16 Ağustos 2013

İYİ Kİ TÜRKLER FETHETMİŞ





İYİ Kİ TÜRKLER FETHETMİŞ

  İslâm kelimesi ‘S-L-M’ kökünden türemiştir. Kelime anlamı olarak  ‘ Barış, esenlik, güven, huzur, kurtuluş, itaat ve teslimiyet’  anlamlarına gelmektedir. Buna göre İslâm: barış ve huzur içinde yaşamak için Allah’ın kanunlarına ( Kuran-ı Kerim’e) teslim olmak, demektir
  Selâm veren kimse selâm vermekle, karşısındaki kimseye güven, barış ve esenlik dilemiş, kendisinden ona bir kötülüğün gelmeyeceğini telkin etmiş olur.  Mü’minler cennette  “selam aleyküm” sözü ile karşılanacaklardır.  Allah’ın güzel isimlerinden biri de “ Es-selam”dır. Cennete de ‘Daru’s-selam/ barış yurdu’ denir. (Yunus: 25)
   İslamiyet’in hakim olduğu her yerde barış ve huzur, İslamiyet’in olmadığı veya eksik, yanlış, hatalı uygulandığı her yerde de kan, gözyaşı, sömürü, huzursuzluk olmuştur. Bu iddiaların şahidi tarihtir:
    Mekke : Mekke’ye Ehli küfür, şirk, gayri İslami bir dünya görüşü hakimken, yönetim İslam olmayanların elinde iken ( Ebu Leheb , Ebu Cehil ) Mekke’de kadın satma, içki içme, putlara tapma, halkın inançlarını sömürme, kan davası, asabiyet (ırkçılık) hakim idi.  Bunlara karşı olan İslam bir din olarak ortaya çıkınca çarklarının bozulacağını anlayan, sömürülerinin son bulmasından endişe duyan gayri İslami görüşlü yöneticiler, Müslümanlara; işkenceye, baskıya başlarlar.   Önce Müslümanlar dövülür, hakarete maruz kalır, hapsedilir. Zamanla can – mal güvenlikleri kalmaz. Aç – susuz, yıllarca toplu olarak bir arada yaşamaya mecbur edilirler. İçlerinden şehit edilenler olur. Öyle ki artık Müslümanlar ev, toprak, hatıra, anılarını geride bırakıp Mekke’yi terk etmeye zorlanırlar. Aile ve akrabalarından, her türlü mallarından, çocukluk, gençlik anılarından uzaklaşıp, parasız, maddi hiçbir destekleri olmaksızın, sadece inançları için, bir bilinmeyene doğru yolculuğa çıkarlar. Medine : Yeni bir mekan, yeni bir çevre, yeni şartlar ve hayat sıfırdan, yeniden başlamak. Ama zorluklar bu kadarla da sınırlı değildir: Mekke’li müşrik-kafirler Müslümanların geride bıraktıkları malları satmak için bir ticaret kafilesi kurarlar. Müslümanlar buna engel olmak isteyince Bedir savaşı olur, sayıca- silahça az olmalarına sonuçta savaşı kazanırlar. Uhud savaşı : Bedir’in intikamını almak için savaşı başlatan taraf yine müşrikler olur. Hiç bir şekilde başarıya ulaşamayan müşrikler Medine’nin çevresini sarıp (Hendek Savaşı) Müslümanlığı yok etmeye çalışırlar.  Mekke’deki müşrik bataklığı kurumadıkça müşriklerin saldırılarını önlemek imkansız hale gelmiştir. Hz. Resul Mekke’ye sefere çıkar ve Mekke’yi kan akıtmadan fetheder. Tüm müşrikler Hz. Resul’ün mübarek ağzından çıkacak sözlere göre muamele göreceklerdir. Daha 10 yıl önce korkutma, sindirme, iftira, öldürme, açlık ile yıldırılamayan bir hareketin lideri, karşısındaki yenik müşrik topluluğuna bir konuşma yapar ve en son olarak onlara şunu sorar : “ Siz benden ne gibi bir davranış bekliyorsunuz? “ Mekke’li müşrikler; biz seni adil biri olarak tanıdık ve senden ancak adalet bekliyoruz derler. Hz. Resul, zalim olan bu topluluğa:”   Ben de size Yûsuf’un kardeşlerine söylediği gibi, “Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok.” (Yûsuf Sûresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz.” (İbn Hişâm, 4/54; İbnü’l-Esîr, 2/252; Zâdü’l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341, Köksal, 15:288-289)  buyurur ve rahmet, peygamber olduğunu bir kere daha ispat eder. Gayri İslami yönetimde Mekke’de kan, zulüm, işkence, insan onurunu kıran her türlü davranış vardır. İslam’ın hakim olduğu aynı yerde ise hoşgörü, adalet, özgürlük ve af.
     Kudüs: Haçlı (Hıristiyan taraftarlarının) seferleri başlamıştır. Avrupa’dan yola çıkan hapishaneden çıkartılmış, serseri, katil insan sürüleri Kudüs’ü işgal eder, ele geçirirler. Ve dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Şehirdeki tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle “buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler… erkek veya kadın, hepsini katlettiler.”( Geste Francorum, or the Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, trans. Rosalind Hill, London, 1962, s. 91,Karen Armstrong, Holy War, MacMillan, London, 1988, s. 30-31 )
Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti “övünerek” şöyle anlatıyordu: Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları – ki bunlar en merhametlileriydi – düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.( August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, s. 261 )Haçlı ordusu Kudüs’te iki gün içinde yaklaşık 40 bin Müslüman’ı üstte anlatılan yöntemlerle vahşice öldürdü.( August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, s. 262) Kudüs’teki tüm Hıristiyan ve Yahudiler öldürülür. Binlercesi insafsızca ve bir ibadet aşkı ile acımasızca.  Peki Müslümanlar Kudüs’ü fethetmiş iken idareyi ele geçirmişken durum nasıldı? İslam orduları Kudüs’ü fethetmişlerdir. İslam ordusu komutanı, Halife ( Hz. Resul’den sonraki İslam devletinin yöneticisi ) Hz. Ömer’e haber gönderir. “Kudüs fethedildi buyurun gelin.“ İsmi adaletle özdeşleşmiş olan bu insan, bir devlet başkanı, yeni bir şehri fetheden orduların lideri, özel korumalarla, süslü elbiselerle değil, bir deve ve bir hizmetçi ile yola çıkar. Deveye sıra ile binilmekte yürüyen kişi deveyi ve yularını tutmaktadır. Nöbetleşe binilerek Kudüs’e yaklaşılır. Deveye binme sırası hizmetçiye gelmiştir. Hizmetçi, “ Ben sıramdan vazgeçtim buyurur siz binin.” der. Fakat Hz. Ömer bunu kabul etmez ve hizmetçisini deveye bindirir. Yeni fethedilen şehrin ahalisi ve İslam ordusu yaklaşmakta olan kafileyi seyretmektedir: Hizmetçi deveye binmiş, Devlet Başkanı Hz. Ömer devenin yularını tutmuş şehre doğru yaklaşıyor. Çevresinde ne muhafız alayı ve ne süslü elbiseleriyle yardımcıları. Karşılarında sadece adil bir lider vardır;Hz. Ömer. Halife Ömer şehre girer.
Kudüs’ün Hıristiyanları Hz. Ömer’e kompliman yarışına girerler. Kutsal Mezar (Holy Sepulchre) Kilisesi’ne gittiğinde, namaz vakti gelmiştir.  Kudüs patriği: “Buyurun kilisemiz de namaz kılın.” der. Hz. Ömer ibretlik ve ince düşüncenin mahsulü bir cevap verir: “Ben kilise de namaz kılarsam, Müslümanlar benim burada namaz kıldığımı duyarlar ve burayı cami yaparlar. Halbuki biz, fethettiğimiz yerlerdeki insanların inançlarına karışmadığımız gibi onların ibadethanelerine zarar da vermeyiz.” Daha sonra Hz. Ömer Kudüs’e cami yaptırır. (Karen Armstrong, Holy War, MacMillan, London, 1988, s. 30-31 ) Sonra tüm gayrimüslimleri serbest, ibadetlerinde hür bırakır.  Haçlıların işgalindeki Kudüs ve İslam ordularının fethettiği (barış ve huzura açtığı) Kudüs arasındaki fark ortadadır. Çünkü İslam barış demektir, “ laikrahe fiddin  (Bakara-256): Dinde zorlama yoktur” ve “ Leküm dinikum veliyedin ( Kafirun. 6 ): ‘Sizin dininiz size, bizim ki bize’ ayetleri, prensipleri kendilerine yol göstermektedir.
   2 Ekim 1187′de Selahaddin ve ordusu Kudüs’e Fethettiklerinde ise; (katliam yapmamak üzere) önceden Hıristiyanlara verdiği sözü tuttu ve şehri yüksek İslami prensiplere göre aldı. Kuran’da emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı, 1099 yılındaki katliamların öcünü almaya kalkmadı. Tek bir Hıristiyan öldürülmedi, hiç bir yağma yapılmadı. Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise son derece düşük tutuldu. Kuran’da emredildiği gibi, esirlerin çoğunu da hiç bir fidye almadan serbest bıraktı. Selahaddin’in kardeşi El-Adil, bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istedi ve sonra hepsini – acınacak durumda olduklarını gördüğü için – karşılıksız olarak serbest bıraktı. Şehirdeki zengin Hıristiyanlar, değerli eşyalarını yükleyip şehirden bir an önce gittiler, oysa ellerindeki para, şehirdeki tüm savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip Heraclius, herkes gibi 10 dinarlık fidyesini ödedi, sonra da şehri hazinelerle dolu arabalarla terk etti. (Karen Armstrong, Holy War, s. 185 )
     İspanya (Endülüs) : Haçlı Avrupa devletleri İspanya’da bulunan Endülüs Emevi İslam ülkesine saldırırlar. Üç tarafı da deniz ile çevrili ülkenin dördüncü yönünden (Avrupa’dan) Hıristiyanlar İslam ülkesine girerler, işgal ettikleri yerleri yakıp yıkarlar. Akdeniz’den gemilerle Afrika’ya veya Osmanlıya kaçıp sığınan kurtulur, geri kalan tüm Müslüman’dan ve Yahudilerden ya dinlerini değiştirmeli istenir ya da kabul etmeyenleri Avrupalı barbarlarca katledilir, öldürülür: “İspanya kralı “Müslümanları ne yapalım, onlarla beraber yaşamamızda bir sakınca var mıdır ?” diye papazlara sormuştu. Papazların cevabı şu oldu:  Biz Hıristiyan’ız, onlar ise Müslüman’dır. Biz Muhammedilere düşmanız. Onların bizim aramızda durması hatadır. Onlardan kim Hıristiyan olursa ne güzeldir. Hıristiyan olmayanı ateşte yakarım dersin ve dönmeyeni yakarsın.” demeleri üzerine Kral, bir emir çıkararak ne kadar kız, oğlan Müslüman çocuğu varsa kiliselere taksim edilerek İncil öğretilmesini, büyüklerden de Hıristiyan olmayanların yakılacağını bildirdi. Kralın bu fermanını öğrenen Müslüman halk : “Biz oğlumuzu, kızımızı vermeyiz. Müslüman olarak birimiz kalıncaya kadar cenk ederiz. Ölenimiz şehit, kalanımız gazi olur” (Barbaros Hayrettin Paşa Hatıraları,C.2,S.96-97 (1001 Temel Eser) ) diyerek boyun eğmediler. Fakat daha sonra kilise-kral işbirliği sonunda İspanya’da bir tek Müslüman kalmadı. Halbuki Emevi Müslümanları İspanya’yı fethettiklerinde ülke baştan sona bir ilim- kültür merkezi haline getirilir  ( Nil Ünsal, Kont Lucanor,Ankara 2001, s. 53-54) Avrupa’dan öğrenciler Endülüs’e ilim tahsiline gelirler. Mesela Avrupa’nın profesörlerinin Kurtuba’da imtihan edilirler.” (Otto Spies, “Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri”, ( Çev. N.Ersoy), Ate Dergisi, Ankara 1974, s. 6 ) Avrupa ülke krallarının saray kütüphanelerinde var olan kitap sayılarının katbekatı bir Müslüman âlimin mütevazı evlerinde bulunmaktadır Endülüs’te. Haçlı işgalinde (her zaman olduğu gibi ) kan ve ölüm ülkesi olan İspanya, İslam fütuhatından sonra ilim, kültür merkezi olan Endülüs. Yer aynı ama kıstas, prensip, fikirler dolayısıyla sonuç farklıdır.
     İstanbul: Haçlı seferlerinin 4. yapılmaktadır. Avrupa’dan gelen ( Katolik) haçlılar Avrupa’dan, İstanbul kapılarına dayanırlar. Kapılarınızı açın İstanbul’dan geçelim. Sizinde düşmanınız olan Müslümanları ve İslam’ı yok edelim derler. İstanbul’daki Bizanslı ( Ortodoks) Hıristiyanlar için bu teklif bulunmaz bir nimettir. Kapılar Hıristiyan ordularına açılır ve Katolik haçlılar, Ortodoksların şehri İstanbul’a girince yağmalamaya, çalmaya, katliama başlarlar. Kiliseleri yağmalarlar, Hıristiyanları öldürürler. Son anda haçlıların İstanbul’u terk etmesi Bizanslılarca sağlanır. Böylece Hıristiyanlarca, bir Hıristiyan şehrinin işgali pahalıya mal olsa da önlenebilir. Ve yıl 1453. Fatih Sultan Mehmet on binlerce şehit vererek İstanbul’u fetheder. On binlercesi okla, kızgın yağla, taşla, işkence ile şehit edilmesi pahasına Müslümanlarca fethedilebilen İstanbul’a Fatih S. Mehmet girerken, Hıristiyan kızlar ona çiçekler sunmaktadırlar. Fatih Sultan Mehmet kendi dindaşlarının yaptıklarını İstanbul’lu Ortodokslara reva görmez. İstanbul’un fethinden sonra “Haşmetle şehre giren ve doğru Ayasofya’ya giden genç hükümdarı, burada toplanmış olan halk ve papazlar karşılarında gördükleri vakit ağlayarak yerlere kapandılar. Padişah onlara sükut etmelerini söyledikten sonra Patrik’e : “Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” dedi” (Dr. Selahattin Tansel Osmanlı Kaynaklarına göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri  Faaliyetleri, S.103, İst.1971) “Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten bir müddet sonra Ermenilerin Bursa’daki Ruhani reisleri Ovakim’i İstanbul’a getirterek, Rum Patrikhanesi yanında bir de Ermeni Patrikhanesi tesisine müsaade etti. Rum patriğine verdiği hak ve imtiyazları aynen Ermeni patrikliğine de lutfetti.” (Ermeni Mezalimi,S.29-30 , Veysel Eroğlu ) Herkesi tıpkı peygamberi ve rehberi Hz. Resul gibi özgür ve ibadetlerinde serbest bırakır (Feridun Emecen, “İstanbul (istanbul’un Fethi)”, DİA, XXIII, 218 , Kritovulos, İstanbul’un Fethi (trc. M. Gökman), İstanbul 1999, s. 127-129; Francis, Şehir Düştü (trc. Kriton Dinçmen), İstanbul 1992, s. 105, 107, 109. Ayrıca bk. Selahattin Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, İstanbul 1971, s. 106-107, M. âkif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 2001, s. 152-153, a. mlf., “Din (Din ve Vicdan Hürriyeti-Gayri Müslimler-)”, DİA, IX, 327 ) Ayrıca dikkat çekicidir ki, fetihten sonra Batı’ya kaçan ve orada barınamayıp sefalete düşen bazı Rum büyükleri tekrar İstanbul’a dönmüşlerdir. 1464-1472 tarihlerinde Rum bilginlerine Fâtih’in sarayında özel bir ilgi gösterildiği bilinmektedir (Halil İnalcık, “II. Mehmed”, DİA, XXIX (yayımlanacak madde müellif nüshası, s. 46- 47) Aynı özgürlük Yahudilere de tanınır (Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayri Müslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1996, s. 35-36 ) Bu hoşgörü Osmanlı tarihi boyunca devam eder. Gibbons’un şu tespiti oldukça manidardır: “Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve Engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar idareleri altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içerisinde yaşatıyorlardı.” (Ziya Kazıcı, “Osmanlı Devleti’nde Dinî Hoşgörü”, Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu, İstanbul 1998, (Hammer’den) s. 111 )  )  J.J.Rousseau, emile adlı eserinde Türk müsamahakârlığını şöyle ifade etmiştir : “Türkler dinleri icabı kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakâr ve misafirperverdirler.”
  “Avrupalılar heretic’leri canlı canlı yakarak idam ederken, Kanunî Sultan Süleyman ülkesindeki Hıristiyanlara ve Yahudilere din, inanç, kimlik, kültür hürriyeti vermiştir.” ( Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 28.11.2012)
   Lübnan’lı Hıristiyan yazar Amin Maalouf’un Ölümcül Kimlikler adlı kitabından: “Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yasamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.”
    Bosna : 1990’lı yıllar. Yugoslavya devleti yıkılmış, üçe ayrılan devletin Hıristiyan olan Sırp ve Hırvat tarafları hem birbirleri ile ama her ikisi birden Müslüman olan Bosnalılarla savaşa başlarlar. Yıllarca yan yana yaşadıkları Müslümanlara hoşgörü, acımak yoktur. İnsan (Hıristiyan) hakları beşiği Avrupa’nın ortasında 4 yıl bir halk topluca işkenceye tabi tutulurlar. Avrupa’nın ortasında namus kavramını kutsal sayan Müslümanlara, planlı bir şekilde saldırılar yapılır. 3 yaşından 70 yaşına tek çocuk, kız, kadın, nineye tecavüz edilir. Erkekler boğazlanarak, kırık cam şişeleri ile beyinleri sert cisimlerle patlatılarak öldürülür, çocuklar canlı canlı doğranır. Osmanlılar ise, Yugoslavya’da 400 yıl hakimiyet sürmüşlerdir. İslami yönetimde geçen yüzyıllar boyunca Hırvat ve Sırplar dinlerinden dönmeye zorlanmazlar. Özgürlük- hoşgörü sınırları çerçevesinde barış içinde dinlerini yaşarlar. Bosnalılar kendi istekleri ile Müslüman olurlar. İstenirse planlı bir çalışma ile 20-30 senede tüm Balkan devletleri zorla Müslüman yapılabilecekken- İslam dini buna karşı olduğu için – tüm dinler bir arada, zorlama olmadan barış içinde yaşarlar. Yüzyıllarca İslam hâkimiyetinde barış içinde yaşamış Hıristiyan toplumlar Osmanlının yıkılması ile 1900’lü yıllarda ve Yugoslavya’nın baskıcı rejimin çökmesi üzerine 1990’li yıllarda tek taraflı olarak Müslümanlara karşı savaş ve zulme başlarlar.
    Sırplar 300 sene Osmanlı idaresinde yönetildiler. Günümüzde Sırpça hala bir dil olarak kullanılır. Peki ya İspanyollar Sırbistan’ı yönetse idi acaba sonuç ne olurdu? Emin olun şimdi Sırplar İspanyolca konuşur ve dinleri de Katolik olurdu. Günümüzde Brezilya’da yerli halkın dili kaybolmuştur. Çünkü oraları İspanyollar keşfetmişti (!) Günümüzde dünyada 29 ülkede resmi dil Fransızca, 22 ülkede İspanyolcadır. İngilizceye girmiyoruz bile. Ve bir de bize insanlık, insan hakları dersi vermeye çalışanların tarihine bakın. Bizim tarihimiz, fiiliyatımız özgürlük, barış, fetih doludur. Sözde insanlık dersi, demokrasi verenlerin ise tarihleri ortadadır!



     Güneydoğu’da günümüzde varlığını devam ettiren yezidiler vardır. Yaklaşık bin yıldır İslam yönetiminde bulunan bu toplulukların, kendilerini yönetenlerin inançları ile 180 derece zıt bir inanca sahip oldukları halde yaşam ve inançlarının devamına izin verilmiştir. Ya Osmanlı yerine bir Hıristiyan ülke olsaydı Anadolu, Yezidiler varlıklarını ne kadar süre devam ettirebilirler di acaba?
  İslam barış dinidir, barışın dinidir. Hakim olduğu yerde huzur barış vardır. Olmadığı yerde ise kan ve zulüm. Günümüzde dünya geneline baktığımız zaman kanı akan tüm toplumların Müslüman oldukları görülür: Irak, Azerbaycan, Kıbrıs, Keşmir, Filistin, Kosova, Bosna, Çeçenistan, Libya, Cezayir, Tunus, Afganistan… kan akıtan tarafa bakınca ülke ismi farklı olsa da dinlerinin hep aynı olduğunu görürüz: Gayrimüslimler. Demokrasi adı ile girerler, petrolü alıp çıkarken öldürülen yüz binler, göç ettirilen milyonlar ve arkada fitne olarak ektikleri mezhep- ırk savaşları.
  Bu böyle devam edecektir ta ki biz Müslümanlar Kur’an’a teslim olana, dolayısıyla barışa, huzura ulaşana dek. 
 Hoşgörü, özgürlük
     “Hıristiyan azınlıklar Selçuklu devleti hudutları içinde Müslümanlarla her ne kadar aynı haklara sahip olmamışlarsa da hiçbir zaman Bizans’ta olduğu gibi dinsiz avına tabi tutulmamışlardır. İdareleri altındaki Rum ve Ermenilerin hiçbir dini inancına karışmayan Türkler, büyük bir tolerans göstermişlerdir.” (F.K. Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde,S.129 (1001 Temel Eser) )
    “ Avrupa Katolik kilisesinin yanında diğer kiliselerin kurulması olayları, kan gövdeyi götürme pahasına olurken, Türkler dini bakımdan büyük bir müsamaha gösteriyorlardı. Osmanlı devletinin kuruluşundan beri onunda idaresine giren halk, dilediği gibi din törenleri yapabilirdi. Bu serbestlik Avrupalıları o kadar kıskandırmıştır ki, reformun babası olan Lüter, Almanya üzerinde Türk idaresinin kurulmasını bile istemiştir.” (Doç A. Mansel, Doç C. Baysun, Prof. E. Z. Karal, Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi,S.84)
    “ Girit Adasının fatihleri olan Türkler, yerli ahalinin cemaat işlerine karışmayarak, onları dini merasimlerini ifade ve ruhani müesseselerini idarede tamamen serbest bıraktılar. Dini bakımdan böyle mutlak bir hürriyete sahip olan Girit halkı, aynı zamanda her türlü tetkik ve teftişten muaf kalarak, mektepleri ile adet ve göreneklerinin tanzim ve idaresi hususları da kendilerine bırakıldı. Anadilleri her türlü müdahaleden masun kaldı.” (Prof. Cemal Tukin, İslam Ansiklopedisi, IV.794 )
   “Bursa’nın zabtını müteakip halka karşı gösterilen yumuşaklık ve teslim şartlarına riayet edilmesi, İznik’in tesliminde de gösterildi. Şehir ve kaleyi teslim alan Orhan Bey, halktan arzu edenlerin eşyalarıyla beraber gitmesine müsaade etti. Hatta bu müsaade daha ileri giderek İznik halkının kendi tebaasından olmak ve yalnız cizye vermek şartıyla adet ve ananelerini muhafaza edebileceklerini ilan etti. İznik muhafızı olan Rum Beyi deniz yoluyla İstanbul’a gittiyse de halktan çoğu gitmedi. Harp sahasına yakın olduğu için muvakkat bir müddet beylik merkezi İznik’e naklolundu.” ( Ord. Porf. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,C.1,S.121 )
     Fransız tarihçisi Albert Malet:  “Türkler 17. asra kadar, iki yüz sene Avrupa için devamlı bir tehlike oldular. Macaristan’ı fethettiler, Viyana’ya kadar ilerlediler, orayı da kuşattılar. Bununla beraber, Türkler yendikleri milletlere dinlerini, kanunlarını, adetlerini ve dinlerini kabul ettirmek için zorlamadılar. Onları kendi bünyelerinde eritmeyi ve hepsini tek millet haline getirmeyi denediler. Yalnız hükümetleri yıkmakla ve vergi almakla kaldılar. Onların kiliselerini, okullarını, dillerini, yaşayışlarını ve kanunlarını olduğu gibi bıraktılar.” (Kadir Can Kaflı, Türkiyenin Kaderi, s.46)
  Dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Columbia Üniversitesi’nden Prof. Dr. Edward Said  İsrail’de yayınlanan Ha’aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında Ortadoğu’da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için “Osmanlı Millet Sistemi”ni önermiştir. Said’in yorumu şöyledir: Arap dünyasındaki diğer azınlıklar nasıl yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığının yaşaması da mümkündür… Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir. (18.8.2000, Ha’aretz Gazetesi; MiddleEast.Org, August 2000 )
   Mısırlı Hıristiyan Kıptî rahiplerin 327 yil önce Osmanlı’nın koyduğu bir kuralı bilmeden bozan bir rahip yüzünden birbirine girdiğini, yaralananlar olduğunu (03.08.2002tarihli gazetelerden)
Çağdaş tarih felsefecisi Arnold Toynbee,Tarih Üzerine Bir Etud adlı eserinde, “Eflatun’un ideal devletine en fazla yaklaşabilmiş sistem Osmanlı sistemidir” demektedir.
    Sloven Marksist Sosyolog Slavoj Zizek’in Radikal gazetesine verdiği mülakattan:  “İslam her zaman hoşgörülü bir din oldu; 18. ve 19. yy’da İstanbul’a gelen Avrupalı gezginler, buradaki dini hoşgörüden şaşkına dönmüşlerdi. İslam’ın ve özellikle de Osmanlı’nın özgün anlamıyla hoşgörüye sahip olmak anlamında çok gerilere giden bir tarihi var. Eğer çok kültürlülük konusunda bir şey öğrenmek istiyorsak, bu yüzden sizin tarihinize bakmamız gerektiğinin çok açık olduğunu söylüyorum. Osmanlı Devleti kimseye din dayatmadı. Dil bile dayatmadı. Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca hüküm sürdüğü Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da, Güneydoğu Avrupa’da yerli halkların dilleri değiştirilmedi. Araplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Makedonlar, Sırplar, Romenler, Macarlar, Hırvatlar, Boşnaklar, Arnavutlar Türkçe konuşmazlar. Ama İngilizlerin, Fransızların, Portekizlilerin sadece 100 sene kaldıkları memleketlerde bile onların dilleri konuşulur. Farklı din ve kültürlere saygı konusunda ders verecek medeniyet İslam medeniyeti, ders alması gereken medeniyet Batı medeniyetidir. Batı medeniyetinin İslam dünyasına öğrettikleri, her şeyden ırkçılık, etnik bozgunculuk, soykırımcılık, asimilasyonculuk ve ulus devletçilik olmuştur. Esenlik içinde yaşadıkları Osmanlı ülkesini parçalamaya kalkışan Hıristiyan unsurlar da, onlara zulmeden Müslüman kadrolar yahut Müslüman evladı kadrolar da Batı’nın rahle-i tedrisinden geçmiştiler.  (2011-10-18)
    Rusya’nın resmi televizyon kanalı ‘Kultura Tv’de’ ünlü gazeteci Vitali Tretyakov’un sunduğu “Çto Delat” ( Ne Yapmalı) programında Türkiye ve Osmanlı tarihi tartışıldı. Programda Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Vitali Naumkin, Şarkiyat Enstitüsü Türkiye Masası Başkanı Natalya Ulçenko, gazeteci Maksim Şevçenko katıldı. Akademisyen Naumkin de, Osmanlı’da her kesin eşit din özgürlüğüne sahip olduğunun altını çizerek, ülkede azınlıkların özgür yaşadığını vurguladı. Naumkin, “Başka ülkelerle kıyaslandığında Osmanlı’da diğer halklardan fazlasıyla din özgürlüğü vardı. Artı Osmanlı’nın tolerans açısından örnek ülke olduğunu da unutmamak lazım” dedi. Gazeteci Şevçenko da Osmanlı’nın o dönem çok demokratik ve özgür devlet olduğunu belirterek, “Ben Türk imparatorluğundan ziyade Osmanlı sözünü kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü o dönem Türk, köylü anlamında kullanılıyordu, Osmanlı ise üst düzey yönetim, askeri ve elit yapı için tercih ediliyordu. Macaristan’da o dönem din çatışması vardı ve Macarlar Sultan’a müracaat ederek kendisinden hamilik istedi. Macaristan savaşsız ve çatışmasız Osmanlı’ya katılmıştı. Kosova Savaşı’nda da Sırplar gönüllü olarak Osmanlı saflarına katılmıştı. Peki neden? Çünkü Osmanlı o dönem yasa, ulusların dayanışma, din ve başka özgürlükler bakımından en örnek devlet idi” dedi. Akademisyen Natalya Ulçenko ise Osmanlı’nın uzun asırlar boyu ayakta kalabilmesini imparatorluk içinde mevcut olan çeşitli özgürlüklerle ilişkilendirdi.  (17.11.2011)
    “ Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.”  (Nisa Suresi, 58), “ Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.“ (Nisa Suresi, 135)

                                     
  Osmanlı adaleti konusuna ek bilgi için  ”İslam ülkeleri neden geri?”   başlıklı yazımıza gelen bir soruya verdiğimiz cevaba da bakılabilir.

                                            İslam ve hoşgörü                         
  İslam insana büyük değer vermiştir. “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur” (Maide: 5/32)  Kur’an keyif için ve sebepsiz yere savaş çıkarılmasına da karşı çıkmıştır. (Hac: 22/39) Ancak Müslümanlara saldırıldığı zaman savaşmaya izin verilmiştir. Haksız yere saldırmak ve savaş açmak, Müslümanlara da yasaklanmıştır. (Bakara: 2/190)
 Belgrad’ın fethinde halka zarar verilmesini isteyen padişahın karşısına şeyhülislam dikilmiş ve halka verilecek zararın hesabını Allah’a veremeyeceğini, halkın kendisine Allah’ın emaneti olarak verildiğini söyleyerek padişahın yanlış bir iş yapmasını önlemiştir.Müslümanlar birtakım devletler ve din adına katliam yapan haçlılar gibi davransalardı, Müslümanların idare ettiği yerlerde başka din mensuplarından eser kalmazdı.
 1978’de Zagrep’te “Dünya Şiir Günleri” tertip edildi. Bu toplantının son günündeki müşterek yemekte bir Sırp tiyatro artisti,Yavuz Bülend Bakiler’e bakarak misafirlere şu mealde konuştu: Ben hesap ettim, siz Türkler bizi 550 sene idare ettiniz. Yine hesap ettim ki bu süre zarfında Osmanlı idaresi, her gün bir Hıristiyan aileyi ortadan kaldırsaydı, 20. asra Balkanlardan bir Hıristiyan bile gelemezdi. Üstelik bunu yapsaydı kimsenin ruhu bile duymazdı. Fakat Osmanlıların yapmadığını Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Birinci Dünya Harbi’nde üç buçuk sene içerisinde yaptı.(Yavuz Bülend’in “Üsküp’ten Kosova’ya” adlı eserine bakılabilir.)
 Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 1993’te 1-5 Şubat tarihleri arasındaki toplantısında “Demokratik Toplumda Dinî Toleransa Dair” aldığı 16 maddelik tavsiye kararları var. Bunun 6. maddesinde teokratik idarelerde bile dinî toleransın olabileceğini tarihin bize gösterdiği söylenmekte, örnek olarak Osmanlı idaresi ile Endülüs İslam Devleti’nin tutumları gösterilmektedir. Çünkü Hıristiyan dünyasında bunun örneği yoktur.
 “İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verildi. Şimdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul ve Ruh’ul-Kudüs ismiyle vaftiz eyleyin; size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin; ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim.” (Matta, 28:18-20, Kitab-ı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit/Tevrat ve İncil/Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1988)
“Yeryüzüne selamet getirmeye geldim sanmayın; ben selamet değil, fakat kılıç getirmeye geldim; çünkü ben adamla babasının ve kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim; ve adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır… Canını bulan onu zayi edecektir; benim uğruma canını zayi eden onu bulacaktır.” (Matta, 10:34-36, 39)
 Artık asırlardır süren Haçlı terörü, Haçlıların sadece Konstantinapolis’te yüz binlerce Ortodoks Hıristiyan’ı, Kudüs’te yüz binlerce Müslüman’ı ve Hıristiyan’ı kılıçtan geçirmelerinin esbab-ı mucibesi herhalde anlaşılmaktadır. Bunlara engizisyon terörünü, filozof Jordano Bruno’nun, vaiz Savanoral gibi birçok Hıristiyan’ın Roma meydanında diri diri yakılma merasimlerini; Endülüs’te öldürülen milyonlarca Müslüman’ı ve Yahudi’yi, Güney Amerika’da yok edilen yerli halklarla tarihten silinen medeniyetlerin ortadan kaldırılmasında uygulanan terörü, “Otuz Yıl”, “Yüz Yıl” din savaşlarındaki cinayetleri de ilave edebilirsiniz.  ( Prof Süleyman H. Bolay, Zaman :18-19.09.2006)
Savaş Hukuku ve Barış Hukuku Hükümlerinin Kasten Birbirine Karıştırılması  Asla Kabul Edilemez !
    Bundan birkaç sene önce Twente Üniversitesinde bir konferansa katıldım. 600 kişiyi bulan dinleyiciler arasından birisi, Kur’an’ın şiddet içerdiğini ve insanları şiddete teşvik ettiğini iddia etti ve bana Kur’an’dan bir ayet okudu. Meali şöyleydi: ‘Küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.’ Ben ise ayetin baş tarafını okumasını söyledim Okumak istemedi. Ben tamamladım. ‘Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, ve dininize saldırırlarsa,….’ (Kur’an, Tevbe, Ayet 12) Bildiğiniz gibi, her devletin Savaş Hukuku kuralları ayrıdır ve barış hukuku kuralları ayrıdır. İslam Hukukunun birinci kaynağı Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an-ı Kerimde hem barış dönemine ve hem de savaş dönemine ait ayetler vardır. İşte Wilders ve benzerleri, Kur’an’ın savaş dönemine ait bazı ayetlerini alarak sanki genelmiş gibi göstermektedirler. Doğrudur; Kur’an’da 109 tane Savaş Hukuku ile alakalı hükümler vardır. Mesela Hz. Peygamberin Medine’yi müdafaa ederken inen bazı savaş hükümleri bunlara misaldir. Bakara:190: Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez. 191: Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.192: Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah gafûr ve rahîmdir.193: Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.’
   Şimdi siz bu ayetleri okur da barış zamanına uygularsanız, o zaman hata yapmış olursunuz. Maalesef mesela Washington Times’ın yazarlarından Cal Thomas tıpkı Wilders gibi davranmış ve bu ayetin sadece ‘Onları yakaladığınız yerde öldürün’ ayetini alarak İslam’ı ve Kuranı suçlamıştır. Eğer siz ayetlerin niçin nazil olduğunu veya hangi münasebetle Peygambere indirildiğini bilmezseniz, manayı anlayamazsınız.
   Savaş Zamanında Şiddete Karşı Çıkan İslam Barış Zamanında şiddete müsaade eder mi?
  A) Yasak fiiller: Zulüm ve işkence ile öldürmek; muhârip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri , sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır. İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır. Verilen söze veya muâhedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılamaz. Zina ve gayr-i meşrû münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez.
  B) Normal zamanlarda yasak olduğu halde savaş sebebiyle serbest hale gelen fiiller iki gruba ayrılır: Birinci grup; düşman şahıslara karşı yapılması caiz olan fiillerdir. Savaşa katılan düşman askerlerini öldürmek, yaralamak, takip etmek ve esir almak caizdir. Öldürülmemesi gerekenleri daha önce belirtmiştik. Hz. Peygamber’in “Harp hiledir” hadisi gereği, düşmanı şaşırtmak, moralini bozmak ve yanlış taktik ve stratejilere sevk etmek amacıyla savaşta hile yapılabilir. Bunun hazırlayıcısı demek olan soğuk harp yani propaganda da caiz görülmüştür. Düşmana her çeşit silahla hücum edilebilir. Ancak zehirli silahların kullanılması, hukukçular tarafından reddedilmiştir.Gecebaskını ve pusu da harbin sevk ve idaresinde caiz görülen harp vasıtaları arasındadır. Düşmana haber sızdıran casuslar ölüm cezasına çarptırılırlar. İkinci grup ise; düşman mallarına karşı harp esnasında yapılabilecek fiillerdir. İslâm hukuku, temelde sulh veya harp halinde her çeşit mal telefini yasaklar. Ancak harp zarureti gereği bu kaidenin istisnaları ortaya çıkmış ve düşmana ait binaların yıkılması, ağaçların kesilmesi ve ziraî mahsullerin telef edilmesi caiz görülmüştür.
   Harp halinde bile bu sınırlamaları getiren bir dinin şiddete, insan öldürmeye, katliama ve soykırıma müsaade etmesi mümkün değildir.Bize düşen güzellikle uyarmaktır. “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.” (Nahl 16/125)  Lokman, oğluna öğüt verirken şöyle demişti: “Yavrucuğum, namazı kıl, güzeli iste, fenalığı önle, başına gelene katlan, bunlar gerçekten kararlılık gösterilecek işlerdendir.İnsanları küçümseyip dudak bükme, yeryüzünde kasılarak yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman 31/13-18). “Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256) .”Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? ” (Yunus 10/99) “Kim yola gelirse sadece kendi için gelmiş olur. Kim de yolunu kaybederse sadece kendi aleyhine kaybeder. Hiç bir günahkar başkasının günahını çekmez. Biz de bir elçi gönderinceye kadar azab etmeyiz.” (İsrâ 17/15) “Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin. Sonra onlar da taşkınlık edip bilmeyerek Allah’a söverler.” (En’am 6/108) . “Onları doğru yola çağırsan duymazlar. Sana baktıklarını görürsün ama seçemezler. Sen bağışlamadan yana ol, uygun olanı emret, kendini bilmeyenlere de aldırma. Şeytan seni dürtecek olursa Allah’a sığın. Çünkü o işitir ve bilir. (A’raf 7/198-200) “Ey İnananlar! Allah rızası için, eğilmeyen, dürüstçe şahitlik yapan kimseler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sakın sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olun; takvaya en yakın olanı budur.Allah’a karşı korunun, çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır.”(Maide 5/8)
    İman bir kalp işidir. “Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)  Herkesin dini kendinedir. “De ki: “Ey kafirler! Tapmam sizin taptıklarınıza. Siz de tapmazsınız benim taptığıma. Ben de işte tapmam sizin taptığınıza.Siz de tapmazsınız benim taptığıma.Sizin dininiz size, benim dinim de bana.” (Kafirûn 109/1-6) “De ki: “Doğru olan Rabbinizden gelendir.” Dileyen inansın, dileyen tanımasın.” ( Kehf 18/29)  “Kim yola gelirse sadece kendi için gelmiş olur. Kim de yolunu kaybederse sadece kendi aleyhine kaybeder. Hiç bir günahkar başkasının günahını çekmez. Biz de bir elçi gönderinceye kadar azab etmeyiz.” (İsrâ 17/15)  “ Allah, din hakkında sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz; doğrusu Allah adil olanları sever.Allah sadece, sizinle din hakkında savaşanlara, sizi yurtlarınızdan çıkaranlara ve çıkarılmanıza yardım edenlere yakınlık göstermenizi yasaklar. Kim onlara yakınlık gösterirse, işte onlar zalimlerdir.“(Mümtahine, 60/7-9)    ( Prof. Ahmet Akgündüz, Yeni şafak:06.04.2008 )
    İslâm, barış ve Allah’a teslimiyet dinidir. Alman şairi Goethe bunu çok güzel ifade eder:
“Wenn islam Gott ergeben heisst Im İslam, leben und sterben wir alle.
(Eğer İslâm teslim olmak anlamına geliyorsa Allah’a, hepimiz yaşayıp ölmekteyiz İslâm’da)” (Haarman, Maria (Hrsg): Der islam (Ein Lesebuch). München: Beck, 1992, s. 36) 

                                     Savaşların nedeni din midir?
        20. yüzyılda ekonomik ve ideolojik nedenlerle yapılan yerel ve dünya çapındaki savaşlar, ‘İleri’ addedilen devletlerin son 300 yılda Afrika, Asya, Amerika’da yaptıkları katliam, sömürge, köleleştirme faaliyetleri, batılı ülkelerin kendi aralarında yüzyıllar süren savaş, mücadele, katliamlar hesaba katıldığında bu sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır aslında. Sosyalizm, faşizm, Demokrasi (!) adına yapılan savaş, terör, katliamlar, ayrıca Lenin ile Mao, Stalin ile Troçki, M. Belli ile H Kıvılcımlı, Beyaz Proletar Aydınlık ile  Kırmızı Proletar Aydınlık, hatta Fidel Kastro ile Che  arasındaki mücadele hangi kefeye konacaktır? Sadece I. Ve II. Dünya Savaşlarındaki ölüm oranı tüm insanlık tarihindeki savaşlarda ölenlerden katbekat fazladır. Rant, Şahsi menfaat, makam elde etmek için yapılan savaşlar, din adına yapılıyormuş gibi gösteriliyorsa bu dinin değil, iki yüzlü insanların sorunudur. Hele ki ‘Batıl Din’ kapsamına giren dinlerin savaşlarından da en azında biz Müslüman’lar sorumlu değilizdir.
      Kısaca özetlemek gerekirse İslam’da savaş; Ya nefsi müdafaa için ya anlaşma şartlarının bozulması üzerine anlaşma şartlarına göre ceza vermek için ya da İslam’a yapılan baskılara son vermek için yapılır. Yoksa İslam’a zorla insanları sokma gayreti bizzat Kuran tarafında yasaklanmıştır, ayetler yukarıda verildi.
       İslam insanlar arasındaki mücadeleyi değerlendirirken, rant, ırk, din …savaşları olarak değerlendirmez, olayları “ Hak– batıl “ mücadelesi olarak değerlendirir. İslam Hak olanın yanında, batıl, zalimin karşısındadır.
       Hak, her zaman ve şartta doğru, iyi, faydalı, yararlı, güzel olandır. Biz Müslümanlara göre bozulmamış Yahudilik Hıristiyanlık ve günümüzde İslam dini; Hak’tır. Diğer – İçlerinde kısmen doğrular barındırsalar da genel olarak değerlendirince çoğu yanlışlarla dolu olan – tüm dinler  ise batıl olarak kabul edilir. Ama tekrar altını çizelim,  İslam asla insanları zorlayarak Müslüman yapılmasına izin vermez. İslam topraklarında yaşayan herkesin ‘ Can, mal, namus, akıl ve din ‘ emniyeti sağlanır, koruma altındadır. İslam toprakları dışındakiler işe  ise anlaşmalar yapılır ve bu anlaşmaları bozan taraf asla Müslümanlar olmaz.
      Barış zamanında savaş ayetleri gündeme gelmeyeceği gibi, barış zamanlarında da savaş ayetlerini gündeme getirmek sadece önyargı- düşmanlıkla ifade edilebilecek yaklaşım tarzlarıdır.

                                                   Fetih ile işgal arasındaki fark
     İşgal, savaş ile alınan yerlerde katliam, tecavüz, hırsızlık sömürü yapmak, inanç hürriyetini sonlandırmaktır. Fetih ise yine savaşla alınan yere barış, huzur adaleti getirmektir. İnanç özgürlüğünü sağlamaktır. Örnekleri ise yukarıda mevcuttur. Müslüman fetheder, gayri Müslim işgal.



                                                              İddialar, gerçekler





Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...