İKİNCİ BÖLÜM
8- Mal paylaşılırken miraşçı olmayan büyük küçük akrabalar ve akrabalardan olmayan yetimler ve fakirler de orada hazır bulundukları takdirde bunları da o paylaşılan maldan rızıklandırınız, biraz bir şey veriniz ve kendilerine gönül alacak söz söyleyiniz. Bu âyette ki emirler müstahaba yorumlanmıştır. Bazıları, bu emirlerin va c iblik ifade ettiğini söylemişlerdir. 9- Bir de o kimseler ki arkalarında zayıf zayıf, güçleri kuvvetleri yetmez, birtakım çocuklar bırakmış olsalardı üzerlerine korkup titreyeceklerdi, bunların
yürekleri sızlasın da Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler. Bu gibi işlerde kendilerine söz düşenler, kendilerini o vefat eden ölü ve onun yetim çocuklarını da kendi çocukları yerine koyup düşünsünler de sözlerini ona göre dosdoğru söylesinler. Yetimler hakkında kendi çocukları gibi hareket etsinler. Ç ü nkü ölüm herkesin başına gelecek, herkesi bu köprüden geçirecektir. Ve bir hadis-i şerifte rivâyet edildiği üzere: "Kul kendisi için neyi seviyorsa kardeşi için de onu sevmedikçe mümin olamaz."
10-Şurası muhakkak ki: Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına sadece ateş tıkamışlardır. Ve onlar ilerde alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır.
O ateş bilinen ateşlerden hiç birine benzemez ve şiddetinin derecesini Allah'tan başka kimse bilmez. Rivayet olunuyor ki, bu âyetin inmesi üzerine halk korkularından yetimler ile bir arada bulunmaktan kaçınmaya başlamışlar. Bundan dolayı vazifenin yetimlerden böyle kaçınmak olmadığını anlatmak için Bakara sûresindeki "De ki: Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız onlar sizin din kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) âyeti inmiştir.
Kalblere, bu edeb ve terbiye, bu insaf, bu adalet ve hak duygusu, bu sakınma ruhu telkin edildikten sonra, şimdi yukarıda zikredilen farz hisselerin miktarını açıklama ve sahiplerini belirlemekle miras hükümlerinin etraflıca açıklamasına gelelim:
Meâl-i Şerifi
11- Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın üçte ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak a n a ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan, hangisinin size fayda bakı m ından daha yakın olduğunu, siz bilmezsiniz. Bütün bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah alîmdir, hakîmdir.
12- Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet bir çocukları varsa o zaman mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve varsa, borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şâyet çocuklarınız varsa o zaman bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen bir erkek veya kadının çocuğu ve babası bulunmadığı halde kelâle olarak (yan koldan) mirasına konuluyor ve kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak taksim ederler. Bu p aylar ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır.
11-Bu iki âyetten birincisi doğum ilişkileri üzerinde durup ölüden itibaren yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru fürû ve usul denilen iki tarafı bulunan soy direği yakınlığına bağlıdır ki, çocuklar ve ebeveyn (ana ve baba) bu direğin ölüye vasıtasız bağlı olan başlangıçlarıdır. İkincisi, önce vasıtalı bağlantı ifa d e eden evlenme ilişkisine, ikinci olarak soyda, soy direğinin dışında olup onun etrafında bulunan ve ona göre zayıf olduğundan dolayı kelale (uzak akraba) denilen yakınlık yönü ile ilgilidir ki, ancak vasıtalı bağlantı ifade eder.
Fahreddin Razî burad a şöyle bir tarihî özet yapmıştır. Cahiliyye halkı iki şey ile birbirinden miras alıyorlardı: Biri neseb, diğeri anlaşma. Neseb yönünden ne çocukları ne de kadınları mirasçı yapmazlardı. Ancak akrabalardan at üzerinde savaşmaya ve düşmana vurmaya ve ganim e t almaya gücü yeten erkekleri mirasçı kılarlardı. Antlaşmaya gelince: Bu iki şekilde olurdu ki, birincisi
hilf (sözleşme) idi. Bir adam, diğerine: kanım senin kanın ve yıkılmam senin yıkılmandır. Sen bana mirasçı olursun, ben sana; sen benimle aranırsın ben de seninle der. Bu şekilde anlaşma yaptılar mı hangisi arkadaşından önce ölürse sağ kalanın, şart gereğince ölenin malında hakkı olurdu. İkincisi de evlat edinme idi. Bir adam başkasının oğlunu oğul edinir. Ondan sonra bu oğlanın nesebi babasına değil, b u adama nisbet edilir ve mirasçısı olurdu ki, bu evlat edinme de antlaşma çeşitlerinden bir çeşittir. Allah Teâlâ, Muhammed Mustafa (s.a.v.) hazretlerini peygamber olarak gönderdiği zaman her şeyden önce bunları cahiliyyedeki durum üzere bıraktı. Hatta ba z ı âlimler demişlerdir ki, hayır yalnız terk değil, onaylamıştır ki; "ana, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için bir mirasçı tayin ettik..." âyeti neseb ile mirasçı olmayı; "Yemin akdiyle (antlaşma ile) mirasçı kıldıklarınızın paylarını da verin." (Nisâ, 4/33) âyeti, antlaşma ile mirasçı olmayı onaylamaktır. Cahiliyede mirasçı olmanın sebepleri böyle idi. İslâm'daki mirasçı olma sebeplerine gelince, anlatıldığı üzere antlaşma ve evlat edinme onaylanmış ve bunlara iki şey daha eklenmiş idi ki; bir i hicret, diğeri kardeşlik bağları idi. Hicret, bir Muhacirin diğer Muhacir'le fazla düşüp kalkması ve birbirine içten dostluk bağlantısı bulunduğu zaman akrabalığı olmasa bile mirasçılığı sabit oluyor. Ve Muhacir olmayan kimse, akrabasından dahi olsa o Mu h acir'e mirasçı olamıyordu. Kardeşlik edinme, Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlardan her iki kişi arasında bir kardeşlik akdi yaptırıyor, bu da karşılıklı varis olma sebebi oluyordu. Sonra Yüce Allah, "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha y a kındırlar..." (Enfal, 8/75) âyetinin hükmü ile bunların hepsini hükümsüz kıldı ve İslâm'da yerleşen miras sebepleri şu üçü oldu: Neseb, evlenme, ve velâ (köle azadı veya anlaşma ile meydana gelen varislik).
Bu açıklamayı, miras âyetinin iniş sebebinde de Ata, şöyle rivâyet etmiştir: "Sâd b. Rabi' (r.a.) şehid olmuş, iki kızı, bir hanımı, bir de kardeşi kalmıştı. Kardeşi, malın hepsini alıverdi. Kadın da Hz. Peygambere gelip, "Ey Allah'ın Resulü! İşte Sâd'ın kızları, Sâd öldürüldü, bunların amcası da m allarını aldı." diye durumu arz etti. Peygamber (s.a.v.) de, "Haydi şimdilik git, umarım ki, Allah bu konuda hükmünü yakında verecektir." buyurmuştu. Bir süre sonra kadın yine geldi ve ağladı ve bunun üzerine bu âyet indi. Bundan dolayı Peygamberimiz kızı n amcasını çağırdı, "Sâd'ın iki kızına üçte iki ve bunların annesine sekizde bir ver! Kalanı da senin." buyurdu. Ve işte bu âyet gereğince İslâm'da ilk
paylaşılan miras bu oldu. Demek ki bu öbüründen önce sonuçlanmıştır. Demek ki âyetin iniş hikmetinin en önemli yönü, kadınların ve çocukların mirasçılığa hakkıyla katılması ve evlenmenin ister koca ve ister hanım için miras sebepleri içine konması büyük inkılabı ile nicelik ve niteliği mirasçılığın kesin bir şekilde belirlenmesi ve bundan önceki geleneklerin ve hükümlerin hükümsüz kılınması ve yürürlükten kaldırılmasıdır. "Haklı olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah aklınızı kullanasınız diye size bunları emretti." (En'am, 6/151) gibi âyetlerden anlaşıldığı üzere "Allah'ın vasiyeti" deyimi, "emr" kelimesinden daha kuvvetli kesin bir vaciblik ifade eder. Bu, öyle beliğ bir emirdir ki bunda, bir hakkın bildirilmesi ile infazının gerekli olduğunu ve infaz edilmemesi durumunda sorumluluğun ağırlığını ve bu ağır sorumluluğun b ü sbütün emredilen kimseye yüklenmiş bulunduğuna dikkati çekmiş ve aynı zamanda kendisine emredilene sevgi ve güveni bildirerek bir velilik ve vekilliğin verilişini kapsayan bir sözleşme ve iyilikle gönül alma vardır. Çünkü vasiyyet, ölümden sonrası ile ilg i li olup değiştirilmesi caiz olmayan ve geri alınması ihtimali kalmayan, yapılması gerekli olan bir emrin yerine getirilmesi için güven ve itimad ile başkası yerine veli olmayı içeren bir açıklama ve antlaşmadır. Bundan dolayı şöyle demek olur: Allah Teâ l â vefatınızdan sonra çocuklarınızın haklarını güven altına almak için, hak sahiplerine ulaştırılması gerekli olan farz paylarını açıklayarak size şöyle emrediyor ve söz veriyor: Erkeğin hakkı, iki kadının payı kadar, bir erkeğin hakkı iki dişi hissesi k a dardır. İşte önce erkek ve kadının yaratılışının mahiyetinde bulunan bir esas kural vardır ki, mirasla ilgili hükümlerin bir çoğu bu esas üzerine halledilir(çözümlenir). Belli hisselerin değerlendirilmesinde de bu kuralın bir tatbiki hissedilir. Bu kuralı n anlatılmasında erkek ve kadın denilmeyip de zeker (erkek) ve ünsa (dişi) denilmesi küçük ve büyüklerin hak etmede eşit olduğunu ve bu konuda erginlik ve büyüklüğün hiç etkisi olmadığını şer'î delile dayandırmak ve cahiliyyede yapıldığı gibi çocukların mi r astan mahrum edilmesine meydan vermemek içindir ki, yetimler âyetinden hemen sonra gelmesi de özellikle bu noktaya dikkat çekmiştir. Bu şekilde başlangıçta miras, çocuklar ile, çocuklar içinde erkek ile başlamış ve bununla velâyet ilişkisinin diğer ilişki l erden kuvvetli bulunduğu anlatılmıştır. Demek ki, en fazla payı çocuklar, çocuklar içinde de erkek çocuklar alacaktır.
Burada şöyle bir soru pek tabii olarak hatıra gelebilir. Dişi, erkekten daha zayıf ve daha yufka yürekli daha muhtaç bir yaratılışta olduğuna göre mirastan
hissesi erkekten daha fazla olması, hiç olmazsa eşit gözetilmesi gerekmez mi? Bundan dolayı erkeğin payının iki kat olmasında hikmet nedir? Zamanımızdaki insanların kafalarını meşgul eden bu soruyu müfesirler ve fakihler söz konusu ederek hikmetini açıklamışlardır. Şöyleki:
İlk önce: Sûrenin başından beri de anlaşıldığı üzere genel olarak erkek ile dişinin aile hayatına girmeleri istenmektedir. Miras da buna göre düzenlenmiştir. Halbuki aile hayatında harcama sorumluluğu erkeğe yüklenmiştir. Erkek bir kendisi, bir de eşi olmak üzere en az iki kişiyi besleyecektir. Bundan dolayı erkeğin masrafı çok, kadının ki ondan az olacaktır, masrafın ise gelir ile orantılı olması gerekir. Masraf, erkeğe yüklenirken gelir dağıtımında kadına f a zla veya eşit verilmesi hem iktisat kanununa, hem de adalet ve hakka aykırı bir zulüm olur. Ve aslında o zaman, hukuki eşitlik esası bozulmuş olur.
Bundan dolayı mirastaki bu fazlalık, kadınların faydası ve ihtiyaçlarına eşit olarak nafakalardaki yükümlülük farkının denkleştiricisi olmak üzere böyle bir hukuki ve iktisadi dengeyi temin ederek adalet ve eşitlik kanunlarının ince bir tatbikatını kapsamaktadır. Ganimet, herkesin yaptığı hizmete uygun verilir. "Erkeğe iki kadının payı kadar miras düşer" kuralı emri ile bir hukuki denkliktir ki, bunu bozmak "haddini tecavüz eden, zıddına dönüşür" kuralı gereğince devamlı kadınların zararına sonuçlanarak mirastan tamamen mahrum edilmesine veya aile hayatında masrafa katılmak ile beraber mallarında dilediği gibi tasarruf (harcama) hakkının kısıtlanmasına ve elinden alınmasına sebeb olmuştur.
İkinci olarak: Kadın, erkekte bulunmayan veya noksan olan bazı özelliklere sahip olduğu gibi, erkek de kadında bulunmayan veya noksan olan bazı özelliklere sahiptir. Bunun içindir ki dişi, erkeğin aynı veya benzeri değil, karşıtı, dengi ve eşidir. Öyle bir eş ki, yaratılış ve doğuştan olan vazifelerini yapmasında erkekten sonra gelir. Erkeğin verdiği sermaye (anapara) üzerinde çalışır, onu çoğaltır. İşte erkek ile d işi arasındaki doğuştan var olan bu farkın sonuçlarından biri de aralarında ki mali değer ve iktisadi güç farkı olmuştur. Özel şekilde kişiyi kişiye değil, genel bir şekilde dişi dişi, erkek erkek fıtratı üzere düşünülerek dişi türü erkek türü ile mukayes e edildikleri zaman, dişinin kazanç ve malları idare etme hususundaki kuvvetinin, başka bir ifade ile mali yönden kuvvetinin, erkekten noksan olduğu kesin bir gerçek olarak görülür. Bu fark, İslâm hukukunda en azından üçte iki veya ikide bir olmak üzere te s bit edilmiştir. Denebilir ki, genel bir şekilde bir kadının gündeliği elli kuruş varsayılırsa erkeğin gündeliği en az yetmiş beş veya yüz kuruş olarak belirlenmesi
gerekir. Bir erkeğin diyetinin (kan bedelinin) iki kadın diyetine eşit tutulması da bu hikmete dayanır. Çünkü can ödenmez, yok olan mali değer ödenebilir. Ve ne zaman mali bir itibar ve hak söz konusu olursa bu esas düşünülmelidir. Bundan ise burada şu iki sonuç ortaya çıkar: Birincisi genel iktisat kuralları açısından hayatın devam etmesinin d a yanağı olan malların, iktisadi gücü fazla olan erkeklerin eliyle idare edilmesi, hem kadın ve hem erkek olmak üzere genel menfaat ve hakların gereğidir.
Şu kadar var ki kadını tamamen iktisadi güçten mahrum sayarak hakkı olan mali itibardan tamamen düşürmek de umumun yararına aykırıdır. Çünkü yarım kuvvetin inkar edilmesi ve itibardan düşürülmesi hukuk ve iktisat açısından bir zarardır. Ve özellikle kadınlar için zarardır. Yarımın bir tama eklenmesi ile birbiriyle birleşen ve yardımlaşan bir şeyin ima l edilmesi ise her iki taraf için faydanın ta kendisidir. Bundan dolayı esas sermayeyi meydana getiren mirasta erkek ve dişiden her birine iktisadi kuvvetlerine uygun mal taksim etmek, Allah'ın hakkı olan umumun (kamunun) menfaatleri ve haklarının gerekler i ndendir ki yukarıda âyetinde bu esasa bir işaret geçmişti. İkincisi de mali sorumluluğun kadınlardan daha fazla erkeğe yöneltilmesi ve ailenin sosyal hayatında harcama vazifelerinin özellikle erkeklere yüklenmesi gereğidir ki, hem bir insaflılık, hem de kadınların menfaatleri ve hakları ile beraber kamu menfaatının gereğindendir. Çünkü yükümlülüğün güç ve kuvvet ile orantılı olması gerekir. Kadın ise erkekten fazla muhtaç olmakla beraber mali ehliyeti aynı seviyede ortaklık etmeye dayanamaz. Bunun için k a dının malı kendine kalmalı, erkek Allah'ın kendisine bağışladığı kuvvet üstünlüğünden harcama vazifesini almalıdır. Çünkü vergi, ganimet ile orantılıdır.
Üçüncü olarak: Rivâyet ediliyor ki Cafer-i Sadık hazretlerinden bu konu sorulduğu zaman, "Havva yasaklanmış ağaçtan bir avuç buğday aldı yedi, bir avuç daha aldı sakladı, sonra bir avuç daha aldı Âdem'e verdi. O kendi payını erkeğin iki katı yapmaya kalkıştığı için Allah Teâlâ bunu değiştirdi, kadının payını erkeğin yarısı kadar yaptı." diye bir ceva p vermiştir ki, anlayabilenler için işaret ve örnek şeklinde pek derin gerçekleri içermektedir. Bu açıklama tefsirlerin ve bunlardan biri olan Fahr-i Razî'nin açıklamasından alınmıştır. Ancak onların ilmî dilleri, bazı tasarruflarla (değişikliklerle) tarafımızdan açıklanmıştır. Bundan özellikle şu sonuca geliriz ki: "Erkeğe iki kadının payı
kadar miras düşer." gerçeği ileride erkekleri harcama zahmetinden kurtarmak için erkekle dişi arasında miras eşitliğini hazırlamaya yönelik bir inkılabın başlangıcı olmak üzere değil, ortada yaratılış hikmetine aykırı olarak bulunan bir hukuki ve sosyal ihtilafı ortadan kaldırmakla adalet ve hak dengesini tesbit eden ve anlatan ezelî bir hak kanununun ifadesi olmak üzere indirilmiştir. "Zaman, Yüce Allah'ın yeri ve gö k leri yarattığı gündeki şekliyle dönüp dolaşmaktadır." Düsturu gereğince oğlan çocuk, yanında başka bir mirasçı bulunmazsa mirasın hepsini alabilecektir. Bir derecede akrabalık yön ve kuvvetleri aynı olan mirasçılarda da bu kural geçerli olacaktır. Fakat çocuklar, yalnız kadın veya kadınlar olduğu takdirde eğer çocuklar ikiden fazla dişiler iseler hepsinin hakkı mirasın üçte ikisidir. Ve eğer bir kız ise ona mirasın yarısı düşer. Acaba iki kız olursa ne olacak? Bu açıkça anlatılmamış görünüyorsa da bun u n da üçte iki olduğu sözün mânâsından değişik yönlerle anlaşılıyor. Kuralının bir ile iki mukayesesindeki anlatma şekli, aynı şekilde bu iki şart cümlesinin tam karşılığı gibi anlatım ipuçları ile birinci şart cümlesi iki ve daha fazla dişiler iseler, d emek olduğunu değişik yönler ile isbat etmişlerdir. Ancak burada İbnü Abbas hazretleri yalnız başına muhalif olarak kalmış iki dişinin payı da mirasın yarısı olmalıdır demiştir. Çocuk erkek olursa anne ve babasının herbirine altıda bir miras düşer. Geri y e kalan mirasın tamamını erkek çocuk alır. Geride kalanlar erkek ve dişi karışık olursa "erkekler iki dişinin payı kadar alırlar." İki veya daha fazla kız iseler kalan miras üçte ikiye denk olduğundan tamamını alırlar. Bir kız ise mirasın yarısını alac a ğından altıda bir pay geri kalır ki o da yine babaya ait alacaktır. Çünkü ileride göreceğiz ki baba hisselerden artan mirası alabilen asabelerdendir. Çocuğu bulunmadığı ve anne ve babası kaldığı takdirde hem baba ve hem annenin mirasçı oldukları zaman annenin hakkı üçte birdir. Bundan dolayı kalan kısmın babaya ait olduğu zaruri olarak bellidir. Ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Şu halde baba yalnız kalacak olursa bütün malı alabilecektir. Ne zaman hisselerden artan bulunursa onu da alacaktır. Görülüyor k i, babaya karşı anneye üçte birinin belirlenmesi de kuralının bir uygulaması demektir. Çocuklar, bulunmayınca anne ile baba çocuklardan bir oğlan ile bir kız karşılığında bulunmuş oluyorlar. Buradan çocuklar bulunduğu zaman baba ile anne-babanın eşit ola r ak neden birer altıda bir aldıklarını çıkarabiliriz. Bilindiği gibi iki altıda bir üçte bire eşittir. Bir üçte bir ise babaya karşı bir annenin
payıdır. Demek oluyor ki çocukların yakınlık derecesine göre çocuklar karşısında anne-baba, baba karşısında bir anne hükmünde tutulmuş ve ona göre üçte bire eşit olmak üzere eşit olarak birer altıda bir verilmiş ve artık babanın anneye karşı erkekliği nazar-ı itibara alınmıştır. Ve bu nokta kıyâs-ı celiye (açık kıyasa) aykırı görünürse de kıyâs-ı hafiye (kapalı kıy a sa) uygundur ki, erkeklik hakkının çocuklar tarafından bulunmasının gerekli bir sonucudur. Ve ikisine ortak olarak bir üçte bir takdir edilmeyip de birer altıda bir diye tahsis edilmesi de bu hikmetle ilgili olsa gerektir. Bunun için çocuk, bir kız olduğu taktirde çocuklar tarafındaki erkeklik hakkını tamamlayamadığından bunu baba tamamlar da, iki altıda birle bir yarımdan kalan kısmı yine baba doğrudan doğruya bir erkek olarak alır ki, buna asebelik ile birlikte hisse alma denilir. Bu şekil üzere koca ve k arı kelale (akrabalığı uzaktan olma) miraslarında da kuralının uygulanması bellidir.
Ve eğer ölen kimsenin çocuğu bulunmadığı halde iki veya daha fazla kardeşleri bulunursa, işter anne baba bir veya baba bir veya anneleri bir nasıl kardeş olursa olsunlar bu durumda annenin hakkı altıda birdir. Kardeşler, annenin payını üçte birden altıda bire düşürürler. Gerçi kardeşlerin akrabalığı anneden uzaktır. Fakat iki veya daha fazla oldukları zaman erkeklikleri dolayısıyla anneye karşı bir çocuk etkisini y aparlar. Üçte bir, anne payının yarısını kendilerine çekmek için annenin payını altıda bire indirirler. Gerçi baba varsa bunları mirastan düşürüp ellerinden alacaksa da anneye de engel olmuş olurlar. Bir kardeş ise bunu yapamaz.
Bütün bu mirasla il gili haklar, İslâm'a göre yapabileceği, yani yapması geçerli ve uygun olan bir vasiyetten veya borçtan sonra sabit olur. Terikeye miras hakkının etkisi derece itibarıyla vasiyetten veya borçtan sonradır. Mirasın vasiyetten sonra olması, borcun da vasiyett e n sonra zikredilmesi, gösterir ki, öncelik sırasına göre başlayan tertip; önce borç, ikinci olarak vasiyyet, üçüncü olarak mirastır. Sıralamada mirasçı vasiyyeti, vasiyet de şâyet bulunursa borcu takip edecektir. Bunu hatırlatmak için Hz. Ali, "Allah, vas i yyeti önce zikretti. Fakat Allah'ın elçisi ilk önce borcun ödenmesine hükmetti." demiştir. Bazı tefsirler bu tertibin Kur'ân'dan anlaşılmadığı zannında bulunarak bu konuda bir çok deliller ileri sürmüşlerse de hiçbirine lüzum yoktur. Çünkü kelimesinin m â nâsına göre zikredilen şeyin tertibi sonuncudan başta bulunana doğru tabiî olarak cereyan ettiği düşünüldüğü zaman, sözde sonda bulunan kelimenin mânâ açısından önde geleceği apaçıktır. denilseydi o zaman vasiyyetin, borçtan önce olması lazım gelirdi. T ereddüdü
her terikede borç veya vasiyetin birleşmesi zaruri olmadığından ileri gelir. Bir de görülüyor ki, vasiyet "vasiyyet ettiği" diye kayıtlı, borç kayıtsızdır. Demek ki, her vasiyyet, mirastan önce değildir.
Vasiyet edebileceği geçerli bir vasiyyet veya İbnü Kesir, İbnü Âmir, Ebu Bekr kırâetlerinde ın üstün harekesi ile okunduğuna göre tavsiye olunur mendub bir vasiyyet önceliklidir. Bu ise kısa olduğundan Hz. Peygamberin açıklaması ile üçte bir olmak ve varislerinden birine olmamak üzere te f sir edilmiştir. Bundan başka kaydı, vasiyyetin mirastan önce gerçekleştirilme gereğini bildirdiği gibi, kaydı meşru bir vasiyyet yapmaya teşvik mânâsını da ifade eder. (Bakara sûresindeki, "Sizden birinize ölüm alâmetleri belirdiği zaman, eğer geriye ma l bırakacaksa, babasına, anasına ve akrabasına malının üçte birinden çok olmayacak şekilde vasiyyet etmek farz kılındı." (2/180 âyetine bkz.). Fakat borç, kayıtsız olduğundan ikrar etmekle veya şahit ile sabit olan herhangi bir borç bütün terekeyi kapsasa bile, yine miras ve vasiyetten önce verilmesi lazım gelir. Bununla beraber ikinci âyetinde bunun da bir kaydını göreceğiz.
Babalarınız ve oğullarınız, bunların hangisi fayda açısından size daha yakındır, bunu bilmezsiniz. Bu bölüm, bir taraftan yapılan vasiyyetin yerine getirilmesinin gerekli olduğunu, bir taraftan da varislerin bir kısmını üstün tutma ve tercih etme ve bir kısmını, kısmen veya tamamen mahrum edecek bir vasiyyet yapılmamasını hatırlatır ve aynı zamanda çocuklara göre anne ve babaya az pay verilmesinin, şanlarının noksanlığından meydana gelmediği ve bundan dolayı onlara saygı göstermede kusur edilmemesini tavsiye etmekle anne ve babayı taltiftir(ödüllendirmektir). İlk önce vasiyyetin yerine getirilmesini hatırlatır. Yani vefat eden a n ne ve babanız olsun, zürriyetiniz olsun, vasiyyet yapmayıp size fazla mal bırakanı mı, yoksa vasiyyet yapıp malı azaltmakla beraber sevaba sebep olanı mı? Hangisi hakkınızda size daha faydalıdır? Bunu siz belirleyemezsiniz, onu Allah bilir ve bildiği için vasiyyet yapanın faydasının, daha yakın olduğunu anlatıyor ve yerine getirilmesini tavsiye ediyor. İkinci olarak miras bırakanlara vasiyyet yapmalarını hatırlatmaktır. Yani ölüme aday olup miras bırakacak olanlar! Size varis olacak atalar ve çocuklarınızı n hangisinin dünya ve ahirette size daha faydalı olacağını bilemezsiniz. Onun için varislerinizin bazısını tercih ve bazısını mahrum etmek için varise vasiyyet fikrinde bulunmayınız da Allah Teâlâ'nın tavsiye ettiği şekil üzere bırakınız. Ne bilirsiniz mah r um etmek istediğiniz kimse belki sonunda sizin
için daha faydalı olacaktır. Bu mânâ "Varise vasiyyet yoktur." hadis-i şerifi ile açıklanmıştır ki, ikinci âyette ile gösterilecektir. Bütün bunlar Allah tarafından fariza olarak takdir ve tavsiye olunmuştur. Bu kayıt da başta fiiline bağlı olarak aradaki açıklamaların hepsini kapsar. Bununla farz oluşu bir defa daha pekiştirilmiştir. Miras taksimi ilmi, işte bu farizaların ilmidir. Şüphe yok ki bu farizaları belirleyen ve size tavsiye eden Allah, t a ezelden beri âlim ve hakimdir. Bundan dolayı bunların hepsini, Allah Teâlâ'nın, ilim ve hikmeti ile farz ve takdir buyurmuş olduğunda dünya ve ahiret fayda ve menfaatinize uygun bulunduğunda hiç şüphe etmeyiniz. Bu paylaşmanın doğru olduğunu, noksan aklı n ız kavramaz da "kadınlara hiç verilmeseydi veya eşit verilseydi, yahut şu yönü şöyle olsaydı" gibi düşüncelere saplanacak olursa, onu Allah'ın ilmine havale ediniz ve gereği ile amel ediniz.
12- "Sizin terekenizden o kadınlara sekizde bir hisse vardır..." Kocası vefat eden kadınlara bu şekilde terekeden miras ayırmakla Bakara sûresindeki "İçinizden ölüp de geride eşler bırakan erkekler, kadınlarının, evlerinden çıkarılmayarak, bir yıla kadar bakılmasını vasiyet etsinler... " (Bakara 2/240) âyet i ndeki iddet nafakasının hükmü kaldırılmıştır. (Bu âyetin tefsirine bkz.)
Eğer ölen bir erkek veya kadının usul ve furuû olmayıp, kendisine zayıf bir derece ile Kelale olarak varis olunuyor da kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu durumda kardeşler mirasın üçte birini aralarında eşit olarak taksim ederler "erkeğe iki kadın payı kadar" değil, çünkü buradaki erkek ve kız kard e şten maksat, âlimlerin ittifakı ile anne bir kardeşlerdir. Bunun için vasıflarında erkeklik hükmü yoktur. En yüksek paylarının üçte bir olması da anne yerini tuttuklarını gösterir. Diğer kardeşlerle ilgili hükümler, sûrenin sonunda gelecektir. (Oraya bakı n ız)
KELÂLE: Baba, anne ve çocuk yönlerinden başka olan, yani ata ve çocuk zincirini oluşturan soy direğinin dışında bulunan akrabalık demektir. Bu kelime, aslında yorulup kuvvetten düşmek veya etraftan kuşatılmak mânâlarına bir masdar olup birincisinde kelal (zayıflık), ikincide iklil (taç) ile aralarında ilişki
vardır. Bu yakınlık baba ve çocuk yakınlığına oranla zayıf veya onun başını yahut etrafını sarmış bulunduğundan bu isim ile adlandırılmıştır. Karabet, yakınlık sahibi mânâsına geldiği gibi, kelale de kelale sahibi mânâsına olarak ne çocuk ne de baba ve anne bırakmamış olan mûrise (kendisine varis olunan kimseye); bir de ne çocuk, ne baba ve ne de anne olmayarak kalan mirasçıya da (kelale) denilir. Mesela: Kardeşlik bir kelale, usul ve fürûdan b i r şey bırakmadan ölen kardeş bir kelale, onun arkasında kalan kardeş, amca, hala ve diğerleri de hep kelaledir. Bu âyetteki de birinci mânâ ile temyiz, kelâle sahibi mânâsına göre de hal veya nin haberi olur. Birincisinde miras yönünü, ikincide ise varis veya miras bırakanın durumunu gösterir ki, netice olarak hüküm birdir. Kelalenin tefsirinde sahabenin söylediği sözler ve münakaşaları çoktur. Hz. Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'ın benimsediği görüşe göre kelale, anne ve baba ve çocuklardan başkasıdır. En seç k in ve sahih söz de budur. Hz. Ömer (r.a.) "Kelale, çocuklardan başkasıdır." dermiş. Ve sorulduğu zaman: "Ben kelale, çocukları olmayandır görüşünde bulunuyorum, bu konuda Ebu Bekir'e karşı gelmekten utanıyorum. Kelale baba ve çocuklardan başkasıdır." dediği de rivayet edilmiştir. Kelale, mirası bir burada, bir de sûrenin sonunda vardır. Hz. Ömer, oradaki "onun çocuğu yoktur" kaydını kelalenin tanımlamasına bir işaret gibi düşünürmüş.
Hem vasiyyetin ve hem borcun kaydıdır. Yani vasiyyet veya borç ki varislere zarar vermeye kalkışılmayarak yapılmış olsun. Bu bakımdan önce varislerden hiçbirine vasiyyet geçerli olmaz, zararlı olur. Bunun diğerlerine zarar olduğu ve hak ettikleri miras payını bozacağı açıktır. Demek ki bu kayıt ile bu miras âyetleri â y etindeki vasiyet hükmünü, kaldırmıştır. "Dikkat ediniz, hiçbir varise vasiyyet yoktur." hadis-i şerifi de bu hükmün kaldırıldığını açıklamıştır. Aynı şekilde yabancıya veya varis olmayan akrabalara da malın üçte birinden fazla vasiyyet geçerli olmaz, var i slerin müsadelerine bağlı olur. Çünkü peygamber tarafından yapılmış olan vasiyyet, malın üçte biri olarak açıklanmıştır. Fazlası, varislere zarar vermektir. Vasiyyet, ne kadar olmalıdır? Sorusuna karşı Hz. Peygamber (s.a.v.) bir meşhur hadiste: "Üçte bir, üçte bir de çoktur. Varislerini zengin olarak bırakman, onları fakirlik ve ihtiyaç içinde bırakmandan hayırlıdır." Bundan dolayı malı az olanların üçte birini vasiyyet etmeleri
bile hoş karşılanmıyor. Vasiyyetin böyle malın üçte birinden geçerli olması da, ölüm hastalığındaki bir kimsenin varislerine karşı hukuki durumunun, miras açısından bir erkeğe karşı bir kadının durumuna benzediğini anlatır. kuralı hüküm açısından bunda da geçerlidir. Terekenin üçte bire ölü için vasiyyet hakkı, üçte ikisi varisler e miras hakkı oluyor. Borcun varislere zarar verme kasdı ile olmasına gelince, bu da ölüm hastalığında yalan yere borç ikrar etmesi ile olur. Bunun için, ölüm yatağında yalnız ikrar ile sabit olan borç, mirastan önce ödenmez, varisin iznine bağlı olur. İş t e bu zarar verme kaydının burada zikredilmesi, kelale varislerine zarar vermesi kasdı çoğunlukla mümkün olmasından ileri gelir.
Allah Teâlâ bunları, kendi tarafından bir vasiyyet olarak emir ve tavsiye ediyor. Bu da öbür âyetteki gibidir. Ve bununla hem mânâ bakımından iki durumun farklı olmasına uygun birer pekiştirme yapılmış, hem de bu âyetin sonundan, önceki âyetin başına bir "son tarafı baş tarafa geri çevirmek" güzel edebî sanatı gösterilmiştir. Allah her şeyi bilendir. Zarar verme ka s dında bulunanları bilir, fakat hâlim (sabırlı) olduğundan ceza vermede acele etmez. Bundan dolayı bu hilme (yumuşak muameleye) aldanıp zarar vermeye kalkışmamalı, yapılacak olan vasiyyeti Allah rızası için yapmalı, Allah'ın vasiyyetlerine uygun hareket et melidir.
Meâl-i Şerifi
13- İşte bütün bu hükümler, Allah'ın koyduğu hükümler ve çizdiği sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itâat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.
14- Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa Allah onu da ebedî kalacağı cehennem ateşine koyar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.
15- Kadınlarınızdan zina edenlere karşı, içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar, şahitlik yaparlarsa, bu kadınları, ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu açıncaya kadar evlerde hapsedin.
16- Sizlerden zina edenlerin her ikisine de eziyet edin. Eğer onlar tevbe edip kendilerini ıslah ederlerse onlardan vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve çok merhamet edendir.
17- Ancak Allah'ın kabul etmesini vaad buyurduğu tevbe, o kimseler içindir ki, bilmeyerek günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbelerini kabul eder. Allah alîmdir hakîmdir. (Her şeyi bilendir, hikmet sahibidir).
18- Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince: "İşte ben şimdi tevbe ettim." diyen kimselerin tevbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri kabul edilmez. İşte bunlara ahirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.
13-14-15-FAHİŞE: Haddini aşmış, pek çirkin, aşırı edepsizlik demektir. "El-Fahişe" de zinanın bir ismidir.
Kadınlarınızdan yani müslüman kadınlarından zina yapanlar, Allah'ın çizdiği nikah hududunu aşıp onun zıddı olan, o bilinen çok kötü işi kendi isteği ile yapanlar oldu mu siz erkeklerden şahitlik etmeye ehil dört şahidin o kadınlara karşı şahitlik etmeleriyle ispatlamayı isteyiniz olaydan sonra zaman aşımı olmadan derhal şahitlik ederlerse -ki bunda zaman aşımı şehirlerde bir ay, biraz uzak köylerde dört ve en fazla altı ay olmak üzere belirlenmiştir.- Kadınların bu şekilde suçlulukları sabit olduktan sonra o kadınları, ölüm canlarını alıncaya veya Allah kendilerine bi r yol açıncaya kadar evlerde hepsediniz. Bununla zina eden kadının cezası, Allah'ın diğer bir hükmü ininceye kadar bir müddet için "ölünceye kadar ebedî hapis cezası" olmak üzere belirlenmiştir. Bundan dolayı Nûr sûresindeki: "Zina eden kadın ve zina ede n erkeğin her birine yüzer değnek vurun." (Nûr 24/2) âyetleri indirilince bu ebedî hapis cezası hükümsüz olmuştur ki kaydının gereği de budur. Şahitlik hakkındaki hüküm ise, zinanın tesbit edilmesi hususunda sağlam bir esas olarak kalmaktadır.
16- E rkeklerden zina edenlere gelince: Sizden onu (zinayı) yapanların ikisine de eziyet ediniz. Yani miktarı size bırakılmış olmak üzere sözlü veya fiili azarlama ile terbiye ediniz. Burada diye ikil kipi ile
ifade edilmesi karışıklığa sebep olmuştur. Müfessirlerin çoğu bundan kasdedilenin, zina eden erkek ile zina eden kadın olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu şekilde erkeğin cezasının, kadından hafif olması, kadının müebbet hapsinden başka diğer bir azarlama ile de cezalandırılması ve eziyetin hapsi de kapsa d ığı düşünüldüğü takdirde de anlatımda tekrar bulunması lazım geleceğinden dolayı uygulamasında âlimler ihtilaf da etmişlerdir. Bazıları, bu âyetin indirilmesi daha sonra olup önce kadın hakkında âyetinden anlaşılan mânâ üzere müebbed hapsin hükmünü kaldı r mış ve daha sonra Nûr sûresindeki âyet ile de burada kapalı olarak anlatılan azarlama, açıklanarak şer'î cezaya çevrilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, en uygun olan da bu olsa gerektir. Diğer taraftan Mücahid'den bu âyetin zina hakkında değil, erkekler ara s ındaki cinsel sapıklık hakkında olduğu ve bundan dolayı iki erkekten ibaret bulunduğunu nakletmiş. İsfahanlı Ebu Müslim de bunu tercih etmiştir.
17- Allah Teâlâ'nın kesin olarak kabul edilmesini söz verdiği ve taahhüd ettiği tevbe, ancak bir cahillikle bilmeyerek günah işleyip de
18- sonra çok geçmeden tevbe eden, günahında ısrar etmeyen kimselere aittir. Yoksa günahları işleyip işleyip de nihâyet her birine ölüm gelip çattığı zaman ben şimdi tevbe ettim, diyenlere bir de kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. Şu halde bu ikisi arasında bulunan, yani bilerek günah işleyen, çok geçmeden tevbe etmeyip günah işlemeyi alışkanlık haline getiren ve böyle iken can çekişme haline gelip hayattan ümidini kesmeden önce tevbe edenlerin tevbelerinin kabul e d ilmesi kesin değildir. Allah'ın iradesine kalmıştır. Bu konudaki araştırmanın sonucu şudur: Can çekişme durumundan önce henüz hayattan ümitsiz olmadığı halde küfürden tevbe ile iman etmek geçerlidir. Fakat can çekişme halinde hayattan ümit kesme durumunda küfürden tevbe etmek ve iman etmek geçerli değildir. İman ettikten sonra iyi amel yapabilecek bir zaman bulunmalıdır. Fakat günah işlemiş müminin son nefesindeki tevbesi de geçerli olabilir. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz..." (Zümer, 39/53) Şu kadar varki, tevbenin kabul edileceği de kesin olarak vaad edilmiş değildir. Bu âyetler işte bunu anlatmıştır. Günahların akibeti, böyle acıklı azab, tevbenin hükmü de öyle olduğu için, evlenmekle ilgili haramlara aşağıdaki şekilde çok dikkat etmek ger ekir:
Meâl-i Şerifi
19- Ey iman edenler! Kadınlara zorla varis olmanız size helal değildir. Verdiğiniz mehrin bir kısmını kurtaracaksınız diye, onları sıkıştırmanız da helal değildir. Ancak açık bir hayasızlık yapmış olurlarsa başka. Onlarla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah onda bir çok hayır takdir etmiş bulunur.
20- Eğer bir eşi bırakıp da yerine diğer bir eş almak isterseniz, öncekine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, ondan bir şey geri almayın. O malı bir iftira ve açık bir günah isnadı yaparak geri alır mısınız?
21- Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar sizden kuvvetli bir teminat almışken verdiğinizi nasıl geri alabilirsiniz?
22- Cahiliye devrinde g eçenler müstesna, babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyiniz. Şüphe yok ki o, pek çirkindi, iğrenç idi, o ne fena bir âdetti.
23- Size şunları nikahlamak haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek ve kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kızkardeşleriniz ve karılarınızın anneleri, ve kendileri ile zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan olan ve evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer üvey kızlarınızın anneleri ile zifafa girm e mişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Sulbünüzden gelen (öz) oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamanız da haramdır. Ancak cahiliyyet devrinde geçen geçmiştir. Şüphesiz ki Allah gafur (çok bağışlayıcı) v e çok merhamet edicidir.
19- "istemedikleri halde kadınlara zorla varis olmanız size helal değildir." Cahiliyyede bir gelenek varmış: Bir adam yakınlarından biri vefat ettiği zaman, kalan karısının veya çadırının üstüne elbisesini atıp, "kendisine varis olduğum gibi karısına da varis olacağım" dermiş ve böyle dedi mi, o kadına herkesten daha fazla hak sahibi olurmuş; dilerse onu eski mehirden başka bir mehir olmaksızın evlenirmiş, dilerse başkası ile evlendirir, mehrini alır ve kadına ondan bir şe y vermezmiş. Ve isterse ölen kocasından alacağı olan mehirden vazgeçirmek için " = adıl" yapar, yani kendisi onunla evlenmez, başkası ile evlenmesine de engel olurmuş. Eğer kimse onun üzerine abayı (elbiseyi) atmadan kadın kendi akrabalarının yanına gideb ilirse kendine sahip
olabilirmiş. Bazıları da hanımından hoşlanmaz ve bununla beraber kadının malı bulunduğundan dolayı, mirasına konmak için zorla onu yanında tutar, ölümünü gözler, iyi geçinmezlermiş. İşte bu âyet ya önceki sebep veya bu sebepten dolayı indirilmiştir. Şu halde önceki sebebe göre helal olmayan mirastan maksat, kadınların kendilerine mirasçı olmaktır. Kadın mirasçı olmaz. İkinciye göre de mallarına mirasçı olmaktır. Yani zorla kadını tutup malına konmak da helal olmaz. Diğer taraftan bazıla r ı da kadına ihtiyacı bulunmadığı halde onunla evlenir, iyi geçinemez, bırakmak da ister. Fakat mehrini, nafakasını vermemek ve hulu' (belirli bir miktar para karşılığında kadını boşanmaya) mecbur etmek için kadını sıkıştırırdı. Bunlara karşı da şöyle buyu r ulmuştur: Kadınlara verdiğinizin bir kısmını bile almak için kendilerine baskı yapmayınız, evlilik haklarından men etmeyiniz, ancak pek açık bir şekilde, karı-koca arasını bozacak aşırı bir edepsizlik veya bir zina yapmış olurlarsa başka. Ancak o zama n ayrılmaya onlar sebep olacaklarından hulu' (boşamaya karşılık bir mal) isteğinde mazeretli olabilirsiniz, yoksa yapmayınız. Kadınlarınızla İslâm'ın inkar etmeyeceği uygun şekilde iyi geçininiz. Burada maruftan maksat, yatak ve harcama hususlarında insa f lı, sözde, sohbette tatlı bulunmak gibi özelliklerdir. Eğer kadınlar hoşunuza gitmez ve sohbetlerinden bıkarsanız olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda bir çok hayırlar yaratmış bulunur. Bundan dolayı onları yukarda olduğu gibi, ka d ınlar tarafından bir gerek olmaksızın yalnız nefsinizin hoşlanmamasından dolayı onlardan ayrılmaya kalkışmayınız, geçimlerine sabrediniz
20- ve eğer bir hanımı boşayıp yerine diğer bir hanımla evlenmek isterseniz o hanımlardan birine yüklerle, yani çok miktarda mal da vermiş olsanız o verdiğiniz maldan hiçbir şey almayınız. Siz o malı kadına iftira ederek veya açık bir vebal yükleyerek mi alacaksınız? Ne çirkindir, hiç bu yapılır mı?
21- Hem nasıl alabilirsiniz ki siz bundan önce birbirinizle birleştiniz, başbaşa kaldınız. Bununla mehir kesinlik kazandı, karşılığı alındı, size hizmet hakları sabit oldu ve daha birçok şey yapıldı ve onlar sizden bundan önce pek kuvvetli bir söz ve anlaşma da aldılar. Bu anlaşma, Allah'ın emri ve Peygambe r in sünneti üzere yapılan nikah akdi ve hükümleridir ki, bununla " Ondan sonra ya kadınları iyilikle tutmak, ya güzellikle salmak vardır." (Bakara, 2/229) âyetinin mânâsına göre hayat devam ettiği müddetçe güzel bir şekilde arkadaşlık ve iyi geçinme ol a madığı
takdirde güzellikle memnun ederek boşama sözü verilmiştir. Halbuki Allah'ın koyduğu sınırlara tecavüz edenler zâlimler, söz verdikten sonra anlaşmalarını bozanlar ise zarar edenlerdir. "Kim sünnetimi terkederse o benim ümmetimden değildir." buyuran Hz. Peygamber de "Siz onları Allah'ın emanetiyle aldınız ve Allah'ın kelimesi ile helallandınız" yüksek açıklaması ile bu anlaşmanın ağırlığına işaret etmiştir.
22-Bundan sonra nikahı helal olmayıp haram olan kadınlarla helal olanların açıklanmasına başlanıyor, şöyle ki bir de atalarınızın, yani baba ve dedelerinizin nikah etmiş olduğu kadınların ölmüş gitmiş olanlardan başka hiç birini nikah etmeyiniz, atanızın el sürdüğü kadına el sürmeyiniz.Cahiliyye devrinde yaşayanlar, kadınlara varis olma me s elesinden de anlaşıldığı üzere ölümünden sonra babalarının hanımları ile evlenirlermiş. Bu âyet ile bu kötü gelenek kayıtsız ve şartsız yasaklanmıştır. Ve yaygın bir cahiliye geleneği olduğundan dolayı haram kılınan diğer şeylerden önce özel bir şekilde y a saklanmıştır. Bundan dolayı İslâm dininde baba ve dedelerin sahih nikah ile yalnız evlenme akdini yaptıkları, el sürmedikleri veya fasit (geçersiz) nikah ile nikah akdini yapıp el sürdükleri, yahut nikah akdi olmadan sözleşme yaptıkları kadınlardan hiçbir i ile oğulları ve torunları evlenemezler. Çünkü nikah kelimesi, lügatta birleşme mânâsına olmasından ötürü, kucağa çekmek mânâsında kullanılabileceğinden nikahlı kadında bu da düşünülebilir.
İstisnası şu iki mânâyı gösteriyor: Birincisi, ölmüş gitmiş olan kadınların nikah edilmelerine imkan olmadığından dolayı "Deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar" (A'raf, 7/40) cinsinden imkansız bir şeye bağlı tutmak ile mübah olma kapısını tamamen kapamaktadır. İkincisi de her nasılsa geçmişte olan olmuş, geç e n geçmiş, bundan sonra sakın yapmayınız; bir kerre olmuş oldu, artık vaz geçilmez, tevbe edilmez sanıp da ısrar etmeyiniz, hemen ayrılınız. Çünkü bu durum, yani oğulların, torunların atalarının nikahlı karıları ile evlenmeleri pek çirkin bir şey, bir fu h uş nefret edilen ve buğzedilen ve pek kötü bir yoldur. Geçmişte de böyle idi, bugün ve yarın da böyledir. Cahiliyye devrinde bile şeref ve itibarını bilenler bundan nefret ederlerdi.
23-Şimdi bundan başka diğer haram kılınmış hanımları dinleyiniz: Ey müminler! Size şunların nikahı haram kılındı:
1- Anneleriniz, kendi anneleriniz, babanızın ve annenizin anneleri ve onların anneleri, nineleriniz. Ataların hanımlarını nikah etmek kayıtsız şartsız haram olunca, annelerin ve ninelerin haram olduğu da öncelikle anlaşılmış ise de önemine binaen özellikle açıkça belirtilmiştir.
2- Kızlarınız ki ,gerek bizzat kendi çocuklarınız olan kızlar, gerek oğullarınız veya kızlarınızın kızları olan torunlarınız, gerekse torunların torunları kızlar...
3- Kız kardeşleriniz ki, gerek anne-baba bir, gerek baba bir, gerek anne bir bütün kızkardeşleriniz.
4- Halalarınız yani babalarınızın, dedelerinizin kızkardeşleri olan genel olarak bütün halalarınız, bibileriniz.
5- Teyzeleriniz, yani an nelerinizin ve ninelerinizin kızkardeşleri olan büyük küçük bütün teyzeleriniz.
6- Ve kardeşinizin kızları, gerek çocukları ve gerek torunu olsun yeğenleriniz.
7- Ve kızkardeşlerinizin kızları, aynı şekilde bütün yeğenleriniz.
Buraya kada r açıklanan yedi mahrem (nikah düşmeyen yakın akraba) neseb yönünden yakın olan akrabalardır.
8- Sizi emzirmiş olan anneleriniz, yani süt anneleriniz ve nineleriniz...
9- Sütten kız kardeşleriniz, yani süt kızkardeşleriniz.
Çünkü süt emzir enlere anne, emenlere kardeş denilmiş olması, bunlarda neseb vasıfları ve hükümlerinin geçerliliğini gerektirir. Süt anneler, süt kızkardeşleri bulununca süt babalar, süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler, süt kardeş ve kızları hep var demektir. Bundan do l ayı süt emmeden dolayı haram olanların da bu kıyas üzere yukarda olduğu gibi yediye ulaşacağı ve bu ikisinin söylenmesi ile yetinilmiş olup geri kalanların zikredilmediği anlaşılır. Gerçi birşeyin bildirildiği yerde bazı şeyleri zikretmemek hasr (daraltma) ifade ederse de delalet-i iltizamiyye (Bir lafzın vaz olunduğu mânânın lazımına yani o mânâ ile beraber bulunması zaruri olan diğer bir mânâya delaleti) ile işaret bulununca diğer mânâların düşmesi söz konusu olamaz.
Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.)b u işareti açıklamak veya bu kapalılığı açıklamak için "Nesebden haram olanların hepsi,
süt emmeden de haram olur." buyurmuştur.
10 - 14- Bundan dolayı burada "o ikisine mukayese et" meâlinde bir işaret ve icaz (kısaltma) bulunduğu ve bu şekilde buraya kadar neseb ile yedi,süt emmeden de yedi olmak üzere toplam olarak on dört nikahı düşmeyen kadın sayılmış olduğu unutulmamalıdır. Bundan sonra da evlenme ile meydana gelen akrabalıktan haram olanlara geliyoruz.
15- Kayıtsız şartsız kadınlarınızın, yani ister kendisiyle zifafa girmiş olduğunuz ve ister zifafa girmediğiniz nikahlı hanımlarınızın anneleri, kaynanalarınız.
16- Kendisiyle birleştiğiniz kadınlarınızdan doğmuş karılarınızdan olma umumiyetle himayenizdeki üvey kızlarınız. Eğer anneleri ile cinsi temasta bulunmamış iseniz üvey kızlarınızla evlenmenizde bir mahzur yoktur. Demek ki anneleriyle birleşmek kızları haram kılar. Kızları yalnız nikah etmek de annelerini haram kılar.
17- Sulbunüzden bizzat ve dolaylı olarak gelen oğullarınızın eşleri olan gelinleriniz ki, bütün torunların eşlerini de kapsar. "sülbünüzden" kaydı ile, üvey oğullar ve oğulluklar (evlatlıklar) bu hükümden çıkarılmıştır.
18- İki kızkardeşle bir arada evlenmeniz, aynı şekilde biri erkek sayıldığı takdirde diğeri ile evlenmesi caiz olmayan iki kadının, mesela bir kızla halasının veya teyzesinin birlikte nikah edilmesi de iki kızkardeşin bir arada nikah edilmesi gibi haramdır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) meşhur bir hadisinde buyurmuştur ki: "Bir kadın ne halasının, ne teyzesinin ne kardeşin kızının ne kızkardeşinin kızının üzerine nikah olunmaz", ancak eski devirlerde geçmiş olanlar başka. Onlardan dolayı sorumluluk yoktur. Çünkü bu şekilde evlenme Yakub (a.s.) şeriatında vardı. Şüphesi z ki Allah gafur (çok bağışlayan), rahim (çok merhamet eden)dir. Fakat şimdi ve gelecekte bunlar yasak ve haramdırlar.
19-
24- Evli hür kadınlar...
Meâl-i Şerifi
24- Bir de harb esiri olarak sahibi bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı. Bütün bunlar Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunların dışında kalanlar ise iffetli olarak zina etmeksizin mallarınızla mehir vermek suretiyle evlenmek istemeniz size helal kılındı. O halde onlardan ni k ah ile faydalanmanıza karşılık mehirlerini kendilerine verin ki, bu farzdır. O mehri takdir edip kesinleştirdikten sonra birbirinizi razı etmenizde bir mahzur yoktur. Şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Harp esiri olarak sahip olduğunuz cariyeler müstesna olmak üzere bütün evli hür kadınların hepsi de size haram kılındı. Bununla dan buraya kadar özet olarak on beş, uzun uzadıya açıklandığında, yirmi, yirmi bir çeşit kadınla evlenmek haram edilmiş oldu. Dem e k ki gerek müslümanların, gerek zımmilerin ve gerek kendileri ile savaş halinde bulunulan kimselerin nikahı altında bulunan ve hür olan bütün
kadınların da genel olarak nikahları haramdır. Ancak savaşta esir olup hürriyetlerini kaybetmiş bulunan cariyelerin nikahı genel olarak haram değildir.
Buradaki on kırâetin hepsinde dın fethasiyle, bundan başka yerlerde ise gerek ve gerek Kisâî kırâetinde ın esresi ile, diğer kırâetlerde yine fetha ile okunur. Biri dan ism-i meful (edilgen ortaç), biri de ism-i fail (etken ortaç) kipidir. İhsan, lugatte sarplık ve sağlamlık demek olan "hasenet"ten türemiş olup bir yeri kale gibi sağlam yapmak ve kocanın karısını, nikahı düşen kimselerden korumak mânâlarına müteaddi (geçişli), ırzını koruyup iffetli olmak veya evlenmek mânâlarına lazım (geçişsiz) olur. Kur'ânda da evlenme, veya hürriyet veya İslâm veya iffet olmak üzere dört mânâ ile ilgili olup yerine göre kendisine uygun düşen mânâya yorumlanır. Bundan dolayı burada muhsanât evli yani kocası olan ve i stisnası ipucu ile de hür olan kadınlar demek olduğu apaçıktır. Yemin, aslında sağ el mânâsına olduğundan milk-i yemininiz demek ellerinizle meşru bir şekilde hakkıyla kazandığınız mülkleriniz demektir ki, en fazla köle ve cariyelerde kullanılır. Burada söz konusu, kadınlar olduğu için bundan maksat hakkıyla sahip olduğunuz köle kadınlar demek olduğu da apaçık bellidir. Bunlar, kadınlardan istisna edilince geride yalnız hür olanlar kalır. Ve genel şekilde nikahları haram kılınan muhsanatın da hür olan ko c alı kadınlar, demek olduğu anlaşılır. Demek olur ki, hür olmayan kadınlar evlenmiş olsalar da hür kadınlar gibi genel şekilde haram değildirler. Bunlar, özel hükümlere tabidirler. Bunların haram olanları bulunabileceği gibi helal olanları da bulunabilecek t ir. Çünkü dârü'l-harbdeki (İslâmın elinde olmayan, her zaman savaş yeri olabilecek yer) karılığın ilk tutsaklık sırasında hükmü kalkabilir de sahiplerine helal olurlar. Yoksa bundan, evlendirilmiş köle kadınlarla, nikah altında iken kayıtsız şartsız sahip l erine helal olacağı gibi bir mânâ anlaşılmamalıdır. Yani istisna, kayıtsız şartsız haram olmaktan değil, genel olarak haram olmaktan çıkarmaktır. Olumsuzluğun kapsamı yolu ile köle kadınların helal olduklarını genelleştirmek için değil, kapsamı olumsuz kı l mak yolu ile haramlığın, hepsini içine almasını önlemek içindir. Diğer taraftan bu istisna bundan sonraki ikinci âyette açıklanacak mânâya bir çeşit işareti de içerir.
Bu ibare yukarıda ki "size haram kılındı..." hükmüne bağlıdır. Yani yukarıda olduğu gibi anlatılan kadınların haram kılınması üzerinize kesin şekilde yazılmış bir Allah yazısıdır. Bunların nikahının haram kılınması insana ait bir padişah buyruğu değil, bir Allah buyruğu gereğidir. Nikah bağı ve muamelesinin şahsa ait olan bir takı m sosyal, hukuki
ve ahlâki gerekleri vardır. Bu şekli ile soydan ileri gelen evlenme yasağı, yakın akrabalıktan ileri gelen evlenme yasağı, sütten ileri gelen evlenme yasağı ve nikahla meydana gelen akrabalıktan ileri gelen evlenme yasağı ve evli olmaktan ileri gelen evlenme yasağı, evlenmenin ve aile meydana getirmenin mahiyetinin gereği ve ilâhî kanun ile çizilmiş sınırlar ve temel haklardır.
Bunlarla evlenmek haram kılındı ve bunların dışında kalan kadınlar size helal kılındı ki siz erkekler muhsin kendisini haramdan saklayıp zina yapmadan, yani iffetinizi koruyarak ve zinadan sakınarak mehir veya para olacak mallarınızla nikahlarını veya mülkiyyetlerini isteyesiniz. Muhsin olmak, iffetini korumaktır ki buna ihsan veya nefsi tahsin etmek (kale gi b i sağlamlaştırmak) da denilir. Müsafaha, "sefh" kökünden türetilmiş müfaale babıdır. Sefh, aslında kan ve su kategorisi sıvıları döküp akıtmak demek olduğundan müsafeha veya sifah, sırf suyunu boşaltmak, yani her iki tarafın (kadın ve erkeğin) üreme ve t ü reme maksadında bulunmayıp yalnız su akıtarak cinsel arzularını gidermek mânâsını ifade eder. Ve bunun için zinaya sifah denilir. Demek olur ki, yukarıda olduğu gibi kadınların helal kılınmasından esas maksat, yani nikahın ve odalık almanın meşru olmasını n hikmeti, nefsi tahsin (kale gibi sağlamlaştırmak) ve üremedir. Nefsani arzuları gidermek de buna bağlıdır. Yoksa yalnız şehveti gidermek maksadı ile nikah veya cariye edinmek caiz değildir. Bu maksat da ya gizli veya açıkça olur. Gizli olur, yani yalnız k albde kalırsa nikah akdi görünürde sahih olsa da dini yönden helal olmaz. Fakat görünürde kapalı ve belirsiz olursa, mesela evlenme akdinin yalnız faydalanma maksadı ile olduğu açıkça söylenir veya geçici bir müddet ile sınırlandırılırsa, bu şekilde nikah hem dini açıdan, hem de hukuki açıdan geçersiz olur. Bundan dolayı kaydından tamamen anlarız ki, müt'a nikahı, başka bir ifade ile metres tutmak helal değildir, bir zinadır. Erkekle kadın arasındaki doğuştan var olan ilişkinin yaratılış hikmeti, hayatın a kıcı suyunun, yalnız kısır bir zevk için yok edilmesi değil, "Ondan eşini yaratan ve her ikisinden de birçok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan." (Nisâ, 4/1) hükmünün tecellisidir. Bakara sûresinde "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." (Bakara, 2/223) buyurulmuştur. Burada, "Kadınlarınız sizin eğlenceniz." denilmemiştir. "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın." (Âli İmran 3/191), daha esasında "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara, 2/29) âyetinden anlaşıldığı üzere ins a nların nefislerinde ve ırzlarında aslolan mübah olmak değil, haram olmaktır. Ve bunun için
burada da önce haram kılınmış kadınlar sayılmış, daha sonra zina yapmaktan sakınmak ve evlenme gayesi üzerine ve mallar karşılığında evlenmek istemeye müsaade olunarak evlenmenin helal olduğu açıklanmıştır. Kısaca nikah, zinanın zıddıdır. Zina batıl olup meşru değildir. Yaratılış gayesini değiştirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Nikahın, iyi niyetle ve geçici olmamak üzere akdedilmesi lazımdır. Bir de kaydı şunu gösteriyor ki, mehir nikahın gereklerindendir. Nikah denildi mi karşılığında bir mal söylenmemiş olsa bile mutlaka bir mehirden uzak olmayacaktır. Bundan dolayı bu şartlar altında o helâl kadınlardan herhangi birisinden faydalanmak isterseniz onların ücretlerini, yani namuslarının karşılığı olan mehirlerini bir farz olarak veriniz. Zifaf ile mehrin tamamı kocanın boynunun borcu olur. Bakara sûresinde zifaftan önce boşanma gerçekleşmiş ise "Belirlediğiniz mehrin yarısını kendilerine verin." (Bakara, 2/237) buyurulmuştu. Öyle olmakla beraber mehir farz edilip belirlenip, adlandırıldıktan sonra her ikinizin karşılıklı rızası ile yaptığınız indirim veya borçtan kurtulmada günah yoktur. Çünkü yukarda "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. E ğer kendi istekleriyle mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin." (Nisâ, 4/4) buyurulmuştu. Şüphesiz ki, bunları böyle emreden Allah alîm (çok iyi bilen) hakîm (hüküm ve hikmet sahibi)dir. Şimdi özellikle köle kadınların nikahına geleli m:
Meâl-i Şerifi
25- Sizden her kim hür mümin kadınları nikah edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da ellerinizin altındaki mümin cariyelerinizden efendilerinin rızası ile nikahlamak var. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O halde sahiplerinin izni ile ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın yarısı k endilerine lazım gelir. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır. Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır. Allah Gafûrdur, Rahimdir (çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir).
25- Burada muhsenat, sahip olma karşılığı olduğundan hür kadınlar mânâsınadır. Yani içinizden her kim hür kadın ve imanlı olan kadınlarla evlenecek fazla bir mali güce sahip değil ise sahip olduğunuz genç ve imanlı cariyelerinizden nikah etsin. Hür bir kadını yoksa veya hür kadın almaya mali gücü yetmiyo r sa mümin cariye ile evlensin. Çünkü cariyenin masrafı azdır. Fakat her zaman mümin kadını tercih etmelidir. Mümin kadın ve cariye nikahını mutlak surette bir alçaklık saymasın, çünkü Allah imanınızı en iyi bilendir siz birbirinizdensiniz; müminlerin hü r olanları ile olmayanlarınız bir dinden, bir cinstensiniz. İyi niyetle onlarla evlenmek, gerektiğinde bir erkek için alçaklık değildir. Zina tehlikesi, daha büyük bir alçaklıktır. Şu kadar var ki, cariyeleri hür kadınlara tercih etmek de hür kadınların ha k larına tecavüz etmektir. Bunun için nikahı altında bir hür mümin kadın bulunan bir adamın, onun üzerine cariye ile evlenmesi asla caiz olmayacağı gibi, bir mümin hür kadınla evlenebilme gücüne sahip hür bir erkeğin de cariye ile evlenmesi mekruh veya hara m dır. Ve o zaman cariye nikahı bir aşağılıktır. İmam eş-Şafiî hazretleri
âyetin mefhum-i muhalifini göz önünde bulundurarak buna haram demiş ise de İmam-ı Âzam mekruh olduğunu söylemiş, haram olanın yalnız hür kadın üzerine köle kadınla evlenmeye kalkışmak olduğunu açıklamıştır.
Köle kadınla evlenmenin sahih olmasının şartına, hükmüne ve gayesine gelince cariyeleri sahiplerinin izni ile nikah ediniz ve mehirlerini veya nafakalarını kendilerine iyi şekilde güzelce veriniz ve bunları "Fuhuşta bulunmayarak, gizli dost da edinmeyerek namuslu yaşadıkları halde..." vasıfları ile vasıflanmış olmaları üzere, bu durumları yaşamaları maksadı ile onlarla evleniniz.
"Haden"in çoğuludur. Yani gizli dost tutmak demektir. Cahiliyye devrinde iki çeşit zina vardı. Birisi herkesin gözü önünde açıktan genelev işletmek, diğeri de birini dost tutarak özel bir şekilde gizlice zina etmekti. Ve bu şekildeki zinalar, çoğunlukla cariyelerle yapılırdı. İslâmda bunların ikisi de yasaklanmıştır. Dikkate değerdir ki, hü r kadınlara aid olan âyette, erkeklerin zinası, burada da kadınların zinası açık olarak yasaklanmıştır. Bu ise büyük bir edeb ve belagati içermektedir.
İlk önce hür olan kadınların zinaya tenezzül etmeyecekleri ve onlar hakkında fuhuş ve zina ihtimalini düşünmek bile uygun olmadığını ve böyle bir ihtimal olsa olsa erkekler yüzünden ve erkeklerin iffetsizliği dolayısıyla tasarlanabileceği, cariyelere gelince bunların zarurete binaen zina aşağılığına düşebilmeleri pek düşünülebilen ve hatta cahiliyye dev r inde âdet olduğu ve bununla beraber bunun da yine erkeklerin ahlâksızlığından meydana geldiği ve bu sefaleti (alçaklığı) kaldırmak da erkeklerin elinde bulunduğu, erkekler iyi niyetle hareket edip vazifelerini yerine getirdikleri takdirde bunların da bu s e faletten kurtulacağı ve bundan dolayı müslümanların hep bu iffet ve iyiliğinin gayesini takip etmelerinin gereği anlatılmıştır.
Bundan dolayı, cariyeler evlenmekle iffetleri güven altına alındıktan sonra fuhuş yoluna girerler ve zina yaparlarsa o vakit bunlara da hür kadınlara uygulanması vacib olan cezanın yarısı vacib olur. Çünkü bu şartlar altında mazeretleri kalmaz ve bununla beraber esir oldukları müddetçe hür kadınlar seviyesinde de tutulamazlar. Bunun için cariye ile evlenmek içinden ş e hvetin üstün gelmesi ile bozulmak, günaha girmek, zina tehlikesine düşmek korkusu bulunanlar hakkındadır. Yoksa sabretmeniz hakkınızda daha hayırlıdır. İmam eş-Şafiî hazretleri buradan ne hür kadın ne cariye, hiç
evlenmemeniz daha hayırlıdır, ibadet nikahtan daha faziletlidir, mânâsını anlamış ise de Hanefî imamlarının dediği gibi bunun cariye hakkında olduğu açıktır. Demek ki, mehir ve harcamaya gücü yetenler için şehvetin coşması durumunda nikah vacibdir. Ve böyle bir durumda hür kadının mehir ve nafak a sına gücü yetmiyecek olanlara bir cariye ile olsun evlenmesi vacibdir ve mümin cariyeyi tercih etmesi de en azından mendubdur. Çünkü cariyelerin de sefaletten kurtulmaları istenen bir husustur. Buna ise mümin cariye hepsinden daha fazla layıktır. Bundan d o layı evlenmenin vacib olması da ancak zina korkusu bulunanlar hakkındadır. Bu korku olmadığı takdirde cariye ile evlenmek, vacib olmak şöyle dursun mendub bile değildir. Çünkü bu evlilikte bir taraftan hür kadınların (itibardan) düşmelerine sebebiyyet ver m ek, diğer taraftan neseb soyluluğunu ve çocukların seçimini bozmak gibi sakıncaları da vardır. Bunun için Hz. Ömer (r.a.) "Cariye ile evlenen her hangi bir hür, hürriyetinin yarısını kaybetmiş olur." demiştir. Fakat bütün bu sakıncalar zina tehlikesine ka r şı hiçtir. Çünkü zina doğrudan doğruya spermasını yoketmek ve genel bir şekilde gerek erkek ve gerek kadınlar için pis bir alçaklık ve insan türü için pek büyük aşağılıktır. Ve insandan başka hayvanlar içinde hiçbiri dişisini yalnız suyunu telef etmek içi n takip etmez. İnsanlar, elinde hapsedilen erkek hayvanlar istisna edilirse kediler, köpekler bile dahil olmak üzere, hiçbir hayvan kösnümiyen dişisine zorla saldırmaz ve işini yalnız aşılama için yapar. Hatta develerin dişi sidiğini koklaması aşılanmış ol u p olmadığını farketmek için olduğu bilinmektedir. Özetle hayvanların bile hayvanca birleşmelerinde zina mahiyeti yoktur. Yaratılış ve fıtratları, başka bir ifade ile iç güdüleri buna fırsat vermez. Bu rezillik, bu kısırlık sevdası insanlığı hayvanlardan d a ha alçak bir duruma düşüren bir beladır. Bu musibete düşmektense cariye ile olsun evlenmelidir. Bununla birlikte bu korku yoksa sabır daha hayırlıdır. Her ne kadar evlenmemede de üreme ve türemeden mahrum olmak varsa da "Allah çok bağışlayıcıdır, çok me r hamet edicidir." Halbuki zina edenler için acıklı azab vardır. Bu açıklamadan sonra Allah'ın rahmeti gereğince kanun koyma hikmet ve maksadına bağlı olarak buyuruluyor ki: