02 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR...TAHARAT BAHSİ

TAHARET BAHSİ

METİN
İbadetlerin diğer bahislerden öne alınması, ehemmiyetine binâendir. Namaz, İmanın arkasından gelir.
Tahâret; nassın namazın anahtarı ve onun hususi şartıdır. Bütün rükünlerinde ona lâzımdır. Bazıları «Taharet bahsinin öne alınması aslâ sukut etmeyen şart olduğundandır. Onun içindir ki su ile toprağı bulamayan namazını te'hir eder», demiş. Bir takımları niyetin de böyle olduğunu söylemişse de bütün bunlar merdûttûr.
Evvelâ niyeti ele alalım: «el-Kinye» ve diğer kitaplarda, «Bir kimseyi arka arkaya kuruntular basarsa ona dili ile niyet kafidir» deniliyor
Taharete gelince; «Zahîriyye» ve diğer kitaplarda, «Bir kimsenin elleri ve ayakları kesilir, yüzünde de yara bulunursa abdestsiz, teyemmümsüz namaz kılar ve esah kavle göre bunları sonra kaza da etmez» deniliyor.
Toprak ve suyu bulamayan hakkında ise «el-Feyz» ve diğer kitaplarda şu beyanat vardır: «O kimse İmameyn'e göre kendini namaz kılanlara benzetir». İmam A'zam'ın dahi bu kavle rücü ettiği sahih rivâyetle sabit olmuştur. Fetvâ da buna göredir.
Ben derim ki: Bundan anlaşıldığına göre, kasten abdestsiz namaz kılmak küfre müeddi değildir. Nitekim kıbleden başka tarafa doğru namaz kılmak, yahut pis elbise içerisinde namaz kılmak da ayni hükümdedir. Zâhir-i mezhep de budur.
İZAH
Malûmun olsun ki din işlerinin temeli, itikadât, adab, ibadât, muamelât ve ukubaat üzerine kurulmuştur. Bunlardan itikadât ve âdâb mevzuumuzun dışındadır.
İbadetler; Namaz, Zekât, Oruç, Hac ve Cihad olmak üzere beştir.
Muâmelât dahi, Muavazat-ı maliye, münâkehât, muhasamât, emânât ve terikât'tan ibaret olmak üzere beştir.
Ukûbût da beştir: Kısas, hadd-ı serika, hadd-i zina, hadd-i kazif ileri gelir. Allah Teâlâ; «Ben cin ve insi ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım» buyurmuştur.
Taharet; nassan namazın miftahı olduğu gibi, namaz da nassan imandan sonra gelmiştir. Teâlâ Hazretleri'nin; «Onlar gaibe iman ederler. Namazı da dosdoğru kılarlar» meâlindeki âyet-i kerimesiyle Resülüllah (s.a.v.) in «İslâm beş şey üzerine kurulmuştur mealindeki hadisi bu kabil naslardandır.
Ben derim ki: Ekseriya namaz, fiilen de imandan sonra gelir. Çünkü imandan sonra ekseriya kula ilk vacip olan namazdır.
Namazın sebepleri süratle hâsıl olur. Zekât, oruç, hac ise böyle değildir.
Vücup itibariyle de namaz imandan sonra gelir. Zira evvelâ iki şahadeti getirmek vacip olur. Sonra namaz, sonra zekât gelir. Nitekim İbn-i Hacer de Şerhu'l-Erbaîn'de bunu tasrih etmiştir.
Namaz, fazilet itibariyle de imandan sonra gelir.
Şurunbulâli'nin beyânına göre, namazın efdal olduğuna icma-i ümmet mün'akittir.
Delili; Peygamber (s.a.v.)'e, «İmandan sonra amellerin hangisi en faziletlidir" diye sorulduğunda, «Namazı vaktinde kılmaktır» cevabını vermesidir.
Taharet, namazın anahtarıdır. Bir şeyin anahtarı ve şartı tabii olarak o şeyden öncedir. Binaenaleyh beyan itibariyle de öne alınır. Bu husustaki nass Suyutî'nin el Camiu's-Sagir'de rivâyet ettiği şu hadisi şeriftir:
«Namazın anahtarı temizlik, tahrimesi tekbir, tehlîli de teslimdir». Bu hadis hasendir.
Taharet; yani abdestli bulunmak, namazın sahih olması için şarttır. Bu şart yalnız namaza mahsustur. Diğer ibadetlerde yoktur. Taharet tavafda da vacibtir, şeklinde bir itiraz varit olamaz. Çünkü tavaf abdestsiz de sahihdir. Niyetle de itiraz edilemez. Zira niyet namaza mahsus değil, bütün ibadetlerde şarttır.
İstikbâl-i Kıble meselesiyle de itiraz olunamaz. Çünkü istikbâl-i kıble bazen şart olmaktan çıkar. Nitekim hayvan üzerinde namaz kılarken, hastalık ve benzeri gibi özürler halinde istikbali kıble şart değildir. Avret yerini örtmek de bunun gibidir.
Namaz dışında avret yerini örtmenin farz olması şartıyet yolu ile değildir.
Dille niyet kâfidir, sözü mecâzdır. Çünkü niyet dilin değil, kalbin işidir. Dille zikir sözdür. Bundan dolayıdır ki, niyetin kalple yapılacağına icma mün'akit olduğu rivâyet edilmiştir. Burada niyet özürden dolayı sukût etmiştir. Binaenaleyh sükût etmez iddiası da sâkıttır. Şimdi şu kalır: Eğer konuşamayan âciz için, niyeti söylemek şart değilse ortada işkâl yoktur. Bu sebepledir ki «Hidâye» sahibi namaza dururken kalbden niyeti toparlayamayan kimseye niyeti dille söylemenin müstehap olduğunu ihtiyar etmiştir.
Niyeti dil ile söylemek şartsa ki «Kınye» sahibinin sözünden anlaşılan budur. «Hilye» sahibi İbn-i Emîr Hacc'ın itirazı vârit olur.
İbn-i Emîr Hacc bu okulla bedel nasbetmekdir. Memnudur. Meğer ki delili gösterile. Elleri ayakları kesik olan kimsenin, yüzünün de yaralı olmakla kayıtlanmasının sebebi, yüzü sağlam olduğu takdirde teyemmüm niyetiyle onu duvara silmesi icap ettiğindendir. Musannıf baştan bahsetmemiştir. Çünkü âzanın ekserisi yaralıdır. Bu takdirde vazife teyemmüm etmektir. Lâkın teyemmüm âleti olan eller mevcut olmadığı için teyemmüm sükût etmiştir. Böyle bir kimse namazını abdestsiz, teyemmümsüz kılacaktır. Binaenaleyh taharet asla sakıt olmaz, iddiası kendiliğinden sukût eder.
Toprak ve su bulamayan kimse kendini namaz kılanlara benzetir. Kuru yer bulursa vücûben rükû' ve sücûd eder, bulamazsa ayakta îmâ eder. Sonra bunlardan birini bulduğu zaman namazını tekrar kılar. Nitekim teyemmüm bahsinde gelecektir.
Şârih «Kasten abdestsiz namaz kılmak tekfire müeddi olmaz» sözü ile ulemadan birine red cevabı vermek istemiştir. O zat muhtar kavle göre abdestsiz namaz kılan kimse tekfir edilir. Ama piselbise ile namaz kılan ve kıbleden başka tarafa dönen tekfir edilmez. Çünkü bunlar özür halinde câizdir. Birincisi yani abdestsiz namaz böyle değildir. O hiçbir surette câiz olamaz. Binaenaleyh abdestsiz namaz kılan kimse tekfir edilir, demiştir. Sadr-ı Şehîd biz de bununla amel ederiz. diyor. Bu mesele «el-Hülâsa» ve «ez-Zâhire» nâm eserlerde de bahis mevzuu edilmiştir. «el-Hılye» nâm eserde mesele iki vecihle incelenmiştir. Birisi bu anlattığımızdır. İkincisi de şudur: İbâdetin özürle caiz olması, özürsüz yapanın tekfir edilememesinde müessir değildir. Çünkü bu meselelerde tekfiri icap eden şey istihfaf ve istihzadır. Hepsinde istihza edildiği sübut bulursa, hepsinde tekfir lâzım gelir. Hiçbirinde istihza sübut bulmazsa, hiçbirinde tekfir lâzım gelmez. Çünkü farzın hükmü terkinden dolayı küfrün lâzım gelmesi değildir. Böyle olsa farzı terkeden herkesin kâfir olması gerekir.
Farzın hükmü; onu şüphe götürmeyecek şekilde inkar edenin kâfir olmasıdır. İstihfaf ve istihza da inkâr hükmündedir.
METİN
Zâhir-i mezhebin bu olduğu «el-Hâniyye» nam eserde de beyan edilmiştir. «Siyer-i Vehhâniyye» de şöyle deniliyor: «Kasden abdestsiz namaz kılan kimsenin küfrü hakkında rivayetler arasında ihtilâf vardır».
İZAH
«el-Hâniyye» de abdestsiz kılınan namaz meselesi hakkındaki hilâf beyan edildikten sonra şöyle deniliyor: Tekfir, Nevâdir'in rivâyetidir. Zâhir-i Rivâye'ye göre kâfir olmaz. Ancak ulemanın ihtilâfı dinle alay etmeyerek namaz kılan hakkındadır.
Alay ederek kılarsa hepsine göre kâfir olması icap eder.
«Siyer-i Vehbâniyye»'de bahsedilen ihtilâf, mezhep imamları arasındadır. Mutemet kavle göre tekfir lâzım gelmez. Nitekim, zahir-i mezheb de budur. Hatta ulema şöyle demişlerdir: Bir mü'mini tekfire 70 rivayet ittifak etse. bir rivayet de velev zayıf olsun tekfirine delâlet etmese. müftü ve kadı bu rivayetle amel eder. ötekilerini bırakır.
METİN
(Tahâret bahsi diye terceme ettiğimiz) Kitabü't-tahâre sözü bir terkib-i izâfidir.
Kitab : lügâtta toplamak mânâsına masdardır.
Şerîatta ise : Müstahil birtakım meselelerle ünvan olmuştur. Ve mektûb (yani yazılmış) mânâsına gelir.
Tahâret kelimesi, «tahare» fiilinin masdarıdır. Fiil, «Tahure» ve «Tahire» şekillerinde de okunursa da tahare şekli en fasih olanıdır.
Lügatta taharet, temizlik mânâsınadır. Taharet kelimesi masdar olduğu için, musannıf onu müfret olarak kullanmıştır.
Şer'an taharet hades ve pisliklerden temizlenmektir. Bu kelimeyi cemi' şeklinde kullananlar nevilerini nazar-ı itibara almışlardır ki nevileri çoktur. Taharetin hikmetleri meşhurdur.
Hükmü : Taharetsiz helal olmayan şeylerin taharetle mubah olmasıdır.
Vücubunun Sebebi: Taharetsiz yapılması helâl olmayan bir şeyi yapmak istemektir. O şey ister namaz gibi farz olsun, isterse Mushafı ele almak gibi farzdan başka bir şey olsun. «el-Bahr» adlı eserin sahibi bu husustaki kavilleri saydıktan ve Kemâl'in sözünü naklettikten sonra şöyle demektedir: Zâhîre bakılırsa sebeb-i vücub farz da olsa, nafile de olsa iradedir. Lâkin nafile de iradeyi terk etmekle vücub sâkit olur. Bunu Zeylaî «Zıhâr» da beyan etmiştir. Allâme Kasım da «Nüket»inde şunları söylemektedir: «Doğrusu taharetin vücubuna sebep namazın farz olması yahut taharetsiz helâl olmayan bir şeyi yapmayı irade etmektir».
İZAH
Taharetin abdest, gusül ve teyemmüm, bedeni yıkamak, elbiseyi yıkamak vesaire gibi birçok nevileri vardır.
Hikmet; bir şeyin meşru olmasını gerektiren nesnedir.
Taharetin meşhur olan hikmetlerinden bazıları günâhlara keffâret olması, şeytanı defetmesi ve dünyada vücudun uzuvlarını yıkamakla, ahirette de tahcille güzelleştirmesi gibi şeylerdir.
Taharetin hükmünden murad; onun üzerine terettüp eden eserdir. «el-Bahr» de şöyle deniliyor:
Ulema sevabı taharetin hükmünden saymamışlardır. Çünkü sevap taharetin lâzımı değildir. Sevap, niyete bağlıdır. Taharette ise niyet şart değildir. Usul-i fıkıh ulemasının cumhuruna göre de taharetin vücubuna sebep irâdedir. Ancak bazıları buna itiraz ederek «Bu sözün muktezası, bir kimse namaz kılmayı irâde eder de abdest almazsa günahkâr olur. Velev ki namaz kılmasın. Halbuki buna kâil olan yoktur» demişlerdir. «el-Bahr» nâm eserde buna iki şekilde cevap verilmiştir:
Birinci cevap: «Zeylaî»nin sözüdür. Zeylai: «O kimse namaz kılmayı irade ederse kendisine taharet vacip olur. Bu niyetinden döner de nafile kılmaktan vazgeçerse taharet de sâkıt olur. Çünkü taharetin vücubu namaz içindir», demiştir.
İkinci cevap : Taharetin vücubuna sebeb, mutlak surette "irade değil, namaza başlarken ona ekli bulunan iradedir. Allâme Kasım metinde naklettiğimiz sözüne şunları da eklemiştir: Bu daha zahirdir. «el-Bahr»in sözü şunu iktiza eder: Bir kimse vakit içinde namazını kılmayı arzu etmez de, vakit çıkarsa abdesti terk ettiği için günahkâr olmaz, sadece namazı geciktirdiği için günahkâr olur. Bir de mesela öğle namazını vakti girmeden kılmak isterse, vakitten önce abdest alınması vacip olur. Halbuki bunların ikisi de bâtıldır.
Ben derim ki: Öğle namazını vaktinden önce kılmak nâfile bir namaz olur. Binaenaleyh o namazı kılmak istemekle abdest vacip olur.
Muhakkak İbn-i Hümâm «Fethü'l-Kadir»de, «Allâme Kasım'ın yolundan giderek taharetin sebeb-i vücubu namazın farz olmasıdır» demiş. Tahrir sahibi bunu beğenmiş, Allâme Sekkakî de sahih bulmuş ise de bu vacip namazdan başkasına şâmil değildir. Onun için burada «...Yahut taharetsiz helâl olmayan bir şeyi yapmak istemektir», ifadesi ziyade edilmiştir.
METİN
Bazılarına göre taharetin sebebi; hükmî necasetlerde hadestir.
Hades: Âzâya girerek temizliklerini gideren şer'i bir vasıftır. Hadesi şer'î bir mânidir ki giderecek bir şey kullanıncaya kadar âzâda kalır. diye tarif eden de olmuşsa da bu tarif hüküm itibariyle tariftir.
Hakikî necasetlerde ise habâsettir. Bundan murad şer'an pis görülen şeydir. «Taharetin vücûbuna sebeb namaza kalkmaktır», diyenler de olmuştur. Bu iki şey, yani hadesle habâset, Zahirî'Iere nisbet edilmişlerdir. Fâsit oldukları da zahirdir.
İZAH
Taharetin sebeb-i vücubu hadestir diyenler, bunların daima beraber bulunup beraber devretmelerine bakmışlardır. Çünkü her ne zaman hades varsa taharet lâzım gelir. Hades yoksa, taharet lazım gelmez. Fakat bu söz deveran delil olamaz, denilerek reddedilmiştir. Teslim edilse bile burada deveran yoktur. Çünkü bazen hades bulunur da taharetin vücubu bulunmaz. Nitekim vakit girmezden önce hades vardır. Fakat taharet vacip değildir. Bâliğ olmayan bir kimse hakkında da aynı şey söylenebilir. Hades vardır. Fakat taharet vacip değildir. Meselenin tamamı «el-Bahr» dadır. Lâkin ileride bunu te'yit edecek sözler gelecektir.
Hadesi, mani'iyyet-i şer'iyyedir diye tarif eden «Bahr» sahibidir. Bunu ondan «Nehir» sahibi nakletmiş, sonra «Bu tarif, hüküm itibariyle yapılmıştır». demiştir. Fakat ulemadan bir zat itiraz etmiş ve şunları söylemiştir: «Bu tarifin hüküm itibariyle yapılmış olması söz götürür. Çünkü bir şeyin hükmü. onun eseridir. Ondan hariçtir. O şeyin üzerine terettüp eder. Burada zikredilen mani'iyyet ise böyle değildir».
Hac'esin hükmü, hadesle birlikte, namazın sahih olmaması ve Mushaf'a el sürmenin haram olması gibi şeylerdir. Nitekim bu meydandadır. Hükümle tarif ise mesela hades o şeydir ki onunla namaz sahih olmaz veya buna benzer bir şey söylemekle yapılır.
Bazıları «Taharetin sebeb-i vücubu namaza kalkmaktır» demiştir. «el-Bahr» sahibinin beyânına göre bu sözü, «Hülâsa» sahibi sahih bulmuş fakat «Gayetü'lBeyan» sahibi fâsit olduğunu açıklamıştır. Çünkü beş vakit namaz için bir abdest kâfidir. Yeter ki bozulmuş olmasın. Buna da «Taharet, hades şartı ile sebeb-i vucub olmuştur», diye cevap verilebilir. Bâhusus âyetin zahiri de buna delalet etmektedir. Binaenaleyh yukardaki söylenenler lâzım gelmez.
Zahirîler Ebu Süleyman Davud-u Zâhiri'nin tâbileridir. Bunlar nassların zahiri ile amel ederler.
METİN
Bilmiş ol ki; sebeb hakkındaki bu ihtilâfın faydası ancak şarta tâlik edilen şeylerde kendini gösterir. Bir adamın karısına «Sana taharet vacip olursa boşsun» demesi bu kabildendir. Günah hususunda bir tesiri yoktur. Çünkü tahareti hadesten geri bırakmanın günah olmadığına icma mün'akittir. Bunu «Tevşih» sahibi izah etmiştir. Bununla ihtilâfın «es-Sirâc» nâm eserde ispat edilen günah cihetinden faydası reddedilmiş olur. Bilâkis taharetin vücub zamanı müvessa'dır, geniştir. Namazda olduğu gibi vaktin evvelinden başlar ve bütün vakte şâmil olur. Vakit daralırsa her ikisinin vücubleride daralır.
İZAH
«Sana taharet vacip olursa, boşsun», diyen adamın karısı birinci kavle göre namazı irade etmekle boş olur. İkinci kavle göre, namazın vacip olmasıyla; üçüncü kavle göre, hades yahut habasetle; dördüncü kavle göre, namaza kalkmakla, boş olur.
«et-Tevşih», allâme Sirâcüddîn-i Hindi'nin «Hidaye» şerhidir. «el-Bahır» nâm kitabın gusül bahsinde şöyle deniliyor: Siracüddîn-i Hindî namaz vacip olmadan yahut taharetsiz yapılması helâl olmayan bir şeyi, yapmak; irade etmeden abdestsize abdest, cünub, hayızlı ve nifaslıya gusül lâzımı gelmeyeceğine icmâ-i ümmet mün'akit olduğunu nakletmiştir.
Sirâc, Cevhere sahibi Haddadi'nin muhtasarı «Kudurî» üzerine yazdığı şerhtir.
Bu zat, Kerhî ile bilumum Irak ulemasına göre hayızlı, nifaslı kadına guslün kan kesilmekle vacip olacağını. Buhara ulemasına göre ise, namaz farz olmakla icap edeceğini zikrettikten ve «Muhtar olan da budur» dedikten sonra şunları söylemiştir: «Bu hilâfın faydası, hayız kanı güneş doğduktan sonra kesilip yıkanmayı öğle vaktine kadar geciktirdiği namaz zahir olur. Birinci kavle göre; kadın günahkâr olur. İkinci kavle göre günahkar değildir. Abdestin vücûbu da bu hilâf üzerinedir. Iraklılara göre abdest hades için, Buharalılara göre ise namaz için vacip olur.»
Musannıfın: «Taharet vaktin girmesiyle müvessâ olarak vacip olur», sözü Allâme Kasım'ın taharetin sebebi vücubu namazın farz oluşudur, sözünü te'yit etmektedir. Çünkü namazın farz oluşu da vaktin girmesiyledir.
METİN
«el-Eşbah» da beyan edildiğine göre taharetin şartları onüçtür. Vücubunun şartları dokuzdur. Sıhhatinin şartları da dörttür. Bunları üstadımızın üstadı. Allâme AIiyyi Makdisî manzum olarak yazmış ve şöyle demiştir:
«Vücubun şartı: âkıl, İslâm. su veya toprağı kullanmaya kudret, bülûğ, hades, hayız ve nifas bulunmamak ve vaktin darlığıdır.
Sıhhatinin şartları da. temiz su ile bütün bedeni kaplamak, kadının hayız ve nifastan temiz olması, bir de vücuttan her mâniin giderilmesidir».
İZAH
Taharet, yani temizlik, taharet-i suğra denilen abdeste ve taharet-i kübra denilen gusle şâmildir.
Vücûb şartları; bir şahısta hepsi bulunduğu zaman temizlenmesini icap ettiren şartlardır.
Sıhhat şartları ise; taharet ancak kendileri ile sahih olan şartlardır. Bu iki nevi şartlar arasında telazüm yoktur. Umum ve husus minvecih vardır. Mesela hayızlı, nifaslı olmamak, kitap yönünden vücubun şartıdır. Vacibi eda yönünden sıhhatinin şartıdır.
Saydığımız dokuz şarttan biri kendinde bulunmayan kimseye taharet vacip değildir. Bu dokuz şartın her birinin mukabilini düşünürsek deliye taharet vacip değildir. Kâfire de vacip değildir. Çünkü meşhur kavle göre küffar ibadetlerle mükellef değillerdir. Suyu veya toprağı kullanmaktan âciz olan kimseye sabiye, abdestli veya boy abdestli olan kimseye, hayızlıya, nifaslıya taharet vacip olmadığı gibi namaz için bol vakti olan kimseye de vacip değildir. Bu son şart vücubu eda için şarttır. Öncekiler asl-ı vücubun şartlarıdır.
Taharetin vücub şartları altı madde halinde hülâsa edilebilir: İslâm, teklif, suyu kullanmaya kudret, hades, hayız, nifas gibi münafi bulunmaması ve vaktin darlığı.
Sıhhat şartlarını da ikiye indirmek mümkündür. Yıkanacak yeri su ile kaplamak, hayız ve nifas gibi bir mani bulunmamak.
METİN
Bazıları bu şartları dört kısma ayırmışlardır.
Birincisi; hissen mevcut olan şartlardır ki, su ve toprak gibi pisliği giderecek bir şeyin bulunması, pis azanın mevcut olması ve pisliği gidermeye kudret bulunmasıdır.
İkincisi; şer'an mevcut olan şartlardır. Bunlardan maksat, pisliği giderecek olan şeyin kullanılması meşru yani mutlak su, temiz ve temizleyici olmasıdır.
Üçüncüsü; vücubunun şartlarıdır. Bunlar teklif, yani akıl, bülûğ, İslâm ve hadesdir.
Dördüncüsü; sıhhatinin şartlarıdır ki temizliğin ehlinden sadır olup yerinde yapılması, bir de mani bulunmamasıdır.
Taksimi yapan zat bunu manzum olarak ifade etmiş ve şöyle demiştir: Öğren! Abdestin mühim şartları vardır ki, dörtle sekize yani on ikiye taksim edilmişlerdir. Bunlardan üçü hissen vücudun şartı olan âzânın sağlamlığı, suyu kullananın kudreti ve bunlarla birlikte suyun halis olmasıdır.
Şer'an vücubunun şartlarını da iyi belle! Bunlar, mutlak suyun bulunması, suyun temiz ve temizleyici olmasıdır.
Vücubunun şartları, İslâm, akıl, bûlûğ, hades ve temyizdir.
Ey istifade peşinde koşan! Abdestin sahih olmasının şartları, suyun işlemesine mâni olan mum ve çapak gibi şeylerin giderilmesi, bir de abdest arasına ona münâfî olan bir şeyin girmemesidir.
Ey büyükler büyüğü! Bu iki şarta âzâyı yıkarken suyun damlaması şartı da ilâve edilmiştir ki, ikinci imama göre bu şart muteber değildir».
İZAH
Mezkûr taksimi, allâme Bîrî «Kudûrî» şerhinden nakletmiştir. Görülüyor ki birinci kısımda üç, ikincide üç, üçüncüde dört, dördüncü kısımda da iki şart bulunmaktadır.
Taharetin hissî vücudundan murad; müşahede yanı fiilinin mevcut olmasıdır. Aksi takdirde taharet şer'i bir vasıftır. Hariçde vücudu yoktur.
Taharetin ehli: Hayız ve nifaslı olmayan kimselerdir.
Mahalli yani yapıldığı yer: Gusülde bütün beden, abdestte dört azadır. Bunun vücud şartlarından da olduğunu yukarıda görmüştük. İhtimal burada suyun bütün bedene teşmil edilmesi kastedilmiştir.
Mâni bulunmamaktan murad: Özürsüz bir kimse için temizlik esnasında abdesti bozacak bir ha! meydana gelmemektir.
Suyun damlamasından murad: Esah kavle göre iki damladır. Nitekim ileride görülecektir.
İkinci imama; yani Ebu Yûsuf'a göre suyun damlaması şart değildir. Ancak itimat buna değil, birinci kavledir.
Tenbih: Evvelce de görüldüğü vecihle musannıf'ın burada beyan ettiği sıhhat şartlarına, hayız ve nifasın bulunmaması da ilâve edilmektedir. Bu şart abdestin şer'i vücudunun dahi şartlarından olduğu gibi vücubunun de şartlarındandır. Bana öyle geliyor ki, şer'î vücudunun şartları ile sıhhatinin şartları ve bunların aksi aynı şeylerdir. Çünkü aralarında fark yoktur.
METİN
Taharetin sıfatı; namaz için farz, tavaf için vacip olmasıdır. Bazıları Mushafı ele almak için de vacip olduğunu söylemişlerdir. Çünkü "Mutahhirinden murad; meleklerdir» diyenler vardır. Uyumak için abdest almak sünnettir. Otuz küsur yerde de abdest almak mendupdur ki ben bunları «el-Hazain» de beyan ettim. Bazılarını sayalım: yalan söyledikten, gıybet ettikten, kahkaha ile güldükten, şiir okuduktan, deve eti yedikten, her nevi günah işledikten sonra abdest almak mendup olduğu gibi, ulemanın hilâfından çıkmak için abdest almak da menduptur.
İZAH
Farz olsun, nafile olsun namaz kılmak için abdest almak farzdır. Ulemadan bazıları mushafa el sürmek için abdest almanın vacip olduğunu söylemişlerdir. Çünkü âyet-i kerimenin tefsirinde ihtilâf edildiği için abdeste delâleti kat'i değildir.
Âyetten murad; Teâlâ Hazretleri'nin «Ona temiz olanlardan başkası el süremez», kavl-i kerimidir. Bazıları bu ayet-i kerimenin kitab-ı meknûna sıfat olduğunu söylemişlerdir. Kitab-ı meknûn, Levh-i Mahfuz'dur. Birtakımları Kur'an-ı Kerim'in sıfatı olduğunu bildirmişlerdir ki. maksat Mushaf'tır.
Birinci kavle göre mütahhirundan murad; mukarrep meleklerdir. Çünkü melekler günah kirlerinden berî ve temizdirler. Bu takdirde mânâ «O kitab-ı meknûna meleklerden başka kimse muttalî olamaz» demektir.
İkinci kavle göre murad; insanlardır. Ve ayet-i kerime, «O Mushaf'a ancak hadeslerden temizlenmiş olan insanlar el sürebilir», mânâsına gelir. Ekseri müfessirinin kavli budur. Âyet-i kerimedeki mes kelimesini hakikat manasına hamletmek de bunu te'yit eder. Çünkü kelâmda asıl olan hakikattır. Hiçbir delil göstermeden kelimenin başka mânaya ihtimali olduğunu öne sürmek bu istidlale dokunmaz. Başka mânaya ihtimali olmayan bir delili bulmak hemen hemen mümkün değildir. Ama bu o delilin kafiyetine münâfi değildir. Allahu a'lem. Bundan dolayı şârih, farz olduğu kavlini ihtiyar ettiğine işaret etmiştir. Muhaşşî Halebî dahi bunu takviyede bulunmuş, Şürunbulâlî de aynı hükmü ihtiyar etmiştir.
Lâkin ileride görüleceği vecihle farz lüzumu kat'i olarak sabit olan şeydir. Bundan dolayı. onu inkâr eden kâfir olur. Buradaki mesele ise böyle değildir. Çünkü «el-Hulasaada beyan edildiğine göre; bir kimse namazdan başka bir şey için abdest tâzım geldiğini inkâr etse, bize göre tekfir edilmez. Meğer ki şöyle cevap verilmiş ola: Bu mesele farz-ı amelîdir.
Farz-ı amelî, vacibin iki nevinin en kuvvetlisi. farzın iki nevinin en zayıfıdır. Bundan dolayı inkâr eden kâfir olmaz. Nitekim beyanı ileride gelecektir. İki kavlin arası böyle bulunmuş olur.
Uyumak için abdest almak sünnettir. «Mültekâ» şerhinde de böyle beyan edilmişse de Şürunbulali ve diğer bazı ulema onu menduplardan saymış ve nevileri üçe münhasır bırakmışlardır.
Musannıf, mendup olan taharetleri, abdestin mekruhları bahsinde sıralamıştır.
Uykudan uyandıktan sonra abdest almak, abdestli olmaya devam için abdest almak, yer değiştirdikçe abdest üzerine abdest almak, cenaze yıkamak, cenaze taşımak ve her namaz vakti için abdest almak bazılarına göre cünüplükten yıkanmak için abdest almak, cünüp olan bir kimsenin yemek, içmek uyumak, cima etmek istediği zaman abdest alması, gadap halinde abdest alması, hadis okumak için. hadis rivayet için, ilim öğrenmek, ezan. ikamet ve hutbe için abdest almak, Peygamber (s.a.v.)'i ziyarete gideceği zaman. sa'y ve vukuf yapacağı zaman Kütüb-ü şer'iyeyi ele alacağı zaman onlara tazimen abdest almak, karısının güzelliğine bakmak ve mutlak zikir yapmak için abdest almak, gusüle başlarken abdest almak, abdestli bile bulunsa her zaman için ayrı abdest almak bunlardandır. Çünkü olabilir ki abdestli olduğu halde gıybet etmiş. yahud yalan söylemiştir. Böyle bir kimseye abdest almak mümkün değilse teyemmüm eder, bununla üzerindeki günahı defetmeyi niyet eder. Bunları muhtelif kitaplar beyan etmiştir ki, musannıfın bildirdiği yedi kısım ile otuz küsur ederler.
Yalan söyledikten ve gıybet ettikten sonra abdest olmanın mendup olması, bunlar mânevî necaset oldukları içindir. Bundan dolayıdır ki yalancıdan fena bir koku yayılır, bu kokudan melek uzaklaşır. Nitekim hadîs-i şerifte böyle varit olmuştur. Keza Peygamber (s.a.v.). pis kokan bir rüzgârı, «Bu rüzgâr insanları ve mü'minleri gıybet edenlerin kokusudur» diye izah buyurmuştur. Biz buna alıştığımız ve burunlarımız bu koku ile dolduğu için duymayız. Nitekim tabakların bulunduğu yerde sâkin olanlar tabakhane kokusunu duymazlar. İnşallah «Hazır» ve «İbâhe» bahsinde yalana, gıybete ve bunlara nerelerde ruhsat verileceğine dair izahat gelecektir.
Kahkaha ile gülmek. namaz içinde bir cinayet sayıldığı ve abdesti bozduğu için, namaz dışında da noksanlık sayılmış, bundan dolayı kahkaha ile gülünce abdest almak müstehap olmuştur.
Şiirden murad, kötü şiirlerdir. Bunların iyisini, kötüsünü kitabımızın mukaddimesinde beyan etmiştik.
Deve eti yedikten sonra abdest almanın mendup olması; ulemadan bazılarının mezhebine göre, bu abdest vacip olduğu içindir. Ulemanın hilâfından çıkmak için abdest olmak, menduptur. sözünde bu da dahildir. Hadislerde abdestin günahlara keffaret olacağı bildirildiği için, her günah işledikçe abdest almak mendup görülmüştür.
METİN
Taharetin rüknü; gusül, mesih ve pisliğin giderilmesidir. Âleti ise; su, toprak ve benzerleridir.
Taharetin delili: «Namaza kalkmak istediğiniz vakit yüzlerinizi yıkayın. İlah...», ayeti kerimesidir. Buayeti kerime bilittifak Medine'de nâzil olan âyetlerdendir
Siyer ulemasının, ittifakına göre abdest ile gusül namaz ile birlikte Mekke'de farz kılınmışlardır. Bunları Cebrâil Aleyhisselâm öğretmiştir, Peygamber (s.a.v,), abdestsiz hiçbir namaz kılmamıştır. Hatta abdest bizden öncekilerin şeriatıdır. Buna delil; «Bu benim abdestim ve benden önceki peygamberlerin abdestidir.» hadisi şerifidir.
Usul-i fıkıh'da takarrur etmiş bir kaidedir ki bizden öncekilerin şeriatları bizim için de şeriattır. Yeterki Allah Teâlâ ve Resûlü reddetmeksizin hikâye buyurmuş olsun. Neshedildiği de meydana çıkmıç olmasın. şu halde bu hususta inen ayeti kerimenin faydası sabit olan hükmü takrir ve ulemanın bir rahmet olan ihtilâflarının müyesser olmasıdır.
Nasıl faydalı olmasın ki. ayeti kerime 70 küsur hükmü ve 8 umuru ihtiva etmektedir. Bunları «ez-Ziya» sahibi Fevaidü'l-Hidâye'den naklederek teyemmüm bahsinde sıralamıştır. Bu sekiz şeyin her biri ikişerdir, Mesela
Taharet : Abdest ve gusül olmak üzere iki.
Temizleyici: Su ve toprak olmak üzere iki.
Hüküm : Gusül ve mesih olmak üzere iki.
Mûcip : Hades ve cünüplük olmak üzere iki.
Mubih : Maraz ve sefer olmak üzere iki,
Delil : Abdestte tafsîli. gusülde ıcmöli olmak üzere iki.
Keramet: Günahların temizlenmesi ve nimetin tamamlanması olmak üzere ikidir
Nimetin tamamlanmasından murad; şehid olarak ölmektir. Çünkü hadisi şerifde. «Bir kimse abdest almaya devam ederse şehid olarak vefat eder», buyurulmuştur. Bunu Cehere nakletmiştir.
İZAH
Rükün, lügatta kuvvetli olan taraf demektir.
Istılahda ise, bir şeyin hakikatını meydana getiren asli cüz'u demektir ki o şey hem o cüzden. hem başkasından meydana gelir.
Taharet; üç şeyin mecmuu ile olur; yıkamak, meshetmek ve pisliği gidermektir. Gözle görülen pisliklerde temizlik. pisliğin aynının giderilmesi ile olur. Görülmeyen necasetlerde ve hades-i ekberde sadece yıkamakla, hades-i asgarda ise hem yıkamak ve hem meshetmekle olur. Sıkmak, üç defa yıkamak gibi şeyler ise şartlarındandır.
Abdest âyeti. Maide sûresindedir. Bu sure Kur'an-ı Kerim'in en son nâzil olanlarındandır.
FAİDE: Medenî yani Medine'de inen sûre ve âyetlerden murad; Hicret'ten sonra nâzil olanlardır. Velev ki Medine'den başka yerde nâzil olsunlar.
Mekkî: Yani Mekke'de nâzil olanlardan murad; Hicret'ten önce inen âyet ve sûrelerdir: Velev ki Mekke'den başka yerde nâzil olsunlar.
Suyûtî «el-İtkan» nâmındaki eserinde bu bâbta üç kavil olduğunu söylemiştir ki esah olanı budur.
Siyer ulemasının ittifak ettikleri söz, bir sual-i mukadderin cevabıdır. Sual şudur:
Sen abdest âyetinin, Medine'de nâzil olduğunu söylüyorsun. Halbuki namaz İsrâ gecesindeMekke'de farz kılınmıştır. Şu halde âyet ininceye kadar namazın abdestsiz kılınmış olması icap eder. Hatta «el-Mevâhip» te Fethu'l-Barî'den naklen Peygamber (s.a.v.) in İsrâ'dan önce kat'i olarak namaz kıldığı belirtilmiştir. Ashabı da öyleydi. Lâkin beş vakit namazdan önce bir namazın farz kılınıp kılınmadığı ihtilâflıdır. Bazılarına göre guneş doğmazdan ve batmazdan önce namaz kılmak farzdı. Çünkü Teâlâ Hazretleri, «Güneş doğmazdan ve batmazdan önce Rabbine onun hamdi ile tesbit et» buyurmuştu.
Musannıf «Abdestle güsul, Mekke'de namazla beraber farz kılınmıştır» sözü ile beş vakit namazı kastediyorsa yukardaki söylediklerimize karşı bu cümle müşküldür. Çünkü Peygamber (s.a.v.), daha önceleri kat'i surette namaz kılardı. Buradaki beraberliğin zaman için değil, mekân için kullanıldığı anlaşılıyor. Böyle olursa âyet ininceye kadar kıldığı namazlarını abdestsiz kılmış olması lâzım gelmez. Onun için musannıf bundan sonraki sözünü umumileştirmiş, «Peygamber (s.a.v.) abdestsiz hiçbir namaz kılmamıştır» demiştir. «Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de şeriattır» sözü ikinci bir cevaba geçiştir. Bu söz muhtar olan şu kavle ibtina eder ki Peygamber (s.a.v.), Resûl olarak gönderilmezden önce kendinden evvel geçen peygamberlerin şeriatı ile ibadet ederdi. Çünkü teklif, Hazret-i Âdem'den beri kesilmiş değildir. İnsanlar hiç bir zaman başıboş bırakılmamışlardır. Resûlüllah (s.a.v.) ın namaz kıldığını. oruç tuttuğunu, hacca gittiğini bildiren rivâyetler pek çoktur. Meşru olmadan ibadet yapılmaz. Zira ibadet emre uymaktan ibarettir. Resûlüllah (s.a.v.) gönderildikten sonra da bu böyle olmuştur. Meseleyi İbn-i Hümâm «et-Tahrir» ve şerhinde izah etmiştir. Namaz bahsinin başlarında görüleceği vecihle, bize göre muhtar olan kavil, peygamber olarak gönderilmezden önce mükellef olmamasıdır. Cumhurun kavli de budur. Resülüllah (s.a.v.)ın abdesti tarif eden hadisini, İmam Ahmed'le Dârekutnî. İbn-i Ömer (r.a.) den rivayet etmişlerdir. Bu hadisin sonunda şöyle buyurulmaktadır: «Sonra Peygamber (s.a.v.) su isteyerek üç defa abdest aldı. Sonra işte bu benim abdestimdir. İlah...» buyurdular. Fakat bu söze itiraz edilmiş, «Abdestin peygamberlerde bulunması. ümmetlerinde de mevcut olmasını iktiza etmez» denilmiştir. Onun içindir ki «Abdest, başka ümmetlere nisbetle, bu ümmetin hususiyetlerindendir. Peygamberlerine nisbetle değildir» denilmiştir. Çünkü Buhari'nin rivayet ettiği bir hadiste: «Ümmetim kıyamat gününde abdest eserlerinden, alınları sakar, ayaklan seki olarak davet edilecektir» buyurulmuştur. Buna da şöyle cevap verilmiştir:
Hadîsin zahirinden anlaşılıyor ki bu ümmete has olan sadece sakarlıkla, sekîliktir. Abdestin aslı değildir. Hususiyet iddia edenlerin bir delili de şudur: Peygamberlere sabit olan bir hüküm. ümmetleri için de sabittir. Bunu Buharî'deki Hazretî Sâra ile Melik kıssası te'yit etmektedir. Melik ona yaklaşmak isteyince Hazreti Sâra kalkarak abdest almış, namaz kılmıştır. Rahip Cüreyc kıssasında da «Kalktı, abdest aldı» denilmektedir. Buradaki abdesti, lügat mânâsına hamletmek mümkündür, diyenler de olmuştur.
Ben derim ki: «Bu, benim ve benden önceki peygamberlerin abdestidir» hadis-i şerifi ile sairpeygamberlere, şer'i abdestin sübût bulduğu anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca o peygamberlerin ümmetlerine abdestin de farz olduğunu şu iki kıssa isbat edip dururken, abdesti lügat mânâsına hamletmek için mutlaka bir delil lâzımdır.
Bizden önceki şeriatların bizim için de şeriat olmasına misal Kısas âyetiyle Aşûre orucudur. Fakat şeriatları bize red ve inkâr suretiyle kıssa buyurulursa, bizim için şeriat olamaz. Nitekim Teâlâ Hazretleri En'am suresinde: «Biz Yahudilere sığır ve koyunun iç yağlarını haram kıldık» buyurmuş, sonra yine aynı sûrede: «De ki: Ben, bana vahiy buyurulan Kur'an'da blr haram bulamıyorum» âyet-i kerîmesiyle bunu reddetmiş, binaenaleyh bizim için şeriat olmamıştır.
Müslümanlar ilk zamanlarda namazı Kudüs'dekı Beyt-i Makdis'e doğru kılarken sonradan bu neshedilerek kıble Kâbe olmuştur. Ayet inmesinin faydası, sabit olan hükmü takrirdir cümlesi, bir sual-i mukaddere cevaptır. Sual şudur:
«Abdest Mekke'de farz kılındı ise, o da bizden öncekilerin şeriatındandır. Şu halde farz olduğu sübut bulmuş demektir.
Âyet inmesinin faydası nedir?»
CEVAP : «Ayet inmesinin faydası bu hükmün takrir ve tesbitidir. Çünkü abdest müstakil bir ibadet değil, namaza tâbi olarak farz kılınmıştı. Hal böyle olunca zaman geçip abdesti nakledenler azaldıkça, ümmet onu mühimsemez olabilir, şartlarına, rükünlerine karşı müsahamakâr davranırdı. Mütevâtir nasla sübut bulması böyle değildir. O her zaman, her dilde bakidir».
Ulemanın ihtilâfından murad; müçtehidlerin niyet, abdest uzuvlarını ovuşturma, tertip, kadına dokunmakla abdestin bozulması. başın meshedilecek miktarı gibi hususattaki ihtilâflarıdır.
Abdest âyetinin şâmil olduğu 70 küsur hikmetten bazıları şunlardır:
Âyetteki kalktığınız zaman tabirinden murad; kalkmak istediğiniz zaman demektir. Lafız, namaza kalkmak isteyenin hemen âzâyı yıkamaya başlaması iktiza eder. Çünkü muhkemdir. Burada farz olan mesih değil, suyu dökünmektir. Ovunmak, niyet, tertip ve azâyı birbir arkasından yıkamak gibi şeyler şart değildir.
Başa hangi tarafından olursa olsun mesih câizdir. Bir uzvu hem yıkamak, hem meshetmek bâtıldır. Mestler üzerine mesh caizdir. İstinca farz değildir. Gusülde bütün beden yıkanacaktır. Gusülde mazmaza ve istınşak farzdır. Hastalığına zarar vermesinden korkan hastanın teyemmün etmesi vacibtir. Teyemmüm her zaman câizdir. Yırtıcı hayvandan veya düşmandan korkan kimsenin teyemmüm etmesi câizdir. Cünüb kimsenin teyemmümü câizdir. Suyu unutan kimsenin, yanında su bulunduğu halde teyemmüm etmesi câizdir. Teyemmümle namaz kılan bir kimse, namaz içinde suyu bulursa abdest alması lâzım gelir. Hurma şırası ile abdest almak câizdir.
Ayet-i kerimenin şâmil olduğu sekiz şeyden her biri ikişer yönlü olduğu için mecmuu 16 eder.
Taharet: biri abdest diğeri gusül olmak üzere ikidir. Çünkü Teâlâ Hazretleri: «Yüzünüzü yıkayın, cünüp olursanız tertemiz paklanın» buyurmuştur.
Temizleyici; biri su, diğeri toprak olmak üzere ikidir. Zira Teâlâ Hazretleri: «Yüzünüzü yıkayın» buyurmuştur. Yıkamak su ile olur. Sonra «Yeryüzüne teyemmüm edin.» buyurmuştur.
Tahareti icap eden şey, biri hades, diğeri cünüblük olmak üzere ikidir. Hadesten murad; hades-i asgar; yani abdestsizliktir.
Ruhsatı mubah kılan şey, biri maraz yani hastalık. diğeri yolculuk olmak üzere ikidir. Teâlâ Hazretleri: «Şayet hastaysanız yahut seferde bulunuyorsanız temiz yere teyemmüm edin» buyurmuştur.
Gusüldeki icmali delil, Teâlâ Hazretleri'nin «Tertemiz yıkanın» kavl-i kerimidir. Çünkü burada yıkanacak miktarı tafsilâtıyla beyan buyurmamış tır. Halbuki abdest hakkında tafsilât vermiştir. Onun içindir ki guslün miktarı hakkında müçtehidler ihtilâf etmişlerdir.
Kinâyenin lügat mânâlarından biri; bir şey söyleyip başkasını kastetmektir. Burada da öyledir. Çünkü Teâlâ Hazretleri, «Gait» lâfzı ile insanın bedeninden çıkan pisliği murad etmiştir.
Gâit, alçak yer demektir. Mülâmese ile de cinsî münâsebeti murad etmiştir. Mülâmese elle dokunmak demektir. Bundan alınarak, fâişe hakkında «O kendisine dokunan hiçbir eli menetmez» derler.
İki kerametten maksat; iki nimettir. Teâlâ Hazretleri; «Sizi onunla temizlesin diye, size nimetini tamamlasın diye...» buyurarak bunlarla kullarına in'am-ü ihsanda bulunmuştur.
Abdest âyetinin ifâde ettiği iki kerametten biri günahları temizlemektir. Çünkü Müslim ile İmam Malik'in merfu olarak rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Müslüman yahut mü'min kul, abdest alıp yüzünü yıkadığı vakit, gözü ile bakarak işlediği her günah yüzünden su ile yahut suyun son damlası ile çıkar. Ellerini yıkarken, elleri ile tutarak işlediği her günah su ile yahut suyun son damlası ile ellerinden çıkar. Ayaklarını yıkarken, yürüyerek işlediği her günah su ile yahut suyun son damlası ile ayaklarından çıkar. Kul günahlarından tertemiz çıkıncaya kadar bu böyle devam eder».
Müslim ile başkalarının merfu olarak rivayet ettikleri bir hadisde Resûlüllah (s.a.): «Bir kimse abdest alır ve abdestini güzel eylerse bedeninden günahları çıkar. Tırnaklarının altından bile çıkar» buyurmuşlardır.
Kerâmetin değeri, abdestli ölen kulun şehid gitmesidir.
Bundan murad; kıyâmet gününde kurre ve tahcille haşredilmesi de olabilir. Çünkü yukarıda zikredilen Buharî hadisi bunu ifade etmektedir.
METİN
Abdest âyetinde muhatap sigası kullanarak« Sizler ki iman ettiniz» denilmeyip gaip sigası ile «İman edenler» buyurulması kıyamete kadar iman edecek her mü'mine âmm ve şâmil olması içindir. Bunu «ez-Ziya» sahibi söylemiştir. Galiba bu söz âyette iltifat olduğuna mebnidir. Ama tahkik bunun hilâfınadır. Abdest âyetinde tahakkuka delâlet eden « İza» kelimesi cünüblükte ise şek ve şübhede kullanılan «in» kelimesi getirilmesi namazın lâzım olan umurdan, cünüblüğün ise ârızî şeylerden olduğuna işaret içindir.
Kezâ hades kelimesinin gusül ile teyemmümde sarahaten zikredilip abdestte zikredilmemesi abdestin farz ve sünnet olduğu bilinsin diyedir. Hades; farz olan abdest için şarttır. Sünnet olan abdeste şart değildir. Binaenaleyh gusül üzerine gusül, teyemmüm üzerine teyemmüm abdestle iştigal olur. Fakat abdest üzerine abdest nur üzerine nurdur.
İZAH
İltifat, mütekellim, muhatap ve gaip sigalarından birini diğerinin yerinde kullanmaktır. Şu şartla ki, kullanılan siga zahir mânâya ve dinleyicinin beklediğine muhalif olmalıdır. Tahkike göre bu âyette iltifat yoktur. Çünkü mânâda muhataptır. Binaenaleyh onun hakkında muhatap zamiri kullanmak gerekir. Ve «Ey filan! Şunu yaparsan şöyle olur» denilir. «Şunu yaptınsa şöyle olur» denilmez. Gerçi silede zamiri gaip kullanılmıştır. Ama bu zamir mevsule aittir. Mevsul ise zahir isimlerdendir. Bunların hepsi gaibtir. Mevsul ile ona ait olan zamiri âit silesi tamam olunca cümle tamamen nidanın iktiza ettiği muhatab cümlesi olur. Bu takdirde cümlede bir yoldan başka yola sapmak yoktur. Onun içindir ki gerek Kur'an-ı Kerim'de, gerekse Arab dilinde bu kabil sözler ancak bu yoldan kullanıla gelmiştir. Bütün bunlarda yol değiştirmek iddiası mesmû değildir.
Sünnet olan abdest için hades şart değildir. Bu gösterir ki Teâlâ Hazretleri'nin: «Yıkayınız ilah...» emri vücub ve nedib hakkında kullanılmıştır. Hadeste vücûb, başkasında nedîb ifade eder. Bu izah ulemanın «Ayetten murad hadestir», sözlerine muhaliftir. Âyet-i kerimeden teyemmüm ile guslün ancak farz oldukları mânâsı anlaşılır. Çünkü her ikisinde hades tasrih edilmiştir. Burada şöyle bir itiraz varit olmuştur: Gusül bazı yerlerde mendup, bazı yerlerde sünnettir. Kezâ teyemmüm. uyku ve mescide girmek gibi hususta abdest yerini tutar.
Binaenaleyh teyemmüm ile guslün farz olmaları şart değildir. Lâkin «Nihâye» de şöyle deniliyor: «Gusül cuma için sünnettir», denilir de bu hususta tenevvür sûbut bulduğu iddia edilemez. Çünkü bizim iddiamız guslün bir namaz için sünnet olmadığıdır. Yahut Pezdevî'ye göre cuma günü gusül, namaz için değil, günün şerefi için sünnettir, deriz.
İhya-u Ulûm'de «Abdest üzerine abdest, nur üzerine nurdur.» sözünün hadis olduğu bildiriliyor.
Hâfız Irakî: «Ben buna vâkıf olmadım.» demiş, ondan önce aynı şey Hâfız el-Münzîlî de söylemiştir. Hâfız İbn-i Hacer «Bu hadis zayıftır. Ama onu Rezin müsnedinde rivayet etmiştir» diyor. Evet, İmam Ahmed güzel bir isnatla şu merfu hadisi rivayet etmiştir: «Eğer ümmetime meşakkat vereceğimi bilmeseydim, onlara her namaz kılacakları vakit abdest almalarını emrederdim».
Bundan anlaşılan mânâ «Abdestli bile olsalar, yeniden abdest almalarını emrederdim» demektir.
Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mâce'nin merfu rivayet ettikleri bir hadisde Resûlüllah (s.a.v.): «Bir kimse abdestli iken abdest alırsa, kendisine on, hasene yazılır» buyurmuştur. Şârih hadisin zahirine tâbi olarak meclisini değişmesinden bahsetmemiştir. Bu hususta inşaallah abdestin sünnetleri bahsinde söz edilecektir.
M E T İ N :
Abdestin rükünleri dörttür. Burada farzları denilmeyerek rükünleri kelimesinin kullanılması daha faydalı olduğu içindir. Hem bu kelime şöyle bir itiraza da mahal bırakmaz: Farzdan kat'i emir muradediliyorsa, bu takdirde başın dörtte birine mesh meselesi varit olur. Amelî farz kastediliyorsdasa, bu sefer de yıkanan uzuvlarla itiraz varit olur. Velev ki buna «el-Mültekâ» şerhinde hulâsa ettiğimiz sözlerle cevap verilmiş olsun. Sonra rükün mahiyette dahil olan farzdır. Şart ise mahiyetin haricinde olan farzdır. Farz kelimesi bunların ikinsinden de umumidir.
Farz: Lüzumu kat'î olan şeydir ki, inkâr edeni tekfir olunur. Başın aslına meshetmek bu kabildendir. Bazen amele de farz denilir.
Bundan murad : kendisi bulunmayınca sıhhat da bulunmayan şeydir. Farzlardaki içtihadî miktarlar böyledir. Bunu inkâr eden teklif olunmaz.
İ Z A H :
Rükün tabirine de itiraz olunmuş ve şöyle denilmiştir: Rükün, «Musannıf»ın da itirafı vecihle mahiyetde dahil bir farzdır. Binaenaleyh mutlak farzdan ehasdır. Eammın lâzımı ise ehassın da lâzımı demektir. Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: rüknün mânası mâhiyetin cüz'ü olan şey demektir. Velev ki burada farz olması lâzım gelsin. Çünkü itibari mahiyetlerde dikkat edilecek cihet, vâzı'ın, ismi vaz ederken itibar ettiği şeydir. Rükünde kelimenin vâzı'ı onun kat'î mi yoksa zannî delille mi sübut bulduğunu nazarı itibara almamıştır.
Abdest alırken başın dörtte birine meshetmek kat'i delille sabit olmadığı gibi. dirsekleri ve topukları yıkamak dahi kaf'i delille sübut bulmamıştır. Bundan dolayıdır ki bu hususta muhalefet eden kimse bilicmâ' tekfir edilmemiştir.
İşte muterizin: «Farzdan kat'î hüküm kasdedilirse başın dörtte birine mesh meselesiyle itiraz olunur» dediği budur. Muteriz sözüne devamla «Farz kelimesinden amelî farz kasdedilirse, yıkanan aza ile iliraz olunur», diyor. Yıkanan azadan murad; dirseklerle topuklar hariç, diğer üç uzuvdur. Bunları yıkamak amelî değil, kafî farzdır. et-Dürrü'l-Müntekâ sahibi şunu da ziyade etmiştir: Kat'i farzla amelî farzın ikisi de kastedilirse umum müşterek yahut hakikatla mecazın, ikisini birden murad etmek lâzım gelir.
Musannıfın Şerhü'l-MüItekâ'da hulâsa ettiği şudur:
Farz, rükünle şartın ikisine de şâmil bir kelimedir. Bazan her ikisinden araya getirmek arasındaki fark şudur: Umum mecazla hakikat, mânânın fertlerinden bir ferttir. Bu mânâ kastedilir. bu mânâ bütün fertlerde tahakkuk eder. Öteki böyle değildir. Çünkü hakikattan aslî vâz'ı mânâsı kastedilir. Mecazdan ise,, ikinci vaz'ı murad olunur. Bunlar birbirine zıt iki ayrı isti'maldir; yahut şöyle cevap verilir: Farzdan murad; kat'i olandır. Başa meshden murad da, dörtte biri değil, meshin as'ıdır. Bu ise kat'idir. Çünkü kitapla sabittir. Şöyle de cevap verebilir: Farzdan murad; amelîdir. Yıkanan âzâdan maksat her uzvun miktarıdır. şüphesiz ki bu cihetten âzânın yıkanması amelîdir. Çünkü İmam Züfer, dirseklerle topuklarda, Ebu Yusuf da kulakla şakaklar arasındaki beyaz yerde muhalefet etmişlerdir.
Ulemadan bır zat diyor ki: «Bütün bunlardan kurtuluşun çaresi fukahanın ıstılahında kat'iye de, ameliye de farz adını vermek, örfî bir hakikattır». Böylece sual aslında sâkıt olur.
Ben derim ki: «en-Nihâye» sahibi verdiği cevapta buna işaret ederek şöyle demiştir: Farz kat'i ve zannî olmak üzere iki nevidir.
Zannî farz; müçtehidin zannına göre farz olan şeydir. Vücudundan kan aldıran kimseye abdest icap etmesi bu kabildendir. Çünkü müctehidler: «Namaz kılacağı zaman bu kimseye abdest almak farzdır» demişlerdir. İzah yakında gelecektir.
Bir şeyin mahiyetinde dahil olmaktan maksat o şeyin cüz'ü olmaktır. Mâhiyet ise, bir şeyi ne meydana getirdi ise odur.
Şart; lügatta; alâmet, nişan mânâsınadır. Istılahda ise yokluğundan yokluk tâzım gelen, fakat varlığından vücud ve yokluk lâzım gelmeyen şeydir.
Musannıf; «Şart, mâhiyetin dışında olur» sözü ile burada ondan ne kastedildiğini beyan etmiştir. Maksat. mahiyetten önce yapılıp hakikaten veya hükmen devamı icab eden şeydir. Binaenaleyh şartla rükün birbirinden ayrı şeylerdır. «el-Hılye»de de böyle beyan edilmiştir.
Farz, rükünle şortın ikisine de şâmil bir kelimedir. Bazan her ikisinden başka bir mânâda kullanılır. Meselâ namazda kıyâmdan sonra kıraatı, kıraattan sonra rükûu, rükûdan sonra secdeyi, secdeden sonra ka'deyi yapmak böyledir. Zira bu tertiplerin hepsi farzdır. Fakat rükun ve şart değildir.
Lüzumu kat'i olan şeye ilmen ve amelen farz denilir. Çünkü hem îtikadı, hem ameli lazımdır.
«el-Bahr» nâm kitapta şöyle deniliyor: UIemanın usul ve fürûu hakkındaki sözlerinden anlaşılıyor ki farz, iki nevidir. Biri kat'i, diğeri zannî. Fakat amelde kat'i kuvvetindedir. Öyle ki o bulunmazsa cevaz da bulunmaz. Başa meshin miktarı bu ikinci nevidendir. Kelime mutlak kullanılırsa birinci nev'e hamledilir. Çünkü kâmil olan olur. Farz isbat eden kuvvetli zannî ile ıstılahî vacibi isbat eden zannînin arasını makamın hususiyeti ayırır.
Ben derim ki: Bunun ızahı şudur: Edille-i Şer'iyye dörttür.
Birincisi; Sübüt ve delâleti kat'i olanlardır. Açıklanmış veya muhkem olan Kur'an nassları ile mefhumu kat'i olan mütevatır hadisler böyledir.
İkincisi; Sübutu kat'i, delâleti zannî olanlardır. Müevvel âyetler gibi.
Üçüncüsü; Bunun aksine yani sübutu zannı delâleti kat'î olanlardır. Mefhumu kat'î olan haberi vahidler bu kabildendir.
Dördüncüsü; Hem sübutu, hem delâleti zannî olanlardır. Mefhumu zannî olan haberi vahidler bunlardandır.
Birinci kısım ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü kısım ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü kısımlar ile vacip ve kerahet-i tahrimiyye sübut bulur. Dördüncüsü ile sünnet ve müstehab sabit olur. Sonra bazen, müçtehide göre zannî delil kat'îye yaklaşacak kadar kuvvetli olur. Böyle bir delil ile sabit olana amelî farz derler. Çünkü amelin lüzumu hususunda farz muamelesi görür. Buna deliline nazaran vacip derler. İşte vacibin iki nevinden en kuvvetli olanı, farzın iki nevinden en zayıf olanı budur. Hatta bazen müçtehide göre haberi vahid, kat'î derecesine ulaşır.
Onun için ulema: «Haberi vahid kabul ile telâkki edilirse onunla rüknü isbat etmek caizdir», demişlerdir. Arafat'ta vakfenin rükün oluşu Peygamber (s.a.v.) in: «Hac arefedir» hadis-i şerifi ile sabit olmuştur. «et-Telvih» nam eserde bildirildiğine göre, zannî delil ile sabit olan bir hüküm hakkında farz, kat'î delil ile sabit olan hakkında vacip kelimelerini kullanmak pek şuyu bulmuş bir âdettir. Binaenaleyh vacib kelimesi, sabah namazı gibi ilmen ve amelen farz olan şeyler hakkında kullanıldığı gibi amelde farz kuvetinde olan zanniler hakkında da kullanılır. Vitir böyledir. Hatta yatsıyı kılmadığını hatırlayan bir tertip sahibinin, sabah namazını kılması nasıl caiz değil ise, vitiri kılmadığını hatırlayanın sabah namazı da sahih değildir.
Vacip kelimesi. amelde farzdan aşağı, sünnetten yukarı olan bir şey hakkında da kullanılır. Fatiha'nın tayini böyledir. Hatta Fatiha'yı terk etmekle namaz bozulmaz. Fakat Secdei sehiv vacip olur. Amelî farzı inkâr eden kâfir olmaz. çünkü «et-TeIvih»'de beyan edildiğine göre vacibin hak olduğuna itikat lâzım değildir. O, zannî delil ile sabittir. Halbuki itikadın temeli yakına dayanır. Lâkin mucebi ile amel lazımdır. Çünkü zanna tâbî olmanın vacip olduğunu gösteren bedeller çoktur. Binaenaleyh vacibi in kâr eden kâfir değildir. Vaciple ameli terkeden kimse te'vilci ise fâsık ve sapık sayılmaz. Çünkü te'vil götüren yerlerde te'vil yapmak, selefin âdeti idi. Te'vilci değil de vaciple alay ediyorsa sapıklığına hükmolunur. Çünkü haberi vahid ile kıyası reddetmek bid'attır. Te'vilci değil, alay da etmiyorsa üzerine vacip olanı terketmekle taattan çıktığı için, fasıklığına hüküm olunur.
Ben derim ki: AIIâme Ekmel «İnaye»'de: «Biz te'vil etmeksizin başa mesh miktarını inkâr eden kimsenin tekfir olunamayacağını kabul etmiyoruz» diyor. Bu söz herhalde onun ve «Hidaye» sahibinin sahip oldukları şu kanaata mebnidir: Âyet-i kerime, başa meshin miktarı hakkında mücmeldir. Peygamber (s.a.v.) in alnı üzerindeki saçlarına meshettiğini bildiren Muğire hadisi bunu beyan etmiştir. Binaenaleyh hüküm kat'î delil ile sabit olmuştur. Zira mucmel bir sözü izah için, ona bir haberi vahid inzimam ederse artık hüküm mücmelin olur.
M E T İ N :
Abdestin rükünlerinden birincisi; yüzü bir defa yıkamaktır. Yıkamaktan murad; suyu damlayarak akıtmaktır. Velev ki bir damla olsun. «el-Feyz» nâm kitapta, esah kavle göre en az iki damla olacağı bildiriliyor. Bir defa yıkanması. emir tekrar iktiza etmediği içindir.
Yüzün Arabçası vecihdir. Bu kelime muvaceheden alınmıştır. Sülasi bir kelimenin, mezidden iştikak etmesi mânâca daha meşhur olmak şartı ile suyû bulmuş bir âdettir. Meselâ: ra'd kelimesi irtiad'dan, yem kelimesi teyemmüm'den iştikak etmişlerdir.
Yüzün uzunluğuna hududu, alnının üst tarafından başlayarak alt çenesinin altına kadar devam eder. Çenenin üzerinde saç bulunup bulunmaması fark etmez. Ulema bunu «yüzünün saç bittiği yerden alt çenesinin altına kadar» diye tarif ederler. Ekseriyetle şahıslarda görülen hal budur.
«Musannıf» ekseriyete göre yapılan bu tarifi bırakarak muttarit, yani herkese âmm ve şamil bir tarif yapmıştır. Tâ ki sarkık saçlılara, dazlaklara ve saçları yanlarından dökülmüş olanlara şâmil olsun.
Genişliğine hududu iki kulak yumuşağının arasıdır. Şu halde göz çukurlarını, dudaklar yumulduğu zaman görünen kısımlarını ve kulaklar ile şakaklar arasındaki beyaz yerleri yıkamak vaciptir. Çünkü bunlar yüzün tarifinde dahildir. Fetvâ buna göredir. Gözlerin içini. burnu, ağzı, kaşların, sakalın, bıyığın diplerini ve sinek fışkılarını yıkamak vacip değildir. Çünkü bunlarda güçlük vardır.
İ Z A H :
Gözlerin içinin yıkanmaması sıcak ve soğuk su bunlara zarar verdiği içindir. Bundan dolayı bir kimse gözlerine pis sürme çekse onu yıkamak icap etmez. «Muhtaratü'n-Nevâzil» nâm kitapta da böyledir.
Burnun ve ağzın içlerini yıkamak vacip değildir.
Kaşların diplerine gelince; bunların yıkanmaması sık olduklarına göredir. Eğer ten görünecek derecede seyrek iseler yıkamak icap eder.
Sakalla bıyığın hükümleri de budur. Bunu Halebi «Hidâye» şârihi Hüsamüddin'den nakletmiştir. Yüzdeki sinek tersini yıkamak vacip değildir. Musannıf gusül bahsinde şöyle diyecektir:
«Altına su işlememiş pire ve sinek tersi, kına taharete mâni değildir. Velev ki rengi olsun. Fetva buna göredir. Toz, toprak, kir, pas dahi taharate mani değildir. Bu söylenenler, yüzün tarifinde dahil olsa da yıkanmaları vacip değildir. Çünkü güçlük vardır» Buradaki illeti Molla Hüsrev «Dürer »de şöyle izah etmiştir:
«Farz yeri mâni ile örtülmüş ve bakıldığı zaman görülemeyecek bir hal almıştır. Binaenaleyh farz ondan sâkıt olur. O mâni'e geçer».
M E T İ N :
İkincisi: Elleri dirseklerle beraber bir defa yıkamaktır. «Musannıf» burada teker teker sözünü ibareden atmıştır. Çünkü farz tek olmakla kayıtlı değildir.
Üçüncüsü: Sağlam ve çıplak ayakları topuklarla birlikte bir defa yıkamaktır. Çünkü yaralı veya mestle örtülü ayaklarda vazife yıkamak değil, meshtir. Mezhep buna göredir. Bazılarının bahis mevzuu ettikleri, nassın ibaresi ile sabit olan hüküm bir elle bir ayağın yıkanmasıdır. Diğer elle "ayak, nassın delaleti ile sabit olmuştur. Sözü ile gaye meselesi ve "ercüleküm" nazm-ı keriminin iki şekilde okunması hususlarına gelince, «el-Bahr» sahibi: «Yıkamanın farz olduğuna icma bulunduktan sonra bunlardan bahsetmekte bir fayda yoktur». demiştir.
İ Z A H :
Musannıfın «teker teker» sözünü ibâreden atması, «Dürer» sahihi Molla Hüsrev'e tariz içindir. Molla Hüsrev «Elleri teker teker yıkamak farzdır» demiştir. Bunda bir fayda yoktur. Çünkü kendisi abdestin farzlarını beyan etmektedir. Onun bu sözü teker teker yıkamanın lazım olduğu zannını vermektedir. Halbuki eller beraber yıkanmış olsa da farz sakıt olur.
«Musannıf» ayet-i kerimedeki gaye bildiren «ila» kelimesinin « Mea » yani beraber manâsına geldiğine işaret etmiştir. Bu merduttur. Çünkü ulema elin Arapçası olan « yed» kelimesinin parmak uçlarından omuza kadar devam eden uzvun adı olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki «gâye» kelimesiberaberlik mânâsına alınırsa elin omuza kadar yıkanması icap eder. Nitekim gömlek yıkanırsa, yine de beraber yıkanır. Mezkûr kelime nihayet âmm bir lâfzın fertlerinden bir fert gibi olur. Bu ise başkasını hükümden çıkaramaz.
Cevap: Âyetteki elden murad; parmaklardan dirseklere kadar olan yerdir. Ötesinin sâkıt olduğuna icma vardır.
«Musannıf» «gâye» kelimesi olan «ila» yı bırakıp beraberlik manasına gelen «mea» yı kullanmıştır. Çünkü «ila» kelimesi dirseklerle topukların hükümde dahil olup olmaması hususunda ihtimallidir. «Mea» kelimesi ise sarahatan hükümde dahil olduklarını göstermektedir.
«Musannıf» bunu «Topuklarla dirsekler hükümde dahil değildir» demiş olmaktan korunmak için yapmıştır. Nitekim İmam Züfer'le Zahirilerden onun kavlini benimseyenlere göre topuklarla dirsekler hükümde dahil değildir. Bu kavil İmam Malik'ten de rivayet edilmiştir.
Topuklardan murad; ayağın iki taraftaki çıkık kemiklerdir. «el-Mugrib»'-de böyle beyân edilmiş, «Hidâye» ve diğer kitaplarda bunun sahih olduğu bildirilmiştir. Hişam'ın İmam Muhammed'den rivâyetine göre topuk, ayağın üzerindeki çıkık kemiktir. Ve ayakkabının bağlandığı yerde olur. Ulema bunun Hişam tarafından yapılmış bir hata olduğunu söylerler. Çünkü İmam Muhammed bu sözü muhrim hakkında söylemiş, ayakkabı bulamazsa mestlerim topuklardan aşağı keser demiş, eliyle de kesilecek yeri göstermiştir. Hişam bunu sonradan abdeste nakletmiştir. Bahsin tamamı el-Bahr ve diğer eserlerde mevcuttur. el-Bahr sahibinin, faydası yoktur, dediği meseleler birer itirazın cevabıdır.
Muteriz: «Abdest alırken yalnız bir elle bir ayağın yıkanması vâciptir. Çünkü bunları beyan eden ayet-i kerimede eller ve ayaklar cemi' olarak kullanılmıştır. Cem'in cemi ile karşılaştırılması, fertlerin fertlere taksimini iktiza eder» diyor.
Ulemamız buna cevap olmak üzere «Bir elle bir ayak nassın ibaresi ile, diğer elle diğer ayak ise nassın delâleti ile sabittir» demişlerdir. Delâletten murad, müsâvat yolu ile anlaşılan manâdır. Bir ayağın hükmü ne ise, diğer ayak da ona müsavi olduğu için, onun hükmü de olur.
Gâye meselesi; gâyenin hükümde dâhil olup olmamasıdır. Bazıları dahildir demiş, bazıları dahil olmadığını söylemiş, birtakımları iki şıkka do ihtimallidir, bunu karineler tercih eder, demişlerdir. Bu babda «el-Bahr»'da uzun uzadıya izahat vardır.
İki kıraat meselesine gelince: Bundan murad, "ercüleküm" nazm-ı celilihin "ercüliküm" şeklinde de okunmasıdır. Yani kelime hem mansup hem mecrur okunmuştur. Muteriz, "ercüliküm" kıraatının başa mesh üzerine matuf olduğunu iddia ederek, başa nasıl mesh edilirse ayaklara da meshedilmekle iktifa olunacağını iddia etmiştir.
ulemamız buna cevaben; ercülikum ( ) kıraatı, tahfife hamledilir. Yani baş nasıl meshedilecekse, ayaklar da âdeta mesheder gibi hafif yıkanacaktır, demişlerdir. Yahut buradaki «cer» kıraatı civar içindir. Çünkü mesh topuklarla sınırlandırılmamıştır. Bu babta da «Dürer» ve diğer kitaplarda uzunizâhat vardır.
Abdest alırken el ve ayaklardan her birinin yıkanması farz olduğuna, dirseklerle topukların buna dahil bulunduğuna ve ayakların mesh değil, yıkanması Iazım geldiğine icmâ-i ümmet vâki olmuştur. Bunu Allâme Halebî ifâde etmiştir.
Ben derim ki: Bu ayetle istidlâl eden Kudûrî ve diğer metin sahipleri, delillerinin tamam olması için buna muhtaçtırlar. Halbuki dirseklerin hükümde dahil olduğuna dair icma'ın sübutu söz götürür. Çünkü «Bahr» sahibi bunu, İmam Şafiî'nin «Biz abdeste dirseklerin dahil olduğu hususunda hiçbir muhalif bilmiyoruz» sözünden almıştır. «en-Nehir» sahibi bunu reddederek bir müçtehidin: «Ben muhalif bilmiyorum» sözü, başka bir mesele karşısında delil olacak bir icma'ın hikâyesi değildir, demiştir.
İmam Lameşî de Usul'ünde şunları söylemiştir: Hilâf yoktur ki. bütün müçtehidler bir hüküm üzerinde ittifak etseler de hepsinin nassan rızası bulunsa bu, icma sayılır. Ama bir kavil şöhret bulduktan sonra bazısı nassan beyanda bulunur, diğerleri de korku filan olmaksızın susarlarsa, ehl-i sünnetin umumuna göre bu, icma' olur. İmam Şâfiî: «Ben buna icma' demem, lâkin bu bâbda hilâf bilmiyorum, derim» şeklinde beyanda bulunmuştur.
Mitezile'den Ebu Hâşim: «Bu icma' olamaz, ama yine de hüccet olur» demiştir.
«Münye» şerhinde, dirseklerle topukları yıkamak, kat'i farz değildir. O başın dörtte biri gibi denmektedir. Onun içindir ki «en-Nehir»'de de «icma' davasına hacet yoktur. Çünkü amelî farzları ispat için kat'i delile ihtiyaç yoktur» denilmiştir.
M E T İ N
Dördüncüsü: Başın dörtte birini bir defa meshetmektir. Mesh kulakların yukarısından yapılır. Velev ki yağmur isabeti yahut uzvu yıkadıktan sonra kalan ıslaklıkla yapılsın. Meşhur olan budur.
Meshten kalan ıslaklıkla mesh caiz değildir. Meğer ki damlamış ola. Bir kimse bir veya iki parmağını başının üzerine koyarak çekse câiz olmaz. Ancak bunlarla birlikte avucu ile de mesheder. Yahut başparmağı ile şahadet parmağını aralarındaki kısımla birlikte başına sürer veya parmağını ayrı ayrı sulara daldırarak meshederse câizdir. Abdestsiz olduğu halde başını veya mestini yahut sargısını su kabına daldırırsa kâfidir. Su, niyet etmiş olsa bile bilittifak müsta'mel olmaz. Sahih olan kavil budur. Nitekim «Bedâyı'»dan naklen «el-Bahr»de de böyle denilmiştir.
İ Z A H :
Mesh, lügatta eli bir şeyin üzerinden geçirmektir. Fukahanın örfünde ise suyun bir uzva isabet etmesidir.
Malûmun olsun ki farz olan mesh miktarı hususunda birçok rivayetler vardır. Bunların en meşhuru metinde zikredilendir.
İkincisi; alın miktarıdır. Bunu Kudûri ihtiyar etmiştir. «Hidâye»'de başa meshedilecek miktarın dörtte biri olduğu bildirilmiştir. Tahkik bunun daha az olduğunu göstermiştir.
Üçüncüsü: üç parmak miktarıdır. Bunu Hişam, İmam A'zam'dan rivayet etmiştir. Zâhir-i rivâyeolduğu da söylenir. «Bedâyî» de bildirildiğine göre, usulün rivayeti budur. «et-Tuhfe» ve diğer kitaplarda bu kavil sahih bulunmuştur. «ez-Zahiriyye» de fetvanın buna göre olduğu söylenmiş. «el-Mi'râc» nam eserde bunun zahir-i mezhep olduğu, umumiyetle muhakkikînin bunu ihtiyar ettikleri bildiriliyor. Lâkin «el-Hulâsa» sahibi mezkûr rivayeti İmam Muhammed'e nisbet etmiştir. O halde «el-Mi'râc»'ın rivâyeti İmam Muhammed'den gelen zahır-i rivayet mânâsına hamlolunur. Tamamı «en-Nehir» ile «el-Bahr»'dedir.
Hâsılı mutemed olan dörtte bir rivayetidir. İbn-i Hümam ve Tilmizi, İbn-i Emir Hâcc, «en-Nehir» ve «el-Bahr» sahibleri, Makdîsî, Musannıf, Şürunbulâlî vesâir müteehhirin ulema bununla amel etmişlerdir.
Bir kimse başına bağladığı peliğinin kenarına meshetse câiz değildir. Yıkadıktan sonra kolan ıslaklıkla meshin câiz olması o ıslaklığı başka bir uzuvdan almadığına göredir. Başka bir uzuvdan alırsa o uzuv yıkanmış veya meshedilmiş olur, mutlak surette mesh caiz değildir.
Meşhur kavlin mukabili, Hâkim'in «câiz değildir» sözüdür. Umumiyetle ulema Hâkim'in bunda hata ettiğini söylemişlerse de muhakkik İbn Kemal onu müdafaa etmiş «Sahih olan, Hâkim'in sözüdür» demiştir. Filhakika Kerhî Cami'i - Kebîr'inde Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf'dan nakledilen rivâyeti nassan bildirmiştir. Rivayet şudur:
«Bir kimse başına kollarından artan su ile meshederse câiz değildir. Mutlaka yeni su kullanması gerekir. Çünkü o su ile bir defa temizlik yapılmıştır». «en-Nehir» sahibi de bu rivâyeti kabul etmiştir. Meshden sonra damlayan su ile meshin câiz olması damlayan suyun yeni bir su hükmünde olmasındandır. Bir veya iki parmağını başına koyarak hareket ettirir de dörtte birini kaplarsa mesh câiz olur. «el-Bedâyi'» de beyan edildiğine göre üç parmağını başının üzerine koyar da çekmezse üç parmak miktarı mest? kâfidir, diyenlere göre câizdir. Dörtte biri mesh edilmelidir, diyenlerin kavline göre câiz değildir. Üç parmağını dikey olarak başına koyar da yatırmaz ve çekmezse câiz değildir. Çünkü farz mikdarını meshetmemiştir. Yani bu bil'ittifak caiz değildir. Nitekim «en-Nehir»de de böyle denilmiştir. Parmaklarını çekerek farz mikdarını meshederse imamlarımızın üçüne göre câiz olmaz. İmam Züfer'e göre câizdir. Bir veya iki parmağını başının üzerinden çekerek farz miktarını meshederse mesele yine ihtilâflıdır. Şu da var ki üç parmağını başının üzerine yatırır da çeker ve dörtte birine ulaşırsa Kemal İbn Hümam «Fethü'l-Kadîr»de: «Ben bu bâbta cevazdan başka bir şey görmedim» demiştir. «en-Nehir» sahibi buna itiraz ederek «Ben menkul rivâyete vakıf oldum» demiş ve bununla «Bedâyı'» deki «Parmaklarını çekerse» sözünü kastetmişse de bu itiraz söz götürür. Çünkü Bedâyı'in sözündeki zamir, dikili olarak çekilen parmaklara aittir. Yani parmakların uçları ile meshederse, demektir. Orada parmaklarını yatırarak çekmekten bahis yoktur. Halbuki «el-Bahr» sahibi: «Parmaklarının uçları ile mesheder de su damlarsa câizdir, damlamazsa câiz değildir» diyor. Zira su damlayacak kadar olunca parmaklarından uçlarına iner. Elini gezdirince yeni su almış gibi olur. Bu «el-Muhit» te de böyledir. «el-Hulasa»da ise mutlak surette câiz olduğu bildiriliyor ki. sahih olan da budur. Bazıları «Bir veya iki parmakla yapılan meshin cai'z olmaması ıslaklık müsta'mel olduğu içindir». demişlerse de bu söz müşküldür. Çünkü su uzuvdan ayrılmadan müsta'mel olmaz. Bir de mesh miktarı dörtte birdir rivâyetine göre üç parmağı gezdirmekle de câiz olmamasını gerektirir. Bize el ile mesh etmek emir buyurulmuştur. Elin iki parmağına el ismi verilemez. üç parmak böyle değildir. Bunlar ekseriyeti teşkil ettiği için onlara el denilebilir, diyenler de olmuşsa da kendilerine şöyle cevap verilmiştir:
«Bu söz meshin alettâyin el ile yapılmasını iktiza eder. Ama yağmur meselesi ile reddedilir. Bir veya iki parmak avuçla birlikte olursa mesh caizdir. Başparmakla şahadet parmağının arasındaki kısım onlara katılarak meshedilirse yine caizdir. Çünkü bu takdirde parmaklar üç veya daha ziyade parmak miktarını bulur. Bunları başının üzerinde gezdirir ve dörtte bir miktarını meshederse câiz olur. Gezdirmeden başının üzerine koyarsa farz olan mesh üç parmak miktarıdır, rivayetine göre câizdir». Bunu Tatarhaniyye sahibi tasrih etmiştir.
Parmağını ayrı sulara daldırma meselesi hakkında «el-Bahr» sahibi şöyle demektedir: Bir parmağı ile üç defa mesheder ve her defasında parmağını suya sokarsa İmam Muhammed'in rivâyetine göre câizdir. Ebu Hanîfe ile Ebu Yusuf'a göre ise câiz değildir, yani mesh miktarı başın dörtte biridir. rivayetine göre câiz değildir. «el-Bedâyı'»de beyan edildiğine göre: «Bir kimse bir parmağının içi ile dışı ile ve kenarı ile başını meshetse, zahir-i rivayede bunun cevabı görülmemiştir». Ulema bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bazıları câiz olmadığını söylemiş, birtakımları da câizdir, demişlerdir ki sahih olan da budur. Çünkü bu üç parmakla mesh mânâsındadır. «el-Bahr»da şöyle deniliyor: «Şüphesiz ki bu dörtte biri itibar eden mezhebe göre câiz değildir. Abdestsiz bir kimse velev abdesi niyeti ile başını bir kaba daldırır da farz yerleri ıslanırsa bu ona kâfidir».
Sahih rivayete göre bu mesele İmameyn yani Ebû Yusuf'la Muhammed arasında ittifakıdır. Mamafih «Niyet ederse İmam Muhammed'e göre kâfi değildir» diyenler de olmuştur.
M ET İ N :
Bütün sakalı yıkamak dahi sahih kavle göre farz-ı amelîdir. Ulema bu kavle dönmüş, onunla fetva vermişlerdir. Bu rivâyetten başkaları terkedilmiştir. «el-Bedâyı'»de de böyle denilmiştir Sonra sarkmış uzun sakalı yıkamak veya meshetmek vacip değil, mesh-i sünnet olduğunda hilâf yoktur. Hafif olup altından teni görünen sakalın altını yıkamak vaciptir.
«en-Nehir»de de böyle beyan edilmiştir. «el-Burhan»da: üzerini saç kaplamayan teni yıkamak vaciptir. Kaş, bıyık ve muhtar kavle göre alt çenenin dudak altındaki hafif kıllar bu kabildendir, deniliyor.
İ Z A H :
Başın dörtle birini meshetmek nasıl farz-ı amelî ise, sakalın bütününü yıkamak da farz-ı amelîdir. Ulema diğer rivâyetleri bırakıp buna dönmüşlerdir. Bu bâbda sekiz rivâyet vardır ki şunlardır:
Sakalın bütünü meshedilir, dörtte biri meshedilir. Üçte biri meshedilir, tene bitiştiği yer meshedilir. Dörtte biri yıkanır, üçte biri yıkanır. Yıkamak veya meshetmek lâzım değildir.
«el-Bedayı'» pek kıymetli bir kitaptır. Ben kitaplarımız arasında onun bir eşini görmedim. Bu kitap, İmam Ebû Bekir b. Mes'ud b. Ahmed el-Kâşanî'nindir. O bununla üstadı AIaeddin-i Semerkandî'nin«Tuhfetü'l-Fukaha» adlı eserini şerhetmiş, eseri üstadına arzedince o da kızı Fatımâ'yı kendisi ile evlendirmiştir. Halbuki Fatıma'yı daha önce babasından sultanlar istemiş ve vermemiştir. Evlerinden çıkan fetvada Fatımâ'nın, babasının ve zevcinin imzaları bulunurmuş.
Sarkmış sakaldan maksad, uzayarak yüzün hududunu gecendir. İbn Hacer «Şerhu'l-Minhac» da onu aşağı doğru uzatılsa yüzün dairesinden çıkan sakaldır, diye izah etmiştir. Şu hale göre alt çenenin aşağısında biten sakalın hiçbir yerini yıkamak vacip değildir. Çünkü çıkar çıkmaz yüzün hududunu geçer. Onun çıktığı yer, sakalın aşağı inen tarafıdır. Velev ki yukarıya doğru uzatılsa yüzün hududunu geçmesin. Sakalın gırtlak etrafında biten kısmı da böyledir. Yanaklar üzerindekinin ise yüz çevresine dahil olanını yıkamak vâciptir. Bundan fazla olanı yıkamak icap etmez. Onun için «el-Bedâyı»de sahih olan kavle göre yanakların üzerindeki kılları ve çenenin dışını yıkamak vaciptir. Bize göre sakalın sarkan kısmını yıkamak vacip değildir. Şafiî'ye göre vaciptir. Çünkü sarkan kısım muttasıl olan kısma tabidir. Aslın hükmü ne ise tabiîn hükmü de odur. Bizim delilimiz şudur: «Yüz yüze gelindiği zaman göze çarpan kısım tene bitişen kısımdır. Sarkan kısım değildir, Binaenaleyh sarkan kısım yüz değildir. Yıkanması icap etmez».
Ayaklara varan peliklerin cünüplükte yıkanıp yıkanmıyacağı hakkında bir rivâyet olmadığı gibi yüzden sarkan şiş hakkında da rivâyet yoktur.
Sahih kavle göre cünüplükte her ikisini yıkamak, sarkan şişi abdestte de yıkamak vaciptir.
Altından ten görünen sakalı yıkamak icap edeceğinde hilâf yoktur. Gerçi «el-Bedâyı'»de: «Yüzde saç bitince sık olsun seyrek olsun onun altını yıkamak ekseri ulemaya göre vacip değildir. Zira saçın altı görünmediği için yüz olmaktan çıkmıştır», deniliyorsa da bu söz teni görünmeyen saça hamledilmiştir. Nitekim yaptığı ta'lil de bunu gösterir.
Demek ki hafif sakal iki kısımdır. İkinci mânâya göre sıkla seyrek arasında fark örf-ü âdettir. Bunu «Hilye» sahibi ifade etmiştir. Sakalla örtülen teni yıkamak güç olacağından hükümden sâkıttır. Yıkanması icap etmez, yalnız şu hal müstesnâdır:
Bıyıklar dudakların kırmızılığını örtecek kadar uzun olursa hilâllemek vâciptir. Zira «Sirâciyye'de»; «Dudakların kırmızılığını örten bıyığı hillallemek vâciptir» denilmiştir. Uzun bıyık bilhassa sık da olursa bütün dudağa yahut bir kısmına suyun işlemesine mâni olur. Hilâllemek suyun bütün dudağa işlemesini sağlar.
M ET İ N :
Başını ve sakalını tıraş etmekle tekrar abdest almak lâzım gelmediği gibi tıraş edilen yeri ıslatmak da icap etmez. Nitekim bıyığını, kaşını tıraş etmekle tırnak kesmek ve cildini tırmalamakla da o yerleri yıkamak ve abdest almak icap etmez. Kezâ abdest uzuvlarından biri üzerinde ince deri ile sarılmış çıban gibi bir yara bulunur da abdest alarak derinin üzerini yıkar, sonra deriyi atarsa altındakini tekrar yıkamak gerekmez. Velev ki sargıyı atarken elem duysun. Münasip olan budur. Çünkü burada bedel olacak bir şey yoktur. Mesti çıkarmak böyle değildir. Onu çıkarırsa evvela üzerine meshetmiş de sonra yerini kazımış veya soymuş gibi olur.
İ Z A H :
Bu yerlerde abdestin tekrarlanmaması saç üzerine meshetmekten, üzerine meshin bedeli olmadığı içindir. Çünkü «el-Bahr» beyânına göre ten üzerine meshetme, muktedir iken saç üzerine mesh caizdir. Bedel olsaydı câiz görülmezdi. şimdi şu mesele kalır: biraz yukarıda güçlüğü def'i meselesinden bahsederken «Dürer» den naklettiğimiz ibâreye göre sık sakalı yıkamak, altını yıkamanın bedelidir. Bunun muktezası saçı tıraş edince altını tekrar yıkamaktır. Lâkin Bahr'ın buradaki saç üzerine mesh, ten üzerine meshe kudret varken dahi câizdir, sözü bedel olmadığını gösteriyor. Çünkü sakalın tenini yıkamak sahihdir. Buna dikkat etmelidir.
Şarihin «Velev ki sargıyı atarken elem duysun» sözünün yerinde bazı nüshalarda «Elem duyarsa», denilmiştir. En doğrusu Tahtâvî'nin dediği gibi «Velev ki elem duymasın» demektir. Zira «Tatarhâniyye» ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre sargıyı yara düzeldikten sonra atar da elem duymazsa, yıkaması icap eder. Düzelmeden otar da elem duyarsa. yıkamak icap etmez. Daha doğrusu her iki halde yıkamak icap etmemektedir. Tercih edilen kavil de budur.
Mest çıkarılınca ayağı yıkamak lâzım gelir, çünkü mest zahirde yıkamanın bedelidir. Çıkarılınca hades, yâni abdestsizlik ayağa geçer.
FER'İ MESELELER: Bir kimsenin uzuvlarında çatlaklıklar bulunursa, onu imkân bulduğu takdirde yıkar, yıkamazsa mesheder. Mesh de edemezse terkeder. Çatlaklık elinde bulunur da suyu kullanmaya kudreti yoksa teyemmüm eder. El dirsekten kesilmişse kesilen yeri yıkar.
Bir kimsenin yaradılıştan bir tarafında iki eli ve iki ayağı bulunursa, elleri ile tuttuğu, ayakları ile yürüdüğü takdirde onları yıkar. Bunlardan birisini kullanır da kullandığı aslî olursa onu yıkar. Ziyade olan uzuv, ziyade parmak, ziyade avuç gibi farz mahallinde hâsıl olmuşsa onu da yıkar. Böyle değilse farz yerinin hizasında olanı yıkar, olmayanı yıkamaz. Lâkin yıkaması yine de mendûptur. Müctebâ.
İZAH
Abdest âzâlarında çatlaklık bulunan kimsenin teyemmümle namaz kılması hususunda «el-Hazâin» nâm kitapta şu ziyade vardır:
0 kimsenin namazı İmam A'zam'a göre câiz, İmameyn'e göre câiz değildir. Çatlaklık ayağında olur da ayağına ilâç sürerse ilacın üzerinden suyu geçirmesi kâfidir. Mesh etmesi kâfi değildir. Sargılı yaranın üzerine su akıttıktan sonra yara iyileştiği için sargı düşerse tekrar yıkar, iyileşmeden düşerse yıkamak icap etmez.
«el-Bahr»da beyan edildiğine göre; bir kimsenin eli veya ayağı kesilir de dirsek ve topuğundan hiçbir şey kalmazsa yıkamak sâkıt olur. Bir kısmı kalırsa yıkaması icap eder. T. «en-Nehir» nâm eserin sahibi di yor ki: «Bir kimsenin bir tarafındaki iki kolu tam olup, birbirlerine bitişik yahut birbirlerinden ayrı bulunurlarsa ne hüküm verileceğini görmedim. Zahire bakılırsa bitişik oldukları takdirde ikisinin de yıkanması ayrı olduklarında yalnız birinin yıkanması icap eder». Ancak bu zat ellerin tutmasını nazarı itibara almamıştır. Zâhire göre evvelâ bu nazarı itibara alınacaktır. O kimseiki elini de kullanırsa ikisini birden yıkaması vâciptir. Kullanmadığı takdirde eller tam olup bitişik iseler yine ikisini de yıkaması icap eder. Ayrı bulunurlarsa ancak aslî olan eli yıkar.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...