23. Bölüm
EN BÜYÜK ÂYET-İ KERİME
ÂYET-ÜL KÜRSÎ
ÂYET-ÜL KÜRSÎ
Niçin En Büyük Âyet-i Kerime?:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde en büyük Âyet-i kerime’nin Bakara sûre-i şerif’inde olduğunu haber
vermiştir.
Çünkü bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın sıfat-ı
ilâhî’sini, hakimiyet-i sübhâniyesini, azamet ve kibriyâsını en beliğ ve en
güzel bir şekilde telkin ve tavsif etmektedir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Her şeyin bir şerefesi yani üst noktası vardır. Kur’an’ın
üst noktası da Bakara sûresi’dir. Bu sûrede bir âyet vardır ki, o Kur’an
âyetlerinin efendisidir. O Âyet-ül kürsî’dir.” (Tirmizi: 2881)
Übey bin Kâb -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
bana:
“Ey Ebu Münzir! Allah’ın kitabından ezberinde bulunan hangi
âyetin daha büyük olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Ben “Allah ve Peygamberi daha iyi bilir.” dedim.
Tekrar sordu:
“Ey Ebu Münzir! Allah’ın kitabından ezberinde bulunan hangi
âyetin daha büyük olduğunu biliyor musun?”
Cevap olarak:
“‘Allahu lâ ilâhe illâ hüvel-hayyül-kayyum’ âyetidir.”
dedim.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz eliyle göğsüme vurdu ve:
“Vallahi ilim sana mübarek olsun ey Ebu Münzir!”
buyurdu.” (Müslim: 810)
Tamamı on cümleden ibaret olan Âyet-ül kürsî’de; Allah-u
Teâlâ’nın vahdaniyeti, O’nun Hayy ve Kayyum olduğu, uyuklama ve dalgınlık gibi
beşerî sıfatlardan münezzeh olup kâinatı kendi tasarrufunda bulundurduğu, O’nun
izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği, hayat sırrı, ilim sırrı, ilminin
geçmişi ve geleceği kuşattığı, hâkimiyet sırrı, kudretinin gökleri ve yeri
kapladığı ve zâtının çok yüce olduğu bildirilerek Tevhid inancının esasları açık
bir şekilde ifade edilmiştir.
Hayy ve Kayyûm:
Hazret-i Kur’an’ın en büyük Âyet-i kerime’sinin sırrını
açacağız ve izahını yapacağız. Bu sırları açmakla, birçok hususlarda ne demek
istediğimizi bir nebze olsun anlamış ve kavramış olacaksınız.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh
yoktur.” (Bakara: 255)
Âyet-i kerime’de geçen “Hû” maskedir, yarattığı bütün
mevcûdat bir maskeden ibarettir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Bu maske
bütün mevcûdâtı içine alıyor. Var olan O’dur. Herkes maskeyi görüyor, O’nu
görmüyor.
“Lâ ilâhe”; O’ndan başka ilâh yoktur, ilâh ancak O’dur.
Bu yarattıkları Allah değildir, hepsi de “Lâ”dan ibarettir. Çünkü “Lâ”
dediğin zaman “Onlar Allah değil” diyorsun. Bu maske de
“Lâ”dan ve “Ol!” emrinden ibarettir. Her yarattığı şeye sadece
“Ol!” diyor, o da dilediği şekilde oluveriyor. Ne dilemişse o oluyor. Her
zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Herşey O değil, fakat hiçbir şey de O’ndan
ayrı değil.
Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O’na mahsustur. Her cihetten
tektir. Varlığının başlangıcı yoktur. Varlığı daimîdir, nihayete ermez.
Varlığına şahit yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun
kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.
“O Hayy ve Kayyûm’dur.” (Bakara: 255)
Hayy: Ezelî ve ebedî hayat ile berhayattır. Ezelden
ebediyete kadar bütün hayat ve ebedîlik O’nun zâtı ile kâimdir.
Kayyûm: Zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olup,
bütün varlıklar O’nunla kâimdir.
Allah-u Teâlâ kendi zâtı ile hayattadır, yaratıkları ise O’nun
hayat vermesi ile, O’nun kudreti ile yaşamaktadırlar. Her şeye belirli bir
zamana kadar ayakta durmak için sebepler ihsan buyurmuştur. Hayy ve Kayyum ancak
O’dur. Ancak O var, O yaratıyor, her şey O’nunla kâimdir. İnsanların akılları ve
ilimleri bu noktayı kavrayamadığı için yeri görür, göğü görür, amma Hakk’ı
göremez. Görmesi de mümkün değildir. Tutulanlar görülüyor da, tutan
görülmüyor.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de:
“Açlığa devam et beni görürsün. İnsanlardan uzaklaş bana
kavuşursun.” buyuruyor.
Demek ki görülüyormuş.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Ben Allah’ımı gördüm, başka bir şey görmedim.”
buyurmuştur. Yani “O’ndan başka bir şey yok ki onu göreyim.”
Demek oluyor ki Allah-u Teâlâ dilediği kimseye esrârını
bildiriyor.
O’ndan başka varlık yok zaten, hepsi de “Lâ”dan
ibarettir. Bu gördüğünüz kâinat ve içindekiler nur malzemelerinden yapılmıştır
ve “Ol!” demekle olmuştur.
Maskeyi kaldıran Zât-ı kibriyâ kendi varlığını ortaya koyuyor
ve: “Var olan her şeyi ben yaratıyorum, benim kudretimle ayakta duruyor, her
şey benimle kâimdir.” diyor.
Görebilen bunu da görebiliyor.
Meselâ bir insan, elinde bulunan şeyi bilir. Allah-u Teâlâ
âlemleri öyle tutuyor ve öyle biliyor. Bütün yaratıklarını muhafaza etmesi,
tutması, gözetmesi, yaşatması yalnız O’na mahsustur. O tuttuğu için O her şeye
hâkimdir, her zerre O’nun varlığı ile kâimdir. O’nun varlığı her şeyi
kuşatmıştır, hükmünde hikmet sahibidir.
Dikkat ederseniz bir damla kerih suyu kan pıhtısından cenin
haline getiriyor. Fakat o cenin ölüdür. O yaratıyor amma o cenin başlangıçta
cansızdır. Sonra ona ruh veriyor ve cenin canlanıyor. Ne oldu şimdi? Hayy ve
Kayyum olan Allah onu yarattı, o O’nunla kâim oldu. Bir et parçası idi, cansız
ve hareketsizdi. Ona “Ol!” dediği zaman O’nunla hayat buldu, canlandı,
mukadderâtı da o anda yazıldı. Âdem Aleyhisselâm da bu şekilde “Ol!”
demekle canlanmadı mı? İnsan da böyledir, kâinat da böyledir.
Her zerreyi yaratan, kürreyi de donatan O’dur. O hem yaratıyor,
hem de yönetiyor. Zira O Ehad’dır. Yarattıkları hem O’nunla kâimdir, hem de O’na
muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ hem yaratıyor, hem donatıyor, hem de tutuyor. Bu
yaratmayı ve donatmayı yaratıkları yapabilir mi? Hayır yapamaz. O halde vücud O,
mevcud O...
Maskenin altındakini gören maskeye itibar etmez. Onlar
“Lâ”dan ibarettir, maske ilâh değildir.
Meselâ sen zannediyorsun ki sen sensin. Hayır! Sen “Ol!”
emrinden ibaretsin.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabbimin
emrindendir.” (İsrâ: 85)
Her şey seni yaratan Rabbinin emrinden ibarettir. Amma sen
bilmedin, bilemedin.
Ne güzel yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir biçim verdi.
Öyle ki bu durum karşısında sen de kendini müstakil zannettin.
Ve fakat ruhunu çekince, verdiğini alınca, hani sen sendin?
Sen de O’nunla kâimsin, bütün yarattıkları da O’nunla kâimdir,
amma O görülmüyor. Sen yarattıklarını görüyorsun ve orada kalıyorsun, kendi
kendini de aldatmış oluyorsun.
Ve fakat O’nu gören, yani Allah-u Teâlâ’yı gören, O’nun
gösterdiği kadar her şeyin hakikatını görür. Bir perdeden, bir kabuktan, bir
örtüden ibaret olduğunu görür. Meğer O’nu örten hep bir örtü imiş.
Allah-u Teâlâ bir kulunun kalp kilidini açtığı ve içeride O’nun
olduğunu gördüğü zaman; işte o zaman o kul da görür ki gerek kendisi ve gerekse
yarattığı bütün âlemler hep O imiş. Her şey bir perdeden, bir kabuktan ibaret
imiş, hepsi de “Ol!” emrinden husule gelmiş.
•
Hazret-i Kur’an’ın en ince noktası Âyet-ül kürsî ile İhlâs-ı
şerif’tir. Bu sırrı bilebilmek için Allah-u Teâlâ’yı görmek şarttır. O’nu
görmeyen kimse ne bilir, ne de hafsalası alır. Duysa da yine bilmez. Ne ilmi
yeter, ne de aklı yeter. Çünkü aklın da ilmin de “Ulül-elbâb”ına dayanan
bir husustur. “Ulül-elbâb” Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve göstermesi ile
husule gelen akıldır. Bu noktaya gelen kimsenin aklı da ilmi de durur. Bu sahaya
hiçbir ilim giremez.
Şu kadar var ki Evliyâullah’tan bazı zevât-ı kiram bu hususa
işaret etmişlerdir.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri
“Feth’ür-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
“O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve
mâsivâ denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir.” (60.Meclis)
Onlar bu hususu görerek ve bilerek konuşuyorlar. Allah-u
Teâlâ’yı gören, gösterdiği kadar bilir, başkasına şâmil değildir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli
hakkında bin küsur sene önce “Hatm’ül-Evliyâ” ismiyle müstakil bir eser
yazmış ve onun Allah-u Teâlâ’nın hususi himayesinde olacağını, O’nu göreceğini
ve O’nunla konuşacağını açıklamıştır.
Eserin yirmibirinci bölümünde şöyle buyurmaktadır:
“Sonra başka bir mertebeye yükselir, o da Heybet ve Üns’tür.
Heybet O’nun celâlindendir, Üns ise O’nun cemâlindendir. O’nun celâline
baktığında korkar ve toplanır. Şayet onu bu şekilde bırakırsa bütün işlerinde
âciz olur, atılmış bir elbise gibi olur veya ruhsuz bir vücut olur. O’nun
cemâline baktığında bütün damarları sevinçten dolup taşar. Şayet onu bu şekilde
bırakırsa nefsi coşar ve sınırı aşar. Heybet onun şiârı, Üns ise onun elbisesi
olur. Böylece kalbi dosdoğru olur ve nefsi sevinir. Sonra onu başka bir
mertebeye yükseltir. O mertebe ‘İnfirad billâh’ yani ‘Allah ile
kalma’dır.”
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri
“Nevâdirü’l-Usûl” adlı eserinde ise velâyet mertebelerinin en üst
derecesine vâris olan Hâtem-i veli’nin vasıflarını bir bir beyan ederek şöyle
buyurmaktadır:
“Ehlullah’ın bir kısmı en yüksek velâyet derecesine sahip
olur. Bu kimse, Allah-u Teâlâ’nın, kendisini velâyeti için seçip kullandığı bir
kuldur.
O Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket
eder, O’nunla konuşur, O’nunla görür, O’nunla tutar, O’nunla anlar.”
(Nevâdirül-Usûl, cilt:1, sh: 339)
İlmin sonu Hazret-i Allah’a dayanır. Bu ilme “İlm-i billâh”
denildiği gibi, “Ledünî ilim” de denilir.
Bu ilme mazhar olan Hakk’ı görür, Hakk’tan görür. Ve fakat
Allah-u Teâlâ’nın tecelliyâtının sonu yoktur.
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep
olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri
tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman:
27)
Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve
hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut
tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Hakk’ı gören ise Cenâb-ı Vâcib’ül-vücud Hazretlerinden başka
hiçbir şey görmez. Yani Allah-u Teâlâ’yı gören, O’ndan başka bir şey görmez ve
görmek de istemez. Zira her şey “Lâ”dan ibarettir. “Lâ mevcûde
illâllâh” tevhidinin sırrına vâkıf ettirdiği kimseler hem görür, hem söyler,
hem de o hâl ile yaşarlar. Her hâl ve kâllerinde hikmet-i ilâhî mevcuttur. Birer
numunedirler, birer Hakk adamı, Hakk dostudurlar. Onlar O’nun himayesinde,
tasarruf-u ilâhiyesindedirler. O’nun gözetimi altında iş ve icraat yaparlar.
İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar
ki:
“Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O’nun cemâl-i
bâkemâline bakmanın ve O’na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar.”
(İhyâ-u ulûmid-din)
Çok iyi anlar. Çünkü Allah-u Teâlâ öyle buyuruyor. Öyle
tecelli ediyor, öyle husule getiriyor ki, oradan anlıyor. Bu, mahlûkun Hâlik’ına
yaklaşması değildir. Hakk’ın mahlûkuna tecelliyatıdır. Hâlik tecelli edecek ki,
o vâkıf olacak. Mahlûkun yeri değil orası. Oysa O’na her şey kolay.
Vâhidiyet ve Samediyet:
Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Allah bir tektir.” (İhlâs: 1)
Allah-u Teâlâ müstakil bir vücuttur. O’ndan başka hiçbir mevcut
yoktur.
Fakir “Kul hüvallahu ehad” dediğim zaman O’nu
zikrediyorum, ismini zikretmiyorum. Ehad dediğim zaman Ehad’ı görmem lâzım.
“Allah Samed’dir.” (İhlâs: 2)
Ehad O, yarattığı her şey O’nunla kâim olduğu için her şey O’na
muhtaçtır. Var olan yalnız O’dur, Ehad yalnız O’dur, başka Ehad yok. Bütün
varlıklara “Ol!” demekle bir sûret, bir şekil vermiş, var etmiştir. Yer
görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecelli etmiş, bir
sûretle görülüyor. Amma O’ndan başka Ehad yok.
Olanlar da O’nunla var olmuştur. Biz Hazret-i Allah’ı görürüz,
yaratılanları öyle görürüz. O’ndan başka hiçbir şey yok.
İnsan Allah-u Teâlâ ile kâim olduğu halde bunu bilmiyor. O
varlığını çektiği zaman leş oluyor. Hani sen vardın? Sen de böylesin, bütün
varlıklar da böyledir.
“Doğurmamış, doğurulmamıştır.” (İhlâs: 3)
Zira doğma ve doğurma yarattıklarına âittir. O Allah ki
vardır, müstakil var olan O’dur, varlıkları yaratan O’dur. O’ndan başka müstakil
ne vücud var, ne de mevcud. O, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.
“Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir.” (İhlâs:
4)
Hiçbir dengi ve benzeri olmamak yalnızca O’na mahsustur.
•
Hülâsa olarak; Her şey O’nunla kâim, sen de O’nunla kâimsin,
zerre de, kürre de, her şey O’nunla kâimdir, O’nunla ayakta duruyor.
Kişi Âyet-ül kürsî’yi okuyor amma, kendinin O’nunla kâim
olduğunu ve kâinatın da O’nunla kâim olduğunu bilmiyor.
Bu sebepledir ki, en büyük Âyet-i kerime budur.
Müfessirler bu Âyet-i kerime’yi açıklarken: “Her şey
O’nunla kâimdir.” demişler, fakat: “Sen de onunla kâimsin.”
dememişlerdir. Çünkü mânevî, bâtınî noktaların da zâhirinde kalmışlardır.
Mârifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın öğrettiğini bilir. O
öğrettiği için ve herkese ayrı ayrı tecelli ettiği için o bilgi kimsede
bulunmaz.
Her şeyi O’nun yarattığını ve her şeyin O’nunla kâim olduğunu
ancak hakikat ehli bilir ve görür. Amma sizin bildiğiniz göz ile değil de, O’nun
gösterdiği göz ile hem görülür, hem bilinir. Yoksa bir beşer gözü ile
değildir.
İnsan Allah-u Teâlâ’nın yarattığı ve donattığı bütün âlemlerin
“Lâ”dan ibaret olduğunu görmedikçe hiçbir zaman “İlâh”ı, yani
Allah-u Teâlâ’yı göremez ve lâyık-ı veçhile bilemez. Bilgileri zandan ibarettir,
bu böyledir.
Âyet-i kerime’sinde:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” buyuruyor. (Zâriyat:
21)
Bu bir Allah kelâmı değil midir?
Sen bu hakikatı anlamıyorsun diye bu Âyet-i kerime’yi beyan
etmeyelim mi? Senin gözün körse güneşin suçu nedir? Hakikat budur, ilâhî hüküm
böyledir.
Bu hitâb-ı ilâhî yalnız insana değil, zerreden kürreye kadar
yarattığı ve donattığı bütün âlemlere O’nun hitâb-ı ilâhî’sidir.
Gerçek Mürşid-i kâmil O’nu gördüğü zaman, kâinatın bir maske
olduğunu görür. Maskeyi de görür, maskeyi kaldıranı da görür.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki,
eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.”
(Tirmizi)
Demek ki Allah-u Teâlâ kime gösterirse o görüyor.
O’ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler “Ol!”
ve “Öl!”, işte bundan ibarettir. Düşen O’nun üzerine düşer.
O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan
sonra “Böyle ol!” demiştir, o da dilediği şekilde oluvermiştir. O
görünenleri öyle murad ettiği için öyle göstermiş. Demek ki O var, O’ndan başka
birşey yok, O’nun hükmünden başka birşey yok.
Her şeyi O tutuyor, O yaratıyor, O öldürüyor. Fakat insan
tutulanı görüyor da tutanı görmüyor. Yani yaratılmışları görüyor da Yaratan’ı
görmüyor.
Fakir der ki: “Siz Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu şeyi görürsünüz,
Elhamdülillâh biz tutanı görürüz. Yaratan’ı gördüğüm için, bu yaratılanların bir
perdeden ibaret olduğunu görüyorum.”
Bu beyanlar duyanlar içindir, işitenler için değil. Kime ne
duyurdu ise o anlar. İyi bilin ki, bunların hepsi Allah-u Teâlâ’nın
göstermesiyle, bildirmesiyle, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin nur ışığı ile görerek ve bilerek söyleniyor.
Sakın bu ilme dalmayın. İlminiz ve aklınız yetmez. Yetmediğine
göre inkâr yollarına kalkışmayın. Evliyâullah’ın beyanlarını inceleyin, onlara
itimat edin ve kurtulun. Bütün delilleri önünüze sürüyorum, oku ve geç, anlamaya
kalkışma.
Bu sırlar niçin anlaşılmıyor?
Bu hususta bir Âyet-i kerime arzedelim:
“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.
Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah’ın her şeye kâdir
olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk: 12)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- Hazretleri buyururlar
ki:
“Eğer bu Âyet-i kerime’nin size tefsirini yapacak olsam,
beni mutlaka taş yağmuruna tutarsınız.”
Size bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u
Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki, İbn-i Abbas -radiyallahu anh-
Hazretlerinin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse farkında değil. Âyet-i
kerime ve Hadis-i şerif’leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz
kayboluyor. Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i görüyor, o mevzuyu unutuyor.
Sizin anlayacağınız şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı
tuttuğumuz yerler çok azdır.
•
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar
ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile...
Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de
böyledir, gök de böyledir. Arşırahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u
Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir.
İşte bunun ispatı:
“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye
baksan yalnız O’nu göreceksin.
Herkes O’nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki
bütün mekânlar O’nda mekândır, O’nun mekânı yoktur.
İyi bil ki O’nu gören, O’ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk,
bir perde, bir maskeden ibaret olduğunu görür ve bilir.
“Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî
oradadır.” (Bakara: 115)
Çünkü:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 35)
O’ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu
görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Amma sen “Lâ”da kaldın, yeri göğü
gördün, orada kaldın. O’nun nuru olduğunu göremedin ve bilemedin. Aslı O’dur,
perdede başkası görülür. Mevcûdat O’nun nurundan birer nurdur.
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem
görüyor, hem biliyor. Amma sen hem görmüyorsun, hem bilmiyorsun.
Bunu neden kavrayamıyorsunuz?
İlminiz ilmel-yakîn, aklınız da akl-ı meaş olduğu için
kavrayamıyorsunuz.
•
Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına nerede mazhar olunur?
Kişi Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu gördüğü zaman,
Kendisinin bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu
anladığı zaman,
Mükevvenâtı kendi nurundan yarattığını ve donattığını gördüğü
zaman, bu Âyet-i kerime’nin sırrına ve tecelliyâtına mazhar olur.
Çünkü nurundan “Nur”unu yarattı, o “Nur” ile
mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de
nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de
bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan
ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat
verilmemiştir.
Eğer bu noktayı bir kavrayabilirsen, göklerin ve yerin nur
olduğunu gözünle göremesen de, inanmakla kurtulmuş olursun.
Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir
maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de
bakarsın ki, meğer nurundan “Nur”unu yaratmış, o “Nur” ile
mükevvenâtı donatmış.
Yani bu mükevvenâtın malzemesi nur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Resulüm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Bu “Nur”un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor.
Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için
yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem
“Rahmeten Lil-âlemîn”dir, hem de “Ebul-ervah”tır.
O Rahmeten Lil-âlemîn olduğu için âlemdeki her zerre nasibini
ondan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye
baksan o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.
Görebilenin onu bu çizgide görmesi lâzımdır, fakat bu çizgide
kaç kişi görebiliyor?
O Tutuyor, O Yaşatıyor:
Zerreden kürreye kadar yarattığı her şeyi tuttuğuna en belirgin
bir misal olmak üzere Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Üzerlerinde kanat çırpıp duran kuşları görmüyorlar mı?
Onları havada tutan Rahman’dan başkası değildir.
O her şeyi görmektedir.” (Mülk: 19)
Uçarken kolaylık için kanatlarını açıp örtmeyi ilham eden, uçan
her kuşu havada tutan, onları iri cüsselerine rağmen yere düşmekten koruyan,
rahmeti bütün kâinatı kaplamış olan yaratıcı Rahman’dan başkası değildir.
Sadece kuşlar değil; insanları da, her şeyi tutan O’dur.
Kâinattaki her şey O’nun murakabası altındadır. Kudret elini çektiği zaman düşer
kalırlar.
•
Bu muhteşem kâinat Allah-u Teâlâ’nın izniyle ayakta
durmaktadır. Gökleri ve yeri tutup zevalden koruyan, ortaksız olarak takdir ve
tedbir eyleyen O’dur.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın
diye tutuyor.” (Fâtır: 41)
Onların belirli vakitlerden önce yok olmalarını istemediği
için muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar.
“Andolsun ki eğer nizamları bir bozulacak olursa, onları
kendinden başka kim tutabilir?” (Fâtır: 41)
Göklerin ve yerin, oldukları şekilde devamlarını sağlamaya
O’ndan başka kimsenin gücü yetmez
“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için
O tutar.” (Hacc: 65)
Mevcut düzen ilâhî kudretin tezahürüyle kurulduğu gibi, yine o
ilâhî kudretin tecellisi ile bozulacaktır.
Hakk’ı Gören Kendini Görmez, Kendini Gören Hakk’ı
Göremez:
Var olan Allah-u Teâlâ’dır. Herkes maskeyi görüyor, O’nu
görmüyor. Her görünen şey maskedir, O’na perdedir. İnsan da böyledir, kâinat da
böyledir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Hiçbir göz O’na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O
bütün gözleri ihata eder.” (En’am: 103)
Baş gözü Allah-u Teâlâ’yı göremez. Fakat O, kalp gözünü açtığı
zaman, kişi O’nu da görür, O’nun gösterdiklerini de görür.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile insanın da kâinatın da bir
maske olduğunu açklıyor.
İnsan bir maske takarsa maskeyi görürsün. Fakat o bir kâğıt
parçasıdır, çıkardığın zaman aslını görürsün. Bu da böyledir. Eğer Hakk’ı
görürsen, kâinatın bir maske olduğunu görürsün, maskeye hiç değer vermezsin.
Maskeyi çıkardığın zaman hiçbirinin hükmü kalmaz.
İşte Hazret-i Allah budur.
Gerçek Mürşid-i kâmil O’nu gördüğü zaman, kâinatın bir maske
olduğunu görür. Maskeyi de görür, maskeyi kaldırdığını da görür.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz ona iki göz vermedik mi?” (Beled: 8)
Allah-u Teâlâ insana bir baş gözü bir de kalp gözü vermiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir
Hadis-i şerif’lerinde:
“Her insanın kalbinin iki gözü vardır. O gözlerle gaybı
kavrayabilir. Allah bir kuluna hayır murad ederse, gözünün göremediği şeyi
görebilmesi için kalbinin gözlerini açar.” buyurmuşlardır.
Siz perdeyi ve perdenin üstündekileri görüp O’nu görmüyorsunuz.
Fakat içinde olanı gören ve bilen var. İçinde olanı gören ve bilen, yalnız O’nu
görür. Kâinatın da, kendisinin de, perdenin de hükümsüz olduğunu bilir. Fakir
bunu bir cümle ile ifade ederiz:
“Allah-u Teâlâ’yı gören kendini görmez, kendini gören
Allah-u Teâlâ’yı göremez.” Bütün esrar işte bu noktadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Size Rabbinizden basiret (kalp gözü) gelmiştir. Kim görürse
kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir.” (En’am: 104)
Göze göre “Görme” ne ise, kalbe göre “Basiret” de
odur.
Gözlerin görmesine sebep olan görme nuruna göz denildiği gibi,
kalbin görmesine sebep olan kalp gözüne de basiret denilir.
Basiret; Allah-u Teâlâ’nın subûtî sıfatlarından biri olan
“Basar”ın kullarındaki tecellisidir. Bu tecelliden nasibi olanların
gözlerinden perde kalkar. İnsanın dış âlemi gören bedendeki iki gözüne karşılık,
kalbin de iç âlemi gören gözü vardır ve buna “Mârifet gözü” ve “Kalp
gözü” gibi isimler verilmiştir.
Allah-u Teâlâ Haşr sûre-i şerif’inin 2. Âyet-i kerime’sinde bu
basiret sahiplerini “Ulül-ebsar” olarak vasıflandırmaktadır.
Basiret Allah-u Teâlâ’nın mümin kulunun kalbine attığı öyle bir
nurdur ki, bu nur sayesinde hakikatı kavrar.
İnsanların hakikatı görmelerine ışık tuttuğu için Kur’an-ı
kerim âyetlerine “Basiretler” mânâsına gelen “Besâir” denilmiştir.
(A’raf: 203 ve Kasas: 43)
Kalp gözü körleşmiş ve basireti bağlanmış kimseler hakkında da
“Körler” gibi tabirler kullanılmaktadır. (Bakara: 18)
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yalnız gözler kör olmaz, sinelerde olan kalpler de
körleşir.” (Hacc: 46)
Asıl körlük göz körlüğü değil kalp körlüğüdür. Bu körlükteki
zararın sınırı ve sonu yoktur.
Allah-u Teâlâ “Hakikat”ı apaçık ortaya koyar, duyurmak
istediklerinin basiretlerini açar, duyurmak istediğini duyurur, göstermek
istediğini gösterir. Diğer taraftan da lâyık olmayan gözlere göstermez,
basiretlerini bağlar, körlük ve karanlık içinde bırakır.
Gerçek mürşidin Hazret-i Allah olduğunu O’nun bana ilham ettiği
üslupla âcizâne o kadar sade bir şekilde anlatıyorum ki, anlamamanız mümkün
değildir. Fakat anlamıyorsunuz, çünkü aklınız orada değil, nefsiniz o mertebede
değil.
Basiret sahiplerine gelince, Allah-u Teâlâ onların gözlerini
açmış, hakikatı göstermiştir.
Hülâsa olarak arzetmek istediğimiz şu ki; zâhirî ilmi halk
öğretir, bâtınî ilmi Hakk öğretir. Zâhirî ilim tahsil edildikçe insanın bilgisi
artar, Allah-u Teâlâ öğrettikçe insanın hakikat bilgisi artar.
UYUKLAMA VE UYKU
O öyle bir Hayy ve Kayyum’dur ki, Zât-ı Akdes’ine hiçbir
eksiklik ve gaflet ulaşmaz, mahlûkatından aslâ gafil kalmaz. Mükevvenatın her
haline dâima vâkıftır.
“O’nu uyuklama da uyku da tutmaz.” (Bakara: 255)
Yarattığı bütün âlemleri tuttuğu için, âlemlerin varlığı
O’nunla kâim olduğu için O’nda ne bir uyuklama, ne de uyku aslâ düşünülemez.
Şoför direksiyonda uyursa ne olur? Bütün âlemleri yaratan,
yaşatan, ayakta tutan Allah-u Teâlâ uyuklamaz, O’nu uyku da tutmaz. Bir an için
uyuklamış olduğu farzedilse, böyle bir durum bütün kâinatın yok olmasına vesile
olur.
O’NUN VE O’NDANDIR
Mülk Allah-u Teâlâ’nındır. Mülkünün hem sahibi, hem
hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hâkimiyetinde, mülkünde hiç
kimse O’na ortak değildir.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur.” (Bakara:
255)
O, göklerde ve yerde, ikisi arasında olan her şeyin sahibidir.
Melekler, insanlar, cinler, ne varsa hepsi O’nun mülküdür, yarattığı ve
yönettiği varlıklardır. Her birisinde yegâne mutasarrıf O’dur. Hepsi O’nun
idaresi, gücü ve hâkimiyeti altındadır. Dilediğini var eder, dilediğini yok
eder. Ululuğu ile göktekileri yere indirir, inâyet nuru ile yerdekileri göklere
çıkarır.
O’nun mülkünde ancak O’nun emirleri ve kudreti hüküm sürer.
Takdirine ve tedbirine hiç kimse karşı gelemez. Bu muazzam ve muhteşem nizamın
binlerce seneden beri hiç şaşmadan devam edegelmesi, ancak ezelî ve ebedî bir
yaratıcının hikmeti mucibince mümkün olmaktadır.
Yaratmak Allah-u Teâlâ’ya Mahsustur:
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var
etmektir. Bu da yalnız Allah-u Teâlâ’ya mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her
yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan
O’dur.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en
güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini
gösterir.
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana,
mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz,
benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan
O’dur. İnsanların yaptığı, sadece O’nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların
sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya
koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut
bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi?
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de şöyle ferman buyuruyor:
“Benim yarattığım gibi birşey yaratmaya kalkışandan daha
zâlim kim olabilir? Bir karınca veya bir arpa tanesi yaratsınlar!” (Müslim.
Libas, 101)
Bir tek yaprak karşısında bütün yarattıkları âciz kalır. O ise
o yaprağın ne zaman yaratılacağını, o yaprağın vazifesini, yapacağı zikrini,
ömrünü bilmektedir. O’nun izni olmadan o yaprak düşmez.
Âyet-i kerime’sinde:
“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” buyuruyor.
(En’am: 59)
Ezelî ilmi her şeye şâmildir. Her nerede ve her ne zaman bir
ağaçtan bir yaprak düşerse, Allah-u Teâlâ onun yerini de zamanını da en ince
teferruâtı ile bilir.
En küçük misal olan “Yaprak düşmesi” misali ile bütün
hal ve ahvale işaret edilmiştir.
Büyük ve küçük, gizli ve açık, görünmeyen ve görünen, düşünülen
ve hissedilen, hayat ve ölüm, olmuş ve olacak her şey bütün genişliği ve
inceliğiyle Allah-u Teâlâ’nın ilmindedir.
İşte Allah böyle bir Allah’tır, yaratıcı yalnız O’dur.
•
Allah-u Teâlâ’nın beni yaratış şeklini gözünüze getiriyorum.
Ben kendimi orada bir resim, bir robot olarak görüyorum. Beni yaratıyor, yaratış
şeklini görüyorum. Âzâ nimetleriyle donatıyor, onu görür gibiyim. Sonra o
uzuvları bir bir yerine koyuyor, onu görüyorum. Sonra sıfatı ile beraber beni
gösteriyor.
Ve derim ki:
“Allah’ım! Sen beni yarattın, nimetlerle donattın, âzâ
nimetlerini dilediğin şekilde teşekkül ettirdin. Varlığından, birliğinden,
azametinden, kudretinden, mülkünden haberdar eyledin. Sana sonsuz şükürler
olsun.
Bana bir suret verdin, suretiyle beraber çıkardın.
Yarattığın için varlığını biliyorum, birliğini biliyorum,
azametini görüyorum, mülkünde de bulunuyorum.”
Bütün bunları bu şekilde gözden geçiririm. Ben orada robot
oldum, O yaratıcı oldu.
Yine derim ki:
“Allah’ım! Râzı olup olmadığın şeyleri bildirmek için ve
Zât’ına ulaşacak yolu göstermek ve buldurmak için kitaplar indirdin,
peygamberler gönderdin.
Allah’ım! Lütfunla ulaştırdığın kullarından eyle!
Mülkünde bulunduruyorsun, cennet-i âlâ’da yaşatır gibi
nimetlerle rızıklandırıyorsun. Sen bana dünyayı cennet hâline getirdin.
Beni şükredici, zikredici, tefekkür edici ve sabredicilerden
et, amma nankörlerden etme.”
Asıl şükür Allah ile Allah’a yapılan şükürdür. Hakiki namaz da,
hakiki zikir de böyledir, övünmek de böyledir. O’nunla ibadet edilirse, ibadetin
özüne inilmiş olur. Bir insan Allah ile övünürse, övünmelerin en güzelini yapmış
olur.
Her gün bu şekilde bu işin içinde yoğurulurum. Söylüyorum değil
yoğuruluyorum. O zaman O Hazret-i Allah oluyor, ben ise kurulmuş bir robot
oluyorum. O bana ruh verdiği için o robot konuşuyor. Ben bir robottan ibaretim.
O’nun idare ettiği bir robot. Robotu O yapıyor, düzenliyor, insan şekline
koyuyor. Ben de görüyorum, bir robot! Robotla onun arası ne ise, Hâlık ile
mahlûkun arası da budur. Birisi halkın robotu, birisi Hakk’ın robotu.
İşte Hazret-i Allah budur! Yaratan, yaşatan, nimetlerle merzuk
eden hep O. Mülk de O’nun. O Hazret-i Allah, sen yaratılmış bir mahlûk. Kâinatı
da bununla ölçerim. Ben ne isem kâinat da budur. Tabi ki bu noktada
söyleyemediğim çok sırlar var.
Hazret-i Allah’ı gördüğüm zaman kâinatı resim olarak görürüm.
Yalnız O var, ötekiler resimden ibaret.
İnsan Allah-u Teâlâ ile kendisini ayıramıyor, müstakil bir
varlık zannediyor. Ayırması da mümkün değildir. Ancak murad ettiği kuluna âit
bir bilgidir. Bütün kâinat bu şekildedir. Perdeyi kaldırdığın zaman O var. Sana
bu elbiseyi geçiren, kâinata da aynı elbiseyi geçiriyor. Halbuki içinde O
var.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” buyuruyor. (Zâriyat:
21)
O, içinde O’nun olduğunu biliyor, onunla irtibat kuruyor,
O’nunla nefes alıyor.
Bu ilâhî hitap insana olduğu gibi, bütün âlemlere de şâmildir.
Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle, fakir, âlemlerde O’ndan başka bir şey
görmüyorum.
Tabii ki bir noktaya kadar açabiliyorum. Eğer Allah-u Teâlâ
size bu noktayı ayn’el-yakin kavratırsa; yaratılanları görmüş, Yaratan’ı da
bilmiş olursunuz. Zaten yaratılanların bir kısmı görülüyor, amma Yaratan
görülmüyor. Biz âlemleri gördüğümüz zaman bir kabuk olarak görüyoruz. Fakir onu
görür de söyler. Yani görmediğim şeyi söylemiyorum. Fakat anlatmam mümkün
değildir. Öz Hakk’ı bilmek ve bulmaktır, öz budur.
Onun içindir ki İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Onların ilimleri bu ilimlere nisbetle kabuk kalır.”
buyurmuşlardır. (317. Mektup)
İşte bu sırlar bunlardır.
Allah-u Teâlâ zâtına çektiği kimseleri kendi odasına almıştır.
O, O’nun verdiği ilimle ilimlenmiş, has odanın esrarını oradan almıştır. Ondan
başka hiçbir ferdin aklı ve ilmi yetmez. Doğrudan doğruya O’nun ihsanıdır, O’nun
ikramıdır, O’nun vergisidir, O’nun bildirmesidir, O’nun göstermesidir. Çünkü
robot robottur, hükümsüzdür.
Bu anlattığımız sırlar esrar odasının sırlarının sırlarından,
hakikat incilerindendir.
ŞEFAAT İZNİ
Şefaat bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı
gidermek için hakkında yapılan bir iltimas ve istirhamdan ibarettir.
Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden
günahkâr müminlere; Allah-u Teâlâ’nın izni ile peygamberler, sıddıklar, âlimler,
şehidler şefaat edeceklerdir.
O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu
yetki O’na âittir.
“O’nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?”
(Bakara: 255)
Buna kim cesaret edebilir? Şefaat izni verilenler de hep
O’nun rızâsı ve izni doğrultusunda âile efrâdına, yakınlarına ve dostlarına
şefaat ederler. O’nun izin vermediği hiç kimse şefaat edemez.
Şefaat ancak şefaata ehil olanlara fayda sağlar. Ehil
olmayanlara o gün hiçbir şefaatçının şefaatı fayda vermez.
Allah-u Teâlâ’nın engin merhametini ortaya koyan bu ilâhî hitap
bütün âlemlere şâmildir. Bu sır bize yeni tecelli etti. Bütün âlemlerin ve
içindekilerin, O’nun izni olmadan hiçbir şeyi yapamayacakları ve yapmadıkları
ifadesi çıkıyor.
Zâhirî mânâsı; O’nun izni olmadıkça kimse kimseye şefaat
edemez.
Bâtınî mânâsı ise Hakk’ı görenlere âit bir husustur. Bütün
âlemlere şâmil olduğunu hem bilir, hem görür. Bütün âlemler yapılacak her işi,
ancak O’nun izniyle ve emriyle yaparlar. O izin vermedikçe, O hükmetmedikçe, hiç
kimsenin hiç kimseye aslâ yardımı olamaz. Âlemlerde O’ndan başka birşey yok ki,
kim kime yardım edebilir, kim kime şefaat edebilir? Çünkü bütün âlemleri O
halketmiş, O’nunla ayakta duruyor. Fakat bu hususun zâhirî ilimle bilinmesi
mümkün değildir. O Allah-u Teâlâ’yı bilmiyor ki yaratılanları bilsin. O’nu
yarattığı cisimlerde arıyor.
Abdullah bin Ebi’l-Ced’a -radiyallahu anh-den rivayet
edildiğine göre şöyle söylemiştir:
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle
buyururken işittim:
“Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle
Temimoğullarından daha çok kimse cennete girecektir.”
Ashâb-ı kiram:
“Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?”
dediler.
“Benden başka bir kimse!” buyurdu.” (Tirmizi -
İbn-i Mâce: 1443, 1444)
ALLAH-U TEÂLÂ’NIN EZELÎ VE EBEDÎ İLMİ
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi
bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
“O, kullarının işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.”
(Bakara: 255)
Allah-u Teâlâ daha ruh verilmeden önce, cenin halinde iken
kişinin bütün mukadderatını biliyordu. Çünkü O yazdırıyor, nasıl bilmesin?
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak kırk
gün derlenir toplanır. Sonra o kadar zamanda pıhtılaşmış kan aleka olur. Sonra
yine kırk günde et parçası mudğa olur.
Daha sonra Allah-u Teâlâ bir melek gönderir ve o ceninin neler
yapacağını, rızkını, ecelini, şâki mi sâid mi olacağını yazması o meleğe
emrolunur. Bundan sonra cenine ruh üfürülür. (Buhâri, Tecrîd-i sârih:
1324)
Allah öyle bir Allah’tır ki, kişiye daha ruh verilmeden
önce, cenin halindeyken bütün mukadderatını biliyordu.
Şehirlerin girişlerinde “Filân şehirdir.” diye
levhalar bulunur. Çıkışta da aynı levha vardır, çıkış olduğunu bildirmek için
kırmızı bir çizgi çizilmiştir. Halbuki o levhalar aynı zamanda yazıldı. Girerken
şehrin ismini, çıkarken bitimini görüyoruz. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ daha biz
dünyaya gelmezden evvel girişimizi de çıkışımızı da takdir etmişti. Ne
yapacağımızı hep biliyordu. Bu bilgisi üzerine takdir etmiştir. Biz bir mahlûk
iken o tabelâları yazıyoruz, oraya oraya dikiyoruz. O Hâlik’tır, O’nun ilmi her
şeyi kuşatmıştır.
Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği
sözden, yapacağı işten, son lokmasına kadar yiyeceğinden, içecek suyundan haberi
vardır. Yalnız insan değil, yarattığı bütün mevcûdat zerreden kürreye kadar
böyledir. Bu hükmü O tayin ve takdir ettiği için her şeyi biliyor. Bu bilgi O’na
mahsustur.
O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalan hiçbir şey
yoktur.
İLMULLAH
Seçkinler:
İnsanların bilgisi sınırlıdır. Ancak Allah-u Teâlâ’nın
dilediği kadar kavrayabilirler. İnsana bilmediğini öğreten O’dur.
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir
şeyi kavrayamazlar.” (Bakara: 255)
İlâhî sırları kime duyurursa onun bilebileceğini, başka
kimsenin bilemeyeceğini beyan buyuruyor. Bu gibi kimseler Allah-u Teâlâ’nın
duyurduğu kadar, gösterdiği ve bildirdiği kadar hepsini bilir. Bu Âyet-i kerime
mucibince dilediğine dilediği kadar bildirir.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim.
Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki omzumun arasına koydu, ben o elin
serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine
vâris kıldı.” (El-mevâhib’ül-Ledüniyye)
Allah-u Teâlâ dilediğini seçer, dilediğini zâtına çeker, Kudsî
ruh ile destekler. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu da ona
takar ve ihsan eder, dilediğini dilediğine vâris eder.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” buyuruyor. (Şûrâ:
13)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın sırf kendi zâtı için yarattığı has
kullardır. Onları ne dünya için ne ahiret için yaratmamıştır. Onlarda varlığın
zerresi bulunmaz, var olan Allah-u Teâlâ’dan başkası aranmaz.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Şüphesiz ki insanlardan Allah’a yakın olanlar vardır.”
buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?” diye
sordu.
Buyurdular ki:
“Onlar Kur’an ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır.”
(İbn-i Mâce: 215)
Onlar, Kur’an ehli olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın ilâhî
hükmü mucibince hareket ederler.
Onlar Hakk ehlidir, halk ehli değil. Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u
himayesinde, tasarruf-u ilâhîdedirler. İrade ve arzuları olmaz, çıkacak hükm-i
ilâhî’ye tâbidirler.
Kendisi için yarattığı bu has kullar Hakk’tan gayrısını
düşünmezler, Cenâb-ı Hakk da onların başka şeyle meşgul olmalarını istemez.
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç
şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve
cinlerin ameline denktir.” (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî
lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa
nâil olamazsın.
Allah-u Teâlâ ile Mülâkat:
İlim içinde ilimler mevcuttur. “Zâhirî, Bâtınî, Ledünî
ilimler” olduğu gibi, “İlm’el-yakîn, Ayn’el-yakîn ve Hakk’al-yakîn
ilimler” de vardır.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Hakk’al-yakîn
mertebesindedirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.”
buyurdu. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ onları Hakk’al-yakîn’e erdirdiği gibi, bunları da
Hakk’al yakîn’e erdirdiği için seviyeleri aynıdır.
Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i
şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;
Vahiy yoluyla,
Veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder.
O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)
Âyet-i kerime’de geçen birinci ve üçüncü şekil malumdur. Vahiy
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize verilen ilâhî kelimelerdir. Allah-u
Teâlâ emir ve nehiylerini muhtelif şekillerde onlara duyurur. Onlar da aldıkları
vahiyleri muhataplarına “Allah-u Teâlâ böyle vahyetti.” şeklinde
duyururlar. Vahyin de ayrıca muhtelif şekilleri vardır.
“Perde arkasından konuşma”ya gelince;
Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere, bunlar perde
arkasından Allah-u Teâlâ ile konuşanlardır ve Allah-u Teâlâ’nın huzurunda
bulunurlar.
Huzurunda olacak ki konuşacak. Onları huzuruna almış, mülâkatla
dilediğini bildiriyor ve gösteriyor.
Bunun mümkün olduğuna itiraz etmemeniz için Hakîm-i Tirmizî
-kuddise sırruh- Hazretlerinin bu noktada bir ifşaatlarını arzedelim:
“O, Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde)
hareket eder, O’nunla konuşur.” buyurmuşlardır. (Nevâdirül-usûl)
Âyet-i kerime’de beyan buyurulan bu perde nedir?
Bu perde senin varlığındır, vücudundur. O senden sana yakın,
seninle O’nun arasında senin varlığın var, perden var. Perdeni ne kadar
inceltirsen, o kadar O’na yakınsın. Perdeyi kaldırabilirsen, O’nunla başbaşa
kalırsın. Artık sen yoksun O var. Perde kalktı çünkü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Senden sana yakın olan, sana duyuruyor, buyuruyor.
Buyurduklarını sana duyuruyor. Sen bir perdesin, O dilediği şekilde mahlûku ile
konuşur.
O içeride, senden de sana yakın. Amma sen perdesin, O’nu
görmüyorsun.
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın
huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere; bu lütuflar ancak
Allah-u Teâlâ’nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma
şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır, öyle murad ettiği için
yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.
Demek oluyor ki Allah-u Teâlâ dilediği zaman o kulunu huzuruna
alıyor ve onunla konuşuyor, dilediğini ona duyuruyor, bütün hakikatleri
bildiriyor. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham ediyor.
Nasıl konuşur? O zaten sana senden yakındır, senin varlığın bir
perdeden ibarettir. O lâtif perdenin arkasında sana hitap ediyor. Huzuruna
alıyor ve hitap ediyor. O anda arada hiçbir vasıta yoktur.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu
hususta Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir
melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.” (K. Hafâ)
Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey
giremez.
En son derecesini şöyle izah edelim:
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz buyururlar ki:
“Ey Allah’ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa
kavuştur.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı O idi ve ahirete giderken de son kelâmı bu idi.
Hayat boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına
kavuştu. Bir kişi o kişiyi görecek ki arkadaş olsun. Görülmeyen bir kişi arkadaş
olamaz. O kişiyi görünce O’nunla olacak.
Bu hâle ermenin şartları nedir?
Kalp üzerinde yedi perde vardır. Bu yedi perdenin kalkması;
sıfat-ı hayvaniyeden arınması, ahlâk-ı zemimeden sıyrılması ile kâimdir. Bu ise
nefis sâfiyeye çıktıktan sonra husule gelir ve bu hâller tecelli etmeye başlar.
Onun artık Allah-u Teâlâ’dan gayrı hiçbir arzusu olmaz, ne dünya ne de ahiret.
Bu lütuf hass’ül-has olanlara âittir.
Hass’ül-has kimdir? Varlığından, benliğinden zerre dahi
kalmayınca hass’ül-has olur. Toz kadar varlık bile bir varlık sayılır. Farz-ı
muhal ki bütün dünya senin vücudun. Bu vücut zerre zerre parçalansa, bir tek
zerre Var’a mânidir.
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle
buyururlar:
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy
getiren melek de aynı kaynaktan alır.” (Fusûs’ül-Hikem)
Diyeceksiniz ki; Allah-u Teâlâ ile mülâkat mümkün müdür? Evet,
murad-ı ilâhî olduğu zaman mümkündür.
Bu mülâkat; dilediği esrarını öğretmek, bildirmek ve göstermek
için, Allah-u Teâlâ’nın kendisi için seçtiği ve çektiği hass’ül-has kullarına
mahsustur.
Bu mülâkat bazen perde arkasındandır. Kabuktan ibaret olan
cesedi attığın zaman, kabuksuz olarak da tecelli eder.
Bir temsil verelim. Denize düştüğün zaman, canını kurtarmak
için en sevdiğin elbiseni üzerinden çıkarıp atmak istersin.
Oysa Allah-u Teâlâ’nın lütuf deryasına düştüğün zaman, imanını
kurtarıp sevdiğine kavuşmak için sevdiğin vücut elbisesini atmak istersin.
Burası insanın kendini inkâr etme noktasıdır.
Zira bütün günahlar bu vücut elbisesi ile işleniyor. Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nur idi. Onun elbiseyi çıkarmasına lüzum
yok idi. Mirac-ı şerif buna delildir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh Hazretleri “Hatmü’l-evliya”
adlı eserinin yirmibirinci bölümünde buyurur ki:
“Allah-u Teâlâ onu kendi nefsi için canlı kılar. Bu kul
O’nunla konuşur, onunla düşünür ve O’nunla bilir.”
Şu kadar var ki Rabbül-âlemin, dilediği kulunu huzuruna alır,
mülâkat eder. Zira vücud O, mevcud O... Kabuğun, vücudun yanında ne hükmü var?
Kabuktan çıkarsan, Cânân’a kavuşursun.
•
Farz-ı muhal ki bir dükkan var, dükkanın vitrini var, içinde
mallar malzemeler var, kepengi var, bir de dükkanın sahibi var.
Yarattığı bütün mükevvenat O’nun dükkanıdır. İnsan da bir
dükkandır, kâinat da bir dükkandır. Allah-u Teâlâ öyle bir dükkan, öyle bir
vitrin yapmış ki; dışı görülüyor, içi görülmüyor.
İnsanlar bu hususta kısım kısımdır. Kepengi herkes görür.
Kimisi vitrinde kalır, kimisi içine bakar, ne olup olmadığını görür, kimisi de
dükkan sahibini görür. Bu ise Hakk’al yakîn bir ilimdir.
Onlar:
“İçinizde... Görmüyor musunuz? (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerimesi’nin tecelliyatına mazhar oldukları için
içindekini görürler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Müminin ferasetinden korkunuz, çünkü o, Azîz ve Celîl olan
Allah’ın nuru ile bakar.” (Münavî)
Dükkan kapalı amma, onlar dükkanın içinde ne olduğunu
biliyorlar, yalnız onlar biliyorlar. Fakat mühim olan dükkan değil, dükkanın
içindekiler değil, dükkan sahibini görebilmektir. O’nu bilebilmektir.
İçinde olduğunu hissetmek başka, bulmak başka, içindekini
bizzat görmek başka. Görmek, bulmaktan çok daha mühimdir. Arasında çok fark
vardır. Allah-u Teâlâ tecelli ederse O görülür. O ise en sondur.
Bulanlar tecelli ettiğini görür, amma O’nu görmez.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.”
buyuruyor. (K. Hafâ: 2256)
Demek ki sığabiliyormuş.
İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Kul olan neylesin mal ile câhı,
Yetmez mi bulduk da senin gibi şâhı?” buyuruyorlar.
Bütün zevât-ı kiram “Bulmak”tan bahsetmiş,
“Görmek” ise dilediğine mahsustur.
Bunun içindir ki İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh-
Hazretleri:
“Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da
marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır.”
buyurmuşlardır. (317. Mektup)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah
olur.” (Bakara: 282)
Hem bildirir, hem gösterir. Kişinin varlığı bir perdeden
ibarettir, içinde O var. İşte gören ve bilen yalnız bunlardır, sır ve
tecelliyat-ı ilâhî’ye yalnız bunlar mazhardırlar.
Bunlar Fenâfillâh’a erenlerdir, bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın bir
ihsanıdır, vehbî ilimdir.
Bütün bu fazilet ve meziyet Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz’in vekâletini taşıdığı için, onun nurunu taşıdıklarından
ötürüdür. Allah-u Teâlâ o nuru kime takarsa, her şey o nurdadır. İnsanda hiçbir
şey yoktur.
Has ilim neye benzer? Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye âit
değildir. Allah-u Teâlâ ne akıtıyorsa, ne kadar akıtıyorsa o kadar akar. Ne
bildirirse Marifetullah ehli onu bilir, ne gösterirse onu görür. Dilediğine
kendisini bildirir, dilediğine de kendisini gösterir.
Allah-u Teâlâ aradaki perdeleri kaldırarak, irâde buyurduğu
bahtiyar kullarını o nura erdirir.
Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile
tecellî eder, dilediğini lütfeder.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir
kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi
sanırsınız?”
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)
“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte
o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.”
(Hâkim)
Bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği kullara
mahsustur, başkasına şâmil değildir.
Hadis-i kudsî’de geçen: “Ben yüzümle onlara yönelirim.”
ifadesi, onları huzuruna alacak ki, yüzü ile yönelmiş olsun ve onda
tecelli etsin.
Burada görülüyor ki verilene böyle veriliyor. Allah-u Teâlâ
ancak dilediği kulunun kalbine bu nuru ve bu ilmi koyuyor. Bu hal O’nun has
kullarına mahsustur. Onlar ilâhî sırların esrar odalarıdırlar. Yalnız ve yalnız
onlar hakikatlere vâkıftırlar. Hakk’ın bütün duyurduklarını bilirler, bazısını
ifşâ etseler de hepsini etmezler.
Allah-u Teâlâ veli kullarını bize tarif ediyor ve diğer bir
Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey
olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde
kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum.
O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi
kaldırırım.
Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o
yanılmaz.
Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.
Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek
istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebû Nuaym,
Hilye)
Bunlar Hakk ehlidir. Hakk’ın öğretmesiyle “Has ilim”e
mazhardırlar ve fakat halk ehli bu hakikatleri anlamaz. Allah-u Teâlâ vermediği
için bu gerçeklerden haberi olmaz.
“Sana gelmeyen bir ilim gerçekten bana gelmiştir.”
(Meryem: 43)
Âyet-i kerime’sinde bu mânâ vardır.
Zira birinin muallimi Allah-u Teâlâ’dır, diğerinin muallimi
benî beşerdir. Birisine Hakk öğretir, dilediği kadar hakikate mazhar kılar.
Diğerinin ilmi satır ilmidir, nasibini satırdan almıştır.
Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur. Kime Resulullah
Aleyhisselâm’ın nurunu takarsa, Kudsî ruh’la desteklerse ancak onlarda tecellî
eder. Yani kişi bunu kendisinde aramasın, zan ilmiyle bu noktaya erişmek mümkün
değildir.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var.
Bu Kudsî ruh Allah-u Teâlâ’nın bizzat desteğidir. Bu Kudsî ruh
ile, Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru ile bu esrarlar ancak bilinir ve çözülür,
başkasına şâmil değildir.
Bu ilmi kâğıda dökmemizdeki gayemiz, böyle bir ilmin oluşunu,
ehlinin de mevcut olduğunu belirtmektir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden
âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimlerin öğrenilmesi için de bâtınî
ulemayı, mârifetullah ehlini eksik etmemiştir.
Ve fakat bu gibi kimseler yok denecek kadar azdır.
Bu ilim marifetullah ehline, Has ve Hass’ül-has olanlara
verilen ilimlerdir. Onların ilimleri dahi derece derecedir. Marifetullah ehlinin
ilmi ayrıdır, Has olanın ilmi ayrıdır, Hass’ül-has olanın ilmi yine ayrıdır.
Onun içindir ki sakın ileriye gidip çizmeden yukarıya çıkma, anlayayım deme. Bu
ilim size ait değildir, ilâhi bir lütuftur.
Allah-u Teâlâ’nın sevip seçtiği, kendisine çektiği, esrârını
duyurduğu kimseden başka bu sırrı bilen olmaz. Gören yalnız bunlardır.
İlmullah’ın Hülâsası:
Gerek sen ve gerekse âlemler Hakk ile kâinat arasındaki
berzahtır.
Şöyle ki:
O içinde, sen perde. Sen aslında içerde nefes alıp veriyorsun.
Amma Hakk’ı görmediğin için sen kendini müstakil zannediyorsun.
Ve fakat varlığını çekince nefes alabilir mi? Hayır!
Sen de böylesin, yarattığı bütün âlemler de böyle. Hepsi de
Allah-u Teâlâ’ya muhtaç olduğu gibi, aslında hepsi perdeden ibarettir.
Vücud O, mevcud O...
O’nu gören böyle olduğunu görür. Yaratılanlar ise hepsi de
“Ol!” emr-i şerif’inden ibarettir, o kadar.
Perdeyi kaldırabilirsen O var. Amma sen perdede kaldın. Vücud
elbiseni çıkar O var. Kâinat da böyledir. Çıkaramadığın için sen kendini gördün,
orada kaldın. Oysa Allah-u Teâlâ ayrıdır, perde ayrıdır. Hakk’ı gören perdeyi de
görür. Perdede Nakkaş’ın âsârını da görür. O her şeyi çepeçevre çevirmiştir.
“Kün!” demesi ile her şey olmuştur. O Ehad’dır, her şey O’na
muhtaçtır.
•
Nitekim Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu
ilmin ineceğini ve bu ilmin “İlm-i billâh”ın hülâsası olduğunu beyan
etmiştir.
Onun bizzat kendi beyanını olduğu gibi naklediyorum:
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak
peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve
Resûller’den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm’ın
mişkâtından görürler.
Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan hâtem-i
velinin mişkâtından (kandilinden) görürler, hatta peygamberler, o ilmi ne zaman
müşahade etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin ışığıyla görürler.”
(Fusûsu’l-Hikem. Çeviren N. Gençosman. Sh: 43-44)
•
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat”
adlı eserinin “317. Mektub”unda Allah-u Teâlâ’nın ona nasıl bir ilim
bahşedeceğini, diğer velilere verilen ilmin bu ilmin yanında kabuktan ibaret
kalacağını, ona ise ilmin özünü ihsan edeceğini açıklamıştır.
“Bu ilim ve marifet; haller, vecdler, tecelliyat ve
zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, bu
marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta,
onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun
özüdür.”
İşte o ilim bu ilimdir.
Âyet-i kerime’de Hızır Aleyhisselâm hakkında:
“Tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” (Kehf: 65)
Buyurulan ilimdir. Marifetullah ehli “Ulül-elbâb”
olmasına rağmen, bu onun özüdür.
•
1652-1728 yılları arasında yaşayan İsmail Hakkı Bursevî
-kuddise sırruh- Hazretleri “Kenz-i Mahfi” adlı eserinin “10.
Bahis”inde Hâtem-i veli’nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu
zâtın diğer velilerden üstün oluşuna delil olarak neşredeceği kitapları
göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarında, kendisinden ikiyüz
sene sonra gelecek olan zâttan ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasip
edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha
kuvvetlidir.”
“Hâtem’ül-velî -kuddise sırruh- ise, bütün velîlerden üstündür.
Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok
olacağıdır. Ki bu, ehline gizli değildir.” (Kenz-i Mahfî)
Muhyiddin-i İbn’ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu
husustaki tasdikini Fusûs’ul-Hikem adlı eserinde:
“O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah’tan alır.”
sözü ile ifade etmiştir. (Sh: 45)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Bu bir
kitaptır ki, ilâhî kitapların hepsi de bunda dercedilmiştir.” buyuruyor.
Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur’an-ı kerim’dir. Beşbinbeşyüzküsur Âyet-i
kerime girdiğine göre kütüb-i semâvî bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da
Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Bu zevât-ı kiram’ın ifşaatları “Nûr-î Muhammedî” ve
“Sözler ve Notlar-10” adlı kitaplarımızda mevcuttur.
Has İlim:
Mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an-ı kerim’de ve
Hadis-i şerif’lerde beyan edilen, Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm’ı “Has
ilim”e mazhar olan Hızır Aleyhisselâm’a göndermesini arzedeceğiz.
Musa Aleyhisselâm bir gün halkı topladı ve onlara etkili bir
hitabede bulundu. Kalpler yumuşadı, gözlerden yaşlar aktı. Bunun üzerine
cemaatin içinden birisi: “İnsanların en âlimi kimdir?” diye sordu. O ise:
“En âlim benim!” dedi. “Allah bilir” diyerek en iyi bilmeyi O’na
nisbet etmediği için, Allah-u Teâlâ bu sözünü hoş görmedi.
Bunun üzerine kendisine:
“İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum, senden daha
âlimdir.” diye vahyetti. (Buhari, Tecrid-i Sarih: 102)
Musa Aleyhisselâm:
“Yâ Rabbi! Ben o âlim zâtı nasıl bulabilirim?” diye
sordu. Ona denildi ki:
“Bir zembilin içine bir balık koy, onu sırtına al. O balığı
nerede kaybedersen o âlim kulum oradadır.”
Musa Aleyhisselâm bunun üzerine genç arkadaşı Yûşâ bin Nûn ile
birlikte zembile tuzlu bir balık koyarak yola çıktı ve balığı kaybedince
kendisine bildirmesini söyledi.
Yûşâ bin Nûn, Musa Aleyhisselâm’ın ashâbının büyüklerindendir
ve ölünceye kadar ondan hiç ayrılmamıştır.
O iki denizin birleştiği yer, Allah-u Teâlâ’nın Musa
Aleyhisselâm’ı Hazret-i Hızır’la buluşturmaya söz verdiği yerdir. Musa
Aleyhisselâm bu yeri bulabilmek için uzun zaman gideceğini söylemiş, bu has ilmi
elde edebilmek için her türlü sıkıntıya katlanmaya râzı olmuştur.
Yürüye yürüye nihayet bir kayanın yanına vardılar, orada her
ikisi de uyuyakaldılar.
Onlar uyurken balık harekete geçti. Zembilden ayrılarak denizin
içine doğru kayıp gitti. Allah-u Teâlâ ondan suyun akıntısını kesti, öyle ki su
kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Her ikisi de bu
manzaraya şaşırdılar. Zira buluşma yerine gelmişlerdi, lâkin farkında
değillerdi.
Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece boyu da yürüdüler.
Aradıklarını bulmak için alâmet olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat
etmek hatırlarına gelmedi.
Sabah olunca Musa Aleyhisselâm genç arkadaşına:
“Yemeğimizi getir, şu yolculukta yorulduk.” dedi.
Halbuki emrolunan yere gelinceye kadar yorgunluk duymamıştı.
Yemek istesin diye, kendisine açlık ve yorgunluk
verilmişti.
Yûşâ bin Nûn, kayaya sığındıkları sırada balığı unuttuğunu,
balığın canlanarak, denizde şaşılacak bir şekilde yolunu bulup gittiğini
gördüğünü söyledi. Bunun içindir ki varacakları yere vardıklarının farkına
varamayarak geçtiler gittiler. Musa Alayhisselâm: “İşte aradığımız o
idi.” dedi. İzlerinin üzerine hemen geri döndüler.
Geldikleri zaman yolda bıraktıkları izleri araştırarak onları
takip ettiler. Çünkü balığın kaybolması, aradıkları zât ile kavuşmanın bir
belirtisi olacaktı. Nihayet balığın canlanıp denize atladığı kayaya kadar
geldiler.
“Derken kendisine nezdimizden bir rahmet verdiğimiz,
tarafımızdan has bir ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu (Hızır’ı) buldular.”
(Kehf: 65)
Bu kul elbisesine bürünmüştü. Musa Aleyhisselâm ona selâm verdi
ve konuştular:
- Burada selâm ne gezer?
- Ben Musa’yım!
- Benî İsrail’in Musa’sı mı?
- Evet! Benî İsrail’in Musa’sı!
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Musa ona: ‘Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da
tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.” (Kehf: 66)
Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm’la karşılaştıktan sonra,
kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu.
Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve yüceliği hususunda en
bâriz delildir. O ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm’a tâbi
olmakla bunu göstermiş oldu.
Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm’a kendi katından bir fazilet
ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde bir takım ilimlerle
mücehhez kılmıştı. Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm’ın ilminden bambaşka
bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. “İlm-i Ledün” ve “İlm-i
Bâtın” gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir
ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble elde edilmez,
mevhibe-i ilâhî’dir. Allah-u Teâlâ’nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği
kimselere verdiği lütfudur.
Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm
yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm’a uymak istedi.
Bu izin istemeye cevap olarak dedi ki:
“Hakikatini kavrayamadığın bir bilgiye nasıl
sabredebilirsin?” (Kehf: 68)
Benimle beraber olduğun zaman bir takım şeyler göreceksin ki,
sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre şeriata muhalif
görünecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle, onları dış görünüşlerine göre
uygun görmeyip itiraz etme gereği duyacaksın.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a şöyle söyledi:
“Ben Allah’ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzere
yürüyorum ki sen onu bilmezsin. Allah’ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.”
(Buhârî)
Musa Aleyhisselâm Ulül-azm bir peygamberdi, Allah-u Teâlâ ile
konuşmuş ve “Kelîmullah” lakabıyla müşerref olmuştu. Fakat Allah-u Teâlâ
onu bu has ilme erdirmemişti. Bu sırra vâkıf değildi.
Musa Aleyhisselâm’ın anlamadığı ilmi sen mi anlayacaksın?
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu ilim verilmedir,
kişide hiçbir şey yoktur.
Hızır Aleyhisselâm’ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u
Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır
Aleyhisselâm’ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledün ilmi” idi.
Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı
için gizli hakikatları ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.
Hızır Aleyhisselâm ilim öğrenmesi şartıyla ona tâbi olmasına
izin verdi. Fakat kendisiyle arkadaşlık yapması esnasında uyması gereken bazı
şartları da istedi.
“O kul dedi ki: O halde eğer bana tâbi olacaksan, ben sana
anlatmadıkça, herhangi birşey hakkında bana soru sorma!” (Kehf: 70)
Musa Aleyhisselâm, takınılması gereken edebe riayet etmek için
onun bu şartını kabul etti. Bunun üzerine kalkıp yola koyuldular.
Her ikisi de gemiye bininceye kadar deniz sahilinde yürüdüler.
Nihayet yanlarından bir gemi geçti. İçindekiler Hızır Aleyhisselâm’ı tanıdıkları
için ücretsiz olarak gemiye aldılar.
Nihayet bir gemiye bindiler. Hızır Aleyhisselâm gemiyi
deliverdi. Musa Aleyhisselâm: “İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin?
Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.” dedi.
Bu gemi her ikisiyle beraber birçok kimseleri taşıyordu.
Zâhiren bakıldığı takdirde bu yapılan hareket hem gemiyi hem de yolcuları
boğulma tehlikesiyle yüz yüze getirebilirdi. Musa Aleyhisselâm bu durum
karşısında, verdiği sözün ne olduğunu hatırlamamıştı.
O bu sözleri söyleyince, Hızır Aleyhisselâm da daha önce geçen
şartı nazik bir şekilde hatırlattı: “Ben sana: ‘Benimle beraber olmaya
sabredemezsin!’ demedim mi?’ dedi.”
Bu yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına
konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Yâ Musa! Benim ilmimle senin ilmin, Allah’ın ilmi yanında
şu serçenin denizden aldığı kadardır.” (Buhari)
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’yı tarif
ediyor. Çünkü o: “En âlim benim.” demişti. Ona kimin en âlim olduğunu
öğretiyor. Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ’dır,
âlim O’dur.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’ın ricası üzerine
mazeretini kabul etti, sahile geldiklerinde gemiden indiler.
Yolculuklarına devam ederken oyun oynamakta olan bazı çocuklara
rastladılar. İçlerinde parlak yüzlü ve sevimli bir çocuk vardı. Hızır
Aleyhisselâm onu perçeminden tuttuğu gibi başını gövdesinden ayırdı.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce dayanamadı, birincisinden daha
şiddetli bir şekilde tepki gösterdi. Verdiği söz kendisine hatırlatılmasına
rağmen şöyle dedi:
“Mâsum bir canı, bir cana karşılık olmaksızın mı öldürdün?
Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!”
Musa Aleyhisselâm hemen kendine geldi, iki defa sözünden
döndüğünü anladı. Son bir fırsat daha verilmesini istirham etti.
Yine yürüyüp gittiler ve nihayet bir memleket halkına varıp,
onlardan yiyecek istediler. Halk kendilerini misafir etmekten kaçındılar.
Halbuki her ikisi de aç idiler.
Derken, orada yıkılmak üzere olan bir duvarla karşılaştılar.
Hızır Aleyhisselâm onu doğrultuverdi.
Eliyle işaret etmek suretiyle, eski hali gibi dümdüz
yapıverdi.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce: “İsteseydin, elbette buna
karşılık bir ücret alırdın.” dedi.
Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir
sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp, boşu boşuna bir iyilik yapmaya
kalkışmak Musa Aleyhisselâm’a mânâsız gibi göründü ve sabrını tutamadı.
Onun için Hızır Aleyhisselâm da: “İşte bu, benimle senin
aramızın ayrılmasıdır.” dedi.
Bu üç meselenin hakikatı Kur’an-ı kerim’de şu şekilde izah
ediliyor:
“Şimdi sana dayanamadığın işlerin içyüzünü haber vereyim. Gemi,
denizde çalışan birkaç yoksula ait idi. Ben onu (tamire muhtaç) ayıplı göstermek
istedim. Çünkü gideceği yerde her güzel gemiyi zorla alan bir kral vardı.”
(Kehf: 78-79)
“Çocuğa gelince; onun ana ve babası mümin insanlardı. Çocuğun
onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. İstedik ki Rableri
onlara o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli bir evlât versin.”
(Kehf: 80-81)
“Duvar ise; o şehirde iki yetim oğlana âitti. Duvarın altında
bu oğlanlar için saklı bir hazine vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin
diledi ki onlar erginlik çağına ulaşsınlar ve Rabbinden bir rahmet olarak
hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın
işlerin iç yüzü budur.” (Kehf: 82)
Kaldırılan perdenin ve ortaya dökülen sırların cezbesi
içerisinde Hızır Aleyhisselâm birden gözlerden kayboldu.
Bu ilâhî beyanlardan anlaşıldığına göre; Musa
Aleyhisselâm’ın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler, hakikatte öyle
değilmiş. Onun hoşlanmaması, hikmetini kavrayamamasından ileri geliyormuş. Öyle
ki o gizli sebepler açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, hiçbir çelişme
kalmıyor.
KÜRSÜ
İlâhi iktidarın tecelli yeri olan Kürsü, emrin ve nehyin
geçerli olduğu mahaldir.
“O’nun Kürsü’sü gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara:
255)
Göklerde ve yerdeki bütün varlıklar, içinden ve dışından bu
Kürsü ile kuşatılmıştır. Bu arada hiçbir zerre bulunmaz ki, orada Allah-u
Teâlâ’nın hükmünün tecelli yeri olan Kürsü’sünün hükmü geçerli olmasın.
Hiçbir şey O’nun kudret ve hakimiyetinden hariç kalamaz.
Gökler ve yer Kürsü’nün içinde, Kürsü ise Arş’ın altındadır.
Kürsü’nün kürsü olması, sırf cisim olmasından dolayı değil, mânevî kuvvetlerin
tecellisine sahne olmasındandır. Kürsü’nün cisimle ilgili olması, Allah-u
Teâlâ’ya cisimlik isnadını gerekli kılmaz. Çünkü bu bir “Oturma nisbeti”
olmayıp “Rablık nisbeti”dir. Bu bakımdan ne Kürsü’nün ne de Arş’ın
Allah-u Teâlâ ile ilgisi, bir yer tutma şeklinde değildir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
“O’nun benzeri bir şey yoktur.” buyuruluyor. (Şûrâ: 11)
Onun yaptığı gibisini yapacak da yoktur.
O ÖYLE BİR ALLAH Kİ!
“Gökleri ve yeri koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O
öyle yüce, öyle azametlidir.” (Bakara: 255)
Gökleri ve yeri korumak, onlarda bulunanları, aralarındaki
her şeyi muhafaza etmek O’na göre çok kolaydır. O’nun zât-ı ehadiyeti bir
meşakkate uğramaktan münezzehtir. O her şeyi murakaba edendir, hiçbir şey O’ndan
gizli değildir, hiçbir şeyin bilgisi O’na gizli kalmaz.
Gerçek koruyucu O’dur, her şey varlığını O’nun hıfz-u
himayesinde sürdürür. Gerçek yücelik ve ululuk O’na mahsustur. O’nun yüceliği
her bakımdan sınırsızdır. Kâinat O’nun yüceliğinin şahididir.
O’nun azametini akıllar kavrayamaz, ululuğunu idrakten âciz
kalır. O nasıl büyükse öyle büyüktür. Her şey O’nun büyüklüğünün şâhididir.