19 Eylül 2013

İTTİHAT TERAKKİ DÖNEMİNDE İSTİHBARATÇILIK


TEŞKİLATIN İDEOLOJİSİ

Teşkilat-ı Mahsusa’nın dayandığı ideolojik temel ve uygulaması gereken politikalar açık olarak tanımlanmamıştır. Teşkilatın ajanları, sorumlu oldukları devlet otoriteleri gibi, geleneksel Osmanlıcık fikrine bağlılıklarını gösterseler de,İslam Birliği ve Pantürkizm fikirlerine dayanıyordu. 

İttihatçı karşıtı kişiler, bu üç politikanın uzlaştırılmasının imkânsız olduğuna sık sık işaret etmişlerdir. Galip Vardar’ın belirttiği gibi “bir arabanın önüne üç at koşmak kolay bir şey değildi.” Aslında, Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa için tutarlı bir ideoloji oluşturmaya çalışmamıştır. Eğer Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetlerinin arkasında herhangi bir “büyük fikir” uygulamasında teşkilatın başlıca mekanizma olduğu tek bir politika varsa, bu Panislamizm ve Pantürkizm’in bir karışımıdır. Bu politika şöyle özetleniyor Hüsamettin Ertürk (Paşa) tarafından:

Bu teşkilatın gayesi bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak. Bu suretle Panislamizm’e vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak. Bu bakımdan da Pantürkizm’i hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa’nın bir yandan Emiri Efendi’nin İttihat ve Terakki programındaki Panislamizm’inden, diğer taraftan da Ziya Gökalp’in Pantürkizm’den ilham aldığı muhakkaktır.” 

Burada hemen araya girmekte fayda var, Kazım Karabekir Paşa, İttihat ve Terakki’nin kuruluşunu anlattığı “İttihat ve Terakki Cemiyeti” isimli kitabında, Enver Paşa’nın kendisini partiye davet edişini ve cemiyet’in sembolü olan Hilal’i anlatırken, kendisinin ilk tepkisi “yoksa işin içinde İslamlık da mı var” diye sorduğunu, Enver Paşa’nın da “hayır” cevabını verdiğini anlatır. 

Teşkilat-ı Mahsusa, Ertürk Paşa’nın belirttiği Panislamcılık ve Pantürkizm’i 1914’te yeniden örgütlenip genişlediği zaman çokça kullanacaktı. Özellikle, İngiltere’nin sömürgeleri olan Müslüman ülkelerde Panislamcılık Teşkilat-ı Mahsusa’nın yegane siyaseti olacaktı. Diğer taraftan da Türkistan ve Orta Asya’da da Pantürkizm siyasetini güdecekti. 

Hemen belirtmekte fayda var, Enver Paşa’nın Almanya destekli Panislâmcılığı, İngilizleri oldukça uğraştıracak ve bazı emellerinin gerçekleşmesine engel olacaktı. Fransız sömürgelerinde bulunan İslam memleketlerinde de aynı politikayı güdecek olan Teşkilat-ı Mahsusa cephe sayısını arttırdıkça gücünü de böldüğünün farkında değildi. 

Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’nın çeşitli faaliyetlerde bulundu. Bu faaliyetlerin amacını Galip Vardar hatıratında şöyle anlatıyor:

1.Yıkıcı faaliyetlere karşı mücadele etmek ve imparatorluk içindeki ayrılıkçı ve milliyetçi grupların düşmanla olası işbirliğine, başka bir deyişle Enver Paşa’nın “Vatana İhanet” diye tarif ettiği faaliyetlere engel olmak,
2.Eğitilmiş ve tecrübeli ajan kadroları kurulacak hücrelerin temelini oluşturmak üzere İngiliz, ve Fransız sömürgelerine ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bir düşman işgaline uğrayabilecek bölgelerine yerleştirmek. Düşmanı sömürgelerinde meşgul tutma stratejik fikrini Almanlar’dan çıktığı anlaşılmaktadır. Ama bunu gerçekleştirme konusundaki özgül taktikler esas olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın omuzlarında bulunuyordu. 
3.Rus Ortaasyası’nda Müslüman Türklerin ayaklanmasına yol açacak adımlar atmak. Bu, Osmanlı topraklarından bağımsız bir Ermenistan çıkarmaya yönelik Rus-Ermeni planlarını suya düşürecekti. 
4.Çeşitli türlerde askeri harekâtlar: Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının silah altına aldığı ve eğittiği feda edilebilir çetelerle baskınlar, sabotaj, şaşırtma hareketleri ve düşmanın haberleşme hatlarını tahribi, casusluk, takviye gereken yerlere gönderilecek hareketli birliklerin ayrılması. 

VardarTeşkilat-ı Mahsusa’nın bu hedeflerinden dolayı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderleri ve Enver Paşa, bütün İslam dünyasını hâkimiyeti altına almayı amaçlayan acımasız diktatörler, maceracılar ve hayalperestler olarak gösteriyor. Halbu ki idealizm gücünün dışında bakıldığında, malum cemiyetin o günün şartlarında hedeflerine ulaşabilmesi imkânsızdır. Zaten tarih de bunu göstermiştir. 
ÖLÜMÜNE SAVAŞ
Şurası açıktır ki, Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa’nın kendilerine verdiği misyonlar uğruna hayatlarını tehlikeye atmaktan çekinmeyen birçok yetenekli kişiyi bünyesine almayı başarmış bir örgüttür. Ve Osmanlı İmparatorluğu tarihin tozlu sayfalarında yerini aldıktan sonra, Cumhuriyet devrinde de teşkilat mensupları, böyle bir cemiyetin mensubu olmaktan hep gurur duymuşlardır. 

Teşkilat-ı Mahsusa, genel olarak 1. Dünya Savaşı’nda bir tür askeri faaliyete katılan, benzeri yapılanmalardan farklı ve enteresan bir örgüttür. Teşkilat-ı Mahsusa’nın yetiştirdiği ve idare ettiği yardımcı kuvvetlerin, ilgili askeri kuvvetlerin çoğunluğunu oluşturan harekâtlar şunlardır:

Kürt, Çerkez, Bedevi mücahitler, Dürzü ve Laz aşiretlerinden oluşan gönüllü birliklerin yanı sıra Yemenliler ve Mevlevi Alayı bunların en bilinenleridir. Bu yardımcı kuvvetler, Enver Paşa’nın umduğu kadar çok değildi. Yine de düzenli ordunun ağır kayıplar vermesinden dolayı doğan boşluğu çok iyi doldurabilmiş ve hatta birçok cephede düşmana kök söktürdükleri gibi, onları geri püskürtmeyi başarmışlardı. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı’nın ön cephelerinde çatışan ve işgalcileri bunaltan kuvvetlerin büyük çoğunluğu eski Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarından oluşuyordu. 

Teşkilat-ı Mahsusa ajanları genellikle adam toplayan, İslam Birliği ajitatörü ve eğitmen kadrolardan oluşuyordu. 

Bu örgütü küçümsemek isteyen bazı Batılı (Özellikle İngilizler) yazarlar, Teşkilat’ın Almanlardan büyük destek aldığı iddia ederler. Alman askeri misyon üyelerinin o dönemde Osmanlı Harbiye’sinden Bronsart Paşa sayesinde üst düzey askeri planlamada birçok işe katkıda bulundukları doğrudur. Ayrıca Alman ajanlarının bazı bölgelerdeTeşkilat-ı Mahsusa ajanları ile birlikte çalıştığı da doğrudur. Fakat buTeşkilat-ı Mahsusa’ya yardım etmek için, ya da ona yol göstermek için değildir kesinlikle. Ortak çıkarlar konusunda eylem birliği yapma söz konusudur sadece. Almanlar daha çok üst düzey komuta seviyesinde Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişki kurmuştur. 

Teşkilat-ı Mahsusa’nın elde olan belge ve bilgilerine baktığımızda, örgütün yoğunlaştığı Kafkasya, Sina ve Irak’taki askeri faaliyetlerde Almanlara rastlanmamaktadır. Bu konuda Alman devlet arşivlerinde de herhangi bir bilgi, belge bulunmamaktadır. 
I.DÜNYA SAVAŞI VE TEŞKİLAT-I MAHSUSA
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’na girince Teşkilat-ı Mahsusa’nın niteliği değişir. Enver Paşa’ya kişisel olarak bağlı küçük bir grup olmaktan çıkıp, yeniden örgütlendi ve Harbiye Nezareti içinde yarı açık resmi bir statü kazandı. Ancak, Enver Paşa’nın doğrudan denetimi altında kaldı. Bu yeni statüyle birlikte, personeli genişledi ve artan operasyonlar neticesinde de bütçesi büyüdü. 

Teşkilat-ı Mahsusa’nın düzenli ajanlarının çoğu Türk’tü. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun her yanına ve yurt dışına dağılmış bulunan çeşitli hücrelerin birçoğunun liderleri ve şefleri Türkçe konuşan, yani Türk boylarına mensup insanlardı. Bazı iddialara göre, bunda en büyük etken, Enver Paşa’nın Müslüman olan diğer kavimlere mensup Osmanlı tebaasının sadakatine güvenmemesinden kaynaklanıyordu. Bu iddia yine İngiliz kaynaklı olması dikkat çekicidir. Birçok yerde Teşkilat-ı Mahsusa’nın şef ve yöneticilerinin Çerkez, Kürt, Arnavut olması bu iddiayı yalanlamaktadır. 

Teşkilat-ı Mahsusa personeli ağır kayıplara uğramadan önce, 1916 yılında en yüksek sayıya ulaşmıştı. Yaklaşık 30.000 kişilik bir güce sahipti. Teşkilat ajanlarının büyük çoğunluğu uzman insanlardan olması ayrıca dikkat çekicidir. Doktor, Gazeteci, Veteriner, Politikacı, geçmişi kuşkulu fakat sadakatinden şüphe edilmeyen pek çok Gerilla Savaşı Uzmanı, teşkilatın bünyesinde görevliydi. Birçok gruba ayrılan Teşkilat-ı Mahsusa’nın içinde en düzenli grup, subayların oluşturduğu gruptu. İkinci sırada gelenler ise, Teşkilat-ı Mahsusa’ya özel görevler için atanmış bürokratlardı. 
EŞREF KUŞÇUBAŞI

Geri kalanların birçoğu Osmanlı Devleti’nin yaptığı çok sayıdaki savaşta askeri tecrübe kazanmış sivillerdi. Örneğin, Cumhuriyet döneminde adı teşkilatla özdeşleşecek olan Eşref Kuşçubaşı Bey bunlardan sadece biridir. Aslında Kuşçubaşı, subay kökenlidir. I. Dünya Savaşı’nda giydiği üniformasına ve askerlik rütbesine rağmen sivil kaldı. Eşref Kuşçubaşı’nın daimi rütbesi Binbaşı idi. Resmi olarak Kurmay Yarbaylığa terfi etti. Ve Enver Paşa, bir general maaşı ile başka gelirleri sağlaması, Kuşçubaşı’nın ne kadar başarılı bir personel olduğunun büyük bir göstergesidir. 

Orta Asya ve Kuzey Afrika’ya (Libya, Cezayir, Fas, Tunus) yayılmış olan ajanların çok azı Teşkilat-ı Mahsusa olarak biliniyordu. Teşkilatın resmi üyelik listesi bulunmamasının esas sebebi, (Eşref Kuşçubaşı’nın hatıratında anlattığına göre) “listenin yayınlanması halinde Ortadoğu’daki pek çok yaşlı devlet adamının üzülmesi” imiş. Kuşçubaşı haklı görünmektedir. Çünkü harp sırasında Osmanlı’ya para karşılığı hizmet eden birçok kabile reisi, harp sonrasında ya devletçik başkanı olmuş ya da oralarda kurulan kukla yönetime katılmışlardır. 
TEŞKİLAT-I MAHSUSANIN BAZI ÜNLÜ ARAP AJANLARI
Kuşçubaşı’nın gizlemesine rağmen, birçok Teşkilat mensubu, Arap aleminde devlet başkanlığı koltuğuna çıkmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:

Cezayir: Muhammed Abdülkerim el-Kattabi, Emir Ali (Emir Kadir el-Cezayiri’nin oğlu),

Tunus: Şerif Burgiba (Fas’ın ünlü eli kanlı faşist diktatörü Habib Burgiba’nın babası),

Fas: Hoca Abbas (Fas’taki Teşkilatı Mahsusa Ticari hücresinin Şefi), 

Trablusgarp (Libya): Ali Başamba, Şeyh Salih el-Tunusi, Şeyh Ahmed el-Şerif el-Sunusi

Mısır: Abdülaziz Saviş, Ferit Bey, Doktor Fuad, Doktor Nasır, Doktor Tabit Mahcab (Ayrıca 600 civarında fedai)

Suudi Arabistan: İbn-ür-Raşid

TEŞKİLAT-I MAHSUSA’NIN PARA KAYNAKLARI
Yapılan araştırmalar ve anılara göre, Teşkilat-ı Mahsusa’nın iki para kaynağı olduğu görülüyor. Bunlardan biri Harbiye Nezareti Bütçesi’nden yapılan tahsisat-ı mesture (gizli ödenek), diğeri ise Almanya’dan aktarılan altınlar. Ancak Almanya’dan aktarılan altın miktarının çok az olduğunu hemen belirtmekte fayda var. Teşkilatın para kaynaklarından biri de örgüt adına yapılan ticarettin elde edilen gelir ve bağışlardır. Ajanlarının büyük çoğunluğunun bir özelliği ise aldıkları maaşı yine teşkilatın işinde kullanmalarıdır.

Alman Askeri Misyonu’nun gönderdiği toplam altın miktarı 4.000.000 civarında olduğu belirtiliyor. Ve bu da 1918 yılı rakamları ile yaklaşık 8 milyon Osmanlı lirası ediyordu. Almanların gönderdiği bu altın paralar içinde askeri propaganda için de harcama yapılıyordu. Dolayısıyla gelen tüm paralar Teşkilat-ı Mahsusa’nın harcamalarına aktarılmıyordu. 

Bu yüzden Eşref Kuşçubaşı, Arabistan Yarımadası’ndaki operasyonlar için daha önce taahhüt edilen para gönderilmediği için 1914-1917 yılları arasında iki defa Almanya’ya gidip para konusunu halletmek için epey çaba sarfedecekti. Bunun yanı sıra Almanlar da teşkilatı kendi çıkarlarına alet etmeye; mevzi operasyonlarda kullanma gayretini sarf ediyordu. Bu da ajanları oldukça rahatsız ediyordu. Ancak Enver Paşa’dan gelen emirden dolayı ajanlar isteneni yapıyorlardı. 

Eşref Kuşçubaşı bu durumu şöyle açıklıyor: “Koordinasyon, mali kaynak ve ideoloji meseleleri bizi ilgilendirmiyordu. Biz hareket adamıydık, filozof veya idareci değil.”

Kuşçubaşı’nın bu sözleri de konunun başındaki iddialarımızı doğrular mahiyette. Çünkü ajanlar idealisttiler ve bir ideolojileri yoktu. Taban tabana zıt olan Panislamizm ve Ziya Gökalp’in tamamen İslam’dan uzaklaştırma ve panteist bir temele oturtma çabasındaki Pantürkizm’i bir anda savunabiliyorlar ve bunda bir çelişki görmüyorlardı. 
TEŞKİLAT-I MAHSUSA VE CİHAT

Kasım 1914’te “Cihad-ı Mukaddes”in ilanı ile birlikte, hem Osmanlı Mülkü’nde hem de batı sömürgelerindeki Müslüman milletlerin kendi güçleri nisbetinde buna katılmamasının arkasındaki itici güç ne idi? Resmi tarihe göre, halkın salt inançlarından hareketle veya maceraperest duygularıyla münferit ve mevzi “cihad kalkışmaları” içinde bulunmuştu. Hâlbuki olayın perde arkasını incelediğimizde çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Sömürge ülkelerinde ki Müslüman topluluklardan Osmanlı Mülkü’ndeki tebaanın silahlanıp işgalcilere karşı savaşmasında itici güç olarak Teşkilat-ı Mahsusa görülüyor. 

Teşkilat-ı Mahsusa, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Genelkurmay İstihbarat Şubesi ve Dâhiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) gizli polis örgütünden ayrı; Enver Paşa’ya bağlı gizli İstihbarat servisi olarak çalıştı. Teşkilat, salt Enver Paşa’nın istediği bilgileri toplamakla kalmadı. Bu bilgilerden hareketle gerekli eylemler yaptı. Bu bakımdan Teşkilat-ı Mahsusa yüzyılın ilk profesyonel ve eylemci istihbarat örgütü olma özelliği taşır.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın üst düzey görevlileri, Harbiye Nazırı ile yakın ilişkilerinden yararlanarak ordu birliklerine Enver Paşa adına emir verebiliyordu. Buna bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Teşkilat-ı Mahsusa Enver Paşa ile ordu arasında bir köprü vazifesi ifa ediyordu. 

Cihad ilanından çok önce ilkeleri mümkün olan her yerde uygulamaya sokma emri verdi. Dolayısıyla teşkilat faaliyetlerinin çoğu İslam birliği için kapsamlı bir propaganda kampanyası yürütmeye yönelik oldu. Bu faaliyetler, Osmanlı(Aslında Enver Paşa)-Alman ittifakının imzalanmasından hemen sonra Teşkilat-ı Mahsusa’nınreorganizasyonun arkasında yatan Panislamist düşüncenin bir yansımasıydı. 

Teşkilatın geniş hücreler, ajanlar ve yarı askeri nitelikte çeteler ağından oluştuğu biliniyor ancak, cihat uğruna yürüttüğü faaliyetler o kadar çok bilinmiyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Teşkilat-ı Mahsusa bu konuda dünyada benzeri olmayan açıklıkta ama aynı gizlilikte bir örgüttü. Bundan dolayıdır ki kendisinin faaliyetleri hakkında net bir bilgi yok. 

İslam Birliği politikasının genel hedefi, yukarıda da belirttiğimiz gibi İngiliz, Fransız ve Rus işgali altındaki İslam milletlerini kışkırtmak ve isyanlar çıkartmaktı. Cihad Beyannamesi, Müslümanları yabancı yöneticilerine karşı birleştirerek bu hedefin gerçekleşmesini sağlamak için yayınlamıştı. 

İmparatorluk sınırları dışında İslam Birliği düşüncesi pek başarı sağlamadıysa da 1914-15 yılları arasında Teşkilat-ı Mahsusa’nın propaganda çalışmaları arttı. Enver Paşa, İslam dünyasının hareketsizliğinden ve cihada karşılık verilmemesinden çok fazla endişelenmemişti. Çünkü o da biliyordu ki işgal altındaki İslam milletleri hem çok yoksul hem de birçoğunun aşiret ve kabile reisleri yabancı güçlerle işbirliği içinde idi. Bu feodal ve ekonomik engellere rağmen sağladığı başarı hiç de küçümsenmeyecek boyuttaydı. 
BROKEN HILL OLAYI

Cihat çağrıları, istenilen boyutlarda yankı bulmamasının sebebi, hicaz yarımadasında bulunan, Hazreti Hüseyin’insoyundan gelen Haşimi ailesinin İngilizlerle işbirliği yapmasından kaynaklanıyordu. İslam dünyasında büyük saygınlığı olan Hazreti Ali’nin sülalesinden gelen bir ailenin tutum ve davranışları, diğer Müslüman kabileler için önemli bir gösterge idi o günlerde. 

Ama Haşimi hanedanının “ehli Salip” (Haçlılarla) işbirliği içerisinde olduğunu ve İslam’a ihanet ettiğini gören aile ve topluluklar da vardı. Bu aileler, Teşkilat’ın cihad çağrısına olumlu cevap veriyorlardı. Diğer taraftan bireysel olarak cihad çağrısına olumlu cevap verenlerin sayısı oldukça fazladır. Cumhuriyet döneminde bile Türk istihbarat servisleri ile ilişkilerini koparmayan bu fert ve ailelerini etkilen en önemli sebep cihad çağrısıdır. 

Teşkilat’ın cihad çağrısı onbinlerce kilometre uzaklıkta olan Avustralya’da bile yankısını bulur. Burada bulunan Afganistan ve Hindistanlı iki Müslüman, Avusturya’nın Broken Hill mevkiinde, Osmanlı’ya savaş açan bu ülke ile savaşırlar. Dünya tarihinde çok küçük ama etkisi oldukça büyük olan Broken Hill olayı şöyle gerçekleşir:

1915 yılbaşı tatilinde Avustralya’nın Silverton kasabasında yaşayan aileler piknik yapmak üzere trenle yola çıkarlar. Broken Hill tepesi yakınlarına geldiklerinde birden demiryolunun yanında üzerine tanınmayan bir bayrak çekilmiş bir dondurma arabası ile karşılaşırlar. (Bunun daha sonra Türk Bayrağı olduğu anlaşılacaktı.) Dondurma arabasının hemen yanındaki siperden iki kişi treni yayılım ateşine başlar. Açılan ateşle Silverton kasabasından birçok kişi ölür. Tren son hızla yoluna devam ederek olay bölgesinden kaçar. Vardığı ilk istasyonda yolcular durumu telgrafla bölge polisine bildirirler. Bunun üzerine askeri birlikler, yerel polis ve silah kulübü gönüllüleri bölgeye sevk edilir.

Bu arada aranan iki silahşör bir tahta kulübeye girmiş ve burada yaşayan bir adamı öldürdükten sonra tepeye doğru çekilip mevzilenirler. Askeri birlikler ve polis tepeyi muhasara altına alırlar. Yapılan “teslim ol” çağrılarına ateşle cevap verirler iki tabur asker, onlarca polis ve bir o kadar da “Silah Kulübü” üyeleri ile tam dokuz saat çatışırlar. Çatışma’da Avustralya birliklerine hayli zarar verirler. Dokuz saatin sonunda bu gerillalardan biri ölür, diğeri de ağır yaralı olarak yakalanır. Bir süre sonra ağır yaralı olan gerilla da hayata gözlerini yumar. 

Avustralya hükümeti ve istihbaratı yaptıkları araştırma ile kendilerini hayrete düşüren bir sonuca varırlar. Gerillalardan biri Gül Muhammed adında bir Afganlı deve sürücüsü ve dondurma satıcısı, diğeri de Hintli Molla Abdullah adında yaşlı bir şahıs oldukları anlaşılır. Teşkilat’ın cihad ilanından sonra Osmanlı Devleti’ne savaş açan Avustralya devletine bu iki kişi Broken Hill’de cephe açarlar. İki Müslüman’ın bu onurlu tutumlarından oldukça etkilenen Avustralya hükümeti, Broken Hill tepesinde ikisinin adına bir anıt mezar yapar.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...