12 Nisan 2013

I. DÜNYA SAVAŞI'NDA OSMANLI DEVLETİ (*)





I. DÜNYA SAVAŞI'NDA OSMANLI DEVLETİ (*)
1914 yılının ilk altı ayı içinde Almanya Osmanlı Devleti'nin kötü askeri durumu yüzünden Anadolu'ya yönelik bir Rus saldırısına karşı Türk topraklarını korumanın sorumluluğunu yüklenmek istemediği için Osmanlı Devleti ile bir ittifak yapmayı düşünmüyordu. Temmuz 1914'te savaş durumu belirince Almanya, Osmanlı Devleti ordusunun iyi donatılması ve yetenekli komutanlar elinde olması halinde kendisine yararlı olacağını düşündü. Asıl amacı Halife'nin dinsel gücünden yararlanmak idi. Bu savaştan yengi ile çıkması durumunda Almanya'nın en büyük kazancı Orta Doğu'ya yani Osmanlı Devleti topraklarına egemen olmaktı. Bu savaşın Osmanlı Devleti'ni ilgilendiren bölümü Orta Doğu'ya Almanya'nın mı, yoksa İngiltere-Fransa'nın mı egemen olacağı idi. Almanya, Osmanlı Devleti'nin egemen olduğu Orta Doğu'yu elde etme tasarısı yanı sıra, özellikle Hıristiyan sömürgeci dünyasına İslam taassubunu kabartmak ve Osmanlı Halifesi'nin aracılığı ile kendisine milyonlarca taraftar kazanmak ta istiyordu. Almanlar, Osmanlı Devleti ordusunun sağlayacağı yarardan çok, Hindistan Müslümanları'nın ve Araplar'ın ve diğer İslam Ülkeleri'nin İngiltere ve Fransa'ya karşı ayaaklanmalarından umutluydular. Öyle ki, Kayzer'in 30 Temmuz 1914'te Petersburg Alman Elçisi'nin bir telgrafının altına yazdığı notta "...bizim (Almanya'nın) Osmanlı Devleti ve Hindistan'daki konsoloslarımız, adamlarımız, bütün islam alemini bu dükkancı, menfur,yalancı, vicdansız ulusa (İngiltere) karşı vahşi bir ayaklanmaya kışkırtmalı..." diyerek, bu umudunu belirtiyordu. Alman Baş Komutanı Moltke ise, Ağustos'ta Dışişleri Bakanı'na yolladığı yazıda, "Hindistan, Mısır ve Kafkasya'daki ihtilalci kışkırtmanın son derece önemli...." olduğunu vurguluyordu. Görülüyorki savaşın başında Almanya'nın Orta Doğu'daki en büyük umudu, İslam Dünyası'nda gerçekten manevi bir nüfusu olduğunu sandıkları Halife'nin aracılığı ile müslümanları ayaklandırmaktır. Bunun için de Halife'nin elinde bulunan en büyük güç ise "Cihad" ilanıdır.
İttifak önerisi yine de Osmanlı Devleti'nden geldi. 22 Temmuz'da Enver Paşa Alman Büyükelçisi'ne doğrudan ittifak önerisinde bulunurken; Sadrazam da aynı öneriyi Avusturya Büyükelçisi'ne yaptı. İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri buna zorunlu olduklarını, Osmanlı Devleti'ni yalnızlıktan kurtarmak için İngiltere ve Fransa'ya yapılan önerilerin geri çevrildiği için Almanya'nın böyle bir ittifaka yanaşmasının bir fırsat olduğunu savunuyorlar ve isteğin Almanya'dan geldiğini ileri sürüyorlardı. Alman Elçisi Von Vangenhayn ile yapılan görüşmelerden sonra 2 Ağustos 1914 tarihinde, savaşın başlamasının ertesi günü, Osmanlı Devleti Almanya ile ittifak antlaşması imzaladı ve seferberlik ilan etti. Antlaşma açıklanmadı. Sadrazam Sait, Harbiye Nazırı Enver, Talat Paşa ve Halil Bey antlaşmanın imzalanmasının sorumlusuydular. Osmanlı Devleti'nin geleceğini Almanya'nın yenilmezliği varsayımına bağlayan ve antlaşmanın baş sorumlusu Enver Paşa, Almanya'nın savaşı çok kısa bir sürede kazanacağını düşünerek, fırsatı kaçırmamak için bir an önce savaşa girmek istiyordu. Osmanlı Devleti-Almanya ittifakına göre:

1. İki devlet Avusturya-Sırbistan arasında çıkan bir anlaşmazlıkta tam tarafsızlık göstermeyi kabul ediyor.
2. Eğer Rusya askeri olarak karışır ve Avusturya ile Rusya savaşır ve Almanya da Avusturya'nın yardımına gitmek zorunda kalırsa, Osmanlı Devleti de savaşa girecektir.
3. Almanya, savaş durumunda askeri heyetini Osmanlı Devleti'nde bırakacaktır.
4. Almanya Rusya'ya karşı Osmanlı Devleti'ni silahla koruyacaktır. Osmanlı Devleti, ülkede kalan Alman askeri komuta heyetine, ordusunun 1/4'nün kumandasını, savaş ilanında vermeyi de kabul ediyordu.
Bundan sonra Almanya'nın çabaları, Osmanlı Devleti'nin en kısa zamanda savaşa fiilen girmesi için syoğunlaştı. İttihat ve Terakki liderleri de aynı görüşte idiler. Almanya, Osmanlı Devleti'ni savaşa sokma görevini Akdeniz'de bulunan iki savaş gemisi Goben ve Breuslav komutanı Amiral Şason'a verdi.
İngiliz haber alma kaynaklarının da verdiği bilgilere göre, savaşta Osmanlı Devleti, Karadeniz'de üstünlük elde etmeyi, Rusya'nın Almanya ve Avusturya ile savaşmasından yararlanarak Kafkasya'yı ele geçirmeyi amaçlıyordu. Fakat Doğu Anadolu'ya demiryolu olmadığı için, Trabzon deniz yolunu elinde bulundurmaya ve güçlü bir donanmaya gereksinimi vardı. Osmanlı Devleti'nin savaştan önce İngiltere'ye ısmarladığı ve parası halk tarafından sağlanmış bulunan iki savaş gemisi, bu donanmanın ağırlığını oluşturacaktı. Enver Paşa'nın en büyük kaygısı, bu gemilerin zamanında gelemiyeceği idi. Diğer yandan Türk ajanları Kars ve Ardahan dolaylarında, Türk birliklerinin Ruslar'ın gerilerine geçmelerini kolaylaştırmak üzere erzak biriktirmek için müslüman köylüleri organize ediyorlardı.
Donanma Bakanı Churchill, emriyle 28 Temmuz'da Osmanlı Devleti'nin sipariş ettiği iki gemiye el koydu. Chuchill gemilerin ne amaçla kullanılacağını bildiği için İngiltere'nin ulusal çıkarları bakımından bunu yaptırdığını belirtmektedir. Churchill'in de belirttiği gibi tek başına bile Karadeniz'deki Rus donanmasını yenmeye yeterli olan Goben ve Breuslav'ın Osmanlı Devleti donanmasına katılması Türk liderlerinin tek düşüncesi oldu. İngiliz donanmasının Akdeniz'deki üstün durumunu bilen Enver Paşa, Alman gemilerinden umudunu kesince 3 Ağustos gecesi Rus Ateşesi General Leontev'e, bir gün önce imzaladığı antlaşmayı bir kenara itip, Batı Trakya'daki Türk çıkarlarını da kapsamak üzere bir ittifak önerdi, fakat bu öneri sonuçsuz kaldı.Akdeniz'de Messina'da kömür alan Alman gemileri komutanı Şoson, gece saat 01:00'da denize açılmaları emrini aldı. Tarihsel düşmanı Fransa'ya ait iki Cezayir limanını topa tutmak emrini alan gemilere yolda yeni bir emirle, acele İstanbul'a gitmeleri emri bildirildi. 4 Ağustos günü üç İngiliz gemisi peşlerine düştü. Henüz İngiltere ile Almanya arasında savaş durumu yoktu, fakat savaş yapmaları bir an meselesiydi. Messina'ya gelen gemiler kömür alırken İngiltere'nin savaş ilan ettiği duyuldu. Aynı sırada iki İngiliz filosu Messina Limanı'nın ağzını tutmuşlardı. İtalyanlar Alman gemilerinin 24 saat içinde limanı terk etmelerini istediler. 6 Ağustos'ta Alman gemileri bu ablukadan kurtulmayı başardılar ve Çanakkale'ye doğru yol aldılar ve İngiliz gemileri de peşlerine takıldılar. Böylece Osmanlı Devleti'nin kaderini tayin edecek bir kovalamaca başlamış oldu. İngiliz donanmasından kurtulan gemiler önce İzmir'e ve 10 Ağustos'ta Çanakkale'ye geldiler. Enver Paşa'nın özel izniyle Boğaz'a girdiler ve dört saat sonran İngiliz gemileri Çanakkale'ye ulaştılar. Belki de bu gecikme olmasaydı Osmanlı Devleti'nin kaderi başka olabilirdi.Bu olaydan da kabinenin daha sonra haberi oldu. Artık Amiral Şoson Osmanlı Devleti'ni savaşa sokmak görevini yerine getirebilecektir.
Alman gemileri acaba İngilizler'in beceriksizliği yüzünden mi, ablukadan ve kovalamacadan kurtulabilmişlerdi? Rusya'yı savaşa sokmak, Almanya ile ayrı bir barış yapmasını engellemek ve Rusya'nın insan kaynaklarından yararlanabilmek isteyen İngiltere ve Fransa, Ruslar'ın Boğazlar üzerindeki ihtiraslarını biliyorlar ve bunu kışkırtma aracı olarak kullanıyorlardı. Boğazlar üzerinde Rus egemenliği, Alman tehlikesi karşısında hiç istenmeden kabul edilmişti. Osmanlı Devleti'nin savaştan önce İngiltere'ye ısmarladığı savaş gemilerine el koyan İngiltere, Boğazlar'ın savunmasız kalarak Rusya'nın eline geçmesini de istemiyorlardı. İki Alman gemisinin Osmanlı Devleti donanmasına katılmasıyla, Boğazlar'ın ve İstanbul'un Rusya'ya karşı güvenliğinin sağlanabileceğini düşünerek ikili bir oyunla, bu gemilerin Çanakkale Boğazı'na girmelerine fırsat vermişti. Böylece Rusya'nın emelleri engellenmiş oluyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti'nin Almanya yanında savaşa katılmasını hazırlayacak böyle bir fırsat sayesinde, Rusya'nın Almanya yanına kayma tehlikesi de ortadan kalkmış oluyordu. Churchill, bu gemilerin Karadeniz'e geçmeleriyle, buradaki Rus üstünlüğünün sona ereceğini biliyordu. İngiliz donanması iki gemi kazanırken, Alman donanması iki gemi kaybediyor ve Osmanlı Devleti donanması da Rus donanmasına karşı kendini savunacak iki gemiye kavuşuyordu. İngiltere'nin Osmanlı Devleti'nin ısmarladığı iki savaş gemisine el koyması Türk kamuoyunda İngiltere aleyhinde büyük bir tepkiye ve İngiliz ihanetine karşı gösterilere yol açtı. İttihat ve Terakki liderlerinin, Almanya yanında yer almaları için de büyük bir gerekçe hazırlandı.
Bu sırada Rus Elçisi ile Osmanlı devlet adamları arasında görüşmeler yapılıyordu. İki Alman gemisinin satın alınması, öyle görülüyordu ki, Rusya'yı endişelendirmiş, Osmanlı devlet adamlarına da moral kazandırmıştı. Her iki taraf da bu görüşmelerde samimi değillerdi ve amaçları zaman kazanmaktı. İstanbul'daki İngiliz ve Fransız Elçileri'nin iki geminin enterne edilmesi, Osmanlı Devleti'nin kendi yanlarında savaşa katılması veya tarafsız kalınması yolundaki pek de inandırıcı olmayan, girişimleri kabul edilmedi. Osmanlı devlet adamlarının birbirini tutmayan açıklamaları, yabancı elçiler üzerinde Türkler'in kesin bir politikası olmadığı kanısını uyadırırken, Churchill, Osmanlı Devleti'ne yapılan bu önerilerin hiç bir devlete yapılmayan sağlamlıkta olduğunu ve Osmanlı Devleti topraklarının bütünlüğünün garanti edildiğini ileri sürmektedir. İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalmasını sağlamak için çaba harcıyorlardı, fakat buna karşılık Osmanlı Devleti'nin istediği kapitülasyonların kaldırılması, Ege Adaları'nın geri verilmesi, Mısır Sorunu'nun çözülmesi gibi isteklerini ise kabul etmiyorlardı. İngiltere ve Rusya, Osmanlı Devleti'ni askeri bir kuvvet olarak görmemekle beraber, Osmanlı Devleti'nin Almanya yanında savaşa katılmasını istemiyorlardı. Osmanlı Devleti savaşa girerse; Boğazlar kapanacak, Rusya yardım alamayacak, Kafkasya'da Osmanlı Devleti'ne karşı bir ordu bulundurulacak, bu da Alman cephesindeki Rus kuvvetlerinin zayıflamasına yol açacaktı. bu nedenle Rusya, Osmanlı Devleti'ni kışkırtmak istemiyordu. Fakat Osmanlı Devleti, Rusya'nın tarihi ihtiraslarından vazgeçmediğini, İtilaf Devletleri savaşı kazanırsa "Türkiye Sorunu" nun da Rusya'nın istediği gibi çözüleceğini biliyordu. İttihat ve Terakki'nin ileri gelenlerinin Almanya konusundaki tercihleri Almanya'nın savaştan galip çıkacağı ve dolayısıyla Osmanlı Devleti'nin de bundan payına düşen hisseyi alacağı şeklinde idi. Elçilere oyalayıcı yanıtlar verilirken, 19 Ağustos'ta Talat Paşa Sofya'da Bulgaristan ile bir savunma antlaşması imzaladı.Böylece İngiltere ve müttefiklerine karşı tutumunu da belirtmiş oldu. Osmanlı Devleti'nin Almanya tarafını seçmesinde, İngiltere'nin Osmanlı Devleti'ne karşı 1878'den beri izlediği politika etkili olmuştu. Savaşın çıktığı dönemde ise, İngiltere ve Fransa'nın Boğazları, Almanya'ya karşı insan kaynaklarından yararlanabilmek için Rusya'ya bırakmak gibi bir savaş stratejisi uygulamaları Osmanlı Devleti yöneticilerinin kararlarında çok büyük etki yapmıştı.
İtilaf Devletleri'nin elçileri ile görüşmeler devam ederken, Osmanlı Hükümeti 1 Ekim 1914'ten geçerli olmak üzere "Kapitülasyonlar" ı kaldırdığını 9 Eylül'de yabancı elçilere bildirdi ve 17 Eylül'de resmen yayınladı. Buna ilk tepki Almanya ve Avusturya'dan geldi. Gerçi bu haklarından sonradan vazveçtilerse de, niyetlerinin hiç de dostça olmadığı anlaşılıyordu.
Almanya'nın Marn Savaşı'ndaki başarısızlığı üzerine, Osmanlı Devleti Genelkurmayı kararsızlığa düşüp, ordunun sefer gereksiniminin tamamlanması için bir yıl beklemelerini ileri sürdü. Hatta Mustafa Kemal Sofya'da bulunan Fethi Bey'e savaşın kazanılmasının mümkün olmadığını belirtti ve durumun hükümete bildirilmesini istedi.Hiç değilse bir yıl beklenilmesini önerdi. Genelkurmay'ın, savaşın Almanlar tarafından kazanılacağına güvenleri olmamasına karşılık, Enver ve Talat Paşa'lar Almanya'ya güveniyor ve savaşa girilmesinde acele ediyorlardı.
Ağustos Ayı içinde Osmanlı Devleti yöneticileri savaşa girmekte henüz kesin kararlı görülmediklerinden, Almanya savaşa girilmesinde acele edilmesi için baskı yapıyordu. Eğer Osmanlı Devleti savaşa katılmakta gecikirse, savaşın nimetlerinden yararlanamayacağını açıkca bildirmişti. Bulgaristan ve Romanya'nın takınacakları tutum konusunda ise Almanya, Enver Paşa'ya eğer Osmanlı Devleti donanması Karadeniz'de Rus limanları ve donanmasına saldırarak üstünlük elde ederse, bu iki devletin duraksamalarının geçeceği ve Almanya yanında savaşa katılacaklarına inandırmıştı. Bu amaçla Amiral Şoson, 16 Eylül'de Osmanlı Devleti donanması 1. Komutanlığı'na atandı. Görevi Osmanlı Devleti'ni savaşa sokmak olan Amiral, amacını gerçekleştirebilecek çok önemli bir mevki elde etmiş oldu. Eylül Ayı sonunda ve Ekim Ayı başında donanma Karadeniz'de eğitim yaptı. Bu sırada Rus donanmasının Osmanlı donanmasına karşı düşmanca tutum izlediği ve Boğaz'ın ağzına mayın döktüğü açıklandı.
Enver Paşa'nın Bronzart Paşa'ya gizli olarak hazırlatmış olduğu savaş planı, 21 Ekim'de Alman Genelkurmay Başkanı Moltke'ye yollandı. Bu plana göre :" Osmanlı donanması Amiral Şoson komutasında Karadeniz'de Rus donanmasını batırarak üstünlük sağlayacak ve savaş ilanından sonra Padişah düşmanlarına Cihad ilan edecektir."
Mustafa Kemal gibi bir kaç kişinin dışında, özellikle İttihat ve Terakki'nin liderleri dar görüşlü düşünceleri nedeniyle, savaşa hemen girilmesinden yana idiler. Kamuoyunda, bu savaşın çabuk biteceği ve büyük kazançlar elde edileceği düşüncesi yaratılmaya çalışılıyordu.
Bu gelişmelerin sonunda Osmanlı Devleti donanması Karadeniz'e açıldı. Çeşitli kaynaklarda ve anılarda değişik biçimde anlatılmasına rağmen, 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devleti donanması Rus donanmasına saldırdı ve Rus limanları topa tutuldu. Osmanlı resmi belgelerinde Ruslar suçlu gösterilmekles beraber, bu saldırının da kabine üyelerinin büyük bir bölümünün bilgisi dışında özellikle Enver Paşa'nın izniyle yapıldığı anlaşıldı. Osmanlı Devleti kaderini belirleyen bu savaşa fiilen katılmış oldu.Ruslar 1 Kasım'da Kafkasya'da sakdırıya geçtiler. 5 Kasım'da da İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ettiler.
Osmanlı Devleti bu savaşa, ülkenin yönetimini elinde bulunduran İttihat ve Terakki liderlerinin sorumsuz davranışları sonucu sürüklendi. Olayların akışından da anlaşılacağı gibi bu sürükleniş, birbirini izleyen üç olup bittiyle gerçekleşti.

BİRİNCİSİ
2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman ittifakı,
İKİNCİSİ
İki Alman gemisinin Çanakkale Boğazı'na girmesi,
ÜÇÜNCÜSÜ
Karadeniz'de Rus donanmasına yapılan saldırıdır.
Bu üç olay da Meclis'in, Padişah'ın ve Hükümet'in bilgisi dışında, yalnız Enver ve kısmen Talat, Halil ve Sait Halim Paşalar'ın sorumluluğu açıkca görülmektedir.
Osmanlı Padişahı Halife sıfatıyla 11 Kasım 1914'te "Cihad-ı Ekber " ilan etti ve Fetva yayınladı. İngiltere, Fransa, Rusya İslam düşmanı, Almanya ise Halife'nin ve İslam'ın dostu olarak gösterildi. Sünniler için yayınlanan fetvanın yanı sıra Şiiler için yayınlanan Fetva da önemli yer tutar. 22 Ocak 1915 tarihli Tanin Gazetesi'nde de bir örneği bulunan bu Fetva'da "Sünni, İmami, Zeydi, Vahhaki, Havarız fırkaları (mezhepleri) " nin, kafirlerin İslam dünyasında saldırısına ve yağmasına karşı birleşmeleri isteniyordu.
Halifeyi manevi lider tanımayan İran, Şii olması nedeniyle Cihad ve Fetvalara önem vermedi. Ayrıca 1907 yılında Rusya ile İngiltere arasında paylaşılmış olduğu toplumsal yapısının sömürgecilerin çıkarlarına karşı koyacak durumda olmaması, dolayısıyla 1914 yılında İran siyasi ve askeri bir güç olmaktan çok, yalnız coğrafi bir görünümdeydi. Afganistan ise, 1914 yılında iç işlerinde serbest olmasına rağmen, dış işlerinde İngiltere'ye bağımlı idi.Afgan Emiri Hindistan Hükümeti'nden yılda 120.000 İngiliz Lirası ödenek almakta idi. Askeri gücü de yoktu. İngiltere ve Rusya arasında bulunan Afganistan'ın, Osmanlı Halifesi'nin cihad ve fetvalarına uyması olanaksızdı. Gerek Almanya'nın, gerekse Osmanlı yöneticilerinin Arap ve Hint Mülümanları'nı ayaklandırmak girişimlerine karşı, İngiltere aktif ve dengeli politika izliyordu. Hindistan İşleri Bakanı Lord Crove, Mezepotamya'daki İngiliz iktisadi ve stratejik çıkarları için yoğun bir çaba içerisindeydi. Daha 1914 Eylül'ünün başında Hindistan Hükümeti Askeri İşler Bakanı General Sir Edmond Barrow tarafından "Osmanlı Devleti savaşlarında Hindistan'ın Rolü " başlıklı bir rapor hazırlanmıştı. Bu raporda, psikolojik ortamın uygun olduğu belirtilerek, Basra Körfezi Bölgesi'nin derhal işgal edilmesi isteniyordu.Böylece Türkler hazırlıksız yakalanarak Araplar Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmaya kışkırtılacak, yöredeki petrol yatakları korunacaktı. Ancak bu rapordaki istekler İngilizlerin Çanakkale saldırısı dolayısıyla uygulanmadı. Lord Kitchner, Orta Doğu'da savunma politikası izlenmesinden yanaydı. Hatta başlangıçta Lord Curzon, Hindistan'da müslüman ayaklanmasından çekindiği için Mezopotamya'daki askeri harekat için karar veremiyordu. Fakat buna rağmen Osmanlı Devleti'nin henüz resmen savaşa girmediği, İngiltere ve Rusya ile anlaşma fırsatının bulunduğu bir sırada, 23 Ekim 1914'te İngilizler Şattülarab'ın ağzındaki Abadan Adası'nı işgal ve petrol kuyularını, depolarını, boru hattını korumak, Arapları ayaklandırmak ve ileride gönderilmesi olası İngiliz kuvvetlerine bir köprü başı hazırlamak ve gerekirse tüm Basra'yı işgal etmek için General Belemain'i görevlendirdiler. Osmanlı Devleti egemenliğinde olan Hicaz'da hüküm süren Haşimi Ailesi'nden Şerif Hüseyin'in oğlu aracılığıyla bir anlaşma ortamı hazırladılar. Daha yeni vefat eden Ürdün Kralı Hüseyin'in büyük babası ve eski Maveraün Ürdün Emiri olan Abdullah, Kahire'deki İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kİtchener ile temasta bulundu. Kitcthener'in halefi Mac Mahon zamanında da süren bu ilişki sonunda 23 Ekim 1914'te antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre İngiltere, müttefiği Fransa'nın çıkarlarına zarar vermeden, Araplar'ın bağımsızlığını tanıyacak ve destekleyecekti. İskenderun, Mersin, Şam Arap toprağı sayılıyor ve Hüseyin'e "Büyük Arap Krallığı" tahtı vaad ediliyordu. Osmanlı Devleti daha savaşa girmeden, İngiltere Orta Doğu'da gerekli önlemleri alıyordu. Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmasından kısa bir süre sonra 22 Kasım'da Basra'yı bu önlemlerin ilk adımı olarak işgal ettiler. İngiltere Arap Emirlikleri ile ilişkilerini savaş başladıktan sonra daha da yoğunlaştırdı. 3 Kasım 1914'te İngiltere, koruyuculuğu altında bağımsızlığını tanıdı. 18-19 Aralık'ta da Mısır üzerinde İngiliz koruyuculuğunun (protectorate) kurulduğunu ilan etti. Savaşın başından beri tarafsızlığını korumaya çalışan ve öyle görünen A.B.D. ise, yakından ilgilenmeye başladığı Orta Doğu'da İngiltere'nin tek başına egemen olmasını, Mısır üzerindeki koruyuculuğunu ve Mısır Hidivi'nin Sultan ünvanını kullanmasını kabul etmedi, fakat etkili de olamadı. İngiltere, 26 Ocak 1915'te İbn Suud ve 3 Kasım 1916'da da Katar Şeyhi ile anlaşarak tüm Arap Şeyhleri'ni kendine bağladı. Cihad ilanı emir ve şeyhler üzerinde örneğin başlangıçta Mekke Şerifi Hüseyin üzerinde biraz duraksama etkisi yaptıysa da İngiltere'nin politikası ve etkinliği sonucu onun yanında yer aldılar. Halife'nin cihad ilanının ve fetvalarının etkisiz kalışı İngiltere ve Fransa'ya, kendi sömürgelerinden gelen müslüman askerlerini güvenle kullanmak olanağı verdi. İngiltere'nin, çoğunluğu Hint müslümanlarından oluşan 941.000 kişiyi seferber ettiği ve bunların % 80'nin (756.000 kişi) Türk cephelerinde savaştığı gözönüne alınırsa, Halife'nin müslümanlar üzerinde dini etkisinin olmadığı açıkça görülür. Cihad ve fatvaların etkisiz kalmasının nedenlerini:

1. Müslüman toplulukların gerçekte kendi bağımsızlıklarını bile korumaya güçlerinin bulunmayışı
2. Müslüman topluluklar içinde Hilafet makamının bir kaç tane olduğunun kabul edilmesi
3. Bu makamın etkisinin bulunmaması
4. Emperyalist devletlerin, İslam Dini'ni iyi inceleyip, kendi çıkarlarına uygun olarak en akıllı şekilde kullanmaları
5. İslam toplumlarının yapılarının ve kültürel seviyelerinin ulusalcılık çağının gerisinde bulunuşu ve sömürgecilerin bunu iyi değerlendirmeleri
1914-1915 YILLARI
Türk Ulusu'nun Kurtuluş Savaşı'nı hangi koşullar altında, ne gibi olanaksızlıklar, yokluklar içinde ve hangi güçleri yenerek gerçekleştirdiğinianlamak için Birinci Dünya Savaşı'nda "Türk Savaşı" nı ve bunun Osmanlı Devleti'ndeki yıkımını iyi bilmek gerekir. Çünkü Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'nda Rusya, İngiltere, Fransa gibi büyük devletlerin ordu, donanma ve tükenmez insan kaynaklarına karşı dört yıl süreyle Kafkasya, Çanakkale, Irak, Suriye, Galiçya, Sina gibi büyük cephelerde ve ulaşım olanaksızlıkları, yokluklar içinde savaştı. Kolera, tifüs, verem, zatürre, açlık ve daha bir çok hastalıktan yüzbinlerce insan öldü. Silahsız, cephanesiz, ilaçsız, yiyeceksiz ve bin türlü ulaşım güçlüklerine rağmen dört yılın sonunda Türk vatanı işgal edilmemişti. Bu dört yıl savaşta Osmanlı Devleti orduları düşmandan çok hastalık ve yokluklara yenilmişti. İşte TÜRK BAĞIMSIZLIK SAVAŞI bu büyük yıkımdan sonra yapıldığı için ayrıca büyük önem taşır. Çünkü Türk Bağımsızlık Savaşı, hiçbir zaman Türk-Yunan Savaşı değil, Lozan'da karşımızda birleşen İtilaf Devletleri'ne karşı yapılan bir savaştır, emperyalizme karşı yapılan bir savaştır. Yunan Devleti ise, İtilaf Devletleri'nin yalnızca maşası oldular.
Seferberlik ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti, 1.700.000 km2 arazi üzerinde yaklaşık 22 milyon nüfusunun ancak 15 milyonundan yararlanabildi. 21 Temmuz 1914'ten 1915 yılı sonuna kadar 2.523.000 insanı silah altına aldı. Daha sonra bu sayı 2.8 milyona ulaştı. Görülüyorki seferberlik rasyonel bir biçimde yapılmamış, ülkenin üretici gücü kısa zamanda silah altına alınmıştı.
1916-1918 YILLARI
1915 yılı sona erdiğinde savaşın genel gelişmesi, sonuç hakkında kesin bir bilgi vermiyordu. 1916 yılına girildiğinde savaşın büyük bir kısmı Avrupa cephelerinde geçiyordu. Türkiye, bütün güçlüklere ve olanaksızlıklarına rağmen Galiçya cephesinde Avusturya'ya yardım etmek için 33 bin kişilik bir kuvvet gönderdi.
Irak cephesinde ise daha önce söz ettiğimiz Kut-ül Amare'de İngilizler teslim oldular. Fakat Enver Paşa Almanların isteğine uyup, İran'daki Rus birlikleri için kuvvet ayırınca İngilizler Aralık ayında taarruza başladılar. Kanal Cephesi'nde ise Cemal Paşa iki kez daha taarruz ettiyse de başarısız oldu. İngilizler Sina'yı ele geçirip Suriye'ye girmeye başladılar. Fakat Türkiye'nin en büyük kayıpları Kafkas cephesinde oldu. Ruslar 1916 Nisan'ından itibaren taarruza geçtiler. Eylül ayına kadar Trabzon, Erzurum, Gümüşhane ve Erzincan'ı ele geçirdiler. Sarıkamış'ta sorumsuzca ve bilgisizce yitirilen insanların yokluğu acı bir şekilde anlaşıldı. Zayıf kadrolu 3. Ordu Ruslar'ın karşısında dayanamadı. Mustafa Kemal Paşa'nın komuta ettiği 16. Kolordu birara Muş ve Bitlis'i kurtardı. Fakat Rus üstünlüğüne karşı fazla birşey yapılamadı
ARAP AYAKLANMASI
1916'da Türkiye için en büyük tehlikelerden birisi de Arapların ayaklanması oldu. 1865 ten itibaren Arap milliyetçi örgütleri kurulmaya başlamışlardı. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce İngiltere'nin Araplarla başlayan görüşmelerini, Lord Kitchener ve onun halefi Mac Mahon ile Abdullah arasında sürdürdüklerini ve 23 Ekim 1914'de anlaştıklarını, Arapları bağımsızlık vaadi ve altın vererek ayaklandırmaya kışkırtan İngiltere'nin Basra'yı işgal ettikten sonra, 26 Ocak 1915'te İbn Suud ve 3 Kasım 1916'da Katar Şeyhi ile anlaştığını ve tüm Arap şeyhlerini kendisine bağladığını görmüştük. Özellikle Mac Mahon ile Serif Hüseyin arasındaki mektuplaşmalar ve Arap ihtilalcilerinin Şerif Hüseyin'e başvurması Arap ayaklanmasının hazırlığını oluşturuyordu. Bunun sağlanmasında İngiliz casusu Albay Lavrens en büyük rolü yüklenmişti. Arapları ayaklanmaya iten diğer bir sebep de, Suriye'deki Arap milliyetçilerinin ayaklanma hazırlığı içinde oldukları için yargılandıktan sonra Mayıs 1916'da Cemal Paşa tarafından idam edilmeleri oldu. İngilizler Araplar'a bağımsızlık vaad etmelerine rağmen İtilaf Devletleri Sykes-Picot Anlaşması'yla Orta Doğu'yu aralarında pay ediyorlardı. Araplar, buna rağmen Türkiye'ye karşı örgütleniyorlardı, Şerif Hüseyin Cemal Paşa'yı oyalarken İngilizlerle görüşmeleri sürdürüyordu. Hüseyin ilk ayaklanma hazırlığını 27 Haziran 1916 'da ilan ettiği beyanname ile duyurdu. 10 Haziran da Mekke ve Cidde'de ayaklanma zaten başlamıştı. Taif ayaklanması ve diger yerlerdeki ayaklanmalar hızla yayıldı. Amman'dan Medine'ye kadar olan yerlerdeki 30.000 Türk askeri hareketsiz kaldı. Yemen'deki Türk ordusu ile ilişki koptu. Mısır'daki İngiliz ordusunun Filistin seferi sırasında sağ kanadında Türk ordusuna karşı önemli hizmetler gören Araplar'ın bu ayaklanması Suriye cephesinin kaderini de belli etti. Turk ordusu bir yandan İngiliz ordusu ile savaşırken bir de arkasındaki Araplarla vuruşmak zorunda kaldı. Sina ve Filistin yenilgilerinden sonra Türk ordusu Güney Suriye'yi terk ederek kuzeye, anavatana doğru çekilmeye başladı. 1917 yılında Suriye, İngilizlerin eline geçti. İngiliz ordusu Aralık ayında Kudüs'e girdi. Kudüs'e İngiliz komutanı General Allanby'nin girişi Hristiyanlığın kutsal kentinin Müslümanların elinden kurtarılışı, bütün Hristiyan dünyasında olduğu gibi, Türkiye'nin müttefiki Avusturya'nın başkenti Viyana'da da kutlanıyordu. Arapların bu başarıları onların birlikten yoksun olduğunu çabuk ortaya koydu. Osmanlı egemenliği kalkınca Arap Şeyhleri arasındaki rekabet ortaya çıktı. Aralarındaki mücadeleden yararlanan İngiltere ve Fransa bütün Arabistanı Manda adı altında yağmaladılar. İngilizlere karşı Cihad ilan etmiş olan Darvur Sultanı Ali Dinar'ın ayaklanması ise İngilizler tarafından Mayıs 1916 da bastırıldı. Bu tek olayın da hiç etkisi olmadı.
Bu topraklardaki Türk eğemenliği'nin kalkışı ise Yahudiler'e, İsrail devleti kurmak için büyük fırsat yarattı. 1897 yılında Bale'de toplanan Siyonist Kongresi'nde ortaya atılan "ecdatlarının eski topraklarında bir Yahudi merkezi kurmak" fikri dünya Yahudileri arasında hızla yayılmıştı. "Dünya Siyonist Konseyi" bu politikayı hızlı bir propoganda ile yaymış , özellikle A.B.D. ve İngiltere'deki Yahudi gücü bu propogandanın etkisini kısa zamanda geliştirmişti. Birinci Dünya Savaşı'nın çıkışı Yahudi milliyetçiliğini güçlendirdi. Türkiye'nin egemen olduğu sıralarda, Orta Doğu'da Yahudi yerleşimi için yaptıkları öneri Abdülhamit tarafından red edilmişti. Savaş içinde Türkler'in yenilmeye başlaması ue Türk egemenliğinin sona ereceğinin ve İngiltere'nin Orta Doğu'ya egemen olacağının anlaşılması, Yahudi devleti kurmak için dünya Siyonistleri'ne umut kapısını açıyordu. Türk ordularını arkadan vurarak İngilizlerle anlaşan Araplar, gelişen bu yeni olayın kendileri için tehlikesini geç anladılar. 1917'de "Dünya Siyonist Konseyi "nin Orta Doğu'da bir yerleşme yeri isteği İngiliz Hükümeti'ne resmen bildirild. İngiltere Kasım 1917 de verdiği yanıtta "İngiltere'nin Filistin'de milli bir Yahudi merkezi kurulmasını, burada Yahudi olmayan cemaatin dini ve hukuki haklarına hiç bir zarar vermemek şartı ile kabul edeceğini.." bildirdi. "Balfour Deklerasyonu" adıyla anılan bu yanıt İsrail'in kurulmasını oluşturan ilk önemli adımdır. Burada yüzyıllardır yaşayan Müslümanların dini ve hukuki haklarına dokunulmadan bir Yahudi yerleşiminin sağlanması sözü ise yalnızca bir İngiliz aldatmacasıydı. Böyle bir olay ancak zorla gerçekleşebilirdi. A.B.D. deki 3 milyonu aşkın Yahudi ve İngiltere'deki Yahudi gücü "Kutsal Topraklar" üzerinde bir yerleşim yeri elde etmek için Türk egemenliğinin yıkılmasından doğan bu fırsatı kaçırmadılar. Arap-Yahudi savaşının tohumları böylece 1917 yılında ekilmiş oldu.
Arapların ayaklanmasından sonra Türk ordusu İngilizler karşısında kısa zamanda çözüldü. Cihat ilanı ve din kardeşliği hülyalarının da işe yaramadığı acı bir şekilde anlaşıldı. Suriye cephesindeki başarısızlıkları gören Mustafa Kemal Paşa 2. Ekim 1917'de buradan Enver Paşa'ya yolladığı mektupta çok gerçekçi bir biçimde ülkenin durumunun çok kötü olduğunu, her yerde asayişin bozuk, ekonominin çöküntü içinde, sefaletin yaygın ve ordunun savaş gücünün kalmamış olduğunu belirtti ve "Harbin anahtarı bizim elimizde değildir" sözleriyle galibiyet umudunun bulunmadığını dile getirerek daha fazla zarara uğramadan savaşa son verilmesinin gerektiğini anlattı. Fakat Rusya'da devrim çıkmasından umutlanan Enver Paşa bu uyarıları dikkate almadı. Çünkü hala Almanya'nın galip gelecegi umudunu taşıyordu.

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN PAYLAŞILMASI
(GİZLİ ANTLAŞMALAR)
İtilaf Devletleri Osmanlı İmparatorluğu'nu iki ana bölüme ayırarak kendi aralarında paylaşmayı düşünüyorlardı. Birinci kısım İmparatorluktan ayrılan Arap toprakları, ikinci kısım da Anadolu toprakları idi.
Birinci Dünya Savaşı'nın sorumlusu hiç kuşkusuz yalnızca Almanya ve Avusturya değildi. İngiltere, Fransa ve Rusya'da aynı oranda, suçluydular. İngiltere ve Fransa savaş boyunca dünyanın her yerinde "Hak, adalet, küçük ulusların hakları" gibi kavramlar uğruna savaştıklarının propagandasını yaptılar. O kadar ki buna A.B.D. halkını bile inandırdılar. Buna rağmen savaş içinde yaptıkları "Gizli Antlaşmalar" ile kendi prensiplerini çiğnediler. İngiltere, daha 9 Kasım 1914'de Boğazları Rusya'ya vaad ederek bu yola başvurmuştu. Bunun sonunda Mart ve Nisan 1915'de İngiltere ve Fransa Boğazlar ve İstanbul'u Rusya'ya bırakmışlar, İtalya'yı savaşa sokabilmek için de 26 Nisan 1915'de İtilaf Devletleri Antalya yöresini İtalya'ya vaad etmişlerdi. Bu iki anlaşma da Türkiye üzerindeki pazarlıklarla ilgiliydi. Tüm Orta Doğu'nun paylaşılması için Fransız temsilcisi General Jorj Picot ile İngiliz temsilcisi Mark Sykes arasında uzun görüşmelerden sonra 3 Ocak 1916'da anlaşmaya varıldı. "Sykes-Picot Anlaşması" denilen bu anlaşmaya göre, Suriye ve Irak'ın tümü ve Türkiye'nin güney kısmı İngiliz ve Fransız bölgesi olarak ayrılmıştı. Filistin'de ise uluslararası bir yönetim kurulacaktı. Sykes-Picot Anlaşması'ndan sonra İngiltere ve Fransa,Rusya ile görüşmeye başladılar. Bu görüşmelerden sonra 26 Nisan 1916'da üç devlet arasında anlaşmaya varıldı. Sykes-Picot Anlaşması'yla Orta Doğu'da saptanan İngiliz-Fransız üstünlüğünü Rusya kabul ediyor, fakat buna karşılık Trabzon'un batısından geçen bir hattın doğusunda kalan Van, Bitlis, Muş, Siirt yöreleri Rusya'ya kalıyordu. Fakat bu anlaşmadan İtalya'ya haber verilmemişti. Durumdan kuşkulanan İtalya'nın müttefiklerinden açıklama istemesi üzerine kesin bir anlaşma bulunmadığı Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması için görüşmelerde bulunulduğu yanıtı verildi. Bir yandan Avusturya'nın İtilaf Devletleri ile ayrı barış istemesi, diğer yandan Rusya'da Şubat 1917 ihtilâlinin çıkması İtalya'yı endişelendirdi. Kesin bir anlaşma yapmak için İngiltere ve Fransa'ya baskı yapmaya başladı. 19-21 Nisan 1917'de St. Jean de Maurienne'de yapılan görüşmeler sonunda Mersin dışında, Antalya, Konya, Aydın ve İzmir İtalya'ya veriliyordu. Buna karşılık İtalya, 1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki anlaşmaları kabul ediyordu. Taraflar birbirlerirıe ait olan Türk limanlarından serbestçe yararlanabileceklerdi. Ancak bu anlaşmaların yürürlüğe girmesi için Rusya'nın onayı gerekiyordu. İtalya, İngiliz-Fransız oyununa geldiğini Paris Barış Konferansı'nda anlayacaktır. Böylece; hak ve adalet öncülüğünü ileri süren İtilaf Devletleri savaş içi gizli anlaşmalarıyla tüm Orta Doğu'yu yağmalıyorlardı.

İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİ YENİLEŞME
VE MİLLİ EKONOMİ UYGULAMALARI (1908-1918)
İkinci Meşrutiyet'in hazırlayıcısı ve 1918'e kadar Türkiye'yi yöneten İ.T. bütün hatalarına rağmen Türk sosyal ve ekonomik yaşantısında büyük bir değişimin de temelini atmıştır. Siyasette "Milliyetçilik" ilkesini savunan İ.T., ekonomide de "Milli Ekonomi" düşünce ve eylemini de başlatmıştır. Fakat kuşkusuz 19ll yılında 160 milyon altın dış borcu olan, kapitülasyonlar altında ezilen ekonomik mirası devralan İ.T. nin, "Milli Ekonomi" politikasını uygulama zamanı olmadığını, 1912 den 1918 sonuna kadar devamlı savaşlarda yaşandığı ve bu sebeple hep savaş dönemi ekonomisi esaslarının uygulanması gerektiği göz önünden uzak tutulmamalıdır. Geri kalmış ülke ekonomisinin en büyük gereksinimi olan barış ve dış ekonomik yardım, 1908-1918 arasında hemen hiç gerçekleşmeyen bir olaydır. Hatta 1923'te Cumhuriyetin İlanı'na kadar Türkiye, en az on yıl, savaş ekonomisi koşulları içinde yaşadı.
İktisadî milliyetçilik konusunda İ.T.ye ve o dönem aydınlarına en çok etki Alman örneğinden geldi. Almanya'da ilerlemenin ve yükselmenin kaynağı "Milliyetçilik" ilkesiydi. Alman malı olan milli iktisadı örnek alan aydınlar, Alman millî iktisat ekolünün önemli kişisi Friedrich List'in etkisinde kaldılar. İktisadiyet Mecmuası Türkler'in Alman Ulusu'nu örnek alması gerektiğini ileri sürerken, milli iktisatçılar "Bir ülkede ihtiyaç ve menfaat ortak bir nitelik taşımalı, birey ortak çıkar uğruna her türlü özveride bulunabilmelidir." diyorlardı. Ziya Gökalp'e göre Birinci Dünya Savaşı dolayısıyle, Osmanlı ülkesi dışa kapanarak kendi yağı ile kavrulacagından, sosyal bir bütünlük kazanacak, hem tarım, hem sanayi ülkesi olabilecekti. Bunun gerçekleşebilmesi için savaş içinde "Milli Türk Burjuvası"nı yaratabilmek amacıyla ekonomik bir uygulamaya gidildi. Yabancılarin tekelinde bulunan ticaretin Türk-Müslüman tüccarının eline geçebilmesi için, çeşitli yollara baş vuruldu, Milli Şirketlerin gerçekleşmesi için Birinci Dünya Savaşı'nın yarattığı ortamdan yararlanma yoluna gidildi. Sermaye birikiminin sağlanabilmesi için de İ.T.ye yakın çevrelere ticari ayrıcalıklar tanındı. Milli iktisat uygulamasının en önemli adımı Eylül 1914'de, yani savaşın ilk günlerinde, henüz Türkiye savaşa girmediği bir tarihte, kapitülasyonların kaldırılması kararı oldu. İşin ilginç yanı bu karara en büyük tepki Türkiye'nin müttefiki Almanya'dan geldi. Yabancıların statatünü değiştiren kanunla, yabancı tüccarların ayrıcalıklarına son verildi. Osmanlı Bankası'na ait olan para çıkartma yetkisi, bu bankadan alındı. Gümrük vergilerinde köklü değişikliklere gidilerek, tarım, yerli sanayi ve üreticiyi koruyucu önlemler alındı. Yabancı Sirketlere ve fabrikalara Türk personeli kullanma ve bu şirketlerde Türkçe'nin zorunlu olması uygulamaları getirildi. Hatta yabancı şirketler tabelalarını da Türkçe yazacaklardı. Sanayi Okulları'nın açılışı gerçekleştirilirken, Almanya'ya staj için işçi ve öğrenci alınması için okullar açıldı. Köylüye karşılıksız tohum verilirken, "Ziraat Hizmet Konusu" ile bir çok Türk şirket ve dernek ziraate yardımcı kılındı. Ziraat Bankası'nın yetki ve görevleri arttırılırken, kooperatifçiliğe de önem verildi. İ.T.nin ileri gelenlerinden Kara Kemal özellikle bu konuda önemli bir kişi oldu. Diğer yandan sanayii teşvik etmek için Türk sanayicisine gümrük ve vergi muafiyeti, bedava fabrika arsası vermek gibi büyük olanaklar ve ayrıcalıklar tanındı. Bunları sağlamak, özellikle kredi sorununu çözmek için yeni milli bankalar kuruldu. İthalat ve ihracat'ın, Türk-Müslüman tüccarların eline geçmesi, yabancıların tasfiye edilebilmesi için mevzuat buna göre düzenlendi.
1914-1918 döneminin bütün bu uygulamalarının başarısı için barışa ihtiyaç vardı. Oysa ülke savaşa girdi. Üretim alanlarından 2.850.000 insan alınarak cephelere gönderildi. Üretici genç neslin üretim alanından uzaklaşıp, büyük bir tüketici kütle olması, ekonominin üzerinde büyük yıkım yaptı. Savaş ihtiyaçları, ordunun beslenmesi, silah, cephane, ilâç vs. nin sağlanabilmesi için ülke kaynakları hemen büyük bir çoğunluğu ile savaş giderlerine ayrıldı. Diğer yandan yine savaş giderlerinin karşılanabilmesi için Almanya'dan borç alındı. Ancak bu da yeterli olmadığı için iç borçlanmaya da gidildi. Hükümet 398,5 milyonu bulan savaş giderlerinin büyük kısmını emisyonla karşıladı. Almanya'dan 86,8 milyon, Avusturya'dan 14,5 milyon ve Anadolu Bağdat Demiryolu avansından 1,1 milyon olarak toplam 120,4 milyon dış borç aldı. Dış borç ve iç borç müsadere yoluyla elde edilen gclirlerle 203,7 milyonluk olağanüstü bütçe elde edildi. Gerek dış gerekse iç borçlanma ve emisyon yoluna başvurulması enflasyon hızını daha da arttırdı. Yiyecek ve diğer tüketim mallarının fiyatları görülmemiş bir hızla artarken, yiyecek bulmak güçlükleri savaşın sefaletini beraberinde getirdi. Gelir dağılımını ise büyük ölçüde sarstı ve dengesizlik yarattı. Öyleki 1915'den sonra yıllık enflasyon hızı yüzde 300'e ulaştı. Un, şeker, yağ, süt, peynir v.b. gıda maddelerinin fiyatları halkın ödeme gücünün çok üstüne çıktı. Birçok gıda maddesinin karneye bağlanmasına rağmen yeterli besin maddesi sağlanamadı. Bu da karaborsa fiyatlarının doğmasına yol açtı. Örneğin etin resmi fiyatı 20-35 kuruş iken, piyasada 200 kuruşa, yumurtanın tanesi 0,5'den 8 kuruşa, şekerin okkası 3 kuruştan 300 kuruşa yükseldi. Maaşlar çoğu kez gecikmeli olarak ödenirken işçi ve memurların maaş ve yövmiyeleri satın alma gücü yönünden savaş öncesine göre yüzde 60-80 oranında değer kaybetti. Bu durum özellikle sabit gelirlilerin yoksullaşmasına sebep oldu.
İ.T. 1914-1918 arasında, "Milli Burjuva", "Milli tüccar ve sanayici" yetiştirebilmek için, ordu ve büyük şehirlerin beslenmesi için, başvurulan yöntemle, devlet eliyle sermaye birikimi sağlama olanağını verdi. Özellikle demiryolu taşımacılığı Topal İsmail Hakkı Paşa'ya verildi. İstanbul halkının beslenme ve diğer tüketim mallarının sağlanmasıyla görevlendirilen Kara Kemal, Rum ve Ermeni tüccarlara karşı, Türk tüccar yetiştirilmesinin en açık örnekleriydiler. Biri taşımacılığı, diğeri de tüketim malları dağıtımını büyük karlarla yaptıkları için kısa zamanda savaş zengini olan örneklerdi. Bu sebeple "Savaş tüccarı", "spekülasyon erbabı", "muhtekir" gibi sıfatlarla anılan yeni bir zengin kesim oluşmaya başladı· Türk-Müslümana tanınan bu ticari haklar, köklü sermaye birikimi ve tecrübesi olmayan bu tüccarların büyük kısmının komisyon karşılığı, Rum, Ermeni, Yahudi tüccarların aracısı durumuna gelmesine yol açtı.
Savaş döneminin enflasyon ve yokluk etkileri sosyal yaşamı da sarstı. Rüşvet ve yolsuzluk söylentileri yanı sıra, sefaletin sebep olduğu kötü hayat özellikle İstanbul'da dikkati çekmeye başladı. Savaş döneminin zorlukları yüzünden, istenen "milli ekonomik politika" başarılı olamadı. Yeni zenginler yeterince sermaye birikimi yapamadıkları gibi, sonuçta ancak küçük bir azınlık savaş zengini oldu, bu da halkın nefretini çekti.
Fakat bütün bu sıkıntılara ve ekonomide savaşın etkisiyle uğranılan başarısızlığa rağmen, İ,T. eğitim, sanat, laikliğe doğru ilerleme, kadın hakları, gibi konularda ileri adımlar attı. Takvim ve alfabelerin değiştirilmesine çalışıldı. Fes yerine orduda yeni bir başlık giyildi. Kur'an Türkçe'ye tercüme edildi ve "cuma hutbeleri" Türkçe yapıldı, gerici yayın susturuldu.
Eğitime gerçekten çok önem veren İ.T. savaş boyunca, öğretmenleri askerlikten muaf tuttu. Türkçe ve Türk tarih ve coğrafyasının öğretilmesine önem verildi. Kızların lise ve üniversiteye gitmesi sağlandı. Çarşafın kaldırılması için yoğun bir kampanya açıldı. Bu sayede peçenin kalkması sağlandı. Kadına çalışma hayatında yer verildi. Yeni kuşakların yetişmesinde mütevazi Türk öğretmenlerinin çok hizmeti geçti. Batı sanatına ve müziğine yöneliş için önemli uygulamalar yapıldı. Türk kadınlarının sahneye çıkabilmeleri sağlandı. Din ve devlet işlerinin birbirlerinden aynlmasının uygulanması ve yeni Adliye Kanunu Şubat 1917'de, bütün tepkilere rağmen kabul edildi. Gregoryan takviminin kabulü, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde birlik için önemli adımlar atıldı. Enver Paşa eski harflere bağ!ı kalmakla beraber orduda bir harf reformu denedi. Fakat İ.T.' nin yaptırğı tüm bu yenilikler, Mondros Mütarekesi sonrası, iktidarı ele geçiren ve milliyetçiliğe karşı olan gerici çevrelerin partisi, Hürrriyet ve İtilaf tarafından kaldırıldı. Fakat 1914-1918 yılları arasında, Türkiye'de ulusal inançla yetişen bir taban oluşmuştu. Bu taban Türk İstiklal Savaşı sırasında özellikle "Müdafaa-i Hukuk"un oluşmasını sağlayacaktır.
Ergün AYBARS,Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, İzmir, 1986, ss 61-70






Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...