12 Eylül 2013

FUSÛSU-L HİKEM İKİNCİ BÖLÜM


FUSÛSU-L HİKEM  İKİNCİ BÖLÜMİlahi hitap, ancak muhatapların üzerinde anlaştıkları şey üzre ve aklî kurgulamanın verdiği şey üzre geldi. Ve bu ilahi hitap, keşfin verdiği şey üzre gelmedi. Bundandır ki, mü’minler çok sayıda oldukları halde, keşf ehli arifler az sayıdadır. Bizim aramızdan (ilahi ilim’de) bilinen bir makamı [makam-ı malum] olmayan ve bu makamda bulunmayan yoktur. Ve bilinen makam, değişmezliği içerisinde kendisiyle olduğun ve varlığında kendisiyle zahir bulunduğun şeydir — ve bu, senin için varlık sözkonusu olduğunda böyledir. Eğer (birinci keşfin verdiği marifetle) varlığın sana değil de Hakk’a ait olduğu kesinlenirse, hüküm Hakk’ın varlığında hiç kuşkusuz senin hükmündür. Ve eğer (ikinci keşfin verdiği marifetle) senin varolmaklığın kesinlenecek olursa, o zaman hüküm hiç kuşkusuz (senin Hakk’a vermiş olduğun hüküm doğrultusunda) senin üzerinedir. Ve hüküm verici olan Hak olsa bile, Hakk’ın hüküm vermekliği, senin üzerine varlık saçmaktan [feyz] ibarettir ve kendin üzerine hükmeden ancak kendinsindir. O halde, ancak kendi nefsini öv ve kendi nefsini yer. Artık geriye varlık saçtığı için Hakk’a hamd etmekten başka bir şey kalmaz — çünkü bu (yani, varlık saçıcı olmaklık) gerçekte O’ndandır, senden değil… Ve sen hükümlerle O’nun gıdasısın ve O, varlıkla senin gıdandır. İmdi, sende kendini gösteren (hüküm vermeklik), Hak’ta kendini gösterdi. Hüküm vermeklik, O’ndan sana ve senden O’nadır. Aradaki fark şudur ki, sen “yükümlü” olarak adlandırılırsın — ve Hak seni ancak kendi haline ve istidadına göre, “beni yükümlü kıl” dediğin şeyle yükümlü kıldı. Ama Hak, “yükümlü” olarak adlandırılmaz. O (bütün İsimlerine mazhar oluşumdan dolayı) beni över, ben de O’nu, O (taleplerime icabet etmekle) bana kulluktadır, ben de O’na. Belli bir halde (cem makamında) O’nu isbat eder, Ve (kesretteki) aynlarda O’nu nefy ederim. O beni bilir, ben (suretlerde zahir olmaklığında) O’nu inkar ederim, O’nu (ceman ve tafsilen) bilir ve O’nu müşahede ederim. O bizden nasıl gani olabilir ki, Ben O’na (zuhura gelişinde) yardım eder ve O’na varoluş veririm. İşte bundandır ki O’nu bileyim diye beni varetti Ve O’nu (kendi ilmimde) varettim. Ve (“Bilinmek istedim…” şeklindeki) hadis bize bu mana ile geldi Ve O’nun amacı bende gerçekleşti. Ve İbrahim aleyhisselam (Hak Teala’nın zahir olduğu bütün ilahi makamlara zuhur mahalli olma mertebesinde, bu makamlara nüfuz ederek Hakk’ın gıdası olmasıyla ve Hak da, İbrahim’in bütün hakikatlerine ve yetilerine nüfuz ederek Varlığı ile İbrahim’in gıdası olmasıyla), kendisine “Halil” denildiği bu mertebeye eriştiğinden, konuklarını doyurmak kendisi için bir adet haline geldi. İbn Meserre, onun Mikail ile birlikte, bir rızk kaynağı olduğunu söyledi. Ki rızıklar rızıklandırılanların gıdasıdır. Gıda, her parçaya nüfuz ederek, beslenen kişinin zatına nüfuz eder. Ne var ki burada (yani, ilahi cem’iyette) parçalar yoktur — İbrahim aleyhisselam “İlahi İsimler” denilen bütün ilahi makamlara nüfuz etmiş ve Hak celle ve ala’nın Zatı da onda zahir olmuştur. Kanıtlandığı üzre bizler O’nunuz Tıpkı aynı zamanda kendimize ait olduğumuz gibi. Ve O bana ancak varlık verir Ve (O bizimle zahir olduğundan) biz O’nun içiniz Ve (kendi aynlarımızla zahir olduğumuzdan) kendimiz içiniz. Benim için iki vecih vardır: “O” ve “ben” Ve O’nun Ben-liğinin zuhurunda “Ben” yoktur. Ama ben O’nun zuhur mahalliyim Ve bizler onun için bir kap gibiyiz. Ve Allahu Teala hak olanı söyler ve doğru yola iletir. İSHAK KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ HAKKİYYE Nebi’yi kurtaran, bir kurbanın kesilmesi oldu Ama koçun bağırtısıyla, insanın konuşması nasıl bir olur? Halbuki Yüce Allah bizim için veya kendisi için koçu yüceltti Bilmem ki bu yüceltme nedendir? Kuşku yok, diğer kurbanlıklar ağırlığınca daha değerlidir Ne var ki, kurban olarak kesilen koçtan daha aşağı oldular.Bilmek isterdim, küçücük bedeninden ibaret bir koçunRahman’ın Halifesi’nin yerini nasıl tutabildiğini. Bilmez misin ki, bu kurban işinde bir düzenleniş vardır: Kârda çoğalma ve kayıpta azalmadır o. İmdi, cansızlardan daha yüce yaratılışta olan yoktur Ondan sonra değerce yüksek olan bitkilerdir. Bitkilerden sonra, his sahibi hayvanlar gelir, Yaratıcılarını bildikleri keşf ve açık delil ile sabittir. Ve “Âdem” denilen yaratılışa gelince: O, akıl, fikir ve imanıyla kayıtlıdır. Sehl el-Tusteri ve benzerimiz olan tahkik ehli böyle dedi, Çünkü biz ve onlar ihsan makamındayız. İmdi, işi benim müşahede ettiğim gibi müşahede eden Gizlide ve açıkta benim söylediğim gibi söyler Ve bizim sözümüze aykırı olan söze bakma Ve buğdayı çorak yere ekme! Onlar, Masum Olan’ın, Kur’an’da söz ettiği sağırlar, dilsizlerdir. Bil ki –Allah bizi de seni de güçlendirsin– Halil İbrahim aleyhisselam oğluna (İshak’a) şöyle dedi: “Rüyada seni kurban ettiğimi gördüm” [Saffat Suresi, 37/102]. Ve rüya alemi hayal hazretidir. İbrahim, gördüğü bu rüyayı tabir etmedi. Halbuki, rüyasında kendisine oğlu (İshak) suretinde görünen (ve dolayısıyla asıl kurban edilmesi gereken) koçtan başkası değildi. Ama İbrahim’in, gördüğü rüyayı (tabir etmeksizin) olduğu gibi kabul etmesi (ve İshak’ı gerçekten de kurban etmeye yeltenmesi) üzerine, İbrahim’in bu vehminden dolayı, Rabb’i, İshak’a koçu [zibh-i azim] feda etti; ki bu (koçu kurban etmesi) İbrahim’in gördüğü rüyanın –her ne kadar kendisi bundan haberdar olmasa da– Allah katındaki tabiriydi. Demek ki, hayal hazretinde görülen suretlerden Allah’ın murad ettiği şeyin ne olduğunu anlamak için bir başka ilme ihtiyaç vardır. Görmez misin ki, Ebubekir (ra) rüyayı tabir ettiğinde Resulallah (sav), “Bir kısmını doğru, bir kısmını da yanlış tabir ettin” buyurdu. Ebubekir, nerede yanlışlık yaptığını sorduysa da Resulallah Efendimiz bunun hangisi olduğunu söylemedi. Hak Teala İbrahim aleyhisselam’a seslendiğinde, ona, “Ey İbrahim! Sen rüyada gördüğünü doğruladın” [Saffat Suresi, 37/104] dedi; yoksa, “rüyada gördüğün doğruydu,” yani, “rüyanda gördüğün gerçekten de oğlundu” demedi. Çünkü İbrahim, rüyasını tabir etmeyip, gördüğü şeyi kendisine göründüğü şekilde aldı. Halbuki rüyanın tabir edilmesi gerekir. Ve bundandır ki (Mısır firavunu) Aziz, yanındakilere, “Eğer rüya tabir etmeyi biliyorsanız..” [Yunus Suresi, 12/43] demişti. Tabir, rüyada görülen suretten başka bir şeye izin [cevaz] demektir. Ve (Aziz’in rüyasında gördüğü) öküzler, kıtlık ve bolluk yıllarıydı. İbrahim’in rüyasında gördüğü doğru olsaydı, oğlunu kurban etmesi kaçınılmaz olurdu. Ama o, sadece rüyada gördüğünün oğlu olduğunu doğruladı — ve Allah indinde ise oğlu suretinde görünen şey gerçekte koçtan [zibh-i azim] başkası değildi. Bundandır ki, İbrahim’in zihninde oğlunu kurban etme düşüncesi doğunca, koçu İshak için feda etti. Ama (gerçekte kurban edilmesi emrolunan İshak olmadığından) bu koç Allah indinde (İshak’a karşılık olarak) feda edilen bir şey değildi (çünkü kurban edilmesi gereken zaten koçun kendisiydi). İmdi, his (kurbanı) koç olarak biçimlerken, hayal de İbrahim’in oğlu olarak biçimledi. Eğer hayalde bir koç görmüş olsaydı, onu oğlu olarak veya bir başka şey olarak tabir ederdi. Ve sonra Hak Teala şöyle buyurdu: “Bu, apaçık bir imtihandır” [Saffat Suresi, 37/106]. Yani bu, İbrahim’in, rüya durağının [mevtın] tabir gerektirdiğini bilip bilmediği konusunda bir imtihandır; çünkü O, rüya durağının [mevtın] tabir gerektirdiğini bilir. Ama İbrahim, gördüğü rüyayı tabir etmesi gerektiğini düşünemedi [gaflet] ve (bu şekilde) rüya durağının [mevtın] gereğini yerine getiremediğinden dolayı da, rüyasında gördüğünü doğruladı. Aynı şekilde, Müsned (yani, Hadis derleme kitabı) sahibi bir imam olan Taki bin Mahled de düşüncesizlik etti [gaflet]. Resul’ün (sav) şöyle dediğini işitmişti: “Her kim rüyasında beni görürse, uyanıklıkta beni görmüştür; çünkü şeytan benim suretime giremez.” Ve Taki bin Mahled rüyasında Resul’ü gördü; ve bu rüyada Resul kendisine süt içiriyordu. (Uyandığında) rüyada gördüğünü doğruladı; (ve bunu kendisine kanıtlamak için de) kusarak, içmiş olduğu sütü çıkardı. Eğer rüyasını tabir edecek olsaydı, içtiği süt kendisinin sahip olacağı birçok ilim olacaktı. (Böyle yaptığı için,) içtiği süt kadar ilimden Allah onu mahrum kıldı. Görmez misin ki, Resul (sav) rüyasında kendisine bir kap dolusu süt verildiğini söyleyerek şöyle buyurdu: “İyice kanıncaya kadar içtim ve kalanını Ömer’e verdim.” Kendisine, “Ya Resulallah, içtiğiniz sütü ne olarak yorumladınız?” diye sorulduğunda ise, “İlim” diyerek karşılık verdi. Ve rüya durağının [mevtın] tabir edilmeyi gerektirdiğini bildiğinden, gördüğü bu sureti süt olmaklığında bırakmadı. Ve hiç kuşkusuz Nebi’nin (sav) duyularla müşahede edilen sureti Medine’ye defnedilmiştir. Ve onun ruhunu ve latifesini hiçbir kimse ne başkasında ne de kendisinde müşahede etmemiştir. Diğer bütün ruhlar için de bu böyledir. İmdi, Nebi’nin (sav) ruhu, rüyada kendisini gören bir kimseye, toprağa defnedilen bedeninin suretinde görünür. Ve rüyada görülen sureti, onun bedeninin aynısıdır, herhangi bir eksiklik sözkonusu değildir. Ve Allah’ın rüya gören kişiyi korumasından dolayı, şeytanın onun suretine girmesi mümkün değildir. Bundandır ki, her kim onu bu şekilde görecek olursa; kendisine emrettiği, sakındırdığı veya bildirdiği ne varsa, bunların hepsini onun kendisinden almış olur. Tıpkı, Nebi (sav) hayattayken onu görseydi –anlamı ister açık ister örtük olsun, veya hangi şekilde olursa olsun– söylediklerini nasıl ki ondan almış olacaktıysa, öyle. Ve eğer Nebi (sav), ona bir şey verecek olsa, bu şeyin hiç kuşkusuz tabir edilmesi gerekir. Ama eğer hayaldeki şeyin aynısı duyumsal olarak da görülecek olursa, böylesi bir rüyanın tabir edilmesi gerekmez — işte Halil İbrahim ve Taki bin Mahled bu şekilde, gördükleri surete, gördükleri kadarınca güvendiler. Rüya için bu iki yön (yani, tabir etmek ve etmemek) sözkonusu olduğundan, nübüvvet makamını verdiği İbrahim’e yaptığı ve söyledikleriyle bize edebi öğretti. Ve bizler de (öğrendiğimiz bu edeb sayesinde) Hakk’ı aklî delilin kabul etmediği bir surete bürünmüş olarak gördüğümüzde, görülen sureti –ya gören kişinin hali ve Hakk’ın görüldüğü mekân açısından veya her ikisi açısından– şeriata uygun olan Hak (anlayışı) doğrultusunda tabir etmemiz gerektiğini bildik. Ve eğer aklî delil, gördüğümüz şeyi reddetmezse, onu gördüğümüz suret ne ise, o şekilde alıkoyarız — tıpkı ahirette Hakk’ı gördüğümüzde, O’nu gördüğümüz suret üzre kabul etmemizde olduğu gibi. Her bir mevtında Rahman olan Bir’in suretleri vardır — gizli ve açık Eğer “bu Hak’tır” dersen doğruyu söylemiş olursun Yok eğer, “bu Hak’tan başka bir şeydir” dersen Öbür yana (yani, yaratılışa) geçmiş olursun. O’nun hükmü bir mevtını içerip, diğerini dışlamak değildir Ve O, kendi hakikatıyla yaratılışta seyrini sürdürür. Kendini gözler önüne serdiğinde, akıllar Alışageldikleri aklî delillerle O’nu reddederler Ama gerçek akıl sahipleri, akıl hazretinde ve “hayal” denilen şeyde, O’nu kabul ederler. Ebu Yezid Bistamî bu makamda (yani, keşf-i tam ve şuhud-i âmm makamında) şöyle demiştir: “Eğer Arş ve onun içerisinde olan her şey, yüzbinlerce kez daha büyük olsaydı, arifin kalbinin bir köşeciğinde olurdu ve onun farkına bile varmazdı” — ve bu Ebu Yezid’in (kalbinin) cisimler alemindeki genişliğidir. Ne var ki ben şöyle diyorum: Varlığı bitimli olmayan şeyin (yani, varoluşsal taayyünatın) bitimli olduğu varsayılarak, kendisini var eden ayn (ayn-ı vahid) ile birlikte arifin kalbinin bir köşeciğinde ortaya çıksaydı onun farkına bile varmazdı. Çünkü kalbin, Hakk’ı kendisine sığdıracak genişlikte olduğu (kudsî hadisle) ortaya konmuş ama kanmaklıkla nitelenmemiştir. Eğer dolacak olsaydı, kanardı. Nitekim Ebu Yezid de böyle dedi. (“Muhabbet şarabını kadeh kadeh içtim; ne şarap tükendi, ne de ben kandım.”) Biz de sözümüzle hiç kuşkusuz bu makama dikkat çektik. Ey eşyayı Kendi nefsinde yaratan Yarattığın her şeyi Kendinde toplarsın Varlığı bitimli olmayan şeyi, Kendi varlığında yaratırsınVe Sen hem genişsin, hem de darsın Eğer Allah’ın yarattığı şey benim kalbimde olaydı Bütün bu şeyler kalbimde sönük kalırdı Eğer kalbim Hakk’ı sığdıracak kadar genişse, Yaratılış onu nasıl daraltsın Ey bana kulak veren, bu nasıl bir iştir? İnsan, hayal gücünde, varlığı olmayan ve yalnız hayal gücünde varlık kazanan şeyi vehimle yaratır. Ve arif, himmetiyle, himmet mahallinin dışında varlığı ortaya çıkan şeyi yaratır. Ama arifin himmeti, onu korumaktan geri kalmaz. Ve onun yarattığı şeyi koruması, himmete bir yük oluşturmaz. Arif yarattığı şeyi korumaktan gaflete düşecek olduğunda, eğer bütün hazretleri zaptetmiş değilse, yarattığı bu şey yok olur. Bütün hazretleri zaptettiği durumda, böylesi bir gaflet sözkonusu değildir, yarattığı şeyi hiç kuşkusuz (herhangi) bir hazretten müşahede eder. İmdi, arif bütün hazretleri kuşatmış olarak, himmetiyle bir şey yaratacak olsa, o yaratılan şeyin sureti herbir hazrette zahir olur. Bu durumda, (herbiri başka bir hazrette bulunan) suretleri (belli bir hazretteki) diğer suretlerle korur. Arif, bir hazretten veya birkaç hazretten gaflete düşse ve fakat yarattığı sureti koruduğu hazretlerden birini müşahede etmeyi sürdürse, gaflete düşmediği hazretteki bu bir suretin korunmasıyla, bütün suretler korunmuş olur. Çünkü gerçekte gaflet –ister bütün alemler için, isterse bazı alemler için olsun– hiçbir zaman genel değildir. Ve hiç kuşkusuz, burada öyle bir sır açıkladım ki, ehlullahtan olanlar böylesi bir sırrı açığa vurmaktan kaçınırlar. Burada, kendilerinin Hak oldukları yolundaki davalarının reddi vardır. Çünkü, Hakk’ın hiçbir zaman hiçbir şeyden gafil olması sözkonusu olmadığı halde, kulun bir şeyden gafil değilken, başka bir şeyden gafil olması kaçınılmazdır. İmdi, yarattığı şeyi korumasından dolayı “ben Hakk’ım” demesi sözkonusudur. Ne var ki, o şeyin suretini koruması, Hakk’ın koruması gibi değildir. Ve işte biz bu farkı ortaya koyduk. Ve herhangi bir suretten ve bu suretin bulunduğu hazretten gafleti dolayısıyla, kul hiç kuşkusuz Hak’tan ayrılır. Ve suretlerin tümünü korumayı sürdürmesine sürdürür de, bunu, bu hazretlerin tümü içerisinde gafil olmadığı hazrette bu sureti koruyarak yapması nedeniyle, kulun Hak’tan ayrılması kaçınılmazdır. Çünkü kulun yarattığı sureti gafil olduğu hazretlerde koruması zımnen sözkonusudur. Ama Hakk’ın yarattığı şeyi koruması böyle değildir. Çünkü O, yarattığı her sureti ale’t-tayin korur. Ve bu mesele bana bildirildi. Bu meseleyi, bu kitaptan başka hiçbir yerde hiçbir kimse yazmamıştı; ne ben, ne de bir başkası. Dolayısıyla bu mesele vaktin benzersiz incisidir. İmdi, sakın ola ki bundan gafil olma! Çünkü, bir suret ile huzur üzre olduğun hazret, Hak Teala’nın “Ben Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadım” [En’am Suresi, 6/38] dediği, olmuş ve olmamış olan herşeyi kendinde toplayan Kitab’ın (yani, levh-i mahfuz’un) benzeridir. Bizim söylediklerimizi ancak nefsinde Kur’an olan kimse (yani, bütün hazretleri kendinde toplamış olan İnsan-ı Kâmil) bilir. Çünkü, takva sahibi bir kimse için Allahu Teala bir furkan kılar [Enfal Suresi, 8/29] (yani, Hak ve batılı, ve dolayısıyla da Hak ile halk’ı ayrımlama yeteneği kazandırır). Ve (İnsan-ı Kâmil’e ait olan) bu furkan da, kendisiyle kulun Rabbinden ayrışık oluşuna ilişkin olarak bu meselede sözünü ettiğimiz furkan gibidir. Ve bu, en büyük ayrımdır [furkan]. İmdi bir zaman olur ki kul, hiç kuşkusuz Rabb olur Ve bir zaman olur ki kul, kesinkes kul olur Ve kul olduğunda Hak’la geniştir Ve Rabb olduğunda ise darlıktadır Kul olarak nefsinin gerçekte ne olduğunu görür Ve Hak’tan istedikleri çoğalır, genişler. Rabb olarak, mülk ve melekut hazretlerinde Bütün yaratılışın kendisinden taleplerde bulunduklarını görür Ama o, zatı itibarıyla, onların isteklerini karşılayamaz
İmdi sen Rabb’in kulu ol; O’nun kulunun Rabb’i olma Yoksa ateşe ve erimeye düşersin. İSMAİL KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ ALİYYE Bil ki, “Allah” olarak adlandırılan, Zat’ıyla Tek [Ahad] ve İsimleri’yle bütündür [küll]. Herbir varlığın kendi özgül Rabb’i [rabb-i has] vardır ve bu Rabb’in bütünün kendisi olması olanaksızdır. Ama ilahi ahadiyette, hiç kimse için yer yoktur. Çünkü, “bir şeyde ilahi ahadiyetten bir şey vardır; ve diğerinde de ondan bir şey vardır” denilemez; çünkü O, bölünme kabul etmez. İmdi, O’nun ahadiyeti açığa çıkmamış olan İsimlerin tümünün toplamıdır. Said, Rabb’i (terbiye edicisi) indinde razı-olunandır. Ve varlık hazretinde, Rabb’i indinde razı olunmayan yoktur. Çünkü o Rabb, onun üzerinde rabb-olmaklığını [rububiyet] sürdürür. Böyle olunca da razı olunandır ve dolayısıyla said’dir. Bu konuda Sehl (Sehl bin Abdullah Tusterî) şöyle der: “Rububiyetin bir sırrı vardır — bu sır sensin.” Sehl, “sen” sözüyle herbir ayn’a (yani, herbir varolan-ayn’a) seslenir. Ve şöyle sürdürür: “Eğer o sır ortadan kalkabilecek olsaydı, elbetteki rububiyet geçersiz hale gelirdi.” Sehl, “ortadan kalkabilecek olsaydı” sözüyle söylediği şeyin olanaksızlığına işaret etmiştir. Çünkü bu sır ortadan kalkmayacağı gibi, rububiyet de geçersizleşmez. Çünkü ayn’ın varlığı ancak Rabb’i ile sözkonusudur ve ayn her zaman için varolduğundan, rububiyet hiçbir zaman geçersiz hale gelmez. Ve her razı olunan sevgilidir; ve sevgilinin her yaptığı şey sevgilidir. Çünkü ayn’ın bir fiili yoktur; olsa olsa bu fiil o ayn’daki, Rabbinin fiilidir. Böylelikle, ayn, işlediği fiilin kendisine dayandırılmasından kurtuldu. Bu durumda, ayn, Rabbinin fiillerinden ve kendisinde olan ve kendisinden zahir olan şeyden razı oldu. Bu fiiller razı olunmuştur. Çünkü her fiil işleyen ve sanatçı kimse, kendi fiilinden ve sanatından razıdır. Çünkü her fiil işleyen ve sanatçı kimse, kendi fiilinin ve sanatının hakkını kusursuz bir şekilde verdi. “O, her şeye halkını verdi ve ona doğru yolu gösterdi” [Taha Suresi, 20/50]. Böylece her şeye halkını verdiğini beyan etti — ve (yaratılmış olan her şey, kendi istidadıyla talep ettiği şeyde) eksiklik veya fazlalık kabul etmez. İsmail, sözünü ettiğimiz şeyi keşfetmesinden dolayı Rabbinin indinde razı-olunan oldu. Bunun gibi, herbir varlık Rabbinin indinde razı-olunandır. Ve herbir varlığın, söylediğimiz gibi, Rabb’i tarafından razı olunması, başka bir kulun Rabb’i tarafından razı olunması gerektiği anlamına gelmez. Çünkü (varolan-aynların herbiri) rububiyeti bir’den [vahid] (yani, tek bir İlahi İsim’den) değil, olsa olsa bütünden (yani, bütün İsimleri kendisinde toplayan uluhiyet mertebesinden) almıştır. Böylelikle ona bütünden ancak kendisine uygun olan şey tayin olundu, ki bu da o şeyin Rabbidir. Ve hiçbir kimse rububiyeti, Hakk’ın ahadiyeti dolayısıyla almaz; ve bunun içindir ki, Ehlullah’tan olanlar, ahadiyette tecellinin sözkonusu olmadığını söylediler. İmdi sen (fenâ makamında) O’na, O’ndan doğru bakarsan, O, Kendi nefsine bakar — ve böylece O, (zuhurun sözkonusu olmadığı ahadiyette) Kendi nefsine, Kendi nefsiyle bakıyor olmaktan hiçbir zaman geri kalmaz. Ve eğer sen O’na seninle (kendi nefsin ve kayıtlı varlığınla) bakarsan, ahadiyet ortadan kalkar (ve Hak, vahidiyet ile tecelli eder). Ve eğer sen (Muhammedî vârisler gibi) O’na O’nunla ve seninle (Hak halka ve halk da Hakk’a örtü olmaksızın) bakarsan yine ahadiyet ortadan kalkar. Çünkü “sen bakıyorsun” sözündeki “sen” zamiri bakılan’ın kendisi değil, ondan başkasıdır. Burada, “bakan” ve “bakılan” olarak iki şeyin gerektirdiği bir ilişkinin varlığından dolayı, ahadiyet ortadan kalkar. Ama (O’na seninle bakışında ve O’na O’nunla ve seninle bakışında) yine de, O Kendi nefsiyle Kendi nefsine bakmaktadır ve bu vasıfta (yani, senin varlığın ile ve Kendi varlığı ile bakmada), bakan da O’dur, bakılan da. İmdi, bir kimsenin mutlak olarak razı-olunan olması, ancak o kimsede zahir olan fiilin, Razı-olan’ın onun yoluyla olan fiili olmasıyla sözkonusu olabilir (ve bu durum ancak İnsan-ı Kâmil için geçerlidir). İmdi, Hak Teala’nın İsmail’i Rabb’i indinde razı-olunmaklıkla nitelemesiyle İsmail, diğer aynlardan üstün oldu. Ve, kendisine, “Ey nefs, Rabb’ine dön!..” denilen her mutmain nefsin durumu da böyledir. İmdi, Hak Teala, mutmain nefse, kendisini davet eden Rabbine dönmeyi emretti. Ve “..razı olmuş olarak kullarım arasına katıl..” — ki bu makam bu kullarımın mülküdür. Şu halde, burada sözü edilen kullar, Rabbini bilen ve O’nunla yetinen ve ondan başka bir Rabb’e bakmayan kullardır. “..Ve gir cennetime” [Fecr Suresi, 89/27-30] — ki, Ben Kendimi onunla örterim [setr]. Ama Benim cennetim senden başkası değildir. Çünkü sen, zatın ile Beni örtersin. İmdi, Benim bilinmem ancak seninledir ve sen de ancak Benimle varsındır. Böylece seni bilen Beni bilir. Ve Ben (hakikatimle) bilinmem, sen de (hakikatinle) bilinemezsin. Ve Rabbinin cennetine girdiğinde, kendi nefsine girmiş olursun. O zaman, kendini bildiğinde Rabbini bildiğin marifetten başka bir marifetle kendini bilirsin. Böylelikle iki tür marifete sahip olursun: öncelikle O’nu, kendini biliyor olarak, bu sayede bilirsin ve ikinci olarak, nefsinden dolayı değil ama Rabb’inden dolayı ve Rabb’ini biliyor olman nedeniyle nefsini bilirsin. Sen (kendi özgül Rabbin için) kulsun Ve sen (istidadınla hükmettiğin özgül İsim için) Rabb’sin O kimse ki, O’nun için ve O’nda kulsun Sen (sende zahir olan huviyet itibarıyla) Rabb’sin Ve sen (“Elestü bi Rabbikum?” seslenişinde“Beli—Evet” diyerek) Sözleşme yaptığın Rabb için (taayyünün ve kayıtlanmışlığın itibarıyla) kulsun Herbir belirli Rabb-kul sözleşmesi Başka bir Rabb-kul sözleşmesi karşısında geçersizleşir Böyle olunca, Allah kullarından razı oldu, kulları da razı olunanlar oldu. Ve kulların hepsi O’ndan razı oldu ve O da böylece razı olunan oldu.İmdi, iki hazret (yani, rabb-olmaklık hazreti ve kul-olmaklık hazreti), benzerlerin birbirine karşılık gelmesi gibi birbirine karşılık geldi. Ve benzer olanlar, birbirlerine karşıttırlar. Çünkü iki benzer birlenemez, aksi halde aralarında bir ayrım kalmazdı. Varlıkta ise diğerlerinden ayrışık olmayan bir şey yoktur. İmdi, bir-olan-hakikatte [hakikat-ı vahid] benzer yoktur. Böyle olunca varlıkta benzer yoktur ve varlıkta karşıt da yoktur. Çünkü varlık bir-olan-hakikattır ve bir şey kendisine karşıt değildir. Hak’tan başkası baki değildir, yaratılmış olan baki değil Ulaşma diye bir şey yoktur, ayrı olma diye bir şey yok Apaçık delil bununla geldi Böylece ben gözlerimle gördüğüm ve incelediğim zaman O’nun ayn’ından başka bir şey görüyor değilim Bu, (yani, Hakk’ın kulundan ve kulun da Rabb’inden razı olması) ancak, kendini Rabb’in varlığı olarak görme konusunda Rabb’inden korkan kimselere özgüdür, çünkü onlar (rabb-olmaklık hazreti ve kul-olmaklık hazreti arasındaki) ayrışmayı bilirler. Bazılarının cehaleti, bizi, bilenlerin yaptığı bu ayrımı yapmaya yöneltti. Gerçekte kullar arasında ayrım vardır ve Rabb’ler arasında ayrım vardır. Herhangi bir ayrım olmasaydı, o zaman hiç kuşkusuz İlahi İsimler’in herbiri, tıpkı diğerleri gibi bütün vecheleriyle yorumlanırdı. Ama “Muiz” (Aziz-kılıcı) İsmi, “Muzill” (Zelilkılıcı) İsminin yorumlandığı gibi yorumlanmaz ve diğerleri için de bu böyledir. Ne var ki, ahadiyet yönünden bakıldığında durum başkadır. Bütün İsimler’e ilişkin olarak diyebilirsin ki, her İsim, kendi huviyeti yönünden hem Zat’a, hem de kendi hakikatine götürür, çünkü adlandırılan Bir’dir. Böylelikle Muiz, adlandırılan Bir yönünden Muzill’le aynıdır ve öte yandan Muiz, kendine özgü hakikati yönünden Muzill’den farklıdır, çünkü her ikisinden farklı kavramlar anlaşılır. Halk’tan ayrı tutarak Hakk’a bakma! Ve Hak’tan başka olmaklık giysisine büründürerek halk’a bakma! Ve Hakk’ı tehzih ve teşbih et; Ve dosdoğru olmaklık [sıdk] makamında dikil. Ve ister cem makamında, istersen fark makamında ol!  İkisiyle birden zafere eresin! Sen ne (hakikat yönüyle) fani olur, ne de (halkiyet yönüyle) baki kalırsın, Ne yokedebilir ne de baki kılabilirsin. Ve vahiy (ilham) senin üzerine (sen Hakk’ın sureti olduğundandır ki) başkasından verilmez; ve sen de onu (“gayr” olmadığından) başkasına vermezsin. Yüceltme [senâ], verilen söze sadık olunmasına yapılır. Ve ilahi hazret övülen [mahmud] yüceltmeyi talep eder. Dolayısıyla O, verdiği sözde sadık olması [sıdk-ı va’d] yönünden yüceltilir, tehdidinde sadık olması [sıdk-ı vaîd] yönünden değil. Allahu Teala, “Allah’ın resullerine verdiği sözde sadık olmayacağını sanma” [İbrahim Suresi, 14/47] dedi — (“söz” yerine) “tehdit” demedi. Hatta, onları (işledikleri suçlardan dolayı) tehdit etmiş olmasına rağmen, şöyle dedi: “Biz onların günahlarından geçeriz” [Ahkaf Suresi, 46/16]. Ve Allah, İsmail’i, sözüne sadık olmasından dolayı övdü ve böylece, gerçekte Hak için tehdidin gerçekleşmesi imkanı ortadan kalktı. İmdi geriye yalnızca Sözüne Sadık Olan kaldı Ve Hakk’ın tehdidi açısından incelenebilecek tek bir ayn yoktur Ve her ne kadar şeka yurduna girseler de onlar Şeka yurdundan bir tat alırlar; o da farklı bir nimettir Yani ebedilik (huld) cennetlerindekinden farklı bir nimet Halbuki alınan lezzet birdir Ve aralarında (istidadların farklılığıyla) tecelli bakımından farklılık vardır Çekilen azab, (“lezzet” anlamına gelmesi yönünden) Tadının tatlılığından dolayı “azab” olarak adlandırılır. Ve (“eziyet” anlamına gelmesi yönünden) “azab” sözü, (Azabın gerçek anlamı olan) lezzete kabuk gibidir ve kabuk (Azabın hakikatini, örtülü olan gafillerden) koruyucudur. YAKUB KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ RUHİYYE Dinin iki türü vardır: İlki; Allah’ın indinde, Hakk’ın bildirdiği kimse (yani, nebiler) indinde ve Hakk’ın bildirdiği kimsenin bildirdiği kimse (yani, nebinin ümmetinden olan) indinde olan dindir. İkincisi ise, halkın indinde olan dindir ki, Allah onu geçerli kılmıştır. Allah indinde olan din, O’nun seçtiği ve halkın dini üzerinde yüce kıldığı dindir. Hak Teala şöyle buyurur: “İbrahim ve Yakub, oğullarına şöyle vasiyet ettiler: Allah sizin için dini seçti, o halde ancak O’na teslim olmuş bir halde ölün” [Bakara Suresi, 2/132]. (Bu ayette sözü edilen) din, harf-i tarif’le birlikte kullanılmıştır, dolayısıyla bu, bilinen ve belirli bir dindir. Ve Hak Teala şöyle buyurur: “Allah’ın indinde din İslam’dır” [Âl-i İmran Suresi, 3/19] — yani, teslimiyettir. Dolayısıyla din, senin teslimiyetinden ibarettir ve Allah indinde olan din, senin hükümlere teslimiyet göstermekliğindir. İmdi “din” teslimiyet ve “nâmus” da Allahu Teala’nın koyduğu hükümlerdir. Dolayısıyla, Allahu Teala’nın kendisi için ortaya koyduğu hükümlere teslimiyet göstererek bunlarla nitelenen kimse, dini uygulayan ve onu –kıldığı namazla– yerleşik kılandır, yani onu inşa edendir. Böylece kul, dini inşa eden ve Hak da, şer’i hükümleri ortaya koyandır. O halde, teslimiyet senin fiillerinin ta kendisidir ve din senin fiillerinden ortaya çıkar. Böyle olunca, sen ancak kendinden olanla (yani, kendi fiillerinle) mutlu olursun. Ve nasıl ki senin mutluluğunu ortaya çıkaran senin kendi fiillerinse, İlahi İsimleri de ortaya çıkaran ancak Allah’ın fiilleridir. Ve sen Allah’ın fiillerisin ve bunlar sonradan olmadırlar. Allah, ortaya koyduklarıyla “İlah” olarak adlandırılır ve sen de ortaya koyduklarınla “said” olarak adlandırılırsın. Ve sen din’i yerleşik kılıp Allah’ın koyduğu hükümlere teslimiyet gösterdiğinde, Allahu Teala, seni Kendi nefsi menzilesine indirir. Bu konu hakkında faydalı olacak şeyleri, inşaallah, Allahu Teala’nın geçerli kabul ettiği “halk indinde olan din”i açıkladıktan sonra ortaya koyacağım. İmdi, (Hak ve halk indinde olan) her iki din de (fillerin yaratıcısının O olması bakımından) Allah’ındır. Ve (din, teslimiyet olduğundan ve teslimiyet senin fiillerinle ortaya çıktığından dolayı) ikisi de Allah’tan değil sendendir. Dinin Allah’tan olması, ancak işin aslı itibarıyladır. Allahu Teala şöyle buyurdu: “..onların başlattıkları ruhbaniyeti var kıldık..” Ve bu hikmetli kanunlar herkesin bildiği resul tarafından ve bildik özel yoldan (yani, vahiy yoluyla) Allah katından getirilmiş değildir. Ama, içerdiği hikmet ve zahirdeki faydadan dolayı konulmuş şeriatın [vaz’-ı meşru] amacına uygun bir şekilde ilahi hükümlere uyarlılık gösterdikleri için, Allahu Teala bu hikmetli kanunları “..onlar üzerine farz kılmadığı halde..” tıpkı Kendi koyduğu hükümleri geçerli kıldığı gibi geçerli kıldı. Ve Allahu Teala, Kendisiyle onların kalpleri arasında yardım ve rahmet kapısını açarak, onların kalplerine –kendileri bunun farkında olmaksızın– koydukları bu hükümleri yüceltmekliği yerleştirdi. Bu şekilde onlar ilahi öğretimle bilinen nebevî yoldan başka bir yolla Allah’ın rızasını isterler. İmdi, bu kanunları kendileri için bir hüküm olarak koyanlar ve kendileri için bu hükümler konmuş olanlar, “..ancak Allah rızasını istediklerinden dolayı, onları hakkıyla yerine getirdiler..” ve bu şekilde itikat ettiler — “..böylece, onlar arasından iman edenlere ödüllerini verdik; ve onların bir çoğu sapmıştır” [Hadîd Suresi, 57/27] yani, bu hükümlere teslimiyetten ve bunları yerine getirmekten uzaktırlar. Ve bu hükümlere teslimiyet göstermeyenlere, bu hükümleri (onların kalplerine ilham ederek) koymuş olan (Hak), kendilerini hoşnut edecek şeyleri onlara vermeyerek, teslimiyet göstermez [münkad]. Ama, emr (yani, uluhiyet ve rububiyet, Hak tarafından) teslim olmaklığı gerektirir. Ve bu, şu demeye gelir: Yükümlü olan, ya uymak suretiyle teslimiyet gösterir [münkad] veya karşı gelir. Kendi isteğiyle itaat edenin [muvafık-ı muti] durumu açık olduğundan, onun hakkında söze gerek yoktur. Karşı çıkan kimseye gelince; bu kişi, kendisine egemen olan karşı geliş nedeniyle Allah’tan, şu iki şeyden birini ister: bağışlanmak veya cezalandırılmak. Ve, kendi nefsinde bunlardan birini hakettiği için bunlardan biri olmak zorundadır. İmdi, kulun fiillerine ve bulunduğu haline göre, Hakk’ın teslimiyet gösterdiği doğrulanmış [sahih] oldu. Böylece, etkiyici [müessir] olan, kulun halidir. Bu şekilde bakıldığında, din, verilen karşılık, yani hoş olan ve hoş olmayan bedel olur. Hoş olan şeyle verilen bedel şudur: “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar” [Mâide Suresi, 5/19]. İşte bu sevinç veren şeyle bir karşılıktır [ceza]. Sevinç vermeyecek şeyle karşılık ise şudur: “Sizden zulmeden kimseye Biz büyük azabı tattırırız” [Furkan Suresi, 25/19]. “Ve Biz, onların günahlarından geçeriz” [Ahkaf Suresi, 46/16] de bir karşılıktır. Böylelikle, din’in bir karşılık olduğu ortaya çıkmış oldu. Çünkü, din İslam’dır ve bu da teslimiyet demektir. Ve Hakk’ın kula teslimiyeti, kulun halinin gerektirdiği karşılığı vermektir. Bu, o halde, dinin ne olduğunun zahirî açıklamasıdır. Bu söylenenlerin sırrına ve batınına gelince: din, Hakk’ın varlık aynasında bir tecellidir. Böyle olunca, mümkün varlıklardaki Hakk’a ait olan şey, bu mümkün varlıkların bulundukları hal içerisinde kendi zatlarının Hakk’a verdiği şeydir. Çünkü mümkün varlıkların bulundukları her halde, birer sureti vardır. Bundan dolayı, mümkün varlıkların hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı, suretleri de birbirinden farklıdır. Ve hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı da, Hakk’ın tecellisi farklı farklıdır. Sonuçta Hakk’ın kuldaki etkisi [eser], kulun içinde bulunduğu hal üzre ortaya çıkar. İmdi, kula hayrı veren kulun kendisinden başkası değildir. Ve kendisine hayrın karşıtını veren de kendisinden başkası değildir — o, kendi zatını nimetlendirir ve azaplandırır. Yerecekse sadece kendi nefsini yersin ve övecekse sadece kendi nefsini övsün! O halde, Hakk’ın onlara ilişkin ilminde apaçık delil [hüccetü’l-baliğa] vardır — çünkü ilim, malum’a tabidir. Şimdi, meselenin biraz daha derinine inip, daha bir ötedeki şu sırrı ortaya koyalım: mümkün varlıkların asılları yokluktur ve bu değişmez. Ve mümkün varlıkların nefslerinde ve aynlarında, içinde bulundukları hallerin suretine bürünen Hakk’ın varlığından başka bir varlık yoktur. İmdi sen haz ve acı duyanın kim olduğunu ve hallerden herbir hali izleyenin ne olduğunu bildin — ve bundandır ki, bir hali izleyen bir sonraki hal (yani, karşılık), (“takip” kökünden gelen) “ukubet” ve “ikab” olarak adlandırılmıştır. İyi olsun, kötü olsun her durum için bu geçerlidir; ama toplumsal uylaşım, bu sonucu, iyi olan şeyler için “sevap” ve kötü şeyler içinse “ikab” olarak adlandırdı. İşte, bundandır ki, din “âdet” (yani, tekrarlama) olarak adlandırıldı veya bu şekilde yorumlandı. Çünkü (mümkün varlığın veya kulun) halinin gerektirdiği veya talep ettiği şey geri döner. Böyle olunca, din âdettir. Şair şöyle der: “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dinindi,” yani, âdetindi. Ve âdet denince anlaşılan, bir şeyin kendi özgün haline dönmesidir; ama bir şeyin önceki haline, öncekinin aynısı olarak dönmesi olabilir bir şey değildir. Ve âdet denince de, bir şeyin kendini tekrarlaması düşünülür. Ama âdet, akılla-kavranabilir olan bir hakikattir ve birbirine benzeyen suretlerde vardır. Biliriz ki, Zeyd insanlık itibarıyla Amr’ın aynısıdır. Ama burada insanlık tekrarlanmış değildir; eğer öyle olsaydı, çoğalırdı. Ne var ki, insanlık tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] olduğundan çoğalmaz. Yine biliriz ki, Zeyd’in birey olmaklığı, Amr’ın birey olmaklığının aynısı değildir. İmdi, her ikisi de birey olmakla birlikte, birey olarak Zeyd, birey olarak Amr’ın aynısı değildir. Dolayısıyla biz, bu benzerlikten dolayı his olarak insanlığın yinelendiğini, hüküm olarak da yinelenmediğini söyleriz — dolayısıyla bir yönden tekrarlama [âdet] varken, bir yönden de tekrarlama yoktur. Aynı şekilde, bir yönden bakıldığında karşılık [ceza] vardır ve bir diğer yönden bakıldığında da karşılık yoktur — çünkü karşılık da mümkün varlıktaki bu mümkün varlığın hallerinden bir haldir. Bu meseleyi bilenler, bu meseleyi gereğince açıklığa kavuşturmadılar. Bu konuda cahil olduklarından değil; bu mesele, yaratılanlar üzerinde egemen olan kader sırrına ilişkin olduğundan, bu meseleyi açıklamaktan kaçındılar. Bil ki, hekimlerin tabiata hizmet ettiği söylendiği gibi, resul ve vârislerinin de genel olarak ilahi emre hizmet ettikleri söylenir. Halbuki onlar, işin aslına bakılırsa mümkün varlıkların hallerine hizmet ederler. Ve yaptıkları hizmet, bu mümkün varlıkların değişmez aynlarının içerisinde bulunduğu hale göredir. Bunun ne şaşılası bir şey olduğuna bak! Burada istenir olan hizmet edici, hizmet ettiği kişi için yazılmış olanı (yani, değişmez ayn’ını) hal ve söz ile bilen hizmet edicidir. Çünkü hekim için, ancak tabiatın suyuna gittiği ölçüde tabiata hizmet edici denebilir. Tabiat, hastanın bedeninde özel bir mizaç oluşturmuştur ki, bu kimse bu nedenle “hasta” olarak adlandırılır. Ve eğer hekim (bu durumda) yardım edecek olsaydı, sadece hastalığı artırmış olurdu. Böylelikle, hastanın bedenini iyileştirmek için tabiatı hastalıktan alıkoyar. Ne var ki, sağlık da, hastalığa neden olan mizaca karşı olan başka bir mizaç oluşturulmasıyla elde edilebileceği için, sağlık da yine tabiattandır. İmdi, bu durumda, tabiata hizmet edici değildir ve tabiata ancak hastanın bedenini iyileştirmeyerek hizmet edebilir. Ve o hasta mizacı değiştirmesi de yine tabiat iledir. Tabiata genel yönden [vech-i amm] değil, özel yönden [vech-i has] hizmet ederek, bu yönde çaba harcar. Çünkü böylesi bir meselede, geneli kapsayacak bir yaklaşım yoktur. O halde hekim, tabiata hem hizmet eder, hem de etmez. Resullerin ve vârislerinin Hakk’a hizmetleri de bunun gibidir. Hak (ilahi emir ile) yükümlü olanların hallerine iki yönden hükmeder. Kul üzerindeki emir, Hakk’ın iradesinin gerektirdiği şekilde ortaya çıkar. Ve Hakk’ın iradesi de, Hakk’ın ilminin gerektirdiği şeye ilişkilenir. Ve Hakk’ın ilmi de, bilinen’in (yani, ayn-ı sabitenin) kendi zatından Hakk’a verdiği şeye ilişkilenir. Dolayısıyla kul, ancak kendi (ayn-ı sabitesinin) suretiyle zahir olur. Böyle olunca, resul ile vâris olan, Allah’ın iradesine değil, Allah’ın iradesiyle olan ilahi emre hizmet eder. Resul ve vâris olan, yükümlü olan kişinin mutluluğunu istediğinden dolayı, ona ilahi emir ile gelir. Eğer ilahi iradeyle gelseydi, öğüt vermezdi. Halbuki resul ve vâris ancak ilahi irade ile öğüt verir. İmdi, resul ve vâris, nefsler için uhrevî (yani, ahlakî ve manevî) hekimdir. Allah emrettiğinde, O’nun bu emrine uyar. Allahu Teala’nın emrini gözetir ve O’nun iradesini gözetir ve Hakk’ın, Kendi iradesine aykırı şeyle kendisine emrettiğini görür. Halbuki yalnızca Hakk’ın irade ettiği şey olur. Ve böyle olduğundan (yani, Allah irade ettiğinden) dolayıdır ki, emir ortaya çıktı. İmdi, emri diledi, ortaya çıktı; ve emrolunana emredip de, ortaya çıkışını dilemediği şey de, emrolunandan ortaya çıkmadı. Bu durum, “karşı gelme” ve “isyankarlık” olarak adlandırılır. Durum böyle olunca, resul tebliğ edicidir, başka bir şey değil. İşte bunun için Resul (sav), içerisindeki “..emrolunduğun gibi dosdoğru ol” [Hud Suresi, 11/112] sözünden dolayı, “Hud suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı” buyurdu. İmdi, onu “emrolunduğun gibi” sözü ihtiyarlattı. Çünkü, Allah’ın iradesine uygun olan ve dolayısıyla gerçekleşebilecek bir şeyle mi, yoksa Allah’ın iradesine aykırı olan ve dolayısıyla da gerçekleşmeyecek olan bir şeyle mi emrolunduğunu bilmiyordu. Ve hiç kimse, Allah’ın iradesinin neye hükmettiğini bilemez. Bunu ancak irade ettiği şeyin gerçekleşmesinden sonra bilir. Ama Allah’ın basiret gözünü açtığı kimse bunun dışındadır. Bu kimse, mümkün varlıkların aynlarını değişmez oldukları hal üzre idrak ederek, gördüğü şey doğrultusunda hüküm verir. Ve bu durum, insanların bazılarında (yani, nebiler ve kâmil velilerde) zaman zaman olur, ama her zaman olmaz. Nitekim, Hak Teala, “De ki: Benim ile ve sizin ile ne işlenir, bilmem” [Ahkaf Suresi, 46/9] buyurarak, örtüyü [hicab] apaçık kıldı — ve istenen, ancak kimi özgül şeylerden haberdar olmaktır, başka değil. YUSUF KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NURİYYE Bu, nur hikmetidir. Bu nur hikmetinin yayılması Hayal Hazreti üzerindedir. Ve inayet ehli (yani, nebiler) için, Hayal Hazreti, vahyin ilk başlangıcıdır [mebde]. Hz. Ayşe, Allah ondan razı olsun, şöyle dedi: “Resulallah’a vahyin gelişi rüya [rüya-yı sadıka] ile başladı. Ve gördüğü rüya, içerisinde herhangi bir gizli saklılık olmaksızın, gün ışıması gibi apaçık olurdu.” Hz. Ayşe’nin bilgisi bundan öteye geçmedi. “Ve bu rüyalar altı ay sürdü, sonra (şehadet mertebesinde) Melek geldi.” Bilmedi ki, Resulallah (sav), “İnsan uykudadır, öldüğünde uyanır” buyurmuştu. Ve her ne kadar (uyurken görülen suretlerle, uyanıkken görülen suretlerin) halleri birbirinden farklıysa da, Resulallah’ın (sav) uyanıklık halinde gördüğü her şey, rüyada görülen gibidir. Hz. Ayşe, altı ay sürdüğünü söyledi, halbuki onun bütün yaşamı rüyadan farksızdı. Ve sözünü ettiği altı aylık dönem, olsa olsa uyku içinde uykudur. Ve uykuda görülen şey türünden gelen [varid] ne varsa, Hayal’dendir; bundan dolayı da tabir edilmesi gerekir. Bu demektir ki, asıl suretinden başka bir surette beliren bir şey tabir edilir. Böylece tabir eden kişi, rüyada görülen suretten, o şeyin kendi içinde ne ise o olan suretine geçer; tabii eğer bunu gereğince yapabilirse [isabet]. Resulallah’a ilim süt suretinde göründü ve o bunu yorumlarken, süt suretinden, ilim suretine geçti. Ve bu süt suretinin anlamının [meal] ilim sureti olduğunu söyledi. Sonra, kendisine vahiy geldiği zaman Resulallah (sav), duyumsanan bildik şeylerden uzaklaşır [ahz] ve yanında bulunanlardan örtülenirdi. Ve örtü kaldırılınca, önceki haline dönerdi. Dolayısıyla vahyi ancak hayal hazretinde idrak etmiştir — ama onun bu haldeyken uykuda olduğu söylenemez. Ve yine, melek kendisine adam suretinde göründüğünde, bu da hayal hazretindendir. Çünkü o adam değil, insan suretine bürünmüş bir melektir. İmdi bu adam suretine bakan arif (yani, Resulallah), bu adam suretinden geçerek, onun gerçek suretine ulaştı. Böylece, “Bu Cebrail’di, size dininizi öğretmeye geldi” dedi. Halbuki, orada bulunanlara daha önce, “O adamı bana getirin” demişti. Orada bulunanlara göründüğü suret dolayısıyla, Cebrail’i “adam” olarak adlandırdı. Ama daha sonra, adam olarak tahayyül edilenin gerçek suretini gözönüne alarak “Bu, Cebrail’dir” dedi. Her iki durumda da doğruyu söyledi: Gözün gördüğü suretine bakarak “adam” demekle doğru söylemiş olduğu gibi, “Bu, Cebrail’dir” demekle de doğruyu söyledi — çünkü o, hiç kuşkusuz Cebrail’dir. Yusuf, babasına (yani, Yakub aleyhisselam’a) şöyle dedi: “Onbir yıldız ve güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm” [Yusuf Suresi, 12/4]. İmdi, kardeşlerini yıldızlar suretinde, babasını güneş ve teyzesini de ay suretinde gördü. Onları bu şekilde görmesi, kendisinin onları bu şekilde hayal etmesinden dolayıdır. Eğer, gördüğü kimselerden dolayı olsaydı, kardeşlerini yıldızlar, babasını güneş ve teyzesini ay olarak görmesi, onların istedikleri bir şey olurdu. Ama, gördüğü şeyi bilmediklerinden, Yusuf’un gördüğü şey kendi hayal hazinesinden ortaya çıktı. Yusuf bunu anlattığında, Yakub bunun böyle olduğunu bildi ve şöyle dedi: “Oğlum bunu kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar” [Yusuf Suresi, 12/5]. Sonra da, hile yapmaklığı oğullarından geri tutarak, hile yapmayı şeytana özgü kıldı; ki o hilenin ta kendisidir. Ve Yakub şöyle dedi: “Gerçekte şeytan insanın apaçık düşmanıdır” [Yusuf Suresi, 12/5] — yani, düşmanlığı apaçık ortadadır. Çok sonraları (kardeşleri, babası ve teyzesi Mısır’da kendi önünde saygıyla eğildiklerinde) Yusuf şöyle dedi: “Bu önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim bu rüyayı doğru kıldı” [Yusuf Suresi, 12/100] — yani, önceden hayal suretinde görünen şeyi, duyumsal olarak da apaçık kıldı. (Hayal ve his arasında yapılan ayrımdan dolayıdır ki) Kerem Sahibi Nebi (sav), “İnsanlar uykudadır..” 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...