382)
• Gizlice yapılan, fakat açıkça yapılınca utanılan her işten sakın. Sahibine sorulunca inkâr ettiği işi yapma; yahut özür dilediği işe yaklaşma.
(Nehc-ül Belâga, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı, Hâris-i Hemdânî’ye Mektupları’ndan,  s. 349)
İnsanlara insafla muamele edin; ihtiyaçları olan şeyleri almayın, dayanın, çünkü siz halkın hazine memurlarısınız, o hazineyi koruyanlarsınız; ümmetin vekillerisiniz, imamın elçilerisiniz.
Bir işe koyulanı, işinden alıkoymayın; onu arayıp elde etmesine engel olmayın; haraç hususunda kışın, yazın giyecekleri şeyleri satmaya kalkışmayın; kendilerine gereken şeyleri taşıdıkları hayvanlara, iş gördükleri kişilere dokunmayın. Bir pul için dahi onları dövmeyin; namaz kılan Müslümanların, yahut Müslümanların amanında bulunan  Kitab ehlinin mallarına el atmayın. Yalnız İslam ehline karşı kullandıkları sabit olan atlarına, yahut silahlarına elkoyun; çünkü onları İslam düşmanlarının ellerine vermek, onlara kuvvet temin etmek elbette caiz olmaz ve bu, şer’a da uymaz.
(Nehc-ül Belâga, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı, Haraç memurlarına emirlerinden’den, s. 357)
• Nice oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak açlıktır, susuzluktur. Nice geceleri ibadetle geçiren vardır ki o kulluktan elde ettiği şey, uykusuzluktur, yorgunluktur. Ne mutlu aklı başında olan âriflerin uykusu ve yemesi.
• Akıl gibi zenginlik, bilgisizlik gibi yoksulluk, edeb gibi miras, danışmak gibi arka olamaz.
• Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allâh yoksulların geçimlerini zenginlerin mallarında taktir buyurmuştur. Hiçbir yoksul aç kalmaz ki bir zengin onun hakkını vermiş olsun; yüce Allâh da zenginlere bunu soracaktır.
(Nehc-ül Belâga’dan)
Hz. ALİ’NİN VERGİ TOPLAYICILARINA GÖNDERDİĞİ EMİRNAME
Bir olan, şeriki bulunmayan Allah’dan korkarak yürü. Vazifene git; hiçbir Müslümanı ürkütme; rızası olmadıkça, haber vermeden yanına gitme; malındaki haktan başka birşey alma.
Bir kabileye vardın mı evlerine, çadırlarına gitmeden sularının başına in. Sonra sakin, vakur bir halde yanlarına var; onlara selam ver; hal ve hatır sormakta kusur etme; ondan sonra olanlara ey Allah’ın kulları de; Allah’ın velisi ve halifesi mallarınızdaki Allah hakkını almak için beni size yolladı; mallarınızda Allah velisine vereceğiniz Allah hakkı var mı? Birisi yok derse sözünü tekrarlama. Sana hakkını verecek bulundu mu da onu korkutup ürkütmeden, ona karşı sert muamele etmeden, yolsuz davranmadan, zulmeylemeden onunla beraber git, altından, gümüşten ne verirse sana, onu al.
Öküzü, davarı, devesi varsa, hayvanların bulunduğu yere sahibinin izniyle gir. Çünkü onların çoğu sahibinin malıdır. Hayvanların bulunduğu yere şiddet göstererek, sert bir surette değil, sahibinin izniyle gir. Ne hayvanları ürküt, ne sahiplerini korkut. Onları ikiye ayır, sahibi hangi bölüğü isterse almasına müsaade et. Geri kalanı da ikiye böl, gene onu, hangi payı almak isterse alsın, muhayyer bırak. Seçtiği, almak istediği hayvanlara dokunma. Böylece böle böle Allah’ın hakkı olan o hakka ulaşan payı ondan al. Bu taksimi bozmanı isterse kabul et; onları birbirlerine karıştır. Önce yaptığın gibi ayırmaya başla; Allah’ın hakkını alıncaya dek, bu muameleye devam et.
Kocalmış, yaşlı, arık, azası kırık, hasta, ayıplı ve bir gözü kör hayvanı alma. Bu işe birisini memur edecek olursan dininden emin olduğun, Müslümanların mallarını alırken onlara yumuşak ve iyi muamelede bulunacak kişiyi seç. Böylece Allah malını Allah velisine ulaştır; o da bunları Müslümanlara bölüştürsün. Bu işe, öğüt veren, esirgeyen, emin olan, koruyan kişiyi memur et. Sert davranan, zarar veren, müslümanları yoran kişiyi memur etme. Sonra topladığın malı bize yolla; biz de Allah nasıl emrettiyse  öyle hareket edelim.
Emin olduğun kişi onları toplayacaksa, tenbih et, dişi deveyi, sütüne tamah ederek almasın; yavrusuna zarar vermiş olur. Bir de ona binerek yormasın onu. Binmekte, sütlerini sağmakta adâlete riâyet etsin; getirirken yorulanları dinlendirsin, ayağı sürçen, yürümekte güçlük çeken hayvanları yavaş sürsün. Hayvanları suya rastladıkça sulasın, otlak yere gelince otlatsın; vakitten vakite onları dinlendirsin; sulak, otlak yerlerde onları suvarıp yaysın. Böylece de size semiz, yorulmamış, sağlam hayvanlar getirsin de onları Allah’ın emrine, Allah’ın salatı O’na ve soyuna olsun Peygamberinin sünnetine göre Müslümanlara bölüştürelim, gereken işlere kullanalım. Bu, Allah’ın izniyle ecir ve sevap bakımından daha büyük, doğru iş işlemene daha yakın bir harekettir.

(Nehc-ül Belâga, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı, Amillerine gönderdikleri emirnâme’den, s. 353-354)
ALİ İBN EBİ TÂLİB (Hz.Ali)


Resulullah'ın amcasının oğlu, damadı, dördüncü halife. Babası Ebû Talib, annesi Kureyş'ten Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib'tir. Künyesi Ebu'ı Hasan ve Ebû Tûrab (toprağın babası), lâkabı Haydar; ünvanı Emîru'l-Mü'minin'dir. Ayrıca 'Allah'ın Arslanı' ünvanıyla da anılır.

Hz. Ali küçük yaşından beri Resulullah'ın yanında büyüdü. On yaşında İslâm'ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice'den sonra müslümanlığı ilk kabul eden odur. Hz. Peygamber ile Hz. Hatice'yi bir gün ibadet ederken gören Hz. Ali'ye Peygamberimiz şirkin kötülüğünü, tevhidin manasını anlattığında Hz. Ali hemen müslüman olmuştu. Mekke döneminde her zaman Resulullah'ın yanındaydı. Kâbe'deki putları kırmasını şöyle anlatır: "Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe'ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, omuzumdan indi, beni omuzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe'nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Resulullah'ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384).

Resul-u Ekrem, en yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allah'u Teâlâ'dan emir alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a.)'ye bıraktı, Ali de bir ziyafet hazırlayarak Hasimoğullarını davet etti. Resulullah yemekten sonra: "Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum.

İçinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum olarak bana bey'at edecek" dedi. Yalnız Ali (r.a.) kalktı ve orada Resulullah'a onun istediği sözlerle bey'at etti. Bunun üzerine Resul-u Ekrem, "Kardeşimsin ve vezirimsin " diyerek Hz. Ali'yi taltif etti.

Hz. Peygamber hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali'ye bıraktı ve o gece Hz. Ali, Resulullah'ın yatağını da yatarak müşrikleri şaşırttı. Böylece Hz. Ali, Hz. Peygamber'i öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, Peygamberimiz'in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine'ye hicret etti. Medine'de de Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulundu, bütün cihat harekâtlarına katıldı, Uhud'da gâzî oldu. Bedir'de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları tesbit ederek Hz. Peygamber'e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir'de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir gazasının başlamasından önce, Kureyşliler'le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu döğüşte, hasmı Velid b. Muğire'yi kılıcı ile öldürdüğü gibi, Hz. Ebû Ubeyde zor durumdayken yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine "Allah'ın Arslanı" lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi.

Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz. Peygamber kıydı. O zamana kadar Resulullah'la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan üç oğlu, iki kızı dünyaya geldi.

Hicret'in üçüncü yılında Uhud savaşında, müslüman okçuların hatası yüzünden müşrikler müslümanların üzerine saldırmışlar ve Hz. Peygamber de yaralanarak bir hendeğe düşmüş ve düşman onun öldüğünü yaymıştı. Halbuki o sırada döğüşe döğüşe gerileyen Hz. Ali, Hz. Peygamber'in içine düştüğü hendeğe ulaşarak, onu korumaya almıştı. İki tarafın da kazanamadığı bu savaşta Hz. Ali birçok yerinden yaralanarak gazi oldu.

Uhud savaşından sonra Hz. Ali "Benu Nadr" Yahudilerinin hainlikleri üzerine bu kabile ile yapılan savaşı bizzat idare etti. Bütün çarpışmalarda Hz. Ali kahramanca döğüşmüş ve müşriklerin en meşhur savaşçılarını öldürmüştür. Hudeybiye barışında sulh şartlarının yazılmasında o memur edildi. Hz. Ali, sulhnameyi yazmaya şöyle başladı: "Bismillâhirrahmânirrahîm . Muhammed Resulullah...." Ancak müşrikler bu ifadeye itiraz ettiler. Hz. Peygamber, "Resulullah" yerine "Muhammed b. Abdullah" yazmasını Hz. Ali'ye söylemiş fakat Hz. Ali "Resulullah" ifadesinin yazımında ısrar etmiştir.

Hz. Ali Mekke'nin fethi sırasında yine sancaktardı. "Keda" mevkiinden Mekke'ye girdi. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber ile birlikte Kâbe'deki bütün putları kırdılar.

Mekke'nin fethinden sonra Resulu Ekrem, Hâlid b. Velid'i Benu Huzeyme kabilesine gönderdi. Bu kabile ya cehaleti, ya da bedevî olmalarından, "müslüman olduk" anlamındaki "eslemna" kelimesi yerine "sabbena" dediği için Hâlid b. Velid hiddetlendi ve onlarla harp etti. Hz. Peygamber olayı duyunca çok üzüldü. Hz. Ali'yi bu hatayı telâfi ile görevlendirdi. Hz. Ali Benu Huzeyme'ye giderek öldürülenlerin diyetini ödeyip mağdur olanların zararlarını telâfi etmişti.

Huneyn gazasında müslümanlar bir ara bozulup dağıldılar. Sayıları binleri bulduğu halde içlerinden ancak birkaç kişi sabredip dayanabildi. Hz. Ali bu savaşta yalnız sabırla tahammül etmekle kalmayarak gösterdiği yiğitlik ve kumandanlıkla İslâm ordusunun kendi safında toparlanmasını sağladı.

Resulu Ekrem hicretin 9. yılında Tebük seferine çıkarken Hz. Ali'yi ehl-i beytin muhafazası için Medine'de bıraktı, ancak bu sefere katılamadığı için müteessir oldu. Bunun üzerine Resulullah: "Musa'ya göre Harun ne ise, sen bana karşı o olmak istemez misin?" dedi. Ali, bu iltifattan çok memnun oldu.

Berae suresinin ayetleri nazil olunca, Resulullah Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Bu suretle hiçbir müşrikin artık Kâbe-i Şerîfi bundan sonra haccedemeyeceğini bildirdi.

Yemen bölgesinin İslâm'a girmesi zordu. Görev yine Ali b. Ebi Talib'e verildi. Hz. Ali "Bu çok güç bir iş" dedi. Resulullah da "Ya Rabb, Ali'nin dili tercümanı, kalbi hidayet nurunun memba olsun" diye dua edince, Ali, siyah bir bayrak alarak Yemen'e gitti, kısa süren irşadları sayesinde Yemen'in bütün Hemedan kabilesi müslüman oldu.

Hz. Peygamber'in vefatı sırasında, hücresinde bulunanların başında geliyordu. Hz. Ebu Bekir halife seçildiği sırada Hz. Ali Resulullah'ın hücresinde tekfin ile meşgul idi.

Hz. Ömer devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer'in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.

Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri hep Hz. Osman'a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman'ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.

Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra İslâm'ın ileri gelen şahsiyetleri ona bey'at ettiler. Ancak onun bu dönemi Allah'ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem oldu. Hilâfete geçtiğinde hâlledilmesi gereken bir çok problemle karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffın gibi iç çatışmaları doğurdu. İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları giderme konusunda büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi.

Nihayet, Kûfe'de 40/661 yılında bir Hârici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın etkisiyle şehid oldu.

Hz. Ali devamlı olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Resulullah'ın tabiri ile "ilim beldesinin kapısı" olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insanları hakka iletmek için büyük gayretler sarfetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu olmasına rağmen İslâm'ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu.

Medine'de duruma hakim olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim için merkezde bir okul kurdu. Arapça gramerin öğretilmesini Ebu Esved ed-Düeli'ye, Kur'an okutma ve öğretme işini Abdurrahman esSülemi'ye, Tabiî ilimler konusunda öğretmenlik görevini Kümeyl b. Ziyâd'a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere de Ubade b. esSamit, ve Ömer b. Seleme'yi görevlendirdi. Devlet yönetimi ve hizmetlerini; maliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak yürütüyordu. Malî işleri, dağıtma ve toplama diye iki kısma ayırmazdı.

Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda üstünde ince bir elbiseden başka bir şeyin olmadığını beyan ederek onun mütevazı, gösterişsiz yaşamını hayretle  aktarırlar. Devlet yönetici ve memurlarının nasıl davranmaları gerektiği konusunda şu yönetmeliği hazırlamıştı.

1. Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar gibi davranmayın ve onları azarlamayın .
2. Müslüman olsun olmasın herkese aynı davranın. Müslümanlar kardeşleriniz, müslüman olmayanlar ise sizin gibi bir insandır.
3. Affetmekten utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin .
4. Taraf tutmayın, bazı insanları kayırmayın. Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker.
5. Memurlarınızı seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemiş ve devletin suçlarından ve zulümlerinden sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin.
6. Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.
7. Atamalarda araştırma yapmayı ihmal etmeyin.
8. Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.
9. Memurlarınızın hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.
10. Mektuplar ve müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin.
11. Halkın güvenini kazanın ve onların iyiliğini istediğinize kendilerini inandırın .
12. Hiç bir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.
13. Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikâr, karaborsa ve mal yığmalarına izin vermeyin.
14. El işlerine yardım edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat standardını artırır.
15. Tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.
16. Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onlara yardım edin, koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman huzurunuza çıkmalarına engel olmayın
17. Kan dökmekten kaçının, İslâm'ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri öldürmeyin.

Hz. Ali bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Beş yıllık halifeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti. Fitnelere karşı sonuna kadar doğru yoldan sabırla mücadele etmek istedi sonunda şehid oldu.

Hz. Ali İslâm'ın bütün güzelliklerine vakıftı. Çünkü o, Resulullah'ın daima yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hâfız, müfessir ve muhaddisti. Hz. Peygamber'den beş yüzden fazla hadis rivayet etti. Ahkâmın nazariyatından çok amelî keyfiyetine bakardı: "Halka anladıkları hadisleri söyleyiniz. Allah ile Peygamber'in tekzip edilmesini ister misiniz?" (Buhârî, İlim) demiştir.

Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin adlı oğulları ve Zeynep, Ümmü Gülsüm adlı kızları oldu.

Hz. Ali âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömertti. Medine'de müslümanların durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali de bir hizmetçi almaya karar verip, Resulullah'a gitti. Resulullah kızıyla damadının arasına girerek: "Ben size hizmetçiden daha hayırlısını haber vereyim. Yatarken otuzüç kere Allahü ekber, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere de Subhanallah deyin" buyurdu. Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan Hz. Ali ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi: "şüphesiz en iyiler mizacı kâfur olan bir tastan içerler. Allah'ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak. Adağı yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği, miskine, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi ancak Allah'ın rızası için doyuruyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı Rabbımızdan korkuyoruz' derler. Allah da bu günün şerrinden onları korur. Onlara parlaklık ve sevinç verir." (İnsan, 5/11)

Hz. Ali'nin "Zülfikâr" adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali'ye Resulullah tarafından hediye edilmişti.

Hz. Ali'nin cömertliği, insanîliği, Resulullah'a olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişiliğe büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime indi: "Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de değillerdir." (el-Bakara, 2/274).

Hz. Ali'nin peygamberimizden rivayet ettiği bazı hadis-i şerifler: "Günah işleyen biri pişman olur, abdest alır namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse Allah'u Tealâ Nisâ suresinde 'Biri günah işler veya kendine zulmeder sonra pişman olup Allah'u Teâlâ'ya istiğfar ederse Allah'u Teâlâ'yı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur' buyurmaktadır."

"Üzerinde farz namaz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe Allah'u Teâlâ onun nafile namazlarını kabul etmez. "

"Malınızın zekâtını veriniz. Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin bunu vazife kabul etmeyenlerin namazı, orucu, haccı ve cihadı ve imanı yoktur. "

Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ali'ye buyurdu: " Ya Ali, beşyüzbin koyun mu istersin, yahut beşyüzbin altın mı veya beşyüzbin nasihat mı istersin ? " Hz. Ali dedi: "beşyüzbin nasihat isterim." Peygamberimiz buyurdu: "Şu beş nasihate uyarsan beşyüzbin nasihata uymuş olursun: 1. Herkes dünya ile meşgul olurken sen Allah'u Teâlâ'yı hatırla. İslâm'a uygun yaşa; İslâm'a uygun kazan; İslâm'a uygun harca. 2. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol. 3. Herkes dünyayı imar ederken sen dinini imar et, zinetlendir. 4. Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını gözetirken sen Hakk'ın rızasını gözet; hakka yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara. 5. Herkes çok amel işlerken sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et."
Çetin BAL: Hz. Muhammet'in burada altıyüzbin nasihate denk gelen altı nasihat söylediği beyan edilir. Lakin zaman ve mekanı aşan bir kalb birliği içinde Hz. Muhammet' in söylemediği sözlerin söylenmiş gibi yazılı kayıtlara geçirildiğini hissetmemden mütevelli bu altı nasihati beş nasihate indirgedim. Dileyen orijinal kayıtlardan altı nasihati okuyabilir.
Bir hikaye...
Hazret-i Mevlânâ'nın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Hazret-i Ali'nin (kerremallahu veche) kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda hâsıl olan kamıştandır.

Cevab:

kıssanın aslı şöyle :
"Hz. Peygamber malumunuz Hz. Ali için ilmi kapısı diyor. Efendimizin dilinin ucunu Hz. Ali' nin dilinin ucuna deydirdiği bu yüzden Hz. Ali' nin ilminde müthiş bir artma olduğu rivayet edilir. Bunun manevi sarhoşluğuyle kendini tutamayan İmam-ı Ali kimsenin aklen kalben kaldıramayacağı bu hali kâinata haykırmak ister ama imtihan sırrını düşünüp bir kuyuya vargücüyle haykırır. Kuyu o aşk-u şevk ile cuş-u huruşa gelip kaynamaya ve taşmaya başlar.

O taşan kuyunun aktığı topraklardan zamanla kamışlar yaratılır. Ta ki o kamışlardan biri Mevlananın eliyle buluşur. O kamış yanık bir ses ile dinleyenleri aşka getirip, aşk-ı hakikinin cezbesiyle döndürür.

Kıssa burada tamam oldu....

İmam-ı Ali bu hakikatleri o zaman ümmete açıklamak istemiş ancak Efendimiz (ASM) engel olmuş. "Senin neslinden ahirzamanda gelecek Zat bunları anlatacak"demiş.

Farklı kaynaklarda Hz.Ali
“Kişi insanlar arasında aklıyla yaşar, bilim ve tecrübeleri aklıyla edindiği gibi.”

“Bilim elde etmek için istekli ve araştırıcı ol.”

“Ben devranın bilginiyim, öyleki (onun) anası-babası gibiyim.”

“Akıllının dili, gönlünün ötesindedir. Ahmağın gönlü ise, dilinin ötesindedir.”


Bu sözleri İmam Ali’ye ait olduğu bilinen Ali Divanı’dan (Hazreti Emir Ali İbn-i Ubu Talib, Hazreti Ali Divanı, Arapça Çeviri:Vedat Atila, İstanbul-1990, nos. 164,1390,1405) derledik. Bilimin ve deneyimlerin akıl yoluyla elde edilebileceğini söylerken Ali, aynı zamanda iki koşul ileri sürüyor: İstekli ve araştırıcı olmak! Bu iki sözcük, öğrenmenin, eğitim-öğretimin psikolojik ve çevresel koşullarıyla birlikte yöntemlerini de kapsıyor. Üzerinde sayfalarca açıklamalar yapılabilir. Bir düşünen kişi; aklıyla hareket eden, sorgulayarak yargıya varan, soyutlamayı başaran bir kuramcı, kavramlar geliştirir, yorumlar açıklamalar gerektiren özlü sözler söyler ve önermelerde bulunabilir. Bugün İmam Ali’yi, Muaviye’nin ona lanetle başlattığı Emevi anlayışını günümüzde sürdüren Suudi Vahhabileri gibi değerlendirip küçümseyen ve Halife Osman’dan (644-656) sonra beş yıl kadar İslam imparatorluğunu yönetmiş başarısız, sıradan bir halife olarak görenlerle; bilgeliği, erdemleriyle birlikte bilginliği ve bilimsel düşüncelerinden habersiz ve onu sadece doğaüstü güçleri ve kerametleriyle yüceltenler bizim gözümüzde aynıdır. Ali zamanının bilginiydi; Peygamberin ölümünden itibaren “Ali bilim şehrinin kapısı” değil, kendisiydi. Zaten o, alçak gönüllülüğe gerek duymadan “ben devranın(dönemin, zamanın) bilginiyim” diyor. Üstelik bir bilgin, bir alim olarak zamanın ebeveyni, yani ana-babasıdır; öyle söylüyor. Ana-baba çocuklarını korur-kollar, eğitip-yetiştirir, iyiye doğruya yönlendirir. Öyleyse zaman ve o zamanı yaşayanlar, bilginlerin koruması altında olmalı ve onlar yönlendirip yönetmelidir. İmam Ali, ben bir bilgin olarak devranın (zamanın) anası-babasıyım, derken bunları söylemiş olmuyor mu?

Aşağıda, Ali üzerinde yapmakta olduğumuz çalışmadan bir bölüm olan, onun bilimsel kişiliği ve kuramcılığı üzerine kısa bir bakış bulacaksınız. Yazının önemli bir kısmında,  İslam bilginleri, İmamlar,Ehlibeyt ve Şiilik hakkında bilgiler, araştırma yazıları, makaleler yüklenmiş web sitelerinden yararlanıldı.

1. İmam Ali’nin Bilimsel Kişiliği ve Kuramcılığına Kısa Bakış

Ali bin Abu Talib'in(600-661) erdemlerinin ve niteliklerinin bir portresini çizmek kolay değildir, zira o bilginin kaynağı ve bir erdemler örneğiydi. Gerçekten o, bir canlı bilgi ansiklopedisiydi. Bütün tanınmış sufiler batini (esoteric) bağlarını Ali'ye götürürler.

Abu Nasr Abdullah Sarraj Kitab al-Luma fi't-Tasawwuf (yayımlayan: Nicholson, London, 1914, s. 129) kitabında; Junaid Baghdadi'ye (ö. 910) batıni alanda Ali'nin bilgisi sorulduğu zaman,

“Savaşlarda daha az görevli olsaydı, Ali'nin bizim batıni şeyler üzerinde bildiklerimize çok daha büyük katkısı olabilirdi, çünkü o, kendisine ilm al-ladunni (doğrudan Tanrıdan gelen ruhsal bilgi, gizli ilim) bağışlanmış biriydi” diye yazmaktadır.

Ali, yandaşlarına İslamın, kendi nesnelliği içinde düşünce ile uyum sağlayan, ayrıca kendi yasakları ve buyruklarında da doğa ile anlaşan tek din olduğunu öğretti. İslamın din alanında yarattığı büyük devrim, açıkça aklın üstünlüğünü kabullendiği tutumuyla canlılık kanzandı. Ali insanları akıl ve düşüncenin üstünlüğünü kabul etmeye çağırdı ve onları doğal olaylar üzerinde düşünmeye ve tartışmaya yönlendirdi. Ali'ye göre İslam, herşeyden önce aklın dinidir; kör bir inanç yolu değildir ve bu nedenle mensuplarının, içsel kavrayışa sahip olurken düşünceyi, yeterliliği ve aklı kullanmalarını talebeder; ancak böylece onlar daima adalet ve gerçeğe ilişkin öğretilenler gereğince hareket edebilir ve sağlam bir karakter sahibi olabilirlerdi. Bunlardan dolayı Ali, çeşitli söylev ve konuşmaları aracılığıyla bilimin değerini yüceltti. Onun eğitim ilişkilerinden, bilginin bütün dalları kapladığı ve dinsel bilgiyle sınırlı olmadığı, buna karşılık Araplar'ın sadece teolojinin sınırları içinde durmuş oldukları anlamı çıkmaktadır.

Ali'nin, öğrencisi Abdul Aswad al-Aulai aracılığıyla Arab grameri çalışmalarını kurucusu ve doğru Kuran okuma yönteminin yaratıcısı olduğu bilinmektedir. Ali'nin çalışmaları, Sharif al-Razi Zul Hussain Muhammad bin Hussain bin Musa al-Musawi (ö. 408/1015) tarafından, “Nahjul Balagha” (Güzel konuşma yöntemi) adıyla çok geniş bir özet (compendium) içinde toplanmıştır. Bu onun, konuşmaları-vaazları, mektupları, tartışmaları, öğütleri, tavsiyeleri; ceza, sivil ve ticari hukuk sistemlerine ilişkin hükümleri, mali ve ekonomiksorunlar için çözüm önerileri antolojisidir; kitap ahlak, bilim, teoloji ve felsefe üzerinde yazılan en erken İslami örneği temsil etmektedir. Kendi özgün dokunulmazlığı içinde yapıt, Şiiler tarafından Kuran'dan sonra ikinci derecede saygı görür.

Onun tartışma konularını incelediğimiz zaman, 1300 yılı aşkın zaman önceki birçok çağdaş bilim kuramlarının Ali tarafından ortaya atılmış olduğunu göreceğiz. 9.yüzyıl yazarlarından Şeyh Ali bin İbrahim al-Kummi “Wassaffat”da, bir keresinde dolunaylı bir gecede Ali'nin şöyle söylediğini yazmakta:

“Gökyüzünde gördüğünüz yıldızlar, onların hepsi bizim dünyamızın şehirleri gibi şehirleri vardır.Her kent dikey doğrultuda bir ışık ışınıyla(huzmesiyle) bağlıdır ve bu dik çizginin uzunluğu, gökyüzündeki iki yüz elli yıllık bir yolculuğun uzaklığına eşittir.

Fransız bilim adamı Monsieur Xion bu sözlerden öylesine etkilenmişti ki, şunları ifade etmek zorunda kaldı:

“Bin yıl önce herhangi bir araca ve gerece başvurmaksızın böyle bir bilgiyi veren bir kişi, sadece bir insan gözü ya da zihnine sahibolamaz, fakat o Tanrısal bilgiye sahip olmuş olmalı; böyle bir dinsel rehber ve öndere sahip İslam gerçekten göksel bir din olmalıdır. Ki bu din, onun kurucusuna ardıl olan kişinin, insanüstü akıl ve bilgiye sahip olduğu gerçeğiyle kanıtlanmış (olarak) duruyor.”

Rivayet edilmektedir ki Ali, Mısırlı astrolog Sarsafil'e şu soruyu sormuş: “Söyle bana, Venus yıldızının uydular (tawabi) ve sabit yıldızlarla (jawami) ilişkisi nedir? ” Sarsafil, sadece Grek astronomisini bildiği için yanıt verememişti. Uydular için Arapça tawabi sözcüğü kullanılır ve “izleyenler” anlamındadır. Gerçekten de bir uydu, gezegenin çevresini dolaşan bir “izleyen-takibeden”dir. Benzer biçimde, sabit yıldızlar için kullanılan jawami sözcüğü “biraraya getiren-toplayan ve birarada olanlar” anlamındadır ve gerçekten güneş ya da bir sabit yıldız, biraraya toplanıp çevresinde dönen bütün gezegenleri korur. Ali'nin bu terminolijileri ne denli doğruydu?

Bir kere bir kişi Ali'ye sordu:

“Yer ile güneş arasındaki uzaklık ne kadardır? ” Ali yanıtladı:

“Bir atın gece gündüz ara vermeden yeryüzünden güneşe doğru koştuğunu farzet; onun güneşe ulaşması için tam 500 yıl geçerdi.”

Bunun hesabı yapılırken, bir Arap atının satte normal olarak 22 mil hızla koştuğu bilinmiş olmalıydı. Böylece at 500 yıl içinde, güneş ile dünya arasındaki uzaklığı belirten 95,040,000 mil yol alacaktı. Anımsanmalıdır ki, güneş ile dünya arasındaki aynı uzaklık Rönesans döneminde Avrupa'da genel olarak kabul gördü.

Batılı bilim adamları, başka bir düşünce çerçevesinde 18.yüzyılda aynı uzaklığı ortaya çıkarmışlardı. Dünyadan saatte 10 000 mil hızla uçan bir jet uçağı 11 yılda güneşe ulaşabilir. Bu yöntem dahi uzaklığın 95,040,000 mil olduğunu göstermektedir (bkz. “The Book of Knowledge” edt. E.V. McLoughlin, New York, 1910) . Çağdaş bilim gösteriyor ki, yeryüzünün güneşe en yakın olduğu Ocak başlarında yerden uzaklık 91,400,000 mil ve en uzak olduğu Temmuz ayında bu uzaklık 95,040,000 mil olmaktadır. Öyleyse o kişi, yukarıdaki soruyu Ali'ye, büyük olasılıkla Temmuz ayında sormuş olmalıydı.

Philip K. Hitti “History of the Arabs” (London, 1949, s. 183) kitabında diyor ki:

“Savaşırken yiğit, danışırken zeki, konuşurken akıcı ve anlaşılır, dostlarına karşı dürüst, düşmanlarına alicenap olan Ali; hem İslam yiğitliğinin (şövalyeliğinin) tek örneği hem de adının çevresinde şiirler, atasözleri, kısa dinsel özlü sözler ve sayısız erdem ve yiğitlik öyküleri (anecdots)) anlatılan Arap geleneğinin Süleymanı oldu.”

William Muir, Ali'nin hayranlarından biriydi ve “The Caliphate, its Rise, and Fall” (London, 1924, s. 288) yapıtında şunları yazıyor:

“Ali'nin karakterinde övülecek ve saygı duyulacak pek çok şey vardır. Ayaklarına kapanmış (teslim) olan Basra kentine, cömertçe bir sabırla çok kibar ve hayırsever davrandı. Sürekli entrikalar ve acımasız isyanlarla onun sabrını taşırmış olan fanatiklere karşı öcalma duygusu göstermedi.”

Ali İbn Abu Talib’in Ali Divanı’ndaki(No.1197) “ kim benden birşey için yardım isterse, yıldız kayması hızıyla ona koşarım” sözü acaba sadece onun büyük cömertliğini, yardımseverliğini mi gösteriyor? Ya da kendisinden yardım isteyenlere, Ali olabilecek en büyük hızla yardım ettiğini mi anlatıyor? Zahiri (dışsal) anlamda bu söz iki açıklamayı da kapsar. Ama Ali’ye inananlar, ona “Ali evvel Ali ahir, Ali batın Ali zahir”diyen Alevi toplumu tarafından batıni (içsel, mecazi) anlamda şöyle anlaşılır: Ali nerede çağrılırsa orada hazır ve nazırdır; sıtk-ı bütün olarak, yani kalpten inanarak, “ya Ali medet! ” derseniz, anında imdadınıza yetişir.

İmam Ali, kendisini yardıma çağıranların yardımına koşmasındaki hızının ölçüsünü, dörtnala koşan Arap atının ya da yaydan çıkan okun hızına neden benzetmemiş de, bir anda yanıp sönen yıldızkayması ışığına benzetiyor? Acaba o, saniyede 312 500 km.olarak hesaplanan ışık hızının ilk habercisi miydi? Yukarıdaki örneklemeler de gözönüne alarak söylersek, bir başka deyişle ışık hızının ilk kuramcısı Ali olamaz mı?

Son olarak aşağıda birkaç batılı yazarın daha Ali hakkındaki görüşlerini vermek istiyoruz:

R.A. Nicholson, “A Literary History of the Arabs”, Cambridge, 1953, s. 191:

“O cesur bir savaşçı, akıllı bir danışman, dürüst bir dost ve alicenap bir düşman idi. Şiirde ve düzgün konuşmada en ilerideydi; dizeleri ve sözleri -onlardan ancak bazılarının aslına uygun olduğu düşünülmesine rağmen-, Doğu Muhammedileri arasında çok meşhurdur.”

Charles Mills, “A History of Muhammadanism”, London, 1817, s. 84:

“Haşimi ailesinin başı Peygamber’in damadı ve kuzeni olarak Ali'nin, Muhammed'in ölümü üzerine hemen halifeliğe geçirilmemiş olması açıkça inanılmaz ve takdir edilemez bir durumdur. Onun doğuşu dahil evliliğinin avantajına, Muhammed'in yakın dostluğu, en önde gelen sahabiliği de eklenmişti. Abu Talib oğlu Ali İslamı ilk kabul edenlerin başında geliyordu ve Muhammed'in, kendisine Musa'nın Harun'u kadar yakın olduğunu söyleyecek kadar da gözdesiydi. Onu, bir hatip olarak başarısı ve bir savaşçı olarak yiğitliği bir millete sunmuştu. Ali’nin içindeki kararlı cesareti erdem, belagatı (güzel konuşması) ise akıldı, bilgiydi.”

Dr. Andrew Crichton, “History of Arabia and its People”, London, 1852, s. 307:

“Bu prens (Ali) , bir ozanın, bir hatip ve bir askerin yeteneklerini birleştirip, üzerinde toplamıştı; zira o kendi ilgi alanlarında en cesur ve en güzel konuşan kişiydi. Ockley tarafından İngilizceye çevrilmiş olan Ali’nin 169 özdeyiş ya da ahlak kuralları; onun aklından, ilim ve irfanından bir anıt olarak kolleksiyonunda hala ayakta duruyor.”

Thomas Carlyle de “Heroes and Hero-worship” (London, 1850, s. 77) kitabında şöyle yazıyordu:

“…bu genç Ali'ye gelince, kimse ona sevmek dışında birşey yapamaz.. Onun kendisinin gösterdiği gibi zamanının ve sonraki zamanların, sevgi ve cesaret dolu, yüce ve çok akıllı bir yaratığıydı. Hristiyan şövalyeliğininin gerçek ve incelik içeren sevgi değerlendirmesi ile, ondaki şövalyelik tam bir arslan cesaretiydi...”

Halifeliği dönemindeki iç çatışmalara, savaşlar ve çeşitli anlaşmazlıklara rağmen, Ali devlet içinde birçok reformlar yaptı. İlk kez o, toprak sahibi köylülerden yıllık arazi vergisi almayı uyguladı. Ticaretini at üzerinde (gezginci çerçi ticareti?) yapanları vergiden muhaf tuttu. İlk kez o, devletin gelir kaynağına ormanları da dahil etti ve onlar üzerine zorunlu vergi getirdi. Ayrıca yoksullar için, kendine özgü bir “fakirlere yardım vergisi” koydu. Yargıçlar için İslam yasalarını (Şeri hükümleri) bir sisteme bağladı. Devlet sınırları içinde taş kırıkları (mıcır) dökerek ilk stabilize yollar yapan Ali oldu ve tanınmış Astkhar kalesi gibi bazı kaleler yaptırdı. Orduyu yeniden organize etti ve çeşitli yerlerde askeri karakollar kurdu. Ayrıca Fırat ırmağı üzerinde ilk kez o sağlam bir köprü yaptırdı.


Ali'nin halifelik yılları aynı zamanda eğitim düzeyinin çok yükseldiği dönem olarak bilinir. Ali eğitim-öğretimi kendi koruması altına almış olan ilk halife idi. Bunun sonucu olarak, Küfe'de okuyan 2000 civarında öğrenciye devlet hazinesinden karşılıksız burs vermişti.
1 Kaynaklar: Hacı Bektaş Veli, Makalat, Haz. Sefer Aytekin, Emek Basım Yayımevi: İstanbul, 1954, s.73; Shihabaddin Shah Hoseyni'den W. İvanow'un İngilizceye çevirdiği True Meaning or Religion of Risala dar Haqiqat-e Din'den (Bombay 1947, s.72) aktaran Henry Corbin, Temps Cyclique et Gnose Ismaélienne, Paris 1982, s.143:...par exemple, attribué au Premier Imam: Je n'adorais jamais un Dieu que je ne verrais pas (Görmediğim bir Tanrıya asla tapmazdım) Ve yine Kolayni “Usul-u Kafi I, 98”de İmam Cafer Sadık’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Birisi, Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) 'ın yanına gelerek dedi ki: 'Ey Müminlerin Emiri, kulluk ederken hiç Rabb'ini gördün mü? ' Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdu: 'Yazıklar olsun sana! Ben görmediğim Rabb'e kulluk etmem.' Sonra da şöyle devam ettiler: 'O baştaki gözle görülmez; ancak O'nu kalpler iman hakikatleriyle görür.

Hz. Peygamberin ona dair övgüsü, tekke ve dergâhlarda iyi algılanarak, Hz. Ali'ye karşı güçlü bir muhabbet beslenmiştir. Zira Ali (ra), İslâm tasavvuf düşüncesini derinden etkilemiş bir isimdir. Onun ilmi, ahlâkı, zühd ve takvâsı, yani ibadet hayatına verdiği önem, sûfiler tarafından örnek alınmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909), Hz. Ali'nin tasavvuf kültüründe ne denli önemli bir konuma sahip olduğunu şu sözü ile beyan etmektedir: "Allah kendisinden razı olsun, Emirulmü'minin Hz. Ali eğer harplerle meşgul olmasaydı bizim bu tasavvuf ilmimize dair pek çok incelikleri bize öğretirdi. Çünkü o, kendisine ilm-i ledün verilmiş birisiydi. İlm-i ledün Kur'an'da Hızır (as)'a has kılınmış bir ilimdir."
{overlib linktext: "2" text:"Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî , el-Lumá, tah.: Abdülhalim Mahmud ve Abdülbaki Sürur, Kahire 1960, s. 179; Ferideddin Attâr, Tezkiretül s. 17. " title:""}
Gerek Ahî ve Bektâşî dervişleri, gerekse diğer tarîkat erbabınca, Hz. Ali'ye "Şâh-ı Velâyet" ve "Sultân'ül-Evliyâ" lâkapları uygun görülmüştür.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...