11 Ağustos 2013

ÖLÜM TECRÜBESİ*



Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 1 105

ÖLÜM TECRÜBESİ*

Hans George GADAMER 
Çev.: Yrd. Doç. Dr. Ali Rıza AYDIN
OMÜ İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi 
Bu düşüncelerimi oluştururken ister din tarafından yapılan yorumlarda isterse 
günlük hayatın ritüellerindeki bin yıllık insan hafızası yoluyla bize kadar geldiği 
şekliyle ölüm tasvirindeki değişiklikten daha fazlasıyla ilgileniyorum. Ben çok daha 
radikal ve spesifik olan çağdaş oluşlar yani modern toplumdaki ölüm tasvirinin yavaş
yavaş ortadan kalkmasıyla ilgileniyorum. Bu açıkça bizim dikkatimizi çeken bir 
olaydır. Bu, nüfusun her kesimini etkisi altında bırakan ve modern tabiî bilimlerin ve 
haberleşme sistemlerinin göz kamaştırıcı başarılarıyla kolaylaştırılan, bütünüyle 
realitenin teknolojik kontrolüne dayalı olan yeni ve ikinci bir Aydınlanma şeklinde 
isimlendirmeyi arzuladığım durumla alakalıdır. Bu ikinci Aydınlanma, ölümün 
mitolojiden arındırılmasına neden olmuştur. 
Eğer kişi kesin olmak isterse hayatın- ve böylece ölümün- mitolojiden 
arındırılması hakkında konuşmalıdır. Çünkü, bu yeni Aydınlanmanın bilim yoluyla 
kendisini açığa çıkardığı mantıksal bir düzendir. Modern bilimin, artık evrendeki 
hayatın orijinini mucizevî bir gerçek veya hesaplanamaz bir şans oyununun sonucu 
olarak kabul etmemesi, bunun yerine oldukça kapsamlı evrim süreci yoluyla 
gezegenimizdeki hayatın ortaya çıkışına ve onun bütün ileri gelişmelerine götüren 
kesin tabiî bilimsel nedenler zinciri tespit edebilmesi gerçeğinde ilginç bir şeyler 
vardır. Diğer taraftan endüstri devriminin ve onun teknolojik sonuçlarının, insanların 
hayatındaki ölüm tecrübesini değiştirme tarzını da gözden kaçırmamalıyız. Bu 
sadece -herkesi, ölümün heybeti karşısında şapkalarını çıkarmaya sevk eden- cenaze 
alayının kasaba hayatında tarihe karışan bir şeyin olması değildir. Ölümün, gerçek 
anlamda gayri şahsileştirilmesi modern hastanede daha ileri derecelerde görülür. Bu 
olup biten şeylerle alakalı toplumsal temsilin kaybolmasının yanında ölenler ve onun 
akrabaları, ailenin iç çevresinden uzaklaştırılırlar. Ölüm, bu suretle endüstriyel 
üretim içeren teknolojik işlere uydurulur. Bu değişmelere bakmak suretiyle biz, her 
ne kadar negatif olsa da ölümün, modern ekonomik hayatın içindeki sayısız üretim 108 Hans George Gadamer 
insanlık için icra ettiği gerçek hizmetin, öyle ateşin hediye edilmesi ve onunla ilişkili 
bütün hünerlere sahip olması değil, aksine ölüm vaktine ilişkin bilgiyi bizden çekip 
aldığından kıvanç duymaktadır. Kendi ölümüyle ilgili bu gizleme hediyesi, 
Prometheus tarafından verilmeden önce insan çok kötü ve verimsiz bir şekilde 
mağaralarda yaşamış olmalı ve insanlığı diğer tüm canlı yaratıklardan ayıran bu 
kültürel kazanımların hiçbirini yaratmamış olmalıdır.
Bu izahın derinliği, oyun yazarının ateşin hediye edilmesi ve insanın pratik 
hünerlerinin uyandırılması hakkında geleneksel efsanenin arkasına nüfuz etmede ve 
bu yüzden hikayenin nihai ve en derin motivasyonunu bu otantik armağan açısından 
yeniden yorumlamasında yatmaktadır. Böylece oyun yazarı, Platon’un Protagoras’ın 
ağzından sunduğu formülde açıklandığı gibi eski Aydınlanmanın kültürel 
övünmesini aşıyor: “ Sanatlarda ve ateşte hünerli ol ” (‘entechnos sophia sun puri’; 
Protagoras, 321d). Aeschylus’un dramasına derinlik kazandıran şey, ölüme yönelik 
bu motive edici referanstır. Bu hediye, kişinin kendi geleceğini tahayyül etme 
kabiliyetinin, gerçekten bir sona doğru gittiği düşüncesini kavrayamayacak ölçüde 
ona bir somut varlığı ödünç olarak verdiği gerçeğinde vücut bulmaktadır. Hiçbir 
geleceğe sahip olmadığımızı fark etmediğimiz sürece bir geleceğe sahip olduğumuz 
söylenebilir. Ölümün bastırılması, hayat iradesini yansıtır. Buraya kadar kişinin 
kendi ölümüyle ilgili bilgiye sahip olması bazı fevkalâde şartlara bağlıdır. Böylece 
bir çocuğun, ölüm gerçeğini kavramayı ne zaman öğrendiğini kendimize sorabiliriz. 
Modern psikolojinin bu soruya, bizim kültürümüzün aydınlanmış toplumunun kabul 
edebileceği şekilde açık cevap verip veremeyeceğinden emin değilim. Hayli yetişkin 
olanlar için bile, içimizdeki en derin katmanlarda yer aldığı halde, ölmek zorunda 
olduğumuza dair bilginin neredeyse tümüyle örtük kalması muhtemelen, hayat ve 
bastırılan ölüm arasında tasvir edilen dahili bağlantı ile ilişkilidir. Öyle ki, yaklaşan 
ölüm hakkında en açık ve en net bilgi, kendini hissettirdiği ve artık gizlenemeyeceği 
zaman bile yaşama ve geleceğe olan tutku, son vasiyetin meşru gereksinimlerini 
tamamlamaya hazırlanamayacak kadar güçlü olarak bazı insanlar tarafından 
bilinmektedir. Diğerleri, vasiyetnamelerinde konulduğu gibi, hemen hemen kendi 
yaşamlarının ve devam eden varlıklarının bir çeşit tasdiki olarak terekelerini yeniden 
elden çıkarmaya çalışırlar.Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 1 109
Haklı olarak iddia edilebilir ki modern medeni dünya, bizzat hayatın içinde 
köklenen bu bastırma eğilimini, istekli ve hevesli olarak kurumsal mükemmelliğe ve 
böylece ölüm tecrübesini bütünüyle kamu hayatının sınırları dışına taşımaya 
çalışmaktadır. Ancak hayret verici bir gerçektir ki hâlâ bu kültürel eğilime karşı
değişmeyen bir direnç vardır. Dinsel bağlar, sadece defin hizmetleri ve cenaze 
törenleri şeklinde kalmaz, bir matem olduğunda da sık sık yeniden canlanır. Bu 
durum, diğer kültürlerde özellikle içinde modern Aydınlanmanın gücünün giderek 
kendini gösterdiği, zengin ve pek çok farklı formların geliştiği dinsel geleneklerde 
daha açıktır. Hatta kitle ateizminin geliştiği bir çağda bile böyle ritüeller hâlâ, 
inanmayan ve gerçekte tam bir sekülerleşme içinde olan insanlar tarafından 
sürdürülür. Bu, büyük yaşam festivallerinde, Hıristiyan vaftiz ve Hıristiyan evlenme 
törenleri gibi, ve hepsinden öte cenaze törenlerinde, Hıristiyan gömme ve anma 
törenlerinde görülebilir. Hatta ateist ülkelerde, ölüyü onore etmenin başka politik ve 
seküler tarzları yanında Hıristiyan ya da diğer dinlere ait pratikler de kabul edilir. 
Bunu, sadece bir geçiş safhasına uygun geçici bir ayrıcalık olarak görmemiz gerekse 
bile yine de o, çok aşikârdır. Bu ancak, özgür dünya diye isimlendirilen laikleşmiş
toplumlar için geçerlidir. Hülasa her yerde, ölümün baskısının diğer yönü olarak 
canlıların bilinci, hâlâ ölümün gizemliliği hususunda bir korku,onun kutsallığı
huzurunda bir ürperti tecrübe eder ve şu anda bile canlıların arasında olan birinin son 
vedasına eşlik eden sessizlik içinde hâlâ anlaşılmaz bir şey vardır.
Burada özellikle ailenin bütün üyeleri, kökleşmiş bir dinî canlılığı sürdürüyor 
gibi görünüyor. Bazı kültürlerde özellikle Japon ve eski Roma kültürlerinde atalara 
kültü, katî dinsel bir işlevi yerine getirmişti. Fakat Batı Hıristiyan âleminde de 
ölünün onore edilmesi, kesin bir yer edinmiştir. Bu, hafızada korunan ve saygınlığı
olan bütün bir nesli kuşatmıştır ve Hıristiyan ya da diğer dinlere ait uygulamalarda 
normal yaşam düzeninde kendine bir çeşit yer edinmiştir. Günümüz Batı dünyasında 
bu uygulama, gerçekte bütünüyle rasyonel yani, mezarlıklarımızdaki mezarların 
üzerlerinin kapatılması ile ilgili farklı tecrübede olduğu gibi bu dünyaya ilişkin 
organize edilen formlara dönüştürülmüş olabilir. Hatta böyle bürokratik işlerde bile 
ölüm töreninin benzersiz durumlarıyla ilgili bazı bilgiler yine de açıklanır. Bu bir 
örnekle gösterilebilir. Bütün dinsel deneyüstü inançların ötesinde bugün hâlâ gücünü 
gözler önüne seren eski bir anlayış vardır. Ölümün, geride kalanlardan istediği bu 110 Hans George Gadamer 
son veda, aynı zamanda canlıların bilinçlerinde ve hafızalarında sürdürdükleri ölü 
kişi imajında bir dönüşüm meydana getirir. Ölünün hakkında asla kötü 
konuşmamamızın gerektiği, nadiren emir olarak isimlendirilen bir emirdir. Bu, 
sadece sürekli bir ayrılıkla biçim değiştiren ölen kişinin karakterini korumak için 
değil aynı zamanda verimli ve pozitif şekli noktasında da onu yeniden oluşturmak 
için insan tabiatının bastırılamayan ihtiyacıdır. O, bir ideale dönüştürülür, bir ideal 
olarak da bizzat değişmez olur. Nihaî ayrılıkları nedeniyle, mevcudiyetlerini farklı
olarak tecrübe etmeye başladığımız bu süreçte gerçekte neyin olup bittiğini söylemek 
zordur.
Böyle sekülerleşmiş anma şekillerine bakmak suretiyle öteye ait dinsel 
nosyonların, ruhun ölümsüzlüğüne ve ölümden sonra yeniden bir araya gelmeye 
inanma ihtiyacının gerisinde yatan derin motivasyonları anlamak mümkündür. Bir 
çok pagan kültleriyle yakın paralellikler taşıyan Hıristiyan anlatımı, keza, insan 
tabiatının ölümün üstesinden gelmeyi ne kadar arzuladığını anlamlı bir şekilde ifade 
eder. İnananların sağlam bir kesinlik ve diğerlerinin de muhtemelen melankolik bir 
arzudan öteye gitmeyen bir şey olarak tecrübe ettiği şey, umursamazca 
önemsenmemiş değersiz bir mesele olarak ele alınmaz. Bizzat yaşama ait olan ölümü 
bastırma, sanki hayatta kalanlar tarafından tabiî bir tarzda olumlu bir hale 
getirilmelidir. Burada hem dinî inanç hem de bütünüyle dünyevî tutumlar, ölümün 
yüceliğini onore etme hususunda aynı tavrı sergilerler. Bilimsel Aydınlanmanın 
katkısı, hayatın ve ölümün gizeminde başa çıkılmaz bir sınıra varmıştır. Üstelik bu 
sınırda, bütün insanlığın birbiriyle gerçek bir dayanışması, hepimiz bu gizemi 
tanıdığımız ve benimsediğimiz sürece ifadesini bulur. Yaşayan herkes ölümü kabul 
etmeli. Hepimiz bu dünya ile öteki dünya arasında sınır çizgisindeyiz.
Yalnızca, dinsel öğretilerin öteyi aşmayı ya da görmeyi iddia edebildiği böyle 
bir sınır tecrübesinin, kavramsal sorgulama, tespit etme ve doğrulama noktasında 
felsefî düşünceye çalışabilmesi için çok az yer bıraktığı tahmin edilebilir. Yine de her 
şeyden önce ister kıyamet günündeki gibi ödül vaadi isterse ceza tehdidi olsun dine 
ait öteyi sürekli olarak dikkate almaksızın ölümle karşılaştığında, insanda neyin olup 
bittiğini felsefenin hiçbir şekilde düşünemeyeceğinin farkında olmalıyız. Mamafih 
bu, bizim felsefe diye adlandırdığımız şey için şu anlama gelir. Yalnızca Yunan Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 1 111
putperestliği ve Yahudi, Hıristiyan ve İslam monoteizmi bağlamında felsefe sorunu 
ortaya çıkar.
Şayet, realitenin üstün gücü, hayat ve ölümün ayrılmaz birlikteliği ve onların 
birbirlerini kesinlikle dışlamalarını temsil ediyorsa, bu takdirde Yunan düşüncesi 
ilâhî olanın nasıl düşünülebileceğini sormaya zorlanmıştır. Nitekim ölümsüzler ve 
tanrılar gibi ölmeyen bu varlıklar, aynı zamanda tamamen canlı olan en yüksek varlık 
şeklini temsil etmektedir. Bu, Yunanlıları, yaşayan varlık içerisinde ölmeyen ve 
ölümü tecrübe eden şeklinde ayırıma gitmeye götürür. Yunanlılar ruhu, ölümsüz 
addederler ve onu athanatos şeklinde adlandırarak, onun tanrılar yani ölümsüzler 
gibi aynı varlık mevkiini paylaştığını kabul ettiler. Anlaşılmaz fragmentlerinin bir 
kısmında, sadece yaşam ile ölüm arasındaki içsel ilişkiyi değil aynı zamanda 
ölümsüzlerle ölümlüler arasındaki ilişkiyi de açıklayan ilk Yunanlı filozof 
Heraclitus’tu. Bu fragmentlerin birinde şu yazılıdır: “ Ölümlerini yaşayan ve 
yaşamları öldüren ölümsüz ölümlüler, ölümlü ölümsüzler ” (Fragment 62). Bu 
anlaşılmaz ifadenin yorumlanması gerekirse de o, psyche, yani ruh, kendisinde 
karşılıklı zıt anların sarmalandığı bir şey olarak yeterince kavranmadan 
anlaşılmayacaktır.
 Bu düşünce zincirinin izlerini, mahkum Sokrates’in zehirli kaptan içmek 
zorunda kaldığı günde arkadaşlarıyla yapmış olduğu diyaloğu sunan Plato’nun
Phaedo’ sunda görmek mümkündür. Sokrates’in burada kendisiyle ruhun 
ölümsüzlüğünü inkâr eden her tartışmayı incelediği ve reddettiği dinî huzur, herhangi 
bir tartışmayla tamamen avutulamayan bizdeki bu çocuk için eski dünyada 
bulabildiğimiz en güçlü teşviktir. Kendisinden sonra gelenlerin hepsi için ölmekte 
olan Sokrates, örnek haline gelir. Bu bağlamada Stoacı bilgeyi ve kendi 
özgürlüğünün bir kanıtı olarak sergilediği ölüm karşısında soğukkanlı tavrını
hatırlamak yeterlidir. Bu sebatlı özgür karar denemesi Stoalılarca yasak olmayan 
intihar eylemi için bile istenmiştir. Zira onların dini, ölüme ancak, olup biten şeylerin 
tamamen farkında olarak ya uzun bir oruçla ya da ölüme yol açan yavaş bir kanama 
suretiyle izin vermektedir. Aynı şekilde biz Epikurcular’ ın örneğine de aşinayız. 
Onlar, tartışma aracılığı ile ölüm korkusuna karşı mücadele ettiler ve aynı zamanda 
yaşam sanatını en mükemmel seviyesine ulaştırdılar. Lessing, bir hümanist ve çağdaş
Aydınlanmanın bir çocuğu olarak, meşhur bir eserde eskilerin ölümü düşündüklerini 112 Hans George Gadamer 
ve onu Hıristiyan Orta Çağlarındaki gibi korkulu bir iskeleti değil uykunun kardeşi 
şeklinde temsil ettiklerini vurgulamıştır.
Fakat bugün, hepimiz modern Aydınlanmanın koşulları altında yaşıyoruz. 
Lessing’in tanımladığı gibi biçim değiştiren teselli dünyasına giriş, son tahlilde bize 
kapalı duruyor. Bu, bizzat pagan antik çağının Hıristiyan dönüşümünden hareketle 
gelişen bir bilimin sonucu olan modern Aydınlanmanın sertliğini ve haşinliğini 
oluşturur. Tanrı’nın aşkınlığı, insan bilgisine bizzat insanlık konusunda öğrenme 
görevini yükledi ve böylece, sonunda bilgiyi elde etme görevinin de şeklini 
değiştirdi. Niceliğe karşı yeni bir tutum ve rasyonel inşa amacındaki yeni ideal, yeni 
bir imparatorluk kurdu. Bu imparatorluk, bilgi vasıtasıyla hükmetme ülküsüyle idare 
edilir ve bilimsel araştırma yardımıyla da kontrol edilebilecek olan şeylerin 
sınırlarını sürekli olarak genişletir. Bu bilimsel Aydınlanma, eski dünyanınkine 
benzer şekilde kendi sınırını ölümün kavranamazlığı içerisinde bulduğu doğru ise, o 
zaman düşüncenin ölüm muammasına bir şekilde yaklaşabildiği sorgulama ufkunun 
hâlâ kurtuluş doktrini ile sınırlandığı doğru olarak kalmaktadır. Bize göre bu, bütün 
kilise ve mezhep farklılıklarına rağmen Hıristiyanlık doktrinidir. Reflektif düşünceye 
göre, ölümün gerçek manada üstesinden gelmenin, ölünün yeniden dirilişi hariç 
hiçbir şekilde mümkün olamayacağı hususu, aydınlatıcı olduğu kadar kavranamaz 
olarak görülmelidir. İnsanlar için bu en büyük kesinliktir. İnanmayanlar içinse o, 
ancak ölümün kendisi kadar kavranamayan bir şey olarak kalır

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...