FUSÛSU-L HİKEM
BİRİNCİ BÖLÜM
Çeviri: Ersin Balcı
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Her ne kadar ümmetlerin çeşitliliğinden dolayı dinler ve mezhepler birbirinden
farklı ise de; hikmetleri, dosdoğru yolun ahadiyeti ile ilk makamdan (yani, ahadiyet
mertebesinden) kelimelerin (yani, herbiri Rahman’ın Nefesi ile yaratılan birer kelime olan
bütün mevcudatın) kalpleri üzerine indiren Allah’a hamdolsun. Ve Allah’ın rahmeti ve
selamı, ihsan ve cömertlik hazinelerinden sözün en doğrusu ile himmetlere yardım
eden Hz. Muhammed’e (sav) ve onun ailesi üzerine olsun.
Bundan sonrasına gelince, 627 yılında Muharrem ayının sonlarına doğru Şam
kentindeyken, rüyamda [mübeşşire] Resulallah’ı (sav) gördüm. Elinde bir kitap vardı
ve bana şöyle buyurdu: “Bu kitap, Fusus el-Hikem’dir. Bunu alıp insanlara götür ki
ondan faydalansınlar.” Ben şöyle dedim: “İşitip itaat edilecek olan, Allah ve Resulü
ve aramızdaki emir sahipleridir — ve biz de emrolunduk.” Dolayısıyla, bu kitabın
herhangi bir fazlalık veya eksiklik olmaksızın, Resulallah’ın (sav) bana getirdiği
sınırlar içerisinde ortaya konması için isteneni yerine getirdim ve niyetimi
arılaştırdım ve kendimi (nefsanî) yönelim ve istemlerden yalıttım. Ve Allahu
Teala’dan bu kitabı ortaya koyarken ve bütün hallerimde beni şeytanın söz
geçiremediği kullarından kılmasını; parmaklarımın yazdığı ve dilimin söylediği ve
kalbimin içine aldığı bütün herşeyde ilahi korumayla, beni, kalbimin tabiat alemine
dönük yüzünde [ru-i nefsî] ahadiyet mertebesinden gelen ilhamlara [ilka-i Subbuhî]
ve ruhun üflenişine özgülemesini; bu şekilde, kendi hükümlerimi dayatıcı değil
yalnızca tercüman olmayı; öyle ki, kalb sahibi olan ehlullahtan bu kitabı anlayan
kişinin, onun aldatıcı nefsin garazlarından münezzeh bulunan takdîs (yani, ahadiyet)
makamından indiğini mütehakkık olmasını istedim ve bunun için duacı oldum.
Ve Hak Teala’nın duamı işittiğinde, seslenişimi kabul etmesini umarım. İmdi ben,
ancak bana verilen şeyi verdim. Ve ben bu kitap içerisinde, ancak benim üzerime
inen ilmi indirdim. Ve ben nebi değilim, resul de değilim; yalnızca ahireti için çalışan
bir vârisim.
İmdi Allah’tan dinleyin ve Allah’a dönün
Getirdiğim şeyi işittiğinizde, onu koruyun Sonra, anlayış ile sözün mücmelini tafsil edin ve cem edin
Sonra, onu, isteyenlere verin, alıkoymayın
İşte bu, sizi içine alan bir rahmettir; siz de onu genişletin.
Allah’tan, teyit olunan ve teyit eden, temiz Muhammedî şeriat ile kayıtlanan ve
onunla kayıtlayan kimselerden olmayı ve bizi onun ümmetinden kıldığı gibi, onunla
birlikte haşretmesini ümit ederim.
ÂDEM KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ İLAHİYYE
Hak Sübhanehu ve Teala, sonsuz sayıdaki Güzel İsimleri’nden dolayıdır ki, bu
İsimleri’nin aynlarını görmeyi diledi, veya dilersen şöyle de diyebilirsin: (Varlığının
küllî oluşundan dolayı) varlıkla niteleniyor olmaklığıyla, Emr’i (yani, vahidiyet
mertebesinde, bütün İlahi İsimlerin aynlarının tecellisini) kendine içkin kılan
toplayıcı-varoluşta [kevn-i cami] (yani, İnsan-ı Kâmil’de, İnsan-ı Kâmil’in
hakikatinde) Kendi ayn’ını görmeyi ve bu toplayıcı-varoluş’la Kendi sırrını Kendine
zahir kılmayı diledi. Çünkü bir şeyin kendini kendinde görmesiyle, kendini kendine
ayna olabilecek bir başka şeyde görmesi aynı değildir: Kendini aynada görmek,
bakılan yerden yansıyan bir suretin zahir olmasıyla olur. Bu (yansıyan) suretin
kendisine zahir olması için, bu yerin (yani, aynanın) olması ve kendisinin bu yere
tecelli etmesi gerekir.
Hak bütün bir alemi –yaradılışı kusursuz olmakla birlikte– ruhtan yoksun bir ceset
olarak yarattı. Dolayısı ile alem, cilâsız bir ayna gibiydi. Ama, İlahi hükmünün şanı
gereği, O hiçbir zaman, üflenen İlahi Nefes olan İlahi Ruh’u kabul etmeyecek bir
mahal hazırlamamıştır [tesviye]. Ve Ruh’un kabulü, bu ruhtan yoksun alem
suretindeki, daimi tecellinin bitimsiz feyzini kabul etme istidadının açığa
çıkmasından başka bir şey değildir. Böylece, (bu bitimsiz feyzi) kabul-edici [kabil]
olan dışında bir şey kalmaz — ki, bu kabul-edici’nin (yani, ayn-ı sabitenin) ortaya
çıkışı da Feyz-i Akdes’tendir (yani, ayan-ı sabite, Zat’ın tecellisi yoluyla –Zat’ın
Kendine ilişkin ilminin suretleri olarak– ortaya çıktığı için Hak’tan başkası değildir).
Ve başlangıçta ve sonda, her şey O’ndan olduğu gibi, yine her şey O’na döner. İmdi
Emr, alem aynasının cilâlanmasını gerekli kılınca, Âdem bu alem aynasının cilâsı ve
bu suretin ruhu oldu.
Öte yandan melekler de, bu suretteki, yani ehlullah’ın ıstılahında “Büyük İnsan” adı
verilen alemin suretindeki bazı yetileri [kuvve] oluşturdular. İnsan oluşumu [neş’et-i
insaniyye] için hissî ve ruhanî yetiler ne ise, alem sureti için de melekler odur. Bu
yetilerin herbiri kendi nefsiyle örtülüdür ve böyle olunca da (İlahi Cem’iyet’in
yalnızca kendilerine özgü olduğunu sandıklarından) kendilerinden üstün hiçbir şeyi
göremezler (yani, kendi nefslerinde gördükleri kemal, başkalarında bulunan kemali
görmelerine engel olur). Çünkü, kendilerince onlar Allah’ın indinde olan bütün yüksek mertebeler ve yüce menziller için gereken yeterliliğe sahip oldukları zannı
içerisindedirler — çünkü onların indinde; hem İlahi Taraf’a [cenab-ı ilahi], hem
Hakikatlar Hakikatı [hakikatü’l hakaik] tarafına ve hem de bu sıfatları (yani
halkiyyet ve hakkıyyet sıfatlarını) yüklenmiş olan oluşumda, alemin ulvi ve süfli
bütün kabul-edebilirliklerini [kabiliyet] içeren Külli Tabiatın gerektirdiği şeye ilişkin
olarak İlahi Cemiyyet sözkonusudur. Ama (Külli Tabiat’a ilişkin) bu ilme
akılyürütme yoluyla ulaşılamaz, çünkü bu türden ilim ancak ilahi keşf yoluyla gelir;
ve ancak ilahi keşf yoluyladır ki, ruhlarını (yani, İlahi İsimlerin kendilerindeki
etkilerini) kabul-edici olan alem suretlerinin aslının ne olduğu (yani, Külli Tabiat
olduğu) bilinebilir.
Yukarıda sözü edilene, “İnsan” ve “Halife” adı verildi. İnsan adı verilmesi,
oluşumunun [neş’et] genel olmasından ve bütün hakikatları kendinde içkin
kılmasından dolayıdır. Ve İnsan Hak için, gözdeki görmeyi mümkün kılan
gözbebeği gibidir. Böylece ona (“gözbebeği” anlamına gelen) “İnsan” adı verilmiştir.
Çünkü Hak, mahlukatına İnsan’dan doğru bakar ve mahlukatına yönelik rahmetini
onunla ihsan eder. O ezelî olan sonradan olma insandır [insan-ı hâdis]; ve ebedî olan
daimi-oluşumdur [neş’et-i dâimü’l ebedî]; ve ayrımsızlayıcı olan ayrımlayıcı-
kelime’dir [kelime-i fasl-ı camî].
Alem insanın varlığıyla tamamlandı. Ve onun aleme nisbeti, mührün, üzerinde
bulunduğu yüzük kaşına nisbeti gibidir — sultanın hazineleri üzerine nakşettiği
mühür, yüzük kaşının üzerindedir. Ve insana “halife” denmesi bu nedenledir: Nasıl
ki sultan hazinelerini mührüyle muhafaza ediyorsa, Allah da mahlukatını halifesiyle
muhafaza eder. Üzerinde sultanın mührü oldukça hiç kimse, sultanın izni olmadan
bu hazineleri açmaya cüret edemez. Böylece insanı, alemin muhafazasında Kendisine
halife kıldı ve alem, içerisinde İnsan-ı Kâmil bulunduğu sürece muhafaza
olunacaktır. Görmez misin ki, dünya hazinelerinin mührü olan İnsan-ı Kâmil’in bu
dünyadan ayrılmasıyla bu dünyanın üzerindeki mühür parçalanacak olsa, Hakk’ın
onda saklayacağı hiçbir şey kalmaz ve içinde olan ne varsa boşalır, herbir parçası
(kendi asılları olan) diğer parçalara katışır. Ve her şeyin ahirete intikal etmesiyle,
İnsan-ı Kâmil, ahiret hazinelerinin üzerine ebedî (mühür) olarak mühürlenir.
İlahi sureti oluşturan İsimler’in bütünü insanın ortaya çıkışıyla zahir oldu ve böylece
insan bu mevcudiyetiyle bütün bir mevcudatı kapsama ve kendinde toplama [cem]
ayrıcalığını elde etti. Ve bundandır ki, Allahu Teala’nın meleklere gösterdiği delili
oldu. O halde sakın! Çünkü Allah seni, bir başkasından örnek vererek uyarmaktadır
ve suçlanan kişinin ne ile suçlandığını dikkatlice düşün! Çünkü Melekler bu
halifenin ortaya çıkışının ne anlama geldiğini anlayamadıkları gibi, Hazret-i Hakk’a
zatî ibadet için neyin (yani, bütün İlahi İsimlerle ibadetin) gerekli olduğunu da
anlayamadılar. Çünkü hiç kimse Hakk’a ilişkin olarak, kendi zatının verdiğinden
başkaca hiçbir şey bilmez. Melekler Âdem’in toplayıcılığına [cem’iyet] sahip
olmadıkları için, Hakk’ı hangi İlahi İsimler’le tesbih ve takdis ediyorlarsa, ancak bu kendilerine mahsus İlahi İsimleri anlayabildiler. Melekler, Allahu Teala’nın,
kendilerine bilgisi ulaşmamış başka İlahi İsimleri de olduğunu bilmediklerinden, bu
İlahi İsimlerle Allah’ı tesbih ve takdis edemediler. Böylece, sözünü ettiğimiz şey
(yani, anlayış yokluğu) onlara egemen oldu ve bu halin (yani, bilgisizliğin) hükmü
altına girdiler. Oluşumları itibarıyla, “Yeryüzünde bozgunculuk yapacak birini mi
yaratacaksın?” [Bakara Suresi, 2/30] dediler. Ama bu, (Âdem’i) kötülemekten başka
nedir? Ve kötüledikleri şey, bizatihi bu kötülemeleriyle onların kendisinde ortaya
çıktı. Bu şekilde, Âdem’in yapacağını söyledikleri bozgunculuğu, Hakk’a karşı
kendileri yapmış oldular. Eğer, oluşumları bunu gerektirmeseydi, Âdem hakkında
söylemiş olduklarını söylemezlerdi — ama bu yaptıklarının bilincinde değildiler.
Eğer kendilerini bilselerdi, (kendi sınırlılıklarını) bilirlerdi ve eğer bilselerdi bundan
sakınırlardı. Âdem’i çekiştirmekle de kalmadılar. Takdis ve tesbih ettikleri şeyle
davalarında ileri gittiler. Halbuki Âdem indinde, meleklerde bulunmayan İlahi
İsimler vardır. Ve onlar, Rablerini bu isimlerle ne tesbih ne de takdis etmediler.
Allahu Teala, kendimizi sakındıralım ve O’na yönelik edebi öğrenelim ve
kendimizde hakikatini gerçeklediğimiz ve kendimizde barındırdığımız şey üzerinde,
kayıtlı oluşumuza bakmaksızın, dava gütmeyelim diye bize bunları bildirmektedir.
Biz nasıl olur da mutlaklık davası güdebiliriz? Haliyle hallenmediğimiz ve kendisi
hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şey hakkında kendimizi gülünç duruma
düşürmeksizin nasıl genellemeler yapabiliriz? İşte bu ilahi bilgilendirme, Hakk’ın,
edeb sahibi kullarını, iman sahibi kullarını ve halifelerini edeblendirme yoludur.
Ondan sonra, hikmete dönerek şöyle deriz: Bil ki, küllî şeyler [umur-u küllîye] –her
ne kadar (duyumsal birer) ayn olarak var olmasalar da– hiç kuşku yok ki, zihinde
akılla-kavranabilir ve bilinirdirler. Batın olmaları, onları (duyumsanabilir olan) aynî
varlıktan [vücud-i aynî] ayrı kılmaz, tersine, kendilerine aynî varlık olan herşeye
hükmeder ve etkide bulunurlar. Gerçekte küllî şeyler (duyumsanabilir olan) aynî
varlıklardan ayrı değil, onların ta kendisidirler. Ve küllî şeyler, kendi içlerinde hiçbir
zaman akılla-kavranabilir olmaklıktan çıkmazlar. Böylece, akılla-kavranabilir
olmaklıkları itibarıyla batın ve (duyumsanabilir) mevcud aynlar [ayan-ı mevcudat]
olmaklıkları itibarıyla zahirdirler. Aynî varlıkların herbiri –akıldan sökülüp
atılamayan ve akılla-kavranabilir olmaklıktan çıkarlarsa (duyumsanabilir olan)
ayn’daki varlıklarından söz edilemeyecek olan– küllî şeylere dayanır. Geçici olan
veya geçici-olmayan her aynî varlık için bu durum geçerlidir: aynî varlığın küllî şeye
nisbeti, her iki durumda da bir ve aynıdır. Ne var ki, küllî şey tarafından aynî
varlıklara verilmiş olan dolayısıyladır ki, bir hükmün gerisingeri küllî şeye dönmesi
sözkonusudur; tıpkı ilmin ilim sahibine, hayatın da hayat sahibine nisbetinde olduğu
gibi. Şöyle ki:
Hayat akılla-kavranabilir olan bir hakikattir, ilim de öyle. Ve her ikisi de bir
diğerinden ayrışıktır. İmdi, Hak Teala’ya ilişkin olarak, O’nda hayat ve ilim
olduğunu söyleriz ve “O, Hayat ve İlim Sahibi’dir” deriz. Ve melekte de hayat ve ilim olduğunu söyleriz ve onun için de “o, hayat ve ilim sahibidir” deriz. Aynı
şekilde, insanda da hayat ve ilim olduğunu söyleriz ve onun için de yine “o, hayat ve
ilim sahibidir” deriz. Herbirinde, ilmin hakikatı tektir (yani, ilim tek bir hakikata
işaret eder), ve aynı şekilde hayatın hakikatı da tektir. Ve onların “ilim sahibi” ve
“hayat sahibi” olmaklığa nisbeti de tektir. Ama, Hakk’ın ilmi sözkonusu olduğunda,
bu ilmin “kadîm” olduğunu ve insanın ilmi sözkonusu olduğunda bu ilmin “hâdis”
olduğunu söyleriz. O halde, bu (kadîm ve hâdis biçimindeki) vasıflandırmayla akıllakavranabilir hakikatin nasıl görecelik kazandığına ve akılla-kavranabilir şeylerle
(duyumsanabilir) aynî varlıklar arasındaki bu bağıntıya bak. İmdi ilim, kendisinde
ilim olan kimseye hükmeder ve ona “alim” denir. Ve bu ilimle vasıflanan kimse de,
ilmi hâdis ise ilmin hâdis olmaklığına ve ilmi kadîm ise ilmin kadîm olmaklığına
hükmeder. Böylece (ilim ve alimin) her ikisi de (yani, akledilebilir tümel ile
duyumsanabilir tikel ayn) hem hükmeden hem de hükmolunandır.
Şurası muhakkak ki, akılla-kavranabilir olan küllî şeyler, ayn olarak yok [madum] ve
hüküm olarak vardırlar [mevcud]. Nitekim, (küllî şeyler) aynî varlığa nisbet
olunduklarında hükmolunandırlar. Hükmolunmayı kabul ederler, ama
ayrımlanmayı veya bölünmeyi kabul etmezler, çünkü böyle bir şey onlar için
mümkün değildir. Çünkü küllî şeyler, niteledikleri her bir mevcud aynda zatî olarak
zahirdirler. Tıpkı herbir insandaki “insanlık”ın, insanların sayısınca bölünmeye
uğramaksızın veya çoğalmaksızın, akılla-kavranabilir olarak kalması gibi. Ve aynî
varlığı olanla, aynî varlığı olmayan (küllî şey) arasında bağıntı kurulursa, bu
varolmayan bir nisbettir [nisbet-i madumiyye]. Bir aynî varlıkla bir diğeri arasındaki
bağıntı anlaşılmaya daha yatkındır. Çünkü, ne de olsa, bunların arasında bir birleyici
[cami] vardır ki, o da aynî varlık olmaklıklarıdır. Ama, aynî varlığı olanla, aynî
varlığı olmayan arasındaki bağıntıda birleyici yoktur ve bağıntı birleyicinin
yokluğuyla kurulmuştur. Ve birleyicinin varlığı ile bağıntı daha sağlam ve daha
yerincedir.
Ve hiç kuşkusuz, hâdis olanın hâdis olmaklığı, ve kendisini ortaya çıkaran ortaya
çıkarıcıya varlık yönünden gereksinimi [iftikâr] olması, kendisinin mümkün
olmaklığından dolayıdır. İmdi onun varlığı kendinden değil, başkasındandır. Böyle
olduğu için de, gereksinim bağıntısıyla bağıntılanmıştır. Ve Kendisine dayanılıyor
olunan; kendi Zat’ından varlığı zorunlu olan, Kendisiyle gani olup, başkasına
gereksinimi olmayandır; bu zorunlu olarak böyledir. Böylece, hâdis olan, Kendi
Zat’ıyla varlık verene bağıntılanmış oldu. Ve zorunlu varlığın [vacibü’l-vücud],
Zat’ıyla onu gerektirmesinden dolayı da, zorunlu oldu. Ve zatıyla, Kendisinden zahir
olduğu Zat’a dayanması da, kendisine bütün İsim ve Sıfatlardan nisbet olunan ne
varsa –zatî zorunluluk dışında– O’nun suretinde olmasını gerektirdi. Çünkü, hâdis
olan hakkında bu (yani, zatı itibarıyla zorunlu olmaklık) sözkonusu değildir ve
zorunlu varlık haline gelmiş olsa bile, zorunlu olması, kendisiyle değil, kendisinden
başkası yoluyladır. Ondan sonra, bil ki, iş bizim dediğimiz gibi, yani, O’nun Kendi suretini hâdis olanda
zahir kılması şeklinde olunca, Hak Teala, O’na ilişkin ilmi edinebilmemiz için bizi
hâdis olan üzerine düşünmeye sevketti ve ayetlerini onda gösterdiğini söyledi.
Böylece, O’nun yol gösterdiği şekilde, biz O’nu –Zat’ına özgü olan zorunlu olmaklığı
dışında– ancak kendi sahip olduğumuz vasıflar ölçüsünde vasıflandırırız. Ve O’nu
kendimizden ve kendimizle bildiğimiz için kendimize nisbet ettiğimiz herşeyi O’na
nisbet ettik ve bundandır ki, İlahi haberler bize tercümanların (yani, nebilerin) dili
üzere ulaştı ve O, Nefsini bize bizimle vasıflandırdı. Böylece, O’nu müşahede
ettiğimizde, kendimizi müşahede ederiz. Ve bizi müşahede ettiğinde, O Kendini
müşahede eder.
Her ne kadar bizi ayrımsız kılan [cem] tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] üzre olsak da,
hiç kuşkusuz, kişi ve tür olarak çok sayıdayızdır. İmdi, biz kesinlikle biliriz ki,
kişileri bir diğerinden ayıran bir ayırıcı vardır. Eğer bu olmasaydı, bir’de [vahid]
çokluk olmazdı. Böylece, O, bütün vecihleriyle birlikte Kendini vasıflandırdığı
vasıflarla bizi vasıflandırmış olsa da, bir ayırıcı olması kaçınılmazdır. Ve bu ayırıcı,
mümkün varlığımız için O’na duyduğumuz gereksinimden dolayı, varlığımızın ona
dayanması ve O’nun, bizim Kendisine duyduğumuza benzer bir gereksinimden
Gani olmasıdır. Bundandır ki O’nun için, yokluktan [adem] varlığın açılması
anlamında evveliyetin sözkonusu olmadığı önceden olmaklık ve öncesizlik
sözkonusudur. Böylece O, Evvel olmakla birlikte, Kendisine hiçbir varoluşsal
evveliyet nisbet olunmaz. Bundandır ki O’na Ahir denir. İmdi O’nun evveliyeti,
kayıtlı varlığın evveliyeti olsaydı, bitimi olmayan mümkün şeylerin ahiri
olmadığından, O’nun kayıtlı olanın Ahir’i olduğu söylenemezdi. O’nun Ahir olması,
bütün herşeyin bize nisbet olunduktan sonra O’na dönmesinden dolayıdır. Böyle
olunca o, Evvel olmaklığının kendisinde Ahir ve Ahir olmaklığının kendisinde de
Evvel’dir.
Yine bil ki, gerçekte Hak Teala Kendini hem Zahir hem de Batın olarak vasıflandırdı:
Ve, gaybımız ile batını idrak edebilmemiz için gayb alemini ve şehadetimizle zahiri
idrak edebilmemiz için de şehadet alemini var etti. Ve Kendisini, aynı zamanda da,
rıza ve gazabla vasıflandırdı: Ve O’nun gazabından korkalım ve O’nun rızasını
umalım diye de alemi, korku ve ümit sahibi olarak var etti. Ve yine Kendisini
“Cemîl” ve “Celal Sahibi” olarak vasıflandırdı. Ve bizleri de (celal tecellilerinin
müşahede edilmesi olan) heybet ve (cemal tecellilerinin müşahede edilmesi olan) üns
üzere var etti — ve O’na nisbet olunan ve O’nunla adlandırılan her şey için bu
böyledir. İmdi Hak Teala, alemin hakikatlerini ve bireylerini cami olan İnsan-ı
Kâmil’in yaratılışına yöneldiği bu iki sıfat (yani, “Celal” ve “Cemal” sıfatları) için
“İki El” ibaresini kullandı. Böyle olunca, alem şehadettir ve (bir cesetten ibaret olan
alemin ruhu olmaklığıyla) Halife gayb’dır. Ve bundan dolayıdır ki, Sultan örtünür.
Hak Teala Kendini, (Celal sıfatı olan) tabii cisimlerin oluşturduğu zulmanî perdelerle
ve (Cemal sıfatı olan) latif ruhların oluşturduğu nuranî perdelerle vasıflandırdı. Böyle olunca kesif ve latif olan şeylerden oluşan alem, (kesif, latif olana ve latif de
kesif olana perde olduğundan) kendisi için perdenin ta kendisidir. İmdi alem, bu her
iki vechinden dolayı, Hakk’ı, Hakk’ın Kendini idrak ettiği vech ile idrak edemez. Ve
O’na duyduğu gereksinimle kendini var edenden ayrı olduğunu bilse bile, bu perde
[hicab] hiçbir zaman kalkmaz. Çünkü alem, Hakk’ın varlığı olan Zatî varlığın
zorunlu oluşunu tadamaz ve O’nu sonsuza dek idrak edemez. Bu demektir ki, Hak
Teala; hâdis olanın onda (yani, zatî zorunlulukta) yeri olmamasından dolayı,
deneyimleme [zevk] ve şuhud ilmiyle sonsuza dek bilinemez olarak kalır.
İmdi Allahu Teala’nın Âdem’i “İki Eli” arasında cem etmiş olması, onu
şereflendirmek içindi. Bundandır ki, Hak Teala İblis’e, “İki Elimle yarattığıma secde
etmekten seni alıkoyan nedir?” [Sâd Suresi, 38/75] buyurdu — ki Âdem, Hak
Teala’nın İki Eli’ne karşılık gelen iki suretin, yani alemin suretiyle Hakk’ın suretinin
cem olmaklığından başka bir şey değildir. İblis ise ancak alemin bir parçası
olduğundan, bu cem’iyet onda ortaya çıkmadı. Ve Âdem, bu vasfından dolayı halife
oldu. Eğer halife kılındığı şeyde, kendisini halife kılanın suretiyle zahir olmasaydı,
kendisine halifelik verilmezdi. Ve eğer, üzerlerine halife kılındığı ve (bundan dolayı)
kendisine dayanıyor olan uyrukların bütün talebleri kendinde bulunmasaydı ve
onların taleplerini karşılayacak durumda olmasaydı, onlar üzerine halife olmazdı.
Böyle olunca kendisine muhtaç olanların tümünü birden kendinde barındırması
kaçınılmazdır. Değilse, onların üzerine halife olamaz. Bu takdirde halifelik ancak
İnsan-ı Kâmil için geçerlidir. Ve Hak Teala, İnsan-ı Kâmil’in zahirî suretini alemin
hakikatlerinden ve suretlerinden ve batınını da Kendi suretinden inşa etti. Ve bunun
için İnsan-ı Kâmil’e ilişkin olarak, “Ben onun görmesi ve işitmesi olurum” dedi;
“gözü ve kulağı olurum” demedi ve böylece iki sureti birbirinden ayırdı.
Ve böylece o (yani, Halife), alemdeki her varlıkta, bu varlığın hakikatinin talep
ettiğincedir. Ama, Halife’den başka (Hakk’ın suretiyle, alemin suretini) cem edici
olan yoktur ve o da bu cem’iyete sahip olmaklığı ile üstün oldu. Eğer Hakk’ın
mevcudatta (ilahi) suret yoluyla yayınımı olmasaydı, alemin varlığı sözkonusu
olmaz ve aynı şekilde, küllî olan akılla-kavranabilir hakikatler için olmasaydı, aynî
varlıklarda bir hüküm zahir olmazdı. Ve bu hakikat dolayısıyladır ki, alemin kendi
varlığı için Hakk’a gereksinimi olduğu kesinlenmiş oldu.
Herşey müftekir; müstağni olan yok...
Durum budur, sözün gerçeği
Anarsam Tek, Müstağni olan diye
Anlarsın kimden söz ettiğimi
Herşey birbirine bağlı, kaçacak yer yok
Öyleyse anlayıver sözlerimi...
Artık Âdem’in, kendi zahirî sureti olan bedeninin ortaya çıkışındaki hikmeti (yani,
Âdem’in bedeninin alemin hakikatlerinden ve suretlerinden inşa olunmasının, bir
halife olarak, alemin muhtaç olduğu her şey ile kaim olması gerekliliğinden dolayıolduğunu) öğrendiğin gibi; Âdem’in, kendi batınî sureti olan ruhunun ortaya
çıkışındaki hikmeti de (yani, Âdem’in batınî suretinin Hakk’ın sureti üzre inşa
olunup, O’nun işitmesi ve görmesi olduğunu) öğrenmiş oldun. Ve bildin ki o, hem
halk hem de Hak’tır. Ve onun –kendisiyle Halifeliği hak ettiği– herşeyi birleyici
[mecmu] olan rütbesini de bildin. Âdem kendisinden bütün bir insan türünün
yaratıldığı bir-olan nefs’tir [nefs-i vahid]. Ki Hak Teala şöyle buyurmaktadır: “Ey
insanlar, sizi bir tek nefsten yaratıp, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar çıkaran Rabbinizden sakının!” [Nisa Suresi, 14/1]. O’nun,
“Rabbinizden sakının” sözü şu anlama gelir: “Sizden zahir olanı Rabbiniz için
korunak [vikaye] kılın, ve sizin için batın olanı da, ki o Rabbinizdir, zahiriniz için
korunak kılın.” Ve, gerçekte iş, yergi ve hamddır. Ve (senden zahir olan yerilesi
fiillerini Hakk’a izafe etmeyerek) yergiye korunak ol ve hamd ile O’nu kendine
korunak kıl ki, ilim ve edeb sahiplerinden olasın.
Sonra, Allahu Teala, Âdem’e ne verdiyse kendisine gösterdi. Ve Âdem’e verdikleri
İki Eli arasındaydı. Bir elinde alem ve öbür elinde de Âdem ve herbiri kendi
mertebesinde bulunan onun soyundan gelenler vardı. Ve Allahu Teala, ilk
büyükbabamıza verdiği şeyi, bana kendi sırrımda gösterdi; ben de bu kitapta, bana
getirilen sınırları gözeterek (bu gördüklerimi) yazdım, yoksa (gördüklerim)
hakkında bütün bildiklerimi değil. Çünkü bunlar ne bu kitaba, ne de şu an varolan
aleme sığar. Bu kitapta, müşahede ettiğim şeyleri, Resulallah’ın –salat ve selam onun
üzerine olsun– bana getirdiği sınırlar içerisinde kaleme aldım. Ve kitabımı, ilki bu
“Âdem Kelimesindeki İlahi Hikmet” bölümü olmak üzere, şu bölümlere ayırdım:
Şit Kelimesindeki Nefes Hikmeti, Nuh Kelimesindeki Subbuhiyye Hikmeti, İdris
Kelimesindeki Kuddusiyye Hikmeti, İbrahim Kelimesindeki Müheyyemiyye
Hikmeti, İshak Kelimesindeki Hakkiyye Hikmeti, İsmail Kelimesindeki Aliyye
Hikmeti, Yakub Kelimesindeki Ruhiyye Hikmeti, Yusuf Kelimesindeki Nuriyye
Hikmeti, Hud Kelimesindeki Ahadiyet Hikmeti, Salih Kelimesindeki Fütuhiyye
Hikmeti, Şuayb Kelimesindeki Kalbiyye Hikmeti, Lut Kelimesindeki Melkiyye
Hikmeti, Üzeyir Kelimesindeki Kaderiyye Hikmeti, İsa Kelimesindeki Nebeviyye
Hikmeti, Süleyman Kelimesindeki Rahmaniyye Hikmeti, Davud Kelimesindeki
Vücudiyye Hikmeti, Yunus Kelimesindeki Nefsiyye Hikmeti, Eyyub Kelimesindeki
Gaybiyye Hikmeti, Yahya Kelimesindeki Celaliyye Hikmeti, Zekeriya Kelimesindeki
Malikiyye Hikmeti, İlyas Kelimesindeki İnasiyye Hikmeti, Lokman Kelimesindeki
İhsaniyye Hikmeti, Harun Kelimesindeki İmamiyye Hikmeti, Musa Kelimesindeki
Ulviyye Hikmeti, Halid Kelimesindeki Samediyye Hikmeti ve Muhammed
Kelimesindeki Ferdiyye Hikmeti..
Ve herbir hikmetin bulunduğu bölüm, bu hikmetin nisbet olunduğu Kelime’dir.
Dolayısıyla bu kitapta, Ana Kitab’ın [ümmü’l kitab] getirdiği sınırlar içerisinde,
kendimi bu bölümlerde yazmış olduklarımla sınırladım. Ve ancak bana gösterilene
uydum ve bana çekilen sınırda durdum. Eğer daha fazlasını yapacak olsaydım buna güç yetiremezdim çünkü Hazret bunu yapmaktan alıkoyar. Başarı Allah’ındır ve
O’ndan başka Rabb yoktur.
ŞİT KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NEFESİYYE
Bil ki, alemde –kulların aracılığıyla olsun veya olmasın– zahir olan hediyeler ve
bağışlar iki kısma ayrılır: İlki Zat’tan gelen bağışlar [ataya-yı zatî], diğeri ise
İsimler’den gelen bağışlardır [ataya-yı esmaî] ve bunlar zevk ehli indinde birbirinden
farklıdır. Bu bağışlar, özgülenmiş veya özgülenmemiş bir dileyiş üzerine verildiği
gibi, herhangi bir dileyiş olmaksızın verilen bağışlar da vardır — ve gerek Zat’tan
gelen [zatî] bağışlar ve gerekse İsimler’den gelen [esmaî] bağışlar için olsun, bu
böyledir. Özgülenmiş bir şey isteyen kişi, hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle
der: “Ya Rabb bana şunu ver!” Özgülenmemiş bir şey isteyen kişi ise, yine hatırına
başka bir şey getirmeksizin şöyle der: “Ya Rabb, varlığımın lâtif ve kesif herbir
parçasına benim için hayırlı olduğunu bildiğin şeyi ver!”
Ve dileyişte bulunanlar iki sınıftır: Bir sınıfı, insanın doğasında bulunan acelecilikle
bir şey dilemeye davranır. Bu, insanın aceleci bir yaratılışta olmasındandır. Ve diğer
sınıfı da, Allah’ın indinde, halihazırda İlahi İlim’de bulunan ve istenmedikçe elde
edilemeyecek olan pek çok şey olduğu yolundaki bilgileriyle bir şey dilemeye
davranarak şöyle derler: “Umulur ki, Hak’tan dileyişte bulunduğumuz şey bu
türdendir.” Böylelikle, bu kimse, dileğinin gerçeklenme imkanı konusunda
ihtiyatlıdır. Allah’ın ilminde olanı ve (kendisinin bu ilimden) neyi kabul etmeye
istidadı olduğunu bilmez. Çünkü, içinde bulunulan herbir anda, kişinin kendi
istidadını bilmesi, bilgi olarak en zor bilgilerden biridir. (Ama her ne kadar istidadını
bilmese de) eğer istidadı, dilemeye yöneltmeseydi, dilekte bulunmazdı.
Huzur Ehli olanlar da tıpkı onlar gibi bilmezler; bunu (yani, istidatlarını), olsa olsa
bulundukları an içerisinde bilirler. Huzurda olmaklıklarıyla, Hakk’ın o anda
kendilerine ne verdiğini ve verileni almalarının ancak buna istidatları olmalarından
dolayı olduğunu bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabul ettiklerinden doğru
istidatlarını bilirler; ve diğerleri de neyi kabul ettiklerini istidatlarından doğru
bilirler. Bu da, bu sınıfta istidadın bilinmesinde, olabilecek olanın en eksiksizidir. Ve
bu sınıftan kimileri vardır ki, acelecilikten ve dileyişin kabul edilebilir olmasından
değil, ancak Allahu Teala’nın, “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” [Mü’min
Suresi, 40/60] yolundaki emrine uymak için dileyişte bulunurlar. Ve böylesi bir
kimse, katıksız kuldur. Ve bu şekilde dileyişte bulunan kimsede, dilediği şeye ilişkin
–bu şey ister özgülenmiş, ister özgülenmemiş olsun– herhangi bir himmet yoktur.
Onun himmeti ancak efendisinin buyruklarına uymaya yöneliktir. Eğer hali bir
dileyişte bulunmayı gerektirirse, kulluğu diler; ve Allah’a havale etmeyi ve sessizliği gerektirdiğinde de, Eyyub ve diğerlerinde olduğu gibi sessiz kalır ve Allah’tan,
başına getirdiği şeyi gidermesi yolunda bir dileyişte bulunmaz. Başka bir zamanda,
(bulundukları hal) bu başlarına gelen şeyin giderilmesini gerektirdiğinde, dileyişte
bulunurlar ve Allah bunu onların başından giderir.
Dilenen şeyin bir an önce yerine gelmesi veya gecikmesi, Allah’ın takdirine kalmış
bir şeydir. Eğer zamanında dileyişte bulunulmuşsa, dilek hemen kabul olunur ve
eğer zamanı henüz gelmemişse, ister bu dünyada olsun ister ahirette, dilenen şeyin
kabul olunması gecikir; yoksa geciken Allah’ın “lebbeyk” biçimindeki icabeti
değildir. Bunu anla.
Ve ikinci kısma (yani, Allah’ın bağışlarının ikinci kısmına) gelince, bunlar dediğimiz
gibidir, bu bağışlar herhangi bir dileyişte bulunulmuş olmaksızın –yani dile
getirilmiş bir dilekte bulunmaksızın– verilirler. Çünkü, aslına bakılırsa (bir bağışın
verilebilmesi için) söz, hal veya istidat yoluyla dilenmiş olması kaçınılmazdır.
Nitekim (sözle dileyişte bulunmaksızın verilmiş olan bağış nasıl ki sözle
kayıtlanmamış olduğu halde, hal ve istidat ile kayıtlanmışsa, verilen bu bağışa
karşılık olarak edilen) hamd, dile getirilmekliğinde kayıtlanmamıştır; ama manada
bu hamdın halle kayıtlanmaması imkansızdır. Seni Allah’a hamdetmeye yönelten
şey; hamdını, ya Allah’ın fiillerine ilişkin bir İsim [ism-i fiil] ya da (“Subbuh” ve
“Kuddüs” gibi bir) Allah’ın aşkınlığına ilişkin bir İsim [ism-i tenzih] yoluyla kayıtlar.
Kul kendi istidadının farkında değildir, ama halinin farkındadır, çünkü (kişi) kendini
(bir şeyi dilemeye) neyin yönelttiğini bilir ve bu da (kendi bulunduğu) haldir. İstidat,
dilemenin en gizli olanıdır.
Ve, Allah’ın kendileri hakkında öncel bir hükmü olduğuna ilişkin ilimleri, ancak bu,
onları (yani, sözle dileyişte bulunmayanları) dileyişte bulunmaktan alıkoyar.
Dolayısıyla onlar, Hak’tan gelen şeyin kabulü için mahallerini hazırladılar ve
nefslerinden ve garazlarından geçtiler. Ve onlar arasında; Allah’ın, bütün hallerine
ilişkin olarak kendileri hakkındaki bilgisinin, mevcudiyetlerinden önce değişmez
ayn’larında [ayan-ı sabite] bulunuyor oldukları hal üzre olduğunu ve Hakk’ın
onlara, ancak kendi aynlarının O’na verdiği şeyi verdiğini bilenler vardır. Ve onlar
Allah’ın ilminin kendilerinde nereden ortaya çıktığını bilirler. Ve Ehlullah arasında
bu sınıftan daha üstün ve keşfi daha açık bir sınıf yoktur. Ve gerçekte bunlar kader
sırrını kavramışlardır.
Bu (kader sırrını kavramış olan) sınıf da kendi arasında ikiye ayrılır: Bunlardan bir
kısmı kader sırrını ayrıntılanımsız [mücmel] olarak bilirken, diğer kısmı da
ayrıntılanımlı [tafsil] olarak bilir. Kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilenler,
ayrıntılanımsız olarak bilenlerden daha üstün ve daha eksiksizdir. Çünkü kader
sırrını ayrıntılanımlı olarak bilen kişi, Allah’ın –ister ilim olarak kendisinin Allah’a
verdiği şeyi Allahu Teala’nın kendisine bildirmesiyle olsun, isterse Allahu Teala’nın, kendi ayn’ını bütün sonsuz hallerinin birbirini izleyişi içerisinde kendisine
açımlamasıyla [keşf] olsun– kendisine ilişkin olarak ne bildiğini bilir. Bu kişi, daha
üstündür. Böylesi bir kimse kendini, Allah onu nasıl biliyorsa, öyle bilir — çünkü
ilmin kaynağı birdir. Ne var ki, kul açısından kendine ilişkin ilmi Allah’ın bir
lütfundan başka bir şey değildir ve bu lütuf da değişmez ayn’ının halleri
cümlesindendir. Böylesi bir keşf sahibi olan kişi, Allah ona kendi değişmez ayn’ının
hallerini gösterdiğinde bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu bilir. Çünkü, Allah ona,
kendisi üzerinden varlık suretinin ortaya çıktığı değişmez ayn’ını gösterdiğinde;
bunu, Hakk’ın değişmez aynları yokluk [adem] hallerinde görmesi gibi göremez.
Çünkü bunlar (yani, yokluk halindeki değişmez olan aynlar) zatî nisbetlerdir ve zatî
nisbetlerin sureti yoktur. Eğer bütün bunlar anlaşılacak olursa, diyebiliriz ki, (ayn-ı
sabitenin gerek Hakk’a ve gerek kula aynı ilmi vermesiyle sözkonusu olan) ilimdeki
bu denklik, Allah’ın kula yönelik lütfu sonucunda ortaya çıkar (yani, Hak ile kul
arasındaki ilimdeki denklik, ancak ayan-ı sabite suretlerinin İlahi İlim’de ortaya
çıkmasından sonradır). Bundandır ki Allahu Teala, “..ta ki bilelim” buyurmuştur
[Muhammed Suresi, 47/31]. Ve bu, anlamı kesin bir sözdür ve bu meşrebden
olmayanların (yani, gerçek tevhidi deneyimlememiş olanların) sandığından son
derece farklıdır. Tenzih edicinin amacı, ilimdeki sonradan olmaklığı (ilmi Zat’tan
ayırarak) ilme ilişkilendirmektir. Eğer ilmi Zat’a bir eklenti olarak ortaya
koymasaydı, bu meselede kendi aklî gücünü en üst düzeyde kullanmış olurdu. Ama
Zat’a değil, ilme ilişkilendirdi. Ve böyle yapmamış olmakla, keşf ve şuhud sahibi
olan gerçekleyici [muhakkik] ehlullahtan ayrıldı.
Şimdi bağışlara dönelim: Bunlar, ya Zat’tan (yani, zat-ı uluhiye’den) veya İlahi
İsimler’dendir. Zat’tan gelen bağış ve hediyeler ancak ilahi tecelli yoluyla gelir ve
Zatî tecelli, ancak kendisine tecelli olunanın istidadı suretinde olur, bunun dışında
Zatî tecellinin olması sözkonusu değildir. Kendisine tecelli olunan kişi, Hakk’ın
aynasında kendi suretinden başkasını görmez; ve Hakk’ı görmez. Ve kendi suretini
ancak Hakk’ın aynasında gördüğünü bilse bile, tıpkı zahirdeki ayna için sözkonusu
olduğu gibi, O’nu görmesi mümkün değildir. Aynaya baktığında, ve onda suretleri
gördüğünde, kendi suretini ve başka suretleri onun vasıtasıyla gördüğünü bilsen
bile, aynanın kendisini göremezsin. İmdi, Allahu Teala bu durumu, kendi Zatî
tecellisi için bir misal olarak sundu, öyle ki kendisine tecelli olunan O’nu bilsin diye.
Ve görüm [rü’yet] ve tecelliye bundan daha yakın olabilecek bir misal yoktur.
Aynada kendine baktığında, aynanın kendisini görmeye çalış, hiç kuşkusuz onu
hiçbir zaman göremezsin. Bu “aynadaki suret” misalini anlayan bazı kimseler,
görülen suretin, görenin gözüyle ayna arasında olduğunu düşündüler. Bu onların
ilim olarak varabildikleri şeyin son noktasıdır. Ve iş, bizim söylediğimiz gibidir ve
biz bunu Fütühat-ı Mekkiye’de açıklamıştık. Ve sen bunu deneyimlediğinde,
yaratılmış olan için daha bir üstü olmayan amacı deneyimlemiş olursun. Böyle
olduğundan dolayı, bu derecelerden daha yükseğine ilerlemeye tamah etme ve
kendini yorma! Bundan ötesi hiç bir zaman olmuş değildir ve bundan sonrası
katıksız yokluktur. İmdi, O, nefsini görebilmen için sana bir aynadır; ve sen de –hiçbir şekilde O’nun kendisinden başka bir şey olmayan– İsimlerinin hükümlerinin
zuhurunu müşahedesinde O’na bir aynasın.
Ve böylece, iş karışık ve içinden çıkılmaz hale gelir. İçimizden bazıları, bu konudaki
bilgisizliklerini kabullenerek, “İdrakı idrak etme konusundaki acz, idrakın
kendisidir” dediler. Ve aramızda bilenler ve böyle söylemeyenler vardır; ve bu,
sözün en iyisidir. Bilgi, bu kimselere acz değil, sessizliği vermiştir. Ve bu, Allah’a
ilişkin en yüce bilgidir ve bu bilgi ancak Hatem-i Enbiya ve Hatem-i Evliya için
sözkonusudur. Ve bu bilgiyi nebi ve resuller ancak Hatem-i Enbiya’nın kandilinin
nurundan görmüşlerdir. Hatta, hiç kuşkusuz, resuller bilgiyi ancak Hatem-i
Velayet’in kandilinin ışığından görürler, çünkü şeriat getirme risaleti ve nübüvveti
sona ermiştir, öte yandan ise velayet hiçbir zaman sona ermez. Ve resuller (aynı
zamanda) evliya olduklarından dolayı, sözkonusu bilgiyi Hatem-i Velayet’in
kandilinin ışığından görürler; böyleyken, nasıl olur da onlardan daha alt mertebede
olan evliyalar başka bir yerden alabilirler? Her ne kadar Hatem-i Evliya, Hatem-i
Enbiya’nın şeriatına bağlı ise de, bu durum onun makamını alçaltmaz ve ona ilişkin
inanışımızla da çelişmez. O, bir yanıyla aşağıda, bir yanıyla da üsttedir. Öne
sürdüğümüz bu şeyler şeriatımızın zahiri tarafından, Ömer’in Bedir’de ele geçirilen
esirler hakkındaki hükmünün üstünlüğünde ve hurma ağaçlarının aşılanması
meselesinde gösterildiği gibi, doğrulanır; o halde, kâmil kişinin her şeyde ve her
mertebede en önde olması zorunlu değildir. Ricalullah, ancak Allah’ı bilme
mertebelerinin yüceliğini dikkate alırlar; dünya hadiselerine gelince, bunlarla
kendilerini meşgul etmezler. Bu şekilde, sözünü ettiğimiz şey doğrulanmış oldu.
Nebi’nin (sav) verdiği örneğe gelince, nübüvvet, tuğladan örülmüş ve bir tuğlası
eksik olan bir duvar gibidir. Böylelikle Resul (sav), duvarı tamamlayan bu eksik
tuğla oldu. Ve Resul (sav), kendi söylediği gibi, bütün bir duvarda sadece tek bir
tuğlanın eksik olduğunu gördü. Ama Hatem-i Evliya için, Resul’ün gördüğünü
görmesi ve duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu görmesi kaçınılmazdır. Tuğlalar
altın ve gümüştendir ve Hatem-i Evliya duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu ve biri
altın ve biri de gümüş olmak üzere iki tuğlayla bu duvarın tamamlandığını görür. Ve
kendini bu iki tuğlanın boş yerini tastamam doldurduğu gördüğünden, bu iki eksik
tuğla ve duvarı tamamlayan olur. İki tuğla görmesinin sebebi, kendisinin zahirde
Hatem-i Enbiya’nın şeriatına bağlı olmasıdır ve gümüş tuğlanın yeri bu bağlılığı
simgeler ve (bu bağlılık) Hatem-i Evliya’nın zahiridir. Ne var ki bu zahirî suret
itibarıyla bağlı olsa bile, (bu zahirî olanın) sırrını doğrudan doğruya Allah’tan alır.
Çünkü işi, ne ise o olarak görür ve bu şekilde görmesi kaçınılmazdır. Ve bu durum
(yani, ilahi emri doğrudan doğruya Allah’tan alması) altın tuğlanın yerini simgeler
— resule vahiy getiren meleğin aldığı aynı kaynaktan almıştır. Eğer işaret ettiğim
şeyi anlarsan, senin için faydalı olacak bir bilgi elde etmiş olursun.
Âdem’den son Nebi’ye (sav) varıncaya dek bütün nebiler, ne almışlarsa, herhangi bir
istisna olmaksızın Hatem-i Enbiya’nın kandilinin nurundan almışlardır; yaratılmış bedeni sonradan gelse bile, hakikatı ile her zaman mevcuttur. Ve o şöyle demiştir:
“Âdem suyla balçık arasındayken, ben nebiydim.” Diğer nebilere gelince, onlar
ancak gönderildikleri zaman nebi oldular. Aynı şekilde Hatem-i Evliya da, Âdem
suyla balçık arasındayken veliydi ve geri kalan evliyalara gelince, ancak İlahi ahlâka
ilişkin olan velayet şartlarını yerine getirip bu ahlâk ile vasıflandıklarında, Allahu
Teala’nın onları “Veli” ve “Hamid” olarak adlandırmasıyla veli oldular.
Hatem-i Rusül’ün, velayeti yönünden, Hatem-i Velayet’e nisbeti, nebi ve resullerin
Hatem-i Velayet’e nisbeti gibidir. Ve gerçekte Hatem-i Rusül hem veli, hem resul,
hem de nebidir. Ve Hatem-i Evliya kaynaktan alan ve mertebeleri müşahede eden
vâristir. Ve o, şefaat kapısı açıldığında Âdemoğlu’nun efendisi ve nebilerin önde
geleni olan Muhammed’in (sav) güzelliklerinden bir güzelliktir. Ve Resul (sav),
efendi-olmaklığını (şefaat konusunda) özgülleştirdi ve bunu genellemedi. Ve, sadece
bu özgül halde, (Rahman İsmi’ne mazhar olmasından dolayı) İlahi İsimler üzerinde
öne geçti. Ve gerçekte, Rahman İsmi, Müntakim İsmi’nin mazharı olan bela ehli için,
ancak (başka) şefaatçıların şefaatından sonra şefaat etti. Ve Muhammed (sav) bu
özgül makamda efendi olmaklığıyla bütün hepsinin önüne geçti. Mertebe ve
makamları anlayan kimseler için, burada söylenen sözleri kabul etmek zor değildir.
İlahi İsimler’den gelen hediyelere gelince: bil ki, Allahu Teala’nın mahlukatına
verdikleri, O’ndan bir rahmettir ve bunların hepsi İlahi İsimler’den gelirler. Bunların
kimisi saf rahmettir — tıpkı bu dünyada temiz ve lezzetli olan ve Kıyamet Günü’nde
ayıpla lekelenmeyecek olan nimetler gibi; ve bunlar Rahman İsmi’nden gelirler.
Kimisi de, (acıyla) karışık rahmettir — tıpkı, içildikten sonra insanı rahatlatan acı bir
ilacın içilmesinde olduğu gibi. Ve bunlar da ilahi bağıştır. Ve gerçekte, ilahi bağışın,
İsimler’in yardımcılarından (yani, “Allah” ve “Rahman” İsimleri dışındaki bütün
diğer İlahi İsimlerden) bir yardımcı eliyle olmaktan başka bir yolla verilmesi
mümkün değildir.
Allahu Teala kimi zaman kuluna Rahman’ın iki eliyle bağışta bulunur. Böyle
olduğunda, bağış, o anda hoş gelmeyen veya istenen şeye uymayan veya buna
benzer her türlü karışımdan arınıktır. Ve kimi zamanlar Allahu Teala, bağışı,
Vasi’nin iki eliyle verir ve böyle olduğunda verilen bağış genel bir nitelik taşır. Veya
Hakîm’in iki eliyle verir ve böyle olduğunda O, en uygun düşeni verir. Veya Vahib
İsmi’nin iki eliyle vererek nimet verir ve bağışı alanın, bu verilen için şükretme veya
amelde bulunma yükümlülüğü yoktur. Veya Cebbar İsmi’nin iki eliyle verir ve böyle
olduğunda da kulun bulunduğu yere ve hale bakarak verir. Eğer içerisinde
bulunduğu hal cezayı gerektiriyorsa, onun bu halini örter veya eğer cezayı
gerektirmiyorsa, onu, cezayı gerektirecek halden korur — (ve cezayı gerektirecek
halden korunmuş) böylesi bir kimseye “masum,” “inayet olunmuş” ve “korunmuş”
ve benzeri isimler verilir. Veren, Kendindeki hazinelerin sahibi olmasından dolayı,
Allah’tır. Ve O, bağışı özgül İsminin [ism-i has] iki eliyle, bilinen kader [kader-i
malum] üzre dağıtır. Adil İsmiyle ve benzeri İsimlerle, her şeye halkını verir.Allah’ın İsimleri –her ne kadar İsimlerin Anaları veya İsimlerin Hazretleri olan sonlu
asıllara dönücü olsalar da– sonsuz sayıdadır. Çünkü bu İsimler kendilerinden ortaya
çıkan şeyle (yani, etkileriyle) bilinirler ve kendilerinden ortaya çıkan şeyler
sonsuzdur. Ve gerçekte varlıkta, İlahi İsimler olarak işaret edilen bütün bu nisbetleri
ve vasıflandırmaları kabul eden bir-olan-hakikatten [hakikat-ı vahid] başkası yoktur.
Ne var ki hakikat, bitimsiz bir şekilde (etkileriyle) zahir olan bir İsmin –diğer bir
İsim’den ayrışık olabilmesi için– belirli bir hakikati olmasını getirir ve bir İsmi
diğerlerinden ayrışık kılan bu hakikat, o İsmin ayn’ı olup, (bütün İsimler için)
kendisinde ortaklaşalık sözkonusu olan şeyin (yani, bir-olan-hakikatin) ayn’ı
değildir. Ve aynı şekilde, bir-olan-ayn’dan [ayn-ı vahid] olmalarına karşın, herbir
(ilahi) bağış kendi özgül niteliğiyle bütün diğerlerinden ayrışır. Bir bağışın diğeriyle
aynı olmadığı bilinen bir şeydir ve bunun nedeni İsimler’in birbirinden farklı
olmasıdır. Genişliğinden dolayı, İlahi Hazret’te hiçbir tekrar yoktur. Bu, kuşku
götürmez bir hakikattir.
Bu, Şit aleyhisselam’ın sahip olduğu ilimdir ve onun ruhu, bu konuda söz söyleyen
bütün (kâmil) ruhlara yardım eder. Sadece Hatem-i Evliya’nın ruhu bunun
dışındadır, çünkü Hatem-i Evliya’ya gelen yardım diğer ruhlardan değil, doğrudan
Allah’tandır ve tersine, bütün ruhlara yardım onun kendisinden gelir. Ve Hatem-i
Evliya bunun böyle olduğunu (yani, bütün ruhların maddesi olduğunu ve herhangi
bir aracı olmaksızın Allah’tan yardım ettiğini) unsurlardan oluşan bedeninin terkib
olunması sırasında kendi nefsinden akletmiş değildir. Kendi hakikati ve mertebesi
dolayısıyla bütün bunları kesinkes bilir, öte yandan unsursal terkibi yönünden
bunları bilmez. Aynı anda hem bilir, hem bilmez ve zıt niteliklerle nitelenmeyi kabul
eder, tıpkı aslın (yani, Huviyet’in) aynı şekilde, Celâl ve Cemâl, Zahir ve Batın, Evvel
ve Ahir olarak nitelenmeyi kabul ettiği gibi — ve O (bütün bu zıt nitelikleri kabul
etmekliğinde) Kendi varlığının ta kendisidir ve Kendisinden başkası değildir. İmdi,
Hatem-i Evliya (zatının hakikati ve unsursal terkibi dolayısıyla) bilir ve bilmez,
ariftir ve arif değildir, müşahede edicidir ve müşahede edici değildir.
Sahip olduğu bu ilimden dolayıdır ki Şit aleyhisselam’a bu isim verilmiştir ve “Şit”
(İbranice’de) “Allah’ın armağanı” anlamına gelir. Dolayısıyla, türleri ve nisbetleri
birbirinden farklı olan (ilahi) bağışların anahtarı onun elindedir. Ve gerçekte Allahu
Teala onu Âdem’e bir bağış olarak vermiştir ve bağışladığı ilk şey odur ve bu bağış
Âdem’in kendisindendir; çünkü oğul, babanın sırrıdır, ondan çıkar ve ona döner. Ve
anlayışını Allah’tan alan kimse için, bu ilahi hediye’de kendisine yabancı olan hiçbir
şey yoktur. Ve varoluştaki bütün bağışlar bu mecra üzeredir.
Ve hiç kimsede Allah’tan bir şey yoktur. Ve herbir kimsede, suretler ne kadar çeşitli
olursa olsun, kendi nefsinden gelenden başka bir şey yoktur. Bunu herkes bilmez ve
gerçekte iş böyledir. Bunu ancak ehlullah’tan olan Bireyler [Efrad] bilir. Ve bunu
bilen birini görürsen, ona bu konuda güven; böylesi bir kişi, ehlullahtan olanların seçkinlerinin en seçkinlerinin özüdür. Herhangi bir keşf sahibi, sahip olmadığı bir
bilgiyi veren bir suret ve bu bilgiyle daha önceden elinde olmayan bir şeyi
keşfederse, (üzerine tefekkür ettiği) bu suret kişinin kendisinden başkası değildir. Ve
kendi nefsinin ağacından kendi bilgisinin meyvelerini devşirir.
Aynı şekilde, kişinin, cilalanmış bir yüzeyde gördüğü sureti, kendisinden başkası
değildir. Her ne kadar kendi suretini gördüğü mahal veya düzlem [hazret], bu
düzlemin hakikati doğrultusunda, suretin belli bir şekilde değişmesine neden olsa da
durum böyledir. Tıpkı büyük olan bir şeyin küçük bir aynada küçük, uzun olan bir
aynada uzun, hareket eden bir aynada hareketli görünmesi gibi ve bazen özel bir
düzlemden (alttaki bir yüzeye yukarıdan bakıldığında) suretin tersini, bazen de
kendisinden beliren şeyin aynısını verir. Ve bazen de suretin sağı, aynaya bakanın
sağına düşer. Ve bazen de suretin sağı, bakanın sol tarafına düşer; ki bu, daha sık
karşılaşılan bir durumdur. Bazen de alışıldığının tersine sağ sol tarafa düşer ve bu
durumda hayal ters görünür. Ve bunun hepsi, suretin belirdiği düzlemin hakikatinin
ihsanlarındandır ki, biz bu hakikatı ayna menzilesine indirerek, bu şekilde bir misal
olarak verdik. Her kim kendi istidadının bilgisine sahipse, alacağı şeyin ne olduğunu
da bilir, ama alacağı şeyin bilgisine sahip olan herkes, her ne kadar alacağı şeyi genel
olarak bilse bile, istidadının ne olduğunu ancak alacağını aldıktan sonra bilebilir.
Kurgusal düşünce [nazar] ehli olan bazı zayıf akıllılar, Allah’ın “dilediğini yapar”
olduğunu gördüklerinde, Allah’a ilişkin olarak, hikmete aykırı olan şeyi (yani, var
olanın yokedilmesi ve yok olanın varedilmesini) olabilir gördüler, halbuki iş böyle
değildir. Ve işte bunun için, bazı düşünürler, imkanın değillenmesine ve kendinden
ve bir dolayımla zorunlu olan varlığın kesinlenmesine saptılar.
Ve bizden tahkik ehli olanlar, gerçekte (katıksız varlık ile katıksız yokluk arasında
olan) imkanı kesinlerler ve onun düzlemini [hazret] bilirler; mümkünün ne
olduğunu, bir şeyin mümkün olmaklığının nereden olduğunu, ve mümkünün
kendisinin ancak başkası yoluyla zorunlu olduğunu ve kendisini zorunlu kılana
“başkası” isminin verilmesinin hangi bakımdan doğru olduğunu bilirler. Bunu
ayrıntılanımlı olarak ancak Allah’a ilişkin ilme sahip olanlar bilir.
İnsan türünden doğan son insan, Şit’in izinde olacak ve onun sırlarını taşıyacaktır.
Ve artık ondan sonra herhangi bir çocuk dünyaya gelmeyecektir. Ve gerçekte o
çocukların sonuncusudur. Onunla birlikte dünyaya gelen kızkardeşi, ondan hemen
önce doğar. O da başı, kızkardeşinin ayaklarına değiyor olarak, kızkardeşinin hemen
ardından doğar. Bu çocuk Çin’de doğacak ve bu ülkenin dilini konuşacaktır. Ve
erkeklerde ve kadınlarda kısırlık yaygınlaşacak, çocuksuz evlilikler çoğalacaktır.
Onları Allah’a çağırır ama kendisine uyan olmaz. Ve Allahu Teala onun ve onun
zamanındaki iman sahiplerinin canlarını aldığında, geri kalanlar hayvanlar gibi
olacaktır. Bunlar helali helal ve haramı da haram olarak bilmezler. Akıldan ve şeriattan tümüyle yoksun olarak tabiatın hükümlerine göre şehvetin güdümünde
hareket ederler. Ve Kıyamet onların üzerine kopar
NUH KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ SUBBUHİYYE
Bil ki, hiç kuşkusuz, hakikat ehline göre, Cenab-ı İlâhi’nin tenzihi, sınırlama ve
kayıtlamanın ta kendisidir. İmdi, tenzih eden kimse ya cahildir, ya da gereken
edebden yoksundur. Ama, böylesi cahil ve gereken edebden yoksun kişiler, tenzihi
mutlaklaştırıp bu şekilde konuşurlarken şeriatlar çerçevesinde tenzih edip, tenzihte
kalan, ve tenzihten başka (bir şekilde) görmeyen iman sahibi (de) gerçekte –
bilincinde olmaksızın– edebe aykırı davranır ve Hakk’ı ve Resulleri yalanlar.
Yaklaşımında isabetli olduğunu sanır, halbuki uzağa düşmüştür ve bu kimse, bir
kısmına iman edip bir kısmını inkar eden gibidir.
Gerçekte, ilahi şeriatların dilleri Hak’tan söylediklerinde, insanların geneli için
kavramların ilk anlaşılan anlamı üzere söylediler; özelde ise bu aynı sözler –hangi
dilde söylenmiş olursa olsunlar– o sözden çıkarılabilecek farklı anlamlar içerirler.
Hak, yaratılmış olan her şeyde zuhur etmekte olduğundan, bütün kavramlarda zahir
olan O’dur. Her anlaşılandan batın olan da O’dur — ve ancak, “Alem Hakk’ın sureti
ve huviyeti, ve O’nun Zahir İsmidir” diyen kimsenin anlayışından batın değildir.
Gerçekte Hak, mana yönünden, zahir olan şeyin ruhu olmasıyla batındır. Hakk’ın,
alemin suretlerinden zahir olan şeye nisbeti, yönetici ruhun surete nisbeti gibidir.
İmdi, insanın tanımında [had] –tanımı yapılan bütün diğer şeyler gibi– onun hem
zahiri hem de batını gözönüne alınır. Hakk’a gelince, O (bütün suretlerin zahiri ve
batını olduğundan) bütün bu tanımlar ile tanımlıdır. Ne var ki, alemin suretleri
(sonsuz sayıda olduklarından) zaptedilemedikleri gibi, kapsanamazlar da — ve
alemdeki herbir suretin tanımı, ancak bu suretlerden ortaya çıkan kadarınca
bilinebilir. İşte bunun içindir ki, Hakk’ın tanımı bilinmiyor olarak kalır. Hakk’ın
tanımı, ancak bütün suretlerin tanımının bilinmesiyle bilinebileceğinden ve bunun
olması da olanaksız olduğundan, Hakk’ın tanımlanması olmayacak bir şeydir.
Ve Hakk’ı tenzih etmeksizin teşbih eden kimse de hiç kuşkusuz Hakk’ı kayıtlayıp
sınırladı ve O’nu bilmedi. Ve Hakk’ı bilmekliğinde tenzih ve teşbihi cem eden ve
Hakk’ı bu iki vasıfla (yani, “zahir” ve “batın” ile) vasıflandıran kimse –nasıl ki kendi
nefsini ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık [icmal] yoluyla
biliyorsa– Hakk’ı da ayrıntılanmışlık yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık yoluyla bilir.
Çünkü alemdeki suretlerin kapsanamamasından dolayı, Hakk’ı bu iki vasıfla (yani,
zahir ve batın vasıflarıyla) ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla vasıflandırmak
olanaksızdır. Ve bunun içindir ki, Nebi (sav) Hakk’ın bilinmesini nefsin bilinmesine
bağlayarak, “Nefsini bilen, hiç kuşkusuz Rabbini bildi” buyurdu. Ve Hak Teala da
şöyle buyurdu: “Yakında, O’nun Hak olduğu onlara apaçık olana kadar, ayetlerimizi
ufuklarda..” –ve ufuklar senin dışında olanlardır– “..ve nefslerinde..” –ve bu da senin kendindir– “..onlara gösteririz” [Fussılet Suresi, 41/53]. Bu, senin Hakk’ın sureti
olman ve O’nun senin ruhun olması dolayısıyla böyledir. İmdi sen, O’nun için
cismani bir suret gibisin; ve O, senin için cesedinin suretini yöneten ruh gibidir. Ve
tanım, senin hem zahirini hem de batınını kapsar. Çünkü geri kalan suret, kendisini
yöneten ruh kendisinden ayrıldığında, insan olarak baki kalmaz; fakat bu suret
hakkında, “o, insan suretine benzer bir surettir” denilir. Dolayısıyla bu suret ile,
ağaçtan ve taştan yontulmuş olan insan sureti arasında fark yoktur; ve bu surete
“insan” ismi genellemesi hakikat ile değil, mecaz iledir.
Ve Hakk’ın (batın olmaklığıyla) alemin suretinden zevali asla mümkün değildir.
Böyle olunca, Hak için uluhiyet tanımlaması –diri olduğundaki insanın tanımı gibi–
hakikat iledir, mecaz ile değil. Ve insanın suretinin zahiri, kendisini yöneten ruhuna
ve nefsine, kendi diliyle nasıl senâsını dile getirirse; aynı şekilde Allahu Teala da
alemin suretini Hakk’ı hamdetmekle tesbih edici kıldı. Ne var ki biz, alemdeki
suretleri kuşatamadığımızdan, onların tesbihini idrak edemeyiz. Böyle olunca,
alemin suretlerinin hepsi Hakk’ın dilleri olup, Hakk’ın hamdını dile getirirler. Ve işte
bunun içindir ki, “Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” [Fatiha Suresi,
1/1] dediler. Ki bu, hamdın sonuçları O’na döner, demektir. Dolayısıyla, senâ eden ve
senâ edilen ancak O’dur.
Yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
Yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
Hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
Dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
İmdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
Ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
Eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
Ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
İmdi, sen O değilsin ve sen O’sun;
Ve sen O’nu şeylerin ayn’ında
Kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu Teala, “O’nun benzeri hiç bir şey yoktur” [Şura Suresi, 42/11] diyerek tenzih
etti; “O, Semi ve Basir’dir” [Şura Suresi, 42/11] diyerek teşbih etti. Ve Allahu Teala,
“O’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi [tesniye]; “O, Semi
ve Basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı [ifrad].
Eğer Nuh, kavmi için (bu) iki daveti birleştirseydi, elbette kavmi kendisine icabet
ederdi. Böyle olunca, onları apaçık olarak davet etti ve sonra gizleyerek [israren]
davet etti. Sonra onlara, “Rabbinize tövbe edin ki, muhakkak O bağışlayıcıdır” [Nuh
Suresi, 71/10] dedi. Ve Nuh, “Ya Rabb, ben kavmimi gece-gündüz davet ettim, bu davetim onları kaçırmaktan başka bir işe yaramadı” [Nuh Suresi, 71/6] dedi.
Nuh, kavmi hakkında; kendi davetine uymalarının neyi gerektirdiğini
bildiklerinden, yaptığı daveti duymazlıktan geldiklerini söyledi. Böyle olunca Allah’ı
bilenler, Nuh’un kendi kavmini yergi diliyle övmekle neye işaret ettiğini bildiler; ve
Nuh’ta Furkan olduğu için, onun davetine uymadıklarını da bildiler. Çünkü emr
(yani, varlığın kendisi) Kur’an’dır, Furkan değil. Ve Kur’an’da bulunan kimse,
Kur’an içinde olduğundandır ki Furkan’a yönelmez; çünkü Kur’an, Furkan’ı içerir.
Bundandır ki, Kur’an ancak Muhammed’e (sav) ve ümmetlerin en hayırlısı olan
onun ümmetine özgü kılındı. Ve Muhammed (sav), “O’nun benzeri yoktur” diyerek,
tenzih ve teşbihi tek bir şeyde cem etti. İmdi, eğer Nuh, kavmine böylesi bir ayet
getirseydi, ona uyarlardı. Çünkü tek ayette, hatta belki ayetin yarısında teşbih ve
tenzih etti. Nuh aleyhisselam ise, gayb olan akılları ve ruhaniyetleri dolayısıyla
kavmini geceleyin (batın’a) davet etti; ve aynı şekilde, zahir olan suretleri ve
bedenleri dolayısıyla onları gündüzün (zahir’e) davet etti — ve davette, “O’nun
benzeri yoktur” gibi cem etmedi. Böyle olunca, onların batınları bu Furkan’dan
nefret etti ve onların kaçıp uzaklaşmalarını artırdı.
Sonra Nuh (Hakk’a hitaben) kavmini, Hakk’ın Kendini onlara açımlamaklığına [keşf]
değil, Hakk’ın onları Kendisiyle örtmekliğine [gafr ve setr] davet etmiş olduğunu
kendinden bildirdi. Ve onlar, Nuh’tan bunu anladılar. Bunun için, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine büründüler — bütün bunlar, davet olundukları
örtmenin [setr] suretidir. İmdi, onlar Nuh’un davetine söz ile değil, fiil ile uydular.
Halbuki, “O’nun benzeri yoktur” ayet-i kerimesinde benzerin hem kesinlenmesi
[isbat], hem de değillenmesi [nefy] vardır. Ve işte bunun için (yani, fark ve cemi,
tenzih ve teşbihi birleyici olduğundan) Resulallah Efendimiz (sav) kendisine bütün
kelimelerin verildiğini bildirdi. İmdi, Muhammed (sav) kavmini geceleyin ve
gündüzün davet etmedi. Belki onları gündüzde geceye ve gecede gündüze davet etti.
İmdi Nuh, (istiğfar ile maksud olan) hikmetinde kavmine şöyle dedi: (eğer siz, aklî
tenzihin gereği üzere bana uyarsanız) “Hak Teala, üzerinize gökten yağmur
gönderir..” –ve (bu yağmurlar) manalara ilişkin aklî marifet ve varsayımsal
kurgulamadır [nazar-ı itibarî]– “..ve size mallar ile..” –yani sizi O’na meylettiren şey
ile– “..yardım eder” [Nuh Suresi, 71/12]. İmdi, sizi Kendisine meylettirdiği zaman,
O’nda suretinizi görürsünüz. Böyle olunca, içinizden, hiç kuşkusuz O’nu gördüğünü
tahayyül eden kimse, arif değildir, olmamıştır; ve sizden hiç kuşkusuz nefsini
gördüğünü bilen kimse ariftir. İşte bunun için, insanlar “Allah’ı bilenler” ve “Allah’ı
bilmeyenler” olarak iki kısma ayrıldı. Ve “çocuğu” [Nuh Suresi, 71/21], (Allah’ı
bilmeyenlerin) düşünsel kurgulamasının vardığı sonuçtur; ve iş, (ilahi) ilmin
müşahedesine dayandığı için, düşünsel kurgulamanın sonuçlarından uzaktır, “olsa
olsa ziyandır” [Nuh Suresi, 71/21]. İmdi, “onların ticaretleri kazanç getirmedi ve
onlar doğru yola dönmediler” [Bakara Suresi, 2/16]. İmdi, kendi mülkleri (yani, kendi düşünsel kurgulamaları sonucunda elde ettikleri
ilimleri) olduğunu tahayyül ettikleri herşeyi yitirdiler. Ve Hak Teala (mülke ilişkin
olarak) Muhammedî olanlara, “Allah’ın sizi üzerine halife kıldığı şeylerden sarfedin”
[Hadîd Suresi, 57/7] dedi. Ve Nuh’a ve Nuh ümmetinden olanlara, “Benden başka
vekil tutmayın” [İsra Suresi, 17/2] dedi. Dolayısıyla, Nuh ümmetinden olanlar için
mülke sahip olmaklığı ve Allah’ın bu mülke vekil olmaklığını kesinledi.
Muhammedîler ise, mülk üzerinde halife kılınmışlardır, dolayısıyla Allah hem
mülkün sahibi hem de onların vekilidir ve onlar mülke ancak halife olmaklıkları
bakımından sahiptirler. Böylelikle –Tirmizi’nin dediği gibi– Hak, Mülkün Meliki’dir.
(Ve, Nuh’un davetine karşı,) “büyük hileyle aldattılar” [Nuh Suresi, 71/22]. Çünkü
Allah’a davet, davet edilene hiledir. Çünkü O, (davet olunanın) bir öncesinde yok
değildir ki, (davet olunan,) bir sonraya davet edilsin. “Allah’a davet ediyorum!”
[Yusuf Suresi, 12/108] — işte bu, hilenin ta kendisidir. Ama Nebi (sav) bunun
“basiret üzerine” [Yusuf Suresi, 12/108] bir davet olduğunu söyleyerek bütün her
şeyin (yani, davet eden kişinin gözünde; davet eden, davet edilen, kendisine davet
olunan ve kendisinden davet edilenin tek olup, bütün bunların) Allah’a mahsus
olduğunu tenbih etti (böylelikle, Muhammedî davet Furkan’a/fark’a değil,
Kur’an’a/cem’e olduğundan dolayı bir hile değildir). Böyle olunca, Nuh onları
hileyle davet ettiği gibi, onlar da (bu davete) hileyle uydular. Ve Muhammedî olan
geldiğinde, bildi ki hiç kuşkusuz Allah’a davet, O’nun Huviyeti dolayısıyla değil,
ancak İsimleri dolayısıyladır (yani, davet Celal İsminden Cemal İsmine doğrudur).
Bundandır ki Hak Teala, “Biz o gün itaat edenleri güruhlar halinde Rahman’a doğru
bir araya toplarız” [Meryem Suresi, 19/85] buyurarak, (ayetin Arapça yazılışındaki)
bir şeye doğru olmaklık anlamına gelen “ila” ön-ekini, İsim’e (yani, Rahman İsmine)
bitiştirdi. Öyleyse, biz bildik ki, alem (rububiyet yönünden) itaat edenlerin itaatkar
olmalarını gerektiren bir İlahi İsmin (yani, “Cebbar” İsminin) kuşatması altındadır.
İmdi, hilelerinde, “İlahlarınızı terk etmeyin; ve Vedd’i ve Süva’yı ve Yeğus’u ve
Yauk’u ve Nesr’i de terk etmeyin” [Nuh Suresi, 71/23] dediler. Eğer ilahlarını
terketmiş olsalardı, ilahlarını terk ettikleri ölçüde Hak’tan cahil olurlardı — çünkü
Hakk’ın herbir ibadet olunanda bir vechi vardır. Bunun böyle olduğunu, bilen bilir
ve bilmeyen bilmez. Ve Hak Teala Muhammedî olanlara şöyle buyurdu: “Senin
Rabb’in ancak O’na ibadet etmenize hükmetti” [İsra Suresi, 17/23].
İmdi, ilim sahibi olan, ibadet olunanın kim olduğunu ve hangi surette zahir olduğu
için kendisine ibadet olunduğunu bilir. Ve, hiç kuşkusuz ayrımlama [tefrik] ve
çokluk [kesret] beşerin duyumsanabilir suretindeki uzuvların ve ruhani suretindeki
manevi yetilerin çokluğu gibidir. Böyle olunca, herbir ibadet olunanda Allah’tan
başkasına ibadet olunmadı. Dolayısıyla kulun aşağı düzeyde olanı, onda uluhiyet
tahayyül eden kimsedir. Eğer bu tahayyül olmasaydı, taşa ve ondan başkasına ibadet
olunmazdı. Ve işte bunun için Hak Teala şöyle buyurdu: “De ki: tapındıklarınızı isimlendirin” [Ra’d Suresi, 13/33]. Bunu yapacak olsalardı, ibadet ettikleri şeyleri
“taş,” “ağaç” ve “yıldız” olarak isimlendirirlerdi. Ve eğer onlara, “Kime ibadet
ettiniz?” denilse, “bir ilaha” derlerdi — “Allah’a” ve “İlah’a” demezlerdi.
Ve kulun yücesi, onda uluhiyet tahayyül etmeyip, buna (diğer her şey gibi) bir ilahi
tecelli mahalli olmaklığıyla hürmet edilmesi gerektiğini söyleyerek, uluhiyeti ona
özgü kılmaz. Tahayyül sahibi olan aşağı düzeydeki kul ise, “Biz bunlara Allah’a
yakınlığımızı artırsınlar diye taparız” [Zümer Suresi, 39/3] der. Ve yüce olan kul
şöyle der: “Sizin ilahınız ancak tek ilahtır..” –dolayısıyla, nerede zahir olursa– “..O’na
boyun eğin. O alçakgönüllü kimselere..” –yani, tabiat ateşi sönmüş olanlara–
“..müjdele!” [Hac Suresi, 22/34]. İmdi onlar (yani, tabiat ateşi sönmüş olanlar), “ilah”
dediler ve “tabiat” demediler. Nuh kavminden olanlar ise “birçoğunu dalalete
düşürdüler” [Nuh Suresi, 71/25], yani, onları, Bir [vahid] olanın vecihleri ve
nisbetlerinin çokluğu yoluyla hayrete düşürdüler. Ve Kitab’a vâris kılınıp
seçilmişlerden olan, nefslerine “zulmedenler” çoğaltmadılar. Ve böylesi bir kimse,
üçün ilkidir — ve Hak onu, “orta yolu tutan” ve “öne geçen”den önce andı [Fâtır
Suresi, 35/32]. Ancak şaşırmış olarak [dalalen] yani hayret içerisinde çoğalttılar.
Nitekim Muhammedî olan, “Sana olan hayretimi artır!” dedi. Her ne vakit onlara
aydınlık olsa (yani, Hak ahadiyet nuru ile tecelli edip aydınlatsa), onun içinde
yürürler; ve üzerlerine karanlık basınca (yani, çokluksal taayyünat perdelerinin
karanlığı çöktüğünde, hayret içerisinde) dururlar [Bakara Suresi, 2/20]. İmdi, hayret
ehli için devr vardır ve devrî hareket daire merkezinin çevresinde olup, ondan
ayrılmaz.
Ve uzayıp giden yolda olanlar, amacın dışına yönelirler. Böylesi bir kimse, hayal
ettiği şeye taliptir ve amacı da o hayaldir — dolayısıyla onun için bir yerden doğru
olmaklık ve bir yere doğru olmaklık ve o ikisinin arasındaki şey vardır. Ve devrî
hareket sahibi için başlangıç yoktur ki, ona, bir yerden doğru olmaklık gereksin. Ve
onun için amaç yoktur ki, ona, bir yere doğru olmaklık hükmetsin. Böyle olunca
onun varlığı en eksiksiz ve en kâmil olandır. Ve ona kelimelerin ve hikmetlerin
toplamı verildi. Günahları (yani, kendilerini Hak’tan ayrı varlıklar olarak görme
günahları) dolayısıyladır ki, bu günahlarından geçerek Allah’ın ilim deryalarına
garkoldular — ve bu da hayret denilen şeydir.
İmdi onlar suyun kendisinde (yani, ilm-i billah’ta) ateşin içine (yani, vahdete)
daldırıldılar (ve zatî tecelli, çokluksal taayyünatı yaktı). Ve “denizler tutuştuğu
zaman” [Tekvir Suresi, 81/6] ayeti, Muhammedî olanlar için gelmiştir — ve
(“denizlerin tutuşması”), fırını yaktığın zaman, “fırın tutuştu” dendiğindekiyle aynı
anlamdadır. Böyle olunca onlar, (zatî tecelli, zuhur mahallerinin izafi varlıklarını
yaktığı ve varlığı olmayan şeyden yardım sözkonusu olmadığı için) kendilerine
Allah’tan başka yardımcı bulamadılar. Dolayısıyla, Allah onlar için yardımcının ta
kendisi oldu. Onlar, sonsuza dek O’nda helak oldular. Eğer Allahu Teala onları
sahile, tabiat sahiline çıkarsaydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi — her ne kadar bütün her şey Allah için ve Allah ile ve gerçekte Allah ise de, bu böyledir.
Cenab-ı Nuh, “Rabbî..” dedi, “İlahî..” demedi. Çünkü “Rab” için (haceti kaza
hususunda) değişmezlik [sübut] olduğu halde, “İlah” İsimler ile çeşitlenir ve O her
an bir şendedir. İmdi, Nuh “Rab” (ismi) ile, çeşitlenmekliğin sabit kılınmasını [sübutu telvin] (yani, hacetine uygun düşen suret ne ise, Hakk’ın o sıfat ile zuhurunu)
diledi; çünkü (rububiyet mertebesinde) bundan başkası sözkonusu değildir. Ve Nuh,
(“Rabbî” seslenişinden sonra) “..Yeryüzünde bırakma!” [Nuh Suresi, 71/26] diyerek,
kavmi için, arzın içinde olmaları yönünde dua etti (ki bu, kendilerini Zahir İsminin
örtüsünde bırakan varlıksal taayyünlerinden kurtulup batn-ı ahadi ve cem’iye dahil
olmaları için, beddua şeklinde hayır duası idi). Ve Muhammedî olan, “Eğer ipi
sarkıtacak olursanız, Allah’ın üzerine düşerdi” dedi — ve, göklerde ve yerde olanlar
O’nundur. İmdi sen, yerin içine gömüldüğün zaman, onun içindesin ve o senin
örtündür; ve “Sizi onun içinden..” –vecihlerin benzeşmezliğinden (yani, İlahi
Hazret’in, farklı İsimlerin vecihleriyle zuhuru gerektirmesinden) dolayı– “..tekrar
ortaya çıkaracağız” [Taha Suresi, 20/55]. (Bu durumda Nuh, şöyle dua etmiş olur:)
Örtünme [setr] talebiyle giysilerine bürünen ve parmaklarıyla kulaklarını tıkayan
kafirlerden kimseyi bırakma ki, davet genel olduğu gibi, fayda da genel olsun. “Eğer
Sen onları bırakırsan..” –yani Sen onları terkedersen– “..kullarını şaşırtırlar..” [Nuh
Suresi, 71/27] yani onları hayrete düşürürler; ve onları kulluktan, kendilerinde
rububiyet sırlarından bulunan şeye geçirirler. Böyle olunca onlar nefsleri indinde kul
olduktan sonra, nefslerini rabblar olarak görürler; ve onlar hem kul hem de
rabblardır. Ve onlar “..ancak faciri..” –yani kendilerindeki örtülmesi zorunlu olan
rububiyeti– “..doğururlar” [Nuh Suresi, 71/27] ve açığa çıkarırlar; ve facir olanlar,
sımsıkı örtücüdürler [keffar], yani zahir olan şeyi (yani, kendi suretlerinde zahir olan
ilahi hakikatı), zahir olduktan sonra (enaniyetleri ve izafi varlıklarıyla) örterler. İmdi,
örtülmüş olan şeyi (yani, rububiyet sırrını) açığa çıkarırlar. Onun açığa çıkışından
sonra da (zahirî enaniyetleriyle) örterler. Böyle olunca gören kişi (onun hangi haline
uyacağını bilemediğinden) hayrete düşer. Ve ortaya çıkarıcının [facir] ortaya
çıkarışındaki ve örtücünün [kafir] örtüşündeki maksadını bilmez — halbuki, her
ikisini yapan da (rububiyeti sözle açığa çıkaran ve fiilen örten) aynı kişidir.
“Ya Rabb, beni bağışla [gafr]!..” –Yani, beni ört; ve benden dolayı ört! Ve senin,
“Allah’ın kadrini hakkıyla bilmediler” [En’am Suresi, 6/91] sözünde kadrin
bilinmediği gibi, benim de makamım ve kadrim bilinmesin!– “..Ve ana-babamı da
ört..” –ki ben onların sonucuyum; ve onlar ‘akıl’ ve ‘tabiat’tır– “..Ve benim evime..” –
yani kalbime– “..giren kimseyi de mümin olarak ört..” –yani nefslerin içeriden
söyledikleri olan kalbime gelen ilahi haberleri tasdik edici olarak gireni ört. Ve akıllar
olan “..mümin erkekleri..” ve nefsler olan “..mümin kadınları..” da ört. Ve karanlık
örtülerin arkasında gizlenen ve gayb ehli olan “..zalimlerin ancak helakını artır”
[Nuh Suresi, 71/28]. İmdi onlar (yani, nefslerine zalim olan Muhammediler), nefsleri
olmaksızın Hakk’ın vechini müşahede ettikleri için, nefslerini bilmezler.
Muhammedî olanlar için, “O’nun vechi dışında herşey helak olucudur” [Kasas Suresi, 28/88].
Ve bir kimse Nuh aleyhisselam’ın sırlarına vakıf olmak isterse, güneş feleğine
yükselmesi gerekir. Ve güneş feleğine yükselme konusundan Tenezzülat-ı
Mevsiliyye adlı kitabımızda sözettik.
İDRİS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KUDDUSİYYE
Yüceliğin [ulüvv] iki nisbeti vardır: mekân yüceliği [ulüvv-i mekân] ve mekândaolmaklık yüceliği [ulüvv-i mekânet]... Mekân yüceliğine, “Onu yüce mekâna
yükselttik” [Meryem Suresi, 19/57] sözüyle işaret edilmiştir ve mekânların en yücesi,
üzerinde felekler aleminin bir değirmen gibi devr-i daim ettiği mekândır, yani Güneş
Feleği’dir ve İdris’in ruhani makamı işte buradadır.
Güneş Feleği’nin altında yedi felek, üzerinde de yine yedi felek vardır ve kendisi
onbeşincidir. Üzerindekiler şunlardır: Felek-i Ahmer, yani Merih (gezegeninin
bulunduğu felek), Müşteri (Jüpiter) Feleği, Zühal (Satürn) Feleği, Menziller Feleği
(Yıldızsız Felek, yani Felek-i Atlas), Burçlar Feleği, Kürsî Feleği ve Arş Feleği... Ve
aşağısında olanlar da şunlardır: Zühre (Venüs) Feleği, Utarid (Merkür) Feleği, Ay
Feleği, Esîr Feleği, Hava Küresi, Su Küresi ve Toprak Küresi... Ve Güneş Feleği,
feleklerin kutbu olması itibarıyla en yüce mekândır.
Mekânda-olmaklık yüceliğine [ulüvv-i mekânet] gelince; bu, bizim için, yani
Muhammedî olanlar içindir. Allahu Teala şöyle buyurdu: “Sizler yüce olanlarsınız ve
Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir..” [Muhammed Suresi, 47/35] Çünkü O,
mekândan aşkın olsa da, mekânda-olmaklık’tan [mekânet] değildir. Böyle
olmasından dolayı, aramızdaki amel-edici nefsler korkunca, Hak Teala, birlikteliği şu
sözlerle sürdürdü: “..Ve O hiçbir amelinizi boşa çıkarmaz” [Muhammed Suresi,
47/35]. Amel mekânı, ilim ise mekânda-olmaklığı [mekânet] talep eder. Ve Allah,
bizim için bu iki yüceliği; yani, amelden dolayı mekân yüceliğiyle, ilimden dolayı
mekânda-olmaklık yüceliğini, ayrımsızlaştırdı [cem]. Ve bundan sonra –bu
birliktelikten herhangi bir biçimde ortaklaşalık anlaşılmasın diye– Kendini
ortaklaşalıktan tenzih ederek, “Yüce Rabbinin Adını tesbih et” [A’lâ Suresi, 87/11]
buyurdu.
İnsan’ın, yani İnsan-ı Kâmil’in varlıkların en yücesi olması şaşılası şeylerdendir. Ama
ona yüceliğin nisbet olunması, ancak tabi olduğu mekân ve mekânda-olmaklık
dolayısıyladır. Yani o, zatından dolayı bir yüceliğe sahip değildir. Onun yüceliği,
içerisinde bulunduğu mekânın veya mekânda-olmaklığın yüceliğinden dolayıdır.
Dolayısıyla yücelik, mekân ve mekânda-olmaklık için sözkonusudur.
Mekân yüceliği şunun gibidir: “Rahman Arş’a oturdu” [Taha Suresi, 20/5] — ve bu(Arş), mekânların en yücesidir. Mekânda-olmaklık yüceliği de şudur: “O’nun vechi
dışında herşey helak olucudur” [Kasas Suresi, 28/88], “Her şey O’na dönücüdür”
[Hud Suresi, 11/123] ve “Allah’ın yanısıra bir ilah var mıdır?” [Neml Suresi, 27/63].
Ve Allah (İdris hakkında), “Onu yüce bir mekâna yükselttik” dediğinde, “yüce”
kelimesini, mekânı niteleyen övücü bir vasıf olarak dile getirdi. “Ve Rabbin
meleklere, ‘yeryüzünde bir Halife yaratacağım’ dediğinde..” [Bakara Suresi, 19/57] —
işte bu da mekânda-olmaklık yüceliğidir.
Ve melekler hakkında (İblis’e hitaben) söylediği, “İki Elimle yarattığıma secde
etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın?” [Sâd
Suresi, 38/75] sözleriyle de, yüceliği meleklere özgü kıldı. Eğer bu yücelik
yakıştırması kendilerine melek olmalarından dolayı yapılmış olsaydı, bütün melekler
bu yücelik içre olurdu. Ama, bu yücelik yakıştırmasının bütün melekleri içine alacak
şekilde genelleştirilmemiş olmasından anlıyoruz ki, burada sözü edilen yücelik,
Allah indinde mekânda-olmaklık yüceliğidir. Ve, insanlar arasındaki Halifeler için
de durum böyledir. Halife olmakla elde ettikleri yücelik, zatlarından dolayı bir
yücelik olsaydı, (diğer) bütün insanların (da aynı şekilde) yüce olması gerekirdi.
Ama bu yücelik genel olmadığı için, anlıyoruz ki bu, mekânda-olmaklık yüceliğidir.
“Yüce” [Âli] İsmi, O’nun Güzel İsimleri’ndendir. O’nunla birlikte O’ndan başkası
olmadığından, neye itibarla Yüce’dir? Demek ki, O gerçekte Kendi Zatı itibarıyla
Yüce’dir. Ya da hangi şeyden Yüce’dir? Ancak O var olduğundan, O’nun bu yüceliği
Kendiliğindedir. Ve O, varlık itibarıyla, bütün varlıkların ayn’ı olduğundan,
“sonradan olma” diye adlandırılan şeyler, kendi zatı itibarıyla Yüce’dir. Dolayısıyla
Hak, Kendinden başkası olmadığından, izafî yücelik olmaksızın Yüce’dir. Ve bu
aynlara gelince, onlar için yokluk [adem] sözkonusudur ve onlar yoklukta
yerleşiktirler [sabit] ve varlığın kokusunu koklamamışlardır. İmdi varlıklardaki çok
sayıdaki suretleriyle birlikte, bu aynlar hep kendi hallerinde kalırlar. Öte yandan,
ayrımlaşmamışlıkta [cem’iyet] ayrımsız [cem] olan herşeyin ayn’ı Bir’dir ve çokluğun
[kesret] varlığı İsimler’dedir. Ve İsimler nisbetlerdir. Ve nisbetler, var olmayan
şeylerdir [umur-u ademiyye]; ve ayn’dan, yani Zat’tan başkası yoktur. Ve O, izafet
yoluyla değil, kendi Nefsiyle Yüce’dir. Bundan dolayı, alemde izafi yücelik yoktur;
ne var ki, varlığın vecihleri arasında üstünlük farklılığı vardır. İzafi yücelik ancak
Kendi çoğul vecihleriyle Bir-olan-ayn’da [ayn-ı vahid] vardır. Bu nedenle, bu konuda
(hakikat itibarıyla) “O’dur” ve (taayyün itibarıyla) “O-değildir,” (suret itibarıyla)
“sensin” ve (hakikat itibarıyla) “sen-değilsin” denmiştir.
El-Harraz –ve o Hakk’ın vecihlerinden bir vecih ve kendi nefsinden konuşan, diller
arasında bir dildir– ancak O’nun üzerine kendileriyle hükmedilen zıtların (yani, zıt
İsimlerin) birlenmesiyle Allah’ın bilinebileceğini söylemiştir. O Evvel’dir ve Ahir’dir
ve Zahir’dir ve Batın’dır. O, zahir olanın ta kendisidir ve batın olanın ta kendisidir.
Ve zuhurunu, Kendinden başka görebilecek olan olmadığı gibi, Kendisinden
gizlenebilecek [batın] olan da yoktur. O Kendisiyle zahirdir ve Kendisinden gizlenmiştir. Ve O, Ebu Said el-Harraz ve benzeri diğerlerinin sonradan olma
isimleridir.
Zahir “Ben” dediğinde, Batın “Hayır” der ve Batın “Ben” dediğinde Zahir “Hayır”
der. Bu, her zıt olan için böyledir (yani, zıtların herbiri kendi zatının gereğini olumlar
ve kendisine aykırı gelen zıttın gereğini olumsuzlar). Ama (bunların her ikisini)
söyleyen birdir ve (bunların her ikisini) işiten de söyleyenin ta kendisidir. (Bu
duruma bir örnek vermek gerekirse:) Nebi, sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle
demiştir: “Allah, söz ve eylemle ortaya çıkmadıkça, ümmetimden olanların
içlerinden geçenleri (nefslerinde olup bitenleri) bağışladı.” Ve nefs, kendi içinden
geçirdiklerini kendisi oluşturur; içinden geçenleri işittiği gibi, bunların ne sebeble
oluştuğunu da bilir. Hükümler birbirinden farklı olsa da, ayn bir’dir; ve durumun
böyle olduğunun bilinmemesi sözkonusu değildir, çünkü Hakk’ın sureti olan insan,
kendi nefsinden durumun böyle olduğunu (yani, söyleyen ve işitenin bir olduğunu)
bilir.
Böylece, (bir-olan-ayn’ın taayyün yoluyla çoklaşması ve mertebelerle
farklılaşmasıyla) şeyler birbirinden farklı oldu. Ve sayılar, bilinen basamaklar (10,
100, ...) doğrultusunda “bir”den [vahid] türedi. Böylece nasıl ki “bir” sayıları
varettiyse, sayılar da “bir”e açılım kazandırdı. Öte yandan, sayının [aded] hükmü de
ancak sayılan [ma’dûd] ile zahir oldu. Ve sayıya gelen şeylerin kimisi yok [ma’dum]
ve kimisi de vardır. Bir şey, his itibarıyla var olmadığı halde, akıl itibarıyla var
olabilir. İmdi bir şeyin ya sayı ya da sayılan olması kaçınılmazdır. Böyle olunca
“bir”in üzerine inşa olunarak bir ortaya çıkış kaçınılmaz olur. (Şu halde) “bir”
(sayısı) kendi kendisini ortaya çıkarır. Ve sayıların herbiri –örneğin “dokuz,” “on”
gibi sayılar ve bunların aşağısında olanlar ve bunların üzerinde sonsuz büyüğe kadar
gidenler– tek başlarına birer gerçeklik [hakikat-ı vahid] iseler de, hiçbiri bütünlüğü
kendinde toplamaz. Ve hiçbiri “birlerin toplamı” adıyla anılmaktan kurtulamaz.
Çünkü (birlerin toplamından oluşan) “iki” tek başına bir gerçekliktir; (ve yine
birlerin toplamından oluşan) “üç” de tek başına bir gerçekliktir ve sonraki sayılar
için de durum böyledir. Ve bu sayıların hepsi, (birlerin toplamından oluşmaları
bakımından) bir ise de, hiçbir sayının “bir”in kendisini barındırması, diğerininkiyle
aynı değildir. Böyle olunca toplam [cem], (sayıların ve sayı basamaklarının) hepsini
tutar. Şu halde, toplam, sayılarda sayıların kendileriyle söz sahibidir. Ve onlara,
onların kendileriyle hükmeder. Ve bu şekilde, yirmi basamak zahir oldu (1, 2, 3, 4, 5,
6, 7, 8, 9, 10, 20, 30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100, 1000). Dolayısıyla bu basamaklar
(birlerin toplamlarından oluşmaları bakımından) bileşimseldir. Böyle olunca, senin
indinde zatından dolayı menfî olan şeyin (yani, vahidin sayı olmamaklığının) ta
kendisini müsbet kılmaktan (yani, sayıların sayı olmayan birlerin toplamından
oluştuğunu doğrulamaktan) kendini kurtaramazsın.
Ve her kim, sayılar hakkında vardığımız sonucu, yani bir’in sayı olmaklığının
değillenmesinin, bir’in sayı olmaklığının kesinlenmesiyle aynı olduğunu anlasa; gerçekte bilir ki, aşkın [münezzeh] olan Hak, halkta benzeş [müşebbeh] olandır ve
halk, Hâlik’ten ayrışık olsa da, bu böyledir. İmdi iş odur ki, Hâlik mahluktur. Ve yine
iş odur ki, mahluk Hâlik’tir. Her ikisi de bir-olan-ayn’dandır. Belki de, tersine
(hakikat itibarıyla) bir ayn’dır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır. Neyi
görüyor olduğuna bak!
(İsmail, babasına dedi ki:) “Ey babacığım, sana emredileni yap!” [Saffât Suresi,
37/102]. Oğul babasının ta kendisidir. Ve İbrahim, (rüyasında) nefsinden başkasını
boğazlıyor olduğunu görmedi. Ve O, İbrahim’e fidye olarak büyük kurbanı verdi; ve
(rüyada) insan suretinde görünmüş olan bu kurban, (his aleminde) koç suretinde
göründü. Oğul suretinde görünmüştü; hayır, belki de oğul hükmünde görünmüştü
— ve oğul, babasının aynısı olan kişidir. “Ve O, ondan eşini halk etti” [Nisa Suresi,
4/1]. Bu demektir ki, Âdem’in nikâhı, kendi nefsinden başkasıyla olmuş değildir; eşi
ve oğlu kendi nefsindendir. Ve varlık, sayısal çoklukta bir’dir.
Tabiat nedir ve ondan zahir olan nedir? Tabiatın, kendisinden zahir olan yüzünden
eksiklendiğini; ve zahir kılmadıklarıyla da artıklandığını görmedik. Ve Tabiat’tan
zuhur eden, ondan (yani, Tabiat’ın kendisinden) başkası değildir. Ve o, kendisinden
zahir olan şeylerin hükümleri yoluyla suretlerin birbirinden farklı olmasından
dolayı, kendinden zuhur edenle aynı değildir. Ve şu, soğuk ve kurudur; şu diğeri de
sıcak ve kurudur ve bunlar kuru olmalarından dolayı ayrımsızdırlar ve öbürleri
(yani, soğuk ve sıcak) yüzünden de farklılaşmışlardır. Tabiat (bu hükümleri) biraraya
toplayıcıdır [camî]. Ya da, tersine, ayn (yani, ayn-ı vahid) Tabiat’ın ta kendisidir.
Dolayısıyla, tabiat alemi, bir aynadaki suretlerdir. Ya da, tersine, birbirinden farklı
aynalardaki bir surettir. Böylece, bakış açılarının farklı olmasından dolayı, ancak
hayret vardır.
Ve bizim söylediklerimizi bilen kimse, hayrete düşmez. Ve böylesi bir kimse ilimde
ilerlemiş biri olsa bile, bu ilim ancak mahallin hükmüncedir. Ve mahal, değişmez
ayn’ın [ayn-ı sabite] ta kendisidir. Ve Hak, değişmez ayn’la tecelli mahallerinde
çeşitlenir. Böyle olunca da, Kendisi üzerine hükümler çeşitlilik gösterir. Ve O, her
hükmü kabul eder. Ve Kendisi üzerine, ancak tecelli ettiği ayn hükmeder. Böyle
olunca da, (ayn’ın hükmetmekliği dışında Hak üzerine hükmeden) başkaca hiçbir
şey yoktur.
Hak, bu yönüyle halktır, düşün öyleyse
Halk değildir diğer yönüyle de; an, zikret öyleyse...
Kim ki anladı dediklerimi, zayıflamaz basireti
Ve ancak basireti olan anlar bu söylediklerimi...
İster ayrımları kaldır, ister ayrımlar koy — Bir’dir ayn.
Ve baki değildir, kalmaz bir şey çokluktan...
İmdi Kendinden dolayı Yüce olan, varolan şeylerin bütününü ve varolmayan nisbetleri [niseb-i ademiyye] istiğrâk eden bir kemale sahip olandır. Ve bu kemal,
O’nun bu vasıflardan hiçbirini yitirmemesi ve O’nun bu vasıflardan başkası
olmaması sayesindedir. Ve bu vasıfların ilmî, aklî ve şer’î olarak övülesi veya yerilesi
vasıflar olması bir şey değiştirmez. Ve böylesi bir kemal, ancak “Allah” İsmiyle
adlandırılana özgüdür.
Ama “Allah” ismiyle adlandırılandan başkası olanlar, ya O’nun için (duyumsal
varlıkta) birer tecelli mahallidirler, ya da O’nda (yani, Hakk’ın varlık aynasında, ilahi
ilimde) birer surettirler. Eğer O’nun için tecelli mahalleri varsa, böyle olduğundan
dolayı kaçınılmaz olarak bir tecelli mahalliyle diğeri arasında (İlahi İsimleri
kapsayıcılık yönünden) üstünlük farklılığı ortaya çıkar. Ve eğer bu (Allah’tan başka
olan), O’nda (yani, Hakk’ın varlık aynasında, akıl mertebesinde zahir olan) bir suret
(yani, İlahi İlim’de ortaya çıkan ayan-ı sabiteden biri) olursa, böylesi bir suret için
zatî kemal sözkonusudur; çünkü bu suret, kendisinde zahir olan şeyin ta kendisidir.
Ve, “Allah” olarak adlandırılan için sözkonusu olan, bu suret için de sözkonusudur.
Ve bu suretin O olduğu söylenemeyeceği gibi, O’ndan başka olduğu da söylenemez.
Gerçekte, Ebu Kasım ibn Kasiyy, Hal’ün-Naleyn adlı kitabında, buna, herbir İlahi
İsmin, bütün İlahi İsimler’le isimlendiğini ve onlarla vasıflandığını söyleyerek işaret
etti. Ve burada söylediği şudur ki, herbir İsim Zat’a ve kendisi için sözkonusu edilen
ve kendisi tarafından talep edilen manaya delalet eder. Ve bu İsim, Zat’a delalet
etmesinden dolayı, İlahi İsimler’in hepsini kendinde toplar. Ve tekilleştirdiği
[infırad] anlama delalet etmesiyle de, Rab ve Hâlik ve Musavvir ve benzeri diğerleri
gibi, diğerlerinden ayrışır. Ve İsim, Zat’tan dolayı, adlandırılanın ta kendisidir. Ve
İsim, kendisi için sözkonusu edilen kendine özgü anlamından dolayı,
adlandırılandan başkadır.
Eğer sözünü etmiş olduklarımızdan (Zatî) yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunun,
mekân veya mekânda-olmaklık yüceliği olmadığını da anlamış olmalısın. Çünkü,
mekânda-olmaklık yüceliği sultan ve hakimler ve vezirler ve kadılar ve –bu mevki
için yeterliliği bulunsun bulunmasın– amir olan herbir mevki sahibine özgüdür. Ama
sıfat yoluyla yücelik böyle değildir. Çünkü bir kimse, insanların en alimi olsa da, bu
kimseye; insanların en cahili de olsa, hükmetme mevkiinde bulunan bir kimse
tarafından hükmedilebilir. Böyle olunca, amirin yüceliği, mekânda-olmaklık’tan
dolayı yüceliktir. Onun yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi bakımındandır
ve böyle olunca da o, kendinden bir yüceliğe sahip değildir. Dolayısıyla, bulunduğu
mevkiden alındığında, yüksekte bulunmaklığı ortadan kalkar. Ama, alim için durum
böyle değildir.
İBRAHİM KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ MÜHEYYEMİYYE
İbrahim aleyhisselam’ın “Halil” olarak adlandırılması, zat-ı Halil’in, Zat-ı İlahiye’nin
vasıflandığı Sıfatların tümüne birden bürünmesi [duhul] ve onlara nüfuz etmesinden dolayıdır. Şair şöyle der: “Ruhum, bedenimin uzuvlarına nasıl nüfuz etmişse, Sen de
aynı şekilde uzuvlarımın bütününe nüfuz ettin; Halil’in Halil olması işte böylece
oldu.” Bu tıpkı rengin, renge boyanana nüfuz etmesi gibidir: araz, cevherin
bulunduğu mahaldedir, ona ulanmıştır ama bununla birlikte, arazın (yani, rengin) bu
nüfuz edişi cevherin (yani, renge boyanan şeyin) yer tutmaklığı gibi değildir. Veya
İbrahim’e “Halil” adının verilmesi Hakk’ın onun suretinin varlığına nüfuz etmiş
olmasından [tahallül] dolayıdır. Her iki yaklaşım da geçerlidir — çünkü her
hükmün, kendi sınırlarını aşmayan kendine özgü bir yerindeliği vardır.
Görmez misin ki, Hak, sonradan olma [hâdis] şeylerin sıfatlarıyla ve hatta kusurlu ve
yerilesi sıfatlarla zahir olduğunu Kendinden haber vermiştir. Ve görmez misin ki,
yaratılmış olan (İnsan-ı Kâmil) başından sonuna dek Hakk’ın sıfatlarıyla zahir
olmuştur. Ve nasıl ki, Hakk’ın bütün sıfatları yaratılmış olanın (yani, İnsan-ı
Kâmil’in) sıfatlarıysa, sonradan olmaklık sıfatları da Hakk’ın sıfatlarından başka bir
şey değildir. “Hamd Allah’a mahsustur” [Fatiha Suresi, 1/1] sözü, her övenin
[hamid] yüceltmesinin ve her övülenin [mahmud] yüceltilmesinin sonuçta Allah’a
dönmesi anlamına gelir. Ve, her şey O’na döner. İmdi, bu geri dönüş hükmü yerilesi
ve övülesi şeyleri içine alır — ve varlıkta övülesi veya yerilesi olandan başkası
yoktur.
Bil ki, herhangi bir şey ancak bir başkasına yüklenmiş olduğunda ona nüfuz edebilir.
Nüfuz eden –yani etkin olan– nüfuz edilenle örtülmüştür. Hal böyle olunca, edilgin
olmaklığıyla nüfuz edilen zahir ve etkin olmaklığıyla nüfuz eden de batındır. Ve
batın olan eyleyici, zahir olan için gıdadır; tıpkı, bir yün parçasının, kendisine nüfuz
eden suyla şişmesi ve genişlemesinde olduğu gibi.
Eğer, Hak Zahir ve mahluk O’nda batın ise, mahluk Hakk’ın bütün İsimleri’ni,
O’nun işitmesini, görmesini, O’nun bütün nisbetlerini ve O’nun ilmini yüklenmiştir.
Ama eğer mahluk zahir ve Hak onda Batın ise, o halde Hak –kudsî hadiste
belirtildiği gibi– mahlukun işitmesindedir, onun görmesinde, elinde, ayağında ve
onun bütün yetilerindedir.
Eğer Zat-ı ilahiye bu nisbetlerden arınık olsaydı, bir ilah olmazdı ve bu nisbetler
bizim aynlarımızla sonradan ortaya çıktılar, öyle ki ilah kılmaklığımızla, O’nu ilah
kılan bizleriz. Bundandır ki, bizler bilinmedikçe ilah da bilinmez. Resulallah (sav),
“Nefsini bilen, Rabbini bilir” demiştir ve o yaratılış içerisinde hiç kuşkusuz Allah’ı en
iyi bilen kimsedir. Ebu Hamid gibi bazı alimler, Allah’ın, aleme bakılmaksızın
bilinebileceğini söylemişlerdir — ama bu doğru değildir. Evet, Zat’ın kadîm ve ezelî
olduğu (aleme bakılmaksızın) bilinebilir, ama ilah-kılan [me’luh] bilinmeyince, Zat’ın
ilah olduğu bilinemez; o halde, ilah-kılan, ilahın delilidir.
Ardından, ikinci halde (yani, cem makamında) gelen keşf, gerçekte Hakk’ın
Kendisi’ne ve Uluhiyeti’ne ilişkin delilin, yine Kendisi olduğunu ve gerçekte alemin, (bu alem içerisinde yer alan) bireylerin değişmez aynları [ayan-ı sabite] suretlerinde
(diğer deyişle, aynların aynasında) Hakk’ın tecellisinden başka bir şey olmadığını ve
öte yandan da Hakk’ın tecellisi olmaksızın bu değişmez aynların var olmasının
mümkün olmadığını açığa vurur. Bu keşf aynı zamanda, O’nun Kendisini, bu
aynların hakikatlerine ve hallerine göre çeşitlendirdiğini ve birbirinden farklı
suretlerde zahir kıldığını ve dolayısıyla farklı suretlerde tasavvur olunduğunu da
açığa vurur. Ve bu (haldeki) keşf, Hakk’ın bizim ilahımız olduğuna ilişkin ilmin
oluşmasından sonradır.
Bundan sonra (cem’den-sonra-fark makamında) son bir keşf daha gelir ki,
suretlerimizi (yani, değişmez aynlarımızın suretlerini) sana Hak’ta (Hakk’ın
aynasında) zahir kılar, ve Hak’ta (ayna mesabesinde olan Hakk’ın varlığında)
bazımız (yani, bazı aynlar) diğer bazılarına zahir olur, bazımız diğer bazılarını bilir
ve bazımız diğer bazılarından (ilim sahibi olma yönünden) ayrışırlar. Bizden bazımız
bu marifetin bize (aynlarımızın Hakk’a verdiğince) Hak’ta bizden geldiğini bilir, ve
bazımız da bu marifetin bize bizden geldiği İlahi İlim Hazreti konusunda cahildirler.
Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım!
Bu iki keşf ile birlikte, O, bizim üzerimize ancak bizimle hükmeder; belki de daha
doğrusu biz kendi üzerimize hükmederiz — ama O’nda. İşte bu nedenledir ki,
Allahu Teala, perdelenmiş olanlar neden başlarına kendi arzularına aykırı şeyler
geldiğini sorduklarında, buna karşılık olarak, “Apaçık delil Allah’ındır” [En’am
Suresi, 6/149] buyurdu. Ve Hak onlar için “sak”ı (yani, kendi hakikatleri olan
değişmez aynlarını) gösterir ve bu, aramızdan arif olanların keşfetmiş olduğu şeydir.
Ve bu arifler, perdeli olanların Hakk’ın yaptığını iddia ettikleri şeyi Hakk’ın
yapmadığını, ama bunun kendilerinden olduğunu görürler. Ve gerçekte Hak onları,
İlim Hazreti’ndeki değişmezlikleri üzre bilir. Böylelikle perdelenmiş olanların delili
geçersiz kılınır ve geriye Allah’ın apaçık delili kalır.
Eğer, “Dileseydi, hepinizi hidayete erdirirdi” [En’am Suresi, 6/149] sözü ne anlama
gelir diye soracak olursan, deriz ki: “..seydi” takısı varsa, bu sakınma içindir ve
Hakk’ın meşiyyeti, şey ne üzre ise onu dilemektir. Ama aklî delil, mümkün bir şeyin
ayn’ının bir şeyi ya da o şeyin karşıtını kabul edebilir olduğuna hükmeder. Bu iki
akılla-kavranabilir olan hükümden biri vaki olduğunda, bu vaki olan hüküm, bu
mümkün şeyin kendi değişmezliği [sübut] halinde kendisi üzre bulunduğu şeydir.
“Hidayet ederdi” sözü, “apaçık gösterirdi” anlamına gelir. Hak, şeyin, kendisinde ne
üzre değişmez olduğunu anlaması yönünde bütün mümkün şeylerin basiret gözünü
açmış değildir. Sonuçta bazısı ilim sahibi, bazısı ise cahildir. Ve Allah dilemedi, ve
herkese hidayet etmedi ve dileyecek de, hidayet edecek de değildir. Ve “dilerse”
sözü için de aynı durum geçerlidir. Allah, olmayacak şeyi hiç diler mi?
Böylece, Hakk’ın meşiyyeti tek bir şeye bağlıdır, yani meşiyyet ilme tâbi bir nisbettir
ve malum olan, sen ve senin hallerindir. Ve ilmin malum üzerinde hiçbir etkisi yoktur, tersine malum’un alim üzerinde bir etkisi vardır — ayn’ında her ne üzre ise,
kendinden onu verir.
kendinden onu verir.