A. HİTLER ÖRNEĞİ İLE FANATİK LİDERİN ARKAPLANI
Fanatik liderler nereden gelirler?
Çoğunlukla yapıcı olmayan söz ustaları saflarından gelirler.
Söz ustaları arasındaki en önemli ayrım, yapıcı uğraşılarında tatmin bulanlarla bulamayanlar arasındaki ayrımdır. Mevcut düzeni ne kadar acı bir dille eleştirirse eleştirsin yapıcı olan söz ustası gerçekte “şimdi” ye bağlı bir kişidir. Onun ihtirası yıkmak değil, düzeltmektir. Kitle hareketi tamamen onun tutumuna bağlı kaldığı zaman o, kitle hareketini yumuşak bir harekete çevirir. Onun ortaya koyduğu reformlar yüzeydedir ve hayat sert değişikliklere uğramadan akışına devam eder. Fakat böyle bir gelişme, ya eski yönetimin mücadele etmeksizin kendi kendine iktidardan çekilmesi veya söz ustalarının, keşmekeş patlak verme eğilimi gösterdiği zaman, güçlü eylem adamlarıyla anlaşmaya varması sonucu kitlelerin anarşik harekete geçmesiyle mümkün olabilir. Eski düzenle mücadele sert ve keşmekeş içinde olduğu ve zaferin ancak en üst seviyede beraberlik ve fedakârlıkla kazanılabileceği zaman, yapıcı söz ustası genellikle bir kenara itilir ve hareketin yönetimi, yapıcı olmayan söz ustalarının yani, “topluma hiçbir zaman uyamayan ve şimdiki zamanı aşırı derecede hor görenlerin” eline geçer.
Marat, Robespierre, Lenin, Mussolini ve Hitler, yapıcı olmayan söz ustaları saflarından gelen aşırı kişilerin iyi tanınan örneklerindendir. Peter Viereck, ileri gelen Nazilerden çoğunun edebiyat ve diğer sanat kollarında eser verme ihtirasında olduklarını fakat bunu gerçekleştiremediklerine değinmektedir. Hitler ressam ve mimar olmak istemişti; Göebbels senaryo, roman ve şiir yazmak istemişti; Rosenberg mimar ve filozof olmak istemişti; Von Schiroch, şair ve Futık müzisyeni; Streicher, ressam olmayı istemişti. Onların edebiyat ve diğer sanat alanlarındaki ihtirasları “başlangıçta siyasi ihtiraslarından çok daha derin ve onların kişiliklerinin bölünmez bir parçasıydı”
Yapıcı bir söz ustası, aktif bir kitle hareketi içinde kendini rahatsız hisseder. Kitle hareketinin hızlı dönen çarkları ve ihtirasları onun yaratıcı enerjisini kırar. Bir kitle hareketinin öncülüğünü söz ustaları, gerçekleştirilmesini fanatikler ve toparlanmasını da eylem adamları yaparlar. O, kendi yeteneğinin farkında olduğu sürece, milyonlara rehberlik etmekte ve zaferler kazanmakta bir tatmin bulmaz. Bu yüzden, kitle hareketi bir defa yürümeye başladığında o ya kendi isteğiyle bir kenara çekilir ya da bir kenara itilir.Bundan başka, dürüst bir söz ustası kendi içindeki eleştirme yeteneğini uzun zaman içine bastıramayacağı için, hain durumuna düşmesi kaçınılmaz olur. Olası sonuç ya sürgüne gönderilmek ya da kurşuna dizilmektir.
İnsan kişiliğinde değişiklik olması elbette ki mümkündür. Bir söz ustası, gerçek bir fanatiğe, veya ideal bir eylem adamına dönebilir. Fakat böyle başkalaşmaların genellikle geçici olduğu ve er geç yeniden başlangıçtaki tipe dönüldüğü konusunda örnekler vardır. Troçki temel itibariyle bir söz ustası ve parlak zekâlı bir bireyci idi. Bir imparatorluğun dehşetli çöküşü ve Lenin’in iktidar azmi onu fanatikler kampına çekmiştir. İç savaşlar sırasında Troçki bir örgütçü ve general olarak eşsiz yetenek göstermişti. Fakat iç savaşın sonunda gerginlik ortadan kalkar kalkmaz, o tekrar, merhametsizlikten uzak bir söz ustası oldu ve fanatik Stalin tarafından bir kenara itilmeye karşı koymadı.
İngilizlerin Filistin’deki başarısızlıkları da, tipik İngiliz sömürge yöneticileriyle söz ustaları arasındaki dostça ilişkilerin yokluğundan ileri gelmişti. Gerek Bolşevik gerekse Nazi rejimlerinde devletle söz ustaları arasında tarihi önemde ilişkiler bulunduğuna dair deliller vardır. Rusya’da okur-yazarlar, sanatçılar ve aydınlar iktidar sınıfının imtiyazlarına ortak edilmektedir. Bunların hepsi üstün birer devlet memurudur. Hitler örneğinde de, bütün kültür sahibi olma imkânlarının Hitler’in hayalindeki dünya imparatorluğunu yönetecek elit sınıfın tekelinde bulunması ve avam halkın ancak okuyup yazabilecek kadar eğitim görmesi şeklinde şeytani planlar mevcuttu.
Fanatik kişilerinde sükûnete erememeleri, bir kitle hareketinin gelişmesi üzerinde tehlike oluşturur.
Zafer kazanıldığı ve yeni düzen şekillenmeye başladığı zaman fanatik kişi, bir gerginlik ve bozuculuk elemanı olmaya başlar. O, henüz keşfedilmemiş gizli kapıları meydana çıkartma hevesi içindedir ve aşırı şeyler aramaya devam eder. Böylece, zaferin eşiğinde birçok kitle hareketi bozguncuların baskısı altına girmiş olur. Daha dün dış düşmana karşı bir ölüm-kalım savaşı için harcanan çaba bu defa kendi içindeki anlaşmazlık kavgalarıyla yitirilir. Birbirlerine karşı duydukları nefret bir alışkanlık haline gelir. Artık yok edilecek dış düşmanlar kalmayınca fanatik kişiler kendi içlerinden düşmanlar oluştururlar. Kendisi de bir fanatik olan Hitler, Nasyonal Sosyalist safları içinde kendisine suikast hazırlayan fanatik kişileri yanılmaz bir şekilde teşhis edebilmişti. 1934’ün Röhn temizleme hareketinden sonra SA’ya tayin edilen yeni şefe gönderdiği yazılı emirde, uslanmayan kişilere değinerek şöyle demişti:
“…Onlar farkında olmayarak inançlarının en yüksek ifadesini hiçlikte buldular… Onların huzursuzluk duyguları, yalnız fesatlık kurmakla ve yapılan işleri bozmak için devamlı planlar yapmakla tatmin olabilir.”
Fanatik dindarın karşıtı dinsizlikte fanatik olan değil, Tanrı’nın varlığı veya yokluğunu umursamayan alaycı kişidir. Dinsiz kişi, inanç sahibi kişidir; dinsizlik onun için bir dindir. Aynı şekilde, fanatik vatanseverin karşıtı vatan haini değil, şimdiki düzeni seven ve kahramanlık gösterip şehitlik derecesine ulaşmaktan hoşlanmayan dengeli vatandaştır. Vatan haini, genellikle, nefret ettiği dünyasının bir an önce yıkılması için düşmanla işbirliği yapan fanatik insandır (radikal veya gerici olabilir). İkinci Dünya Savaşı sırasında vatan hainliği yapanların çoğu aşın sağcılardı. Harold Ettlinger’e göre: “Terörist fanatik milliyetçilik ile vatan hainliği arasında çok kısa bir mesafe vardır.” Hitler devrini yaşayanların bildiği gibi, gericiler ile radikaller arasındaki ortak yönler, bunların liberallerle veya muhafazakârlarla olan ortak yönlerinden çok daha fazladır. Eğer tutucu kişiler kendi hallerine bırakılırsa, bir kitle hareketini temelinden sarsacak şekilde hiziplerle ve sapkınlıklarla bölebilirler. Fanatik kişiler, muhalefet tohumlarını geliştirmeseler bile, kitle hareketini, imkânsız girişimlere sürüklemek yoluyla da yıkabilirler. Kitle hareketinin zaferleri, ancak tecrübeli bir eylem adamının sahneye çıkmasıyla kurtarılabilir.
Aynı kişi veya kişiler (veya aynı tip kişilik) bir kitle hareketini başından itibaren olgunluk devresine kadar yönetirse, o kitle hareketi başarısızlık felaketiyle sonuçlanabilir.
İman sahibi kişilere, mantıklarıyla değil, kalpleriyle mutlak gerçeği aramaları telkin edilir. Rudolph Hess, 1934’te Nazi Partisi önünde yemin ederken dinleyenlere şöyle bir öğütte bulunmuştu: “Adolph Hitler’i aklınız ile araştırmayın; hepiniz onu kalplerinizin gücüyle bulacaksınız.” Bir kitle hareketi kendi öğretisini haklı kılmaya ve akla hitap eder duruma getirmeye başladığı zaman, bu onun dinamik aşamasının bitmiş olduğunun bir işaretidir; bu durumda onun başlıca amacı bir denge kurmaktır. Çünkü bir rejimin dengesi için aydın kişilerin taraftarlığı gereklidir ve kitlelerin fedakârlığını teşvik yerine, aydınlan kazanmak amacıyladır ki bir öğreti akla hitap eder duruma gelir.
Hitler, Alman Komünistlerine müstakbel Nasyonal Sosyalistler olarak bakmıştır ve: “Orta sınıf Sosyal Demokratlar ve sendika patronları arasından hiçbir zaman bir Nasyonal Sosyalist çıkmayacaktır fakat komünistler arasından daima çıkacaktır,” demiştir. Yüzbaşı Rohm, en kızıl komünisti dört haftada parlak bir nasyonal sosyaliste çevirebileceğini söylemekle övünmüştür. Diğer taraftan Karl Radek, kahverengi gömlekli Nazilere müstakbel komünist adayları olarak bakmıştır.
Zamanımızın başarı sağlamış kitle hareketi liderlerinin çoğu tarafından geliştirilen ham fikirler karşısında, insan ister istemez, belirli bir hantallıkta ve olgunlaşmamış fikirlerin, liderlik için bir değer olduğu düşüncesine kapılıyor. Bununla birlikte, bir Hitler’e veya bir Aimee Mc Pherson’a taraftarlar kazandıran, entelektüel hamlıkları değil, bu liderlerin kendilerine olan sınırsız güvenleriydi. Kendi aklının yolunu takip etme cesaretini gösterecek, gerçekten zeki bir lider, aynı derecede başarı imkânına sahip olurdu. Kitle hareketi liderliğinde fikir kalitesinin büyük bir rol oynamadığı görülmektedir. Önemli olan, kibirli, hatta küstahça davranmak, başkalarının fikirlerini tamamen önemsiz saymak ve dünyaya toptan meydan okumaktır.
Stalin’in kendisi, fanatik tarafı galip gelmekle beraber, hem bir eylem adamı hem de bir fanatikti. Kulak halkının ve onların çocuklarının yok edilmesi, büyük temizlik hareketi, Hitler ile yaptığı anlaşma, yazarların, sanatçıların ve bilim adamlarının işlerine yersiz müdahaleleri gibi korkunç hataları ancak bir fanatiğin yapabileceği hatalardı. Stalin gibi bir aşırı, iktidardayken Rusların hayatın zevklerini tatmaları için çok az imkân vardı. Hitler de temel itibariyle bir fanatikti ve onun fanatikliği, bir eylem adamı olarak elde ettiği başarılarını çürütmüştür. Bu rollerin birbirinin ardından gelen başka başka kişiler tarafından oynanması, genellikle bir kitle hareketinin dayanıklılığı için yararlıdır ve belki de gerekli bir önkoşuldur.
FAŞİST VE NAZİ HAREKETLERİ SÜRESİNCE LİDER DEĞİŞİKLİKLERİ OLMAMIŞA VE HER İKİ HAREKETTE FELAKETLE SONUÇLANDI. Hitler’in fanatikliği, yani uslanarak pratik bir eylem adamı rolü oynamaktaki yeteneksizliği, onun hareketini harabeye çevirmiştir. Eğer Hitler 1930’ların ortasında ölseydi; Georing tipindeki bir eylem adamının liderlik durumuna geçmeyi başaracağı ve hareketi yaşatacağı hemen hemen şüphesizdi.
Elbette, Lincoln, Gandhi hatta F.D. Roosevelt, Churchill ve Nehru gibi nadir liderler de vardır. Bu liderler, insanların güçlü isteklerini ve korkularını kaynaşmış bir kitle yaratacak şekilde kullanmaktan ve o kaynaşmış kitleyi kutsal bir amaç uğruna ölümü göze alacak derecede gayretli taraftarlar haline getirmekten çekinmezler. Fakat bir Hitler ve bir Stalin’in aksine, hatta bir Luther ve bir Calvin’in aksine hayal kırıldığına uğramış kişilerin kalbindeki zehri yeni bir dünyanın harcı olarak kullanma hevesine kapılmazlar. Bu nadir liderlerin benliklerine olan güvenleri, insanlığa olan inançlarından gelmektedir, çünkü bilmektedirler ki insanlığın şerefini tanımayanlar, şeref kazanamazlar.
Kitle Hareketine Katılma
Almanya’nın yakın tarihi de, birlik ve beraberlik halindeki kapalı topluluk ile bir kitle hareketinin çağrısına uyma derecesi arasındaki yakın ilişkiyi gösteren ilgi çekici bir örnektir. Wilhelm Almanyası’nda gerçek bir devrimci hareketin doğması ihtimal dâhilinde değildi. Almanlar, merkeziyetçi ve otoriter Kayzer rejimi ile tatmin oluyorlardı ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgi bile bu rejime duydukları sempatiyi yıkmamıştır. 1918 devrimi, halkın çok az desteklediği yapay bir hareketti. Bunun ardından gelen Weimar Anayasası’nın uygulandığı yıllar, Almanların çoğunluğu için bir huzursuzluk ve hayal kırıldığı devri olmuştur. Yukarıdan gelen emirlere itaat etmeye ve otoriteye saygı göstermeye alışmış olan Almanlar gevşek demokratik düzen karşısında şaşkına dönmüşler ve kendilerini keşmekeş içinde bulmuşlardı. “Yönetime katılmak, bir partiyi desteklemek ve siyasi sorunlarda karar vermek mecburiyeti” onlarda şok etkisi yaratmıştı. Bu durumda, değil Kayzer rejimi hatta ondan da bağımsız, daha mücadeleci, daha şanlı yeni bir birliğin hasretini duymaya başladılar ve Üçüncü Reich onların hasretini çektiği bu şeyleri fazlasıyla verdi. Hitler’in totaliter rejiminin, bir defa yerleştikten sonra bir kitle isyanıyla karşılaşma tehlikesi hiç yoktu.
Nazi hiyerarşisi bütün sorumlulukları yüklendiği ve kararları kendisi verdiği sürece halkın ayaklanmasına dair en küçük bir ihtimal dahi yoktu. Eğer Nazi disiplini ve otoriter idaresi gevşemiş olsaydı o zaman tehlikeli bir noktaya varılmış olurdu.
De Tocqueville’in bir baskı hükümeti için söyledikleri bütün totaliter rejimler için de doğrudur:
“BASKI HÜKÜMETLERİ İÇİN EN BÜYÜK TEHLİKE, BİR REFORM HAREKETİNE GİRİŞTİKLERİ VEYA ÖZGÜRLÜK EĞİLİMLERİ GÖSTERMEYE BAŞLADIKLARI ZAMANDIR.”
Etkili liderlikte bir dereceye kadar şarlatanlık gereklidir. Gerçekleri kasten yanlış aksettirmeksizin bir kitle hareketi oluşturmak imkânsızdır. Elle tutulur cinsten menfaatler, bir taraftar grubunda ölümü göze alacak derecede bağlılık yaratamaz. Lider, pratik ve gerçekçi olmak zorundadır, fakat buna rağmen konuşmalarında bir hayalci ve idealistin dilini kullanmalıdır.
Büyük kitle hareketi liderliğinde, yaratıcılık yeteneğine sahip olmak mutlak gerekli değildir. Başarılı kitle hareketi liderinin en göze çarpan özelliklerinden birisi onların gerek dost gerekse düşmanı, gerek geçmişteki gerekse şimdiki örnek kişileri kolayca taklit edebilmeleridir. Belki de kahramanlığın anahtarı, büyük bir taklit edebilme yeteneğinden gelmektedir; diğer bir deyimle bildiği bir kahraman modele uyarlamaktadır.
Bir ekonomik kriz nedeniyle veya yenilgiyle sonuçlanan bir savaştan dolayı meşguliyet kapıları iyice kapandığı takdirde, hayal kırıklığı tehlikesi elbette ki her zaman olacaktır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da patlak veren durumun nedenlerinden biri, meşguliyet imkânlarıyla övünen bir halkın hareketsiz kalmaya zorlanmış olmasıdır. Hitler onlara bir kitle hareketi verdi. Ve daha önemlisi, onların önüne sınırsız şekilde ateşli-ve gösterişti meşguliyet imkânları serdi. Bu nedenle Alman halkının Hitler’i bir kurtarıcı olarak selamlamasına hayret edilmemelidir.
İnsanlar kitle hareketlerine katılmaya hazır duruma geldikleri zaman, sadece belirli bir öğretisi veya programı olan bir harekete değil, genellikle etkili olan herhangi bir harekete katılabilecek duruma gelmişler demektir. Hitler öncesi Almanya’da gençler Komünist partiye mi yoksa Nazi partisine mi katılacaklarına karar vermek için çoğu zaman yazı-tura atmak durumunda kalmışlardır. Çarlık Rusyası’nın son sıkışık devresinde Yahudi halkı ya Siyonizme ya da Komünist devrime katılmaya hazır durumdaydı. Bir ailenin bazı üyeleri devrimcilere, bazıları da Siyonistlere katılıyorlardı. Dr. Hayim Weizmann, annesinin şöyle söylediğinden bahseder: “Her ne olursa olsun, sonuç benim için iyidir. Eğer Samuel (devrimci oğul) haklıysa Rusya’da hepimiz mutlu yaşayacağız ve eğer Hayim (Siyonist oğul) haklıysa, o zaman Filistin’e gidip orada yerleşeceğiz.”
Sağlam bir kolektif topluluğun, kitle hareketlerinden gelecek tehlikelerden etkilenmeyeceği ve bunun aksine, çöküntü halindeki kolektif bir topluluğun ise kitle hareketlerinin doğuşu ve gelişmesi için en elverişli ortam olduğu varsayımının diğer bir örneği de, kolektif bir topluluk olarak tanıdığımız ordu ile kitle hareketleri arasındaki ilişkilerde bulunur. Ordudan yeni terhis edilmiş bir kişi, ideal bir potansiyel taraftardır ve bu tip kişileri çağımızdaki bütün kitle hareketlerinin ilk taraftarları arasında görürüz. Bu kişi kendini yalnız kalmış ve sivil hayatın rekabeti içinde kaybolmuş hisseder. Bağımsız kişiliğindeki sorumluluklar ve güvensizlik bütün ağırlığı ile onun omuzlarına çöker. Bu kişi, güvenliğin, arkadaş samimiyetinin ve kişisel sorumluluktan kurtulmanın hasretine kapılır ve etrafındaki özgür toplumun rekabetinden tamamen değişik bir düzenin hayalini kurmaya başlar ve bütün bu aradıklarını, doğmakta olan bir kitle hareketinin kardeşlik ve yeni yaşam vaatleri içinde bulur.
Almanya’da Nasyonal Sosyalist hareket, 1920’lerde gelişmeye başlayan diğer bütün halk hareketlerinin üzerinde başarı sağlamıştır, çünkü Hitler, gelişmekte olan bir kitle hareketinde kolektif birliği güçlendirme propagandasının sınırsız bir yoğunlukla yapılmasında sakınca bulunmadığım kavramıştı. Hitler, hayal kırıklığına uğramışların en büyük açlığının “bir yere ait olma” arzusu olduğunu biliyordu ve bu arzuyu tatmin için bu kişiler arasındaki bağlayıcı etkenler ne kadar çok arttırılırsa artırılsın, yine de aşırı sayılamayacağını anlamıştı.
Kitle hareketlerinin doğuşunda evde kalmış kızların ve orta yaşını geçmiş kadınların büyük rolü olmuştur. Hatta Nazi hareketinin ilk gelişmesinde bazı kadınların büyük rol oynadığını görürüz.Kadınlar için evlenmek, bir kitle hareketine katılmaya benzer imkânlar yaratır, yani onlara hayatta yeni bir amaç, yeni bir gelecek ve yeni bir isim (kimlik) verir. Evde kalmış kızlarla artık evlilikte bir neşe ve tatmin bulamayan kadınların can sıkıntısı, kısırlaşmış ve bozulmuş bir hayatın bunlara kendini hissettirmeye başlamasından doğar. Kutsal bir amaca sarılmak ve enerjilerini bu amacın başarısına adamak yoluyla bu kişiler, amaç ve anlam taşıyan yeni bir hayat bulurlar.
Hitler, “macera arayan, boş hayatlarından bıkmış ve artık aşkın tadım çıkaramaz olmuş sosyete kadınlarından” tam anlamıyla yararlanmasını bilmiştir. Bazı büyük sanayicilerin karıları, daha kocaları Hitler’in ismini duymadan önce onu malî yönden desteklemişlerdi.” İş adamlarının bunalım içindeki eşleri tarafından Büyük Fransız Devriminden önce oynanan buna benzer bir rolden Miriam Beard şöyle bahseder: “Bunlar can sıkıntısından harap olmuşlar ve boş hayallerin pençesine düşmüşlerdi. Yenilik taraftarlarını gönülden alkışladılar.”
Bir de şu konu vardır: kendi özümüzü reddedip kapalı bir topluluğun bir parçası haline geldiğimiz zaman sadece kişisel menfaatimizi reddetmiş olmayız, aynı zamanda kişisel sorumluluktan da sıyrılmış oluruz. Bir kişinin tek başına karar vermede duyduğu tereddütlerden, korkulardan ve şüphelerden kurtarıldığı zaman, zalimlikte ve gaddarlıkta ne kadar aşın noktalara gideceği belli olmaz. Bir kitle hareketinin tek vücut yapısı içinde kişisel bağımsızlığımızı kaybettiğimiz zaman yeni bir özgürlüğe kavuşuruz: Bu, hiç utanmadan ve vicdan azabı çekmeden, nefret etme, yalan söyleme, işkence yapma, adam öldürme ve ihanet etme özgürlüğüdür. Bir kitle hareketinin çekiciliği kısmen bu gerçekte yatmaktadır. Orada biz, “başkalarının namusunu lekeleme hakkı” buluruz ki bunun, Dostoyevski’ye göre büyüleyici bir cazibesi vardır. Hitler, bireyci kişinin acımasız davranışlarını, aşağılık davranışlar olarak görüyor ve şöyle diyordu: “Kutsal bir inanca dayanmayan acımasız davranışlar, dengeden ve kararlılıktan yoksundur.”
Nefret Oluşturma ve Düşman Belirleme
Zulme uğrayan kişilerin, hemen hemen her zaman, kendilerine zulmedenlere benzediklerini görmek hayret vericidir. “Kötü insanlar kötü insanları yaratır,” sözü, kısmen şu gerçeğe dayanmaktadır: kötüden nefret eden kişiler, kendilerini o kötüye benzetirler ve böylece, kötülük devam eder. Bu durumda fanatiklerin hem kendilerine benzetme hem de karşıt duruma getirme yoluyla dünyaya kendi benzerlerini yaydıkları açıkça görülmektedir. Fanatik Hıristiyanlık eski devirlerde, hem taraftarlar kazanmak hem de yeni bir gaddarlık örneği vermek yoluyla kendini devam ettirmiştir. Hitler, hem Nazizmi geliştirerek hem de demokrasileri hoşgörüsüz ve insafsız olmaya zorlayarak kendini dünyaya kabul ettirdi. Komünist Rusya, hem taraftarlarına hem de düşmanlarına kendi şeklini aşılamaktadır.
Hitler, Yahudileri “düşman” olarak seçtiği zaman, Almanya’nın dışında bütün ülkeleri Yahudilerin veya onlara hizmet edenlerin istilasına uğramış olarak gösterdi. Hitler, “İngiltere’nin, Fransa’nın, Amerika’nın arkasında İsrail vardır” diye demeç vermişti. Stalin de düşmanını seçerken tek Tanrı prensibine uygun hareket etmiştir. Bu düşman önceki faşizm, sonradan da Amerikan plütokrasisi olmuştur.
Böylece, “nefret” her ne kadar bir topluluğun kendini savunması için kolayca kullanılacak bir araçsa da, sonunda bu o topluluk için pahalıya mal olur; çünkü savunmasını yapmış olduğumuz değerlerin birçoğunu böylelikle kaybetmiş oluruz.
Nefret, sadece bir birleşme aracı değildir, aynı zamanda birleşmenin bir sonucudur. Renan, dünya kurulduğundan bu yana merhametli bir millet bulunduğunu hiç kimsenin duymadığım söylemiştir. Buna ek olarak, merhametli bir kilise veya merhametli bir devrim partisi bulunduğunun duyulmadığı da söylenebilir. Bencillikten doğan nefret ve zalimlik, benliğini teslim etmekten doğan nefret ve zalimliğin yanında hafif kalır.
Hitler’in, muhaliflerinin umudunu yok etmesini bilmiş olması onun korkunç gücünün önemli bir özelliğiydi. Bin sene yaşayacak olan yeni bir düzen kurmakta olduğuna dair fanatik inancını Hitler hem taraftarlarına hem de muhaliflerine iyice duyurmuştu. Böylece, taraftarları, Üçüncü Reich uğruna çarpışmakla ölümsüzlüğe hak kazanmış oldukları duygusuna kapılıyorlar, muhalifleri ise, Hitler’in yeni düzenine karşı gelmenin kadere karşı gelmek olduğunu düşünüyorlardı.
Hitler Avrupası’nda yok edilmeye boyun eğmiş Yahudilerin, Filistin’e getirildikleri zaman cesaretle çarpışmış olmaları ilgi çekici bir olaydır. Her ne kadar onların Filistin’de çarpışmaktan başka çareleri olmadığı (yani ya çarpışacakları veya Araplar tarafından boğazlanacakları) söylenmektedir. Filistin’de onlar gerçekten, henüz olmayan şehirleri imar etmek ve henüz olmayan bahçeleri meydana getirmek için çarpıştılar ve öldüler.
Nefretin derinliğinde beğenmek gibi ters bir akıntının varlığı, nefret ettiğimiz kişileri taklit etme eğitimimizle kendini gösterir. Böylece, her kitle hareketi zamanla kendini nefret ettiği özel düşmanına benzer duruma getirir. Fransa’da Jakobenler, zulmüne karşı ayaklandıkları yönetimin bütün kötülüklerini kendileri de tekrar etmişlerdir. Sovyet Rusya, tekelci kapitalizmin en katıksızını ve büyüğünü gerçekleştirmektedir. Hitler, Sion’un akıllı adamlarının mazbatalarını kendine rehber olarak almış ve onları “en küçük ayrıntısına dek” takip etmiştir.
Yahudilerin imha edilmesini arzu edip etmediği sorulduğu zaman Hitler şöyle cevap vermişti: “Hayır… İmha edersek onları yeniden yaratmamız gerekecektir. Sadece ismen değil, cismen mevcut bir düşmanımızın bulunması esastır.” F. A. Voigt, 1932’de Nasyonal Sosyalist hareketini incelemek üzere Berlin’e gelmiş bir Japon heyetinden bahseder. Yoigt heyetin bir üyesine hareket hakkında ne düşündüğünü sorduğu zaman aldığı cevap şöyle olmuştur: “Hareket fevkaladedir. Buna benzer bir hareketi, biz de Japonya’da yapmak isterdik fakat maalesef Japonya’da Yahudiler yok.” Bir kitle hareketini fiiliyata götüren veya genişleten liderlerin yetenekleri ve kurnazlıkları sadece seçtikleri öğreti ve programla değil, seçtikleri düşmanla da kendilerini göstermektedir.
Kremlin’in teorisyenleri, demokratik Batı’yı ve özellikle Amerika’yı düşmanları olarak seçmek için İkinci Dünya Savaşı namlularının soğumasını büyük bir sabırsızlıkla beklediler. Amerika’nın yapacağı herhangi bir iyi niyet jestinin veya herhangi bir fedakârlığın, Kremlin’den Amerika aleyhine çıkmakta olan iftira zehrini azaltacağı şüphelidir.
Bazı Sonuçları
Birlikte hareket ve fedakârlığa hazır olmak, bir kitle hareketi olayıdır. Normal zamanlarda demokratik bir ulus az çok özgür bireylerden meydana gelen kurumsallaşmış bir birliktir. Ulusun varlığı tehdit altına girdiği ve halkının azami bir fedakârlık ruhu içinde birleşmesi gerektiği zaman demokratik ulus, kendini devrim partisine benzeyen bir duruma getirir.
Kutsallaştırma diyebileceğimiz bu işlem genellikle güç ve yavaş olursa da derin değişiklikleri gerektirmez. Nazilerin kendi ifadelerine göre Almanlar 1920’lerde çökmüş insanlar, 1930’larda ise gerçek anlamda mert insanlar olmuşlardır. Milyonlarca insan da böylesine biyolojik ve hatta kültürel değişiklik yaratmak için on yıl gibi bir zaman elbette ki çok kısadır. Buna rağmen, on yıllık bir Hitler döneminde çabucak bir kitle hareketi yaratabilme yeteneği, bir ulus için hayati önem taşımaktadır. Bir ulusun potansiyel kahramanlığı, o ulusun isteklerinin bir deposu gibidir. Heraclitus’un söylemiş olduğu “insanların bütün isteklerine kavuşmuş olmaları, onlar için iyi bir şey değildir” sözü, bireyler için olduğu kadar, uluslar için de doğrudur.
Bir ulusun şiddetli arzuları sona ererse veya bir ulusun arzulan somut ve sınırlı bir ideale yönelirse, onun kahramanlık potansiyeli azalır. Ancak; devamlı bir ilerlemeye bağlanmış bir amaç, devamlı olarak tatmin edilse dahi, bir ulusun potansiyel kahramanlığını azalmadan devam ettirilebilir. Bu amacın mutlaka yüce bir amaç olması gerekmez. Hayat standardının devamlı yükselmemesinin kaba bir amaç olarak alınması, Amerikan ulusunu, oldukça kahraman bir ulus olarak devam ettirmiştir. Ve tuhaftır ki dünya; bu ruh hastalığına yakalanmakla, toplumları ve ulusları ölümden diriliğe geçiren doğaüstü bir araç kazanmış oldu.
Not: Yazının muhtevası aşağıdaki kitaptan alınmıştır.
Kaynak:
Eric Hoffer/ THE TRUE BELIEVER-
(Kesin İnançlılar / Gerçek İnananlar/Müminler)-
trc: ERKIL GÜNUR, Tur Yayınları; 1978,
(Kitabın sonraki baskıları; Akran Yayıncılık,
1993 ve İm Yayın Tasarım, 1998)