24. Bölüm
FERD-İ KÂMİL
Kutb-u Evtad:
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri Hakk’a vusulün cezbe
ile olanının “Efrad” adı verilen seçilmişlere mahsus olduğuna dair
“Mektubat” adlı eserinin 285. Mektub’unda şöyle buyurmuşlardır:
“Sona kavuşanlardan birçokları da vardır ki, “Seyr-i ilâllah”
yolculuğunu katettikten ve “Bekâbillâh” makamına kavuştuktan sonra, bunlara
kuvvetli bir cezbe ihsan ederler. Bu şekilde cezbe zinciri ile, kanca takıp
çeker gibi çekip alırlar. Orada soğukluk bulaşmaz, gevşeklik gelmez.
Bunlar yükselmek için şaşılacak garip işlere ihtiyaç
hissetmezler. Bunların dar olan halvetine semâ ve nağmenin giriş yolu yoktur.
Vecd ve tevâcüd (kendinden geçme) bunlara göre makbul birşey değildir. Bilâkis
bu cezbeli yükselme ile ulaşılabilecek en son mertebeye çekilir,
ulaştırılırlar.
O Server-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e uymak
sayesinde, ona mahsus olan makamdan nasipler elde ederler.
Vusulün bu çeşidi, ancak “Efrad” denilen seçilmişlere
mahsustur. “Kutup”lara bu makamdan nasip yoktur.
Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ile, sonun sonuna kavuşan bir
seçilmişi, bu âleme geri çevirirlerse ve istidatlı kimselerin terbiyesi ona
havale edilirse, bu sırf Allah-u Teâlâ’nın fazlıyladır. Nefsini kulluk makamına
indirirler. Ruhu, nefisten ayrı olarak Allah-u Teâlâ’ya müteveccih olur.
Anlatılan zat “Ferdiyet” kemâllerine sahiptir. “Kutup”ları
yetiştirme yetkisine sahiptir. Burada “Kutup”la “Kutb-u irşad”ı kastediyoruz,
“Kutb-u evtad”ı değil.
Zılliyet (gölge) makamlarının ilimleri, marifet derecelerinin
asliyeti kendisine verilmiştir.
Daha doğrusu onun bulunduğu makamda ne zıl (gölge) vardır, ne
de asıl vardır. Zira bu zat zılli de aslı da aşmış ve geçmiştir.
Cidden böyle bir kâmil ve mükemmil bir zatın varlığı bulunmaz
bir şeydir. O kadar ki, uzun asırlardan, uzun zamanlar geçtikten sonra onun
zuhuru olsa dahi bir ganimettir.
Âlem onunla nurlanır. Onun bir bakışı kalp hastalıklarını
giderir. Bir teveccühü beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
O öyle bir zattır ki, Uruc (yükselme) makamlarını tamamlamış,
hepsinden daha yükselmiş, Kulluk makamına inmiş, ibadetle mutmain olmuş, huzura
ermiştir.
Bu tâifenin içinde, velâyet makamlarının en üstünü olan
“Abdiyet” makamına yerleşen seçilmişler de vardır. Mahbubiyet makamına kabiliyet
de buna verilir. Bu ise, velâyet mertebelerinin bütün kemâllerini taşımakta ve
“Dâvet” derecesi makamlarının hepsini içine almaktadır.
Nübüvvet makamlarına has olan “Velâyet-i hassa”dan pay
almaktadır.
Hülâsa, onun şanı şu mısrada bildirilmektedir:
“Bütün güzellerde bulunan, yalnız sende var!” (285.
Mektup)
Kulluk Makamı:
Kul olabilmek ne demek biliyor musunuz? Allah’ta hiç olabilmek
demektir.
“Allah’ta hiç olabilmek” noktası çok gizlidir.
O Allah-u Teâlâ’yı gördüğü zaman, O’na ulaştığı zaman; ateşte
yanıp giden küçük bir kâğıt gibi hükümsüzdür, üflesen gider. Gerçek hüküm
Hazret-i Allah’tadır.
Çünkü o artık Hakk’a varmıştır. Bu noktayı açmak mümkün
değildir, sırrın da sırrıdır, hâl noktasıdır.
İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“O Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O’nun cemâl-i
bâkemâline bakmanın ve O’na mânen yaklaşmanın ne demek olduğunu da anlar.”
buyuruyor. (İhyâ-u ulûm’id-din)
Yaratan’ı gördükten sonra, yaratılanlar çimenlikte biten ot
mesabesinde olur. Toprak olmasa çimen olmaz, Hazret-i Allah olmasa mükevvenat
olmaz. Kâinat “Ol!” demekle oluyor, “Öl!” demekle ölüyor. Toprağın
yanında çimenin ne kıymeti varsa, Hazret-i Allah’ın yanında yaratılmışların o
kadar kıymeti vardır.
Herkes yeşilliği görüyor, toprağı görmüyor; herkes
yaratılmışları görüyor da Hazret-i Allah’ı görmüyor.
Hep O... Fakat hep O olduğunu yalnız o kişi görür,
yaratılmışları Yaratan’dan görür. Başka kimse görmez; her şeyi görür, O’nu
görmez.
“Hakk’a vardı” sözünün sırrı, marifetullah’ın özü
işte budur.
Hakk’a varmıştır, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri de
“Feth’ür-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
“O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve
mâsivâ denen Hakk’ın zâtından gayri şeyleri bilmiştir.” (60.Meclis)
Onlar bu hususu görerek ve bilerek konuşuyorlar. Allah-u
Teâlâ’yı gören, gösterdiği kadar bilir, başkasına şâmil değildir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ise onun Allah-u
Teâlâ’nın hususi himayesinde olacağını, O’nu göreceğini ve O’nunla konuşacağını
açıklamıştır.
“O, Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde)
hareket eder. O’nunla konuşur, O’nunla görür, O’nunla tutar, O’nunla
anlar.” (Nevâdir’ül Usûl)
Kendisinin de orada bir balık pulu kadar, bir kâğıt parçası
kadar hükmü yoktur. Çünkü o, asıl hüküm sahibini gördü. Bu nokta ferdiyet
makamıdır.
Ferd-i Kâmil:
O hale gelenlerin durumu şudur: O hep Hakk ile olmak, yani
O’nunla olmak ister.
Şimdi sizin anlayacağınız bir tabir kullanacağız.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivayet
edildiğine göre Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz son hastalığında ruhunu teslim ederken şöyle duâ etmişti:
“Ey Allah’ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa
kavuştur.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1665)
En mühim sır. O doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile arkadaş
olur.
Gerçekten Resulullah Aleyhisselâm’ın vekâletini Allah-u Teâlâ
ona ihsan eder, bu vekâleti yalnız onlar taşır. Bunlara “Ferd-i kâmil”
denir.
Hiçbir evliyâullah bu sırrı vermemiştir. Evliyâullah’ın
ulaşamayıp tarif ettiği nokta budur işte.
Ferdiyet Mülkü
Hususiyetle Hâtem-i veli’yi bildirmek ve tanıtmakla vazifeli
kılınan ve bu hususta “Hatmü’l-evliyâ” adı ile bir kitap dahi yazmış olan
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtem-i veli’nin terakkiyât ve
tecelliyâtını, ilmini vâsıtasız olarak Hakk’tan aldığını ve diğer velilere
nisbetle ayrı bir ferdî üstünlük taşıdığını beyan etmek üzere şöyle
buyurmuşlardır:
“Öyle veli vardır ki; makâmını aşar, ikinci mülkten
üçüncü, oradan da dördüncü mülke erişir; bütün bunları aşarak, bu ismin
verildiği mülke ulaşır. Hatta bütün bunları da aşıp, vahdâniyet (birlik) ve
ferdiyet (teklik) mülkünde O’na ulaşan, isimlerden hazlarını alan kişi olur.
Hazlarını Rabb’inden alan odur.
İşte o, velilerin seyyidi (efendisi)dir. Rabb’inden verilen
‘Hâtemü’l-velâye’ onundur.” (Hatmü’l-evliyâ, sh: 334-335)
En gizli sır budur. Ferdiyet makamı, kulluk makamı burada olur.
Hakk’a yakınlık makamı, Resulullah Aleyhisselâm’a komşuluk makamı da burada
olur. Gizlinin gizlisi bir sırdır bu. Bu yolun en gizli kısmı budur. Mahlûka âit
değildir, ancak Allah-u Teâlâ’nın dilemesiyle olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize tam vâris
işte bu “Ferd-i kâmil”dir.
Adalet Kırbacı:
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Sîret-ül
evliyâ” isimli eserinde ise, Hâtem-i veli’nin vazifesini, yapacağı cihadın
mâhiyetini ve hakikat ile dalâlet arasında bir berzah olarak gönderileceğini
ifşâ ederek şöyle buyurmaktadır:
“İşte o evliyânın seyyididir. Arz ehlinin emniyeti, gök ehlinin
nazar yeri, Allah’ın has kulu, O’nun nazargâhı ve halk içindeki adâlet
kırbacıdır. Onları O’nun kırbacı ile terbiye eder. Reddeden halkı O’nun nâmına
O’nun yoluna dâvet eder. Allah’ı birleyenlerin kalplerindeki gizli satırları
okur, Hakk ile bâtılın arasını ayırt eder.” (Kitâb-u Sîret’il-evliyâ,
sh: 94)
Allah-u Teâlâ bu zât-ı muhtereme neler bildirmiş!