Tağut, tuğyandan (yani azmaktan) türeyen bir kelimedir. Tıpkı "melekût, azamût ve rahamût"kelimelerindeki gibi çokluk ve mübalağa ifade etmektedir. Azgınlaşan ve haddini aşan her şey ve herkes tağuttur.
Tağuta kulluk etmekten kaçınan kimseler, Allah'tan başkasına hiç bir şekilde ibadet etmeyenlerdir. Rablerine yönelenlerdir. Rablerine dönüp, sadece O'nun için tapınma (kulluk etme) konumuna geçen kimselerdir.
"Tağuta tapınmaktan kaçınıp Allah'a yönelen kimselere müjde vardır. Sen de söz dinleyip en güzeline uyan kullarımı müjdele. Allah'ın hidayete erdirdiği kimseler onlardır. Akıl sahibi olanlar da onlardır." (ez-Zümer: 17)
Hiç kuşkusuz Allah'ın egemenlik ve şeriatine dayanmayan tüm iktidar ve otoriteler tağuttur.
Hakka yönelik her düşmanlık da tağuttur.
Allah'ın egemenlik, ilahlık ve hakimiyetine saldırmak; düşmanlığın en iğrenci ve azgınlığın en şiddetlisidir. Bu durum ise tam anlamı ve net ifadesiyle tağutluktur.
Kitab ehli olanlar, bilgin ve rahiplerinin şahsına değil onların koydukları kanunlara uyup tapınıyorlardı. Allah'ın onları müşrik diye anmasının nedeni buydu:
"Onlar Allah'ı bırakarak bilgin ve rahiplerini rabler edindiler." (et-Tevbe: 31)
Demek ki, kitap ehli olanlar da tağuta yani hak saldırganı, azgın otoritelere tapınmışlardır. Bu tapınmada secde ve rüku yoktu, ama itaat ve tabiiyet anlamındaki ibadet vardı. Kişiyi Allah'ın kulluğundan ve Allah'ın dininden çıkaran bir ibadet...
Alemlerin Rabbi Allah'ın dinine davetin sadece bir tek anlamı vardır. O da Tağutlaşmış insanların elindeki egemenliği, tekrar Allah'a; yani asıl sahibine iade etmektir. Ama bu davet, yani Allah'ın dinine davet yapılınca tağutların suçlaması hazırdır:
"Bunlar yeryüzünü fesada veriyor" yahut bugünkü cahiliyenin bütün davetlere taktığı isimler;
"Bu, bir hükümet darbesi teşebbüsüdür."
"Musa dedi ki: Ey Firavn, ben Alemlerin Rabbinin elçisiyim..." (el-Araf: 104)
"Firavn kavminin kafir önderleri dediler ki: (Ey Firavn!) Sen Musa ve kavminin, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını bırakmalarına izin mi vereceksin?" (el-A'raf: 127)
Cahiliyyenin hakimiyet düzeni, bir kulun tüm kullara rablik etmesi esasına dayanmaktadır.
Alemlerin Rabbine davet ise, tüm kullara yaratanın, rablik etmesi esasına dayanır.
Alemlerin Rabbine inanarak Yüce Allah'a teslim olup rabliği ve rububiyet özelliklerini gasbeden temelsiz tağutun uşaklığını bıraktıklarını söyleyen sihirbazlar, hiç kuşkusuz kendileriyle tağutun arasındaki kavganın bir inanç kavgası olduğunu biliyorlardı. Çünkü bu inanç, tağutların egemenliğini tehdit ediyordu. Bunun için de bu inanç sahibi kimselerin Alemlerin Rabbinden başkasına tapınmayacaklarını (kulluk yapmayacaklarını) ilan etmeleri yeterliydi. Hatta Allah'ın, Alemlerin Rabbi olduğunu ilan etmeleri bile yeterliydi.
İşte "Halkı yurtlarından çıkarmak için plan hazırladınız" suçlamasını yapan Firavn'a böyle cevap vermelerinin nedeni, buydu. Aslında Firavn'un bu suçlamasıyla modern cahiliyedeki tağutların suçlaması arasında bir fark yoktur. Çünkü gerçek manasıyla Allah'ın, Alemlerin Rabbi olduğunu söyleyen kimselere"hükümeti devirmeye çalışıyor" diyorlar. Bu tüm islah davetçilerine müfsid tağutların verdiği geleneksel cevaptır.
"Onun dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünü fesada vermesinden korkarım." (Gafir: 26)
İğrenç batıl, güzelim hak davayı hep bu kelimelerle karşılıyor, değil mi?
Huzur vadeden iman davetine karşı hep böyle uyarıyorlar insanları, değil mi?
Evet bu, tağutların vazgeçilmez mantığıdır. İyilik-azgınlık, iman-küfür ve hakla batılın savaşı nerede ve ne zaman görülürse başvurulan değişmez mantık budur. İbret almaya çağrılan; ama ibret alacağına günah işleme gururuyla ortaya çıkan ve samimi öğütleri:
"Size kendi görüşümden başka bir görüş tavsiye etmem ve ben doğru yoldan başkasını size göstermem." (Gafir: 29) diyerek karşılayan her tağutun anlayışıdır.
Demek öyleymiş! Tağutlar, doğru, yararlı ve iyi olandan başkasını düşünmezmiş!..
Acaba bu tağutlar, yanıldıklarını, bir kimsenin zannetmesini bile affediyorlar mı?
Kendi görüşlerinden başka doğru görüşlerin de olabileceğini kabul ediyorlar mı?
Yoksa niye tağut olsunlar ki?
Hakka karşı direnen tagut batılından asla vazgeçmez. Alemlerin Rabbine yapılan daveti asla rahat bırakmaz. Çünkü o, kesinlikle biliyor ki bu davet, kendisine karşı açılan bir savaştır. Egemenliğine dayanak olan kanunları kökünden reddeden bir savaştır.
Bu bakımdan bir tağutun, "La ilahe illallah" veya "Alemlerin Rabbi Allah'tır" ilanına müsaade etmesi mümkün değildir.
Ama eğer bu kelimeler gerçek anlamını kaybedip muhtevasız ve mücerred birer kelime haline dönüşmüşse buna karışmaz.
Çünkü bu kelime bu haliyle ona hiç bir sıkıntı vermez. Onu ilgilendirmez. Yok eğer bir grup insan bu kelimeleri gerçek anlamlarıyla yüklenmişse tağut o zaman duruma el atar.
Çünkü Allah'a şeriatinden kopuk bir hakimiyet sürdüren ve insanları Allah'a yöneltmekten uzak tutarak kendi iktidarına kul yapan tağut; bu insan grubuna mümkün değil tahammül etmez.
Batıl, çoğu kere yeni davetin gerisinde gizli bir takım oyunların bulunduğunu sanır. Herşeyin içyüzünü bilen büyük alimler olarak yeni davetin gerisindeki gizli güçleri sadece kendilerinin anlayabileceğini zanneder batılın adamları:
"Kâfir önderler (toplantıdan) çıktıktan sonra birbirlerine; "yürüyün ve ilahlarınıza tapınmağa (kulluk etmeye) devamı edin," dediler. Bu, hiç şüphesiz bizden istenen bir şeydir." (Sad: 6)
Yani davet olunan bu şey, din değildir, inanç değildir, diyorlar. Bu, olsa olsa başka bir şeydir. Bu davetin arkasında (gizli tutularak) istenen bir şey...
Halkın bunu erbabına bırakması, tuzak ve gizli planları anlamada uzmanlaşan kimselere havale etmesi gereken bir şey...
Halk, geleneksel işine ve bilinen ilahlarına yönelsin de bu yeni planların içyüzüyle uğraşmasın...
Nasıl olsa bu işi bilen, karşı durmasını beceren uzmanlar vardır...
Halk buna inansın... Diyorlar.
Doğrusu müstekbirler uyanıktır. Çıkarlarını, inançlarını ve düzmece ilahlarını korumasını biliyorlar.
Bu, tağutların sık sık başvurdukları geleneksel yöntemdir. Amaçları, halkın gerçekleri araştırmaması, kamu işleriyle ilgilenmemesi ve önem arzeden gerçekleri düşünmeden yaşamasıdır.
Çünkü kitlelerin gerçeklerle yüz yüze gelmesi, tağutlar için de tehlikelidir. Müstekbirler için de tehlikelidir.
Kitleleri batıl inançların batağına sürmekle yaşayabilen tağutlar, halkın bu batılları Öğrenmesini elbette ki istemezler.
Ama bastıkları yerin sarsılmaya başladığını gördükleri zaman ise, yumuşama yoluna başvururlar. Şiddetin kâr etmediğini gördükten sonraki bir yumuşama...
"(Firavn) etrafındaki ileri gelenlere; "Bu adam, hiç şüphesiz bilgin bir sihirbazdır. Maksadı, yaptığı sihirle sizi yurdunuzdan çıkarmaktır. Söyleyin görüşünüz nedir?" (eş-Şuara: 35)
Bir tağut, ne zamandan beri yardakçılarından görüş istemiş ki?
Kendisine secde edenlerin görüşü!!
Aslında bu, tağutların geleneksel kaypaklığıdır. Ayakları altında ezdikleri halkın görüşü ha!!
Tağutların keyfi istibdatları altındaki insanların konuşmuş olmak için görüş bildirmesinden başka bir şey mi ki bu?!
Çünkü durum, tehlikeli bir hal almıştır. Bundan sonra mı?
Onlar gene aynı zorba, aynı müstebid ve aynı zalimlerdir.
Allah, Alemlerin Rabbidir. Bu, başlı başına insanın kurtuluş ilanı demektir. Allah'tan başkasına kulluktan, itaattan, bağlılıktan ve boyun eğmişlikten kurtuluş...
Beşeri kanunlardan kurtuluş...
Beşerin heva - hevesinden kurtuluş...
Beşerin geleneklerinden ve egemenliğinden kurtuluş...
Allah, Alemlerin Rabbidir.
Hem bu ilan, hem de Allah'tan başkasına kulluk bir arada bulunamaz.
Hem bu ilan, hem de kendi katından kanunlar çıkaranların iktidarı bir arada barınamaz.
Beşer yapısı kanunlara, yani Allah'ın ki dışında bir rabliğe, boyun eğdikleri halde kendilerini müslüman sanan kimseler, hayal dünyasında yaşamaktadırlar. Bir an için bile olsa müslüman olduklarını sanmaları, sadece bir vehimdir. Hakimleri Allah'tan başkasıyken, kanunları Allah'ın şeriati değilken bir an için bile olsa Allah'ın dininden olamazlar. Onlar, olsa olsa kendilerine hükmedenin dinindendirler...
Allah'ın değil, kralın dinindendirler.
Tağut, bu davanın kendisi için tehlikeli olduğunu elbette ki, bilmektedir.
Arap insanı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in halkı "La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah (Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur ve Muhammed (s.a.v) Allah'ın Kulu ve Rasulüdür.) " şahidliğine davet ettiğini işitince fıtrî anlayış ve zekasıyla:
"Bu, kralların hoşlanmadığı bir iştir" demiştir.
Başka bir Arap insanı da gene aynı fıtrat ve zekayla:
"Öyleyse Arap olan da olmayan da seninle savaşacaktır" demiştir.
Hiç kuşkusuz bu her iki Arap insanı da kendi dilinin muhtevasını biliyordu. Şehadet kelimelerinin Arap olsun olmasın Allah'ın şeriatiyle hükmetmeyen kimselere karşı bir inkılâb olduğunu biliyordu. Arap insanı, bu kelimelerin ciddiyetini hiç kuşkusuz biliyordu. Çünkü onlar, dillerinin ifade ettiği manaları çok iyi anlıyorlardı.
Şurası kesindir ki, şehadet kelimesiyle Allah'ın şeriatı dışındaki hükmün, yani Allahla beraber başka ilahların bir kalbde veya bir yerde aynı anda barınamayacağını her Arap biliyordu.
Yani onlar, şehadet kelimelerini, bugün kendisine "müslümanım" diyen kimselerin şu bozuk ve niteliksiz anlayışları gibi anlamıyorlardı.
İnsanların Allah'tan başkasına tapınması, gönüllerde zillet doğuran hayatı da zulüm ve azgınlığa veren bir şeydir. Oysa ki Yüce Allah insanların başı dik olmasını hayatın da hak ve adaletle geçmesini dilemiştir.
Çünkü insanların emeği, yeryüzü rablerinin ilahlaştırılması uğrunda boşu boşuna harcanıp gidiyor.
Bir kere sahte ilahlar, yanlarından sazı, cazı, davul ve borazanları eksik etmezler.
Küçüklüklerini, bayağılık ve zavallılıklarını etraflarındaki borazanlarla kapatmak istiyorlar.
Gerçek rablermiş gibi kendilerini göstermek istiyorlar. İnsanları bu iş için kullanıyorlar. Bu zavallı ve sıradan yaratıkların gerçek rab olmaları mümkün olmadığı için etraflarındaki insanlar hep yorgun - argın kalıyorlar. Sürekli tasaların içindedirler. Çünkü gece - gündüz borazanlık yapıyorlar, işleri - güçleri tağutların üzerine dikkat çekmektir. Tağutu büyütmek için övgüler düzüyor, destanlar üretiyor, borazanlık yapıyor, def ve zurnalar çalıyorlar.
Böylece bunca insan emeği boşuna akıp gidiyor. Hayat için gerekli olan verimli bir üretim gücü olacağına, böylesine güdük, hayırsız ve tasa dolu bir uğraş içinde eriyip tükeniyor.
Yüce Allah, hiç şüphesiz yarattığı insanın karakterini ve gücünün sınırlarını da bilmektedir. Tüm insanlık için gönderdiği dinde herkese kolaylık sağlayacak kurallar koymuştur. Eğer işlere ciddiyetle sarılmak varsa, fıtrat bozulmamışsa ve kul itaat etmeye niyet etmişse, üstesinden gelemeyeceği görev kalmaz. Sapıtmadan ve horlanmadan görevini yapar. Bu hakikati kavramanın büyük ve kendisine has bir önemi vardır. Tağutların yönlendirdiği yıkıcı propagandalar karşısında bu hakikatin iyice bilinmesi gerekiyor. Çünkü tağutlar durmadan çöküşe, hayvanlaşmaya ve çamurda boğuşmaya yöneltirler. Tıpkı solucanların yaşadığı bir hayat gibi...
Çünkü tağutlara göre bu, insan realitesinin bir gereğidir. İnsanın tabiat ve fıtratı böyledir. Yetenekleri bu kadardır. Din ise, ideler aleminin bir davasıdır. Dünyada bir varlık oluşturmak için gelmemiştir. Dinin her emri yerine getirilmeye kalkışılırsa bunu bin kişi bir araya gelse bile başaramaz. Ama bu iddiaların tümü yalandır. İkincisi aldatmacadır. Üçüncüsü olarak da cahilce sözlerdir.
Çünkü bu tağutlar, insanı anlayamaz. Kendisini var eden ve bu dinin kurallarıyla yükümlü tutan yaratıcısı kadar - mümkün değil - bilemez. Çünkü bilen O'dur. Noksanlıklardan münezzeh olan Allah; bu dinin normal bir insanın gücü dahilinde olduğunu bilmektedir.
Sonra bu din seçkin ve dahi azınlıklar için gönderilmemiştir. Bu din, - sıradan bir insan için bile - bir azim, bir samimi niyet ve bir başlangıç noktasıdır sadece. Eğer bunlar varsa, Allah'ın, amil kimseler için hazırladığı nimetler de vardır:
"Eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalar, hiç şüphesiz kendileri için daha iyi ve daha sarsılmazca olur. O takdirde de onlara kendi katımızdan büyük bir mükafat veririz. Ve onları dosdoğru bir yola koruz." (en-Nisa: 66-68)
Başlangıç yapıldı mı, bunu hiç şüphesiz Yüce Allah'ın yardımı izler. Bunu da yola devam etme kararlılığını, daha sonra büyük mükafat ve en son da dosdoğru bir yola girme takip eder. Allah, elbette ki doğruyu söylemiştir.
|