18. Bölüm
TASAVVUFÎ BAHİSLER
Ahlâk:
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve
kendisi için mümkün en yüksek kemâle ulaşması için nefsini kötü huylardan,
hayvânî sıfatlardan kurtararak ahlâkını düzeltmesini, içini ve dışını
nurlandırmasını sağlayan bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının
vücut bulmasında en büyük âmildir.
Ahlâk, insan ruhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa
demektir.
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir
netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine “Ahlâk-ı hasene”
veya “Ahlâk-ı hamide” adı verilir. Çirkin neticelerine ise
“Ahlâk-ı zemime” denilir.
Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır,
şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer
neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık,
gıybet, su-i zan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer
neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde
yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan
bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü
huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
“Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz
ki sen büyük bir ahlâk sahibisin.” buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet
vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin sıfatı,
sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir. Takvâ sahiplerinin
mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin ahiret sermayesidir.
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk
ile mütenasiptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça
en güzel olanıdır.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de:
“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için
gönderildim.” buyurmaktadırlar. (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden
evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin dinlerinde bulunan ahlâk ve
fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir. Onun
ahlâkı Kur’an ahlâkı idi.
Fenâfillâh’ın Sırrı:
Hazret-i Allah’ın yarattığı hılkiyetin bir damla kerih sudur.
Bu bir damla pisliğin yuvarlandığını gördüğün zaman, hılkiyetini görmüş olursun.
Amma o göz senin değildir. Allah-u Teâlâ’nın lütuf nurudur.
O bir damlanın içinde Âyân-ı sâbite denilen bir zerre var.
Bütün hılkiyatını, mukadderâtını bu zerrenin içinde dürmüştür.
Her zerrede olduğu gibi, bu zerrede de ulûhiyet sırları mevcuttur.
Allah-u Teâlâ lütfu ile tecelli edip, o bir zerre de
mahvolunca;
“O’nun zâtından başka her şey helâk olucudur.” (Kasas:
88)
Âyet-i kerime’sinin tecellisine mazhar olur o kimse. İşte
Fenâfillâh’ın sırrı budur.
İnsan hep “Ben, ben, ben!...” der, varlık toplar; ehl-i
hakikat da varlık dağıtmaya başlar, dağıta dağıta, en son o bir zerreyi de
dağıtır, o bir zerre de ondan giderse, işte bu arzettiğimiz Âyet-i kerime
tecelli eder.
Bu hale gelmek için, bu noktaya ermek için her velinin Allah-u
Teâlâ’ya karşı bir niyazı ve münacâtı vardır.
Nitekim İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar
ki:
“Kul olan neylesin mal ile câhı
Yetmez mi bulduk da senin gibi şâhı
Hakkı’ya nasip eyle fenâfillahı
Ölmeden evvel ölenlerden eyle.”
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kulları olduğu için bu haller
husule geliyor.
Ve şu Hadis-i kudsî’ye dikkat edin:
“İhlâs sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiklerimin
kalbine koyarım. Melek yazmak için, şeytan ifsad etmek için ona muttali
olamaz.”
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın esrar odasıdır, Allah-u Teâlâ
esrarını bunlara vermiştir.
Melek bile O’nun verdiği ilme muttali olamıyor, nerede kaldı ki
benibeşer!
Bunun da sırrı, çünkü Allah-u Teâlâ dilediği kulunu zâtına
seçer ve çeker.
Bekâbillâh’ın Sırrı:
Fenâfillâh’ın öz mânâsı; Hakk’ı bilmek.
Bekâbillâh ise; Hakk’ı bulmak, Hakk ile olmaktır.
“Ben zannediyorum ben benim, meğer O imiş.” Bunu görünce
kendisini görmez. Meğer her şey Hakk ile kaim imiş. Bunu görür ve bilir. Bu bir
velinin en son çıkarıldığı bir makamdır.
Bu makamın Âyet-i kerime’sine gelince, Allah-u Teâlâ buyurur
ki:
“Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacak, ancak azamet ve
ikram sahibi olan Rabbi’nin vechi bâki kalacak.” (Rahman: 26-27)
Burası “Sıddıkiyet makamı”dır.
Mahviyet:
Mahviyet mevzuları sık sık geçiyor. Nefsin acizliğinden,
insanın değersiz bir mahlûk olduğundan bahsediliyor.
Bu sizin tuhafınıza gitmesin. İşleyen bir motor toz tutmadığı
gibi, bunları daima mevzu etmekle, gönül ister ki nefsin üzerine toz konmasın.
Toz konsa tozu bile benimsemeye çalışır. Acizliğimizi unutmama, varlıktan
benlikten uzaklaşma hâli üzerimizde devamlı kalsın istiyoruz. Toz kadar bir
nesne dahi varlık verir. Bir toz konar, onu kaldırmazsan bir toz daha, bir toz
daha konar, derken kalp örtülür ve hakikatın kapanmasına sebep olur.
Allah-u Teâlâ bu kölesine mahviyeti sevdirdiği için, bütün
kardeşlere mahviyet basamağından yol vermeye çalışıyoruz. Başkalarında bu
basamak olmadığından, bu işlerle alâkası da olmuyor. Allah-u Teâlâ’nın ihsan
ettiği kullara âittir. Verilme iledir, öğrenmekle değildir.
İnsan kendisini boş bir kutudan farksız olarak görmedikçe
hiçbir zaman hakikata ulaşamaz.
Mevlâ ne ki sermaye koyarsa kişide o vardır. O’nun koyduğu
sermaye cevherdir, o cevherle çok şeyler satın alınır, sermaye kadar icraat
yapılır. Biz koyarsak mangırdır, mangırla hiçbir şey satın alınmaz.
“Mahviyet, mahviyet...” demenin asıl sırrı şudur ki;
Allah-u Teâlâ bir kulunu sevip, kendisine yaklaştırmışsa, o kul Allah-u
Teâlâ’dan çok korkar. O kadar korkar ki, mahlûkatın en aşağı derecesine inmek
ister. Orada mahvolmuştur. Mahviyetin ismi oradan geliyor.
O korkunun tarifine imkân yoktur. Hadd-i zâtında o da O’nun,
oraya indiren de O.
Bir insanın Allah-u Teâlâ’ya çok sığınması ve nefsinden de çok
korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir. Kişiyi uçurumun
kenarına getiren kendi varlığıdır.
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Ben değersiz bir mahlûkum.” buyururlar.
Bu öyle ince bir sırdır ki, iniş hâllerine göre beyan
etmişlerdir. Bunlar hep Hazret-i Allah’ın azametine karşı iniş hâllerinin
icraatıdır.
Varlık peşinde koşan Var’a ulaşamaz. Bir insan hayatının o
anına kadar topladığı varlıkları dağıtıp, kendisinin hiç olduğunu öğrenecek ki
var edeni bulabilsin.
Bize en çok sevdirilen mahviyettir. En çok kaçtığımız şey de
varlıktır.
Herkes yukarıya çıkmaya çalışırken, bir gaye ve bir maksat
peşinde koşarken, biz ise fenâ üzerinde iniş yapıyoruz. Pirân-ı izam
Efendilerimizin bulunduğu ve yürüdüğü yol bu oluyor. Hep bu yoldan yürümüşler ve
aynı hedefe varmışlar. Hepsi orada bulunurlar. O nokta varlık yeri, post makamı
değildir, kulluk makamıdır. Orada hiçbir dâvâ yoktur, onlarda başka arzu
yaşamaz. O hedef yalnız O’nu arzu edenlerin hedefidir.
Bâtınî yönden illâ terakki etmek lâzım ki, nefis kendini
beğenmesin.
Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği kimselere; varlık taslamak,
üzerinde fazilet toplamak çok abes gelir. O’nun malı ile O’na karşı övünmek çok
gülünçtür. Bu muazzam varlık sahibimizin. Her lütuf O’nun, her lütuf O’ndan. O
verdi, daha sonra da alacak.
İnsan her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu bildikten sonra
kendisinin basit ve değersiz bir mahlûk olduğunu görmeye başlar. Bunu böyle
gördükten sonra Rabbimize o nisbette sığınmamız icabeder. Kendisine sığınanı
Allah-u Teâlâ çok sever. Nefsine pâye verenleri de hiç sevmez.
Sual ve Cevaplar:
“Sual: Bir tarikat-ı âliye’ye mensup olan bir şahıs, diğer bir
tarikat-ı âliye’ye intisab edebilir mi?
Cevap: Bu şahıs, eğer şeyhi vefat etmişse,
herhangi bir tarikat-ı âliye’de kâmil bir zâta ulaşırsa tereddütsüz ona intisab
etmeli ve tarikattaki noksanlarını ikmal eylemelidir.
Şayet şeyhi vefat etmemiş ise yine teberrüken intisab edebilir.
Çünkü tarikat-ı âliye’de tekâmül etmiş olan bir zât bütün tarikat kaynaklarından
feyz almış ve hepsine âşina olmuştur.
Sual: Teberrüken tabirinden maksat nedir?
Cevap: Bir sâlikin, kâmil bir şeyhi hayatta olduğu
halde diğer bir şeyhe râbıta etmesi veya terbiyesi altına girmesi edebe muhalif
olduğundan, diğer bir şeyhin sohbet şerefiyle şerefyap olmak ve enfâs-ı
tayyibelerinden feyz ve bereket almak maksadıyla intisab edebilir, ancak râbıta
edemez.
Sual: Bir sâlik ne zamana kadar râbıtaya muhtaçtır?
Cevap:
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin!” (Ahzab: 41)
Âyet-i celile’sindeki mümin şüphesiz iç ve dış dünyası ile
kâmil bir mümindir. Zikir ile emrolunan da bu zâhir va bâtın, iç ve dış
âzâlarıdır. Yani yalnız dil veya kalp gibi bir cüz değildir. Binaenaleyh insanın
bâtınında bulunan kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ ve nefs lâtifelerinin zikreder hâle
gelmesi lâzımdır. Bu zikre nâil olmak ise yol gösterici ve gönül doktoru bir
mürşidin zâhir ve bâtınından feyz ve mânevî yardım almasıyla müyesser
olabileceğinden, bir sâlik bu zikirleri temin edinceye ve murakaba derslerine
ulaşıncaya kadar Râbıta’dan uzak kalamaz. Murakabalara muvaffak olduktan sonra
ihtiyaç duyarsa Râbıta yapar, duymazsa yapmaz.
Sual: Bir şeyhin kâmil olup olmadığının alâmeti
nedir?
Cevap: Söz ve davranışlarıyla Şeriat-ı mutahhara ve
Sünnet-i seniyye’den ayrılmamakla beraber, şerefli sohbetlerine devam eden
sâlikte muhabbetullah ve zikrullah husule gelmesi o şeyhin kemâline delâlet
eder.
Şu kadar var ki; temyiz kuvveti olmayan bir insan olursa ve
şeyhin veliliği hakkında tevâtür varsa, şer’an bu tevâtüre uyarak onun kemâlini
kabul etmekle mükelleftir.
Sual: Bir sâlik, bir şeyhin irşad ve terbiyesinden
istifade edemediği takdirde ne yapmalıdır?
Cevap:
“İlim ikidir. Biri bedenleri ilgilendireni, diğeri de dinlere
ait olanıdır.” (Keşf’ül-hâfa)
Hadis-i şerif’ine göre, tebâbet ilmi ile diyanet ilmi arasında
bir hayli alâka vardır. Binaenaleyh bir hasta evvela bir tabibe müracaat eder.
İlâcını perhizini vesâir malzemesini öğrenir ve tabibin söylediklerini tamamiyle
icra eder. Lakin istenilen şifaya nail olmazsa, şüphesiz diğer bir tabibe
müracaat eder. Bundan dolayı da ayıplanamaz. Şu kadar var ki, aldığı emirlere
riayet etmediği takdirde kusur ve itâb kendisine âittir.
Keza bir sâlik ile bir mürşid arasındaki hâl ve keyfiyet bu
minval üzeredir. Bir sâlik mürşidin emirlerini nehiylerini icrâ ettikten sonra
matlup olan neticeye nail olamadığı takdirde, diğer bir mürşidi aramakta
mazurdur, hem de aramalıdır.
Sual: Bir sâlik kalp lâtifesinde veyahut beş lâtifenin
“Kalp, ruh, sır, hafa, ahfâ” bir diğerinde fazla hararet hisseder ve bu sebeple
rahat ve huzurunu kaybederse ne yapmak lâzım gelir?
Cevap: Hararetin şiddeti ortadan kalkıp normal haline
dönünceye kadar zikrini terkeder. Şu kadar var ki, hararetin izalesi mümkün
olmazsa bazen râbıta, bazen de salât-ü selâm ile meşgul olabilir.”
Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- (Mektubat, 11.
Mektup)
Vefat Eden Yeni Mürid:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif, Tarikat-ı aliye’ye yeni intisab eden mübtedî
müridler için büyük bir ümit ve büyük bir müjdedir.
Hacc farizasını yerine getirmek gayesi ile yola çıkan bir
mümin, Beytullah’a varamadan yolda vefat ederse;
“Onun ecri Allah’a kalmıştır.” (Nisâ: 100)
Âyet-i kerime’si ile müjdelendiği gibi; nefsini tezkiye
niyetiyle bir tarikata giren bir sâlik de, ömrünün kifâyet etmemesi sebebiyle
arzusuna nâil olamadan ahirete intikal ederse, aynı şekilde onun da niyetine
göre ecir alacağı şüphesizdir.
Her şey sevgi ile kaimdir.
Bu mevzu üçü ulviyattan üçü süfliyattan olmak üzere altı
noktada toplanır:
1- Cezbe ile, Allah-u Teâlâ’nın kalbe ilham etmesi ile, ruhuna
aşk ve sevgi vermesi ile.
2- Nefsani, şeytani, cismani.
Hakk’a ulaştıran çeşitli vasıtalar vardır. Ahmed Rufâi -kuddise
sırruh-, Mevlânâ -kuddise sırruh- ve Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri gibi
zâtlar aşk ve muhabbet ile vuslata ermişlerdir. Aslında her veliye verilmiş,
fakat bu gibi zâtlarda daha açık tezahür etmiştir.
Aşk, öyle bir hâlâttır ki ifadeye sığmaz.
”Noktası bir kitaptır aşkın,
Zerresi âfitaptır aşkın.”
Aşk ateştir, Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri bir anda
yakar atar. Bütün sıfatları ve dilekleri kül eder.
Aşk; öyle bir güneştir ki, kendisini yakar, etrafını
ziyâlandırır.
Aşık; güneşin karşısında karın eridiği gibi erir, deryaya düşen
yağmur damlası gibi yok olur.
Aşk, lezzettir.
Aşk, hakikat erbabının güç kaynağıdır.
Muhabbet suyu ile sulanan bir ağaç çabuk meyve verir, ayrılık
ateşi ile sararmaz. Buradaki ağaçtan murad, tekâmüle meyil ve istidadı olan
insandır.
Aşk ateşinin kavurucu yakıcılığı olmasaydı, vuslatın doyumsuz
lezzeti bilinemezdi. Unutulmamalıdır ki, altını saf haline getiren de
ateştir.
Elem ve mihnet aşkın lezzetidir. Aşkı tercih eden kimsenin elem
ve mihnetlere alışması lâzımdır. Sevilen sevenin başkası ile meşgul olmasını
istemez. Sevilen her ne kadar ezâ-cefâ ederse de sevgisinde samimi olan aşık,
bunları hoş görmelidir.
“Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir.”
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmaktır. Gam ve
kederden kurtulup rahatlamayı arzu edenler, ölümü tercih etmelidirler. Sevenin
rahatı rahatsızlıkta gizlidir.
Sevgi bir sermayedir, alış-veriş onunla kaim.
Mânen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullah’a bağlıdır.
Aşk ve muhabbetsiz yapılan işlerde hayır yoktur.
Aşk ve muhabbetin kemâline erenler, mahbûb-u hakiki ile
olmaktan ve O’na hizmetten başka hiçbir şey düşünmezler.
“Vâsıl-ı Hakk olmaya eylersen heves,
Aşka ulaş, gayrı yerden gönül kes.”
Vecd:
Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu mânen cezbedip kendi
muhabbetine çekmesi ve yaklaştırması demektir.
Bazı kimselerin hilkatinde toprak unsuru galip olduğu için
füyûzata tahammül eder. Tabii hallerinde bir değişiklik husule gelmez.
Hilkatinde ateş unsuru galip olanlar ise bu ilâhi füyûzata tahammül edemeyip
cezbe ile bağırırlar.
Allah-u Teâlâ vecde gelenleri Âyet-i kerime’sinde överek şöyle
buyurmuştur:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını
artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal: 2)
İnsan kendisi gibi bir beşere aşık oluyor da kendisinden
geçiyor, ya mahlûkatı bırakıp da muhabbetini Hâlik-i Azimüşan’a hasreden
kimselerin hâli nasıl olur?
Onlar Mevlâ’ya yönelmişlerdir, gelip-geçici fâni lezzetlerden
zevk almazlar. Mâsivadan yüz çevirdikleri için, Mevlâ da kalplerine kendi
muhabbetini yerleştirmiştir. Bu muhabbet neticesinde kendilerini dahi unutacak
ve kendilerinden geçecek derecede ilâhi bir istiğrak haline bürünürler. Bu cezbe
hâline vecd denir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve
cinlerin amellerine denktir.” buyuruyorlar. (Keşf-ül Hafâ)
İnsanların ve cinlerin ameli kendi çalışıp kazanmasıyladır.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ölçüsüzdür. Kulun ameli ile mukayese bile
edilemez. Bu ihsanını da bir bahane ve bir vesile ile verir.
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir. Çünkü Allah-u Teâlâ bir
kulunu kendi tarafına çekmezse, hiçbir kimse kendi kendine Hakk’a tekarrüb
edemez.
Ruh süvari, nefis ise merkep mesabesindedir. Ruh terakki eder
yükselirse, nefsi de çeker götürür. Nefis ruhu çekecek olursa, hem kendini hem
de süvarisini helâka götürür.
Vecd, ruhânî ve cismânî olmak üzere iki kısımdır:
Cismânî vecd nefsânidir. Kişi görsünler diye, cezbeye kapılmış
desinler diye, kendi ihtiyârı ile vecde gelir. Bunun hiçbir kıymeti olmadığı
gibi, mânevi hazzı da yoktur. Riyâ kokusu olduğu için çok tehlikelidir.
Ruhani vecd ise Rahmânîdir ve çok kıymetlidir. Külfetsiz olarak
kalbe gelir.
Kur’an-ı kerim okurken veya okunurken, zikir yapılırken, kaside
söylenirken, mânevî bir sohbet esnasında ruh galip gelerek Mevlâ’ya akar ve
Allah-u Teâlâ’nın tecelliyatı ile karşılaşınca irade elden gider. Ruhanî vecd
husule gelir.
“O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar.”
(Zümer: 18)
Âyet-i kerime’sinde bu mânâ vardır.
Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sırruh- Hazretlerinin buyurdukları
gibi; kişi o zaman ya mest hâlindedir sevinç içindedir, veya mahzundur,
müteessirdir, gayr-i ihtiyâri ağlar.
Bazen aygın, bazen de tam baygındır, iğne batırsan haberi
olmaz, tâ ki kendine gelinceye kadar.
Vecd hâli, irfan sahiplerinin kalplerini tahrik eder, aşıkların
gıdası, Hakk yolcularının güç kaynağıdır.
İyi insan, iyiyi sever, iyi şeyleri işitmek ister; kötü kimse
de kötülerle olmak, kötü şeyleri işitmek ister, onda hayır yoktur, mizâcı da
bozuktur.
Hulefânın Vasıfları:
Halife olabilecek bir müridde şu üç vasfın bulunması
gerekir:
1- Çalışmayı minnet bilenler, mihnetle çalışmayanlar.
2- Vermeyi almaktan hayırlı bilenler.
3- Hizmet etmeyi hizmet ettirmekten menfaatli bilenler.
Çalışmayı minnet bilen insan, yaptığı işi Hakk için yapar ve
gönülle yapar, halktan hiçbir şey beklemez. Kendisine asla değer vermez. Herkesi
hoş, kendisini boş bilir. Nefsine tâbi olmamaya çalışır. Bu surette her iş ve
hareketinin ilâhi rızâya uygun olmasına gayret eder. Tevâzu kanatları herkesin
ayakları altındadır. Kimseyi incitmek istemez. Herkese hürmet ve saygı gösterir.
Halkın gönlünü kazanmakla kalplerini fethetmek ister.
Büyük işleri küçük görür. Çok da verse az bulur. Vermeyi sever,
almak istemez. Severek hizmet eder, hizmet ettirmekten hoşlanmaz.
İbadetlerini de minnet bilir. Yaptığı ibadeti görmez, Allah-u
Teâlâ’nın ihsanını görür. Allah-u Teâlâ kendisini huzuruna aldığı ve ibadet
ettirdiği için memnun olur. Bu ihsan ve ikramın, ihlâs ve muhabbet sermayesinin
artırılması için Allah-u Teâlâ’ya niyaz, mahrum kalmaması için de ricâ eder.
Gönlü Hakk’a açıktır. Umurunu Hakk’tan bekler.
Mihnet ile çalışan bir kimse ise, küçük bir hizmetini büyük
göstermeye çalışır. Yaptığı işi töhmetle yapar ve büyük bir iş yaptığını
zanneder. Başkalarına emir ve hüküm vermeyi çok sever. Arzusunun yerine
gelmesini muhakkak ister. Çünkü kendisini büyük, etrafını küçük görmektedir.
“Namaza üşene üşene gelirler, verdiklerini de istemeye
istemeye verirler.” (Tevbe: 54)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere ibadete de üşenerek
kalkar.
İbadet ettiğini zannettiği için, Allah-u Teâlâ’nın yanında
kendisinin çok makbul olduğu kanaatindedir.
Müridin Edepleri:
Hakikat yolu edepten ibarettir, tarikat baştan başa edeptir.
Edepten mahrum olan her şeyden mahrumdur.
Mürid her zaman Hakk ile olduğunu düşünerek, hiçbir zaman edebe
aykırı hareket etmemeli, velev ki yatakta bile olsa.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını
uzatır da yatar.” buyurmuşlar.
Onlar ayak ayak üzerine atmak şöyle dursun, yatarken dahi
ayaklarını uzatmamışlardır.
Efendi Hazretleri otururlarken hep ayaklarını toplar, daha da
olmazsa elleriyle çekerlerdi. Hayat boyunca huzurda idiler. Öylece ahirete
intikâl ettiler, öylece kabre kondular.
Bir şey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi. Mübârek başlarını
yastığın üzerine indirmezlerdi. Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi. Fakat
bir bıçak gezdirseniz, o boşluğu hissederdiniz. Bunu yapmak çok zor ve çok büyük
bir iştir.
Allah’ımız o edeplilerin edebinden edep ihsan buyursun.
Edep elbisesi bir muhafazadır, kişiyi muhafaza eder. O bir
lütuf tacıdır, onu giyen her belâdan kurtulur.
Pejmürde bir elbise giymekle, güzel bir elbise giymek arasında
fark olduğu gibi, mâneviyat da böyledir. Lâubâli bir hâl ile edep hâli arasında
çok fark vardır. Mürid her hâl ve hareketinde kendisini kontrol altında
bulundurmalı, adımlarını ölçü dahilinde atmalıdır. Zanla değil edeple yürümeli,
sünepeliğe sapıp da hiçbir zaman lâubâli olmamalıdır.
Lâubâlilik mürebbi ile aradaki mesafeyi daraltır, eşitlik
husule getirir. Nefis bunu ister. Fakat bu hâl, düşerek helâk olmaya vesile
olur. Bakarsın ki, bir anda bütün amelleri boşa çıkar.
“Kurb-i sultan âteş-i sûzan.”
Sultana yakınlık yakıcı ateş gibidir. Edebe mugayir
küçücük bir hareket büyük felâketlere sebep olur.
Onun içindir ki uzak durmak hayırlıdır. Resmiyet, bilmeyerek de
olsa yapılan hataları hep önler. Zaten hakikat yolundaki yakınlık kalbendir.
Eğer hayır istiyorsak, istediğimiz gibisini değil de, istendiği
gibisini tercih etmemiz lâzım.
Müridi teslimiyeti tutar, bu yolda resmiyet teslimiyettir.
•
Tarikata girmenin şartı, Allah-u Teâlâ’ya karşı edepli,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e karşı edepli, mürşide karşı edepli
olmak üzere üçtür:
Edep meallah: Sâlik, yaratılan ne ki varsa Allah-u
Teâlâ’nın dergâh-ı izzetine boyun eğdiğini, bunların hepsinin bir gün yok
olacağını, yalnız Allah-u Teâlâ’nın bâki kalacağını bilmeli ve bu itikad üzerine
olmalıdır.
Edep mear-rasûl: Sâlikin çalışıp kendini
“Fettebiûni...” makamına eriştirmesi, her hâlinde Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimize hürmet vecibesini muhafaza etmesi gerekir.
Edep mea’ş-şeyh: Sâlik şeyhinin nâib-i Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- olduğunu ve ancak Hakk’a vuslatın bu yolla mümkün
olacağını bilmeli, huzurunda ve gıyabında gereken edeplere riayet etmelidir.
Orduda disiplin ne ise, mânevî mektepte de edep odur. Zirâ
zâhiri disiplin dışa hükmeder, bâtınî disiplin doğrudan doğruya içe
hükmeder.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir müride lâzım
olacak edepler hususunda “Mektubat” adlı eserinde buyurur ki:
“Kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuştuktan sonra, bütün
arzuları onun eline bırakmalı, gassalın elinde teneşirdeki meyyit gibi
olmalıdır. İlk fenâ hâli Fenâfişşeyh’te başlar, bu ise Fenâfillâh’a çıkmaya
vesiledir.” (61. Mektup)
“Bu tarikat-ı aliye’de tâlibin ilerlemesi, bağlı olduğu
şeyhin tasarrufu ile olur. Onun tasarrufu olmadan hiç ilerleyemez. Zirâ
nihayetin başlangıca yerleştirilmesi, onun mübarek teveccühünün eseridir.
Anlaşılmayan, bilinmeyen mânâlara kavuşmak, hep onun yüksek tasarrufunun bir
neticesidir.”
“Bu büyükler birisini bu yola almaya ve sadâkatlı bir tâlibe
kısa zamanda şuur ve huzur vermeye güçlü oldukları gibi, bunları geri almaya da
güçlüdürler. Bir edebin terki sonunda kalplerinin bir incinmesi sâliki müflis
bir hâle getirir.” (221. Mektup)
“Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı ile kâmil ve mükemmel bir
şeyhe kavuşulursa, onun mümtaz varlığını ganimet bilmeli, her şeyi ile ona
teslim olmalı, saadetini onun rızâsına kavuşmakta aramalı, onun râzı olmadığı
şeyleri kendisi için felâket bilmelidir. Yâni bütün arzusu onun rızâsına
kavuşmak olmalıdır.
Tâlib, gönülden her şeyi çıkarıp bütün varlığı ile şeyhine
teveccüh etmelidir. Huzurunda ondan izin almadan, o emretmedikçe nafilelerle ve
zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Onun yanında iken ondan başka kimseye
bakmamalı, kimseyle konuşmamalı, kimseye iltifat etmemelidir.
Mümkün olduğu kadar gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya
gölgesine düşmeyecek bir yerde durmaya ve oturmaya dikkat etmelidir. Namaz
kıldığı yere ayak basmamalıdır. Abdest aldığı yerde abdest almamalıdır.
Kullandığı kapları kullanmamalı, onlarla yemek yiyip bir şey içmemelidir.
Onun bulunduğu tarafa gıyabında ayak uzatmamalıdır. O tarafa
tükürmemelidir.
Şeyhinden her ne südur ederse, onu doğru ve iyi bilmelidir. Onu
isterse doğru görmemiş olsun. Zirâ o, yaptığını ilham ve izin ile yapar. Bunun
için hiçbir işine bir şey söylenemez. İlhamında hata olsa bile ilhamda yanılmak
ictihadda yanılmak gibidir. Karşı gelmek câiz olmaz.
Şeyhini seven bir tâlibe, şeyhin her yaptığı ve her sözü
sevgili gelir. Onda itiraza yer yoktur.
Külli ve cüz’i her işte, yemekte-içmekte, giyim-kuşamda, ibadet
ve taatlarda hep ona uymalıdır. Namazı onun gibi kılmalıdır. Fıkhı onun
ibadetlerini görerek öğrenmelidir.
Hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile itiraz
etmemelidir. Karşılık veren mahrum kalmaktan kurtulamaz.
İnsanların en şakisi, saadetten en uzak olanları bu büyüklerde
kusur gören kimselerdir. Allah-u Teâlâ bu büyük belâdan bizleri korusun.
Bir mürid, şeyhinden kerametler ve hârika işler talep
etmemelidir. Gönlünden böyle bir şey geçirmemelidir. Bir müminin peygamberinden
mucize istediği hiç görülmüş müdür? İnanmayanlar mucize ister.
Gönülde bir şüphe hâsıl olursa, hemen şeyhine arzetmelidir.
Şüphesi izâle olmazsa, kusuru kendinde aramalıdır. Hiçbir şekilde şeyhinde kusur
görmemelidir.
Rüyâsı varsa, onu gizlememeli, şeyhine anlatmalı, tâbirini
ondan beklemelidir. Kendisinde inkişaf eden durumları dahi ona arzetmeli, doğru
olup olmadığını sormalıdır. Kendi keşflerine asla güvenmemelidir. Zirâ bu âlemde
doğru ile yanlış karışık durumdadır.
Bir zaruret olmadıkça ve izin almadıkça, ondan ayrılmamalıdır.
Ondan ayrılıp başkasına gitmek müridliğe yakışmaz.
Sesini onun sesinden yüksek çıkarmamalıdır. Onunla yüksek sesle
konuşmak edepsizlik olur.
Kendine gelen her feyzin, her keşfin onun vâsıtası ile
geldiğini bilmelidir. Rüyâsında başka şeyhlerden feyz geldiğini görse, bunu dahi
kendi şeyhinden bilmelidir.
Hülâsa ‘Tarikat baştan başa edeptir.’ sözü darb-ı mesel hâline
gelmiştir. Edebi gözetmeyen mürid, Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olamaz.
Şayet bir mürid edeplerden bazılarını yapamadığı için üzülürse,
çalıştığı halde başaramazsa afv olunur. Lâkin mutlak surette kusurunu itiraf
etmesi lâzımdır. Eğer Allah korusun edeplere riâyet etmez, bundan dolayı da
üzülmezse, bu büyüklerin bereketlerinden mahrum olur.” (292. Mektup:
Muhtasar olarak)
“İyi biliniz ki, bu tâifeyi inkâr etmek, öldürücü
zehirdir. Bu büyüklerin fiillerine ve sözlerine itiraz etmek, insanı ebedi ölüme
ve sonsuz felâkete götürür. Hele bu inkâr ve itiraz kendi mürşidine karşı
olursa, o zaman tehlike daha büyük olur.
Bu tâifeyi inkâr edenler, onların bereketlerinden mahrum
olurlar. Onlara iftira edenler ziyan ederler, hem de her zaman...” (313.
Mektup)
Mürid dört kısımdır:
1- Daima dinler, hiç konuşmaz, o kârdadır.
2- Söyleyicidir, hep konuşur, o zarardadır.
3- Emir alıcıdır, o tasarruftadır.
4- Emir vericidir, o boşluktadır.
Nefsimize tâbi olduğumuz için gerçekten bugün hakiki mürid pek
azdır. Ekserisinin gönlü şeyhlik ve halifeliktedir.
Bir kimse mürşidini kendisine tercih etmedikçe hakiki mürid
olamaz. Mürşidinden hizmet ve hürmet bekleyen, velev ki gönlünden bile geçirse
gerçekten mürid olamamıştır.
•
Mürşid, tevazu kanatlarını yerlere kadar serecek, herkes o
kanatların üzerine rahatça basabilecek. Yolun temeli budur. Gaye hizmettir, lâf
değildir, efendilik beylik değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir topluluğun efendisi onlara hizmet edendir.” (C.
Sağir)
Yalnız bu noktada bir incelik var. Evet tevazu kanatları
herkesin ayakları altındadır. Ne mutlu o insana ki o kanadın altına girer, ne
bahtsız o insan ki üstüne çıkar!