08 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR..DAVA KİTABI BİRİNCİ BÖLÜM


DAVA KİTABI

METİN
Dava konusunun, husûmete vekâlet konusuyla yakından ilgisi var-dır. Şöyle ki husûmete ve diğer
şeylere vekil olan kimse kimi zaman da-vaya muhtaç olur. Bu yüzden dava konusu, vekâlet
konusundan sonra gelmiştir.
Dava kelimesi sözlükte; bir kimsenin hakkını başkasının üzerine ge-rekli kılmayı kasdettiği söz
anlamına gelir.
Bir terim olarak ise dava; kendisiyle başkasının üzerindeki bir hak-kı isteme kastedilen veya
hasmını kendi nefsinden defetme murad edi-len ve hâkim huzurunda kabul edilen bir sözdür.
Başkası üzerindeki bir hakkın işlenebilmesi için, davanın hâkimin huzurunda dinlenmesi gere-kir.
İşte bununla şehâdet ve ikrar davanın tarafından çıkmaktadır. Çün-kü bunlar da her ne kadar kabul
edilen birer söz iseler de, bunlar hak-kı tesbit etmede birer isbat vasıtasıdır.
Musannıfin, «Hasmı kendi nefsinden uzaklaştırmak» sözüyle, saldı-rıyı uzaklaştırma davası tarife
girmektedir. Meselâ, bir kimse, «falan kimse bana haksız yere saldıyor. Onun saldırısının benden
uzaklaştırıl-masını istiyorum» demesi gibi. Böyle bir dava kabul edilir. Bezzâziyye.
Çekişmeyi kesme (kat'ı niz'a) davası bunun aksine olup hâkim ta-rafından dinlenilmez. Mese
hâkime gidip, «Benimle falanca arasında çekişme yardır. Hakkı varsa dava etsin, alsın. Hakkı
yoksa, onun kur-tulması için delil göstereceğim» dese davacı davaya zorlanmaz. Sirâciye.
Eğer davacı, davasını terkederse, davasını sürdürmeye zorlanamaz. Bunun aksine davacı
mahkemeye gelmediği zaman zorlanır.
Eğer şehirde iki hâkim varsa, her hâkimin hükmettiği semtler sı-nırlı ise, İmam Muhammed'e göre
davalı muhayyerdir. İmam Muhammed' in bu görüşü ile fetva verilir. Bezzâziyye.
Üstün görüşe göre dört mezhepten hâkimler olsa bile davalı yine muhayyerdir. Bu görüşe uygun
olarak ben birkaç defa fetva verdim. Ba-hır.
İZAH
«Saldırının uzaklaştırılması davası ilh...» Bahir adlı eserde şöyle de-nilmiştir: «Kâru'l-Hidâye'den, iki
kişi arasındaki çekişmenin kesilmesi da-vası sorulduğunda «Davacı, davaya devam etmesi için
zorlanamaz. Çün-kü hak onundur (bir kimse kendisine ait bir hakkı kullanmaya zorlana-maz)
cevabını vermiştir».
Kâriü'l-Hidâye'nin bu fetvası ile fakihlerin, «Saldırının uzaklaştırıl-ması davasının dinleneceği»
fetvası arasında bir çelişki yoktur. Bezzâ-ziyye ve Hizâne. Bu fetvalar arasındaki fark açıktır.
Birincide iddia etti-ği şeyin var olduğunu söyyor, ancak kendisini temize çıkarıyor. İkin-cisinde
ise, başkasının kendisine haksız olarak saldırısını iddia ediyor ve bu saldırının hâkim tarafından
uzaklaştırılmasını istiyor. Hâmiş'te de böyledir.
«Eğer şehirde iki hâkim varsa ilh...» Musannif bu sözü ile davalı-nın ancak davanın aslı ile
zorlanacağını yoksa hangi hâkimin huzuru-na götürüleceği konusunda zorlanamayacağına işaret
etmektedir. Bez­zâziyye.
Musannıfın zikrettiği Bezzâziyye'nin ifadesi değildir. Bezzâziyye'nin ifadesi ise, Minâh'ta olduğu gibi
şöyledir: «Bir şehirde iki hâkim olsa, davacı ve davalının her biri bir hâkimin huzuruna gitmek
isteseler, o zaman muhayyerlik İmam Muhammed'e göre davalıya aittir. Fetva da İmam
Muhammed'in görüşü üzerinedir.»
Minâh'ta bu görüşten önce Hâniye'den naklen şöyle denilir: «Bir beldede iki hâkim olsa ve her
hâkim beldenin bir bölgesinde kendi ba-şına hükmetse, iki kişi arasında da bir dava olsa ve her
birisi bir hâ-kimin hükmettiği bölgede yaşasa, davacı, davanın kendi bölgesindeki hâ-kimin
huzurunda görülmesini isterken davalı da bunu reddederek kendi bölgesindeki hâkimi istese, bu
dava konusunda Ebû Yusuf ile İmam Muhammed arasında görüş ayrılığı vardır. Sahih ve muteber
olan, davalı-nın yeridir. Birisi şehir halkından diğeri şehir dışından olsa, yine bunun gibidir.»
Bahır'da olduğu gibi Muhit'te de bu böyle açıklanmıştır: «Ebû Yu-suf, davayı açtığı için onun
bölgesinin hâkimine itibar ederken, İmam Muhammed dâvâlı davaya karşı çıktığı için onun
bölgesinin hâkimine itibar eder.»
Sarih Bezzâziye'nin ifadesini, Hâniye'de olduğu ve Musannifin da Minâh'da dediği gibi «semtle»
kaydettiğine hamletmiştir. Bunların hepsi ve fetva sahiplerinin sözleri ifade ediyor ki, Ebû Yusuf ile
İmam Muham-med arasındaki görüş ayrılığı, meselededir: Eğer bir şehirde iki hâkim olsa ve her




hâkim bir semtte bağımsız olarak hükmetseler. Ama eğer şehirde semtleri belli olmayan yetkili iki
veya birkaç hâkim olsa, hepsi de eşit haklara sahip olsalar, o zaman davacının davasına itibar
edilir. O, dilediği hâkimin huzurunda davasını yürütme hakkına sahip olur. Çün-kü burada
davacının veya davalının hakimi olmak gibi bir mesele yok-tur. İşte bizim bu yazdıklarımızın
sağlamlığına Muhit adlı eserin müelli-finin yukarıda naklettiğimiz açıklaması da şahadet etmektedir.
Yalnız yukarıda verilen görüşü Hayreddin Remlî reddeder ve bu gö-rüşün hezeyana benzediğini
iddia ederek şöyle der: «Çünkü Ebû Yusuf un illeti, «Davacı husumeti başlattığı için hak onundur»
Muhammed'in illeti ise, «Davalı savunma durumunda bulunduğu için hak onundur» esasına
dayanır. Bu konuda başka bir ihtimal bulunmaz. Şüphe yok ki, hüküm illetin bulunduğu yerde
meydana gelir. Şeyhimizin dediği gibi, bu konuda üstün olan görüş Remlî'nin sözüdür.
Ben derim ki: Bu meselede düzeltilmesi gereken husus, sarihin Mu-sannifin yazısından naklettiği
ve Allâme Makdisî'nin üzerinde yürü-düğü, ondan da Ebussuud'un naklettiği görüştür. Bunun özeti
şudur: On-ların zikrettikleri, İmam Muhammed'in, «Birden çok hâkim olan beldede, davalının
bulunduğu yer hâkimine itibar edilir» görüşüdür. Ancak bu gö-rüş; bir beldede bulunan iki
hâkimden her biri ayrı bölgede olur ve bun-lara yalnız kendi bölgesinde hüküm vermesi emredilmiş
bulunursa uy-gulanır. Bu açıklama İmâdî'nin sözlerine dayanır. Yine davacı veya da-valıdan birisi
asker, diğeri sivil olsa, asker olan, hasmını askerî hâkime götürmek istese, askeri hâkimin asker
olmayan kimse üzerinde hükmet-me velayeti olmadığı için, burada itibar olunacak, yine davalının
hâkimi­dir. Çünkü «askerî hâkimin asker olmayan üzerinde hüküm velayeti yok­tur» sözü de bunun
açık delilidir. Ancak memlekette iki hâkim olsa, her iki hâkim de huzuruna gelen kişinin nereli
olursa olsun, ister Mısır'lı, Halep'li veya Şam'lı olsun davasına bakmaya yetkili ise, devrimizin
hâ-kimlerinde olduğu gibi o zaman uygun olan Ebû Yusuf'un görüşü ile fet-va vermektir. Çünkü
Ebû Yusuf'un görüşü davalının tarifine daha uy-gundur. Yani davacı, kendisinin husumet hakkı
olan kimse olup, diledi-ği hâkimin huzurunda hakkını talep edebilir. İşte bundan açıklığa kavuş-tu ki
Bahır'da olan, «Eğer Kahire gibi yük bir şehirde dört mezhep üzerine hâkimler bulunsa,
muhayyerlik davalınındır. Zira hâkim hiçbiri-sinin bölgesinden olmayabilir. Bu yüzden «Ben
bununla birkaç defa fetva verdim» sözünün hiçbir deliIi yoktur.
Ben diyorum ki: Bazı âlimlerin Müfti Ebussuud İmâdî'den naklen ba-zı yazılarını gördüm. Şöyle ki,
«Devlet idaresinde olan beldelerin hâ-kimleri davalının mezhebinin aksine hüküm veremezler.»
Sarih de buna işaret etmiştir.
METİN
Musannif, «Eğer şehirde iki veya daha fazla eşit velayet yetkisine sahip hâkim bulunursa, davacı
dilediğine başvurabilir. Eğer Devlet baş-kanı, hâkim seçiminde davalının isteğinin esas alınmasını
emrederse, bu-na uymak gerekir. Çünkü Devlet başkanının emri, davalının tercih etme-diği
hâkimlerin azli anlamına gelir. Nitekim daha önce geçtiği gibi hü-küm, yer ve şahıslarla sınırlanır»
demiştir.
Ben derim ki: «İmam Muhammed ile Ebû Yusuf arasındaki görüş ayrılığı her hâkimin kendisine
ayrılmış bölgede hüküm verme yetkisine sahip olduğu esasına dayanır. Eğer bir şehirde, ay
mecliste Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî hâkimler bulunur ve velayet de tek olursa, hâ-kim seçiminin
davacıya ait olduğunda görüş ayrılığı bulunmaması gerekir. Çünkü davacı hak sahibidir.
Bezzâziyye'nin Hâmiş'inde Musannif m yazısı ile bu şekilde nakledilmiştir.
Davanın rüknü şudur: Davacı, davayı bizzat açmışsa, hakkı kendi-sine nisbet eder. Meselâ; «Benim,
senin üzerinde şu kadar hakkım var» demesi gibi. Eğer davayı vekil veya vasi açarsa, o zaman da,
bunların istenen hakkı, temsil ettikleri kimseye nisbet etmeleri gerekir.
Bir kimsenin davada taraf olabilmesi için âkil ve mümeyyiz olması gerekir. Eğer temyiz kudretine
sahip çocuksa, husûmete izinli olmalı-dır. Aksi halde bulûğ çağına gelmemiş olan çocuklar, davada
taraf ola-maz. Eşbâh.
Davanın cevazının şartları şunlardır:
1) Kaza meclisinin oluşması ve hasmın hazır olması. Buna göre, gâib olan bir kimse hakkında
hüküm vermek sahih değildir.
Eğer, davalı mahkemede hazır değilse. Hâkim mücerred dava ile davalıyı mahkemeye celbeder mi?
Eğer davalı şehirde veya şehre yakın bir mahalde kendi evinde kalıyorsa, hâkim onu mahkemeye
celbeder. Eğer şehirde veya şehre yakın bir yerde oturuyorsa o zaman, davacı da-vasını delil ile
veya yemin ile isbat edinceye kadar hâkim davalıyı mahke-meye celbetmez. Minye.




2) Dava konusu olan malın belirli olması. Çünkü, bilinmeyen bir şey için hüküm verilemez.
3) Davanın, sabit olduktan sonra hasım üzerine bir şeyi gerekli kılması. Eğer dava sabit olduktan
sonra karşı tarafa bir şey yüklenmez-se, boş işle uğraşılmış olur.
4) Dava konusunun, sabit olma ihtimalinin bulunması. Buna gö-re, aklen veya âdetler bakımından
varlığı muhal olan bir şeyi dava ko-nusu yapmak bâtıldır. Çünkü aklen muhal olan bir şeyde
davacının ya-lanı ortaya çıkar. Meselâ; nesebi belli olan veya yaş bakımından ken-disinden
doğması aklen mümkün bulunmayan bir kimseyi, «Bu benim oğlumdur» diye dava etmesi gibi.
Âdetler bakımından muhal olan dâva da böyledir: Çevrede fakir olarak bilinen bir kimsenin
başkasının üze-rinde büyük bir malının bulunduğunu iddia etmesi gibi. Meselâ; «Bu ma-lı ona
ödünç (karz) olarak vermiştim veya onu benden gasbetmişti» de-mesi gibi. İşte açık olan, gerek
aklen ve gerek âdetler bakımından muhal olan davaların dinlenmemesidir. Bahir.
İbnü'l-Gars, bu meseleyi Fevâkihü'l-Bedriyye adlı eserinde zikret-miştir.
İZAH
«Musannıf ilh...» Yani Musannifin, «Bir şehirde iki veya daha fazla eşit velayet yetkisine sahip
hâkim olsa, hâkim seçme yetkisi davacıya aittir» sözünü nakletmesi, Bahr adlı eserin müellifinin
görüşünü red için-dir. Çünkü zamanımızda mezhep hâkimlerinin genel ve eşit velayet yet-kisine
sahip olduklarında şüphe yoktur.
«Azli anlamına ilh...» Yani Devlet başkanının hâkimi tercih etme yetkisini davalıya vermesi
yüzünden, bu davaya nisbetle davacının ter-cih edeceği hâkim davaya bakmaktan azledilmiş sayılır.
«Velayet de birse ilh...» Yani herbir hâkim belirli bir bölgenin dava-larına bakmakla
görevlendirilmemişse.» demektir.
«Anlaşmazlık sırasında ilh...» Bahır adlı eserde şöyle denilir: «Dava konusu, hakkın davacıya nisbet
edilmesi, anlaşmazlık halinde söz konu-su olur. Eğer taraflar anlaşma hâlinde iseler, nisbete ihtiy
kalmaz. Her ne kadar tarafların sulh yapması lügatte bir dava ise de şer'an dava sayılmaz.
Bunun benzeri Bezzâziyye adlı eserde şöyle ifade edilir: «Bir kimse elinde olan bir mal için, «Bu
benim değildir» dese, eğer orada, bu ma-lın kendisine ait olduğunu söyleyen bir hasım yoksa, onun
bu olumsuz ifadesi hüküm doğurmaz. Bundan sonra malın kendisine ait olduğunu iddia ederse
geçerli olur. Eğer «Bu mal benim değildir» demesi hasım lehine bir ikrardır. Bundan sonra malın
kendisine ait olduğunu iddia et-se, iddiası sahih olmaz. Asi adlı eserde nakledildiğine göre, elinde
bir mal bulunan kimsenin «Bu benim değildir» demesi, hasmın o malda mül-kiyet hakkını ikrar
etmesi anlamına gelmez.
Sâyıhânî şöyle der: «Ben derim ki; Bezzâziyye'nin, «Bir şeyin kendi malı olmadığını söylemek,
hasım lehine bir ikrar sayılır veya sayılmaz» sözleri nazaridir. Çünkü bu ifadede hasım olmaması
halinde, malın kendi mülkü olduğu iddiası yoktur.
«Davanın şartı ilh...» Ben mahkemede dava açarken kullanılacak özel bir sözün şart koşuldugunu
görmedim. Ancak dava açarken, kesin-lik ifade eden ve soruşturma isteğini belirten sözleri şart
koşmak gere-kir. Meselâ; «Şüphe ediyorum veya zannediyorum» gibi sözlerle dava açmak sahih
olmaz. Bahır.
Sonuç: Bezzâziyye'nin Zahire adlı eserden naklettiğine göre; sırf ikrara dayalı bir dava dinlenmez.
Meselâ: Bir kimse, «Şu mal onundur» veya «onun falancaya ikrar ettiğine göre, onun elindeki mal
falancaya aittir» der veya ikrar davasıyla işe başlar. Meselâ: «Bu malın bana ait olduğunu ikrar
ediyorum» yahut «Onun üzerinde benim malım vardır» der. Bazı âlimler,yle bir davanın sahih
olduğunu söylemişse de, ule-mânın büyük çoğunluğu, istihkak için ikrarın yeterli olmadığını
yleye-rek sırf ikrara dayalı davayı muteber saymamışlardır. Bahır. Şahadette ihtilâf faslından
naklen. Bu mesele, ikrar konusunun baş tarafında me-tin olarak gelecektir.
«Delil getirir veya yemin teklif eder ilh...» Bunlar bir söz değil, ayrı ayrı iki sözdür. Burada, davacı
delil getirmekle, karşı tarafa yemin teklif etmek arasında muhayyerdir. Bu meselenin ayrıntıları için
Bahır adlı ese-re bakınız.
«Dava konusu malın bilinmesi ilh...» Yani dava konusu malın cins ve miktarının davacı tarafından
açıklanması gerekir. Kenz'de de böyledir.
«Bilinmeyen bir şey için hüküm verilemez ilh...» Dava konusunun bilinmemesi, davayı fasid
kılarken, rehin ve gasp davası bundan istisna edilmiştir. Hâniye'de Asi adlı eserin rehin babına
isnad edilerek şöyle denilmiştir: Şahitler, «Bu, falanca kimsenin yanına bir elbise rehin bı-raktı»




diye şahadette bulunsalar fakat bu elbisenin adınıylemeseler ve şeklini bilmeseler, onların
şahitliği caizdir. Burada hangi elbisenin re-hin olduğuna dair söz, rehin alana aittir. Gaspta da
hüküm böyledir. Bu duruma göre, cins ve miktarı belli olmayan rehin ve gaspta şahitlerin şahadeti
bile geçerli olunca, bu konuda dava açmak öncelikle caiz olur. Bahr.
Ben derim ki: Mi'rac adlı eserde de aynı ifade vardır ve şöyledir: «Davanın fasit olmasının sebebi ya
hasmın hiçbir şeyle sorumlu tutul-maması veya dava konusunun kendi bünyesinde bilinmezlik
bulunma-sıdır. Bu konuda, vasiyet dışında, bir görüş ayrılığı bilinmiyor Meselâ; bir kimse vasiyet
veya ikrara dayanarak bir ma! üzerinde hak iddia et-se, yani malın kendisine vasiyet veya ikrar
edildiğini dava etse bu ikisi meçhul olmakla birlikte sahih olur. Yine meçhul olan bir haktan dolayı
ibra davasının da sahih olduğu hakkında görüş ayrılığı yoktur. Bu du-ruma göre istisnaların sayısı
rehin, gasp, vasiyet, ikrar ve ibra olmak üzere beşe ulaşmaktadır.
«Hasım sorumlu tutulmazsa dava boş yere açılmış olur ilh...» Dava-larda sabit olduktan sonra
hasmın bir şeyle sorumlu tutulması asıldır. Ak-si halde boş işle uğraşmış olur. Meselâ bir kimse,
hazır olan diğerini, «Bana vekâlet vermiştin» diye dava etse, dava sabit olsa bile müvekkilin onu
her an azletme yetkisi bulunduğu için boş işle uğraşılmış olur. Bahr'da olduğu gibi Hâmiş'te de
yledir.
«Fevâkihu'l-Bedriyye ilh...» Minah adlı eserde şöyle denilmiştir: «An-cak âdetler bakımından muhal
elan davaların menedilmesi hususu, ule-mâdan gelen herhangi bir rivayete dayanmaz.»
Ben derim ki: Mezhepte bir çok fürû meseleler vardır ki muhal olan davaların men'inin ulemâya
istinad ettiğine şehâdet eder. Bunlardan bir tanesi yeminleşme (tehâlüf) konusunun sonunda
gelecektir.
METİN
Davanın hükmü ise, davalının «evet» veya «hayır» şeklinde cevap vermesinin vacip olmasıdır. Hatta
davalı sükût ederse, sükûtu inkâr sa-yıldığı için üzerine delil dinlenir. Ancak davalı, dilsiz olursa,
onun sükûtu inkâr sayılmaz. Bu meseleyi Musannıfın ilerideki sözlerini açıklarken tetkik edeceğiz.
Davanın sebebi ise, insanların mukadder olan dünya hayatlarını sür-dürebilmek için, birbirleriyle
münasebet ve muamelelere muhtaç olmala-rına bağlanır. Çünkü insanlararası muamelelerde,
ziyade, noksan, in-kâr, ikrar, vekâlet verme gibi şeyler cari olmakla dava, mükellefin dün-ya hayatını
devamına yardımcı olur. Eğer dava ihmal olunursa dünyada birtakım haklar zayi olur.
Eğer dava konusu olan menkûl bir malsa. davacının bu malın has-mın elinde haksız olarak
bulunduğunu zikretmesi gerekir. Çünkü böy-le bir menkûlün, hasmın elinde rehin veya satış bedeli
ödenmemiş bir mebi olma ihtimali de vardır. Eğer menkûl malın mahkemede hazır bu-lundurulması
mümkünse, davacı dava, şahadet ve yeminde ona işaret için huzura getirilmesini isteyebilir.
Eğer dava konusu menkûlün naklinde bir masraf ve zorluk varsa davacı onun kıymetini zikreder.
Veya dava konusu menkûl helak olmuş veya yeri bilinmemekle kaybolmuş bulunursa yine kıymetini
zikretmesi gerekir.
Eğer dava konusu menkûl, buğday yığını, değirmen, koyun sürüsü gibi hâkimin huzuruna
getirilmesi mümkün olmayan malsa, hâkim ken-di eminini, belirtilen malların yanına göndererek
tesbit yaptırır. Dava ko-nusu menkûl mevcut değilse, davada yalnız kıymetinin zikri ile yetinilir.
Âlimler, «Bir kimse kendisinden bir malın gasbedildiğini iddia etse ve kıymetini söylemese, davası
dinlenir. Eğer hasmı inkâr ederse, yemin teklif edilir. İkrar ederse, o zaman da onu beyan etmeye
zorlanır.» de-mişlerdir. Dürer ve İbni Melek..
Bu yüzden, çeşitli cins, nevî ve sıfatta olan bir takım malları iddia ederek bunların toplum kıymetini
ylemiş olsa. sahih görüşe göre top-luca tek bir fiyat söylemesi, davanın kabulü için yeterlidir.
Delili de ka­bul edilir.
Eğer kıymetlerini ayrı ayrı beyan eder. fakat delili olmazsa, hasım inkâr ettiği takdirde, hepsinin
yerine bir defa yemin teklif edilir. Zira gasp davası beyansız sahih olduğundan, çalman malların
hepsinin kıymetini toplam olarak söylemesi evleviyetle sahih olur.
Bazı âlimlere göre hırsızlık davasında çalınan malın hırsızlık nisa-bına ulaşıp ulaşmadığının
anlaşılması için kıymetinin zikredilmesi şart-tır. Fakat hırsızlık davası dışındaki davalarda, iddia
olunan şeylerin kıy-metini zikretmesi şart değildir. İmâdiye.
Bu sayılan şartların hepsi deyn davasında delil, ayn davasında ge-çerlidir
İZAH




«Onun elinde haksız olarak bulunduğu ilh...» Davalı, dava konusu malı elinde bulundurduğunu
inkâr etse, davacı da, «Bu tarihten bir sene önce onun elinde idi, diye delil getirse, onun delili kabul
edilir ve davalı da malı huzura getirmeye zorlanır mı?» Câmiü'l-Fusûleyn sahibi, «Uy-gun olan, eğer
iddia olunan şeyin, elinden çıktığı sabit değilse, delili kabul edilir ve o şeyin onun elinde kaldığına
da hükmedilir» demiştir. Bahir bunda karar kılmış. Kûhistânî de bunu açıkça ifade etmiştir. Ancak
Nuru'l-Ayn'da bu görüş reddedilerek şöyle denilmiştir. «Bu, istishâbtır. İstishâb ise isbatta değil,
def etmekte hüccettir.» Usul kitaplarında olduğu gibi.
«Huzura getirilmesini talep eder ilh...» Davalı, malı elinde vedîa ola-rak bulundurmadığı zaman,
davacı malın huzura getirilmesini- isteyebilir. Eğer davacı vedîa olan bir şeyi taleb ederse, o zaman
davalıya onu huzura getirmesi değil, onu bırakması emredilir. Câmiü'l-Fusûleyn'den naklen
Bahır'da olduğu gibi.
«Menkûlün naklinde bir külfet varsa ilh...» Değirmen ve buğday yı-ğını bu kabildendir. Onun burada
zikredilmesi bir sehivdir. İzâhu'l-Islâh'ta şöyle denilmiştir.» Onun nakli az bile olsa bir külfet
bulunmakla güçse o zaman hâkimin huzuruna getirmek gerekmez.»
«Gâib olmuş ise ilh...» Yani yerini bilmese. Bunu da Kâdızade zik-retmiştir.
Bir mesele: Davacı, dava konusu malın özelliklerini belirtse, mal hâ-kimin huzuruna getirildiğinde,
bazı özellikler tutmasa, eğer ilk davasın-dan vazgeçer ve getirilen malı iddia ederse dava dinlenir.
Çünkü bu ye-ni bir dava olur. Aksi halde malın eski özelliklerinde ısrar ederse hazır olan mal
hususundaki davası dinlenmez. Bezzâziyye'den naklen Bahr.
«Davada kıymetini zikri ile iktifa edilir ilh...» Çünkü dava konusu malın görülmesi mümkün değildir.
Onun özelliklerini belirtmekten başka çare kalmaz. Çünkü kıymet, helak olan bir malın kendisiyle
bilindiği bir şeydir. Gâyetü'-Beyân.
İbn-i Kemal'in şerhinde de, «Dava konusu olan şey elde mevcut de-ğilse, onun özelliklerini
belirtmeye itibar edilmez. Çünkü kıymeti zikredil-meden onun özelliklerinin zikredilmesinde bir
fayda yoktur. Kıymeti zikredildiği takdirde de onun özelliğine artık ihtiyaç yoktur. Bu hususa
Hidâye'de de işaret vardır» denilmiştir.
Kûhistânî'de ise, «Eğer hazırlanması mümkün değilse, kıymetinin zikredilmesi» sözü, dava konusu
mal bir hayvan ise, onun renginin, ya-şının, erkek veya dişi olduğunun zikredilmesinin şart
olmadığına işaret eder» denilmiştir. Kûhistânî'nin bu sözünde, İmâdiye'de olduğu gibi ihti-lâf vardır.
Seyyid Ebû'l-Kâsım da, «Davacı eğer dava konusu malın aynısını veya mislî ise mislini almak
istese, bu tarifler lâzımdır. Ama eğer kıymet-li şeylerin ise o kıymetini almak isterse, kıymetini
zikretmek yeterlidir. Hizâne'nin Muhâzir'inde olduğu gibi» demiştir.
«Bir şeyin kendisinden gasbedildiğini ilh...» Bahır'da şöyle denir: «Velhâsıl, gasp ve rehin
davasında dava ve şahadetin sıhhati için cins ve kıymetin beyan edilmesi şart değildir. Kıymet
konusunda söz de re­hin alan ile gasbedenindir».
Ben derim ki: Miraç adlı eserde vasiyet ve ikrar davası açıklanarak şöyle denilmiştir: «Vasiyet ve
ikrar davalarında dava konusu olan mal tam bilinmese de dava etmek sahihtir. Meçhul bir şeyin
ibrasını dava etmek de ihtilafsız olarak sahihtir. O halde istina edilenler beş olur.»
«Bundan dolayı ilh...» Yani her ne kadar gasbta kıymeti zikredil-mese bile birşeyin gasbedildiğini
iddia etmesi sahihtir. Dürer'de şöyle denilmiştir: «Birisi, «Benden falan şey gasbedildi fakat
kıymetini bilmi-yorum» dese, âlimler onun davasını kabul edilip dinleneceğini söyle-mişlerdir.»
Kâfi adlı eserde de, «Davacı, «Falan şey benden gasbedildi, o şey helak mı oldu, yoksa duruyor mu,
bilmediğim gibi kıymetini de bilmi-yorum» dese, bütün kitaplarda zikredildiğine göre, onun davası
dinle-nir ve kabul edilir. Zira insan çoğu kez kendi malının kıymetini bilmez. Eğer onu kıymetinin
beyanı teklif edilse, davacı zarara uğrar», denil-miştir.
Ben diyorum ki: Dava konusunun bu kadar aşırı bilinmezliğine rağ-men davanın sahih kabul
edilmesinin faydası şudur: Davalı, inkâr ettiği takdirde yemin etmeye, ikrar etmesi veya yeminden
kaçınması halinde de beyan etmeye zorlanır. Zira Kâfi'nin sözleri ancak bu açıklamayla ta-mam olur.
«Kıymetinin zikredilmesinin şart olduğu ilh...» Nehir müellifi Şeyh Ömer, «Bu ifadenin şu şekilde
anlaşılması daha uygundur: Eğer iddia olunan mal hâkimin huzurunda ise, onun kıymetini
zikretmek şart de-ğildir. Ancak hırsızlık davasında mal huzurda da olsa, kıymetini söyle-mek
şarttır.» demiştir. Hâmevî.
METİN




Davacı helak olan birşeyin kıymetini dava ederse, dava konusu olan şeyin, dava ve şahadette
cinsini ve nevini beyan etmesi şarttır. Çünkü hâkim ne üzerine hükmedeceğini bilmelidir.
Ancak istihlâk edilmiş olan bu mal, canlı hayvan kabilinden ise, onun erkek veya dişi olduğunun
belirtilip 'belirtilmemesi hususu ihtilaflıdır. Fakih Ebûlleys, «Kıymetinin açıklanması şart olduğu
gibi erkek veya dişi olduğunun belirtilmesi de gerekir» demiştir. İhtiyar adlı eser de Ebûl'leys'in bu
görüşünü tercih etmiştir. Şehîd de, «Kıymetinin, erkeklik veya dişiliğinin açıklanması yanında
hayvanın yaşının da belirtilmesi şarttır» demiştir. Bu konunun tamamı İmâdiye adlı eserdedir.
Dava konusu vedîa ise, emanet verilen şeyin taşınmasına ihtiyaç olsun veya olmasın, koruma
yerinin açıklanması gerekir. Çünkü vedîada belirli yerde koruma gereklidir. Ayrıca dava ile talep
edilen kıymeti de-ğil kendisidir.
Gasp davasında ise. gasbedilen şey için taşıma ve masrafa ihtiyaç varsa, davanın sıhhati için
gasbedilenin bulunduğu yeri de belirtmek ge-rekir. Çünkü gasbedilenin aynını geri vermek asıldır.
Eğer taşıma külfet ve masrafı söz konusu değilse, gasbedilenin bulunduğu yerin belirtilme-si
gerekmez.
Mislî olmayan bir şeyin gasbı davasında, zahir kavle göre, gasbolduğu günkü kıymetini beyan
etmek lâzımdır. İmâdiye.
Bir akarın davasında ise, şahadette onun sınırlarını bilmek nasıl şartsa, iddia edilen akar meşhur
dahi olsa, onun sınırlarını beyan etmek de şarttır. Ancak İmameyn buna muhalefet etmişlerdir. Ama
eğer şahitler iddia edilen binayı bizzat tanıyorlarsa onun hudutlarını zikretmeye ihti-yaç yoktur.
Nitekim bir akarın satış bedelini dava ettiğinde, akarın sınır-larını zikretmek şart değildir. Çünkü
akarın satış bedelini dava etmek, gerçekte bîr alacak davasıdır. Bahır.
Bu akarda hudutlar söylendiği gibi, akar veya evin bulunduğu şeh-rin, sonra mahallenin, sonra da
sokağın zikredilmesi lâzımdır. Nitekim neseb davasında da önce kendi adının sonra babasının,
sonra da de-desinin adı zikredilir.
Bu meselede hudutların üçünün zikredilmesi yeterlidir. Dördüncü sınırın zikredilmemesi
mümkündür. Ancak dördüncü sınırı da zikreden yanılırsa, o zaman dava geçerli olmaz. Mültekâ.
Çünkü bu yanılma, da-va konusunu ihtilaflı hale getirir. Ancak böyle bir yanlışlığın mahkeme devam
ederken sonradan tavzih edilmesi mümkündür. Fusûleyn.
Bu hudutları söylerken, sınırların sahiplerini ve neseplerini de zik-retmesi gerekir. Eğer sınır
komşusu olan kimse meşhur birisi değilse, onun dedesinin adını da zikretmesi gerekir. Sınırın
sahibi meşhur bir kimse ise, maksat hâsıl olduğundan onun adı ile yetinilir. Bu akar veya ev
davasının, «Falan kimsenin elindedir» demesi lâzımdır. Eğer dava konusu olan şey, daha önce
geçtiği gibi menkûl bir mal ise, o zaman, «Haksız olarak onun elindedir» demesi de gerekir.
Davacı ile davalının birbirlerini doğrulaması ile akardaki el sahibi, belirlenmiş olmaz. Belki delil
veya hâkimin bizzat bilgisi gereklidir. Çün-kü menkûl malın zilyedinin görülmesinin aksine, akarda
tarafların ya-lan söyleme ihtimali vardır.
Bizim akar hakkında söylediğimiz mutlak değildir. Belki davacının akarın mutlak şekilde kendi
mülkü olduğunu iddia etmesi halinde böy-ledir. Ama iddia ettiği akarın kendisinden gasbedildiğini
veya halen ta-sarruf eden kimseden satın aldığını iddia ederse, o zaman delili gerek kalmaz. Çünkü
fiil davası, zilyed üzerinde sabit olduğu gibi, başkası üzerinde de sabit olabilir. Bezzâziyye.
Davacı, dava konusu şeyi talep ettiğini belirtmelidir. Çünkü eğer bunu zikretmezse, dava konusu
şeyin karşı tarafın elinde bir rehin veya semen karşılığı hapsedilmesi ihtimali, de olabilir. İşte bu
talep etme sözü ile «Haksız yere» sözüne ihtiyaç kalmamaktadır.
«Cinsini ve nevini beyan etmesi şarttır ilh...» Ben diyorum ki; bu yerde benim 'bir şüphem vardır.
Şöyle ki, eğer çeşitli malları dava etmiş olsa, metinde geçtiği gibi bu çeşitli malların toplam fiyatını
ylemesi yeterli olur. Fusûleyn adlı eserde şöyle zikredilmiştir: «Davacı, dava ko-nusu şeylerin,
hasmın elinde mevcut olduğunu iddia etse, o zaman has-mına", bunları mahkemeye getirmesi
emredilir. Dava konusu şeyler ha-zır olunca, delil kabul edilir.
Davacı, onların helak olduğunu iddia etse ve hepsinin kıymetini top-lam olarak beyan etse, davası
dinlenir. Bundan anlaşıldığına göre; Mu-sannifin eşya davasında yukarıda zikrettiği ancak o eşya
helak olursa, o zaman hepsinin kıymetini toplam olarak beyan etmesi kabul edilir. Eğer dava
konusu eşya helak olmamışsa, o eşyanın kıymetinin belirtil-mesine ihtiyaç yoktur. Çünkü bu
takdirde dava konusu şeyi hâkimin huzuruna getirmesi istenir.
Yukarıda İbn-i Kemal'den naklettiğimiz üzere dava konusu menkûlün, helak olması ve benzeri




sebeplerle hâkimin huzuruna getirilmesi güçse, kıymetinin açıklanması, özelliklerinin belirtilmesine
ihtiyaç bırakmaz. İb-n-i Kemal'den naklettiğimiz ifadeler Musannifin aynı bahsinde zikrettiği,
«Kıymetini zikretmek kâfidir» sözüne uygun düşer. O zaman Musannifin buradaki, «Cinsini ve
nevini beyan etmesi şarttır» sözünü anlamak güç olur. Eğer desek ki, «Kıymetin zikri ile birlikte
vasıflarını da beyan lâ-zımdır» demiş olsa, o zaman kıymetinin davası ile helak olan nesnenin bizzat
aynim dava etmek arasında bir fark kalmaz. O zaman artık Mu-sannifin sözlerinin Bahır'a uyarak,
«Zikredilen şartlar; deyn davasında değil, ayn davasında geçerlidir.» sözünün manası ne olur?
Burada dü-şünülsün.
Sirâciye'den naklen Bahır'da, «Sınırlanmış bir şeyin semenini id-dia ederse, o şeyin hudutlarını
beyan etme şart değildir» denilmiştir.
«Zahir kavle göre ilh...» Nuru'l-Ayn'da şöyle denilmiştir: Mislî olma-yan birşeyin gasb ve helakinde,
zahiri rivayete, göre uygun olan, gasbedildiği gündeki kıymetini beyan etmesidir. Bir rivayete göre
mâlik, nesnenin gasb günündeki veya helak günündeki kıymetini almakla mu-hayyerdir. O halde,
hangi gündeki kıymetini almak istediğini beyan et-mesi lâzımdır. Ayn'ın, istihlâki sebebiyle bin
dinar iddia etse, o ayn'ın helak edildiği yerdeki kıymetini beyan etmesi lâzım olduğu gibi, ayanı da
beyan etmesi lâzımdır. Çünkü ayn'larda bazısı kıyemî, bazısı ise mislîdir.»
«Akarın davasında ilh...» Ev, arsa gibi başka yere nakledilmeyen mala akar denilir. Şuf'a kitabında
meşayihimiz açıkça ifade etmişlerdir ki, mücerred bina ve bağ ağaçları menkûl mal sayılır. Bunlar
arsasız ola-rak satıldıkları takdirde orada da şüf'â hakkı yoktur. Eğer bunlar arsa ile birlikte
satılırlarsa, o zaman arsaya tabi olarak onlarda şüf'â hü-kümleri cereyan eder. Asrımızın bazı
âlimleri yanılarak bazı akardan say-mışlardır. Onlar yanılmaları hususunda uyarılmışsa da adet
üzerine söz-lerinden dönmemişlerdir. Bahır.
Ebussuud Hâşiye'sindeki, «Bina ve bağlarda şüf'â yoktur» sözü, «Toprak, ihtikâr edilmiş değilse»
sözü üzerine hamledilir. Yok eğer bina ihtikâr edilmiş arsa üzerinde ise, bunda şüf'â sabit olur.
Çünkü bu bina-nın o yer üzerinde kalma hakkı vardır. Bu yüzden, ileride şüf'â bahsinde de geleceği
gibi bina menkûl olmaktan çıkar ve akara dönüşür.
«Dördüncüsü terkedilse de ilh...» Yani davacı veya şahit dördüncü hududu söylemeseler. İkisinin
de hükmü, kayıp ve yanılmada birdir. Ni-tekim bu husus Fusûleyn'de açıklanmıştır.
«Yanılsa, o zaman sahih olmaz ilh...» Bunun benzeri, meselâ, peşin para ile birşeyi aldığını iddia
etse, şahitlerin sözü şahadet kabul edilir. Şahitler semenin cinsinin beyanında sükût etseler de yine
kabul edilir. Ancak şahitler semenin cinsini zikretmekle birlikte, bu konuda çelişkili beyanda
bulunsalar, şahadetleri kabul edilmez. Nitekim Zeylâî'de de böy-ledir. Sâyıhânî.
«Fusûleyn ilh...» Davacı yanıldığını iddia etse, onun davası dinlen-mez ve delili kabul edilmez.
Çünkü davalı, davacının iddiasını kabul et-tiği takdirde, dava konusu gayr-i menkûlün bu hudutlarla
tesbit edildi-ğini tasdik etmiş olur. Bu kabul edişten sonra yanıldığını iddia etmekle bir önceki
iddiasını nakzetmiş sayılmaz.
Biz, yanılma iddiasını şöyle açıklayabiliriz: Davalı, «Hudutlardan bi-risi, şahidin zikrettiği gibi
değildir» dese veya hududun sahibi, «Hudud doğrudur fakat bu adla değildir» dese, bunların hepsi
onun davasını nefyetmektedir. Nefyin üzerine şahadet getirmek de kabul edilmez.
Fusûleyn sahibinin, zikredilen hususta bir araştırması vardır ki biz onu Bahır'ın hamişinde yazdık.
Oraya yazdığımızın sonucu şöyledir: O za-man davacının, «Bu senin değildir» diye cevap vermesi
mümkündür. O, bu takdirde çelişkiye düşmez. Veya başlangıçta şöyle cevap verebilir: «Bu benim
sınırlarını belirttiğim akara muhaliftir.» derse, o zaman da açıklama yapması gerekir. Bu konunun
tamamı Câmiü'l-Fusûleyn'dedir.
Sâyıhânî özet olarak şöyle yazmıştır: «Davalı, «Şu hudutlarla sınır-lanan akar benim elimde
değildir.» dediğinde, onun hasmı olan davacı da, «Hayır o senin elindedir. Fakat bir yanılma
olmuştur» der ve onun sözünü men eder. Eğer şahit, dava meclisinde 'yanıldığını açıklarsa, ka-bul
edilir. Eğer meclisin dışında yanıldığını söylerse, bu söz hâle uygun düşerse yine kabul edilir.
Bezzâziyye.
Bezzâziyye'nin ifadesi şöyledir: «Akar davasında şahitler sınırların birisinde veya ikisinde
yanılsalar, sonra dava meclisinde veya dava mec-lisinin dışında yanıldıklarını telâfi etmeye
çalışsalar, eğer yanıldıkları ile düzeltme yaptıkları ifadeler arasındaki çelişki giderilebilirse kabul
edi-lir. Meselâ: «Akarın doğu sınır komşunun adı şu idi, fakat sonradan adı-nı değiştirmişti şu oldu»
veya «Doğu sınır komşusu falanca orasını sattı, adı zikredilen kimse arasını satın almıştı» gibi...




«Dedesinin adını da zikretmesi lâzımdır ilh...» Biz şahadet üzerine, şahadet babının hemen önünde,
şunu ifade etmiştik: Sınırları tapu se-nedinde belirlenmiş olan yerle ilgili dava ve şahadet sahih
olur. Ancak eve (dara) gelince, Ebû Hanîfe'ye göre herkes tarafından bilinse bile, onun sınırları
ylemek gerekir. Sınırların tam söylenmesi ise sınır sa-hiplerinin dedelerinin adını zikretmekle
olur. İmameyn'e göre ise, herkes tarafından bilinen bir bağımsız evde, sınırları söylemek şart
değildir. Me-selâ, «Bu ev Kûfe'deki Ömer bin Hâris'in evidir» demek gibi. Buna göre eğer, «Falan
kişinin evine bitişiktir» dese ve maruf bir kimse olduğu hal-de isim ve nesebini zikretmese yeterli
olur. Çünkü o kimseyi tanıtmak için adını ve nesebini söylemeye ihtiyaç vardır. Kendisi herkes
tarafın-dan bilinen birisi olunca böyle bir tanıtmaya ihtiyaç kalmaz. İşte bunlar gerçekten hatırda
tutulması gereken meselelerdendir. Fusûleyn.
Uygulama örneği: Câmiü'l-Fusûleyn'de şöyle denilir. «Bahçeli ev davasında, sınırlarını söylerken,
«Falan kişinin vârislerinin evine bitişiktir» dese, tarif tam olmaz. Çünkü tarif ancak isim ve nesebin
ylenmesi ile meydana gelir. Ancak bazı âlimler, ilk tarifin de yeterli olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü, «Falanın vârisleri» sözü, yeri belirlemek için kâfi gelebilir.
«Birinci görüş şöyle açıklanmıştır: Varisler meçhuldür. Çünkü varis-lerden ashâbü'l-Ferâiz sıfatıyla
miras alanlar olduğu gibi, asâbe veya Zevi'l-Erham olarak hisse alanlar da bulunabilir. Sonra şu
meseleye dik-kat çekilmiştir: «Falanın taksimden önceki varislerinin evine bitişiktir» diye yazılsa,
sahih olur mu? Bazı âlimler buna sahih olur, derken, bazı-ları, sahih olmaz, demişlerdir. Yine,
«Falanın terekesinden olan bir eve bitişiktir» dese, sınır bakımından sahih olur. Eğer sınırlardan
birisi olarak sahibi bilinmeyen bir yer söylense, bu yeterli değildir.
«Ben derim ki: Eğer hudutlar biliniyorsa, onların tasarruf sahiblerini zikretmeye ihtiyaç olmaması
gerekir. Çünkü hâsıl olmaktadır».
Bu meselenin, yukarıda Ebû Hanîfe'den naklettiğimiz görüşe muha-lif olduğu acıktır.
Sonra da şöyle denilmiştir: «Davacı, sınırlardan birisi olarak hazine mülkünü göstermiş olsa, kimin
elinde olduğunu söylemese de sahihtir. Çünkü o yer, naibinin vasıtası ile devlet başkanının
elindedir. Yol ise boyu ve eni beyan edilmeden hudud olarak kabul edilir. Ancak bir gö-rüşe göre
kabul edilmez. Nehir, bazı âlimlere göre kabul edilmez. Yine sur da nehir gibidir. Bu da bir rivayettir.
Mezhebin zahirine göre ise sur sınır olarak kabul edilir.
«Akar veya bahçeli ev davasında, «Benim iddia ettiğim falanın arazi-sine bitişikti» dese, o adamın
da çok ve dağınık yerleri bulunsa bile da-va ve şehâdet sahihtir. İddia ettiği ev veya akarın vakıf
arazisine bitişik olduğunu söylemesi yeterli değildir. Uygun olan vakıf, yerinin fakirlere veya
mescide vakfedildiğini söylenmesidir. Mescid veya fukaraya vakfe-dildiğini söylemek, vâkıfı
ylemek gibidir. Bazı âlimlere göre vâkıfı söy-lemekle tarif sabit olmaz. Kimin elinde olduğunu
ylediği zaman tarif tamam olur.
«Ben diyorum ki: «Kimin elinde olduğu» sözünü eklemek, ancak ta-rif o şekilde yapılabiliyorsa,
gerekir. Yoksa vakfedenin zikredilmesi ye-terlidir. Eğer vakfın tasarruf sahibini zikretmeden
biliniyorsa, o zaman zaruretsiz olarak onu söylemek fazlalık olur.» Özetle.
«El sahibi tesbit edilemez ilh...» Bu çok defa meydana gelir. Zamanımızın birçok hâkimleri de
bundan gafildirler. Çünkü onlar tapu senetlerine, «Zikredilen akarın üzerine el koyduğunu ikrar
etmiştir.» diye yazarlar, o zaman davacının şöyle demesi lâzımdır: «O benim akarıma el
koymuştur.» Şahitler de ona şehâdet edeceklerdir. Bundan ötürü ben bu meseleyi şu şekilde
manzum olarak ifade ettim: «Sen hiç şüphe etme, akar davasında davacı ile davalının birbirini
tasdik etmesiyle akarın sahibi belirlenmiş olmaz. Eğer gasb veya davalının satın aldığını iddia
etmezse, delil gereklidir.»
Câmiü'l-Fusûleyn'de, Hâniye'ye işaretle şöyle denilir: «Başkasının elinde olan birşeyi dava ederek:
«O benim mülkümdür. Şu adam da ona haksız yere el koymuştur» dese, Fukâhâ, bunu böyle
demesi, o ma-la el koyan hakkında gasıb davası değildir, demişlerdir.»
Fusûleyn sahibi şöyle diyor: «Ben diyorum ki, Feş'te geçene kıyas edilirse, «Şu benim mülkümdür,
haksız yere senin elindedir.» dese, gasb ettiği günü söylemesi dahi, sahihtir. Uygun olan yine
burada da sahih ol-masıdır.» Bu bahsin tamamı Fusûleyn'in altıncı faslındadır.
«Dava konusu şeyi istediğini zikretmelidir ilh...» İster o taleb ettiği bir ayn, ister deyn, ister menkûl,
ister akar olsun. O halde, «Falanın üze-rinde benim on dirhemim vardır», dese ve başka birşey
ylemese, hâ-kime, «Ona bana vermesini emret» deyinceye kadar sahih olmaz. Ba-zı âlimler onun
sahih olduğunu söylemişlerdir. Sahih olan ancak budur. Sâyıhânî, Kuhistânî.




«Eğer bunu zikretmezse ilh...» Yani, «Ben onu taleb ediyorum. Ona emret bana versin» demese
talep de bulunamaz. Çünkü, davalının yanın-da başka bir hakla bulunmuş olması mümkündür.
METİN
Dava konusu, ölçülecek, tartılacak, nakit veya gayri nakit bir ala-cak (deyn) olursa, onun iyi veya
kötü cinsten olduğuna dair özelliklerini zikreder. Çünkü o ancak özellikleriyle bilinir. Misliyetten
olan şeyin da-vasında da cinsini, nevini, sıfatını, miktarını ve nakit para dışındaki ala-caklar için,
alacağın doğuş sebebini zikretmesi gerekir.
Eğer bir diğerinin üzerinde bir ölçek buğdayın olduğunu iddia eder, fakat bu alacağın doğuş
sebebini zikretmezse, onun davası dinlenmez. Sebebini zikrederse, bunun bir selem akdi olduğu
dikkate alınarak, onu ancak belirledikleri teslim yerinde isteyebilir. Karz, gasıb veya istihlâk
davasında da karz ettiği ve benzeri yerlerde taleb eder. Bahır.
Hâkim davalıya, davanın sıhhati kabul edildikten sonra, «Falan sen-den şunu iddia ediyor ne
dersin?» -diye sorar. Eğer davacının davası sa-hih değilse, davalının cevap vermesi gerekmez.
Hâkimin sorusu üzerine davalı, ikrar ederse başka 'bir işleme gerek kalmaksızın dava sona erer.
Eğer inkâr ederse, davacı delil gösterirse, davacı talepte bulunmasa bile hâkim davalı aleyhine
hüküm verir.
Eğer davacı delil getiremez ve davalının yeminini taleb ederse, hâ-kim davalıya yemin verir. Çünkü
bütün davalarda ancak davacı yemin talebinde bulunursa hâkim davalıya yemin teklif edebilir.
Ancak Ebû Yûsuf'a göre, dört yerde davacı talepte bulunmasa da hakim davalıya yemin verebilir.
Bunun dayanağı Bezzâziyye'deki ifadedir.
Yine Bezzâziyye şöyle demiştir: «Birisi, ölen bir odamda alacağı ol-duğunu iddia ederse, varisler
taleb etmese bile hâkim alacakya onun borcunu ödemediğine, bir diğerine havale etmediğine ve
borçluyu ibra etmediğine veya iddia olunan meblâğın bir rehin karşılığı olmadığına da-ir yemin
teklif edeceği hususunda Fakihler icmâ etmişlerdir».
Davalı, «Ben ne ikrar, ne de inkâr ederim» dese, yemin teklif edil-mez, inkâr veya ikrar edene kadar
hapsedilir. Yine hiçbir afet olmadan davalı susmaya devam etse, İmam Ebû Yûsuf'a göre -Hülâsa-
inkâr veya ikrar edene kadar hapsedilir. Bahir sahibi, «Hükme müteâllik mad-delerde ancak İmam
Ebû Yûsuf'un kâvliyie fetva verileceğine binaen ben de bununla birkaç defa fetva verdim» demiştir.
Sonra Bedâî'den naklen, «Susan bir kimsenin susmasının inkâr sayılması, çok şüpheli bir hâl
olduğu için hâkim ona yemin teklif eder. Burada, «Hâkim ona yemin teklif eder» sözüyle
kayıtlamamız taraflar, «hâkimin dışında bir kimse-nin yanında yemin teklif edilebileceği, eğer davalı
yemin ederse borçtan kurtulacağı» hususlarını içine alan bir sözleşme yapsalar, yle bir
sözleşmenin bâtıl olduğunu belirtmek içindir. Çünkü hasmın isteği üzerine yemin teklifinde
bulunmak yalnız hâkimin hakkıdır. Hâkimden başkası yanında yapılan yemine veya yeminden
kaçınmaya itibar edilmez. Eğer davacı yeminden sonra dava konusu ile ilgili bir delil ikâme etse,
delili kabul edilir. Yoksa hâkimin huzurunda ikinci defa yemin teklif edilir. Ancak birinci yemini
hâkim huzurunda olmuşsa, o yeminle yetinilir. İkin-ci yemine ihtiyaç kalmaz» denilmiştir.
Musannıf, Kınye'den naklen şöyle der: «Gerçekten, yemin teklif etmek hâkimin hakkıdır. Hâkim
yemin teklif etmedikçe yapılan yemine iti-bar edilmez.»
Davalı ile davacı, yemin ederse, davalının zamin olacağı şeklinde anlaşsalar ve davacı yemin etse,
davalı zamin olmaz. Çünkü bu yemin şeriata aykırıdır. Resulûllah'ın: «Beyyine davacıya, yemin de
ikrar ede-ne aittir» hadisine göre davalıdan sonra davacıya yemin teklif edilemez. Rasulûllah'ın hem
şahit yem yemin ile birlikte hükmettiklerine dair olan hadisi ise zayıftır. İbn-i Muîn ravisini münker
görerek hadisi reddeder. Aynî.
İZAH
«Vasfını zikreder ilh...» Kenz'de, Vasfını zikretmekle beraber, «Ben o malı taleb ediyorum» demesi
de ilâve edilmiştir. Bahır'da da «Metin ve şerhlerde, «Ben o malı taleb ediyorum» sözü açıkça yer
almıştır.» denil-miştir. Hülâsa ve Bezzâziyye gibi, fetva sahipleri ise, «Ben o malı taleb ediyorum»
sözünü zayıf bir görüş olarak belirtmişlerdir. Çünkü mak-sat bu lafzı kullanmak değil, Umde'de
olduğu gibi talebi ifade eden, me-selâ hâkime, «Ona emret bana hakkını versin» gibi sözler de
yeterlidir. Bununla birlikte, musannifin, «Ben onu talep ediyorum» sözünü zikret­mesi gerekirdi.
Çünkü herkesçe bilindiği gibi fakihler metin ve şerhler-de olan sözleri, fetvalarda olanlara tercih
ederler.
«Cinsini zikretmek ilh...» Meselâ, dava konusu buğdaysa, «sulan-mış buğday» onun nev'î, «iyi cins




buğdayıda sıfatı olur. Bu özelliklerin davada belirtilmesi gerekir.
«Davası dinlenmez ilh...» Dava konusu selem ise, bunun sahih ol-ması için gerekli şartları belirtir.
Meselâ, sermayenin cinsi, Selem ko-nusu malın nev'î sıfatı eğer tartılacak cinstense tartısı, akit
meclisinde verdiği nakdi zikredilir. Eğer musannif ayrıntıya girmeksizin, «Davacı ile davalı arasında
sahih bir satım akdi cereyan ettiğini» söyleseydi bu yeterli olur ve dava hilâfsız sahih olurdu.
Bunun üzerinde her bir sebep için birçok, şartlar varsa. Musannifin, «Vücub sebebi» demesi kâfi
gel-mez. Eğer şartları az ise, o zaman bu sözle yetinilir. Buna Şemsü'l-İslâm, «Bir kimsenin
diğerine, «Sen sahih bir kefaletle kefil ol» demesi, selem gibi sahih olmaz. Çünkü onun kabulü
sahih olmadığı görüşünde olan Hanefîlere göre değil ancak onun sıhhatini kabul eden kimseye
göre sahih olur. Bu duruma göre bir kimse, «Bana kefil ol» demiş olsa, karşı taraf bu teklifi
mecliste kabul etse, sahih olur. Karz'a ise, bir kimsenin, «Sana kendi malımdan katzettim» diye
zikretmesi lâzımdır. Zira böyle demese, o adamın vekil olması da mümkündür. Vekil de talep etme
hak-kına mâlik değildir. Karz davasında davalı üzerinde borç olması için, «Benden aldı ve kendi
ihtiyacına sarfetti» demesi de gerekir. Bu konu-da icmâ vardır. Çünkü Ebû Yusuf'a göre; karz olarak
verilen paranın borç olması, paranın sarfedilmesine, istihlâk edilmesine bağlıdır. Aksi halde borç
(deyn) olmaz, karzdır. Bezzâziyye'den özetle.
«Delil gösterirse ilh...» Bu ifadeden açıkça anlaşıldığına göre, dava konusu olan malı ikrar eden
davalı aleyhine delil ikâme edilmez. Bahır'da, «Ancak dört meselede ikrar da etse delil ikâme edilir»
denilmiş-tir. Yine Bahır'da, «Delilden sonra davalı ikrar ederse, o zaman delil ile değil onun ikrarı ile
hüküm verilir. Eğer davalı cevap vermeyerek susar-sa, cevap verinceye kadar hapsedilir.»
denilmiştir.
«Davalıya yemin ettirir ilh...» Davalının yemin! ile davacının hakkı ortadan kalkmaz. Ancak, davasına
uygun olan bir delil ikâme etmedikçe de davacı olamaz. Eğer delili varsa bunu ikâme eder. Bu delil
ile onun lehine hükmedilir. Hâmiş'te de böyledir.
«Dört meselede ilh...» Bezzâziyye'de yer alan ve karşı taraf talepte bulunmasa bile hâkimin re'sen
yemin verebileceği dört hâl şunlardır:
1) Satılan bir mal, müşteri tarafından bir ayıp sebebiyle geri ve-rilse, satıcı talep etmese bile hâkim
müşteriye bu malı ayıplı olarak alıp almadığına dair yemin teklif eder.
2) Hâkim, şüf'â hakkı sahibine, bu hakkını iptal etmediğine dair,, şüf'âlı malın sahibi talep etmese
bile yemin teklif eder.
3) Gâib olan kocasının malından nafaka talep eden kadına, hâ-kim, kocası ona nafaka olarak bir şey
bırakıp bırakmadığına dair yemin teklif eder.
4) Hâkim, istihkak davasında, hasım talep etmesi bile, malı sat-madığına dair yemin teklif eder.
Hâmiş'te de böyledir.
Yine Hâmiş'te şu fer'î mesele vardır: Birisi diğer birisine, «Senin ba-bama yüz dinar vereceğin
vardır. Babam bu yüz dinardan hiçbir şey almadan öldü ve bu yüz dinar bana miras kaldı. Bu yüz
dinarı bana tes-lim et» dese, davalı da, «Evet, babana yüz dinar borcum vardı. Ancak ben onun
seksen dinarını hayatında kendisine ödedim, baban da falan şehirdeki evimde falan gün aldığını
ikrar etti» dese ve delil de ikâme etse, davacı, «Babamın seksen dinarını kabzettiğine dair iddian
bâtıl-dır. Çünkü babam, ikrarını iddia ettiğin günde o şehirde değil, şu şehir-de idi» dese ve delil
ikâme etse, davalının delili, davacının bu delili ile reddedilir mi? Bazı âlimler tarafından, «Hayır,
reddedilmez» denilmiştir. Ancak davacının babasının davalının şahitlerinin babasının kabzettiğine
dair ikrarda bulunduğuna dair şahadet ettikleri gün başka bir şehirde bulunduğu herkesçe bilinen
bir şeyse, o zaman hâkim davacının delili jle davalının delilini reddeder ve davalıya borcu ödetir.
Zahîre'de de yledir. Fetâvâ'l-Hindiyye'nin dokuzuncu babı, Şahadetin nefy ve isbatı bahsinden.
«İcma etmişlerdir ilh...» En uygun olanı musannifin «İcma etmişler-dir» değil de, «Ancak ölen bir
kimseden bir alacak iddia eden kimseye âlimlerin ittifakı ile hâkim yemin teklif eden» demesiydi.
Yemifiin şekli ise şöyledir: Hâkim ona, «Bizzat ondan olmadığına veya onun namına bir başkasının
sana ödemediğine veya senin emrinle başka birisinin on-dan kabzetmediğine veya onu o borçtan
ibra etmediğine veya bir diğe-rini ondan almak üzere havale etmediğine veya alacağına karşılık
sen-de bir rehin bulunmadığına Allah'a yemin eder misin?» der ve o da ye-min eder. Bezzâziyye'den
naklen Bahır'da da böyledir. Bir kimse ölüm hastalığında ikrar etmiş olsa bile, yine yemin teklif
eder. Nitekim Tatarhâniye'den naklen Eşbâh'ta da böyledir.
«Sonra Bedâi'den naklen ilh...» Bu nakil metindeki meseleye racidir. Bahır'da şöyle denilmiştir:
«Mecma'da, «Davalı, «Ben ne ikrar ne de inkâr ederim» dese, hâkim ona yemin teklif edemez.»




denilmiştir. Sa-rih de der ki, «İmam-ı Azam'a göre ikrar veya inkâr edinceye kadar hapsedilir.
İmameyn'e göre ise, ona yemin teklif edilir». Bedaî'de de «Onun ne ikrar ne inkâr ederim» sözü
inkârdır» denilmiştir. Bedaî'nin bu sözü aşikârdır ki İmameyn'in kavlini tashihtir.» Bezzâziyye'de de
ol-duğu gibi. H.
«İtibar edilmez ilh...» Bu mesele, metinde geçen meseleye uygun de-ğildir. Çünkü metindeki
meselede birinci yemin hâkim dışındaki bir kimse yanında yapılmışsa ona itibar edilmez. Bu mesele
ise, hâkimin huzurun-da, fakat hâkimin teklifi ile değil, davacının teklifi ile yemin etmesidir.
«Anlaşsalar ilh...» Vâkıât-ı Hisamiye'nin Rehin bahsinden hemen •önce şöyle bir ifade vardır:
«İmam Muhammed'e göre, birisi diğerine. «Benim senden bin dirhem alacağım var» dese, diğeri de,
«O bin dirhe-min senin olduğuna yemin et, ödeyeyim.» dese, o da yemin etse, yemin üzerine davalı
da ödese, eğer kılmış olduğu şart üzere ödemişse, o şartı batıldır. Ödeyen, ödediğini geri alabilir.
Çünkü, böyle bir şart İslâm'ın hükümlerine aykırıdır. Çünkü şer'î hükümde yemin davacıya, delil
inkâr edene aittir.» Bahır.
METİN
Davacı davasına delil ikâme ettiğinde, davalı hâkimden davacıya, davasında haklı olduğuna ve
şahitlerin doğru olduğuna ve şahadetlerin-de hak üzere olduklarına dair yemin teklif edilmesini
istese, hâkim onun sözünü kabul etmez. Çünkü bir davada, hasma iki defa yemin teklif edilmez.
Eğer edilirse şahide ne gerek kalır. Çünkü, «Ben şahadet ederim» sözü bizim fakihlerimize göre
yemin niteliğindedir. Yemin de tekrar edilmez. Biz şahitlere iyi davranmakla emrolunduk. Bu
yüzden, şahit hâkimin kendisine yemin teklif edeceğini ve nash edilmiş bir kaville amel edeceğini
anlarsa, o zaman şahitlik etmekten kaçınması meşru olur. Çünkü böyle olunca onun şahitlik etmesi
lâzım gelmez. Bezzâziyye.
Mutlak mülkte, yani kendisinde irs veya satın alma gibi bir mülk edinme sebebi zikredilmeyen
malda, hariçten olan bir kişinin delili da-va konusu malı elinde bulunduranın delilinden daha
haklıdır ve kabulü daha uygundur. Çünkü o, davacı durumunda olup, hadis-i şerifle sabit olduğu
üzere, delil ikâme etmek onun görevidir.
Ancak bir hayvanın yavrusu olmak veya nikâh gibi bir sebep bulunmamakla mukayyet mülk olan
şeyler, bunun hilâfınadır. İleride açık-lanacağı gibi delil, icma ile malı elinde bulunduranındır.
Davalı, mahkemede «Ben yemin etmem» gibi açık ifadelere veya sûkut ederek hükmen yeminden
kaçınsa ve hâkim onun sükût etmesinin sağırlık veya dilsizlik gibi bir âfetten olmadığını bilse, sahih
kavle göre onun aleyhine hükmeder. Sirâc. Üç kere yemin teklifinde bulunduktan sonra hüküm
vermesi de ihtiyatlıdır.
Yeminden kaçınmasının hemen ardından hâkimin hüküm vermesi şart mıdır? Bu konuda görüş
ayrılığı vardır. Dürer. Musannıf, «Ben ihtilaflı görüşler arasında bir tercih yapıldığını tesbit
edemedim» demektedir.
Ben diyorum ki: Biz Kaza kitabında yeminden kaçınmanın hemen akabinde vakit kaybetmeksizin
hüküm verilmesinin farz olduğunu söyledik. Ancak üç yerde farz değildir. Eğer yeminden
kaçınmasıyla davalının aleyhine hüküm verilirse, sonra o yemin etmek isterse, onun ye-minine
iltifat edilmez. Hüküm aynen geçerlidir. Dürer.
O halde, hüküm yolu üç olmaktadır. Beyyine, ikrar ve yeminden ka-çınmak, Eşbâh'ta da hüküm
yolları yedi olarak yazılmıştır. Beyyine, ik-rar, yemin, yeminden kaçınmak, karşılıklı yeminleşme
(kasâme) bir de hâkimin tercih olunanı bitmesidir. Yedincisi ise kesin bir karinedir. Şöy-le ki, boş
bir binadan elinde kanlı bir bıçak olan bir adam telâşla çıksa, hemen o binaya girseler, içeride yeni
bıçaklanmış bir adam görseler, o halde elinde kanlı bıçakla içeriden çıkan adamın katil olduğunda
hiç kimse şüphe etmez.
İZAH
«Şahitlerin doğru olduğuna ilh...» Yani davalı hâkimden şahitlerin doğru söylediklerine dair yemin
etmelerini taleb etse, hâkim bu isteği kabul etmez.
«Mutlak mülkte ilh...» Mutlak mülk: irs veya satın alma gibi bir mülk edinme sebebi zikredilmeyen
mal anlamına gelir. Musannif, aşağı-daki sebeplerle mala zilyed olmayanın delilini zilyed olanın
delilinden üstün tutma prensibini yalnız mutlak mülkte, mülk edinme sebebini açıklamamakla
birlikte mülk edindikleri tarihi belirtmeseler yahut ikisi de tarih belirtseler ve zilyed olmayanın tarihi
zilyedinki ile aynı veya on-dan daha eski olabilir. Eğer -zilyedin mülk edinme tarihi daha eski ise,
ileride konusu içinde geleceği gibi dava konusu malın zilyedin mülkü olduğuna hükmedilir. Ancak




zilyed olmayan mutlak mülk iddiasında bu-lunur ve zilyedde malı falancadan satın aldığını söyler,
her kişi de delil getirir ve mülk edinme tarihini belirtirlerse, zilyedin tarihi daha eski ol-sa bile, malın
zilyed olmayana ait bulunduğuna hükmedilir. Nitekim Zahîriye'de de böyledir. Bahr.
«Mukayyed mülk bunun hilâfmadır Un...» İrs veya satın alma gibi bir mülk edinme sebebi zikredilen
mala «mukayyed mal» denir. Burada delil, zilyed olma dışında başka bir sebep üzerine ikâme edilir.
ylece, davacının göstereceği delille zilyedin mücerred zilyedlik delili eşit du-rumda bulunurlar.
Ancak malı elinde bulunduranın zilyedlik delili tercih edilir. Hüküm de onun lehine verilir. Sahih
olan da budur. Bunun delili ise, Câbir bin Abdillâh'tan rivayet edilen hadis-i şeriftir. Şöyle ki,
Rasûlullah devrinde bir kişi diğer birisinin yanındaki deveyi dava konusu yapar. O devenin kendi
devesinin yavrusu olduğuna dair delil ikâme eder. Deveyi elinde bulunduran davalı da devenin
kendisine ait olduğuna ve kendi devesinin yavrusu bulunduğuna dair delil gösterir. Rasûlullah
(S.A.V.) deveyi elinde bulunduran kimsenin lehinde hüküm verir. Bahr. Hâmiş'te de böyledir. (Buna
göre mukayyed mülkte, delillerde eşitlik halinde zilyedlik delili üstün kabul edilir.)
«Nikâh ilh...» Birisi, bir başkasının elindeki kadının nikâhlısı olduğu-na dair delil getirse, karşı taraf
da delille onu isbat etse, hiç birisinin delili ile amel edilmez. Çünkü bundaki mahal ortak olmayı
kabul etmez. Taraflar biribirlerinin delilini ibtal ettikleri zaman hâkim kadınla onların, arasını ayırır.
Zira Kınye'de olduğu gibi hiç birisinin diğerine tercih edi-lecek tarafı yoktur.
Eğer bu dava, kadını elinde bulunduran kimsenin, adamın duhûlün-den önce ise, tarafların üzerine
mehir gerekmez. Ama eğer birbirlerinin delillerini ibtal etme, kadının ölümünden sonra olursa,
taraflardan hiç birisi de kesin nikâh tarihi gösteremezlerse, o zaman o kadının her iki-siyle de
nikâhlandığına hükmedilir. Taraflardan her biri kadının yarı mehrini verir, kadının terekesi varsa her
ikisi ondan bir kocanın miras hakkını alır. Bahır. Bu meselenin tamamı Bahır'dadır. Hâmiş'te olduğu
gibi.
«Sahih kavle göre ilh...» Bu sahih kavilden maksat Ebû Yusuf'un kavlidir. Yukarıda geçtiği gibi fetva
da onunladır.
«Daha ihtiyatlıdır ilh...» Yani yemini üç defa teklif etmek ihtiyata daha uygundur. Ebû Yûsuf ve
İmam Muhammed'den rivayet edildiğine göre, yemini tekrar ettirmek vacibtir. Hatta hâkim bir defa
yeminden ka-çınması üzerine hüküm verse, hükmü nafiz olmaz. Sahih olan kavle gö-re hükmü
nafizdir. S.
«Musannif ilh...» Remlî, Minah hâşiye'sinde şöyle der: «Bir defa yeminden kaçındığı zaman Ebû
Hanîfe ve Muhammed'in kevtine göre o kimse münkir sayılır. Ebû Yusuf'un kavline göre ise cevap
verene ka-dar hapsedilir. Şu kadarı var ki. birincisi, dava anında, başlangıçta su-sup cevap
vermemesi hali içindir, ikincisi ise, önce ikrar edip sonra susması hali içindir.
«İltifat edilmez ilh...» Ama eğer aleyhine verilen hükümden sonra, tamamı geleceği gibi delil ikâme
ederse delili kabul edilir.
«Yedincisi ilh...» Hay reddi n Remlî, Minah hâşiye'sinde bu «yedinci» üzerinde uzun uzun durarak
şöyle demiştir: «Bu yedinci mutemed bir kitaba istinat etmeden kabul edilmez ve garibtir.» (Hüküm
yollarından yedinci «kesin kârine»dir. Yukarıda metin kısmında açıklayıcı bilgi ve-rilmişti.)
Bahır'da da, «Bu yedincisinin kaynağı İbnü'l-Gars'ın üzerinedir. Şu kadarı vardır ki, İbnü'l-Gars'ın
ifadesi «Yedinci ise kesin bir karinedir», şeklindedir, denilmiştir.
METİN
Davalı, dava konusu olan şey hakkında şüphe ederse, kendisine uy-gun olan, hasmını razı edip
yemin etmemesidir. Belki de harama düş-mekten kaçınması için yeminden kaçınması vaciptir. Eğer
hasmı, razı olmayarak yeminini taleb ederse, o zaman bakar, eğer zann-ı galibi da-vacının
iddiasında bâtıl olduğu şeklinde ise yemin- eder. Eğer zann-ı ga-libi davacının haklı olduğu üzerine
ise, yemin etmez. Bezzâziyye.
Davalı yemin ettikten sonra davacı delil ikâme etse, âlimlerin ço-ğunluğuna her ne kadar yeminden
önce «Benim şahidim yoktur» demiş-se de, Siraç, Muhit'ten, Şerh-i Mecma'da olanın aksine yine
delili kabul edilir. Nitekim davalı, yeminden kaçması ile aleyhinde verilen hükümden sonra delil
ikâme etse, onunda delili kabul edilir. Haniye. Sahih olan kavil budur. Zira Kadı Şureyh,
«Reddedilmeyen yalan yemin, âdil ye-minden daha evlâdır» demiştir. Çünkü yemin delilin halefi
gibidir. Asıl ortaya çıktığı zaman -ki bu delildir- onun halefi olan yemin hiç edilme-miş gibi olur.
Bahır.
Yeminden sonra delil ikâme edildiğinde, yemin edenin yalanı orta-ya çıkar. Eğer davacı malı




sebebsiz iddia eder, davalı da yemin eder, yeminden sonra davacı delil ikâme ederse, davalı
yemininde hânis olur. Eğer yapmış olduğu yemin boşama veya azad üzerine ise onlar da vaki olur.
Fetva da bunun üzerinedir. Haniye adlı eserin talâk bahsi. Ancak Dürer sahibinin mutlak ifadesi
bunun aksinedir.
Davacının iddia ettiği malı karz gibi bir sebebe dayanarak dava etmesi halinde de davalı borçlu
olmadığına yemin ederse, bunun üze-rine davacı delil ikâme ederse, davalının yalanı sabit olmaz.
Çünkü, da-va konusu malın önce karz olarak alınması, sonra ibra veya ifa edil-miş olması da
mümkündür. Fetva da bu metindeki açıklamalara göredir. Fusûieyn, Sirâç, Şümnî ve diğerleri.
Kocanın veya karısının inkâr ettikleri nikâhta, iddetten sonra inkâr ettikleri ricatta, îlâ müddetinden
sonra birisinin inkâr ettiği ilâdan dö-nüşte, veya cariyenin dava ettiği istilâtta (doğurtma) yemin
yoktur. Zi-ra iddet bitmeden ricat her ne kadar kadın onu yalanlasa da, koçanın, «Ben ricat ettim»
sözüyle sabit olur. Zira koça ricatı yenilemeye kadir-dir. İstilâdın ise aksi olmaz. Çünkü dava, mevlâ
tarafından yapılır. Zira istilâd, mevlânın ikrarı ile sabit olur. Bu sebeple cariyenin inkârına iti-bar
edilmez.
Kölelik ve neseb iddiasında da yine yemin yoktur. Şöyle ki, meselâ
birisinin meçhul bir adam hükmündeki «Bu benim kalemdir» veya «Be-nim oğlumdur» iddiasında
veya bunun aksine, birisinin diğeri için, «bu benim efendimdir veya «Babamdır» iddiasında ve
bunlar gibi had ve lianda yemin yoktur. Ancak şu kadarı var ki, fetva, bu saydığımız yedi şeyde
inkâr edene yemin teklifi üzerinedir. Bu görüş İmameyn'e aittir. Bunları altı sayanlar çocuğun
anneliğini neseb veya kölelik davasına ek-lemiş olmaktadırlar. Velhâsıl müftabih kavle göre, hadler
hariç hepsinde yemin vardır.
Yemin olmayan meselelerden ikisi de kâzif haddi ile lian haddidir. İcmaen bunlarda da yemin
yoktur. Ancak, efendi kölesinin azadını ken-disinin zinasına bağlama gibi hakkı tazammun ederse,
o zaman köle efendisine yemin teklif eder. Şu kadarı var ki, köleye lâyık olan, zina ettiğini
ylemeyerek, «Mevlâm benim azadımı bağladığı şeyi işledi» demesidir. Eğer efendi yeminden
kaçınırsa, kölenin azadı sabit olur. fa-kat zina sabit olmaz.
Mal sahibinin talebi üzerine hırsıza malı çalmadığına dair yemin tek-lif edilir. Mal sahibi iddia
etmedikçe hırsıza yemin teklif edilmez. Hırsız yeminden kaçınırsa, çalındığı iddia edilen mala zamin
olur, fakat eli kesil-mez. Hırsızlığını ikrar ederse, eli kesilir.
Fukâhaya göre tazir davasında yemin teklif edilir. Nitekim Dürer'de açıklandığına göre, birisi diğeri
hakkında taziri gerektiren birşey iddia ettiğinde, iddia olunan şeyi inkâr etse, hâkim ona yemin teklif
eder.
İZAH
«Davalı yemin ettikten sonra ilh...» Zira yeminin hükmü, delil ikâme etmenin sonuna kadar derhal
husûmetin kalkması içindir. Sahih olan da budur. Bazı âlimlere göre yemin mutlaka husûmetin
kalkması için-dir. T.
«Yeminden kaçınması ile aleyhinde verilen hükümden sonra ilh...»
Zira yeminden kaçınmak bir ikrardır. Bu da eksik bir delildir. Ama delil bunun aksine kuvvetli bir
hüccettir. Bu hüküm, bir malın ayıbından do-layı reddi konusunda ortaya çıkar.
«Haniye ilh...» Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bundan sonra bilmiş ol ki, yeminden kaçınma üzerine
hüküm vermek, aleyhinde hüküm verilen kimsenin hükmü iptal için delil ikâmesine mani olmaz.
Bunun dayanağı Hâniye'deki ifadedir. Şöyle ki, «Birisi diğerinden bir köle satın alsa, sonra onda bir
ayıp bulsa, satan aleyhinde dava açtığında satan adam onun iddiasını inkârla yanında iken köle de
ayıp olmadığını söylese, alı-cı satana yemin teklif etse ve o da yeminden kaçınsa, hâkim de kö-lenin
geri verilmesine hükmetse, daha sonra satan adam, «Ben ona kö-lenin bu ayıptan 'beri olduğunu
ylemiştim» diyerek delil ikâme etse, delili sabit olur.»
Ben diyorum ki: Bahir sahibinin Hâniye'den naklettiği genel bir kaide ise, onda bir görüş vardır.
Şöyle ki, satıcının yeminden kaçınması ya bağışlamaktır veya kölenin kendi yanında iken ayıplı
olduğunu ikrardır. Yeminden kaçındıktan sonra, sattığı kölenin satış sırasındaki «Ayıptan beri
olduğunu söyledim» demesi ve buna dair delil ikâme etmesi, ye-minden kaçınmasının altında ikrar
anlamı bulunduğunu te'kîd eder.
Ama eğer birisi diğerinden bir mal iddia etse o da yeminden ka-çınsa ve aleyhine hüküm verilse,
onun kaçınması ikrar sayıldığından aley-hinde verilen hüküm sahihtir. Bundan sonra bunun,
aleyhine verilen hükümün ibtali için delil getirmesi çelişki olur ve hükmü nakzeder. D za-man iki




mesele arasında bir fark olduğu ortaya çıkar. Buna göre Hâni-ye'den nakledilen küllî bir kaide
sayılmaz. Çok açıktır ki, Bahir sahibi-nin sözleri, aleyhinde hüküm verilen kimsenin delil ikâme
etmesi hususundadır. Sarihin sözlerinin zahirine göre ise, akışın da delâlet ettiği gi-bi, delil ikâme
eden davalı değil, davacıdır. O halde Hâniye'de olan buna nasıl delâlet eder?
«Dürer sahibinin meseleyi mutlak olarak ifade etmesi üzerinedir
ilh...» Zira Dürer sahibi şöyle demiştir: «Minkirin yalanı delil ikâme et-mekle sabit olur mu? Doğru
olan sabit olmamasıdır. Bu sebeple o, yalan yere şahitlik yapanın cezasıyla cezalandırılmaz». Buna
Zeylâî zikretmiştir.
«Veya ifâ ilh...» Bu meseleden Allâme Makdisî şöyle bahsetmiştir: «Sabitte asıl, sübutu üzerine
devam ettirilmesidir. Çünkü siz de hük-mettiniz ki, bir kimsenin lehinde birşeyle şahadet edilirse, o
şey kimsenin olur. Asıl olan da o şeyin devam etmesidir. Sebep mevcut olduğu zaman o şeyde
sabit olur. Asıl olan da sabit olan şeyin devamıdır.»
Ben derim ki: Bunun cevabı şudur: Bir şeyin bir kimseye ait olduğu-nu tesbit etmek, geçmiş
zamanda o şeyin onun mülkü olduğunu ifade etmektir. Kişinin bu sabit olan şeyi sahiplenmesi de o
şeyin mülkiyetinin o kimseye sübûtundan sonra bir diğerinin ona itiraz etmesini defetmeye
elverişlidir. Çünkü fakihler dava konusu malı hükümden sonra sahiplen-menin isbata değil defe
uygun olduğunu söylemişlerdir. Biz bu kimse-nin yemininden hânis duruma düştüğünü söylersek
asıl olan karzın be-kası olur. Karzın bekası da sahiplenme ile isbat edilmiş olur ki, bu da caiz
değildir:
«Cariyenin dava ettiği ilh...» Yani cariye efendisinden bir çocuk do-ğursa ve o da ölse, veya bütün
azaları belirmiş bir çocuk düşürmüş olsa ve bu çocuğun efendisinden olduğunu iddia etse, efendi
bunu inkâr et-se, buna yemin teklif edilmez. İbn-i Kemal.
«Neseb iddiasında da ilh...» Manzume'de, «Velâdın» kelimesi de mevcuttur. Hakâik'te şöyle
denilmiştir: «Ve nesebin denilmemiştir. Çünkü ancak İmameyn'e göre mücerret neseb davasında
münkire yemin tek-lif edilir. Kişi hakkında babalık veya oğulluk iddiası, ikrarı ile sabit olacağı
takdirde yemin teklif edilir.» İbn-i Kemal.
«İtkin velayetinde ilh...» Yani köle olarak meşhur olan birisinin di-ğeri hakkında, «O beni azad
etmiştir» veya «Benim mevlâmdır» iddia-sı, karşısındaki kimse tarafından inkâr edilirse, ona yemin
teklif edil­mez.
«Yedi şeyde ilh...» Yani dokuzdan ilk yedi şeyde.Zeylâî, «Dokuzdur sözü, İmameyn'in sözüdür.
Yedidir sözü ise Ebû Hanîfe'nin sözüdür» de-miştir. S. Remli. Bir kimse yeminden kaçınırsa,
İmameyn'e göre onun aleyhine hüküm verilir» demiştir.
«Hırsıza yemin teklif edilir ilh...» Yine nikâhta da kadın mal iddia etse, yani kadın erkekle nikâhlı
olduğunu iddia etse, kadının bu iddia-dan maksadı mehir ve nafaka gibi mal ise, nikâhlı olduğunu,
iddia ettiği erkek inkâr etse, erkeğe yemin teklif edilir. Şayet erkek yeminden ka-çınırsa, kadının
iddia ettiği malı vermesi lâzımdır. Fakat bununla kadının ona helâlliği sabit olmaz. Bu duruma göre
erkeğin yeminden kaçınmasıyla helâllik değil, yalnız mehir, nafaka gibi mâli haklar sabit olur.
Neseb davasında da eğer bir hak iddia etmiş ise. o iddia ettiği na-faka ve miras gibi malsa veya
bulunan bir çocuğun besleme hakkı gibi veya mülkiyet sebebiyle ıtk gibi veya hibeden dönmekten
imtina gibi mal olmayan şeyse, inkârı halinde yemin teklif edilir. Yeminden kaçınırsa, o zaman iddia
olunan hak sabit olur. Eğer iddia olunan nesne, ikrarla sabit olan birşey değilse, neseb de sabit
olmaz. Eğer ikrarla sabit olan türden ise yine zikredilen hilaf üzerinedir.
Bunlar gibi akitleri inkâr eden kimseye de yemin teklif edilmesi lâ-zımdır. İbn-i Kemal.
Kısasın inkâr edilmesine gelince, Musannıf bunu ileride zikredecektir.
Sadru'ş-Şerîa'da bilmece şeklinde şöyle bir ifade vardır: «Hangi ka-dın iddette olmadığı halde
nafaka alır? Aybaşı veya lohusa olmadığı halde de cinsî tekârrub helâl değildir? Hangi şahıs,
nesebi sabit olma-dığı halde miras alır? Nitekim kardeşlik iddiasıyla irs iddia etse, kardeş-liği de
inkâr edilmiş olsa, inkâr eden kişi yeminden kaçındığı takdirde miras alır.»
Velhâsıl yukarıda sayılan şeylerin hepsinde, mal iddia edilmediği takdirde, Ebû Hanîfe'ye göre
yemin teklifi yoktur. Bu şeylerde mal id-dia edilirse, hepsinin muvafakatiyle yemin teklif edilir.
Sâyıhânî.
«Eli kesilmez ilh...» Bu kavle şöyle itiraz edilir. Uygun olan, Ebû Hanîfe'ye göre, hırsız yeminden
kaçınırsa elinin kesilmesidir. Zira elinin kesilmesi, azaların kısasında olduğu gibi, hırsızlığın




bedelidir. Velhâsıl bir azanın kesilmesinde veya hırsızlıkta yeminden kaçınmanın kesilmesi
gerektirmesi veya gerektirmemesi hususunda uygun olan, her ikisinin de bir olmasıdır. Bunu
birbirinden-ayırarak şöyle cevap vermek mümkün-dür: Azaların kısası kul hakkıdır. Mallarda olduğu
gibi, şüphe ile de sabit olur. Hırsızlıkta el kesilmesi ise bunun aksine katkısız Allah hak-kıdır ki bu
şüphe ile sabit olmaz. O halde hırsızlıkta elin kesilmesi ile azaların kısasındaki kesilmenin
biribirinden ayrı olduğu açıktır. Yâkûbiye.
«Tazir davasında ilh...» Çünkü tazir yalnız kul hakkıdır. Bundan do-layı da insan affetmekle taziri
düşürmeye mâliktir. S.
METİN
Fusûleyn'de şöyle denilmiştir: «Birisi bir kadının nikâhını dava et-tiğinde, kadının yemini def etmesi
için bir diğeri ile evlenmesi gerekir. Bir başkası ile evlendiği takdirde kadına yemin teklif edilemez.»
Hâniye'de, «Otuzbir meselede yemin talebi yoktur» denilmiştir. Nite-kim bu, vakıf bahsinde
zikredildi.
Niyabet, yeminde değil, yemin talebinde câridir. Halefin yemin et-mesinde de; niyabet cari değildir.
Musannif, birinci meseleyi dallandıra-rak: «Vekil, vasi, mütevelli ve küçük çocuğun babası yemin
taleb etme hakkına sahiptirler» demiştir. O halde davadaki hasmına karşı bunlar-dan herhangi birisi
yemin talebinde bulunabilirler.
Musannıfın, ikincisini de dallara ayırarak, «Adı geçenlerden her-hangi birisine yemin teklif
edilemez. Ancak bunlardan birisine, davacı meselâ, vekile, «Satım, alım veya icâre aktini sen
yaptın» diye iddia et-se, satıcının vekili, asilin yerine ikrarı sahih olan bir davada, ondan ye-min de
taleb edilebilir. Zira müvekkile vekilin ikrarı sahih olduğu gibi, ikrardan kaçınması da sahihtir»
demiştir.
Hülâsa'da şöyle denilir: «Davalı kendinden iddia olunan bir şeyi ik-rar eylese, ikrar ettiği şeyi
vermesi gerekir. Aynı şeyi inkâr edecek olur-sa, yemin teklif edilir. Ancak üç durum müstesnadır.
Bu üç durum Va-kıf bahsinin sonunda zikredilmiştir».
Doğru olan «üç» değil,"Hâniye'de geçtiği gibi otuzdört olmasıdır. Bahır'da da buna altı durum ilâve
edilmiştir. Musannıfın oğlu olan Tenvî-rü'l-Besâir sahibi Eşbâh ven-Nazâir'in hâşiye'sinde, on dört
yer daha ilâve etmiştir. Eğer çok uzatmak korkusu olmasaydı bu durumların hepsini zikrederdim.
İnsana kendi fiiline dair yemin teklif edildiğinde, katiyetle; inkâr su-retinde o şeyin olmadığına, isbat
suretinde ise, o şeyin olduğuna «val-lahi» diye yemin verilir.
Başkasının fiili üzerine yemin teklif edildiğinde de , o fiil hakkında .«Vallahi benim bilgim yoktur»
diye yemin ettirilir. Zahren başkasının fii-linden insanın bilgisi olmayacağından, ancak o adamın fiili
yemin ede-ne muttasıl ve hükmü kendine müteallik ve kendi fiiline raci olursa, o zaman diğerinin
fiili üzerine de katiyet üzere yemin teklif edilir.
Musannıf geçen istisnada meseleyi dallara ayırarak şöyle demek-tedir: «Bir köleyi satın alan kişi,
kölenin hırsız olduğunu veya işten kaçtığını iddia ve isbat eylese, köleyi satana bu hususta kâtî bir
surette yemin ettirilir. Şöyle ki, satana, «Bu kölenin senin yanında hırsızlık yap-madığına ve işten
kaçmadığına Allah'ın ismi ile yemin eder misin?» deni-lir. Halbuki kölenin fiili bir diğerinin fiilidir».
Bu yemin ettirmenin sıhhati ancak, kölenin her ayıptan salim ola-rak satanın alana teslim etmesine
bağlıdır. Öyleyse satanın kendi fiili olan salimen teslime raci olduğu için katiyetle ona yemin teklif
edilir. Zira kâfi yemin teklifi, bildiği bir husus üzerine yapılan yemin teklifin-den daha tekidlidir. Bu
sebeple, katiyetle yeminde mutlaka gerek ken-di nefsinin ve gerekse diğerinin fiiline itibar edilir.
Aksi bunun hilâfına-dır. Ki, ilme yemin nefsî fiiline yemine kifayet etmez. Dürer. Zeylâî'den.
İZAH
«Otuzbir meselede ilh...» Haniye adlı eserde, otuz bir meselede yemin teklif edilmeyeceği
belirtilmiştir. Bu, vakıf bahsinde geçti. S. Bu otuzbir mesele Bahr'da da bu bahiste zikredilmiştir.
Hâmiş'te de İmam Hassaftan naklen şöyle denilmektedir: «Ebû Yusuf ve onun dışındaki Hanefî
âlimlerinden bazıları şöyle derler: «Davalıya her hangi bir se-beple yemin teklif edilir ve o yemin
etmek veya yeminden kaçınmak yerine ikrarda bulunursa, bu ikrarı yeterli olur. Meselâ bir kimse
diğe-rinin kendi babası veya oğlu veya karısı veya efendisi olduğunu iddia etse, davalı inkâr ederse,
yemin teklif edilir. İkrarda bulunursa, dava-cının lehine hükmedilir. Eğer davacı, bu kimsenin kendi
kardeşi veya amcası ve benzeri olduğunu iddia etse, burada davalıya yemin teklif edilmez. Ancak
kardeşi veya amcası olduğunu iddia ettiği kişinin zim-metinde irs gibi bir hak iddia ederse, o zaman
davalıya yemin teklif edi-lir. Davalı yeminden kaçınırsa, mal sabit ise, mal ile onun aleyhine hük-medilir. Malın üçte biri ile vasiyet davası da zikrettiğimiz üzere, irs da-vası gibidir. Ancak şu
mesele müstesnadır: Varis murisinin ölüp ölme-diği üzerine yeminden kaçınarak elindeki murisin
malından, üçte birinin vasiyetini iddia eden kimseye iddia ettiğini verse, sonra muris canlı olarak
gelse, burada yeminden kaçman varis zamîn değildir.» Bezzâziyye'nin Edebü'l Kadının yemin
bahsinden nakledilmiştir.
«Yeminde değil ilh...» Musannıfın bu sözü, Vehbâniye Şerhinden naklen gelecek olan, «Dilsiz, sağır
ve kör bir kimse yerine velisi yemin edebilir.» sözünün aksinedir.
«Yemin de taleb edilebilir ilh...» Burada kapalı bir nokta vardır: Bil-gisi üzerine mi, yoksa katiyyetle
mi yemin teklif edilir? Nuru'l-Ayn'ın yirmi altıncı faslında şöyle zikredilmiştir: «Vasi, terekeden
birşey satsa, -müşteri de onun ayıplı çıktığını iddia etse, o zaman vasi katiyetle yemin eder. Vekil
ise bunun aksine bilmediğine dair yemin eder».
«Musannıfın oğluna ait ilh...» Musannıfın oğlu Şeyh Şerefüddin Abdülkadir olup Tenvîru'l-Besair
adlı eserin sahibidir. Bunun kardeşi Şeyh Salih de Zevahir adlı kitabın yazarıdır. Nitekim vakıf
bahsinde adı sıkça geçer.
«Kölenin hırsız olduğunu ilh...» Yani köleyi alan kişi, kölenin hırsız olduğunu veya işten kaçtığını
iddia ve isbat etse, sonra kölenin satan adamın yanında da hırsızlık yaptığını ve işten kaçtığını da
iddia etse, sa-tan adamın yemin etmesini taleb etse, satan adamın kölenin müşterinin yanında
hırsızlık etmediğine ve işten kaçmadığına dair yemin etmesi gerekir. İşte bu şekilde yemin etmek
başkasının fiili üzerine yemin et-mektir. Dürer. Hâmiş'te de böyledir.
«İşten kaçtığını ilh...» Burada işten kaçmaktan maksat, müşterinin yanından işten kaçması değildir.
Çünkü satan, alanın yanında işten kaç-tığını ikrar etse bile hiçbirşey lâzım gelmez. Çünkü işten
kaçmak çokça rastlanan ayıplardandır. Yani buradaki «İşten kaçmaktan kasıt, hem sa-tanın hem de
satın alanın yanında işten kaçmasıdır. Bu da ister çocuk-luğunda, ister büyüklüğünde olsun. Bu
mesele kendi yerinde de geçmiş-tir. Ebussuud.
Havâşî's-Sa'diyye'de, «Musannıfın, «Kattiyetle yemin eder» sözünün manası, «İşten kaçmadığına
yemin ederim» şeklinde yemin etmesidir» denilmiştir.
Ben derim ki: Zahir olan, söyle yemin etmesidir. «Yemin ederim ki, sen onu geri veremezsin.»
Çünkü bu sebep üzerine yemin ettiği za-man satan zarar görür veya bazan da müşteri ayıptan
kurtulmuş olur.
«Kat'î bir surette ilh...» Yemin teklif edilen konuyu bildiğine dair yemin etmek gereken her yerde,
kesin yemin vermesi kâfi gelir ve ken-disinden yemin sakıt olur. Ancak kesin yemin vermesi
gereken yerde bilgisi üzerine yemin etmesi yeterli değildir. Üzerine vacib olmayan birşeyde
yeminden kaçınan kimse aleyhine hüküm de verilmez.
«Daha tekididir ilh...», Çünkü kat'î şekilde yemin etmek, bildiğine dair yemin etmekten daha
kuvvetlidir. H.
«Bu sebeple ilh...» Yani katiyet üzere yemin etmek, bilgisine dair yemin etmekten daha te'kidlidir.
Zira katiyet üzere yemin etmeye kendi fiilinde itibar edildiği gibi, bir diğerinin fiilinde de itibar edilir.
«Aksi bunun hilâfınadır ilh...» Yani bilgisi üzerine yapacağı yemin, kendi şahsı fiiline dair yapacağı
yeminin yerini tutmaz. H. Hâmiş'te de böyledir.
«Zeylâî'den ilh...» Zeylâî diyor ki: «Kendisinde katiyet üzere yemin gereken her hangi bir yerde,
bilgisine dair yemin etse, muteber olmaz. Ondan yemin de düşmez. Hatta o yemin üzerine hüküm
de verilmez. Ama bilgisi üzerine yemin lâzım gelen yerde katiyet üzerine yemin edilse, bu yemine
itibar edilir ve ondan yemin düşer. Yeminden kaçındığı takdirde de aleyhine hüküm verilir. Çünkü
katiyet üzere yemin etmek daha tekidlidir. Buna mutlaka, yani ister kendi, ister diğerinin fiiline dair
ye-min etsin itibar edilir. Aksi bunun hilâfınadır.» Câmiü'l-Fusûleyn'de bu meselenin anlaşılmasının
müşkil olduğu belirtilir. Remlî, anlaşılamayan yönünü şöyle ifade eder: Kesin yemin etmekle
yükümlü olmayan bir kimse aleyhine nasıl hüküm verilir?
Mecma Şerhi'nde Zeylâî'den naklen şöyle denilmektedir: «İddiayı in-kâr eden davalı davacıya, iddia
ettiğin şey konusunda hiç bir bilgim yoktur» dediğinde, davacı onun bildiğini iddia ederse, davalıya
kesin yemin teklif edilir. Meselâ, vedîa alanın, bu vedîayı sahibinin kabzettiğini iddia etmesi gibi. Bu
her ne kadar başkasının fiili ise de, kabzı tesbite yönelik dava açtığı için kesin yemin teklif edilir.
Musannif başkasının fiili hakkındaki bilgisi üzerine yemin teklif edil-mesi hususunu açıklayarak
şöyle demektedir: Meselâ, Bekir, kendisinin bir malı Amr'dan, Zeyd'den önce satın aldığını dava
ettiği halde delili olmazsa, hasmı olan Zeyd'e bilgisi olup olmadığına dair, «Bekir'in sen-den önce




satın aldığına dair bilgin olmadığına Allah ismi ile yemin eder misin?» diye yemin teklif edilir. Bu
teklif, başkasının fiili hususunda bil-gisi olduğuna dair yemin teklifi kabilindendir. Yine bir kimse,
varisin üze-rine bir miktar alacak veya malı dava ederek, «Bu alacak veya mal se-nin murisinin
üzerinde iken vefat etti. Ben muriste olan alacağımı al-madım» dese hâkim, o aynın miras olduğunu
bilir veya iddia olunan mi-ras olduğunu davacı ikrar ederse veya hasım ona delil ikâme ederse,
varise bu konuda bilgisinin olup olmadığına dair yemin teklif eder.
Varis, murisinin başkasının üzerinde alacak veya malı olduğunu id-dia eder, davalı da inkâr ederse,
hibe ve satın almada olduğu gibi dava-lıya kesin yemin teklif edilir.
Kısas davasında, kısası inkâr edene, âlimlerin icmal ile yemin tek-lif edilir. Eğer yeminden
kaçınırsa, yeminden kaçınması nefis hakkın-daki kısas davasında olursa, ikrar veya yemin edinceye
kadar hapsedilir. Eğer azaların kısası davasında yeminden kaçınırsa o zaman kısas edilir. Çünkü
insanın uzuvları, mal gibi insanın nefsini korumak için yaratılmıştır. Bunlarda kullanım sürekli olur.
Bu meselede İmam-ı Azam ile İmameyn arasında görüş ayrılığı vardır. İmameyn'e göre, eğer
aza-ların kısası davasında yeminden kaçınırsa, o zaman aza diyeti (erş) vermesi gerekir.
Davacı, «Benim şehirde (sefer mesafesi olmayan yerde) bulunan delilim vardır» dese ve hasmına
yemin teklif edilmesini taleb etse, yemin teklif edilmez... Çünkü davacı hakkını delil ile isbat
edemediği takdirde davalıya yemini teklif edebilir.
İmameyn buna karşı çıkmıştır. İmameyn'e göre yemin inkâr edenin hakkı olduğu için burada yemin
teklif edilebilir. Davacının delili hüküm meselesinde hazır ise, ittifakla yemin teklif edemez. Fakat
delili gaib ise, yine ittifakla yemin teklif edilir. İbn-i Melek, Müctebâ adlı eserde; de-lilin gâib olması
sefer süresi ile sınırlandırılmıştır, demiştir.
Hâkim, metinde geçen meselede, şüphe ile düşmeyen suçlarda davalıdan, kaçmayacağından emin
olunan güvenilir bir kefil ister. Bahr. Bu kefil, kendisi asil, mal bakımından ise düşkün olabilir. Kefil,
sahih kavle göre, üç gün süreyle tutulur. Ebû Yusuf'tan nakledildiğine göre, kefil ancak ikinci
duruşmaya kadar tutabilir. Bu görüş sahih görülmüş-tür.
Şüphe ile düşen cezalar had cezalarıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: «Gücünüzün yettiği
kadar şüphelerle had cezalarını düşürünüz.» Ebû Davud, Salât, 14; Tirmizî, Hudud, 2. (H.
Döndüren).
Eğer davalı kefil vermekten kaçınırsa, tekeffül edilecek süre zar-fında davacının bizzat kendisi veya
güvendiği bir kimse onunla birlikte, dolaşır. Ancak hasım, garib bir yolcu ise, zararı önlemek için ya
göz altında tutulur veya mahkeme sonuna kadar kendisine bir vekil tutar. Eğer hasmın yolculuğa
çıkma saati biliniyorsa, davacı karşı çıksa bile, kendisinden kefil istenir, durumu ile ilgilenilir ve yol
arkadaşlarıyla ha-berleşmesi sağlanır. Bezzâziyye. Davalı, «Benim delilim yoktur, yemin edeceğim»
derse hâkim ona yemin verir. Davası üzerine yemin ettikten sonra delil getirirse, .Ebû Hanîfe'ye
göre getirdiği delil kabul edilir.
Davacı, «Benim getireceğim şahitlerin hepsi yalancıdır» veya «Ye-min edersen o maldan
kurtulursun» dese, davalı da yemin etse sonra davacı haklı olduğuna dair delil getirse, yine delili
kabul edilir. Haniye. Sirâç isimli kitapta da bu mesele açık olarak söylenmiştir. Aynı mesele
yukarıda da geçmişti.
Bazı âlimler tarafından, «Onun delili kabul edilmez» denilmiştir. Bu sözü söyleyen İmâdiye'nin de
yazdığı gibi İmam Muhammed'dir. Bunun aksini de İbn-i Melek ylemiştir.
Davalı, «İddiayı çürütecek bir delilim yoktur» dese, daha sonra de-lil getirse veya bir şahit, «Bu
hususta şahadet edecek birşeyim yok-tur» dedikten sonra şahitlik yapsa en sağlam görüşe göre,
ikisininki de kabul edilir. Çünkü unutması ve sonra hatırlaması mümkündür. Nitekim bu mesele
Dürer'de geçti. Musannif da bunu oradan naklen yazmıştır.
İZAH
«Hasmı olan Zeyd'e ilh...» Ben derim ki, sarih bu meselede Musannıf'a ve Dürer sahibine uymuştur.
Meşâyih'ten bazısı da, «Zeyd'in ye-min etmesi gerekir. Çünkü o münkirdir, yemin de münkirindir»
demişler-dir. Bu sözden maksat, davacının yemin teklif etmesi değil, hâkimden davalıya yemin
teklif etmesini taleb etmesidir. Çünkü yemin teklif etme velayeti hâkime aittir.
«Hâkim miras olduğunu bitir ilh...» Uygun olan burada ayn ile takyid edilmesidir. Yani hâkimin,
dava konusu borcun delil ayn'ın miras olduğunu bitmesidir. Nitekim bu mesele İmâdiye'de de
açıktır. Zira hâ-kimin borcu bilmesi güçtür. Azmî. Bahır'da borç davası ayrıntılı bir şe-kilde
geçmiştir. Önemine binaen oraya bakınız.




«Bilgisi üzerine yemin teklif eder ilh...» Eğer hâkim gerçek durumu ve davacının ikrarını bilmez,
davalı da delil ikâme etmezse o zaman da-valıya kesin yemin teklif edilir. İmâdiye, Azmî.
«Mevhûb ilh...» Yani birisi diğerine bir köle hibe etse, o da köleyi kabzetse veya birisi diğerinden bir
köle satın alsa, sonra bir başkası kölenin kendi kölesi olduğunu zannederek gelse ve delili de
olmasa, davalının yemin etmesini taleb etse, o zaman davalıya kesin yemin tek-lif edilir. H.
«Bu meselede ihtilâf vardır ilh...» İmameyn'e göre bu kimsenin her iki meselede de erş (aza diyeti)
vermesi lâzımdır. Çünkü onun yeminden kaçınması İmameyn'e göre şüpheli bir ikrardır. Şüpheli
olan ikrarla da kısas uygulanamaz.
«Şehirde bulunan delilim vardır ilh...» Burada musannif delilin hazır bulunmasını mutlak bir şekilde
zikretmiştir. O halde bu ifade,' şehirde hasta olarak bulunan şahidi de kapsamına alır.
Hizânetü'l-Müftî'nin ifadesinin zahiri ise bunun aksinedir. Zira ora-da şöyle denilmiştir: «Yemin
teklifi sahih davalarda, davalı inkâr ettiği takdirde ve davacı da, «Benim şahidim yok» veya «Benim
şahitlerim burada değiller veya şehirdeler» dediği takdirde icara edilir.» Bahır.
«Hâkim bir kefil tutar ilh...» Yeni davacının talebi ile hâkim bir kefil tutar. Hâniye'de olduğu gibi.
Suğrâ kitabında da, «Davacı, kefil tutma talebinin kendisine ait olduğunu biliyorsa, hâkimden kefil
tutması-nı taleb eder. Ama cahil olur. Bilmezse hâkim kefili kendisi taleb eder. İbn-i Sem'â bunu
İmam Muhammed'den rivayet etmiştir» denilmiştir. Ba-hir.
«Metinde geçen meselede ilh...» Musannifin burada, «metindeki mesele» ile kayıtlamasının sebebi
şudur: Eğer davacı, «Benim delilim yok veya şahidim burada değil» derse, kefil tutulmaz. Çünkü
kefil tut­makta bir fayda yoktur. Hidâye'de de 'böyledir.
«Kaçmayacağından emin olunan ilh...» Yani tutulacak kefil kirada oturmayan, belli bir evi ve işyeri
olan ve orayı terkedip kaçamayacak bir kimse olmalıdır. Minâh.
Bu mesele önemine, binaen hatırda tutulmalıdır. Bahır, Suğrâ'dan.
Yine Suğrâ'dan naklen Bahır'da şöyle denilmektedir: «Uygun olan fakihin her ne kadar oturduğu ev
kendi mülkü olmasa da vakıflardaki görevlerinde güvenilir (sika) olmalıdır. yle olunca, oturduğu
evi bıra-kıp kaçamaz».
Bahır'da, Suğrâ'nın kefalet bahsinden naklen şöyle denilir: «Hâ-kim, veya elçisi, davasının bizzat
kendisinden bir kefil aldıkları zaman ister davacının talebi jle olsun, ister olmasın, bakılır: Kefaleti
davacıya izafe etmediği takdirde şöyle denilir: «Sen kendin bir kefil ver» Kefil ta-leb edene hukukun
hâkim veya elçisine döneceğini söylemeseler de ke-fil hâkime teslim edildiği zaman davalı beri
olur. Kefil davacıya teslim edi-lirse, davalı beri olmaz. Fakat kefalet davacıya izafe edilirse, cevap
bu­nun aksi olur.»
Yine Bahır'da Suğrâ'nın Kefalet bahsinden naklen, «Davacı hâkim-den menkûl davasında nefsî
kefaletle iktifa etmeyerek âdil bir kimsenin yanına konulmasını taleb etse, eğer davalı âdil bir kimse
ise hâ-kim davacıya olumlu cevap vermez. Fakat davalı fâsık ise, davacının talebini yerine getirir.
Akâr'da ise, davalı fasık da olsa hâkim davacı-nın talebine icabet etmez. Ancak üzerinde meyve
olan ağaçta icabet eder. Çünkü meyve nakledilebilir» denilmiştir.
Bahır'da bu ifadeden sonra, «Bunun zahiri, ağacın da akardan ol-duğunu ifade etmektedir. Halbuki
biz yukarıda bunu aksini yani ağacın •akardan olmadığını nakletmiştik» denilmiştir.
Ebussuud, Hâmevî'den, o da Makdisî'den naklen şöyle demektedir: «Ağaç akardandır.»
«Sahih kavle göre ilh...» Bahır'da, Kınye'den naklen şöyle denil-mektedir: «Katil, Maktulün
velilerinin beni affettiklerine dair hazır şa-hitlerim vardır.» dese, kendisine mahkeme üç gün süre
verir. Eğer süre içinde delillerini ibraz edemez ve «Benim delilim vardı, kaybolmuş» derse, mal
davalarına kıyas yapılarak kısasa hükmedilir. İstihsan deliline göre ise, adam öldürme, ağır ceza
davalarından olduğu için davalıya yeni bir süre daha verilir».
Yine Bahır'da Suğrâ adlı eserin Kaza bahsinden naklen şöyle de-nilir: «Kefaletin üç gün ve benzeri
şekilde süre bakımından sınırlandı-rılması, bu süre geçtikten sonra kefilin sorumluluktan
kurtulacağı anla-mına gelmez. Meselâ, bir kimse bir ay süreli kefil yapılsa, bir ay geçtik-ten sonra
borçtan kurtulmuş olmaz. Fakat bir aylık süre kefile genişlik içindir. Çünkü bu süre geçmedikçe
kefilden davalıya teslimi istenemez. Eğer süreden önce teslim ederse bu geçerli olmaz. Çünkü
buradaki ge-nişlik davacı içindir. Kefil onu derhal teslim etmekle yükümlülükten kur-tulmuş olmaz.
Zira davacı delil getirmekten âciz kalabilir. Veya delilini temin ettiği halde, mahkemeye ibraz
etmekten âciz olabilir.- Belirlenen süre dolduktan sonra, sanık davacıya teslim edilir. Hatta sanık,




vaktin-den önce delili hazırlasa bile, süresi içinde hâkime ibraz edemeyince ke-filden
yükümlülüğünü yerine getirmesi istenir.»
«Davalı kefil vermekten kaçınırsa ilh...» Bu takdirde, kefalet süre-since bizzat davacı veya güvendiği
birisi, davalı ile beraber onun dolaş-tığı yerlerde birlikte dolaşırlar. Ancak bu konuda bir yer
sınırlaması ya-pılmaz.
Suğrâ adlı eserde, «Mescidde davalı ile beraber dolaşması gerek-mez. Çünkü mescit zikir için bina
edilmiştir» denilir. Fetva da bununla verilmiştir. Aynı eserde daha sonra şöyle denilmiştir: «Davacı,
davalı ile dolaşması için güvendiği bir kimseyi gönderir. Ben bazı meşayihin ilâvelerinde şöyle bir
ifade gördüm: Ebû Hanîfe'ye göre davalı, davacı-nın güvendiği kimsenin yanında dolaşmasına ra
olmayabilir. İmameyn ise, «Davacı, hasmın rızasına gerek olmaksızın, kendisine vekil tayin
ede-bilir» Prensibinden hareket ederek bu konuda Ebû Hanîfe'ye muhalefet etmişlerdir. Bahır.
Özetle. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
«Sefer gününü biliyorsa ilh...» Yani, davalının, «Ben yarın gidiyo-rum» demesi gibi. Bu takdirde
hâkim, yola çıkma zamanına kadar on-dan kefil ister.
«Yukarıda geçti ilh...» Yani Musannıfın, «Davacı ve davalı, hâkim-den başka bir kimsenin yanında
yemin teklif etmek üzere anlaşsalar ilh...» ifadesinde geçmişti. Ancak burada, Musannifin bu
ifadesinin de-vamında, «Yemin eğer davacıya ait olursa» ifadesi vardır. Nitekim yu-karıda
Musannifin, «Yeminden sonra delil ikâme ederse, delili kabul edilir.» sözünde de bu mesele
geçmiştir.
METİN
Borçlu (medyun) deynin alacakya ulaştığını iddia etse, davacı olan alacaklı da ikrar etse, fakat
delili olmasa, borçlu, «yemin et» dese, da-vacı, «senden alacağım parayı hazırla, şu para cüzdanına
koy, sonra yemin teklif et» dese, bunu bu şekilde ylemesi mümkündür: Kınye.
Yemin ancak Allah lafzıyla olur. Zira Resûlullah (S.A.V.) «Her kim yemin eder veya yemin etmek
isterse, Allah lafzıyla yemin etsin veya hiç yemin etmesin» buyurmuştur. Bu hadise göre, yemin
ancak, «Val­lahi» sözüyle olur. Hizâne.
Hızâne adlı eserin açık ifadesinden anlaşıldığına göre, bir kimse, «Allah» sözünden başkasıyla
yemin ederse, bu, yemin olmaz. Bahır adlı eserin müellifi de, «Ben bu konuda fakihlerin açık bir
ifadesini görme-dim» demiştir.
Hâkim, hasım ısrar etse bile boşama ve azad üzerine yemin teklif edemez. (Meselâ. «Bu iş böyle
değilse hanımım boş olsun veya kölem azad olsun» diye yemin etmek gibi) Fetvaya esas olan
görüş de budur.Tatarhâniye. Çünkü bunlar üzerine yemin etmek haramdır.
Bazı âlimlere göre, zaruret halinde yemin şekli hâkime havale edi-lir. Yani hâkim dilerse boşama ve
azad ile de yemin teklif edebilir. Hâ-kim, davalıya boşama ve azad üzerine yemin teklif etse, davalı
da bu mal ile hüküm verse, onun bu hükmü fakihlerin çoğunluğuna nafiz ol-maz. Hizanetü'l-Müftî'de
de böyle açıklanmıştır.
Uygulama mesele ve örnekleri çoğunluğun bu görüşüne göre çö-zümlenmiştir. Bazı âlimlerin,
«boşama ve azad üzerine yemin teklih edi-lebilir» görüşüne gelince; davalının böyle bir yeminden
kaçınması ge-çerli sayılarak onun aleyhine mal ile hüküm verilir. Çünkü hüküm ve-rilmezse, onlara
yle bir yemin teklif etmenin pratikte faydası olmaz. Bahir. Musannif da bu görüşe dayanmıştır.
Ben derim ki: Bir kimse, kendisi üzerinde mal veya borç olmadığı-na boşama üzerine yemin etse,
sonra davacı onda alacak malı olduğuna dair şahit getirse, bakılır: Eğer şahitler karz gibi borcun
sebebine dair şahitlik derlerse, yemin eden kimse ile hanımı birbirinden ayrılmaz. Ama eğer
davalının borçlu olduğuna dair şehitlik ederlerse o zaman yemin eden kimseyle hanımın evliliği
sona ermiş olur. Çünkü borç sebebinin bulunması borcun halen mevcut olmasını gerektirmez. Bu
kimsenin bor-cunu ödemiş olması, hibe veya ibra edilmesi muhtemeldir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...