05 Temmuz 2013

İSLÂM DİNİ'NİN TEMEL ESASLARI




İSLÂM DİNİ'NİN TEMEL ESASLARI

Hamd Allah'a mahsustur. O Allah ki, İhsan ve kerem sahibidir. Nimetleri sayılar ile
sayılamayacak kadar çoktur. Lütuf ve irşadı ile nimet veren, dosdoğru yola ileten,
lütufta bulunup kulları arasından seçtiği kimseleri dinde fakih olmaya muvaffak
kılandır. 
Hamdın en yücesi, en üstünü, en mükemmeli, en şümullüsü ve en umumi olanı ile
Allah'a hamd ederim. O'ndan başka ilâh ol­madığına, bir ve tek olduğuna ve çok
bağışlayıcı olduğuna şehadet ederim.
Seçkin ve tertemiz olan Hz.Muhammed (S.A.V.)'in, O'nun kulu ve resulü olduğuna
şehadet ederim. Allah'ın salât ve selâmı O'nun üze­rine olsun. Kendi katında fazilet ve
şerefini yüceltsin.
İslâm Dininin Temel Esasları
İslâm dininin genel çerçevesini oluşturan ana esaslar ortaya konur­ken çoğunlukla
Cibril hadisine göndermede bulunulur. Hz. Ömer'in anlattığına göre; bir gün Hz.
Peygamber ile beraber otururlarken bem­beyaz elbiseli, saç ve sakalı simsiyah bir
adam çıkagelir. Üzerinde bir yolculuk izi görünmeyen ve aralarından hiçbirinin
kendisini tanımadığı bu kişi, Hz. Peygamber'in önünde diz çökerek: "Ya Muhammed,
bana İslâm'ın ne olduğunu bildir" der. Hz. Peygamber: "İslâm, Kelime-­i Şehâdet
getirmen, Namazı dosdoğru kılman, Zekâtı vermen, Ramazan'da Oruç tutman, imkânın
olursa Haccetmendir" buyurur. Adam: "Doğru söylüyorsun" dedikten sonra bu
defa "İman nedir?" diye sorar. Hz. Peygamber: "İman Allah'a, Melekleri'ne, Kitapları'na,
Peygamberleri'ne, Kıyamet gününe ve Kadere inanmandır" diye cevap verir. Adam
yine "Doğru söyledin" der, Bu defa, "İhsan nedir?" diye sorar. Resûlullah: "İhsan,
Allah'ı görür gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu gör­müyorsan da o seni
görüyor" şeklinde cevap verir. Adam yine "Doğru söyledin" diyerek bu defa da
kıyametin ne zaman kopacağını sorar. Hz. Peygamber: "Bu konuyu, kendisine sorulan,
sorandan daha çok bilme­mektedir" buyurur. Hz. Ömer, yabancı adamın sonra
çekip gittiğini, Hz. Peygamberin kendilerine: "Soru soranın kim olduğunu biliyor
musu­nuz?" diye sorduğunu, Allah ve Resulü daha iyi bilir dediklerini ve bunun
üzerine; "0 kişi Cebrail'dir ve size dininizi öğretmeye gelmiştir" bu­yurduklarını rivayet
eder   (Müslim, "iman", I).
İslâm bilginleri, bu hadisteki tasniften hareketle, İslâm dininin temel esaslarını itikadî,
amelî ve ahlâkî olmak üzere üç gruba ayırmışlardır.
A- İtikadî Esasları
İslâmiyet'in itikadî esasları; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygam­berlerine, âhirete
ve kadere inanmaktır. İslâm dininin genel hatlarını oluşturan bu esasların tespiti
tamamıyla Allah'a aittir, İnsanların kendi­liğinden bunlara herhangi bir şey eklemesi
söz konusu değildir. Dine buradan girilir ve dinden buradan çıkılır.
B- Amelî Esasları
Amel, dinin uygulamaya İlişkin yönünü oluşturur. Bunların Allah'a karşı gösterilmesi
gereken tazim ve saygıyı ifade edenlerine ibadet; insanlar arası hukukî olay ve
işlemlere ait düzenlemelere de muamelât denilir. İnanç esasları gibi ibâdetler de Allah
tarafından belirlenir. Mahi­yeti itibariyle metafizik bir boyuta sahip olan din, zaman
ve zeminin değişmesi ile değişime açık olan muamelât konularını daha çok ilkesel
düzeyde düzenler. Bundan dolayı, dinde bu hususların ihtiyaç, menfaat, adalet ve hak
gibi değerler ışığında belirlenmesi, bunların değişmesine bağlı olarak ilgili hükümlerin
de değişmesi tercih edilir. Bunların, dinin inanç, ibâdet ve ahlâk esaslarını hayata
geçirmede katkıları büyüktür.
C- Ahlâkî Esasları
Ahlâk, insanlar arasındaki ilişkileri hukukî yaptırıma dayanmaksızın düzenler ve
onların olgunlaştırılmasını amaç edinir. İslâm ahlâkı, Allah'a karşı saygı ve tazimde
bulunma, yaratıklara ise şefkatli ve yararlı olma ilkesine dayanır. Ahlâk, insanın
hürriyetini iyi yönde kullanmasını gerek­tirir. İnsanı birtakım vazifelerle mükellef
tutan İslâm dini ona hürriyetini iyi bir şekilde kullanma şansı, ahlâkını olgunlaştırma
imkânı sağlar. Kur'an: "Kim muhsin olarak (yani İyi ve güzel davranışlarda bulunarak)
yüzünü Allah'a döndürürse onun ecri, Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku
vardır, ne de üzüntü çekerler"  (­Sure-i Bakara) buyurmak suretiyle Allah'a yönelmenin ve
samimi olarak O'na bağlanmanın sonu­cunu çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Mükellef Ve Teklifi Hükümler
A- Mükellef
Mükellef, Allah tarafından dinî hükümlerle yükümlü tutulan akıllı ve ergen kişi
demektir.
B- Teklifi Hükümler
Mükellefin yükümlü kılınmasına teklif, teklif gereği yaptığı işlere de mükellefin
fiilleri (ef'âl­i mükellefîn) denilir. Mükellefin yaptığı işler dinî bakımdan ya emredilen
ya yasak edilen ya da serbest bırakılan işler cinsinden olabilir. Bazen de farz veya
haram şeklinde kesin bir hüküm bildirmeyip emre veya yasağa yakın olur. Hükümler,
kendilerine isabet eden külfet derecesine göre kısımlandırılır. Bunların tümüne
birden “teklifi hükümler” denilir. Teklifi hükümlerin çeşitleri şunlardır:
1- Farz: Yüce Allah’ın yapılmasını kesin olarak istediği işlere farz denilir. Başka
bir ifade ile sübût ve mânaya delâleti kesin olan nassa (âyet veya sahih hadise)
dayanan emirlere farz denir. Farzı işleyen Al­lah’ın övgüsüne mazhar olur ve ahrette
ödüllendirilir. Terk eden­ ise görevini ihmal etmiş ve günah kazanmış olur.
Farzlar ikiye ayrılır. Bun­lar her müslümanın yapmakla yükümlü olduğu farzlar ve
bireylerde değil, toplumdan yapılması istenen farzlardır.
Bunların birincisine farz­ı ayın, ikincisine de farz­ı kifâye denilir. Beş vakit namazı
kılmak, rama­zan ayında oruç tutmak, zekât vermek, doğru sözlü olmak, adaletle
iş görmek farz­ı ayına; cenaze namazı kılmak, ilim tahsil etmek, askerlik yapmak,
toplum için gerekli olan meslekleri edinmek de farz­ı kifâyeye örnektir.
2- Vacip: Allah tarafından emredildiği sübût veya delâlet açısından zannî bir delil ile
sabit olmuş olan hüküm demektir. Vacip, yapılması gerekli olmakla beraber farz kadar
kesinlik ifade etmez. Vacibe örnek olarak; namazda Fâtiha'yı okumak, kurban kesmek,
vitir ve bayram na­mazlarını kılmak verilebilir. Vacipte fiilin işlenmesi halindeki
mükâfat ve terkindeki ceza farzdakinden azdır.
3- Sünnet: Sözlükte yol, âdet ve çığır anlamlarına gelir. Teklifi hü­kümlerin bir çeşidi
olarak sünnet ise farz ve vacip yani kesin ve bağ­layıcı tarzda olmaksızın yapılması
istenen fiiller ve bunlara bağlanan hükümler demektir. Fıkıhta farz ve vacip dışında
kalan olumlu fiiller sünnet, mendup, müstehap, nafile, âdâb, tatavvu' ve fazilet gibi
terim­lerle ifade edilir. Bunlar içinde sünnet, Peygamber Efendimizin farz ve vacip
kapsamında olmaksızın sürekli veya zaman zaman işlediği fiilleri ve bunlara terettüp 
eden hükümleri İfade eder. Hz. Peygamber'in farz ve vacip olmaksızın işlediği
fiillere ve bunların hükümlerine sünnet-­i müekkede, ara sıra terk ettiği fiillere ve
bunların hükümlerine de sün­net­-i gayr-­i müekkede denir. Sabah ve öğle namazlarının
sünnetleri birinciye, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri de ikinciye örnek
verilir.
İslâm dininde ezan, kamet, cemaatla namaz kılmak gibi sünnetlere ise sünnetü'l­hüdâ
denilir ki, bunlar da birer sünnet-­i müekkede hük­mündedir.
Peygamberimiz'in yiyip içmeleri, giyinip kazanmaları, oturup kalkma­ları gibi bir
beşer olma sıfatıyla yaptıklarına ise sünnet-­i zevâid denir ki, bunlar da birer sünnet-­i
gayr­-i müekkede sayılırlar.
Sünnet-­i müekkede kapsamındaki fiilleri işleyen, sevabı hak eder. Terkeden ise cezayı
hak etmemekle beraber, kınanmaya ve yerilmeye müstehak olur. Bu bakımdan sünnet-i ­
müekkedenin hükmü, vacibe ya­kındır. Sünnet-­i gayr-i müekkede kapsamındaki fiilleri
işleyen ise sevabı hak etmekle birlikte, terk eden kınanmaya ve yerilmeye müstahak ol­maz.
4- Müstehap: Sevilen ve güzel görülen şey demektir. Resûlullah'ın bazan yapıp
bazan da terk ettiği işlere ve bunların hükümlerine denir. Müstehaplara mendup,
fazilet, tetavvu', âdâb da denilir. Müstehap olan bir fiil, sevabı ve fazileti çok olduğu
ve bundan dolayı İşlenmesi teşvik edildiği için mendup ve fazilet; farz ve vacibe
ilâve olarak yapıldığı için nafile, yapılması kesin olarak emredilmediği halde gönüllü
olarak yapıldığı için tatavvu', kendisinde güzel bir haslet bulunduğu için de âdâb
olarak isimlendirilir. Müstehaba örnek olarak nafile namaz kılmak, nafile oruç tutmak,
gönüllü bağışta bulunmak gösterilebilir. Müstehapların yapılmasında sevap vardır.
Terki ise kınanmayı ve azar­lanmayı gerektirmez. Bu bakımdan müstehabın hükmü
sünnet-­i gayr-i müekkedeye yakındır.
Dinimizin farz ve vacip olmaksızın tasvip ettiği ve yapılmasını iste­diği sosyal
ilişkilere ait bütün fiiller, mendup kapsamında sayılır. Bu tür fiillere örnek olarak
görgü ve nezaket kurallarına riayet etmek, büyükle­re saygı göstermek, hediyeleşmek,
bayramlaşmak, davetlere gitmek gösterilebilir.
5- Mubah: Yapılıp yapılmaması Allah nazarında serbest bırakılmış olan ve bu konuda
dinî bir sorumluluk gerektirmeyen fiiller demektir. Nitekim herhangi bir helâl yemeği
yemek veya yememek, harama bu­laşmadan eğlenmek veya eğlenmemek gibi fiiller
insanın serbest bıra­kıldığı işlerdir. Bunların yapılmasında bir mecburiyet olmadığı
gibi, terk edilmelerinde de bir günah söz konusu değildir.
Mubah, dinde hükmü belirlenmiş olan emirler (farzlar) ve yasaklar (haramlar)
arasında yer alır. Bir fiilin mubah olduğu bizzat naslar tarafından belirlenebileceği
gibi, hiçbir hüküm koymama suretiyle de sabit olabilir. Birincisine şer'î mu­bah,
ikincisine de aslî mubah denilir. Eşyada esas olan İbâha yani mu­bahtık olduğu için
bir şeyin yasaklandığına dair bir hüküm yoksa onun mubahiığına hükmedilir. İslâm
dini bu yolla müminlere çok geniş bir alan bırakmış, dinin genel maslahatlarına
uygun olarak kendiliklerinden değerlendirmelerde bulunmalarını istemiştir. Dinin
temel yaklaşımı böyle olmakla beraber zaman içinde insanların kendi inisiyatiflerini
kullanma yerine değişik yöntemlerle bu alanı daralttıkları görülmektedir. Mubahlar bir
bütün olarak ele alındığında, ya işlenmesi ya da terki matlup olur. Dolayısıyla,
insanın yeme içmeyi veya eğlenmeyi tamamen terk etmesi veya kendini tamamen
bunlara vermesi mubah olmaz.
6- Haram: Yapılması Allah tarafından kesin olarak yasaklanmış olan işlerdir. Adam
öldürmek, rüşvet almak ve vermek, yalan söylemek, ya­lan yere yemin etmek, içki
içmek, zina etmek, adam Öldürmek gibi. Haram, farzın karşıtı sayılır. Farz yapılması,
haram da terki zorunlu olan şeydir. Haramlar mahiyetleri gereği ikiye ayrılırlar.
Özündeki bir mefsedetten (bozukluktan, fenalıktan) dolayı haram olan şeylere "aslî
haram" (haram li­aynih), aslında helâl olup, başkasının hakkından dolayı haram
olan şeylere de "arızî haram" (haram li­gayrih) denilir. Şarap, lâşe, uyuşturucu, zehir
birincisine; çalınmış bir şeyi yemek, gasp edilmiş bir parayı harcamak da ikincisine
örnek gösterilebilir. Normal şartlarda helâl olan bir şeyi yemek veya para harcamak
haram değildir. Haram­lar esas itibariyle toplumun ve kişilerin sağlığını, huzurunu,
ahlâkını ve nizamını bozan şeylerdir.
7- Mekruh: Yapılması hoş olmayan, iyi karşılanmayan şey demektir. Bir başka ifade
ile zannî delile dayanarak yapılmaması istenen şeydir. Mekruh; tahrîmen mekruh
(harama yakın mekruh) ve tenzîhen mekruh (helâle yakın mekruh) olmak üzere İkiye
ayrılır. Birilerinin alış verişi sırasında alış veriş teklifinde bulunmak, başkasının
evlenme teklifi üze­rine evlenme teklifinde bulunmak, erkeklerin ipekli elbise giymesi
birin­cisine; abdest alırken gereğinden çok su kullanmak, toplum içine çıkar­ken soğan
ve sarımsak gibi kötü kokusu olan şeyleri yemek de ikinci­sine örnektir.
8- Müfsid: Meşru olan bir ameli bozup iptal eden demektir. Oruçlu olan bir kişinin
su içmesinin orucunu bozması, namaz kılan kişinin bir yerinin kanamasının namazını
bozması bu kavrama örnek verilebilir.
9­ Helâl: Dinî bakımdan yapılması ve kullanılması caiz olan şey demek olup bunları
yapıp yapmamakta mükellefler serbesttir. Helâl, caiz ve mubah terimleri ile eş anlamlı
olmakla birlikte, haram olmayan şey­lerin tümü anlamına da gelir. Bu anlamı ile
helâl, haramın karşıtıdır. Dolayısıyla farz, vacip, sünnet, mubah, mendup ve caiz olan
şeylerin tümü helâl kapsamı, içine girer.
10- Azîmet ve Ruhsat: Zorluk, zaruret gibi arızî bir özre bağlı ol­maksızın baştan
konan aslî hükümlere azîmet; zorluk, zaruret gibi bir özre bağlı olarak kullara azîmet
hükmünü terk etme imkânı veren ve hafifletilmiş olarak sonradan konulmuş olan
(ikincil) hükümlere de ruh­sat denilir. Örneğin Ramazan Ayı'nda oruç tutmak bütün
mükelleflere farzdır, bu aslî bir hüküm yani azîmettir. Hasta ve yolculara karşılaştık­ları
güçlük sebebiyle oruç tutmama kolaylığının tanınması ise ruhsattır. Genelde
azîmet veya ruhsat hükmü ile amel etmek, mükellefin tercihi­ne bırakılmakla birlikte,
bazan ruhsat hükmü ile amel etmek gerekli olabilir.
Allah'ın Selâm'ı, Rahmet ve Bereket'i üzerinize olsun kardeşlerim...

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...