21. Bölüm
İBTİLÂ VE İMTİHAN
PEYGAMBERLERİN İMTİHANI
Hiçbir peygamber yoktur ki imtihandan geçmemiş olsun. Allah-u
Teâlâ o sevdiği seçtiği peygamber kullarından her birini çeşitli şekillerde
imtihanlara tâbi tutmuştur. Kimisi kavmi tarafından hüsn-ü kabul görmeyip
yalanlanmış, alay edilmiş, hakaret ve işkencelere mâruz kalmış; Davut ve
Süleyman peygamberler gibi kimisine bol nimetler verilmiş; Eyyub Aleyhisselâm
gibi kimisini de sıkıntı ve ıstıraplarla imtihan etmiştir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler,
sizin başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?
Başlarına öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi, öyle sarsıldılar ki,
nihayet peygamber ve beraberindeki müminler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’
demişlerdi. Biliniz ki Allah’ın yardımı çok yakındır.” (Bakara: 214)
Onlara verdiği bu ibtilâ ve mihnetleri onlara gazap ettiği için
değil, bir iyilik ve bir mükâfat olarak bahşetmiştir. Onlar ise o ibtilânın
içine ne gibi bir cevher yerleştirildiğini çok iyi bildikleri için, bir ibtilâ
ile karşılaştıklarında hiç şikâyet etmemişler, son derece haz duymuşlardır.
Allah-u Teâlâ bir peygamberi gönderirken birçok hediye-i ilâhî
ile gönderir. Havsalanın dahi alamayacağı nimetlerle, rızıklarla, feyiz ve
bereketlerle gönderir. Bütün insanların rızıklanmasına vesile olurlar. Fakat
insanlar bunu bilmez.
O emanet-i ilâhî’yi taşıyan her peygamber, o yükün altında
inler, ibtilâların her çeşidine maruz kalır, her türlü hakarete uğrar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar
yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler. Nihayet yardımımız
onlara yetişti.” (En’am: 34)
Ona bütün bunlar revâ görülmesine rağmen, o ise ilâhi
hediyeleri ile geldiği için hediye-i ilâhi’yi nasipdar olanlara ulaştırmayı arzu
eder. Bütün güçlüklere, ezâ ve cefalara katlanır.
Âyet-i kerime’de şöyle söyledikleri beyan buyurulmaktadır:
“Bize yollarımızı gösteren Allah’a niçin güvenmeyelim? Sizin
bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız.” (İbrahim: 12)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan
olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara
benzeyen kimselerdir.” (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Mükâfatın büyüklüğü, ibtilânın büyüklüğü nisbetindedir.”
(Tirmizi)
Ashâb-ı kiram’dan Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- der
ki:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- humma hastalığından
yatakta iken yanına girdim. Elimi onun üzerine koyunca, hararetini örtünün
üstünde ellerimle hissettim ve:
‘Yâ Resulellah! Ateşinin hararetine hayret ederim.’
deyince:
‘Biz (peygamberler) böyleyiz. Bizim için ibtilâ kat kat
fazla olur ve sevabı da bizim için (bu derecede) kat kat fazla olur.’
buyurdu.
‘Yâ Resulellah! Hangi insanlar en şiddetli ibtilâya
uğrarlar?’ diye sordum.
‘Peygamberler.’ buyurdu.
‘Onlardan sonra kimlerdir?’ diye sordum.
‘Sonra sâlih insanlardır. Onlardan herhangi biri fakirliğe
cidden öyle mübtelâ olur ki, büründüğü abadan başka hiçbir şey bulamaz ve
biriniz mutlulukla sevindiği gibi onlardan herhangi birisi ibtilâya uğramakla
cidden sevinir.’ buyurdu.” (İbn-i Mâce: 4024)
Resulullah Aleyhisselâm Ve Tâif Yolculuğu:
Kureyşliler Resulullah Aleyhisselâm ve müslümanlar üzerindeki
zulüm ve baskılarını kat kat artırdılar. Bunun üzerine yanına evlâtlığı Zeyd bin
Hârise -radiyallahu anh-i alarak Mekke devrinin onuncu yılında Şevval ayında,
Mekke’ye iki günlük mesafe olan Tâif şehrine gitti. İslâmiyet’i oralarda yaymayı
düşünüyordu.
Tâiflilerle Mekke halkının büyük dedeleri Mudar olduğu için bir
sülâleden idiler. Fakat aralarında rekabet vardı. Bu rekabet Resulullah
Aleyhisselâm’a ümit veriyordu.
Tâif, bağlık bahçelik bir yerdi. Orada bulunan Sakîf kabilesi
putlara tapıyorlardı. Onları İslâm’a çağırmak ölüme gitmek demekti. Fakat o
tebliğ görevini yerine getirmek istiyordu. Tâif’de on gün kaldı, oranın ileri
gelen eşrâfını çağırtarak onlarla konuştu. Kendisinin Allah tarafından
gönderilen bir peygamber olduğunu arzederek Allah’a imana dâvet etti. Fakat
hiçbiri müslüman olmadıkları gibi, kaba ve ters sözlerle teklifi reddettiler.
Gençlerin müslüman olmalarından korktular. “Allah peygamber göndermek için
senden başka kimse bulamadı mı?” dediler. “Kavmin senden nefret etti,
onlar sözlerini kabul etmeyince bize geldin. Vallahi biz de kavmin gibi senden
kaçınır, seni reddederiz!” dediler. “Memleketimizden çık git, nereye
gidersen git!” dediler. En çirkin bir red ile ilâhî dâveti reddettiler.
Alay etmekle başladılar, işi çirkin hakaretlere kadar
vardırdılar. Onu Tâif’ten çıkarmaya mecbur etmekle kalmadılar, içlerinden bir
takım ipsiz, ayak takımından kimseleri kışkırtıp musallat ettiler. Onlar da
yolun iki yanına sıralanıp taş ve sopalarla saldırdılar. Bağırıp çağırıyorlar,
küfürler yağdırıyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm’ın mübarek ayakları ve
topukları kan içinde kalmıştı. Dermansız düşüp oturdukça zorla kaldırıp
yürüttüler, taşlamaya devam ederek gülüşüp eğlendiler. Evlatlığı Zeyd bin Hârise
-radiyallahu anh- de kendisini korumak için çaresizlik içinde vücudunu ona siper
ediyordu. Onun da başı yarılmış, ayaklarından kanlar akıyordu.
Resulullah Aleyhisselâm nihayet yorgun ve bitkin bir halde
Rebiâ’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin yol üstündeki bağına sığınarak
tâkiplerinden kurtuldu. Onlar da çekip gittiler.
Üzgün ve bitkin bir halde bir asmanın gölgesinde biraz dinlenip
sükûnet bulduktan sonra ellerini semâya kaldırdı, şöyle ilticâ ve niyazda
bulundu:
“Ey Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halkın nazarında
hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de
dalına bindiği biçârelerin Rabbi sensin, benim Rabbim sensin. Sen beni kötü
huylu yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline
verdiğin akrabamdan bir dosta bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ey Allah’ım! Senin gadabına uğramayayım da, çektiğim belâ ve
sıkıntılara hiç aldırmam. Fakat senin af ve merhametin bana bunları
göstermeyecek kadar geniştir.
Ey Allah’ım! Senin gadabına uğramaktan, rızândan mahrum
kalmaktan, sana senin o karanlıkları aydınlatan dünyâ ve âhiret işlerini yoluna
koyan ilâhî nuruna sığınıyorum.
Ey Allah’ım! Sen hoşnud oluncaya kadar affını dilerim.
Ey Allah’ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle
kâimdir.”
Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Sakiflilerin yaptıklarını
görmüşlerdi, ona revâ görülen bu kötü muameleye üzüldüler. Aradaki akrabalık
ilişkisi, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gayrete getirdi.
Hıristiyan köleleri Addas ile bir salkım üzüm gönderdiler. Resulullah
Aleyhisselâm, kendisine üzüm getiren köleye İslâmiyet’i anlatarak müslüman
olmasını sağladı.
Daha sonraları buraya bir mescid yapılmıştır.
İbrahim Aleyhisselâm’ın Oğlu İle İmtihanı:
Allah-u Teâlâ’nın halili İbrahim Aleyhisselâm’ın dillere
destan olan imtihanını hiç düşündün mü?
Hadis-i şerif’te bildirildiğine göre İbrahim Aleyhisselâm Burak
ile bir günde Şam’dan Mekke’ye gelip giderdi. (Buhari)
Bu ziyaretlerin birinde Mekke’de iken bir rüyâ gördü. O gün
Zilhicce’nin sekizinci günü idi. Rüyâsında Allah-u Teâlâ ona ilk ve tek oğlu
olan İsmail’i kurban etmesini emrediyordu. Önce bu rüyânın Rahmâni olup
olmadığında tereddüt etti. O güne bundan dolayı “Terviye günü” denilmiştir.
Zilhiccenin dokuzuncu günü aynı rüyâyı tekrar görünce, rüyânın rahmâni olduğuna
dair, yavaş yavaş kendisinde bir kanaat hasıl olmaya başladı. Bunun içindir ki
bu güne “Arefe günü” denilmiştir. Onuncu günü tekrar aynı rüyâyı görünce, artık
bunun kat’i bir emir olduğunu anladı. Oğlunu kurban etmeye karar verdiği için de
o güne, kurban günü mânâsına gelen “Yevm-i Nahir” denilmiştir.
Allah-u Teâlâ Halil’inin tam bir teveccüh ve teslimiyet içinde
olduğunu, onun Allah için her türlü fedâkârlığa katlanabilen numune bir insan
olduğunu göstermek için çok ağır bir imtihana tâbi tutuyordu. Şu kadar var ki
büyük bir imtihan olduğu için bu emri bir defada ve kesin bir şekilde
indirmemiş, arka arkaya rüyada göstermek suretiyle tedrici olarak beyan
buyurmuştur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Çocuk kendisiyle beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Ey
oğulcuğum! Rüyada ben seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’
dedi.” (Saffat: 102)
İsmail Aleyhisselâm babasının bu teklifine hiç tereddüt etmeden
teslimiyet içinde cevap verdi:
“Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat: 102)
Oğlunun bu derece metin olduğunu ve en kıymetli sermayesi olan
canını bile Allah için seve seve verebilecek bir durumda olduğunu gören İbrahim
Aleyhisselâm son derece memnun olmuştu.
“Her ikisi de Allah’ın emrine ram oldular.” (Saffat:
103)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, sıra emrin icrasına
gelmişti.
Beraberce Minâ denilen mevkiye vardılar.
Ciğerparesini bağrına bastı, öptü öptü, yüzükoyun yatırarak
Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmeye hazırlandı. Bu şekilde yatırmasının
sebebi, oğlunun yüz ifadesini görüp şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allah-u
Teâlâ’nın emrini yerine getirememe korkusuydu.
Nihayet vedâlaştı ve bıçağı boğazına çalmaya başladı. Birkaç
kere çaldı ise de bıçak kesmedi. Tekrar tekrar çaldı, fakat yine kesmedi. Her
defasında bıçağın ağzı geri dönüyordu.
Nefeslerin kesildiği bir anda emr-i ilâhi geldi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca biz ona: ‘Yâ İbrahim!’
diye seslendik. Rüyâna sadâkat gösterdin, işte biz iyileri böyle
mükâfatlandırırız.” (Saffat: 103-104-105)
Baba ve oğul tarafından kulluğun en mükemmel numunesi ortaya
konulmuş oluyordu.
İnsan havsalasının alamayacağı, kelimelerle ifade etmeye gücü
yetmeyeceği bu hadise hakkında Âyet-i kerime’de:
“Bu gerçekten apaçık bir imtihandı.” buyuruluyor.
(Saffat: 106)
Öyle bir imtihan ve ibtilâ ki, büyüklüğü apaçık
meydandadır.
İbrahim Aleyhisselâm bu ilâhi nidâyı işitince etrafına baktı.
Bir de ne görsün! Gözleri sürmeli, boynuzlu bir koçla Cebrail Aleyhisselâm
semâdan doğru geliyor.
Âyet-i kerime’de:
“Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.”
buyuruluyor. (Saffat: 107)
İbrahim Aleyhisselâm koçu kurban ederek Allah-u Teâlâ’ya hamd
ve senâsını, şükranlarını arzetmiştir.
Allah-u Teâlâ o zamanda İbrahim Aleyhisselâm’a yaptığı in’am ve
ihsanla kalmamış, kıyamete kadar nesiller ve çağlar boyunca hatırasının
anılacağını Âyet-i kerime’sinde haber vermiştir:
“Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.”
(Saffat: 108)
Müminlerin, hayvanlarını Allah için kurban etmeleri bu
teslimiyet hadisesini kıyamete kadar canlı tutmaktadır.
Teslimiyet imtihanını lâyıkıyla veren İbrahim Aleyhisselâm:
“Bizden selâm olsun İbrahim’e!” (Saffat: 109)
İltifât-ı ilâhi’sine mazhar olmuştur.
Böylesi bir imtihanı başarı ile verdikleri için, her ikisi
hakkında da:
“İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.”
buyurulmuştur. (Saffat: 110)
İbrahim Aleyhisselâm çok büyük olduğu için çok büyük
imtihanlara çekildi. Bütün imtihanları başarı ile kazandı ve Allah-u Teâlâ’nın
çok büyük ihsanlarına nâil oldu.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bir zamanlar Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle
(emirlerle) imtihan etmiş, o ise bunları tamamen yerine getirmişti.”
(Bakara: 124)
İbrahim Aleyhisselâm kendisine emredilenlerin hepsini yapmıştı.
Onun ulaşmış olduğu bu makam gerçekten ulu bir makamdır.
Geçmişi de geleceği de en ince teferruatına kadar hakkıyla
bilen Allah-u Teâlâ, Halil’ini imtihana tâbi tutmakla; kendisinin bildiği, fakat
başkaları için meçhul olan bir hususu açığa çıkarmış, onun ilâhi tekliflere ne
kadar riâyetkâr olduğunu beşeriyete ilân etmiştir.
Sabır Sembolü Eyyub Aleyhisselâm:
Eyyub Aleyhisselâm geniş servete sahip bulunuyordu.
Evlatları, pek çok malı-mülkü, arazisi, bağ ve bahçeleri, her türlü hayvanlardan
sürüleri vardı. Allah-u Teâlâ önce onu bu bol lütuflarla, zenginlik ve
rahatlıkla, sıhhat ve âfiyetle imtihan etti. O ise bunların hiçbirine aldanmadı,
bir an bile gaflete dalmadı, zikrine ve şükrüne bütün ihlâsı ile devam etti.
Dünyalık onu şaşırtmıyor, kulluğunu yapmaya, insanları Allah yoluna dâvet etmeye
mâni olmuyordu.
Daha sonra Allah-u Teâlâ onu ibtilâ ve musibetlere karşı sabır
ve teslimiyette insanlara numune olarak göstermek üzere, büyük bir imtihana tâbi
tuttu. Ona bahşettiği maddi imkânların hepsini geri aldı. Bütün serveti,
malı-mülkü sonuncusuna varıncaya kadar elinden çıktı, çocukları öldü. Kendisi de
şiddetli bir hastalığa yakalandı, vücud-u nebevîlerini ıstırap verici bir
hastalık sardı.
Şu muhakkak ki onun bu hastalığı insanlara nefret verecek,
çirkin görünüş verecek bir hastalık değildi. Zira peygamberler o gibi nefret
verici hastalıklardan korunmuşlardır.
İlahî takdirin bir cilvesi olarak bir takım musibetler ardarda
gelmeye devam ediyordu. Hanımının dışında akraba ve dostları kendisinden yüz
çevirdi, yanına kimse uğramaz oldu. Vaktiyle bir ev halkı gibi geçindirdiği
kimseler, kendisini tanımaz oldu, bütün hakları inkâr edildi.
Aradan seneler geçmiş, hastalığı uzadıkça uzamıştı. O ise
Allah için sabrediyor, sabah-akşam, gece-gündüz Mevlâ’yı zikrediyor, O’na hamd-ü
senâda bulunmaktan ayrılmıyor, ibadetlerini hiç aksatmıyordu. Bu durumu gören
şeytan, onu bu kulluk makamından düşürmek ve imtihanı kaybettirmek için var gücü
ile musallat oldu.
Derdin de devânın da aynı kaynaktan geldiğini çok iyi bilen
Eyyub Aleyhisselâm ise; Allah-u Teâlâ’nın kendisini yalnız bırakmayacağına,
güzel bir sabır bahşedeceğine dair bir inançla Zât-ı Bâri’ye sığındı, şeytanı
şikâyette bir mahzur görmedi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Kulumuz Eyyub’u da an!
O Rabbine ‘Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.’
diye nidâ etmişti.” (Sâd: 41)
Eyyub Aleyhisselâm mal ve servetini kaybetmiş olmaktan, bütün
yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden, böyle acılı bir hastalığa yakalanmış
olmaktan daha çok, şeytanın kendisine durmadan vesvese yoluyla eziyet etmesinden
ve yorgun düşürmesinden yakınıyordu.
Hanımı da dahil olmak üzere, kendisine vefâkârlığını devam
ettiren dostlarına da şeytan türlü türlü vesveseler vermekten geri kalmıyordu.
Şeytanın tahriklerine aldanan bazı kimseler: “Eğer Allah Eyyub’u sevseydi onu
mihnetlere mübtelâ etmezdi.” diyorlardı. Bazıları ise: “Allah Eyyub’da
bir hayır görseydi, bu musibet ona erişmezdi.” diyordu. “Bu kadar senedir
sıkıntı içinde yaşıyor, Allah ona acımıyor, kimbilir ne günah işledi ki
kendisinden bu ibtilâyı kaldırmıyor?” diyenler de vardı. O ise bütün bunları
işitiyor, işittiklerini içine atıyor, hiçbir zaman ümidini kesmiyor, halkı yine
vahdaniyete çağırmaya devam ediyordu.
Allah-u Teâlâ onun iyi bir kul oluşu, Hakk’a yönelip boyun
eğmesi sebebiyle Âyet-i kerime’sinde meth-ü senâ etmiştir:
“Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk. O ne iyi kul idi!
Daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd: 44)
Sabır çağlayanı Eyyub Aleyhisselâm, başına gelen bütün bu
musibetlere biiznillâh-i Teâlâ sabır ve tahammül gösterdi, ibtilâları görmüyordu
bile, çok ıstıraplı günler geçirmesine rağmen, halinden hiçbir zaman şikâyet
etmedi. İtimadını hiçbir zaman sarsmadı. Takdirine rızâ ile boyun eğdi. Sabrını
Mevlâ’sına sığınmakta buldu, “Allah’ım! Sen aldın sen verdin!”
buyururdu. Bütün olanlar sadece sabrını, ümidini, hamdini ve şükrünü
artırdı. Hiçbir ibtilâ ve sıkıntı onu bir an bile Mevlâ’sından alıkoymadığı
gibi, bilhassa yaklaştırdı.
Nihayet takdir edilen süre tamamlanınca, tam bir teslimiyet ve
merbudiyetle ilk ve son olarak naz ile niyaz etti:
“Bana bir dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en
merhametlisisin!” (Enbiyâ: 83)
Bunun ötesinde hiçbir şeyden söz etmedi. Edep ve hayâsının
kemâlinden ötürü hiçbir istekte bulunmadı. İtimadını hiçbir zaman sarsmadı. Her
şeyi Mevlâ’sına bıraktı.
Böyle bir itimat, böyle bir yöneliş içinde iken,
merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hakk Eyyub’unun duâsına icabet
buyurdu, çilesine son verdi, imtihanını nihayete erdirdi.
Ona kendi katından şifâların en güzeli ile şifa vermeyi murad
edince, önce zâhiri sebepleri harekete geçirdi ve:
“Ayağını yere vur!” buyurdu. (Sâd: 42)
Artık vaktin saatin geldiğini anlayan Eyyub Aleyhisselâm,
kemâl-i teeddüble ayağını yere vurdu, yerden su kaynayıp akmaya başladı.
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
“İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su!” (Sâd: 42)
Yerden fışkıran bu şifalı soğuk su ile hem yıkandı hem de kana
kana içti. Bir mucize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden derhal şifâya
ve âfiyete kavuştu, yorgunluğu dinlendi, yüreği soğudu, sapasağlam olarak ayağa
kalktı. Eskisinden daha sıhhatli ve kuvvetli, önce olduğundan daha güzel ve daha
üstün oldu. İlk anda karısı bile neredeyse onu tanıyamayacaktı, gülümseyince
ancak tanıyabildi.
Sabrın ne güzel neticelere vesile olduğuna dair Allah-u Teâlâ
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Biz de onun bu niyazını kabul etmiş, uğradığı sıkıntıyı
kaldırmış, tarafımızdan bir rahmet ve KULLUK EDENLER için bir hatıra olmak üzere
ona hem ailesini hem de kaybettikleriyle beraber bir mislini daha vermiştik.”
(Enbiyâ: 84)
Hakk’a gönülden bağlı olanların mükâfatı budur.
Onun bu imtihan karşısında sabır ve metanet göstermesi kıyamete
kadar beşeriyete bir ibret numunesi olmuştur. Şayet onlar zamanının en faziletli
kulu olduğu halde Eyyub Aleyhisselâm’ın başına gelenleri hatırlarlarsa, dünya
sıkıntılarına karşı teselli bulmuş olurlar. Bir insanın, ne kadar büyük olursa
olsun, bir musibete uğradığı zaman sabretmesi ve sadece Allah-u Teâlâ’ya sığınıp
O’ndan yardım dilemesi gerekmektedir.
EVLİYÂULLAH’IN İMTİHANI
Allah ehline niçin büyük ibtilâlar veriliyor? Sen O’nu
sevdiğini iddia ettiğin için. Senin O’na karşı sevgi dereceni sana göstermek
için.
Bir genç düşün, sevdiği kız uğruna canını dahi fedâ edebiliyor.
Bir ehl-i dünya ki, dünya kazancı için icabında geceleri uykusuz kalıyor. Durup
dinlenmek bilmeden sağa-sola koşuyor. Topladığı malın mülkün muhafazası için de,
canını bile ortaya koyuyor. Sen Hakk için neyini fedâ ettin? O’nun yolunda
nelere katlandın?
Şayet canını dahi veremezsen, değil malını; o zaman bu iddiâdan
vazgeç, bu sahada kusurunu itiraf et ve çekil.
Mihnet, meşakkat, eziyetlere tahammül ve kusurları affetmek...
Bunlar ancak ehline âit işlerdir.
Hakk’ın sevgilileri niçin bu kadar takip ediliyor, eziyet
edilip öldürülmek isteniyor? Böyle azılı düşmanların yanında niçin bu kadar da
sevenleri var? Çünkü onda bir Dürr-i yektâ var, başka hiç kimsede
bulunmayan. Sevenler onun için seviyor onu. Dostu onun için ona âşık. Düşmanı da
onun için ona hased ediyor.
Onlar yaratılışta bir istidat üzerine yaratılmışlardır. Ruhları
pek büyük, çok yüksektir, kimsede bulunmaz. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın
ârifleridir. Bu dürr-i yektâya sahip olanları ehil kimseler hemen tanırlar.
Allah ehli bu dünya âleminde zindan hayatı yaşarlar, gariplik
çekerler. Ömürleri mihnet ve şiddetle, gam ve kederle geçer.
“Dünya müminin zindanıdır.” Hadis-i şerif’i bunların
hâlini anlatır. (Tirmizi)
Kâinatın Gülü:
Allah-u Teâlâ gülü izzetinden, hüsn-i ziynetinden yarattığı
halde üzerinde birçok pirecikleri de halketti.
Eğer Mevlâ onun açmasını murad ettiyse açar ve gönüllere neşe
saçar. Haşarat ona zarar vermez.
Allah-u Teâlâ’nın indinde kâinatın gülü vardır, o da insan-ı
kâmildir. Üzerinde kuvve-i beşerin haricinde bir çok ibtilâlar mevcuttur.
Allah-u Teâlâ açmasını murad etmişse, ibtilâları ona zarar vermez.
Yakınlığı Cefâda Bulanlar:
Allah-u Teâlâ’nın bütün sevgilileri yakınlığı cefâda
buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
İbrahim Aleyhisselâm bu rahmeti ateşin içinde buldu.
Yakup Aleyhisselâm Kenan illerinde evlat hasretiyle ah ederken
buldu.
Yusuf Aleyhisselâm kuyuda buldu, zindanda buldu.
Yunus Aleyhisselâm balığın karnında, karanlıklar içinde
buldu.
Eyyub Aleyhisselâm hasta iken buldu.
Ashâb-ı Kehf saraylarda bulamadıkları bu rahmeti mağarada
buldular.
Allah-u Teâlâ’nın biricik Habibi -sallallahu aleyhi ve sellem-
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ile beraber sığındıkları mağarada buldular.
Ey kardeş! Onlar burada buldular, sen nerede arıyorsun?
Şâh-ı Nakşibend Kuddise Sırruh-:
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz, şeyhi Emir
Külâl -kuddise sırruh- Hazretlerinin kapısına yalın ayak, dikenler batmış,
yorgun olarak varıp içeriye girdiği zaman: “Kim o gelen?” diye sordular.
“Bahaüddin” denince, “Atın dışarıya!” buyurdular. Dışarıya atıldı
ve kapı da yüzüne kapatıldı.
Sultanımız buyururlar ki:
“Nefsim bu durumdan üzülerek serkeşlik yapmak istedi. Ben de
onun kulağını çektim ve dedim ki ‘Ey nefis! Şeyh ne yaparsa haklıdır, ben bu
yolu Allah için kabul ettim.” Başımı eşiğe koydum, sabaha kadar kaldırmadım.
Ertesi günü Şeyh Hazretleri sabah namazına çıkarlarken ayaklarını uzattılar,
boynuma bastılar. ‘Kim bu?’ dediler. ‘Bahaüddin’ denince, ellerini uzattılar,
beni kaldırdılar, içeriye götürdüler. Su ısıttılar, dikenleri bir bir elleriyle
çıkardılar. Sonra üzerlerindeki hil’at-ı şerif’i çıkarıp sırtıma giydirdiler ve:
‘Oğlum bu hil’at sana yakışır.’ buyurdular.
Şeyhimin o hali ile benim o halim hiç gözümün önünden gitmiyor.
Şimdi biz de her sabah evden çıkarken böyle mürid arıyoruz amma, şimdi zaten
mürid kalmadı ki, hepsi şeyh halife oldu.”
Dervişlerin durumu böyle olursa, avamın ve âhir zaman
ulemasının durumu ne olacak?
Öyle kimseler de vardır ki, ilim-irfan mektebine dehalet etti.
Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh’a ulaştı. Gayesine, maksadına nâil
oldu.
Ve fakat bunlar çok azdır. Hacı Bayram Veli -kuddise sırruh-
Hazretlerinin binlerce müridi vardı, fakat imtihana çektiği zaman birbuçuk
müridi çıktı.
İbrahim Ethem -Kuddise Sırruh-:
Hicrî ikinci asırda yaşayan İbrahim Ethem -kuddise sırruh-
Hazretleri Belh şehrinde dünyaya geldi. Başlangıçta Belh sultanı idi.
Bir gece sarayında yatarken damın üzerinde bir gürültü duydu.
“Kim var damda?” diye bağırdı. Bir ses: “Yabancı değil, develerimi
kaybettim de onları arıyorum!” diyordu. Kızgın bir şekilde: “Ey insan!
Kaybolan develeri sarayın damında mı arıyorsun?” diye sordu. Yine aynı ses,
bu defa şöyle diyordu:
“Ey gafil! Sen de Allah’ı atlas yataklar içinde mi arıyorsun?”
İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretlerinin içine bir ateş
düştü, hemen adamlarını çağırdı, her tarafı arattı, hiç kimseyi bulamadılar.
Sabaha kadar uyuyamadı.
Sabah divan kuruldu, erkân ile memleket meselelerini
görüşüyorlardı. İçeriye birdenbire heybetli bir adam girdi, tahtın yanına kadar
geldi.
Onunla şöyle konuştular:
-Ne istiyorsun, sen kimsin?
-Yolcuyum, bu handa konaklamak istiyorum.
-Çekil git! Burası han mı? Benim sarayımdır!
-Senden evvel burada kim vardı?
-Babam.
-Ya ondan evvel, ondan evvel?..
-Dedelerim.
-Onlar ne oldular?
-Öldüler.
-İşte benim dediğim. Birinin göçüp öbürünün konduğu yer han
değil de nedir?
Ve o heybetli adam hızla geriye dönüp divan odasından çıktı.
İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri hızla peşinden koştu, fakat nereye
baktıysa bulamadı.
Can sıkıntısıyla bir gün de maiyyetiyle beraber ava gitmişti.
Bir avın izini takip ederken onlardan ayrıldı. Tam avını vuracağı sırada
gaiplerden bir ses duydu. “Ey İbrahim! Vallahi sen bu işler için
yaratılmadın!” diyordu. Bu ses üç kere tekrarlandı.
Bu üç hadise arka arkaya gelince içi titredi, intibaha geldi.
Artık ne saray, ne taht, ne de mal mülk!
Bir çobana rastgeldi. Çobanın yünden yapılmış kepeneği ile
kendi elbisesini değiştirdi ve memleketinden ayrıldı. Nasuh bir tevbe ile tevbe
etti.
Memleketini, dostlarını, her şeyini terk ettikten sonra diyar
diyar gezdi. Helâl kazanç ve nefsini tezkiye için dağlardan sırtıyla odun
toplayıp pazarlarda sattı. Hamamlarda müslümanların kirlerini yıkayacak kadar
nefsini alçalttı.
Daha sonra Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Orada Süfyân-ı Sevrî
-kuddise sırruh- ve Fudayl bin İyaz -kuddise sırruh- gibi zâtlarla görüştü,
sohbetlerde bulundu. Bir mürşidin rehberliğinde Allah yolunda mesafeler
katetti.
Oradan Şam’a geçti, vefatına kadar orada kaldı ve elinin emeği
ile geçindi.
Bir sultan iken, ulvî hayata nâil olmak için, dünya
sultanlığından vazgeçti, Allah-u Teâlâ’yı tercih etti.
Birisi ona kabul etmesi ricasıyla bin altın takdim etmişti.
Buyurdu ki:
“En hakir bir şeyle adımızı dervişlik kütüğünden kazımak mı
istiyorsun?”
Bir gün hamama gitmişti. Çıkarken para istediler. “Param
yok.” dedi. “Paran yoksa hamama niye girdin?” dediklerinde vecde
geldi ve bayıldı. Kendisine gelince, niçin bu hâle büründüğünü
sorduklarında:
“Boş el ile şeytan evine koymuyorlar, Rahman evine amelsiz
nasıl girebiliriz?” cevabını verdi.
İşte süflî hayatı bırakıp ulvî hayatı tercih edenlerin âkıbeti
budur.
Dikkat edilirse büyük zâtlar hep böyle büyük imtihanlardan
geçtiler.
Tasavvura Sığmayan İbtilâlar:
Birçok müridler hayatları boyunca Fenâfişşeyh’te kalır. Nasibi
varsa Fenâfirrasul’e de Fenâfillâh’a da geçer.
Fenâfişşeyh’te tâlim ve terbiye görüp nefsini tezkiye edecek
ki, varlığını ifnâ edebilsin. Fenâfişşeyh oluncaya kadar sülûk yolunda bir mürid
birçok terakkiler seyreder. Allah-u Teâlâ her terakki yolunun üzerine bir ibtilâ
engeli koymuştur. O engeli aşabilen, oradaki mükâfata nâil olur.
Bu ibtilâlar bazen canla, bazen de malla olur. Akla-hayale
gelmeyecek ibtilâlar gelebilir. Bu ibtilâyı, bu engeli aşamazsa terakkî
edemez.
Anlatılamayacak kadar, tasavvura sığmayan ibtilâ dalgalarını
ancak mürşidine karşı göstereceği teslimiyet, sevgi, saygı, hürmet sebebi ile
aşabilir.
Bir müridde bu haller olacak ki mürşid ona himmet etsin. Başka
türlü himmete nâil olamaz.
Mürşidin himmetiyle, müridin de azim ve gayretiyle, ihlâsı ve
ubudiyeti ile hem en ağır ibtilâları geçer, hem de tecelliyât-ı ilâhî’ye nâil
olur. Anlatılmayacak kadar ibtilâ, anlatılmayacak kadar tasavvurun haricinde
gizli tecelliyât başlar.
Öyle esrarlar bildirirler ki, meselâ karınca bir havuza düştüğü
zaman bir deryaya düştüğünü zannettiği gibi, mürid de bu tecelliyâtların içine
girdiği zaman, mânen deryada yüzdüğünü zanneder. Herşeyi bildiğini, melekler
âleminin sırlarına vâkıf olduğunu sanır.
Bu tecelliyâtlar o kadar devam eder ki, mektebin her sınıfının
dersi ve tecelliyâtı ayrı ayrıdır. Bir sınıf bitince ikinci tecelliyâtı koyarlar
ve dersi değişmiş olur.
Artık onun ibtilâsı değişir, zikri değişir. Bu hâller
Fenâfişşeyh’e erinceye kadar devam eder. Fenâfişşeyh’e vardığında fâni olur.
Daha önce kendisinin bir fazilet sahibi olduğunu, birşeyler bildiğini, birşeyler
gördüğünü sandığı gibi, perde aralanınca aslını görür. Meğer bir damla kerih
sudan ibaret imiş, bildikleri zandan ibaret imiş. Bunlar tarikat oyunlarıdır,
müridi böylece yetiştirmeye başlarlar.
Fakir der ki:
“Tasavvuf nedir?
Bir ilim-irfan mektebidir, alınmakla girilir.
Hülâsâ mânâsı nedir?
Koca bir adam olarak girdim, zerre hakir olduğumu
bildim.”
Seyr-ü sülûke çıkanlar ancak ve ancak imtihandan sonra
mahviyete inerler ve sülûke devam ederler.
Bu hakikat, Fenâfişşeyh’te yok olduğu zaman, Râbıta sayesinde
bilinir.
Fenâfirrasul’de murakabalar sayesinde yokluğunu yok eder.
Fenâfillah’ta ise gerçekten hiç olduğunu anlar. O hiçlikten
sonra ikinci bir varlığın husule gelmesi mümkün değildir.
Bir tohum yer altında bulunarak büyüyüp kemâl bulduğu, yavaş
yavaş bitki olduğu gibi; bir derviş de ayak altında yavaş yavaş tekâmül eder.
Çünkü derviş demek, kapı eşiği demektir. Boynunu eğmiş, başını top etmiş, her
ibtilâya tahammül ediyor. Hiç şüphe yok ki tekâmüliyet pişmekle kaimdir. Bunu da
pişirecek şey ibtilâdır.
Onun içindir ki sabırla, sükut ile, ihlâs adımlarını yavaş
yavaş atarak onu merdivenden çıkarırlar.
Allah-u Teâlâ lütfunu ibtilânın içine koyuyor. O ibtilâyı
hazmedersen, o lütfa mazhar olursun.
Bir arkadaşın var, elindeki bir şeyle sana vursa kızar mısın?
“Kızarım.” Amma dese ki: “Bunun içinde altın var, senin olsun!”
derse ne yaparsın? “Sevinirim.” İşte ibtilâ budur. Allah-u Teâlâ sana
vurur, verir. Amma mükâfatı ile beraber verir. İbtilâsız hiçbir şey
verilmez.
Merdiveni çıkmak isteyen ibtilâlara hazır olsun,
kendisini gelecek ibtilâlara hazırlasın.
Tarikat-ı aliye’de ibtilâ gıda gibidir.
İBTİLÂ VE İMTİHAN
Hayat ve Ölüm:
Mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları dünya
sahnesine denemek için göndermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve
O’nun her şeye gücü yeter.” (Mülk: 1)
Gökte ve yerde hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz, dilediğini
yapmakta hiç kimse O’na mâni olamaz. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti
sonsuz ve sınırsızdır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek
için ölümü ve hayatı yaratandır. O Aziz’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk:
2)
“Amelin en güzel” olması liveçhillah, yalnızca Allah
için olması demektir. Doğru olması Rızâ-i ilâhi’ye uygun olması demektir.
Allah-u Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu.
Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün
diye sahneye göndermiştir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi
bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat
yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar
hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu
için, müslümanlar hakkında hayat gibi bir nimettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek.” (Nahl:
70)
Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi,
yaşlınız da bunu öne alamaz.
İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi
zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sağlıkla
imtihandan geçmektedirler.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayete göre,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında yer üzerine
değnekle bir kare çizdi. Onun ortasından yana doğru bir çizgi çekti. Bu çizgiden
de yukarıya, aşağıya birkaç hat çekti ve buyurdu ki:
“Şu insandır. Şu da insanın ecelidir ki, insanı tamamen
kaplamıştır. Şu ecel çizgisinden dışarıda kalan hat ise insanın gayesidir.
Dışarıya uzanan hattan aşağı ve yukarı çıkan hatlar ise insanın
başına gelecek âfetler ve musibetlerdir. İnsan bunun birini geçerse bir başkası
gelir. Onu da geçerse bir başkası.
Onu da geçerse ecel gelip çatar.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh:
2164)
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile Evliyâullah Hazerâtının
ibtilâları çok şiddetli olur. Fakat hiç şüphe yok ki müslümanlardan her biri de
derecesine göre ibtilâdan ve imtihandan geçer.
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla
imtihan etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek
imtihan olacaksınız.” (Âl-i imran: 186)
İmtihan ve deneme çoğu zaman zor ve ağır olan şeylerde
olur.
“Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan,
canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz.” (Bakara:
155)
İbtilâlara sabredip ilâhî hükme teslim mi olacaksınız, yoksa
olmayıp isyan mı edeceksiniz? Böylece bu durum ortaya çıkmış olacak.
Çünkü imtihan bir mihenk taşı gibidir, kişinin iç durumu
imtihan neticesinde anlaşılır.
Bu sıkıntıların her birini çekmekle mükellef bulunmak, hiç
şüphesiz ki mümini ahirette çok büyük nimetlere ulaştıracaktır.
“Resulüm! Sabredenleri müjdele!” (Bakara: 155)
Sabredenler bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip
Allah-u Teâlâ’ya sığınan ve yönelenlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: ‘Biz Allah
içiniz ve biz O’na döneceğiz.’ derler.” (Bakara: 156)
Bu bir teslimiyettir ve Hakk’a boyun eğmektir. Bunu yalnız dil
ile değil bütün kalıbı ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise
bundan daha üstündür.
Böylece O’ndan çıkacak ilâhî hükmü peşin olarak kabul ettikleri
gibi, vakti gelirse O’na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar.
Onların bu samimi itirafları ve ihlâsla yönelmeleri neticesinde
Allah-u Teâlâ onlara iltifatta bulunmaktadır:
“İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır,
yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete
erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.
Kadere Rızâ Göstermek:
Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk
göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı
Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde
şöyle buyurmuşlardır:
“Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve
şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de
yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizi: 2145)
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak
ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır.
Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah
bir topluluğu sevdiği zaman şüphesiz ki onları ibtilâlarla imtihan eder.
Kim ki rızâ gösterirse Allah’ın rızâsı o kimseyedir. Kim de
öfkelenirse, Allah’ın gazabı o kimseyedir.” (İbn-i Mâce: 4031)
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir. İnsanın
ibtilâdan kaçması, onu istememesi boşunadır. Takdir ettiği ibtilâ muhakkak
başına gelecektir. Kula düşen Hakk’a sığınmak ve bitmesini beklemektir. Damlaya
damlaya biter, sonra gider, sonu hayırla neticelenir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki biz sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden
cihad edenlerle sabır gösterenleri meydana çıkaralım.” (Muhammed: 31)
İlâhî emirlere uyarak, değil malını, canını bile ortaya koyan,
isteye isteye ortaya atılan, en şiddetli ibtilâlara karşı sabır göstererek ilâhi
takdire teslimiyette bulunan müminler belirlenmiş olsun.
Allah-u Teâlâ öyle bir imtihan tertip eder ki, bu imtihanda
hakiki müminler ortaya çıkar, münafıklar da rezil ve rüsvay olurlar.
Bu imtihan bilgi edinmek maksadıyla değil, bilgilendirmek
kabilindendir. Allah-u Teâlâ insanların ne yapacağını ilm-i ezelîsinde
biliyordu. Onların da bilmesi için imtihan sahnesine göndermiştir.
“Ve haberlerinizi de açıklayalım.” (Muhammed: 31)
İman ve sadakatinizle, yaptıklarınızla ilgili haberleri ortaya
döküp beşeriyete ilân edelim de güzellikleriniz açığa çıkmış olsun. Çünkü haber,
haber verilen şeye göredir. Haber verilen şey iyi ise, haber de iyidir, kötü ise
haber de kötüdür.
Nitekim İbrahim Aleyhisselâm’ı oğlu İsmail’i kurban etmekle
imtihana çekmiş, o ise sadâkatini en güzel şekliyle ispat etmişti. Allah-u Teâlâ
o zamanda İbrahim Aleyhisselâm’a yaptığı in’am ve ihsanla kalmamış, kıyamete
kadar nesiller ve çağlar boyunca hatırasının anılacağını Âyet-i kerime’sinde
haber vermiş ve:
“Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.”
buyurmuştur. (Saffat: 108)
Bu ve buna benzer birçok misaller vardır.
Kâinat da İnsan da Kâğıttır:
Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz’da ne ki
yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir?
Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı
silemezler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Kim Allah’ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da
ondan râzı olur.” buyuruyorlar. (Câmiüs-sağir)
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki
takdirini Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir
musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap’ta yazılmış olmasın.”
(Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ’nın lütfu olduğu
gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
“Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” (Hadid: 22)
Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin
etmek O’na güç değildir.
Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda
hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi
yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir
faydası vardır.
Bu husus Âyet-i kerime’de şöyle beyan buyurulmuştur:
“Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah’ın size verdikleri
ile sevinip şımarmamanız içindir.” (Hadid: 23)
Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten
maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de
yerilmektedir.
Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan
olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve
heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice
gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönüllerini Allah-u
Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam;
olmayan bir iş için ‘Keşke olsaydı!’ dememden bana daha sevimli
gelir.”
Her nimet ve musibetin takdirle olduğunu bilen bir kimse,
kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların
pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez,
elde edilen de sevinmekle devam etmez.
“Allah kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.”
(Hadid: 23)
Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla
başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.
Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabbine ihtiyaç
hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı
kaybetmiş olur.
Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve
yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretlerine yönelip, sebeplerini
halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ’dan istemelidir.
Hayır ancak Allah-u Teâlâ’nın kudret elindedir. Hayrı da şerri
de ancak O bilir. Biz iyilikleri O’ndan isteyeceğiz. Her şey O’nun takdirine
dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.
Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır.
Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın
başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer. Nasıl takdir
etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok,
endişeye de lüzum yok.
Kul bütün iyiliklerini Hakk’tan bilecek, kötülüklerini ise
kendi nefsinden. Kula düşen budur.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp
hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram
hazerâtının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve
kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ’dan niyaz etmek de O’na olan merbudiyete,
O’nun takdirine teslimiyete mâni değildir.
•
Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u
Teâlâ’dan ümidini kesmemeli, bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre
kapılmamalı, O’ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Başına gelen bir musibetten dolayı hiç kimse ölümü
istemesin. Eğer istemekten başka çare yoksa: ‘Allah’ım! Benim için yaşamak
hayırlı ise beni yaşat, ölüm daha hayırlı ise beni öldür.’ desin” (Müslim:
2680)
Onun bu ilticası, sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık
gelmez. Allah-u Teâlâ’ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.
Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine
rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona da bir çıkış yolu gösterir.
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder,
düştüğü darlıktan kurtulacağı bir çare gösterir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden
kaldıracak O’dur.” (Yunus: 107)
O’ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kadir değildir. O’nun
yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç
yoktur.
“Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni
olamaz.” (Yunus: 107)
Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise
bir takım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.
Hikmeti gereğince O’nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına
ulaşır.
“O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır,
merhametlidir.” (Yunus: 107)
İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete,
esenliğe eriştirir.
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve
felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler, bu sabırsızlıklar
imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.
Sabır şuna denir ki, hâlini kimseye bildirmez, sadece Hakk’a
sığınır. Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa,
Sahib’ini şikâyet ediyor demektir.
Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer. Takdir edilen ibtilânın
bitmesini gözetlemek düşer. Bir akarsuya bakın ki, taşlara vura vura gidiyor,
hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çer-çöp olan
şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de su gibi olalım ki yolumuza devam edelim.
•
Kul herşeyden önce Hakk’a sığınmalı ve şöyle niyaz
etmelidir:
“Allah’ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat
o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden
gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de
bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi
lütfet.”
Allah-u Teâlâ’ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ
anında kişinin içi dışarıya çıkar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah’tan yardım
isteyin.” diye emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)
Sabır, başa gelen ibtilânın geçmesi için Allah-u Teâlâ’nın
yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız kişiler her zaman darlık
içindedirler. Onların dünyevî hadiselere hiç dayanıklılıkları yoktur. Herşeyi
isterler, herşeyden rahatsız olurlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Yoksa insan her umduğu şeye sahip mi olacak?”
buyuruyor. (Necm: 24)
Her canının çektiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali
gerçekleşecek değildir.
Bu gibi kimseler az bir yokluk görünce tahammül edemezler.
İlâhî İzin Olmayınca:
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı
gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin
gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En
hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi
dilemişse:
“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.”
(Teğâbün: 11)
Âyet-i kerime’si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl
kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için
Allah-u Teâlâ’nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap
almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler
de ancak Allah-u Teâlâ’nın izni ve iradesi iledir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden
bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna
batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü
hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile
efradında, çocuklarında da olabilir.
“O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)
Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz.
Bu da O’nun rahmetinin bir eseridir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun
sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de
yükseltir.
•
Hiçbir şey yoktur ki ibtilâsız verilmiş olsun. Seneler önce,
üzgün bir anımızda Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin bir
kitabından bir sayfa açtık.
“Ey derdine derman arayan, yetmez mi sana derman için
dert,
Derdine derman arar isen ölümü tercih et.”
Mısraları karşımıza çıktı, bize büyük teselli verdi. Meğer
derman için dert kâfi imiş.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretlerimizin
beyanları da ne kadar güzel:
“Muhabbet erbabının yolunda âsâyiş bulunmaz,
Gönlü yanık âşığın hazzı elemlerdir.”
Yol böyle, böyle kurmuşlar, böyle murad etmişler. Çünkü
ihlâs ile sadâkat imtihanda belli olur. İnsanlar her zaman imtihandadır,
ibtilâdadır. Kazanan kazanır, kaybeden kaybeder. Güzellik anında bakarsınız
herkes güzel, ibtilâ anında ise kimin içinde ne varsa o meydana çıkar.
Kulluk imtihan neticesinde belli olur. Orduda bir subay büyük
bir yararlılık gösterince, rütbesi bir anda yükseldiği gibi, bir kul da başına
gelen ibtilâya sabrettiği zaman kulluğunu göstermiş, derecesi yükselmiş
olur.
Seyr-ü sülûk esnâsında hedefe çabuk varmak için, insan bazen
hususi imtihana tâbi tutulur, ibtilâya maruz bırakılır. Çünkü ibtilâ sâliki
kendiliğinden ilerletir.
Hayır ve Şer Karşısında İnsanlar:
Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği
için, Allah-u Teâlâ’ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka
bir çare yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir
ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz
bilmezsiniz.” (Bakara: 216)
Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik
ve kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele ve
çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ’dır.
İnsanın teslimiyeti tam olursa, bir dere geçileceği zaman, onu
geçmeden önce hazırlarlar. “Geç!” denildiği zaman düşünmeden geçer.
Halbuki o geçmemiştir, önceki hazırlıktan ötürü geçirilmiştir. Fakat hazırlıklı
olmayanın karşısına küçücük bir dere çıkar. Ona “Geç!” derler. “Ben
burada düşerim!” der. “Düşerim!” dediği anda düşer zaten.
İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ’nın kişiyi ne ile
imtihana çekeceğini bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi
derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan
bilir.
Hıfz-u Himaye:
İnsan: “Ben iman ettim!” der, fakat herhangi bir
imtihana çekildiğinde ne iman kalıyor ne de iz’an! Deniz sakin olduğu zaman
durumu çok güzel, dalgalandığı zaman bocalama başlıyor. İbtilâya sabredemeyip
tahammülsüzlük başladığı zaman içi dışına çıkıyor.
İman odur ki, Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o
boynunu Hakk’a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir
ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır: İhlâs-ı kalbiyye
ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa iltimas-ı ilâhî’ye mazhar olunur. İmtihana
tutulmazdan önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu
için geçiverir.
Fiili imtihan olduğu gibi, hâli imtihan da olur. Hâli imtihan
âni olduğu için, insanın aklının çalışmasına fırsat olmaz.
Fakat daha önce doldurulmuş olan kimse hemen geçiverir. Fiili
imtihana çekildiğinde de, tutulması sebebiyle kurtulur. Diğeri aklını
işletinceye kadar o geçmiştir bile. İşte bunlar mutlu insanlardır.
Anlaşılıyor ki ancak hıfz-u himayeye girenler kurtuluyor.
Diğerleri ise yürüyormuş gibi görünüyor amma, bir fırtına koptuğu zaman hepsi
yıkılıyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım
isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 153)
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimize bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca
hemen namaza başlar ve bu Âyet-i kerime’yi okurdu.
Namaz; zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî
yardımın celbedilmesinde en büyük âmildir.
En Önemli Kulluk Görevi: İstiâze:
İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir.
Şeytandan, kötülük ve şerlerden, haramlardan, günahlardan, cehennemden...
Allah-u Teâlâ’ya sığınmak, kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a sığın!..” buyuruyor. (Mümin: 56)
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına
başvurulacak yegâne mâbud O’dur.
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği
için, insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş
bulunmamaktadır.
İstiâze; Allah-u Teâlâ’ya yaklaşanların vasıtası, O’ndan
korkanların sarıldığı ip, suçluların barınacakları çare, musibete uğrayanların
merciidir. Kalp ve ruhu şeytanın istilâsından kurtarmaya ve Allah-u Teâlâ’nın
hıfz-u himâyesi altına girmeye vesiledir.
İstiâze “Firâr-ı ilâllah” makamıdır. Şirkten Tevhid’e,
küfürden imana, zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyâdan ihlâsa, kibirden
tevâzuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adâvetten muhabbete,
tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba... kaçıp
sığınmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a kaçınız.!.” buyuruyor. (Zâriyat: 50)
O’nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O’na itimat
ve teslimiyette bulunun.
Bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına
eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru
bir yola iletir.” (Mâide: 16)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah
dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u Teâlâ’ya
tevekkül etmişler, huzuru O’na sığınmakta bulmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Felâk ve Nas sûre-i şerif’lerinde kendisine
sığınmayı tavsiye buyurmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Güçlü bir iman ve yakîn duygusu ile bu zikr-i şerifin
tekrar ve tilâvetine devam olunsa, mal ve can üzerine gelmesi muhtemel olan
musibet ve tehlikelerden insanı korur:
“Allah bana yeter. O ne güzel vekildir.” (C. Sağir)
Hastalık ve Tedavi:
Sağlığımızın korunması dini bir vecibedir. Sağlığı
korumak lâzım geldiği gibi, hasta olunca da sabretmek, maddi ve mânevi çarelere
başvurarak tedavisine çalışmak da vazifemizdir.
Şu kadar var ki; tedavi olurken, hakiki şifa verenin Allah-u
Teâlâ olduğuna inanmak, doktoru ve ilacı sebep kabul etmek lâzımdır.
Dinimiz tedaviyi emretmiştir, sağlığını korumayan kimse
günahkâr olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir ağacın
altında oturuyordu. Ashâb-ı kiram’ı da etrafını sarmıştı. Bir ara hastalıklardan
ve dertlerden bahsederek şöyle buyurdu:
“Mümine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifâ verirse,
bu hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret olur.
Şayet münafık hastalanır, sonra da kendisine âfiyet verilirse;
o, sahibi tarafından bağlanıp da salıverilen, fakat niçin bağlandığını, niçin
salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir.”
Orada bulunanlardan bir zât:
“Yâ Resulellah! Hastalık nedir? Ben aslâ hiç
hastalanmadım.” diye sorunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:
“Kalk! Sen bizden değilsin.” buyurdu. (Ebu Dâvud:
3089)
Hadis-i şerif münafığın hastalıktan ders almayacağını, tevbeye
yönelmeyeceğini, hastalığının ne geçmişteki hatalarının affı hususunda, ne de
gelecekte günah işlemek hususunda bir fayda temin etmeyeceğini ifade
etmektedir.
Atâ bin Ebî Rebah -rahimehullah- der ki:
“Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bana: ‘Sana
cennetlik bir kadın göstereyim mi?’ dedi. Ben de: ‘Evet göster!’ dedim.
‘İşte dedi şu siyah kadın var ya, o Resulullah Aleyhisselâm’a
gelip ‘Ben saralıyım, nöbet gelince üstümü başımı açıyorum, Allah’a benim için
duâ ediver de hastalıktan kurtulayım.’ dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Dilersen sabret, sana cennet verilsin, dilersen sana şifâ
vermesi için Allah’a duâ edivereyim!” buyurdu.
Kadın: ‘Öyleyse sabredeceğim, ancak üstümü başımı
açmamam için Allah’a duâ ediver.’ dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
de kendisine duâ etti.” (Müslim: 2576)
Ve kadın bir daha açılmamıştır.
Zahirî hastalıklar zararlı gibi görünür, insanın nefsine ağır
gelir, fakat faydası daha çoktur. Hadis-i şerif’te kul için hastalıkların
Allah-u Teâlâ tarafından hediye olduğu beyan buyuruluyor.
Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Allah, mümin kulunu hastalığa mübtelâ eder ki, üzerindeki
bütün günahları döksün.” (Hâkim)
Allah-u Teâlâ kulundan kuvvetini ve lezzetlerini alırken,
günahlarını da alıyor.
Daha sonra şifâsını vererek birçok nimetlerini mükâfatı ile
beraber yine iâde ediyor.
Hastalık, insana ölümü hatırlatır. Yönünü ebedî ahiret yurduna
çevirmesine sebep olur. Tûl-i emeli, dünyaya muhabbeti azalır, ümitleri kırılır.
Bazı hastalıklar da vardır ki şehidliğe vesile olur. Zararı ise kişiyi ibadetten
alıkoyar.
Mühim olan mânevi hastalıklardır.
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar,
insanın ebedî hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir. Hususiyetle ve öncelikle
bu hastalıkların tedavisine ağırlık vermek lâzımdır.
Zâhirde Acı, Bâtında Tatlı:
Çiçeklerin en güzeli güldür, onun da dikeni vardır. Onun için
hakikat yolu ibtilâlıdır, fakat en tatlısı da o ibtilâdır.
Görünüşte ibtilâ acıdır, tatlı oluşunun sebebi nedir?
İbtilâ ile nefis ölür, ruh dirilir. İbtilâ içinde bulunan insan
gariptir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi’de:
“Ben kalpleri kırık olanların yanındayım.” buyuruyor.
(Tirmizi)
İbtilâ sebebi ile çok ağlama olur. Çok ağlayanları da Allah-u
Teâlâ çok sever. Cam su ile temizlenir, gönül kirini gözyaşı siler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kalbi mahzun olanları şüphesiz ki Allah sever.”
(Münâvî)
Fakat biz insanlar hiç ağlamak istemeyiz. Hep neşelenmek
isteriz. Çünkü nefsimiz öyle ister.
“Rahat arayayım.” demek hatadır, çünkü dünya yaşama yeri
değildir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında hasır üzerinde
uyumuşlardı. Uykudan kalktığında, hasırın vücudunda iz bıraktığı görüldü.
Bunun üzerine orada bulunanlar:
“Yâ Resulellah! Sizin için yatak tedarik etsek olmaz mı?”
diye sorunca:
“Benim dünya ile ne işim var? Ben, dünyada bir ağaç altında
gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.” buyurdu. (Tirmizi)
Eğer Allah’ımız bizi rahatlığa bırakırsa bizimle alâkayı kesmiş
mânâsı anlaşılır.
Bunun için evliyâullah, ibtilâdan azıcık uzaklaştıkları zaman:
“Acaba ne suç işledik ki Allah-u Teâlâ bizimle alış-verişi kesti?” diye
düşünürler.
Hayat dalgalıdır. İnsan bir gün güler, üç gün ağlar. Bir insan
her gün gülüyorsa ondan uzaklaşmak lâzımdır.
İbtilâ Rızık Gibidir:
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek
imtihan olunacaksınız.” (Âl-i imran: 186)
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise
imtihanı artırılır.
Rızâ gösteren kulundan da râzı olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kim Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve taksiminden râzı olursa,
Allah da ondan râzı olur.” (C. Sağîr)
Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk
göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
İnsan için kader yayından atılan oku müdafaa hususunda, rızâ
gibi bir zırh ve kale bulunamaz.
•
Ezelde takdir edilen ibtilâlar, rızık gibi kulun başına mutlaka
gelir. Kul imtihan sahnesinde olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Sahnedeki
oyuncu olduğunu bilmeli ve: “Bu derdi veren Allah’ım, beni deniyor.” diye
de sevinmelidir. O verdi, O biliyor. Şu hâlde O’nu O’na şikâyet mi edelim?
O Mevlâ ki; Hadis-i kudsi’de:
“Bir kimse hükmüme râzı olmaz, verdiğim belâlara sabretmezse
kendisine benden başka bir sahip arasın.” buyuruyor. (C. Sağîr)
O’ndan gelene bütün kalbimizle teslim olacağız. Nefis ise bu
noktada hiç durmaz. İşine gelmediği yerlerde: “Bunu haksız yaptın.” gibi
vesveselerle Allah-u Teâlâ’ya bile karşı çıkmak ister.
Bu küçülüşlere kişi tahammül edemediği için, terakki edip
yükselmesi de mümkün olmuyor. Tasavvufun şartlarından birisi de cefâya sabır,
eziyetlere tahammüldür.
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz buyururlar
ki:
“Derviş yük çeken ata benzer, yükledikçe çeker, yükledikçe
çeker...”
Yükten maksat ibtilâdır. Meselâ sırtımızda bir heybe ile
yürüyoruz. On kilo yük koydular, biraz sonra beş kilo daha koydular. Biz
yolumuza devam ediyoruz. Beş kilo, on kilo... derken yük ağırlaşıyor. Nihayet
elli kilo olunca artık iyice ağır gelmeye başlar. Nefse mânevî yük ağırlık
verir. O anda, o elli kilo yükün altın olduğunu ve bize verildiğini söyleseler,
sırtımızda yük diye bir şey kalır mı? Kalmaz ve hemen hafifler değil mi? Çünkü o
altın, nefsin arzusu olduğu için, madde hırsı o yükü hafifletir.
Her bir ibtilâ yükünün içine Allah-u Teâlâ’nın mânevi bir
cevher yerleştirdiğini bilsek o yükten kaçınır mıyız, yoksa severek mi
yükleniriz? Çünkü o yükün içinde hayat-ı ebediyenin sermayesi var. Heybeyi
atarsak bu sermaye kaybolacak. Yükle beraber sımsıkı tutarsak, belki ahiret
saâdetini tamamen satın alacak bir sermayeye sahip olacağız.
Nefislere ağır geliyor, yoksa Allah-u Teâlâ ne yüklettiyse bir
kimsenin menfaati içindir. O öyle dilemiş, o cevheri yakıcı ateşin içine
yerleştirmiştir.
•
Şu hakikatı duyurmaya çalışıyoruz ki; Allah-u Teâlâ mükâfâta
nâil etmek istediği kulunu önce imtihana tâbi tutar, imtihanını veren kullarını
da bol ihsanlara nâil ve dahil eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada iken ibtilâların her türlüsüne katlanan kimselere
kıyamet günü mükâfatlar verilirken, huzur içinde sarsıntısız bir ömür
geçirenler, kendilerinin dünyada derilerinin makaslarla doğranmış olmasını
temenni edeceklerdir.” (Tirmizi)
Rahatlıkta gaflet vardır. Rahatı musibet, ibtilâyı nimet
bilmelidir. Zâhiren sıkıntı gibi görünen nice ibtilâlar vardır ki, içinde mânevi
bir hayat gizlenmiştir. Allah-u Teâlâ sevmediği kulunu nefsin arzuları ile
yaşatır. Onun da zaten arzusu oydu. Böylece hayatını idame ettirir. Hakikatten
haberi olmaz. Günâh ve isyan yüklerini sırtına yüklenerek mahşere varır.
Sevdiklerinden de hiç ibtilâ eksik olmaz. Kötü olsaydı, Habib-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de vermezdi. Mümin her ibtilânın
arkasından mükâfatına kavuşur, ibtilânın içinde saklı olan o gizli mücevherâtı
alır. İşte bunun içindir ki sıkıntılara alışmak lâzımdır.
•
Hayatımızın en büyük ibtilâsı ile karşılaştığımız günlerde idi,
Üftâde -kuddise sırruh- Hazretlerini ziyarete gitmiştik. Biraz da sert bir ifâde
ile: “Amma yaptın ha! Bir Sünnet-i seniyye için bu kadar üzülünür mü?”
buyurdular.
İbtilânın Sünnet-i seniyye olduğunu o zaman öğrendik.
Oradan Fenâri -kuddise sırruh- Hazretlerine geçtik. Onlar da
buyurdular ki:
“Hazret-i Allah bu putu başından atacak!”
Öyle bir ibtilâ ki, daha büyüğüne şâhit olmamıştık. En son
zirvesinde iken, bir gün o ibtilânın tekrar geldiğini aynel-yakin gösterdiler.
“Allah’ım! Sen hep murad ettiğin gibi yaparsın, nasıl murad edersen öyle yap!”
deyip boyun büktük. O boyun büküşümüz ind-i ilâhi’de hoş görülmüş olacak ki, o
anda alnımızdaki yazıyı değiştiren kalemin sesini kulaklarımızla işittik. Ne
yazıldığını bilmiyorduk. Mutlaka gelecek olan o ibtilâyı başka yönden getirdi ve
savdı. Meselâ şu masanın üstüne gelecekti, geldi, masanın altından geçti gitti.
Takdirmiş gelmesi, fakat bize uğramadı. Bunun böyle olduğunu zamanla
anladık.
•
Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman gelecek ibtilâları bize
gösterir. Vaktiyle şöyle bir durumla karşılaşmıştık. Baktık ki eski evlerdeki
tavana yakın raflar gibi, ibtilâlar sıralanmış. Çok şiddetli olduğu için
“Koyalım mı koymayalım mı?” diye sordular. O ana kadar hep “İnsin insin!”
derdik. Fakat vakti gelmedikçe iner mi? O zaman şöyle niyaz ettik.
“Allah’ım ister koy, ister at. Senin her takdirin yerindedir. Sen hep güzel
yaparsın.” Bu noktaya eriştirdiğinden dolayı da Allah-u Teâlâ’ya ayrıca çok
şükrettik. Çünkü daha evvel diyemiyorduk. Bir gün sonra bir yere gitmek nasip
oldu ve bazı durumlar husule geldi. Akabinde takdir edilmiş olan o büyük
ibtilânın düştüğünü de gördük. Amma “Düşsün!” demedik.
Buna da âmil, O’nun takdirine boyun eğmemiz oldu. Allah-u Teâlâ
o âfâtı giderdi. Bu bir cevher değil midir?
Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, fırtınayı koparttıran
Allah-u Teâlâ; boyun büktüren, o teslimiyeti yaptırarak ihsan ve ikramda bulunan
yine Allah-u Teâlâ’dır.
Abdurrahman bin Cennâb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine
göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir
etmiştir. Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu
ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama
ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar.” (Câmiüs’sağîr: 669)
Muhafaza etmeyi murad etmişse, rüzgârdan o kulunun kılı bile
kıpırdamaz. Nefis orada başını kaldırsaydı tokmakla ezerdi.
Mahlûka boyun bükmek, teslimiyet ve sabır düşer. O takdirin
bitmesini gözlemek düşer. Suya bakın ki, kafasını taşlara vura vura gidiyor. Hiç
eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çerçöp olan
şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de çerçöp gibi değil de, su gibi olup yolumuza
devam edelim.
Şu hususu da hiçbir zaman unutmayalım ki, bütün iyilikler
Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ve yardımıdır. Bunu bilmezsek, bizi belâlarla başbaşa
bırakır, imtihanı da kazanamayız.
Kul Hazret-i Allah’ta samimi olursa, samimiyetine binâen
Hazret-i Allah ona lütfunu yerleştirir. İmtihana tabi tutunca da, kazancına
kolay kavuşur. O’nu sevmeseydi onu ona vermezdi.
Allah-u Teâlâ’ya ne kadar muhtaç olduğumuzu anlayalım. Nasıl
sığınmamızın, nasıl münâcaat yapmamızın gerektiğini çok iyi bilelim. Yine çok
iyi bilelim ki, Allah’ımız bizi bizden çok seviyor. Kaç defa içimizden gelerek
yemin etmişizdir.
“Allah’ım! Vallahi sen beni benden fazla seviyorsun. Çünkü ben
kendimi helâk etmek için hep uçurumun kenarına geliyorum, sen beni hep
kurtarıyorsun. Kendimi düşünseydim o uçurumdan aşağı atmak istemezdim.
Sevmeseydin beni kurtarmazdın. Görüyorum ki beni benden fazla
seviyorsun.”
Kişi ahkâm harici bir işe meylettiği zaman, kendisini uçurumdan
aşağı attı demektir. Kurtulursa Allah-u Teâlâ’nın lütfu olmuştur.
Şu bir gerçektir ki, ihsanları aldıkça insanların isyanları da
muhakkak artıyor.
İbtilâ Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur.
“Ey kulum! Kendine gel. Nimetlerimi alıyorsun, şükredecek
yerde isyana doğru gidiyorsun. Benden geldin, yine bana döneceksin. Olduğun gibi
değil de, icabettiği şekilde gel!” mânâsına geliyor.
Bizi bu kadar seven Allah-u Teâlâ, bize kötülük yapar mı? Eğer
bir ibtilâ verirse mutlaka pişmemiz, olgunlaşmamız için, kâmil bir insan olmamız
için verir. Ekmek de ateşte pişiyor, ateşe verilmezse çiğ kalır. İnsan da
pişecek ki, beşeriyete faydalı olsun, numune olsun.
Bir kul noksanlığını tamamen itiraf edip, hiçbir şey
yapmadığına ve yapamayacağına, kendisinin bir çöpten farksız olduğuna kanaati
hâsıl olduğu zaman, Allah-u Teâlâ onu hıfz-ı himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine
alır. Hıfz-ı himâye ile tutmuş, tasarruf-u ilâhîsi ile de yürütmüş olur.
İşte kurtulabilen böyle kurtulabiliyor.
•
İbtilânın da tıpkı rızık gibi ezelden takdir edildiğini gözümle
gördüm.
Şöyle ki;
Şiddetli bir ibtilâ ile karşılaşmıştık. Bu ibtilâ bir gün
düştü, ikindi üzeri bir başka ibtilâ eklendi. Gayr-i ihtiyarî gökyüzüne baktım.
“Hiç bakma! Daha şu kadar akacak. Baksan da bakmasan da, bu akmadıkça
bitmeyecek.” dediler.
O zaman gördüm ve anladım ki, ibtilâ da rızık gibi ezelden
takdir edilmiş. O zaman bir an evvel akmasını ve bitmesini istedim. Bu durumu
gözümle gördüm. Ezelî takdir, insana rızık gibi geliyor.
İbtilânın İmtihanı:
Allah-u Teâlâ sevdiği kullarını nefislerinin istemediği
şeylerle imtihan etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz.”
buyuruyor. (Enbiyâ: 35)
Bu dünya öyle bir imtihan ve deneme yeridir ki, her hayrın
önünde bir şer engeli vardır.
Kimi insan bal ile kimi insan zehir ile tedavi edilir. Hangisi
ile şifa bulacağını ancak Mevlâ bilir. Bal ile şifâ bulacak bir hastaya zehir,
zehir ile şifâ bulacak bir hastaya da bal verilirse, hastalığı daha da artar.
Zehirle tedavi gerçekten acı gibi görünür. Karşıdan gören öldü
veya ölecek zanneder. Bir gün, bir sene yahut birkaç sene sürebilir. Halbuki
burada ölen nefistir, dirilen ruhtur. Dolayısıyla o zehirde hayat vardır.
Allah-u Teâlâ sevdiği için o zehiri içirmiştir. O ise Allah-u Teâlâ’nın
kendisine zulmettiğini zanneder, lütfettiğini bilmez.
Bu zehir nasıl olur? Meselâ ona huysuz bir kadın veya hayırsız
bir evlât verir. İçten dıştan ibtilâlara maruz bırakır. İçten gelmezse dıştan
gelir; komşudan, arkadaştan gelir. Ne suretle zehir alacağını ona rızık taksimi
gibi ezelden takdir ve taksim etmiştir, o anda vermemiştir.
Hayat seyrimizin bütün anlarını bilir, zamanına göre o ibtilâyı
verir.
Nefis o ibtilâ esnasında acıyı duyunca ruh onun zulmünden
sıyrılır ve dirilir. Yılanın boğazı sıkıldığı zaman ağzındaki kurbağayı çıkarır,
çünkü kendi hayatı gidiyor. Nefis de böyledir, arzuları ile ruhu daima kendi
himayesine almaya çalışır. Fakat sıkıştırıldığı zaman, hayatı tehlikeye girdiği
için herşeyi unutur. İşte Allah-u Teâlâ böyle büyük bir ibtilâ ile de en büyük
şifâyı bahşeder.
Aynı zamanda ibtilânın imtihanı da vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini takvâ için
imtihan etmiştir.” (Hucurat: 3)
İmanımızın derecesi imtihan zamanında belli olur. Allah-u
Teâlâ’nın hıfz-u himaye ettiği kullar, imtihanda olduğunu görür gibi inanır ve
teslim olur. Buna “Firâr-i İlâllah” denir, Allah’ına sığınıp başka hiç
kimseden bir şey beklemez.
•
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerinin başına gelen
ibtilâya bakın ki bir oğlu, çok sevdiği diğer oğlunu vurdu. Giderken de onu
vurmaya gittiğini söylemiş. Vâlide hanım: “Efendi! Sana: ‘Onu vurmaya
gidiyorum.’ dedi de niçin mâni olmadın?” dediğinde:
”Hazret-i Allah takdir ettiği işte kişinin basiretini
bağlar.” buyurmuş.
Vâlide hanım söylemişti, Halil Fevzi -kuddise sırruh-
Hazretleri: “Kimseye demezsen sana Ahmet’i gösteririm.” buyurmuş,
o da söz vermiş.
Bir gün sabah namazından sonra Ahmet eve gelmiş, babasının ve
annesinin elini öpmüş. Bir müddet oturduktan sonra: “Hadi oğlum kalk git!”
buyurunca kalkıp gitmiş. O gider gitmez Vâlide hanım komşulara söylemiş,
ondan sonra bir daha da görememiş.
İbtilânın Mükâfatı:
Bir defasında Medine-i Münevvere’de bulunuyorduk.
Üzerimizde büyük bir ibtilâ vardı. Bu sıkıntı esnâsında büyük bir ihsanla taltif
etmişlerdi. Gayr-i ihtiyâri “Bu ibtilâyı alsanız!” dedik. “O zaman
verdiğimizi de alalım.” dediler. “Yok, o kalsın.” dedik, “Öyleyse
o da kalsın.” dediler. Biz de sükût ettik. O mükâfatın gitmemesi için o anda
o en şiddetli ibtilâya râzı olduk.
Hiçbir şey yoktur ki, ibtilâsız verilmiş olsun.
Bu noktada bir hususu açık olarak arzetmiş olalım. Farz-ı muhâl
ki Allah-u Teâlâ “Ey kulum! Seni şöyle bir ibtilâya maruz bırakacağım ve bu
ibtilânın karşılığında da şu mükâfatı vereceğim, râzı mısın?” buyursa,
“Râzı değilim.” dersin. Öyle şiddetli ibtilâlar var ki, o büyük mükâfatı
da belki fedâ edersin. Fakat O dilerse hem sana o ibtilâyı verir, seni imtihana
çeker; hem o mükâfatı verir, hem de sen susarsın. Gizli bir sır. Sonra o da
gelip geçer.
Allah-u Teâlâ’nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğine akıl ermez.
O ne ile imtihana çekerse çeksin, insan Hakk’tan yana olmalıdır. Ne ibtilâ
verirse versin Hakk’ın yanında olmalıdır.
Nefse ağır geliyor, yoksa Hakk’tan gelenin hepsi güzeldir,
çünkü Güzel’den geliyor. Hepsi hoştur, çünkü Hoş’tan geliyor.
İbtilâ demek mükâfat demektir.
İbtilânın Sırrı:
Farz-ı muhal ki; bir düşmanınızla dövüşüyorsunuz. Bir dostunuz
yetişti, bir darbede onu tesirsiz bıraktı ve siz kurtuldunuz.
İbtilâ işte bu dostunuz gibidir. Ruh nefisle mücadele ve
münâkaşa halinde iken, Allah-u Teâlâ nefse bir ibtilâ verir, nefis o darbe
altında bocalayıp inlerken ruh kurtulmuş olur. Yani ruh, düşmanı olan nefsin
elinden ibtilâ ile kurtulur.
İbtilâ bu kadar değerlidir, daha doğrusu Allah-u Teâlâ’nın
büyük bir ikramıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Allah kime hayır dilerse onu musibete uğratır.”
buyuruyor. (Buhâri)
Herkes ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir.
O’nun her taksimi güzeldir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Erkek olsun, kadın olsun bir mümin Allah’ına günahsız,
tertemiz kavuşuncaya kadar; başından, çoluk-çocuğundan, malından ibtilâ eksik
olmaz.” (Tirmizî)
Cefânın Pişiriciliği:
Birçok tekâmüliyetler cefâ iledir. Allah-u Teâlâ öyle dilemiş,
cefâ ile tekâmül ettirmiştir.
Cefâ gerçekten acıdır, fakat Hakk’a yaklaştırıcıdır, dünyadan
uzaklaştırıcıdır, dünyanın zevk ve arzularından soğutucudur. Yakıcıdır amma
pişiricidir, olgunlaştırıcıdır. Kişiyi insanlardan uzaklaştırır, dünya
lezzetlerinden yüz çevirtir, ahirete yöneltir, Hakk’a tekarrüb etmesine vesile
olur.
Bazı zevât-ı kiram: “Siz ibtilâ isteyin. Çünkü ibtilâ bol
bol ağlatır, ağlayanı ise Allah sever.” buyurmuşlardır.
İbtilâ altında kalan insan, Allah-u Teâlâ’dan başka sığınılacak
yer olmadığı için O’na sığınmış olur. İşte o zaman Allah-u Teâlâ ile kulun
arasından perde kalkar. Ona O yeter zaten. Başkası onu teselli edemez. O’ndan
geldiğini bilir ve kimseye şikâyet etmez.
Cefâ, sevgisinin alâmetidir. Çünkü ibtilâ peygamberlerin ve
velilerin mirasıdır. İbtilânın en şiddetlisi peygamberlere gelir, sonra
velilere, sonra da imanının derecesine göre az veya çok diğer müminlere gelir.
Kâmil iman sahibi olanlara önce ve daha çok gelir.
Tasavvur buyurun ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz daha ana karnında iken babasını, şefkate en muhtaç bir zamanda da
annesini kaybetti.
Safa ise Nemrud’ların, Şeddat’ların, Firavun’ların mirasıdır.
Bir kula üst üste safa geliyorsa, işte o zaman korkulur.
İbtilâlı olana acımayın, ibtilâsız olana acıyın. Mevlâ sevdiği
ile meşgul olur, sevmediği ile olmaz.
Bazı cefâlar insanın saâdet-i ebediyesini bile kurtarmaya
vesile olur, bazı sefâlar ise cefâya müncer olur. Bunun için fazla derine
gitmemeli, takdire râzı olmalıdır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
“Hayatın önüne çıkardığı müşkül hadiselere sabır ve
tahammül et, onları hiç kimseden bilme, hiç kimseye karşı kalbinde buğz ve
düşmanlık besleme. Hiç kimseye sertlik gösterme. Böylece hareket edersen, önüne
çıkacak bütün engelleri yenersin ve kâmil bir insan olursun.”
Binaenaleyh kâmil insan olabilmek için ibtilâlar birbiri
arkasına gelir.