11 Temmuz 2012

PEYGAMBERİMİZİN HAYATI HİCRETİN BEŞİNCİ SENESİ


Hicretin Beşinci Senesi
Dûmetü'l-Cendel Gazâsı

Hicretin 5. senesi, Rebiülevvel ayı (Milâdî, 626). Birkaç Arap kabilesi Medine’ye on beş gece uzaklıkta bulunan Şam beldelerinden biri olan Dûmetü’l-Cendel’de toplanarak gelen giden yolcuları rahatsız ediyorlar, onlara zulmediyorlardı. Ayrıca İslâm devletinin başşehri Medine üzerine yürümeye de hazırlanıyorlardı.1

Peygamberimiz bu durumu haber aldı. Vakit geçirmeden bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Efendimiz, bu tarz gazâlarda dâima düşmanı yerinde ve ânında bastırmak tarzını tercih ederdi. Ordusuyla adı geçen mevkie vardığında ortalıkta kimseler görünmüyordu. Düşman, İslâm ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu duymuş ve kaçmıştı. Yalnız bir kişiye rastladılar, o da dâvet üzerine Müslüman oldu.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir kaç geceyi burada düşmanı beklemekle geçirdikten sonra Medine’ye geri döndü.

* * *

Peygamberimizin Hz. Zeynep bint-i Cahş ile Evlenmesi

Hicretin 5. senesi, Zilkâde ayı. Hz. Zeynep bint-i Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme bint-i Abdülmuttalib’in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evladlık edindiği Hz. Zeyd bin Hârise ile evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz yapmıştı.1

Hz. Zeynep ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde sırf Peygamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi.

Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeynep’i kendisine mânen küfüv (denk) bulmuyordu. Bu durum mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyordu. Nitekim evliliklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gelerek, “Yâ Resûlallah! Ben, âilemden ayrılmak istiyorum” dedi.

Peygamberimizin cevaben, “Zevceni tut boşama! Allah’tan kork” buyurdu.2

Fakat Hz. Zeyd, ferasetiyle Hz. Zeynep’in yüksek bir ahlâkta yaratılmış olduğunu ve bir peygamber hanımı olacak fıtratta bulunduğunu hissetmişti. Kendisini de ona zevc olacak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için boşadı.

Peygamber Efendimiz, mânevî geçimsizlik sebebiyle Hz. Zeyd ve Hz. Zeynep arasındaki evliliğin
son bulmasından son derece üzüldü. Çünkü, bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeynep (r.a.) ile hâdiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.

Hz. Zeynep’in iddeti (boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet) dolmuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz birgün Hz Âişe Validemizle oturmuş sohbet ediyordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:

“Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladık—tâ ki evlâtlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin mü’minler için günah olmayacağı anlaşılsın. Allah’ın emri işte böylece yerine getirilmiştir.

“Allah’ın kendisi için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebâl yoktur. Daha önce geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Allah’ın emri, tâyin edilmiş ve değişmez bir hükümdür.”1

Vahiy hali sona erince, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gülümsedi, “Allah’ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeynep’e, kim gidip müjdeler?” buyurdu.

Âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenâb-ı Hak, Hz. Zeynep’i zevceliğe alması için Peygamberimize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu emre uyarak Hz. Zeynep’i zevceliğe almıştır. Âyet-i kerimedeki “Biz onu sana zevce yaptık” beyanı bu nikâhın bir akd-i semavi olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki, bu nikâh, harikulâde, örf ve zahirî muâmelelerin üstünde sırf Allah’ın emriyledir ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Allah’ın emrine boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

Bu evliliğin mühim bir hikmeti

Cenâb-ı Hakkın emriyle, Peygamber Efendimizle (a.s.m.) Hz. Zeynep arasında kurulan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer’i hükmü olduğu gibi, bütün mü’minleri ilgilendiren bir hikmet ve fayda tarafı da vardı. Bu da konu ile ilgili gelen vahyin: “Tâ ki, evlâtlıklarını, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü’minler üzerine günah olmasın” meâlindeki kısmında beyan buyurulmuştur.

Çünkü, Cahiliyye Devrinde, bir kimse birisini evlât edindiği zaman, halk, evlâtlığı, onun adıyla anar ve evlâtlık, öz evlât gibi o kimsenin mirasından faydalanırdı. Haliyle bu inanca göre, evlâtlığın boşadığı kadını, onu evlât edinen kimse alamazdı, bu haramdı.

İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlânın emrine uyarak, Hz. Zeynep’i zevceliğe almasıyla Cahiliyye Devrinin bu inanç ve âdetinin bâtıl olduğunu ortaya kondu. Böyle bir durumda mü’minler için de vebâl ve günahın söz konusu olamayacağı belirtildi.1

Münafıkların dedikoduları

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hz. Zeynep’le evlenince, her meselede fırsat kollayıp, Müslümanlar arasında fitne ve fesad çıkarmaya can atan münafıklar, bu meselede de ileri geri konuşmaya başladılar. Cahiliyye Devri inancına göre, evlâtlığın boşadığı karısını almayı haram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) aleyhinde dedikodu vesilesi yapıp, “Muhammed, evlâdın karısıyla evlenmeyi haram kıldı. Kendisi ise oğlu Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi” diyerek yaygaraya başladılar.2 Gelen vahiy bu hususa da açık bir şekilde şöyle cevap veriyordu.

“Muhammed hiçbirinizin babası değildir; o Allah’ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncudur. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.”1

Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibariyledir, beşerî şahsiyetleri itibariyle değildir. Bu bakımdan, elbette onlardan zevce almanın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur’ân-ı Kerim, zihinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksadıyla, meâlini aldığımız son âyet-i kerime ile mânen şöyle demektedir:

“Peygamber rahmet-i İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muâmele eder ve risâlet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere ‘oğlum’ dese, ahkâm-ı şeriat itibariyle siz onun evlâdı olamazsınız!”2

Böyle bir çok cihetlerden hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüce şahsiyetine gölge düşürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsn-i niyetten ne kadar uzak ve maksatlı hareket ettikleri, elbette ki, bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü’minlerin gözünden kaçmaz.

Düğün ziyafeti ve bir mu’cîze

Evliliklerinde Ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendimizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeynep’le evlendiği gün, Enes bin Mâlik’in annesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Medine hurması gönderdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeynep’e kâfi gelebilecek kadardı.

Hâdiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren “Hâdim-i Nebevî” ünvaniyle şöhret bulan Hz. Enes bin Mâlik şöyle anlatır:

“Nebî (a.s.m.) götürdüğümü kabul etti ve ‘Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.a.) çağır’ diye emretti. Bu arada daha birçok kimsenin ismini zikretti. Resûlullahın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana emretmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini çağırdım.

“Bu sefer, ‘Bak, Mescid’de kim varsa, onları da çağır’ dedi. Öyle yaptım. Mescid’e gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, ‘Resûlullahın düğün ziyafetine buyurunuz’ dedim.

“Geldiler. Nihayet sofra doldu. Bana, ‘Mescid’de kimse kalmadı mı?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim.

“Bu sefer, ‘Bak, yolda kim varsa, onları da çağır’ dedi.

“Çağırdım. Odalar da doldu. ‘Gelmeyen kimse kaldı mı?’ diye sordular.

“Hayır, yâ Resûlallah!” dedim.

“‘Haydi çanağı getir’ buyurdu.

“Getirip önüne koydum. Elini çanağın üzerine koyup bereket duâsında bulundu. Bundan sonra, ‘Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin’ buyurdu.

“Dâvetliler emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böylece bütün dâvetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.

“Ben çanaktaki hurmaya bakıyordum. Sofada ve odalarda bulunanların hepsi ondan doyuncaya kadar yedikleri halde çanaktaki hurma getirdiğim gibi duruyordu.

“Resûlullah bana, ‘Ey Enes! Kaldır’ diye emretti.

“Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hâdiseyi olduğu gibi anlattım. Annem de bana, ‘Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer, Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı’ dedi.”1

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini, dâveti ve risaleti umumî olduğu için, hemen hemen kâinatın her nevinden mucîzelere mazhar olmuştur. Duâsıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucîzeler göstermiştir. Mevzu ile ilgisi bakımından bu mucîzeyi burada naklettik. Ve, duâ ediyoruz:

“Yâ Rab! Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!”

Hicâb âyetinin nâzil olması

Hz. Zeynep’in düğün yemeğine dâvet edilenler, dağılmış, sadece üç kişi kalmıştı. Bunlar oturup konuşmaya dalmışlardı. Peygamber Efendimiz bu durumdan hoşlanmadı. Kalkıp Hz. Âişe’nin odasına kadar gitti. Sonra birbiri ardınca Ezvâc-ı Tâhiratın da odalarına uğradı. Biraz sonra konuşanlar gitmişlerdir zannıyla döndü. Fakat, onlar hâlâ konuşmalarına devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara birşey diyemedi. Tekrar, Hz. Âişe Vâlidemizin odasına doğru gider gibi davrandı. Bu sırada onlar da kalkıp gittiler. Peygamber Efendimize haber verilince hemen geri döndü. Hücre-i Saâdete girdi.

Daha önceleri de Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Hanımlarınızı perde arkasına alsanız. Zira, huzurunuza her çeşit insan gelir, gider” derdi. Fakat, Cenâb-ı Hak tarafından herhangi bir emir gelmediğinden Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ömer’in bu sözüne karşı sükût ederdi. Hattâ bir gün Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Sevde’yi dışarda görmüş ve “Ey Sevde! Biz seni tanıdık” demişti.2 Bu sözü, Hicab hakkında İlâhî emrin gelmesini şiddetle arzu ettiği için sarfetmişti.

Hz. Zeyneb’in düğün yemeğinde de yukarıda bahsettiğimiz hâdise meydana gelince, hicâb âyeti nâzil oldu:

“Ey îmân edenler! Yemek için dâvet olunmadan Peygamberin evine girip de orada yemek vaktini beklemeyin. Dâvet edildiğinizde ise girin; fakat yemeğinizi yedikten sonra sohbete dalmadan dağılın. Bu hareketleriniz Peygambere eziyet verir; o da size bunu açıklamaktan sıkılır. Allah ise hakkı açıklamaktan çekinmez. Peygamberin hanımlarından birşey istediğinizde de perde arkasından isteyin. Hem sizin kalbiniz, hem de onların kalbi için bu daha temiz bir harekettir. Ne Allah’ın Resûlüne eziyet vermeniz, ne de ölümünden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız size ebediyen câiz değildir. Muhakkak ki bu Allah katında pek büyük bir günahtır.”1

Nâzil olan bu âyet-i kerimeyi Peygamber Efendimiz dışarı çıkıp halka okudu. Bunun üzerine Ezvâc-ı Tâhirat da perde arkasına çekildiler.2

Bundan sonra, neseb ve süt emme yönünden akraba olanlarla, hizmetçi ve hürriyetlerine kavuşmak için anlaşma yapmış bulunanlar dışındakilerle Ezvâc-ı Tâhirat gerektiği zaman ancak perde arkasında konuşur görüşürlerdi.3

Bir gün Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Meymune bulunuyordu. Bu esnada âmâ olan Abdullah ibni Ümmi Mektum (r.a.) içeri girdi. Peygamberimiz hanımlarına, “Perde arkasına çekiliniz” diye emretti.

Onlar, “Yâ Resûlallah, o âmâ değil midir? Gözleri görmez ve bizi tanımaz” dediler.

Peygamber Efendimiz, “Siz de âmâ mısınız? Onu görmüyor musunuz?” buyurdu.4

Müslüman kadınlara tesettürün emredilmesi

Bir kısım edepsiz münafıklar, köle kadınlara sataşırlardı. Zaman zaman sâir kadınları da, köle zannıyla rahatsız ederlerdi.

Bunların, mü’minlerin hanımlarını da rahatsız ettikleri olurdu. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda ise, “Biz onları köle sanmıştık” diyerek mazeret uydururlardı.

Bu hâdiseler üzerine Müslüman kadınların örtünmelerini emreden şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları için daha uygundur…”1

* * *

Benî Mustalık Gazâsı

Huzaâ kabilesinden Benî Müstâlik oymağının reisi Hâris bin Ebî Dırar, kabilesiyle birlikte etrafta sözünü geçirdiği bir kaç Arap kabilesini daha bir araya toplayarak Medine’ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanıyordu.1

Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine’ye ulaştı. Peygamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini öğrenmek istiyordu. Bu maksatla, Ashabtan Büreyde bin Husaybe’l-Eslemî’yi vazifelendirdi. Hz. Büreyde, Benî Müstalık yurduna gidecek ve durumu öğrenecekti.

Hz. Büreyde, Medine’den ayrılmadan önce, Peygamberimize, onları şüphelendirmemek ve kendini muhafaza etmek gayesiyle hakikata muhalif beyanda bulunup bulunamayacağını sordu. Resûl-i Ekrem gerektiğinde böyle hareket edilebileceği müsâadesini verdi.

Hz. Büreyde, Müstalıkoğullarının yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi davrandı ve şöyle dedi:

“Ben, sizdenim. Şu adam [Peygamberimiz] için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itâat edenlerle size katılmak istiyorum. Onların [Müslümanların] kökünü kazıyıncaya kadar işbirliği yapalım!”

Benî Müstalıkların reisi Hâris bin Ebî Dırar, “Biz de, bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!” dedi.

Hz. Büreyde, “Şimdi hayvanıma atlar ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim” diyerek oradan ayrıldı.2

Hz. Büreyde, derhal Medine’ye gelip durumu Resûl-i Kibriyâ Efendimize bildirdi.

İslâm ordusunun hareketi

Şaban ayının ikinci Pazartesi günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişi ile, yerine Hz. Zeyd bin Hârise’yi vekil tayin ederek Medine’den hareket etti. İslâm ordusunda 30 kadar at vardı. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme Vâlidemiz de birlikte idiler.1

Gariptir ki, münafıklar, hiç bir gazâya bu gazâ kadar ilgi göstermemişlerdi. Bir çoğu İslâm ordusuna katılmıştı.2 Maksatları; ganimetten istifâde etmek ve fırsat kollayarak Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmekti.

İslâm ordusu Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından biri ele geçirildi. Yapılan dâvet üzerine Müslüman olmayınca katledildi.3

Bunu duyan Müstalıkoğulları fazlasıyla korktular. Hattâ etraftan topladıkları bir çok kimse kendilerini terk ederek dağıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına kadar geldi. Hemen orada kendileri için deriden bir çadır kuruldu. Sonra ordusunu harp nizamına koydu. Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e, Ensarınkini ise Sa’d bin Ubâde’ye verdi. Hz. Ömer’e, “Lâ ilâhe illallah, deyiniz de canlarınızı, mallarınızı koruyunuz” diye seslenmesini emretti. Müstalıkoğulları teklifi kabul etmediler. Üstelik mücahidlere ok atarak çarpışmayı bizzat başlatmış oldular.4

Bunun üzerine mücahidler de onlara ok atmaya başladılar. Sonra Peygamber Efendimiz, ordusuna birden hücuma kalkma emri verdi. Hücum neticesinde Benî Müstalıklardan on kişi öldürüldü. Geri kalanları ise esir alındı.1

İslâm ordusundan ise, sadece bir mücahid yanlışlıkla düşmandan biri sanılarak bir Müslüman tarafından şehid edildi.2

Benî Müstalıklardan esir alınanlar 200 kadardı. Bir çok deve, sığır ve davar da ganimet alındı. Ganimet malları bir araya toplandı. Usûlüne göre taksim edildi. Esirler ise mücahidler arasında bölüştürüldü.

Müreysi Kuyusu mevkiinde çarpışma vuku bulduğu için bu gazâ, Müreysi Gazâsı adıyla da zikredilir.3

Münafıkların bir tertibi

Müreysi zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahidlerle burada bir kaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı.4 Hattâ bazı kaynaklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiç bir gazâya bu derece ilgi gösterdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi. Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendirerek birbirine düşürmek, aralarına fitne, fesad tohumu saçmak.

İşte bu bekleme esnasında, Hazreç Kabilesinden Benî Amr bin Avf’ın müttefiki olan Sinan bin Veber el-Cühenî ile Hz. Ömer’in Benî Gıfar’dan ücretle tuttuğu seyisi Cahcah arasında kuyu başında bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Sinan’ın yüzünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise feryadı basıp, “Yetişin Muhacirler, neredesiniz?” diye seslendi.5

Feryadları duyan Ensarla Muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdılar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirlerine gireceklerdi. Muhacirlerle Ensarın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşmalar yaptılar.

O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve “Cahiliyye insanlarının dâvâsı mı güdülüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryadlar? Derdiniz nedir?” diye sordu.

Ashab, bir Muhacirin Ensardan birini tokatladığını söyleyince, “Bırakınız şu Cahiliyye âdet ve dâvâsını. Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Cahiliyye dâvâsını güden, kendini Cehenneme atmış olur”1 buyurdu.

Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve dâvâsından vazgeçti. Bu esnada münafıkların reisi Abdullah bir Übeyy bin Selûl’un ortaya atıldığı görüldü. Zira, bu hâdise onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahâne ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim, “Ey Ensar! Bu Muhacirler, sayenizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuşken, şimdi bize böylesine hakaretle muâmele ediyorlar” diye bağırdı.

Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek şöyle dedi:

“Bunları şehrinize getirip bir yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek sebep yine sizsiniz.

“Vallahi, biz Medine’ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan [kendisi ve etbâı] en zelil ve en zâif olanı [hâşâ Peygamberimiz ve Muhacirler] oradan sürüp çıkarılacaktır.”2

Arkasından da bir sürü herzeler savurdu.

Orada bulunan genç Sahabî Hz. Zeyd bin Erkam, Abdullah bin Übeyy’in bu sözüne karşı çıktı, “Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan ancak sensin. Muhammed (a.s.m.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır” dedi. Peygamberimize derhal durumu bildireceğini söyledi.

Başmünafık, bu sözler karşısında vaziyet değiştirerek, “Ey kardeşimin oğlu! Sus! Vallahi ben şaka yapmıştım”1 diyerek münafıklığını ortaya koydu.

Hz. Zeyd bin Erkam susmadı. Abdullah bin Übeyy’den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d bin Ebî Vakkas, Muhammed bin Mesleme gibi Muhacir ve Ensardan zatlar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tahkik etmeyi uygun buldu.

Hz. Zeyd’e, “Sakın, İbni Übeyy’e karşı kin ve düşmanlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?” buyurdu.

Hz. Zeyd (r.a.), “Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!” dedi.

Resûl-i Ekrem, tekrar, “Yanlış duymuş olamaz mısın?” diye sordu.

Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelimesine işittiğine dâir ikinci defa Allah adına yemin etti.

Abdullah bin Übeyy’in bu sözleri sarfettiği orduda da duyuldu. Ensardan bazıları, “Kendi kavminin efendisi hakkında haksız isnadda bulundun” diyerek Hz. Zeyd bin Erkam’ı kınadılar. Zeyd onlara cevaben şöyle dedi:

“Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım yine Resûlullaha gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâla’nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Resûlullahın sözlerimi doğrulayacağını umarım” dedi.

Sonra da, “Allah’ım! Resûlüne, sözlerimi doğrulayacak vahyini indir”1 diye duâ etti.

O sırada Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Müsâade buyur da şu münafığın boynunu vurayım! Eğer onu Muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyorsanız, Sa’d bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme’ye emredin, onu öldürsünler!”2 dedi.

Resûl-i Ekrem, bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da düşündürücü oldu:

“Eğer, ben onun öldürülmesine müsâade edersem, Medine eşrafından bir çoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed Ashabını öldürüyor’ diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur, biliyor musun?”3

Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen mücahidlerle derhal Medine’ye doğru yola çıkmalarını emretti. Halbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktıkları görülmüş değildi.4

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah bin Übeyy’i yanına çağırdı, “Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?” diye sordu.

Başmünafık söylediklerini inkâr etti:

“Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah’a yemin ederim ki, ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak bir yalancıdır” dedi.

Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçirmesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı. Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr, “Yâ Resûlallah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böyle zamanda yola hiç çıkmazdın” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Adamınızın söylediğini duymadın mı?” buyurdu.

Üseyd bin Hudayr, “Hangi adam, yâ Resûlallah?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Abdullah bin Übeyy” dedi.

Üseyd bin Hudayr, “Ne söylemiş?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Medine’ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zaif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır, demiş” dedi.

Üseyd bin Hudayr, “Yâ Resûlallah! İstersen, sen onu Medine’den sürüp çıkarırsın!

“Vallahi, zelil ve zâif olan odur. Aziz ve kuvvetli olan da sensin!

“Yâ Resûlallah! Sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muâmele buyur!

“Vallahi, Allah, seni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu.

“O, elinden saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır” diye konuştu.1

Peygamber Efendimiz mücahidlerin Abdullah bin Übeyy’in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bunun için hareket emri verdiği günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahidler son derece yorulmuşlardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basınca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuzluktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.

Böylece Resûlullah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında da büyümesine fırsat vermemiş oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek’â mevkiinden hareket edeceği sırada şiddetli bir fırtına esti. Mücahidler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn’ın Medine’ye baskın yapmış olmasından endişe duydular. Zira, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Size Uyeyne bin Hısn’dan bir zarar gelmez” dedi. Sonra da, “Korkmayınız! Bu fırtına, bir büyük kâfirin ölümü dolayısıyla esmektedir!” buyurdu.

Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine’ye vardıklarında münafıklara arka çıkan Yahudî büyüklerinden Rifaâ bin Zeyd bin Tabut’un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler.1 Bu adam, Peygamberimiz ve İslâmın azılı düşmanlarından biri idi.

Hz. Abdullah’ın teklifi

Kaderin cilvesi bu; baba Übeyy, nifakın reisliğini yaparken, oğul Abdullah, İslâmı fevkalâde bir ciddiyet ve ittikâ içinde yaşayan halis bir Müslümandı. Babasının sözlerini duyunca, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı, “Yâ Resûlallah,” dedi, “babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek istediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyurunuz, şu anda gidip başını huzurunuza getireyim. Bütün Hazreçliler bilirler ki, babama pek ziyade muhabbetim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havale ederseniz, ihtimal ki, o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kafire karşı bir mü’mini öldürerek Cehenneme müstahak olurum!”

Sahabîdeki îmân işte böylesine kuvvetli idi. Resûlullah ve Müslümanlara hakaret eden babasının başını kesecek kadar!

Resûl-i Ekrem; verdiği cevapla bu kahraman Sahabîyi şöyle teselli etti:

“Ey Abdullah! Babanı öldürmeyi istemedim. Hiç kimseyi de onu öldürmekle vazifelendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranırız!”1

İslâm ordusu Medine’ye yaklaşmıştı. Akik denilen vadide Hz. Abdullah atından indi. Babası Abdullah bin Übeyy’in önünü kesti. Devesini ıhdırıp çöktürdü ve, “İzzet ve kuvvetin, Allah ve Resûlüne ait olduğunu söylemedikçe, seni asla bırakmayacağım” dedi.

Başmünafık birden şaşkına döndü. Bu sözleri hiddetli hiddetli söyleyen, oğlu Abdullah idi. Bunu nasıl yapabilirdi? Îmân etmiş gibi görünen münafık, elbette gerçek bir îmânın insana neler yaptırabileceğini bilemezdi.

Oğluna, “Demek, sen, bu kadar insanlar arasında beni Medine’ye sokmayacaksın, öyle mi?” dedi.

Hz. Abdullah, “Evet,” dedi, “bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en zelil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım. Hattâ izzet ve şerefin Allah ve Resûlüne ait olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum.”

Başmünafık, Hz. Abdullah’ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca mecburen, “Ben, şehadet ederim ki, izzet ve kuvvet, Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere âittir” dedi.

Hâdiseyi duyan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Abdullah’a, “Allah, seni, Resûlünden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın” diyerek duâ etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yirmi sekiz gün sonra Ramazan hilâli doğduğu zaman ordusuyla Medine’ye geri döndü.3



Münâfıklar hakkında müstakil sûre inmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra, başmünafık Abdullah bin Übeyy bin Selûl ile diğer münafıklar hakkında müstakil bir sûre nazil oldu. Sûrede meâlen münafıkların vasıflarından şöyle bahsediliyordu:

“Münâfıklar sana geldiklerinde ‘Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah’ın Resûlüsün’ dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir.

“Onlar yeminlerini bir kalkan olarak kullanıp halkı Allah’ın yolundan saptırdılar. Bu yaptıkları ne kötü bir şeydir!

“Çünkü onlar önce îmân etmiş, sonra da kâfir olmuşlar, bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir. Artık hakkı anlayamazlar.

“Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş odun gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmanın tâ kendisidir; onlardan sakın. Allah onları kahretsin; nasıl da haktan yüzleri çevriliyor!”1

Sûrenin daha sonraki âyetlerinde ise, Abdullah bin Übeyy’in sarfettiği sözlerden bahsediliyor ve meâlen şöyle deniliyordu:

“Onlar, ‘Allah Resûlünün yanındakilere birşey vermeyin ki dağılıp gitsinler’ diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır; lâkin münâfıklar bunu anlayamazlar.

“‘Eğer Medine’ye dönersek, üstün ve şerefli olanlar, hor ve hâkir olanları oradan çıkaracaktır.’ diyorlar. Halbuki şeref ve üstünlük Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere âittir; lâkin münâfıklar bunu bilmezler.”2

Bu âyetler nâzil olup, münâfıkların yalancıların tâ kendileri oldukları haber verilince, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Zeyd bin Erkam’ı huzuruna çağırdı. Kulağından tuttu ve, “İşte, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan genç budur!” buyurdu.

Sonra da, “Ey Zeyd! Allah, seni tasdik etti” dedi.1

* * *



Peygamberimizin Hz. Cüveyriye ile Evlenmesi

Hz. Cüveyriye, Benî Müstalık Kabilesi reisi Hâris bin Ebî Dırar’ın kızı idi. Müreysi Gazâsında alınan esirlerden biri de kendisiydi. Kocası Müsafi bin Safvan Peygamberimizin amansız düşmanlarından biri idi. Harpte öldürülünce Hz. Cüveyriye dul kalmıştı.

Esirler, mücahidler arasında bölüştürüldüğü zaman, Hz. Cüveyriye, Sabit bin Kays ile amcası oğlunun hissesine düşmüştü.1

Hz. Cüveyriye, Sabit bin Kays’la anlaşmış, kesişme yapmıştı2 Tayin edilen fidyeyi ödediği takdirde hürriyetine kavuşacaktı. Fakat, fidye ödeyecek imkânı yoktu. Bu sebeple Peygamber Efendimize müracaat etti ve kurtuluş fidyesinin ödenmesi hususunda yardım talebinde bulundu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona, “Sana, bundan daha hayırlı olan yok mudur?” diye sordu.

Beklenmedik bir soruya muhatap olan Hz. Cüveyriye birden şaşırdı. Hürriyetine kavuşmaktan, tekrar anne babasına, yurduna varmaktan daha hayırlı ne olabilirdi?

Bir anlık bir tereddütten sonra, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Hakkımda yapacağınız bundan daha hayırlı şey nedir?”

Peygamber Efendimiz, “Senin kurtuluş fidyeni ödeyerek seni zevceliğe kabul etmemdir” buyurdu.

Hz. Cüveyriye bütün bütün şaşırdı. Esaretten kurtulduğu gibi, böylesine büyük bir şerefe de nâil olacaktı. Bir an kendi âlemine daldı. Peygamber Efendimizin yurtlarına varmadan bir kaç gün önceki rüyasını hatırladı: Ay Medine’den sanki yürüyüp gömleğine girmişti.1

Bir anlık bir şaşkınlıktan sonra, yüzünde sevinç alâmetleri belirdi. Peygamberimizin teklifine cevabı şu oldu:

“Yâ Resûlallah! Eğer, beni bu şerefe nâil ederseniz, şüphesiz benim için bundan daha hayırlı bir devlet ve saadet olamaz!”2



Hâris bin Ebî Dırar’ın Müslüman olması

Hz. Cüveyriye’nin babası Hâris bin Ebî Dırar da o sırada, kızını kurtarmak için yanına develer alarak Medine’ye doğru yola çıkmış idi. Akik Vadisine varınca develerine baktı. Kıyamadığı ikisini vadide iki dağ arasında kuytu bir yerde sakladı. Sonra Peygamber Efendimizin huzuruna geldi, “Yâ Muhammed! Kızımı esir almışsınız. Şunlar onun kurtuluş fidyesidir” dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Akik’ten, filan dağlar arasında, filan kuytuya saklamış olduğun iki deveyi neden getirmedin?” diye sordu.

Hâris birden şaşırdı. Hiç kimse develeri oraya saklamış olduğunu bilmiyordu. Artık beklemek mânâsızdı. Derhal “Ben, şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhakkak sen de Allah’ın Resûlüsün. Vallahi, yaptığımı Allah’tan başka kimse bilmiyordu” diyerek Müslüman oldu. Onunla birlikte, iki oğlu ve kavminden yanında bulunanlar da orada Müslüman oldular.3

Peygamberimiz, Sabit bin Kays’a (r.a.) haber gönderip, durumu kendisine arzetti. Hz. Cüveyriye’yi kendisinden istedi. Sabit bin Kays tereddüt göstermeden, “Babam anam sana fedâ olsun yâ Resûlallah, sana onu bağışladım” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurtuluş fidyesini ödeyerek Hz. Cüveyriye’yi babasına teslim etti.



Hz. Cüveyriye’nin Peygamberimizle evlenmesi

Müslüman olan Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe kabul etmek üzere Peygamber Efendimiz onu babası Hâris bin Ebî Dırar’dan istedi. Baba Hâris buna muvafakat gösterdi.

Peygamber Efendimiz, dört yüz dirhem mehir vererek Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe aldı.1

Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye’yi zevceliğe aldığını gören Ashab-ı Kiram, “Resûlullahın zevcesinin akraba ve taallûkatı artık esir kalmamalıdır” diyerek ellerindeki bütün esirleri serbest bıraktılar. Bu esirler arasında sadece yüz tane kadın vardı.

Bunun için Hz. Âişe der ki: “Ben, kavmi için Cüveyriye’den daha hayırlı, daha mübârek bir kadın bilmiyorum.”2

Gerçekten de Hz. Cüveyriye bahtiyar bir kadındı. Bir günde esir iken hem Resûl-i Ekrem Efendimize zevce olma şerefi ve saadetine erdi, hem de kavminin esaretten kurtulmasına sebep oldu.

Peygamber Efendimizin Hz. Cüveyriye’yi eş olarak aldığını duyan Müstalıkoğullarından birçok kimse de, bu mürüvvet ve alicenaplığa hayran kalıp, Medine’ye gelerek Müslüman oldular.

Peygamber Efendimizin bütün evliliklerinde ayrı ayrı hikmet ve maslahatlar vardır. Bu evliliğinde içtimâî bir hikmet ve maslahatı göz önünde bulundurmuştur. O da, kalbleri kendisine ve İslâma ısındırmak, kabileleri akrabalık bağı kurarak etrafında toplamak, kendisine ve İslâma yardımcı kılmaktı. Malûmdur ki, insan bir kabileden veya bir aşiretten evlendiği zaman, onun ile o kabile veya aşiret arasında bir yakınlık meydana gelir. Bu da, tabiî olarak onları o insanın yardımına koşturur.

İşte, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Cüveyriye ile evlenmesinde bu maksat ve gayeyi gütmüştür. Ve bunda görüldüğü gibi muvaffak da olmuştur.



Hz. Cüveyriye’nin asıl adı

Hz. Cüveyriye’nin asıl adı Berre idi. Bu ismi beğenmeyen Resûl-i Ekrem Efendimiz, evlendikten sonra, “kadıncık” veya “kızcağız” mânâsına gelen Cüveyriye ismini taktı.1

Hz. Cüveyriye, son derece takvâ sahibi idi. Yoksullara, fakirlere karşı son derece şefkatli, merhametli davranırdı. Yemez, başkasına yedirir; içmez, başkasına içirirdi. Bir gün Resûl-i Ekrem odasına giderek, “Yiyecek bir şey var mı?” diye sormuştu.

Hz. Cüveyriye, “Hayır, yâ Resûlallah! Yanımda yiyecek birşey yok. Sadece bir davar kemiği vardı ki, onu da kadın azadlımıza sadaka olarak verdim”2 cevabını vermişti.

Hz. Cüveyriye, hicretin 57. yılında vefât etti. Baki mezarlığına defnedildi.

* * *

İfk Hâdisesi

Zâhiren îmân etmiş görünüp, hakikatte îmân etmemiş münâfıklar gürûhu, her zaman her fırsatta Resûl-i Ekrem Efendimiz ve Ashabını rahatsız etmek gayret ve maksadını taşıyorlardı. Bu maksatlarına muvaffak olmak için de ellerinden gelen her yola başvurmaktan asla çekinmiyorlardı. Öyle ki Kâinatın Efendisinin lekesiz, tertemiz mahrem hayatına dil uzatacak kadar küstah ve âdice hareket edebilme cü’retini bile gösterebiliyorlardı.

İfk hâdisesi, Hz. Âişe (r.a.) Validemize münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy tarafından yapılan iftira hâdisesidir. Hâdise şöyle cereyan etmiştir:

Hz. Âişe’den (r.a.) öğrendiğimize göre, Resûlullah (a.s.m.) herhangi bir sefere çıkacakları zaman ezvâc-ı tâhirat arasında kur’a çeker, kime düşerse onu beraberinde götürürdü.1 Benî Müstalık Gazâsında ise kur’a Hz. Âişe Validemize çıkmıştı.2

Hâdisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe Validemiz şöyle anlatmıştır:

“Resûlullah ile beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, tesettür âyeti inzâl buyrulduktan sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik.

“Resûlullah (a.s.m.) Benî Müstalık gazâsından dönüyordu. Medine’ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti.

“Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kazâ-yı hâcet ederek dönüp bindiğim devemin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığımın kopmuş olduğunu farkettim. (Bu gerdanlığı annesi Ümmü Rumân düğün hediyesi olarak takmıştı.) Dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki, sefere iştirak etmiş olanlar bir ay bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevk etmezler. Halbuki yolda bana hizmet edenler gelip hevdecimi yüklemişler, bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde sanıyorlarmış.

“Çünkü o zaman kadınlar hafif idi. İri ve ağır vücutlu değillerdi. Yemek de az yerlerdi. Bu sebeple hizmetçiler hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında hevdecin ağırlık derecesinin farkına varamayarak yüklemişler. Hem ben, küçük ve zaif bir kadındım. Deveyi sürüp gitmişler.

“Gerdanlığımı, ordu ayrılıp gittikten sonra buldum. Hemen dönüp ordugâha geldim. Fakat onlardan kimseyi bulamadım. Hepsi çekip gitmişti. Bende orada evvelce bulunduğum yere geldim. Çarşafıma bürünü yanımın üzerine uzandım. Hevdeç’te beni bulamayınca, aramak için yanıma gelirler sandım.

“O sırada gözlerimi uyku bürüdü, uyumuş kalmışım.

“Safvan bin Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araştırır, bir şey kalmışsa, kaybolmamak için alıp diğer konak yerine götürürdü.

“Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü, bize hicâb âyeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı.

“Safvan, beni görünce şaşırarak ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn [Biz Allah’ın kullarıyız ve muhakkak Ona dönüp varıcıyız]’ dedi.

“Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm.

“Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur, ne de ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn’ ifâdesinden başka ondan bir kelime işitmişimdir.

“Bundan sonra Safvan, devesini ıhdırdı. Beni, binsin diye ayağını devesinin ön ayağına bastı. ‘Bin’ dedi ve kendisi geri çekildi.

“Ben de hemen kalkıp deveye bindim. Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için sür’atle ilerlemeye başladı. Sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik.

“Nihayet asker, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki Safvan’ın, devemin yularını çekerek konak yerine getirdiği görüldü.”1

Başmünafığın durumu değerlendirmesi

Safvan bin Muattal, Hz. Âişe Validemizi deve üzerinde getirirken, münafıkların başı Abdullah bin Übeyy’le karşılaşmışlardı. Abdullah bin Übeyy, “Bu kimdir?” diye sordu.

“Âişe’dir” dediler.

Kavmi arasında itibarı oldukça sarsılan, bütün nazarları menfî şekilde üstüne toplamış bulunan başmünâfık bu masum hâdiseyi diline dolamak istedi. Bu meş’um niyetini hemen orada izhar etti:

“Vallahi” dedi, “ne Âişe, o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam, Âişe’den dolayı kurtulur.”

Daha bir sürü alçakça laf etti.2

Ordugâh, başmünâfık Abdullah bin Übeyy bin Selûl’ün yaptığı iftira ile çalkalandı.

Hz. Âişe der ki: “İftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış. Vallahi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu!”1

Şenî iftira

Görüldüğü gibi hâdise her türlü şâibeden uzak cereyan etmişti. Hz. Âişe Validemiz makul ve meşru bir mazeret sebebiyle geride kalmış. Bir müddet sonra, ordunun geride kalan ve düşen eşyalarını bulup sahiplerine teslim etmek üzere toplamakla vazifeli gayet saf, temiz kalbli ve sonradan hasûr olduğu, yani erkekliği bile bulunmadığı anlaşılan Safvan bin Muattal tarafından görülmüş ve getirilip orduya yetiştirilmiştir.

Kur’an-ı Azimüşşana göre; peygamberler (a.s.), mü’minlere öz nefislerinden daha üstündür. Ezvâc-ı Tâhirat da mü’minlerin anneleri hükmündedir. Resûl-i Ekrem Efendimizden sonra bile zevcelerinden herhangi birini nikâhlamak kesinlikle yasaklanmıştır.2

Buna binaen, Allah’a ve Resûlüne gerçek mânâda îmân etmiş olan bir Müslümanın, bu kadar kesin ve açık âyetler karşısında, Hz. Resûlullahın, gerek sağlığında ve gerek Mele-i A’lâya yükselişlerinden sonra, hanımlarından herhangi birisine, kîmân gözle bakması, hatta böyle bir kötülüğü kalbinden geçirmesi bile tasavvur edilemez.

Allah ve Resûlüne gerçek mânâda îmân etmiş ve onların emir ve yasaklarına riayet eden gerçek bir mü’min ve Müslümanın, canından çok sevdiği Peygamberinin zevcesini, örtüsüne bürünmüş ve yapa yalnız uykuya dalmış bir halde görünce, onu hürmet ve saygı içinde deveye bindirip, orduya sü’ratle yetişmesi kadar tabiî ve zarurî ne olabilirdi?

İşte, gerçek mânâda bir mü’min ve Müslüman olan, hattâ erkeklik özelliğinden bile mahrum bulunan Safvan bin Muattal da dininin gereği olan bu vazifeyi yapmıştır.

Ne var ki, kalblerinde hastalık bulunan, dilleriyle îmân ettik deyip, kalben îmân etmemiş bulunan ve işleri güçleri mü’minleri birbirine düşürmek olan münafıklar, hususan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, bunu bir ganimet bilmiş ve diline dolayarak Hz. Âişe Vâlidemize şen’îce iftirada bulunmuştur. Maksadı üzerine toplanan nazarları dağıtmak, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin nazik ruhunu rencide etmek ve Müslümanları birbirine düşürmek, onların birbirine karşı olan itimadlarını sarsmaktı.

Hz. Âişe söylenenlerden uzun müddet habersizdi

Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy’in başlattığı, Hassan bin Sabit, Mistah bin Üsâse, Hamne bint-i Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münâfıkların tuzağına düşerek etrafa yaydıkları iftira hâdisesinden Hz. Âişe’nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:

“Medine’ya gelince ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa [humma] tutuldum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında Ashab-ı İfk’in iftirâları dolaşıyormuş. Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimdeki iftirâları Resûlullahla annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı.

“Yalnız hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebî’den (a.s.m.) daha önce hastalandığım zamanımda görmüş olduğum lütuf ve şefkatı bu hastalığım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden ‘Hastanız nasıl?’ diyor ve bununla iktifâ ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç haberim yoktu.”1

Söylenenleri Hz. Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’nin anneleri duymuş olmasına rağmen, Hz. Âişe’ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz şekilde Hz. Resûlullahın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat, bunun sebebinden haberi yoktu.

Hz. Âişe, iftirâyı nasıl ve kimden öğrendi?

Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır:

“Aradan yirmi küsûr kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekâhet devresine girmiştim.

“Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu helâları, kokusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz, Medine’nin kırlarına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya ihtiyaçlarını gidermek için çıkarlardı.

“Ben, yine bir gece Mıstah bin Üsâse’nin annesi ile, hacet giderme yerimiz olan Menası’ tarafına çıkmıştım. Mıstah’ın annesi, çarşafına takılarak düşünce, ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ diyerek oğluna bedduâ etti.

“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?’ dedim. Sustu, cevap vermedi.

“İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine; ‘Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!’ diye bedduâ etti.

“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?’ dedim. Yine susup cevap vermedi.

“Üçüncü kere düştü. Yine; ‘Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!’ diye bedduâ etti.

“Ben yine ‘Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?’ Bedir Savaşında bulunmuş bir zata sövülür, bedduâ edilir mi?’ dedim.

“O, ‘Vallahi, ben, ona senin aleyhinde söylediklerinden dolayı bedduâ ediyorum’ dedi.

“O, neler söylemiş?’ diye sordum.

“Bunun üzerine, Mıstah’ın annesi, iftiracıların söylediklerini bana teker teker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi.

“Vallahi, üzüntümden hacetimi gidermeye bile güç yetiremedim ve döndüm. O kadar ağladım ki, ağlamaktan ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.”1

Hz. Âişe annesinin evinde

Hastalığında Hz. Âişe’ye annesi Ümmü Rumân bakıyordu.

Birgün yine Resûlullah, selâm verip yanına girdi. Hz. Âişe’nin ismini zikretmeden, “Hastanız nasıldır? diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.

Hz. Âişe der ki: “Artık kendimi tutamadım, ‘Yâ Resûlallah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsâade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı? dedim.

“Resûlullah, ‘Gitmende bir mahzur yok’ dedi.

“Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimdeki haberin iç yüzünü anlamak istiyordum.

“Resûlullah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi.

“Annem, ‘Kızcağızım, sen niçin geldin?’ diye sordu.

“Anneciğim dedim, “halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş da, siz bana hiçbir şey sızdırmadınız?

“Annem ‘Kızcağızım,’ dedi, ‘sen kendini hiç üzme. Sıhhatini düşün. Vallahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve onun birçok ortakları bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde bir takım laflar çıkarmasınlar, bu pek nâdirdir.’

“‘Babamın, bundan haberi var mı?’ dedim.

“‘Evet’ dedi.

“‘Resûlullahın da haberi var mı?’ diye sordum.

“‘Evet’ dedi.

“Kendimi tutamadım ağladım. Babam, damda Kur’ân okuyordu. Sesimi duyunca, indi.

“Anneme ‘Nedir bunun hâli’ diye sordu.

“Annem, ‘hakkındaki dedikodulardan haberi olmuş’ dedi.

“Babamın da gözleri yaşla doldu. O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum.”1

Peygamberimizin Ashabıyla istişâresi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe aleyhinde yapılan iftirânın etrafta konuşulduğu günlerde vakitlerinin çoğunu evinde geçiriyor, pek dışarı çıkmıyordu.

Konu ile ilgili vahyin gelmesi gecikince, Ashabıyla konuştu, onların fikirlerini aldı.

Hz. Ömer fikrini şöyle ifâde etti:

“Yâ Resûlallah! Hâşâ! Bu büyük bir bühtan ve iftirâdır. Kesinlikle biliyorum ki, bu, münâfıkların yalanlarından birisidir.

“Allahü Teâlâ, bedeninize sinek kondurmaktan sizi koruyor. Bedenini böyle pisliklere konan sineklerden bile muhafaza eden, onları bedenine yaklaştırmayan Allah, nasıl olur da âileni, böyle kötülüklere bulaşmaktan korumaz?”

Hz. Osman ise görüşünü şöyle açıkladı:

“Yâ Resûlallah! Allah, üzerine insan ayağı basmasın, yahut yeryüzündeki pislikler üzerine düşmesin diye gölgenizi yere düşürmekten korumaktadır.

“Böyle gölgenizi bile hiç kimseye çiğnetmezken, nasıl olur da sizin âilenizin namusunu herhangi bir kimsenin kirletmesine meydan ve imkân verir?”

Hz. Ali de kanaatini şöyle ifâde etti:

“Yâ Resûlallah! Bir gün bize namaz kıldırıyordun. Namaz içinde iken, ayakkabılarını çıkartmıştınız. Size uyarak biz de çıkartmıştık.

“Namaz bitince, ayakkabılarımızı çıkarmanın sebebini bize sormuştun. Biz de sana uymuş olmak için çıkardığımızı söylemiştik. Bunun üzerine siz; ‘Temiz olmadıkları için, onları çıkarmamı bana Cebrâil emretti’ demiştiniz.

“Böyle ayakkabılarınıza bulaşan pislik, size bildirildiği ve onları pislik bulaşığından dolayı çıkarmanız size emredildiği halde, âilenize, namus kirletecek kötülüklerden bir şey bulaşsın da, onu çıkarmanız için size emredilmesin, olur mu hiç?”1

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu arada, Hz. Âişe Vâlidemizin hizmetçisi Hz. Berire’nin de görüşünü sordu.

Hz. Berire, “ Yâ Resûlallah,” dedi, “seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben onun hakkında hayırdan başka birşey bilmiyorum. Onun hakkında kusur olarak sadece şunu söyleyebilirim: Kendisi çok genç bir kadındı. Ev halkının hamurunu yoğururken uyuya kalırdı da, evde beslenilen koyun gelir, hamurunu yerdi.2

Hz. Zeyneb (r.a.) Peygamberimizin zecveleri arasında güzelliği ve Efendimiz yanındaki mevkii ile kendisini Hz. Âişe Vâlidemizle eşit görür ve zaman zaman rekabet ederdi. Buna rağmen Hz. Âişe hakkında bu hususta en küçük bir kötü zanna kapılmamış, Resûlullah bu hususta onun görüşünü sorunca, şu cevabı vermişti:

“Yâ Resûlallah! Ben işitmediğimi ‘işittim’ demekten, kulağıma gelmeyeni ‘duydum’ demekten kulağımı; ve görmediğimi ‘gördüm’ demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum.”1



Peygamberimizin hitâbesi

Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişe’nin böyle bir isnaddan uzak olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak böylesine hâince ve sinsice plânlı bir iftiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Bu, Hz. Âişe’ye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep olmuştu. Nitekim, mescidde irad ettiği hutbede bunu açıkça ifâde ediyordu:

“Ey Müslümanlar cemâatı! Âilem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye düşüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Halbuki, vallahi ben, âilem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. İftiracılar öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki, ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum.”2



Peygamberimizin, Hz. Âişe ile konuşması

Hz. Âişe’ye iftirâ edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş olmasına rağmen, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.

Mescidde Ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Selâm verdikten sonra, Hz. Âişe’nin yanına oturdu ve şöyle dedi:

“Ey Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnadlardan uzak isen, yakında Allah, seni onlardan berî ve uzak tuttuğunu açıklar. Yok eğer böyle bir günaha yaklaştınsa, Allah’tan af dile ve Ona tevbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra da tevbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyurur.”

Hz. Âişe o andaki durumunu da şöyle anlatır:

“Resûlullah (a.s.m.) sözlerini bitirince gözümün yaşı kesildi. Öyle ki, göz yaşından birtek damla bulamıyordum. Hemen babama dönüp, Resûlullaha bu hususta benim tarafımdan cevap ver’ dedim.

“Babam, ‘Vallahi kızım! Resûlullaha (a.sm.) ne diyeceğimi bilemiyorum’ dedi.

“Sonra anneme döndüm, Resûlullaha bu hususta benim tarafımdan cevap ver’ dedim.

“O da, ‘Vallahi, ben de Resûlullaha ne diyeceğimi bilmiyorum’ dedi.”1

Baba ve annesi Resûlullaha herhangi bir cevapta bulunmayınca, Hz. Âişe bizzat konuşmak mecburiyetinde kaldı. Şehâdet getirip, Cenâb-ı Hakka hamd ve senâda bulunduktan sonra, “Vallahi,” dedi. “Ben anladım ki, siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ, onlara inanmış gibisiniz!

“Şimdi, ben, size o kötülükten uzağım, desem—ki Allah biliyor, uzağımdır—beni doğrulamazsınız!

“Farazâ, ben, kötü bir iş yaptım(!) desem—ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım—siz, beni hemen tasdik edersiniz!

“Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Yâkub’un (a.s.) oğulları ile olan misâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim, o zaman o, ‘… Artık, bana düşen güzel bir sabırdır. Söylediklerinize karşı ancak Allah’tan yardım istenir’2 demişti.”3



Peygamberimize vahyin gelişi

Henüz Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:

“Resûlullahı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gibi vahiy alâmetleri bürüdü. Nitekim, vahiy sırasında kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter dökülürdü.

“Resûlullahın (a.s.m.) üzerine elbisesi örtüldü. Başının altına da deriden bir yastık konuldu.

“Vallahi, ben ne korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü, o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah Teâlanın bana zulmetmeyeceğini biliyordum.

“Annemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye, korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvereceklerini sanıyordum.”1

Vahiy hâli, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden gülüyordu. Hz. Âişe’ye, “Müjde ey Âişe! Yüce Allah, seni kesin olarak tebrie etti! Yapılan iftiradan berî ve uzak kıldı” dedi.2 Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp kızı Hz. Âişe’nin başını öptü.



İnen âyetler

Cenâb-ı Hak, konu ile ilgili olarak Resûlüne indirdiği âyet-i kerîmelerde şöyle buyurdu:

“İftirâyı atanlar, içinizden bir zümredir. Bunu sizin için bir şer saymayın. Aslında bu sizin için bir hayırdır; böyle imtihanlar sizin sevâba erişmeniz için birer vesile teşkil eder. İftirâ atanların herbirinin, o günahtan kazandığı bir hisse vardır. Onlardan günahın büyüğünü üzerine alan kimse için ise pek büyük bir azap vardır.

“O iftirâyı işittiğinizde, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların, kendileri hakkında hayır düşündükleri gibi mü’min kardeşleri hakkında da hayır düşünerek, ‘Bu ap açık bir iftirâdır” demeleri gerekmez miydi?

“Bu iftirâyı ispat etmek için dört şâhit getirmeli değiller miydi? Mâdem şâhit getirmediler; o halde Allah katında onlar yalancıların tâ kendileridir.

“Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın lûtuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içine daldığınız şey yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu.

“O zaman siz o iftirâyı dilden dile naklediyor ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağzınıza alıp söylüyor, bunu da basit bir iş sayıyordunuz. Halbuki o, Allah katında pek büyük bir günahtır.

“Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır’ demeniz gerekmez miydi?

“Gerçek mü’minlerseniz, Allah size bir daha böyle bir günaha aslâ dönmemenizi öğüt veriyor.

“Âyetlerini de Allah size böylece açıklıyor, Allah herşeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır.

“Îmân edenler hakkında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar için dünyada da, âhirette de pek acı bir azap vardır. Allah herşeyi bilir; siz ise bilmezsiniz.

“Eğer üzerinizde Allah’ın lûtuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah pek şefkatli ve pek merhametli olmasaydı, helâk olup giderdiniz.”1

Böylece Cenâb-ı Hak vahiy ile Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftirâdan ibaret olduğunu haber vererek, hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir’in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsâade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.



En üstün berâet

Birgün Hz. Abdullah bin Abbas’tan Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili âyetlerin tefsiri sorulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:

“Yüce Allah, dördü, dört şeyle berâet ettirmiş, yapılan iftirâlardan onları temize çıkarmıştır:

“1. Hz. Yûsuf’u, Züleyhâ’nın kendi ehlinden getirilen bir şâhidin dili ile berâet ettirmiştir.

“2. Hz. Mûsâ’yı, Yahudîlerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla berâet ettirmiştir.

“3. Hz. Meryem’i, kucağındaki oğlunu dile getirip, ‘Ben Allah’ın kuluyum’ diye söyletmek sûretiyle temize çıkarmıştır.

“4. Hz. Âişe’yi ise, Yüce Allah, kıyâmete kadar bâkî kalacak kadar i’câzkâr kitabı Kur’ân’daki o azametli âyetlerle berâet ettirmiştir ki, bu derecede belâgatli temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız ki, bununla diğer berâet ettirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.

“Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır.”1


İftirâcıların cezaya çarptırılmaları

Resûl-i Ekrem Efendimiz, konu ile ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irâd etti. Sonra da gelen Kur’ân âyetlerini onlara okudu.

Bilâhare, yapılan iftirâyı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mıstah bin Üsâse, Hassan bin Sâbit ile Hamme bint-i Cahş’a had vurulmasını emretti. İftirâcılara had olarak seksener kamçı vuruldu.1

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...