22 Mart 2013

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN TARİH İÇİN SÖYLEDİKLERİ BÖLÜM 1


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN 
TARİH İÇİN SÖYLEDİKLERİ 
BÖLÜM ..1


  Boydan boya izlenecek olunursa Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatında Tarihin son derece önemli bir yer tuttuğu görülür. Türk toplumunun yapısında onun uyguladığı devrimlerde de Tarih müstesna bir rol oynamıştır. Ayrıca O, Tarih olaylarının araştırılmasında, incelenmesi ve değerlendirilmesinde, felsefi anlamda Tarih açısından dünya görüşünde ve bunun gerçek hayatta değerlendirilmesinde getirdiği yeniliklerle, Tarih biliminin kendisinde de bir devrim yapmıştır. Atatürk’te Tarih ile ilginin daha okul sıralarındayken başladığını ve o zamandan beri daima Tarih ile meşgul olduğunu kendi ağzından öğreniyoruz: 1923 Eylülünde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Profesörler Kurulu, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Fahri Edebiyat Profesörlüğü unvanını tevcih etmeye karar vererek, bir telgrafla, bunu lütfen kabul buyurmasını rica ediyor. Olumlu cevabından bir süre sonra Fahri Profesörlük beratını sunmak üzere Ankara’ya gelen heyete de Gazi, “mektep sıralarından beri çok sevdiği Tarih ile daima meşgul olduğunu, bu itibarla Fahri Müderrisliğin edebiyattan ziyade Tarihe ait olmasını daha münasip olacağını” belirtmiştir. Görülüyor ki Mustafa Kemal öğrencilik çağından beri Tarihe özel bir ilgi duymuş ve daima Tarih ile meşgul olmuştur. Ancak burada bir nokta üzerinde önemle durmak gerekir: onda Tarih ile uğraşanların birçoğunda farklı olarak bu sayede edindiği bilgiler, sırf bir kafa yükü malumat hamulesi olarak  kalmış değildir: o öğrendiklerini kendine özgü bir tarzda olmak üzere, dimağında ve ruhunda yoğurarak, hayat için değer kazandırarak bir takım sonuçlara erişmiştir. İşte onun Tarihten çıkardığı bu sonuçlardır ki, hayatı boyunca bütün davranışlarında kendisine yol gösteren mürşit, başarılarında başlıca etken olmuştur.[1]
            Daha milli mücadeleye atılırken Mustafa Kemal’in kuvvetli bir tarih bilincinin etkisi altında bulunduğunu görmekteyiz. “bugünkü intibahımızı yine, maziye medyunuz” sözü onundur. Bununla Tarihi temelin önemini ne kadar veciz bir şekilde ifade etmektedir! Devrimlerini yaparken de O, en nazik anlarda Tarih bilgisini en etkili bir silah olarak kullanmıştır. T.B.M.M.’de hilafet ile saltanatın birbirinden ayrılması ve saltanatın kaldırılması üzerine yapılan tartışmalarda bu tür davranışlarının tipik bir örneği görülmektedir. İşte Gazi böyle çetin bir sorunun çözümlenmesinde meclis üyelerini ilmi delillerle ikna etmek gereğini duyunca, yine tarih bilgisine sarılmıştır. Tartışmaların en hareketli bir anında söz alarak, İslam Tarihindeki engin ve derin bilgisiyle saltanat ve hilafetin mahiyetlerini, tarih boyunca fonksiyonlarını, halife ve sultan sıfatıyla Osmanlı padişahlarının son günlere kadar davranışlarının son derece ikna edici delillerle ve misallerle anlatmış ve muvaffak olmuştur. Devrimlerini yaparken Gazi, gayet iyi bildiği Osmanlı Tarihinden de büyük bir ustalıkla faydalanmıştır. Çünkü O biliyordu ki “Tarih ihtiyatsızlar için merhametsizdir.” O kaldıracağı her müessesenin kuruluşunu ve zaman içindekini gelişmesini inceden inceye etüt etmiştir. Artık ömrünü tamamlamış olduğu bugünkü hayat için değeri kalmadığı kanısına vardıktan ve böyle olduğunu bütün delileri ile herkese anlattıktan sonradır ki O, harekete geçmektedir. Öte yandan Osmanlı Tarihinde bulduğu yüksek değerleri belirtmeye önem vermiştir. Bunu yapmakla yeni kuşakların milli duygularını kamçılamış, gençliği parlak bir geleceğe hazırlamak için ataların başarılarından, bir kuvvet kaynağı olarak faydalanmak yoluna gitmiştir.[2]
            Atatürk, Türk vatanının bizim olduğuna tarihi, en büyük manevi delil ve destek biliyordu. Türk nesillerine de eski ve parlak medeniyetler kurmuş, Avrupalılar gibi beyaz ırktan, üzerinde yaşadıkları toprakların gerçek sahibi bulunduklarını anlatacak ve onlara milli inan ve güven aşılayacaktı. 1928’de Atatürk’e Fransız okullarında okutulmakta olan ve Türklerin sarı ırktan ikinci derece bir insan cinsi olduğunu yazan bir kitabın gösterilmesi, kendisinin bu konudaki çalışmalarını toplamaya vesile oldu. Ele alınan başlıca meseleler şunlardı:
 1. Türkiye’nin en eski halkı kimlerdir?
2. Türkiye’de ilk medeniyet nasıl ve kimler tarafından kurulmuştur?
3. Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri ve hizmeti nedir?
4. Türklerin Anadolu’da bir aşiretten devlet kurmaları mümkün olmadığına göre, bu olayın gerçek izahı nasıldır?
5. İslam tarihinin hakiki hüviyeti ile Türklerin İslam tarihindeki yerleri ve rolleri nedir?
            Atatürk, bu meseleler üzerinde milletimizi ve dünyayı eski ve hatalı bir tarih anlayışından yeni ve doğru bir tarih görüşüne götürmenin kolay olmadığını biliyordu. Bu önemli iş için her şeyden önce  teşkilat kurmak lazımdı. İlkin bir kütüphane kurmakla işe başladı. Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye’de tarih yazan ve tarihle uğraşabilecek durumda olanlar; Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildi. Tercüme edilen kitapların özetleri çıkartılarak, incelenen kitaplar üzerinde raporlar hazırlanarak Atatürk’e sunulmaktaydı. Bu çalışmaların ilk mahsulü “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü kısaca belirten bir eser halinde 1930’da bastırıldı.[3] Bir yıl sonrada devamlı bir şekilde Türk tarihi üzerinde araştırmalar yapmak görevi ile “Türk Tarihi Tetkik Heyeti” kuruldu. Heyetin kurulması üzerine tarih çalışmaları hızlandı. Bu çalışmalarda Atatürk’ün göz önünde bulundurduğu nokta, tarih ilminin metoduna uygun olarak araştırmalar yapılması ve bu suretle ilim alemine sunulacak doğru, açık, herkesçe kabul edilebilecek neticelere varılmasıydı. Yürütülen tarih çalışmaları neticesinde 1931 sonlarında okullar için dört ciltlik umumi tarih serisi ortaya kondu. Bütün cihan tarihini objektif bir görüşle açıklamaya çalışan bu eser, Türk Tarih Tezinin ikinci verimi oldu. 1932’de Ankara’da Türk tarih profesörlerinin ve öğretmenlerinin iştirakiyle ilk defa olarak Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilim bakımından münakaşa edildi. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşünün ifadesi olan bu tezin esası şudur:
            Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sayıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türkün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir. Türk Tarih Tezinin ileri sürülmesiyle milli tarihimiz gerçek karakterini kazanma imkanını elde etti.[4]
1932 yılının başında Mustafa Kemal, Türk Tarihinin Ana Hatlarını yeniden yazdırmak ve Tarih ders kitaplarının iyileştirilmesini ve Tarih tezinin önermelerinin kuvvetlendirilmesi amacıyla bir kongre toplamak istiyordu. Birinci Türk Tarih Kongresi Maarif Bakanlığı’nın resmi girişimiyle Mustafa Kemal’in inisiyatifiyle Temmuz 1932’de esas olarak Türk Tarih Tezini tanıtmak amacıyla Ankara Halkevi binasında toplandı. Tez, daha önce sözünü ettiğimiz gibi 1929-1932 yıllarında büyük ölçüde şekillenmişti. Dolayısıyla amaç, tarih tezini daha resmi bir şekilde geniş anlamda tanıtmak ve çağdaş tarih ders kitaplarını geliştirmek olarak görülebilirdi.[5]
            Türk Tarih Tezi aynı zamanda insanlık kültürünün bütün dünya milletlerinin müşterek malı olduğu fikrini de kapsamaktaydı. İlk medeniyetler belli mihraklardan dünyaya yayıldığına göre, zamanın ve coğrafi koşulların etkisiyle çeşitli bölgelerde nasıl bir şekil almış olursa olsunlar, bütün milletlerin, aslında ve başlangıçta ortak olan esasları vardır. İşte dünyamızın geleceğini bütün ulusların anlaşarak kardeşçe geçinmelerinde gören Atatürk, bu fikri esas alarak zamanla ve çeşitli doğal, sosyal, dinsel etkenlerle birbirinden ayrılmış, birbirine düşman kesilmiş bulunana dünya ulusları arasında bir yakınlaşma bir kardeşlik hayatı kurmanın mümkün olduğu kanısında bulunuyordu. Atatürk’ün gerek kendi ulusunun ve gerekse dünya milletlerinin yararına olarak tarihe verdiği değer ve önem son nefesine kadar devam etmiştir. Ölüm döşeğinde: “tarih tezi olgunlaştı, onun üzerinde yürümek, durmadan çalışmak lazımdır. Bazı imansızlar olabilir. Bunlar yol kesenlere benzer; aldırmayınız!” diye bu yönde son direktifini veriyordu.[6] Ulu önderin bu sözleri hepimiz için ondan bize kalan büyük miraslardan biridir, ebedi vasiyetidir.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN TARİH İÇİN SÖYLEDİKLERİ

Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.
1931 (Hasan Cemil Çambel, T.T.K. Belleten Cilt:3, Sayı: 10, 1939, s. 272)
Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman, onun gerçeğe uygun olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri araştırılır. Bizim şimdiye kadar doğru bir millî tarihe malik olamayışımızın sebebi tarihlerimizin, hakikî okuyucuların belgelere dayanmaktan ziyade ya birtakım meddahların veya birtakım kendini beğenmişlerin hakikat ve mantıktan uzak sözlerinden başka kaynak bulamamak bedbahtlığıdır.
1924 (Atatürk’le Konuşmalar, Mustafa Baydar, s. 92)
İnsan, tarihin mânasını ancak olgun bir yaşa eriştikten sonra anlıyor. Ve tarih ancak bu yaştan sonra yazılabilir. Çok arzu ederdim ki, birkaç arkadaşla beraber hayatımızdan geri kalan zamanı tarih yazmakla geçirelim!
(Yusuf Ziya Özer, Ulus gazetesi 10. 11. 1939)
Tarihi yapan akıl, mantık, muhakeme değil, belki bunlardan ziyade duygulardır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 116)
Sonradan uydurma bir eser vücuda getirerek ertesi gün pişman olmaktansa, hiçbir eser vücuda getirmemek, beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir.
1931 (Uluğ İğdemir, Sümerbank Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 29, 1963, s. 184)
İnsanların tarihten alabilecekleri mühim dikkat ve uyanıklık dersleri, bence devletlerin umumiyetle siyasî müesseselerin teşekküllerinde, bu müesseselerin mahiyetlerini değiştirmede ve bunların çözülme ve sonlanmalarında müessir olmuş olan sebepler ve âmillerin tetkikinden çıkan neticeler olmalıdır. Meselâ Osmanlı İmparatorluğunun doğmasını gerektiren sebep ve âmillerin tetkikinden çıkan netice, mühim olduğu gibi, bu İmparatorluğun batması sebep ve âmillerinin tetkikinden çıkacak netice de o kadar mühimdir. Bu tetkiklerde, şüphesiz siyasî müesseseyi kuran milletlerin her görüş noktasından kültürleri derecesi mütalâa olunur; şahısların müspet ve menfi tesirleri göz önüne alınır.
1930 (Afet inan, Atatürk Hakkında H.B., s. 264)
Tarih ne güzel aynadır. İnsanlar, özellikle ahlâkta gelişmemiş kavimler, en büyük kutsal kavramlar karşısında bile hasis duygulara tâbi olmaktan nefislerini men edemiyor. Tarihin sinesine geçen büyük hâdiselerde, bu hâdiseler içinde âmil ve fâil olanların hal, hareket ve muameleleri onların ahlâk seviyelerini ne açık gösterir.
1915 (Mustafa Kemal, Anafartalar M.A.T. Yayımlayan Uluğ İğdemir, s. 27)
Tarihte şanlar, şöhretler kazanmış pek çok insanlar millî noktadan fazilete sahip değildir. Meselâ hakikaten askerî kudret sahibi olan, Moskova’ya kadar giden, yangınlar harabeler üstünden Fransız ordusunu sürükleyip eriten Napolyon’u düşününüz. Onun hareketleri Fransız milletinin hakikî ve millî menfaatlerini değil, kendi cihangirane emellerini tatmin içindi. Bunu tatmin için Fransa’nın milyonlarca seçkin evlâdını eritti ve nihayet hepinizin bildiğiniz âkıbete uğradı. Bizim Osmanlı tarihindeki en büyük ve şanlı görülen hareketleri de aynı noktadan tetkik, aynı mahiyette mukayese etmek mümkündür.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 161-162)
Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine “Atatürk” adı verilmesi için bir kanun teklifi hazırlığı üzerine söyledikleri:
Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih, zorlanmayı sevmeyen nazlı bir peridir; fikirleri tercih eder.
(Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, s. 135)
Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez.
1919 (Nutuk III, s.928)
İnsanların meşgul olduğu bütün meseleler, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği muvaffakiyetler, ortaklaşa, umumî bir mücadelenin dalgaları içinden doğa gelmiştir. Doğu milletlerinin, batı milletlerine taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Doğu milletlerini, batı milletlerine taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Doğu milletleri arasında, Türk unsurunun başta ve en kuvvetli olduğu malûmdur. Gerçekten Türkler, Müslümanlıktan önce ve Müslümanlıktan sonra, Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilâlar yapmışlardır. Batıya taarruz eden ve istilâlarını İspanya’da Fransa hudutlarına kadar sürdüren Araplar da vardır. Fakat, her taarruza karşı, daima, karşı taarruz düşünmek lâzımdır. Karşı taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir tedbir bulmadan hareket edenlerin sonu, yenilmek ve bozguna uğramaktır, yok olmaktır.     Batının, Araplara karşı taarruzu, Endülüs’te acı ve ibrete değer bir tarihî felâket ile başladı. Fakat, orada bitmedi, Takip, Afrika kuzeyinde devam etti. Attilâ’nın, Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, Selçuk Devleti yıkıntısı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere gözlerimizi çevirelim. Osmanlı hükümdarları içinde, Almanya’yı, Batı Roma’yı zapt ve istilâ ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan biri, bütün İslâm âlemini bir noktaya bağlayarak sevk ve idare etmeyi düşündü. Bu emelin sevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem İslâm âlemini hükmü ve idaresi altına almak gayesini takip etti. Batının arasız mukabil taarruzu, İslâm âleminin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böyle cihangirane tasavvurlar ve emellerin aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların uyuşmazlıkları, netice olarak benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihini sinesine bıraktı.
1920 (Nutuk II, s. 435)
Bizim Türk milletimiz, eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır; tâ uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir. Zaten maddî olsun, dimağı olsun hiçbir sıkıcı hudut içinde durmaz yaradılışta olduğundan yüksek anayurdunun, dünyadan uzak vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler, başlarını alarak dünyanın hem doğusuna hem batısına yayıldılar. Yılmaz atalarımızın bütün bu ilk akınlarıyla bugünün Türk milleti olan bizler pek ziyade alâkadarız. Ancak, en büyük alâkamız onların Çin büyük duvarını paralayarak o vakte kadar korunabilmiş Çin medeniyetinin tâ yüreğine sokulmalarına yahut kuzey-batıya doğru dönerek geniş İskandinavya sahasına girmelerine ait olmadığı gibi, tarihin Attilâ dediği büyük bir Türk kumandasında Orta Avrupa’ya akın etmesine veya kardeş milletlerin bu gibi istilâ hareketlerine de bağlanamaz. Biz, tabiî olarak ve başlıca o grupla alâkadarız ki tam batı istikametinde yakın doğuya doğru gelerek, bugün Sümer medeniyeti, Hitit medeniyeti denilen medeniyetlerle Anadolu’nun başlıca tarihten önceki medeniyetlerini kurmuşlardır. Batı medeniyeti, Asya kıtasındaki insan denizinin bu birbirini kovalayan dalgaları önüne bir büyük set kurdu ve bu set en sonra Bizans İmparatorluğu şeklinde meydana çıktı. Bu imparatorlukla atalarımız dövüşmeye başladılar. Zafer tam pençemize girerken bu sefer batıdan gelen başka bir dalga -Haçlılar- Anadolu’ya saldırarak kat’i zaferimizi, yani büyük harp mükâfatı ve geniş imparatorluk sembolü olan İstanbul’u almamızı tam iki yüz sene -1453 senesinde kadar- geri bıraktı. Biz Türkler, her çağda doğunun kılıcının keskin ağzı idik. Lâkin gitgide birçok levanten unsurlar biz galiplere karıştıklarından, Osmanlı İmparatorluğu denilen o milletler karması ortaya çıktı. Bu Osmanlı İmparatorluğu, memleketteki Türk unsurunu Avrupa içlerine karayel (kuzey-batı) istikametinde iki büyük met dalgası halinde kullanmakla istifade etti. Kanunî Süleyman zamanında, aradaki bütün Balkanlarla ötelerini zapt ederek Viyana kapılarına dayandı. Türklerin bu istikamette ikinci dalgalanışı Dördüncü Mehmet zamanındadır ki, o da aynı derece cengâverane ve zaferlidir. Osmanlı İmparatorluğu, biz kahraman Türkler nedeniyle bir büyük devlet oldu ve dinimiz olan İslâmiyet üzerine büyük bir ruhanî teşkilât yapıldı. İşte bu devlet ile ruhanî teşkilât çok kuvvetli bir müessese halinde İstanbul’da birleştiler. Orada kahraman Türk, saray entrikalarına ve ruhanî teşkilâtın nüfuzuna mağlûp oldu ki, bu iki müessese tahakküm merkezlerinden tâ uzakları ve Avrupa, Anadolu ve Kuzey Afrika’daki mıntıkaları idare ediyorlardı. İşte birinci büyük tablomuz burada bitiyor. Bu tablo Türkler tarafından boyanmış ve süslenmiş iken bu cengâverler şimdi saray entrikalarından bunalarak arka zemine atılmışlardı. Tarih yürüdü. Bundan sonra Türk İmparatorluğu, batı medeniyetine karşı kendisini Türk silâhlarıyla değil, daha ziyade batı devletlerini birbirine düşürmek suretiyle müdafaa etti ki bu devletlerin siyaseti de İstanbul’a ve Boğazlara talip olmak isteğiyle birleşiyordu. Avrupalılar bize “Avrupa’nın hasta adamı” adını verdiler ve her tarafta birçok miras davacıları türedi. En sonra batı devletlerinin arasında Büyük Harp çıktı. Biz de, Küçük Asya’da ticarî menfaatler arayan merkezî Avrupa devletlerinin yakın doğu ihtiraslarıyla bu harbe sürüklendik.
1932 (General Sherrill, Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik, Çev.: Ahmet Ekrem, 1935, s. 88-89)
Türkler, on beş asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetlerine belirti olmuş birer unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, . 262)
Asya Türk Hun İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi Çin’de imparatorluk kuruluş tarihi ile başlar. Çin’in, M.E 13. asra ait vesikaları bunu böyle kaydeder. Ancak, bu büyük Türk İmparatorluğu’nun bizce malûm olabilen imparatoru Teoman’dır. Teoman, M.E. 13. asır başında yaşamış büyük bir kahramandır. Çinliler, bu kahramanın Çin’de imparatorluk kurmuş olan büyük Türk kumandanlarının neslinden geldiğini iddia ederler. Teoman’ın oğlu Türk İmparatoru Mete de meşhurdur. O, doğuda Kadırgan dağlarından batıda Hazar denizine kadar, kuzeyde Sibirya’dan güneyde Himalaya eteklerine kadar geniş hudutlar içinde büyük Türk İmparatorluğu’nu teşkil etmiş yüksek bir Türk Hakanı’dır. Mete, Çin İmparatoru ordularını büyük meydan muharebelerinde mağlup etmiş, Çin İmparatoru’nu sığındığı kalede kuşatmış, ancak karısının şefaati ile fakat kendisine vergi vererek, tâbiiyetini de kabul eyleyerek serbest bırakmış bir Türk İmparatorudur. Bence Mete çok büyüktür. Bütün Türk tarihinde Oğuz efsanesinin atf ve isnat olunabileceği adam odur. Fakat düşünülürse Teoman, elbetteki ondan da büyüktür. Çünkü her şeyi hazırlayan odur. İskender, “Büyük” lâkabı ile anılırdı. Fakat hakikatte ondan büyük olan Filip’tir. Çünkü İskender’in muvaffakiyeti için lâzım olan siyasî ve askerî vasıtaları hazırlayan odur. Eyüp oğullarından Selâhattin, Haçlılardan Kudüs’ü kurtarmış olmakla tanınmış büyük bir Türk’tür. Fakat ondan daha büyük olan bizzat Selâhattin’i ve onun muvaffak ordularını ve vasıtalarını hazırladıktan sonra ölen büyük Türk Nurettin’dir. Beşer tarihinde silinmez satırlarla mevcudiyetini yazdırmış olan odur.
(Kâzım Özalp, Özalp, Atatürk’ü Anlatıyor, Milliyet gazetesi, 22. 11. 1969)
Milletimiz, ufak bir aşiretten anavatanda müstakil bir devlet tesis ettikten başka batı âlemine, düşman içine girdi ve orada çok büyük müşkülât içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bunu, bu imparatorluğu altı yüz seneden beri tam bir heybet ve azametle devam ettirdi. Buna muvaffak olan bir millet, elbette yüksek siyasî ve idarî niteliklere sahiptir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvvetiyle vücuda gelemezdi. Cihanın malûmudur ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu fevkalâde süratle ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce iyi besler ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilâtının değil, bütün idarî şubelerin fevkalâde mükemmeliyetini ve kendilerinin kabiliyetli olduğunu gösterir.
1919 (Nutuk III, s. 1182-1183)
Türk milleti, bin yıldan fazla bir zamandır bu topraklarda yaşama hakkına sahiptir. Bu eskiye ait kalıntılarla tespit edilmiştir. Osmanlı Devleti’ne gelince, bu devlet yedi asırdır yaşamaktadır ve muhteşem mazisi ve tarihiyle övünebilir. Biz, kudreti ve haşmeti bütün dünyada, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında tanınan bir milletiz. Cengâverlerimiz ve ticaret gemilerimiz okyanusları aşmışlar ve bayrağımızı Hindistan’a kadar götürmüşlerdir. Kabiliyetlerimiz, bir zamanlar sahip olduğumuz ve bütün dünyaca bilinen hâkimiyetimizle ispat edilmiştir. Fakat son yüzyıl boyunca Avrupa kuvvetlerinin hükümet merkezimizdeki entrikaları ve bu entrikaların neticesinde bağımsızlığımıza müdahaleleri, iktisadî hayatımızı engelledikleri kayıtlar, yüzyıllarca bir arada kardeşçe yaşadığımız Müslüman olmayan unsurlarla aramızda ektikleri ihtilâf tohumları ve bu durumlara ilâveten hükümetlerimizin zayıflığı ve bunun neticesi olan kötü idare, çağdaş seviyede gelişme ve refah yolunda ilerlememize engel teşkil etti. Bugün içinde bulunduğumuz acı durum, hiçbir zaman bizim esastan ehliyetsizliğimizi veya çağdaş medeniyete uyamadığımızı ifade etmez. Bu, tamamen yukarıda sayılan birbirine zıt sebepler yüzünden hasıl olmuştur.
1919 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 83-84)
Tarihimizle müspettir ki, şimdiye kadar nihayetsiz zaferler elde etmişizdir. Tarihimiz birçok parlak muzafferiyetler kaydeder. Fakat zaferle beraber her şey bırakılmış ve semerelerini toplamayı ecdadımız ihmal etmiştir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 53)
İslâm âlemine dahil topluluklar ile Hıristiyan âlemine ait kitleler arasında birbirini affetmez gören bir düşmanlık mevcuttur. İslâmlar Hıristiyanların, Hıristiyanlar İslâmların ebedî düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, mutaassıp gözüyle baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardan beri bu taassup ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın sonucudur ki, İslâm âlemi batının her asır bir şekil ve yeni renk alan ilerlemelerinden uzak kalmıştı. Çünkü, İslâm topluluğu o ilerlemelere kibirle, nefretle bakıyordu. Aynı zamanda iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden düşmanlık zoruyla İslâm âlemi, silâhını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silâhla bu sürekli uğraşı, düşmanlık hissiyle batının ilerlemelerine iltifat etmeme, gerilememizin sebep ve etkenlerinden diğer birini teşkil eder.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 140)
Türkiye, Umumî Harbe girmeye mecburdu ve mevcut dünya dengesine göre bu giriş şekli de olandan ve görülenden başka türlü olamazdı. Belki harbe giriş zamanı, belki kuvvetlerin kullanma tarzları, hulâsa bir sürü teferruat tenkit olunabilir. Fakat, esasa diyecek yoktur. Türkiye harbe girerdi ve böyle girerdi.
1922 (Yunus Nadi, Atatürk’ün Vasıfları, En Büyük Kaybımız, s. 226-227)

1914 yılı sonlarında, Sofya’dan Salih Bozok’a yazdığı mektuptan:
Genel durum hakkında görüşümü soruyorsun. Bu husustaki görüşüm, yalnız sende kalmak şartıyla yazıyorum. Biz hedefimizi belirlemeden umumî seferberlik ilân ettik; bu çok tehlikelidir. Çünkü başımızı bir tarafa mı, yoksa birçok taraflara mı vuracağız? Belli değildir. ..Ben, Almanların bu harpte muzaffer olacaklarına kesinlikle emin değilim!
1914 (Salih Bozok-Cemil Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, s. 174)
İngilizler, Arıburnu çıkarmasında, bu cephedeki muharebelerde kumandanlarının, askerlerinin gösterdikleri cesareti, dayanıklılığı, cengâverane meziyetleri fevkalâde bir takdir diliyle anıp ilân etmektedirler. Fakat düşünün ki, bütün muharebe vasıtalarıyla mükemmel surette donatılmış olarak büyük bir inat ve azimle Arıburnu sahillerine ayak basan düşmanımız, gene o sahil kenarlarında kalmaya mecbur olmuştur. Bu sebeple subaylarımız, askerlerimiz vatan ve din duygularıyla, kendilerine mahsus millî kahramanlıklarıyla bu derece kuvvetli bir düşmana karşı payitaht kapılarını muhafaza etmekle cidden övünmeye değer bir mevki kazanmışlardır. Komuta ettiğim bütün birliklerin subaylarını ve fertlerini birer birer takdir ederim. Bu yüce maksat uğrunda canlarını kahramanca feda eden mukaddes şehitlerimizi derin ve ebedî bir hürmetle anarım.
1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 64)
Madam Corinne’e Çanakkale’den yazdığı bir mektuptan:
Burada, benim ismimin duyulmamasına hayret etmemeli; çünkü ben önemli bir muharebenin kahramanı olarak Mehmet Çavuş’a şeref kazandırmayı tercih ettim! Tabiî şüphe etmezsiniz ki, muharebeyi idare eden sizin dostunuzdu ve savaş gecesi, savaşanların saflarında Mehmet Çavuş’u bulan da o idi.
1915 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 52)
Kazanılan zaferler Alman emir ve komutasının değil, Türk erinin cevherini kavrayabilmiş, Türk komutanlarının eseridir. Türk milletinin kanında, kromozomlarında atalarından geçen kahramanlık cevheri, üstün savaş mirası vardır. Bu cevheri iyi kullanan komutan, tarihte ve gün içinde zafere ulaşmıştır. Çanakkale zaferi de, diğer zaferler de Türk komutasının, Türk erinin eseridir.
1916 (Rıdvan Nafiz Edgüer, Hayatı ve Eserleri, s.17)
Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz; yalnız size Bombasırtı vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşı siperler arasında mesafeniz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak.. Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tümüyle düşüyor; ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir bezginlik bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayrete ve tebrike değer bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.
1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 47-48)
Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin müttefikleriyle beraber sürüklendiği acı mağlûbiyetin yüz kızartacak bir neticesidir. O antlaşma hükümleridir ki, Türk topraklarını, yabancıların işgaline sundu. O antlaşmada kabul edilen şeylerdir ki, Sèvres Antlaşması hükümlerinin de kolaylıkla kabul ettirilebileceği fikrini yabancılara mümkün ve mâkul gösterdi.
1927 (Nutuk II, s. 791)
Siyasî, adlî, iktisadî ve malî bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik olan Sevr Antlaşması, bizce mevcut değildir.
1921 (Atatürk’ün S.D.III, s. 16-17)
Bu milleti bugün idam sehpası karşısında bulunduran işlerin ve hareketlerin kaynağı hayaldir, hissiyattır. Uzaklara gitmeye hacet yok. Bu milletin umumî seferberliğinin hangi hakikate, hangi hakikî hesaba dayandığını bir defa düşününüz. Bunun tek sebebi hissiyattır! Umumî Harbe, bu milleti sevk eden nedir? Hangi hakikattir? Histir! Daha ilersine gidelim, mazimize dönelim; küçük bir tarihî vak’a: Sadrazam Kara Mustafa Paşa, bu milleti Viyana kapılarına sevk ederken bütün kuzey Almanya’yı zapt ve fethederek dünya çapında bir Osmanlı İmparatorluğu yapmak hülyasına düşmüştü. Fakat, zavallı babamız düşünmüyordu ki bütün bu zafer emelleri peşinde dolaşırken, bu teşebbüsler torunlara, babadan miras kalmış yerlerini kaybettirmek için zemin hazırlıyordu. Fakat efendiler! Bu topluluğun büyük bir imparatorluk, maddî bir imparatorluk halinde bir noktadan sevk ve idaresini düşünmek istiyorsak bu bir hayaldir! İlme, mantığa, fenne aykırı bir şeydir! Dikkat ediniz ve bir tarihî hakikat, bir fennî ve ilmî hakikat olarak daima hatırda tutunuz ki, bir siyasî cismin hududunu geçemeyeceği bir güç sonlanması vardır! Nasıl ki bir insanın normal teşekkülü için birtakım mâkul ve tabiî hatlar vardır. Eğer bu hatlar tabiîlikten uzaklaşırsa, eğer insanın teşekkülünde bu hatların tecavüz edilmesi söz konusu olursa, o zaman karşımızda ya hiç gelişmemiş bir cüce veyahut dev gibi bir şey görürsünüz!  İnsan teşekkülü için böyle olduğu gibi insanlardan meydana gelen topluluklarda da bu kaide aynen mevcut ve geçerlidir. Birkaç asır evvelki vaziyetimize gözlerinizi çeviriniz: Afrikalar, Suriyeler, Iraklar, Makedonyalar, Bulgaristan, Sırbistan ve diğerleri… Bütün bu ülkeleri göz önüne alınız. Bütün bu ortam, bu geniş daire içerisinde iklimi çeşitli ve orada oturan milletlerin tabiatları çeşitli, her şey çeşitli olduktan sonra bunların hepsini bir imparatorluk altında bulundurmak ve yaşatmak mümkün müydü? Tabiata, akla ve tabiat kanununa aykırı olduğundan dolayı neticenin ne olduğunu görüyorsunuz!
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 193-195)
Muhtelif milletleri, müşterek ve umumî bir unvan altında toplamak ve bu muhtelif unsur kütlelerini aynı hukuk ve şartlar altında bulundurarak kuvvetli bir devlet kurmak, parlak ve cazip bir siyasî görüştür. Fakat aldatıcıdır. Hattâ, hiçbir hudut tanımayarak, dünyada mevcut bütün Türkleri dahi bir devlet halinde birleştirmek, erişilmesi imkânsız bir hedeftir. Bu, asırların ve asırlarca yaşamış olan insanların çok acı, çok kanlı hâdiseler ile meydana koyduğu bir hakikattir. Panislâmizm, panturanizm siyasetinin muvaffak olduğuna ve dünyayı uygulama sahası yapabildiğine tarihte tesadüf edilmemektedir. Irk farkı gözetmeksizin bütün insanlığı içine alan cihangirane devlet kurma hırslarının neticeleri de tarihte yazılıdır. Müstevli olmak hevesleri, söz konumuzun haricindedir. İnsanlara her türlü duygularını ve özel bağlantılarını unutturup onları kardeşlik ve tam bir eşitlik dairesinde birleştirerek, insanî bir devlet kurmak görüşü de kendine mahsus şartlara sahiptir.
1920 (Nutuk II, s. 436)
Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve kapsamlı medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur.
(Afet inan, Atatürk Hakkında H. B. , s.297)
Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
(Afet inan, Atatürk Hakkında H.B.,s.297)
Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan görüş, bizim de içimize girmiştir. Dört yüz çadırlık bedevî bir kabileden bir imparatorluk ve millet tarihini başlatmak suretiyle imparatorluk zamanında Türklerin görüşü de bu merkezdeydi. Evvelâ, millete tarihini, asil bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.
1930 (Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le 3 ay, s. 122)
Büyük işleri yalnız büyük milletler yapar.
(Afet inan, Kemal Atatürk’ü Anarken, 1956, s. 196)
Eğer bir millet büyükse kendisini tanımakla daha büyük olur.
(Hikmet Bayur, T.D.K. Türk Dili, Belleten, No: 33, 1938, s. 16)
Türk çocuklarında kabiliyet, her milletinkinden üstündür. Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.
(Şemsettin Günaltay, 1951 Olağanüstü Türk Dil Kurultayı, s. 33)
Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır; bu da İslâv araştırma cemiyetlerinin kurduğu dil kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanların millî bilinçlerini uyandırdığı zaman, biz Balkanlarda Trakya hudutlarına çekildik.
(Enver Behnan Şapolyo, 1951 Olağanüstü Türk Dil Kurultayı, s. 54)
Bir toplantı esnasında Türk Tarih Kurumu üyelerine söylemiştir :
Ben fâni bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk ulusunun gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda kendimden geçiyor, her şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin!
1933 (Uluğ İğdemir, Atatürk ve Tarih, Açılış 1962 – 1963, M.T.T.B., s. 24)
İstanbul’u terk ettiğim güne kadar geçmiş bulunan vaziyetleri ayrı bir safha olmak üzere, o günden bugüne kadar cereyan eden olayların korunmuş ve saklanmış olan vesikalarını tasnif etmek suretiyle hâtırâtımı yazmak niyetindeyim. Bunu yapmayı gelecek nesil için, Türk Cumhuriyeti Tarihi için bir vazife de sayıyorum.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 101)
Muhterem Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve ayrıntılı söylevim, en nihayet mazi olmuş bir devrin hikâyesidir. Bunda, milletim için ve müstakbel evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklığı davet edebilecek bazı noktalar belirtebilmiş isem, kendimi bahtiyar sayacağım. Efendiler, bu söylevimle millî hayatı sona ermiş farz edilen büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına dayalı millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu ifadeye çalıştım. Bugün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin doğurduğu uyanıklığın ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.
1927 (Nutuk II, s. 897)
Bu nutuk, benim Türk milletine yadigârımdır.
1927 (Atatürk’ten B.H., s. 10)
Tarihi yaşadığımız gibi yazdık; fakat geleceği, Cumhuriyet’e inananlarla onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek lâzımdır.
1927 (Afetinan, B.N.A.G.H., s. 516)
Bir gün ressamlar kahramanlık simasını kaybederlerse Yıldırım’ı alsınlar, yapıversinler.
(Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, s. 95)
Ben, Timur zamanında olsaydım, onun yaptığını yapabilir mi idim, onu söyleyemem; fakat o benim zamanımda olsaydı, belki daha fazlasını yapabilirdi.
(Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, s. 96)
Timur’un asıl dikkati çeken hali, bir tehlike zamanında sakin ve düşünceli kalışıydı. Bu, büyük iş yapabilmek kabiliyetinde olan adamlarda görülebilir.
1931 (T.T.K. Atatürk Arşivi)
Çok kereler Fatih’in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman, ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih benim karşısında kaldığım hadiseleri nasıl hallederdi, bunu çok merak ederim. İkinci Mehmet büyük adamdır, büyük.
(Atatürk’ten B.H., s. 68)
Mevlânâ büyük adamdı, büyük adamdı!
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin s. 38)
Türk Tarih Kurumu’na el yazısı ile direktifi :
Sinan’ın heykelini yapınız.
1935 (Afetinan, Mimar Koca Sinan, s.67)
Alemdar Mustafa Paşa ile Mustafa Reşit Paşa’yı severim, fakat Alemdar’ın biraz kültürü olsa idi Cumhuriyet ilân ederdi. Mustafa Reşit Paşa’nın kültürü, Alemdar’ın kudreti birleştirilseydi, ben tarihe başka bir vazife ile girerdim.
(Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 532)
Cemal Paşa’nın ölümü üzerine söylemiştir :
Yazık! Değerli bir adam kayboldu! Buraya gelebilmiş olsaydı ben, ona vazife verirdim. Anadolu’nun imarında ondan istifade edilirdi… Fazla jest ve gösteriş, o zavallıyı böyle hiçine kurban etti.
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 12)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...