Meâl-i Şerifi
92- Hata dışında bir mümin, diğer bir mümini öldüremez. Ve kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine (varislerine) teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır. Eğer öldürülen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin bir köle azad etmesi gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin bir köle azad etmesi gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, Alimdir (her şeyi bilendir), Hakimdir (hüküm ve hikmet sahibidir).
93- Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
92- Bir müminin, diğer bir mümini öldürmesi olacak şey değildir. İman buna engel olur. Ancak hata ile olursa; kasdetmede veya yapmada bir yanlışlıkla kaza ile meydana gelirse başka. Mesela bir düşmana veya bir ava atarken kaza olarak bir mümine rast gelirse bu eylem de bir hatadır. Yahut karşısındakinin yerine veya elbisesine bakıp bir düşman zanneder, ona ateş eder vurur. Bu da amaç ve niyete bir hatadır. Bunların da hiçbiri mübah değilse de hatadan tamamen sakınmak insanın gücü dahilinde olmadığından böyle bir hata, müminin de başına gelebilir. Nasıl ki, Ayyaş b. Rebiat'el-Mahzumî ki -o Ebu Cehl'in ana bir kardeşi idi- müslüman olmuş ve akrabasının kötülüğünden kaçarak peygamberimizin hicretinden önce, ilk mühacirler arasında Medine'ye hicret etmişti. Bunun üzerine annesi, o (oğlu) dönüp gelmedikçe yiyip içmemeye ve tavan altına (eve) girmemeye and içmiş, Ebu Cehil de yanına Haris b. Zeyd b. Ebi Üneyse'yi almış beraber gitmişler, onu Medine'de bir dam başında "Utum" denilen kale gibi sağlam bir odada bulmuşlar. Ebu Cehil aşağıdan bunu kandırmak için dereden tepeden dolanarak, "Muhammed seni akrabalarla ilişki sürmeye teşvik etmiyor mu? Bundan dolayı git annene iyilik et ve yine dininde kal." demiş, sonunda o da inmiş, onlarla beraber gitmiş, Medine'den çıktıkları zaman tutmuşlar, onu bağlamışlar ve dövmüşler, herbiri yüz değnekten iki yüz değnek vurmuşlar. O da Haris'e "Bu benim kardeşim, fakat sen kim oluyorsun, ey Haris! Eğer seni yalnız başına bulursam seni öldürmek Allah için boynuma borç olsun." demiş. Kısacası kolları bağlı olarak anasına gitmişler, bu defa da annesi önceki dinine dönmedikçe bağının çözülmemesine yemin etmiş, o da dili ile eski dinine dönmüş, sonra yine hicret etmiş. Ayyaş da o adama "Kuba"nın arka tarafında yalnız başına rastlamış ve müslüman olduğunu bilmeyerek vurmuş öldürmüş. Daha sonra müslüman olmaya geldiğini haber alınca yaptığına pişman olmuş. Hz. Peygamber'in huzuruna gelip "Onu öldürdüm, fakat müslüman olduğunu bilmiyordum." demiş. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir, diye rivayet olunuyor.
Aynı şekilde "Uhud" savaşı günü de Huzeyfe b. el-Yeman'ın babası Yeman da İslâm askeri tarafından bilinmeyerek hata ile öldürülmüştü ki âyetin iniş sebebinin bu olduğu da rivayet edilir. Bundan dolayı bir müminin bir mümini doğrudan doğruya öldürmesi din ve iman açısından yapılamazsa da hata ile öldürmek müstesnadır. Bu olabilir. Ve özellikle savaş sırasında pek muhtemeldir. Ve her nerede olursa olsun hükmü de aşağıda gelen şekildedir:
Kim bir mümini hata ile öldürürse bir mümin köle veya cariye azad etmesi gerekir. Ve öldürülenin varislerine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. (Bu diyetin ödeme şekli ve miktarı için fıkıh kitaplarına bakınız.) Ancak ölünün varisleri o diyeti affederler ve bağışlarlarsa o başka.
Köle azad etmek Allah'ın hakkı olarak bir keffaret, diyet de kul hakkı olarak bir zarar ödemesidir. Bir müminin öldürülmesinde bu şekilde biri Allah hakkı, biri de kul hakkı olmak üzere iki hak bulunur. Hayat, herşeyden önce Allah'ın hakkıdır, hürriyyet de bir çeşit hayattır. Bu da Allah'ın hakkıdır. Allah'ın kullarından bir müminin Allah'ın hakkı olan yaşamasının yok edilmesine karşılık, diğer bir mümin kula hürriyet bağışlayarak yeni bir hayat kazandırmak, hata ile öldüren müminin günahını örtmeye vesile olacak en güzel ve en uygun bir keffarettir ki, bunda bir yönden bir ceza, bir yönden de bir ibadet mânâsı vardır. Öldürme kasıtla olsaydı bu günah keffaret ile örtülemezdi. Fakat hata, az çok bir dikkatsizliği kapsamakla beraber büsbütün kendisinden sakınma imkanı olmadığından öldüren kimse bir taraftan terbiyeye, bir taraftan da teselli etmeye ve kendisine yardımda bulunmaya layıktır. Bunun için, keffareti affetmesi söz konusu olamaz. Sonra Allah'ın hakkı olan hayattan öldürülen kimsenin bir faydalanma hakkı vardı, hayat hakkına sahipti. Öldüren hata ile de olsa bu hayat hakkını ondan almış olduğundan ve hiçbir hak boşa gitmeyeceğinden buna karşı yalnız bir tazminat olmak üzere öldürülen kimsenin yerinde kalıp malından faydalanacak olan varislerine bir diyet verilmesi de bir kul hakkıdır. Ve hata ederek öldüren kimse de burada yardıma layıktır. Bunun için baba tarafından akrabası varsa diyete katılması gerekir. Varislerin bunu affetmeleri de bir yardımlaşmadır. Bundan dolayıdır ki, affedip temize çıkarma yerine "tasadduk" (sadaka verme) deyimi ile bu yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. İşte İslâm ülkesinde bir mümini yanlışlıkla öldürmenin hükmü iki şeydir; keffaret ve diyet.
Ancak yanlışlıkla öldüren kimse müslüman değilse yalnız diyet gerekir. Kâfirlerin memleketine gelince; eğer hata ile öldürülen size düşman bir milletten, savaş durumu devam eden kâfirlere ait bir ülkenin halkından olur. Halbuki kendisi mümin ve böyle olduğu halde bir mümin tarafından orada yanlışlıkla öldürülmüşse öldürenin mümin bir köle azad etmesi gerekir. Burada diyetten bahsedilmemiştir. Demek ki, diyet gerekli değildir. Ve bununla birlikte bu husus ictihad konusudur. Bazı tefsirciler, bunun sebebi hakkında, "Çünkü öldürülen bu şahıs ile ailesi ve akrabası arasında miras yoktur." demişler ise de öldürülen kimsenin o küfür memleketinde kendisi gibi mümin bir varisinin bulunabilmesi de mümkün olduğu, sonra bu durumda İslâm ülkesinde öldürülüp, küfür ülkesinde müslüman olmayan akrabası bulunan bir müminin de diyetinin alınmaması ve kanının boşa gitmesi gerekeceğinden dolayı bu sebep tam değildir. Diyetin gerekli olmamasının esas sebebi şudur: Çünkü küfür ülkesi, korunma yurdu olmadığından bu mümin düşman bir toplumun arasından çıkmamış ve orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını boş yere harcamıştır.
Ve eğer yanlışlıkla öldürülen kimse, sizinle aralarında devamlı veya geçici herhangi bir anlaşma bulunan bir kavimden ise; bu durumda o kavim müslüman olmayan bir toplum ise de öldürülenin müslüman veya kâfir olduğuna bakılmayarak mutlaka diyet de keffaret de gerekir. Anlaşmayı bozma kuruntusundan sakınmak için diyetin ödenmesinde acele davranılacağını hatırlatma bakımından burada diyet, (kan pahası) birinci bölümün aksine olarak öne alınarak anlatılmıştır. Şu halde İslâm ülkesi halkından bulunan, müslüman olmayan bir zimmî veya yabancı halklardan bulunan müslüman olmayan bir sığınmacı veya bir müslüman, İslâm ülkesinde bir mümin tarafından yanlışlıkla öldürülürse, aynı şekilde İslâm ülkesi ile özel anlaşması bulunup savaş durumunda olmayan yabancı bir devlet halkında bir müslüman ve belki müslüman olmayan İslâm ülkesi dışında mensub olduğu memlekette bir mümin tarafından yanlışlıkla öldürülürse, bunların hepsinde İslâm ülkesinde yanlışlıkla öldürülen herhangi bir müminde olduğu gibi; öldürene hem diyet, hem keffaret gerekecektir. Yani birinci bölümü kayıtsız olmakla beraber, karşılaştırma ipucu ile İslâm ülkesinde öldürülen herhangi bir mümin; ikinci düşman olup anlaşması olmayan bir devlet halkından küfür ülkesinde öldürülen bir mümin hakkında; üçüncü bölümü de İslâm ülkesinde zimmî ve sığınmacı ile anlaşma yapan bir yabancı ülke halkından bulunan ve orada öldürülen mümin hakkında demek olur. Çünkü bu müminin İslâm ülkesinde öldürülmesinin, birinci bölümün içine girdiğinde şüphe yoksa da İslâm ülkesi dışında öldürülmesinin oraya dahil olması, ikinci bölümden dolayı "Genel mânâ ifade eden kelime, tahsis edildikten sonra geri kalan kısımda zan ifade eder." kuralı gereğince şüpheli kalacağından burada bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, zimmî ve sığınmacı ile beraber mânâsı altında bir daha tekrarlanmıştır.
Bu üç cümlede yanlışlıkla öldürülen şahsın mümin veya mümin olmayan kimse, İslâm ülkesinde veya bu ülke dışında olmasına göre bütün ihtimaller gösterilmiş ve fakat bütün bunlarda ancak mümin olup yanlışlıkla öldürenin vazifesi açıklanmıştır. Bununla beraber bundan müslüman olmayan ve fakat anlaşması bulunan, yanlışlıkla öldüren kimsenin vazifesinin de kan bedeli olacağı ve bunlara keffaret teklif olunmayacağı anlaşılmış olur. Çünkü keffarette ibadet mânâsı bulunduğundan mümin olmayan kimseler, imandan önce bununla yükümlü değildirler.
Demek ki yanlışlıkla öldüren bir mümine diyet ister gerekli olsun, ister gerekli olmasın mutlaka keffaret olmak üzere bir mümin köleyi azad etmesi farzdır. Bundan dolayı kim, yani yanlışlıkla katil olan herhangi bir mümin, azad edecek bir mümin köle bulamazsa; ne bir mümin köleye, ne de ona sahip olabilecek bir vasıtaya sahip bulunmuyorsa birbiri ardına aralıksız iki ay oruç tutması gerekir ki bu oruç, Allah tarafından tevbe için, tevbenin kabul edilmesi içindir. Diğer bir mânâsı, bu oruç tutma teklifi, esas ve azimet (takva ile amel etmek) olan köle azad etmeye güç yetmemeye karşı Allah tarafından verilen bir ruhsat ve kolaylığa dönüştür, ikinci derecede bir keffarettir. Buna göre ikisi de Allah tarafından istenir. Kullar tarafından istenemez. Kul hakkı olana diyet yerine de geçemez. Bir mümin veya anlaşmalının Allah'ın hakkı olan hayatının yok edilmesi yanlışlıkla olsa da yine bir günahtır. Demek oluyor ki, mümin bir köleyi azad etmek, yok edilen hayat yerine geçebilecek bir çeşit diriltme olduğu gibi, oruç da bir köle azad etme hükmündedir. Gerçekten köle azad etmek, diğer bir canı kölelik ve esirlik bağından kurtarmak olduğu gibi oruç da kendi nefsini şehvetlerin esirliğinden kurtarmak ve temizlemektir. Bundan dolayı yanlışlıkla öldüren mümin kimse, diğer bir mümin köleye hürriyet vermekten aciz kalınca hiç olmazsa arka arkaya iki ay oruç tutarak nefsini kuvvetli arzuların bağından azad etmeli ve kendine manevî bir hürriyet vererek nefsini günahtan kurtarmalıdır. Çünkü o da bir mümin köledir. Allah Teâlâ her şeyi çok iyi bilendir. O öldürenin durumunu da bilir; Hakimdir, kanun olarak koyduğu bütün bu hükümleri de hikmeti ile koymuştur. Orucun iki ay olmasının hikmetini de O bilir.
93-Yanlışlıkla öldürmenin hükümleri bunlardır, kasten öldürmeye gelince bunun dünya ile ilgili hükmü Bakara sûresinde, "Ey iman edenler! öldürülenler hakkında kısas, size farz kılındı." (Bakara, 2/178) âyetinde açıklanmıştı. Ahiretle ilgili hükmü de şudur: Mümin veya kâfir kim bir mümini kasten, bile bile, hayatına kasdederek öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve belki sonsuza kadar cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş, merhamete layık görmeyip onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
Bu âyetin indirilme sebebi Mıkyes b. Dababe adındaki bir mürted olmuştur. Şöyleki bu Mıkyes b. Dababe el-Kinanî ve kardeşi Hişam, müslüman olmuşlardı. Mıkyes, bir gün kardeşi Hişam'ı Neccar oğulları içinde öldürülmüş olarak buldu, gelip Resulullah'a bu durumu anlattı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de onunla beraber Bedir savaşına katılan sahabeden Zübeyr b. İyaz Fihri'yi Neccar oğullarına gönderdi, katili biliyorlarsa kısas etmesi için Mıkyes'e teslim etmelerini ve eğer bilmiyorlarsa kan bedelini ödemelerini emrediyordu. "Allah'ın Resulünün emri başüstüne, katili bilmiyoruz, fakat diyeti veririz." dediler ve yüz deve getirdiler, onlar da aldılar, Medine'ye döndüler. Yolda gelirken Şeytan Mıkyes'e şöyle bir vesvese verdi: "Kardeşinin kan bedelini kabul edeceksin de kendine baş kakıncağı yapacaksın, öyle mi? Yanındakini öldür, cana can olsun, kan bedeli de sana kâr kalsın." dedi. Bunun üzerine Fihrî'nin bir gafletini gözetip bir kaya ile onun başını parçaladı, sonra develerin birine binip geriye kalanları sürerek ve kâfir olarak Mekke'ye döndü gitti, şöyle diyordu:
Âyet bu olay üzerine indi. Hz. Peygamberin Mekke fethi günü güvence verdiği şahıslardan ayırdığı bu idi. Bu mürted katil, O gün Kâbe'nin örtüsüne yapıştığı halde kendisine eman (güvence) verilmeyip öldürüldü.
İşte mümin öldürmek büyük bir cinayet ve yukarıda açıklandığı üzere anlaşmalı veya anlaşma yapılanlara katılan veya cemaatten ayrılıp bir yana çekilen ve mülteci ve andlaşma ve barış yanlısı kâfirlerin öldürülmesi de yasak ve haram ve hatta yanlışlıkla öldürme de bile hükmü mümin gibi olduğundan:
Meâl-i Şerifi
94- Ey İman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman, mümini kâfirden ayırmak için iyice araştırın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, "Sen mümin değilsin" demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslâm'a ilk önce girdiğiniz zaman siz de öyle idiniz. Sonra Allah size lutufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
94-Ey iman edenler Allah yolunda adım attığınız, savaş için hareket ettiğiniz vakit iyice araştırınız, acele olarak şüphe ve kuruntu üzerine ve zayıf yorumlarla değil, dikkatle ve kesin bilgiye göre kılıç vurunuz. Hamza, Kisaî ve Halef-i Âşir kırâetlerinde sebattan okunduğuna göre iyi tutunuz, ayağınızı denk atınız, sağlam basınız, acele ederek çürük tahtaya basmayınız, ayağınız kaymasın ve size İslâm selamı veren, kendini müslüman gösteren kimseye, -veyahut Nâfi, İbnü Âmir, Hamza, Ebu Cafer ve Halef-i Âşir kıraetlerinde elifsiz okunduğuna göre - size teslim olma ve boyun eğme vasıtalarını sunan kimseye sen mümin değilsin demeyiniz. Beyan edilmiş olan, açık olandır. Gizli şeyler hakkında verilecek hükmün de açık olması için açık bir delile dayanması gerekir. Gizli olana, açık olandan hükmedilir. Ve gizli olan şeylerde bir şeyin delili onun yerine geçer.
Selam veya teslim olmak görünen ve apaçık bir durumdur. Kalb ve vicdan ise gizli ve görünmeyen bir nesne olduğundan o görünen ve apaçık nesneyi bırakıp da kalb ve vicdana bunun maksadı şu veya budur diye görünene aykırı olarak doğrudan doğruya hükmetmeğe kalkışmak, araştırma yapmadan hareket etmektir. Bunun için bir kimsenin açıkça verdiği selamı, gösterdiği boyun eğmeyi hiçe sayıp da ona aykırı kuruntularla doğrudan doğruya kalbine hükmetmeye kalkışmayınız, dış görünüşüne göre muamele ediniz. Açıkça belli olan bir şeyi diğer belli bir şey, meydanda olan bir şeyi, meydanda olan başka bir şey bozarsa o zaman da en kuvvetli ve en açık olanı tercih etmek için sebat ve ihtiyat ile iyice düşünerek karar veriniz. İsa b. Verdan kırâetinde ikinci mimin üstün ile okunmasıyla, okunduğuna göre, "Sana güven verilmez" demeyiniz. Böyle deyip de hemen vurmayınız, bununla birlikte hiçbir şey demeyiniz değildir. O alçak hayatın geçici nimeti olan, devam ve sürekliliği olmayan, geçici malına gönül vererek; zavallının malına göz dikerek veya gelip geçici bir maksat takip ederek öyle demeyiniz. Yasak mutlak surette değil, dünya malı gayesinden boş olmayarak söylemeye yöneliktir. Bu da iyice araştırmayı terk ettiren ve aceleye sevkeden duruma işarettir. Demek esas yasağın gelişi, iyice araştırmadan zahirin aksine hüküm vermeyi yasaklamıştır. Dolayısıyla "güvenceli değilsin" denileceği zaman, dünya ile ilgili ve nefisle ilgili maksatlardan soyutlanarak ve hak gözü ile bakarak söylemeli ve kılıcı da ona göre vurmalıdır. Böyle olursa, yani selam verene geçici dünya menfaati maksadı ile sen güven altında değilsin denilmez, durumu iyi anlaşılmadan hareket olunmazsa Allah katında pek çok ganimetler vardır ki bunlara, o gibi katillere (adam öldürmeye) tenezzül etmeyenler ve durumu iyice anlayıp tesbit etmekle hareket edenler kavuşur. Bu âyetin inişine bir kaç olay sebep olmuştur:
1- Feked halkından Mirdas b. Nehik yalnız başına müslüman olmuştu. Onun toplumu içinde ondan başka müslüman yoktu. Peygamberin Galip b. Fudale komutasında bir müfrezesi bunların üzerine gitmişti. Toplumun hepsi kaçtılar. Yalnız Mirdas müslümanlığına güvenerek kaldı. Atları görünce davarını dağın bir dolambacına sığındırdı. Ona ulaştıklarında tekbir aldılar. O da tekbir alıp indi ve dedi. Fakat Üsame b. Zeyd, Mirdas'ı öldürüp hayvanlarını sürdü. Geldiler Hz. Peygambere haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) çok fazla darıldı ve onu şiddetle azarladı. "Siz onu beraberindeki mala göz dikerek öldürdünüz." buyurdu. Sonra bu âyeti Üsame'ye okudu, Üsame, "Ey Allah'ın elçisi! Benim için mağfiret dile." diye rica etti. "O, lâilâhe illallah demişken nasıl olur da onu öldürürsünüz?" buyurdu. Üsame kendisi demiştir ki, "Bunu sürekli tekrar etti. Hatta o dereceye geldi ki daha önce müslüman olmamış bulunsaydım da bu gün olsaydım diye temenni ettim. Sonra hakkımda mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye emretti."
2- Abdullah b. Ebi Hadret ve Ebu Katade Haris b. Rıb'î ve Muhallem b. Cüsâme b. Kays Leysî ve daha birkaç kişiyi Resulullah İdam tarafına göndermişti. İdam deresinde Âmir b. Azbatı Eşceî rastlamış, İslâm selamı ile selam vermiş, Muhallem b. Cüsüme ile bunun arasında Cahiliyye devrinden kalma bir kin varmış, Muhallem, bir ok atmış Amir'i öldürmüş, Hz. Peygambere haber gelince öfkelenmiş, Muhallem'in mağfiret dilemesine karşı "Allah seni mağfiret eylemesin" buyurmuş. Muhallem, ağlayarak kalkmış aradan yedi gün geçmemiş vefat etmiştir.
3- Mikdad b. Esved'de de Üsame olayı gibi bir olay olmuş. Mıkdad demiştir ki, "Ey Allah'ın elçisi, dedim, ne buyurursun kâfirlerden birine rast gelsem, çarpışsam, o benim elimin birini kılıçla vursa, sonra bir ağaca siper alıp 'Yüce Allah'a teslim oldum' dese, bundan sonra onu öldüreyim mi?" Hz. Peygamber, "öldürme" buyurdu. Ben de "Ey Allah'ın elçisi o benim kolumu kesti." dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Öldürme! Çünkü öldürürsen o senin onu öldürmeden sonraki yerinde, sen de onun söylediği kelimeyi söylemeden önceki yerinde olursun".
4- Birtakım sahabe müşriklerle çarpışmışlar ve onları bozguna uğratmışlar. Birisi birine mızrakla saldırmış. O da süngü yetişince ben müslümanım demiş, fakat dinlememiş onu öldürmüştür. Ondan sonra durum Hz. Peygambere arz edilince, "Müslüman olduğunu iddia ettiği halde sen onu öldürdün ha" buyurmuş.
O da "Ey Allah'ın elçisi! O, bu kelimeye sığınarak bunu söyledi." demiş. Bunun üzerine "Kalbini yarmalı değil miydin?" buyurmuştur. Bu kınaması daha birkaç olayda söylenmiştir.
5- Buhari ve Müslim'de rivâyet olunduğu üzere Selim oğullarından bir adam sahabeden bir kaç zata rastlamış, yanında davar da varmış, selam vermiş, onlar da bu selamı korunmak için verdi demişler ve onu öldürmüşler, davarını almışlar. Hz. Peygambere gitmişler, bu âyet indirilmiş. İşte bu olayların her biri âyetin iniş sebebi olmak üzere rivayet edilmiş ve aralarında bir çelişki bulunmamış olduğuna göre deniliyor ki, âyetin indirilmesinin esas sebebi bu olayların birbirine yakın bir zaman içinde birden fazlası olmuş ve herkes kendi olayını sebep bilmiştir.
Ey cihad edenler! Siz de çoğunluk itibariyle bundan önce başlangıçta müslüman olduğunuz zaman tıpkı böyle idiniz: Size selam veren veya teslim olduğunu gösteren bu adam gibi ağzınızdan çıkan bir kelime ile, bir şehadet kelimesi ile İslâm dinine girdiniz, girdiniz de Allah size lutfetti, canınızı, malınızı taarruzdan korudu, sonra yükselttikçe yükseltti, doğruluk ve dürüstlükle seçkin, tam imanla seçkin kıldı. Mahkumiyyetten hakimiyyete yüceltti ve ilâhî hazinesinden sizi nice ganimetlere aday kıldı. Şimdi iş başına geçip harekete geldiğiniz vakit dünya menfaatlerine dalarak bu durumlarınızı unutmayınız da iyi anlayıp dinleyiniz veyahut ihtiyatlı bulununuz. İsterse zorlama durumunda olsun, İslâm'a gelenleri Allah'ın size yaptığı gibi başlangıçta sözleriyle kabul ediniz, teslim alınız da sonra ortaya çıkacak durumlarına göre muamele ediniz. Bunun selam vermesi veya şehadet getirmesi veya müslüman görünmesi, korkusundan kellesini kurtarmak veya hainliğinden kendini gizlemek için bir siper, bir kalkandır diyerek ilk anda onu öldürmeye kalkışmayınız, ihtiyatlı davranınız, sonunu gözetiniz. Çünkü Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır. İyilik ve kötülük hiçbir amel karşılıksız kalmaz.
Müminleri donatarak savaşa hazır hale getirirken böyle araştırmaya ve ihtiyatlı davranmaya sevk eden bu emirler ve tâlimatlara karşı "o halde cihada gitmemek ve ona katılmamak daha büyük bir ihtiyat ve yerinden ayrılmamak daha hayırlı olacak" deyip de özürsüz oturup kalmamak için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
95- Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlardan üstün kıldı. Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir. Bununla beraber Allah mücahitlere, oturanların üzerinde büyük bir ecir vermiştir.
96- Kendi katından derece derece rütbeler, bir mağfiret ve rahmet vermiştir. Öyle ya, O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
97- Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, "Ne işte idiniz?" derler. Onlar da: "Biz yer yüzünde zayıf kimselerdik." derler. Melekler: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?" derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir.
98- Ancak gerçekten aciz ve zayıf olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç...
99- Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
100- Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah'a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah'a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
95-96 Bir şeyi yapmaya üşenip oturana "kâıd" denilir. savaşa gitmeyip geri kalanlara da "kâidün", yahut "ku'ad" denilir. Bu kelimeler, "kâidûne ani'l-harb" yani savaştan geri kalanlar demektir.
DARAR, bir şeye gelen eksikliktir ki, hastalık veya körlük ve topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma köre ve çok zayıf hastaya "darir" denilir. Askerin yiyecek, içecek ve yakacak gibi ihtiyaçlarını ve savaş alet ve gereçlerini tedarik etmekten aciz olmak da bu mânâdadır. Bundan dolayı zararlılar, dertliler, sakatlar, acizler ve özürlüler, bunların dışında kalan ise, sıhhatli, sağlam ve gücü yetenler demek olur.
Bu âyetin başlangıçta mutlak olup bu "özür sahibi olmaksızın" kısmının sonradan indiği rivayet edilmektedir. Bera b. Azib'den rivayet edildiğine göre, bu âyet indiği zaman Resulullah (s.a.v.) "Üzerine yazı yazılabilecek bir şey ve kalem getiriniz, diye emredip "Müminlerden oturanlarla cihad edenler eşit olmaz." yazdırmıştı. Bu sırada İbnü Ümmi Mektum gelmiş orada bulunuyordu. Bu sahabi anadan doğma kör idi. "Allah'ım! Ben özürlüyüm, bana ruhsat var mı?" dedi. Bunun üzerine, âyetin kısmı indi.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in katibi Zeyd b. Sabit'ten de şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) âyeti indiğinde, bunu bana yazdırıyordu. İbnü Ümmi Mektum geldi: "Ey Allah'ın Resulü! Cihada gücüm yetseydi cihad ederdim, fakat körüm" dedi. O sırada Resulullah (s.a.v.)'a vahiy baygınlığı geldi, ağırlaşıp bayıldı. Dizi dizimin üstüne geldi. Öyle ağır geldi ki ezip ufalayacak zannettim. Çok korkmuştum. Sonra ayıldı, dedi. Daha sonra, "yaz" dedi: İbnü Abbas'tan da şöyle rivâyet edilmiştir: Bedir savaşı olduğu zaman Bedir'e katılıp katılmayanlar hakkında âyeti inmişti. Abdullah b. Ümmi Mektûm bunu işitti ve Ebu Ahmed b. Cahş b. Kaysi'l-Esedî ile beraber, "Ey Allah'ın Resulü! Biz körüz, bize ruhsat var mı?" dediler. Bunun üzerine, den, kısmına kadar bu âyet indi. Bunlar gösteriyor ki, sakat olanlar ve gücü yetmiyenler, güçsüzler demektir ki, bunların dışında kalanlar da sıhhatli, sağlıklı ve güçlü olanlar demek olur. Ayrıca İbnü Abbas'ın, ın mânâsı dır, dediği rivayet edilmiştir. Bu kavram, "ziyan" anlamına gelen "zarar"dan alınmış olarak düşünülürse daha genel bir anlam ifade eder. Zira "zarar sahibi" sözü, hem zarar görenleri, hem de zarar verenleri kapsar. Zararlı, aciz bulunanlar kendilerinde eksiklik olduğu gibi ister istemez cihada gidemediklerinden dolayı sevap bakımından zarar görmüş; güçleri varken savaşa gitmeyenler de ya kendilerine ihtiyaç duyulduğu halde gitmedikleri veya isyan etmekten çekinmedikleri takdirde hem savaş ve güvenliğe zarar vermiş, hem de günahları sebebiyle zarar görmüş olurlar. Özürlüler zararda ve zararlı oldukları gibi bunlar da zararlı ve zarardadır. Şu halde ikisi de kapsamı içine girerler. Dolayısıyla bunların dışında olup da oturup kalanlar, güçleri olduğu halde savaşa gitmeyen ve gitmemekle beraber zararı da olmayan hayırlı ve emin kişiler demek olur. Onun içindir ki, "Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir" buyruluyor.
İşte bunlar aslında en güzel şeyle müjdelendikleri halde cihad edenlerle karşılaştırıldıklarında onlara denk olamayacakları ve cihad edenlerin derecelerinin dünya ve ahirette bunlardan üstün olduğu ve ayrıca ilâhî rahmet ve bağışlama hususunda gerek bu oturanlardan gerekse cihad edenlerden her birinin kendi sınıflarında da birçok derece ve rütbelere ayrıldıkları anlatılmış ve bu suretle cihadın her zaman herkesin yapması gereken bir farz olmayıp öncelikle farz-ı kifaye olduğu bildirilmiştir. Çünkü cihad herkesin yapması gereken bir farz olsaydı, gücü kuvveti yerinde olduğu halde oturanlara en güzel şey değil, azap vaad edilirdi.
Görülüyor ki, oturanlarla cihad edenlerin genel bir karşılaştırılmasının yapılması uygun görülmemiş, bu karşılaştırma sadece özürlü olmadıkları halde oturanlarla mücahidler arasında yapılmış, özürlü olanlar bu karşılaştırmanın dışında tutulmuştur. Çünkü az önce anlaşıldığı üzere zarar sahibi olarak savaşa gitmeyip oturanlar iki kısımdır. Bir kısmı özürlü, bir kısmı da güçlü, isyankar ve zarar verici olanlardır. Özürlü olanlar bu âyetle genel olarak yükümlülükten hariç tutuldukları gibi, bunlar arasında bir taraftan özür ve ızdırabının şiddetine sabredip dayanmak, öte yandan cihadın erdemini takdir ederek, cihad edenlerle beraber bulunamadığından dolayı kederinden kanlı yaşlar döküp onların kurtuluş ve zaferleri için dua ve "Allah ve Resulüne sadık kaldıkları takdirde..." (Tevbe, 9/91) irşadına uyarak Allah ve Resulü için hayır dilemek suretiyle manevî cihad içinde bulunanların ahirette mücahidler derecesinde mükafat ve sevap elde edebilmeleri ihtimali anlatılmak için bunlar mücahidlere eşit olmama özelliğinden hariç tutulmuşlardır.
Güçlü, isyankar ve zarar verici olanlar ise derece hak edecek değil, azap hak edeceklerinden, Allah yolunda cihad edenlerle eşit olmaları şöyle dursun, savaşa gitmeyip oturan salih kişilerle bile eşit olamayacakları için onlarla karşılaştırılma faziletinden hariç tutulmuşlardır. Özetle, istisnada asıl, olumluyu olumsuz, olumsuzu olumlu yapmak olmayıp, sadece bir kısmını hükümden dışarda tutmak ve "istisna ettikten sonra geri kalanla hüküm vermek" olmasına dayanılarak, burada "eşit olmaz" hükmünden istisna edilen "özürlüler" hakkında aynı seviyede bir eşitlik hükmü lazım gelemeyeceğinden, "özürlülerin dışında kalıp da savaşa katılmayanlar mücahidlerle eşit olamazlar, ama özürlüler genellikle eşit olurlar" gibi bir anlam çıkarmamalıdır. Aslında burada özürlülerin eşit olup olamayacağı hakkında bir hüküm verilmemiştir. "Onlar ya hiç eşit olamazlar veya içlerinde eşit olanların bulunması düşünülebilir" diye anlamalıdır. Ayrıca, şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, bu karşılaştırmada mücahidler de mutlak bırakılmamış, öncelikle iki şeyle kayıtlanmıştır. Birisi, bu cihadın Allah yolunda olması, diğeri ise mal ve canla yapılmasıdır. Esasen şeriat örfünde "mücahidîn", Allah yolunda savaşanlar demek olduğu halde Allah yolunda, kaydının bir kez daha açıkca söylenmesi, bu erdeme ulaşmak için niyetin son derece samimi olması gerektiğini ve her savaşanın değil, her cihad edenin bile bu karşılaştırmaya dahil olamayacağını hissettirir.
"Mallarıyla ve canlarıyla" kaydı da, bu samimi niyetten sonra, savaşa katılmayıp oturanlardan daha üstün olabilmek için, cihad edenlerde bu iki özelliğin birlikte bulunmasının da şart olduğuna işarettir. Mücahidlerin yaptıkları harcamalara savaşa katılmayanların malî yardımları karıştığı takdirde, bunların dahi cihatta hisseleri bulunacağından o zaman iki taraf arasında eşitsizlik ve üstünlük hükmü kesin ve genel bir şekilde söz konusu olamayacaktır. Savaşa katılmayanlar arasında, mücahidlerden daha üstün olmasa bile onlara eşit olanlar bulunabilecektir. Fakat bu da savaşa katılmamasından dolayı değil, malıyla cihada katılmasından dolayı olduğu için, fazilet katılmayanlar tarafından değil, mücahidler tarafındadır. Ancak şu var ki, bazan bu mücahidlerin sahip oldukları faziletin kaynağı fiilen savaş saflarında bulunmada değil, arkalarında cihada katılmayanların içinde duran büyük cihad mücahidleri arasında olabilir. Nitekim Halid b. Velid ve benzeri mücahidler Müseylimetu'l-kezzab ile çarpışırlarken hiçbiri Medine'de duran ve bütün bu cihadı sevk ve idare eden Hz. Ebubekir (r.a.)'den daha mücahid ve daha faziletli olmadılar. Aynı şekilde Kisra ve Kayser ordularıyla çarpıştıkları zaman mücahidler ne Hz. Ömer, ne de Hz. Osman ve Hz. Ali'den daha mücahid ve daha faziletli değil idiler.
Burada "kaidin" (savaşa katılmayanlar) ve "mücahidin" (cihad edenler) kelimeleri örfte kullanılan anlamları gereğince, kendi ibareleri ile Allah yolunda savaşmaya ait bulundukları kesin olmakla beraber, asıl mânâlarında kuud, yani oturma, tembelliği akla getirdiği ve mücahede ise, bütün gayretini harcayarak ve zahmetler çekerek uğraşmak ve çalışmak demek olduğu ve örfte o mânâları ifade etmeleri, bu mânâdaki özelliklerinden kaynaklandığı için, bu mukayese ve karşılaştırma genel olarak çalışanlarla çalışmayanların da eşit olamayacaklarını ve herhangi bir hususta Allah yolunda iyi niyetle çalışanların oturanlardan daha üstün olduğunu ve şu kadar ki, kötülük ve zarar için çalışanların, bu karşılaştırmanın dışında tutulduklarını da işaret yoluyla ifade etmektedir. Bu işaret göz önüne alındığında, Allah yolunda mal ve can ile cihad etme kavramının "Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidâyet ederiz", (Ankebut, 29/69) âyetinde olduğu gibi o kadar geniş kapsamı vardır ki, savaş meselesi bunun bölümlerinden biri demektir. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (s.a.v.) savaştan geri döndükleri zaman, "Küçük cihattan büyük cihada döndük" hadis-i şerifleri ile ruh terbiyesi ve nefsi düzeltme ile uğraşmanın büyük cihad olduğunu duyurmuşlardır.
Özetle, müminlerden özürsüz ve zararsız olarak savaştan geri kalanlar, malları ve canlarıyla, Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar. Açıkçası, Allah cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kıldı, çalışanlara çalışmayanların, Allah yolunda savaş edenlere etmeyenlerin üstünde fazla bir derece verdi. Bununla beraber Allah hüsnayı, yani en güzel sevap olan cenneti ikisine de vaad etti ve vaad ettiği halde böyle yaptı. Bu böyle olunca kendilerine cennet vaad edilmeyen ve savaştan geri kalmaları izne bağlı olmayıp zarar ve günah teşkil ettiğinden dolayı kendilerine azap vaad edilen, o savaşa katılmamış olanların mücahidlerle bir olamayacakları öncelikle anlaşılır. İkisinin de güzel inançları ve iyi niyetleri olduğu ve cennet ikisine de vaad edildiği halde bile eşit olmazlar. Allah cihad edenleri pek büyük bir ecirle savaşa katılmayanlara üstün kılmıştır ki, bu ecir de mücahidler arasında aynı derecede değil, Allah'tan birçok derece, mağfiret ve rahmet olacak şekildedir. Bunların bir kısmı, savaşa katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer bir kısmı derecelerle fazladır. Mücahidlerin dereceleri çok ve birbirinden farklıdır. Bu ecirlerin içinde Allah'ın büyük bir mağfiret ve rahmeti de vardır. Bu mağfiret ve rahmet sayesinde geçmiş günahlar da bu ecir ve dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz, " Allah çok mağfiret ve merhamet edicidir."
97--Zararlı olan geri kalanlardan önemli bir kısmın durumuna bakalım O kimseler ki, kendilerine zulmederlerken melekler dünyada canlarını alacak veya ahirette kendilerini yakalayıp mahşere süreceklerdir, kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz, dininizle ilgili ne iş yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar. Onlar da, "biz bu yeryüzünde, şu bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler, yani başkalarının ezici gücü ve mağlubiyet altında acizlik ve güçsüzlüğümüzden dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk diye özür beyan edecekler. Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi. -Mesela, Medine'ye Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde başka bir tarafa göç etseydiniz ya!" diyecekler ve mazeretlerini kabul etmeyeceklerdir. İşte böyle bulundukları yerde görevlerini yerine getirmelerine engel olan bir zulüm ve hakimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir tarafa gidebilmek gücünü olsun taşıdıkları ve dolayısıyla tam anlamıyla aciz ve zayıflardan olmadıkları halde, kendilerini tamamen aciz sayıp yerlerinden kımıldamayanlar, bu şekilde yapabilecekleri görevlerini terketmiş, küfür ve zulme yardımcı olmuş olacaklarından bunların varacakları yer cehennemdir. Ve bu gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena yerdir.
Bu âyet Mekke'de müslüman olmuş ve hicret farz kılındığı sırada hicret etmemiş olan bazı kişiler hakkında inmiştir. Demek ki, hicret vacip iken kafirlerin suyunca gidip oturmak doğrudan doğruya küfür değil ise de her halde bir günah ve nefse bir zulümdür. Tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet bir yerde dinini yaşama imkanı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir hadisinde sahih olarak şöyle gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden kaçarsa, gittiği bir karış yer de olsa cennete girmeye hak kazanır. Babası İbrahim'in ve peygamberi Muhammed'in yoldaşı olur." Rivayet olunduğuna göre, bu âyet inince Resulullah (s.a.v.) bunu Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb b. Damre (r.a.) de oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin olsun, bu gece Mekke'de yatmam." demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye gitmek üzere taşıdılar. Çok yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.
Demek oluyor ki, gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
98-99- Ancak bir çare bulamayacak, hicretin gerektirdiği sebeblere güç yetiremeyecek ve kendi kendine veya bir vasıta ile yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Zira bu gibi çaresizleri Allah'ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından, büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme hususunda mazeretli olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya layıktırlar. "Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır."
100- Ve her kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak veya düşmanların zıddına hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de, her kim Allah'a ve Resulüne hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde eder. Dolayısıyla bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için hareket eden, kaderde öyle yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. " Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Az önce nakledildiği gibi Cündüb b. Damre Medine'ye gelirken yolda "Ten'im" denilen yerde öleceğini hissederek sağ elini sol eline koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Resulünün. Resulün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş ve ruhunu teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabına ulaştığı zaman, "Medine'de vefat etseydi sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dini amaçla Allah rızası için yapılan her hicretin Allah ve Resulüne yapılmış bir hicret olduğunu da açıklamışlardır.
Mücahidler ile savaşa katılmayanların bir karşılaştırmasını yaptıktan sonra mücahidlere sağlanan ilâhî kolaylıklar cümlesinden olmak üzere seferde, korku halinde ve düşman karşısında ve belki hastalık ve yağmur gibi genellikle zaruret hallerinde namazın nasıl kılınacağını açıklamak ve bu suretle hem cihadın, hem namazın dindeki büyük önemini belirtmek için buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
101- Yeryüzünde sefere çıktığınızda kâfirlerin size bir kötülük yapacağından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Kuşkusuz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.
102- Sen onların aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer bir kısmı arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmur gibi bir eziyet erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda bir vebal yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Kuşkusuz Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
103- O korkulu zamanda namazı kıldınız mı gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep Allah'ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.
104- Düşman topluluğunu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız, kuşkusuz onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Kuşkusuz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
101- Yeryüzünde sefer ettiğiniz vakit. Görülüyor ki burada "Allah yolunda" kaydı açıkça konmamıştır. Dolayısıyla dış görünüşüne göre bu âyet gerek cihad, gerek hicret, gerek ticaret ve gerek başka herhangi bir neden ve amaçla yapılmış olan seferlerin hepsini kapsar. Bunun için âyetin mutlak olarak "yolculuk namazı" hakkında olduğu söylenmiştir. Bununla beraber âyetin yine cihad seferi ile ilgili olduğu sözün akışından açıkca anlaşılıyor. Bunun için burada mutlak olarak yolcu namazlarına bir işaret bulunsa bile asıl olarak daha sonra anlatılanların düşman korkusu ile ilgili olan savaş veya hicret yolculuğu olmasından âyetin hükmü, yolculuk halinde kılınan namazdan daha çok zaruret hallerindeki korku namazına dairdir. Yani savaş için yola çıkıp, yürüdüğünüz vakit kâfirlerin sizi fitne ve sıkıntıya düşüreceğinden korkarsanız namazı biraz kısa kesmenizde günah yoktur.
Bilinmektedir ki "kasr", çekip uzatmanın zıddı olarak kısıp kısaltmak demektir. âyetinde anlatılan namazı kısaltma işi iki şekilde düşünülebilir. Birisi rekatların sayısını kısaltıp dört yerine iki kılmak yani nicelikten kısaltmaktır ki, bir kısım tefsirciler bu mânâyı vermişlerdir. Fakat bu mânâ her namazda olmaz. Akşam ve sabah namazları bunun dışında kalır. Biri de namazda ayakta durma yerine oturma veya hayvan sırtında durma; rüku ve secde yerine de ima ile yetinmek gibi namazın sınırlarını, vasıflarını ve niteliklerini kısaltmak, yani nitelikten kısaltmaktır. Öte yandan kasr, durdurma ve alıkoyma anlamına da gelir. Bu durumda bu âyetin mânâsı, namazın bir kısmını kazaya bırakmak demek olur. Zâhiriyye bunun sadece ilk mânâda, yani rekatları kısaltmak mânâsında olduğunu söylemiş ve bu âyet gereğince seferde namazı kısaltmanın korku haline mahsus olduğu ve dolayısıyla seferde olan bir adamın kendisini güven içinde hissettiği durumlarda namazını tam kılması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Şafiiler de âyeti bu şekilde yorumlamış ve fakat "korku" kaydını koymaksızın seferde olan bir adamın dört rekatlı namazları iki rekat kılması caiz, fakat tam kılmasının daha iyi olduğu görüşüne varmışlardır.
Hanefilere gelince, onlar burada üç mânâ ihtimal dahilinde olmakla beraber, âyetteki "kısaltma"dan maksadın ikinci mânâ, yani nitelikte kısaltma olması gerekeceğini ve esasen sefer halinde dört rekatlı namazların iki rekat kılınması bir kısaltma değil, tam kılma olduğunu ve dolayısıyla daha fazla kılmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Zira Sahih-i Buhari'de de rivayet edildiği üzere namaz ilk farz kılındığı zaman evde oturma ve yolculuk hallerinde ikişer rekat olmak üzere farz kılınmış ve daha sonra evde oturma ve barış hallerinde öğle, ikindi ve yatsı namazları dört rekata çıkarılarak artırılmış ve yolculuk halindeki namaz asıl hali üzerine bırakılmıştır. Bu hüküm Kitapla değil, Sünnetle sabittir. Bu âyet ise özellikle korku hali şart kılınmış olduğundan işin bu yönünden bahsetmemiştir.
Onun için mutlak olarak seferle ilgili hükümleri buradan çıkarmaya kalkışmak doğru değildir. Âyette korku hali dışındaki durumlardan bahsedilmediği Şafiilerce de kabul edilmektedir. Dolayısıyla sefer halinde namazda "nicelikten kısaltma" ikinci derecede meşru bir ruhsat gibi görünse de gerçekte birinci derecede meşru bir azimet anlamında olduğundan burada ruhsat verilen kısaltmanın "nitelik kısaltması" olması gerekir. Bu yorum, Tâvus ve İbnü Abbas'tan da rivâyet edilmiştir. Hz Peygamber (s.a.v.)'in, yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku, gerekse emniyet hallerinde rekatların sayısını kısaltmış olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. Demek ki, herhangi bir yolcunun namazı esasen iki rekattır. Hz. Ömer'den rivâyet edildiği üzere, yolculukta emniyet ve güven hali var iken kısaltmak, "Bu, Allah'ın size vermiş olduğu bir sadakadır. Öyleyse siz de onun sadakasını kabul edin." hadisi gereğince, kabul edilmesi gereken ilâhî bir sadakadır. Korku halindeki kısaltma ise buna eklenen bir nitelik kısaltmasıdır ki, "Eğer korkuya düşerseniz yaya veya binekli olduğunuz halde kılınız." (Bakara, 2/239) âyetinde olduğu gibi korkunun derecesine göre yürüyerek eda etmeye veya îmâ ile kılmaya, bunlar da olamadığı takdirde kazaya bırakmaya uygundur. (o âyetin tefsirine bkz.)
Şimdi düşman karşısında durumun uygunluğuna göre, namazı kısaltmanın cemaatle yapılabilecek özel şekline gelelim:
102- Ey Muhammed! Sen bu korku halinde bulunan ve namazı kısaltmalarına izin verilen mücahidlerin içinde bulunup da onlara namaz kıldırdığın vakit içlerinden bir kısmı seninle beraber dursunlar, yani askeri önce iki kısma ayır; bir kısmı düşman karşısında beklesin, bir kısmı da seninle beraber namaza dursunlar. Ve namaza duranlar da silahlarını bırakmayıp yanlarına alsınlar. Bunlar secde edip rekatı bitirdiler mi arkanızdan düşman karşısına çekilsinler, ve kılmamış olan diğer kısım gelsin, ikinci rekatı da seninle beraber bunlar kılsınlar. Demek ki, kılınan namaz iki rekattir ve her rekata nöbetleşe bir kısım katılmıştır. Şu halde herbirinin ikinci rekatleri ne olacak? Savaşın başlaması gibi, korkunun şiddetlenmesini gerektirecek yeni bir durum ortaya çıkmadıkça ikinci rekatın da herbiri tarafından yine nöbetleşe tamamlanması gerekecektir. Durumun böyle olduğu Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti ile de açıklanmıştır. İbnü Ömer ve İbnü Mesud'dan rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) korku namazını kıldırdığı zaman âyette olduğu gibi ilk grup ile bir rekat ve diğer grup ile de bir rekat kılmış; sonra bu grup düşman karşısına gitmiş, yine önceki grup gelip ikinci rekatı kırâetsız kaza etmiş ve selam vermiş, sonra bunlar gidip yine ikinci grup gelmiş birinci rekatı kırâet ile kaza etmişler ve selam vermişler, bu şekilde her grup iki rekat kılmışlardır. Bununla beraber bu konuda başka görüş ve rivayetler de vardır.
Bu ikinci grup namaza gelirken uyanık ve dikkatli olsunlar ve silahlarını üstlerine alsınlar Öncekinde yalnız "silahlarını alsınlar" demekle yetinildiği halde burada "uyanık, temkinli ve dikkatli olmak," demek olan "hızr" in de ilave edilmiş olması, düşman karşısında yerlerini öbürlerine bırakırlarken son derece ihtiyatlı hareket etmek gereğini duyurup hissettirmek içindir. Çünkü, kâfirler öyle arzu etmektedirler ki, Siz silahlarınızdan ve eşyanızdan, savaş araç ve gereçlerinizden gafil olsanız, boş bulunsanız da üzerinize birdenbire bir saldırıverseler. İbnü Abbas ve Cabir'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştür. Sonradan "biz ne fena yaptık, niye o sırada saldırıvermedik" dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle peygamberine onların sırlarını bildirdi. Böyle iken eğer size yağmur gibi bir eziyet gelir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Yağmur ve hastalık gibi bir nedenden dolayı silahları üstünüze almanız çok zahmet verir veya silahı bozmak ihtimali bulunursa, o zaman namaz kılarken üstünüze almayabilirsiniz ve bunu yapmak günah olmaz. Demek ki böyle bir eziyet ve zarar bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak gerekli ve elden bırakmak günahtır. Bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatı bırakmayınız, kuşkulu durunuz. Namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli ve temkinli bulununuz, uyanık ve ihtiyatlı olunuz. Gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapınız. Düşmanın ani saldırısıyla karşı karşıya kalmayasınız. Burada Fahreddin er-Razî şöyle der: Bu âyet düşmana karşı dikkatli olup sakınılması gerektiğini anlattığından, olacağı zan ve tahmin edilen zararların hepsinden sakınılması gerektiğini gösterir. Bu suretle ilaçla tedaviye girişmek, bir kötülük ve zararı savmak için kendi eliyle çalışıp çabalamak, vebadan kaçınmak ve yıkılmak üzere olan bir duvarın altında oturmaktan sakınmak gerekir. Bunun "Hastalık bulaşması yoktur." hadisi ile çelişkili olduğu zannedilmesin. Dinî inanç açısından, bulaşmanın, hastalık ve ölümde gerçek ve zaruri bir etken olduğuna inanmak başka, onu yüce yaratıcının dilemesiyle tesir icra eden herhangi bir adi sebep gibi görmek ve bu nedenle sakınmak yine başkadır. Nitekim düşmandan sakınmak emredilmekle beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlatmamak ve bu suretle kuruntu ve heyecana düşürmemek ve kalbleri ancak Allah'a bağlatmak ve bununla beraber sebeplere önem verme emrini vurgulamak için, "Kuşkusuz Allah kâfirler için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." buyrulmuştur ki, Allah'ın kanunlarını inkâr edip ihmal etmek de bu tehdide dahildir.
Kelbî'nin Ebu Salih'ten rivayetine göre, Resulullah (s.a.v.) Enmaroğulları ile savaşmak için gazaya çıkmıştı. Vardılar bir yere konakladılar. Hiçbir düşman görmüyorlardı. İnsanlar silahlarını bıraktılar. Hz. Peygamber (s.a.v.) de silahını bırakıp büyük abdeste gitti. Dereyi geçti, hava çiliyor, yağmur serpiştiriyordu. Yağmur sonunda dere Rasulullah (s.a.v.) ile ashabı arasında bir engel oluşturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) oturup beklemeye başladı. Gavres b. Haris el-Muharibî onu gördü. "Seni öldürmezsem Allah beni öldürsün" deyip kılıcı yanında dağdan indi. Resulullah (s.a.v.) bir de ne görsün, adam gelmiş, kılıcını çekerek baş ucuna dikilmiş: "Şimdi ey Muhammed! Seni benden kim kurtaracak?" diyordu. Resulullah (s.a.v.) derhal, "Allah" dedi ve "Allah'ım, dilediğin yolla beni Gavres b. el-Haris'ten kurtar." diye dua etti. Gavres de Peygambere vurmak üzere kılıcıyla saldırdı, fakat iki küreğinin arasına bir sancı saplanıp yüzü koyun sürçtü ve kılıcı elinden fırladı. Hemen Resulullah (s.a.v.) kalkıp kılıcı aldı ve: "Ey Gavres! Şimdi seni benden kim kurtarır?" buyurdu. O da, "hiç kimse" dedi. O zaman Hz. Peygamber (s.a.v.): "Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür.' diye şehadet edersen ben de kılıcını sana veririm." buyurdu. Gavres: "Hayır, fakat hiçbir zaman seninle savaşmayacağıma ve sana karşı hiçbir düşmana yardım etmeyeceğime şehadet ederim." dedi. Resulullah (s.a.v.) da kılıcı verdi. Bunun üzerine Gavres:
"Vallahi, sen benden çok hayırlısın" dedi. Hz. Peygamber de, "Ben ona senden daha layığım" buyurdu. Bunun üzerine Gavres dönüp arkadaşlarına gitti, olayı anlattı. Bazıları imana geldiler. O sırada derenin suyu durmuştu. Resulullah (s.a.v.) da geçip ashabına olayı haber verdi. İşte, "uyanık olunuz" emri böyle ani bir baskına uğramaktan korunmak içindir.
Bu âyette açıklanan korku namazı Resulullah (s.a.v.)'a hitaben gelmiş olduğu ve Resulullah (s.a.v.)'ın imametiyle namaza bedel bulunamayıp başka bir imam da bulunabileceği için, bir rivayette İmam Ebu Yusuf bunun sadece Resulullah (s.a.v.)'a ait olduğunu ve ondan sonra korku namazının böyle bir imam ile kılınmayıp en az iki imam ile diğer namazlar gibi kılınacağını söylemiştir ki Malikîlerden İbnü Uleyye'nin görüşü de bu imiş. Fakat âlimlerin çoğu, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra imamların o makama geçen bir peygamber vekili olmaları nedeniyle, "Onların mallarından bir sadaka al ki, bu sadaka ile onları temizleyip arıtasın." (Tevbe, 9/103) emrinde olduğu gibi, hitabın peygamberden sonra devlet reislerini de kapsadığını açıklamışlardır. Nitekim Said b. As Taberistan'da korku namazı kılmak istediği zaman, "İçinizde Resulullah ile bir korku namazında bulunan ve şahit olan kim var?" diye sormuş; Huzeyfe b. el-Yeman kalkıp tarif etmiş o da o şekilde kıldırmıştı ki, içlerinde birçok sahabi de vardı. Ayrıca yine Abdullah b. Semüre başkanlığında Babil'e gaza ettikleri zaman o da korku namazı kıldırmıştı.
103- Şimdi bu namazı eda ettiğiniz, yani korku namazı kıldığınız; kılıp bitirdiğiniz zaman, arkasından ayakta ve otururken ve yatarken bütün durumlarda Allah'ı zikredin, onu anın. Hatta savaşa giriştiğinizde bile ayakta kılıç çalarken, dizleyip ok atarken, yaralanıp yere düştüğünüzde Allah'ı kalbinizden çıkarmayınız, dilinizden bırakmayınız. Başka bir mânâ ile, daha sonra işler kızıştığı, durumlar şiddetlendiği zaman namaz kılmak istediğinizde herbiriniz bulunduğunuz duruma göre, mesela, ayaktakiler ayakta, oturanlar oturduğu, yatanlar yattığı yerde olarak nasıl rast gelirse öylece ima ile kılınız ve bu hal içinde Allah'ı anınız. Bazı müctehitler burada bizzat savaş yapılırken bile, böyle ima ve zikirle namazın kılınacağını anlamışlarsa da, Hanefi imamların tercihine göre, fiilen savaşla meşgul olmak namaza engeldir. O zaman namaz kazaya bırakılır. Nitekim Ahzab savaşında Resulullah (s.a.v.) dört vakit namazı kazaya bırakmıştı.
Daha sonra savaş bitip gönül rahatlığına kavuştuğunuz, kalb leriniz huzur bulup durumlardan emin olduğunuzda vakti gelen namazı bütün rükun ve şartlarıyla güzelce kılınız, yahut savaş sırasında kılamadığınız namazları kaza ediniz. İmam Şafii hazretleri, "O karışık zamanlarda kılınan namazların hepsini tamamıyla kaza ediniz" demiş ise de, bu mânâ biraz uzak görünüyor. Açık olan, vakti gelenlerin edası veya kılınamayanların kazasıdır.
Zira namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. Yani düzenli ve belirli vakitlerde yazılı kesin bir farzdır. Ki bu vakitler Kur'ân'da, "Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl" (İsrâ, 17/78), "Hem de gündüzün taraflarından ikisinde ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl" (Hûd, 11/114), "Güneş doğmadan önce ve batmadan önce hamd ile rabbini tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzün etrafında da onu tesbih et." (Tâhâ, 20/130), "O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O'nun içindir. Günün sonunda ve öğle vaktine girince Allah'ı tesbih ediniz." (Rûm, 30/17-18) gibi âyetlerle öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah beş vakit olmak üzere tayin edilmiş, özel sınırlarıyla sınırlanması ve nasıl kılınacakları da Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklanıp izah edilmiş ve o zamandan beri yapılagelerek de müslümanlar arasında yapılması zorunlu görevlerden biri olarak korunmuştur.
Namazın böyle beş vakit ile takdiri, akıl ile bilinebilen şeyler açısından şu şekilde de izah edilmiştir:
Âlemin hayat akışında her şey beş mertebe geçirir:Birincisi, ortaya çıkma ve varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan da doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete "büyüme çağı" denir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır ve bu müddete "gençlik çağı" denir. Üçüncü mertebe "olgunluk çağıdır". Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü mertebe "yaşlılık çağıdır" ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder ve daha sonra bu izler de yok olur ve ortada adı ve izi kalmaz. İşte âlemde bu beş mertebe, gerek insanda ve gerekse diğer canlı ve bitki olaylarının hepsinde geçerlidir. Doğuşuna ve batışına göre güneş de bu beş hal ile ilgilidir. Doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve gizli eksilmelerle yavaş yavaş ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde yokmuş gibi bir hale gelir. Herkesin görebileceği bütün bu durumlar Allah'tan başka hiçbir gücün hakim olamayacağı garip işlerden olduğu için, yüce Allah bu beş halden herbirini bir ilâhî emre alamet kılarak herbirinde bir namaz farz kılmış ve bu beş vakit namazı her günkü değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, görevleri nizama koyan, vakti ve zamanı belli bir farz yapmıştır. Bunun içindir ki, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa, durumları da o oranda düzenli olur. Namaz hem bir intizam sağlama yolu, hem de rahatlama amacıyla yapılan bir şükran borcudur. Korku halinde kılınırsa ümidi, emniyet halinde kılınırsa neşe ve isteği artırır. Fakat o zaman da görev sadece bundan ibaret zannedilip de kalmamalıdır. Namazı güzelce kılınız.
104-Bununla beraber o kâfir topluluğunu takip edip peşinden gitmede gevşeklik de göstermeyin. Zayıf kalpli olmayın. Eğer siz bundan acı ve elem duyarsanız bilmelisiniz ki, onlar da sizin acı duyduğunuz kadar acı duyarlar. Fazla olarak siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyler umarsınız. Onlar az bir sermaye olan dünya hayatını ararken siz sonsuz sevap ve ahireti istersiniz. Sizin ümit sahanız onlardan çok geniştir. Onun için siz onlardan çok yüksek bir azim ve istekle cihad etmelisiniz. Allah her şeyi bilen ve her şeyi bir hikmete göre yapandır. Dolayısıyla Allah'ın emirlerine sarılıp ilim ve hikmet dairesinde hareket ediniz ki, umduklarınıza kavuşasınız.
Burada İslâm dininin ruhu ve Kur'ân'ın iniş hikmeti olan pek önemli bir mesele vardır ki, o da hak ve haklıya hakkını verme meselesidir. Kâfirlere karşı böyle cihad etme ve onları takip etme buyruklarını görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı, yapmadıkları şeyi "yaptılar" diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Bir dinin mükemmeliği hukuk anlayışının kapsamlı ve ciddi olmasında ve İslâm'ın en büyük gelişiminin de adalete dayanan kuvvetinin ortaya çıkışında aranması gerekir. Kâfirin inkârı, onun haklarına tecavüzü helal kılmaz. Hak dinin gereği, kâfirin dahi lehinde ve aleyhinde ancak Allah'ın indirdiği hak kanun, adalete dayanan hükümler ve ilmin gösterdiği yollarla hüküm vermektir.
Meâl-i Şerifi
105- Biz sana Kitab (Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!
106- Allah'tan bağışlanmanı dile. Şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.
107- Kendilerine hainlik edenleri savunma. Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez.
108- Bunlar, insanlardan (hainliklerini) gizlerler de, Allah'tan gizlemezler. Oysa O, geceleyin istemediği şeyi kurarlarken onların yanı başlarındadır. Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) kuşatmıştır.
109- Haydi siz dünya hayatında onları savunuverdiniz (diyelim). Peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?
110- Kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.
111- Kim bir kötülük işlerse, kendi nefsine kötülük etmiş olur. Allah her şeyi hakkıyle bilendir, hikmet sahibidir.
112- Kim bir hata veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
113- Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab (Kur'an)ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.
114- Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden(ler)inki hariç, onların aralarındaki gizli gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, yakında ona büyük bir mükafat vereceğiz.
115- Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.
116- Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar. Allah'a ortak koşan, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.
117- Onlar, Allah'ı bırakırlar da, yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar.
118-119- Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: "Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.
120- Şeytan onlara vaad eder ve onları boş umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey değildir.
121- Bunların varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulmak için çare bulamazlar.
122- İman edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?
123- (İş), ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kötülük yapan, o yüzden cezalandırılır. O, kendisine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir.
124- Erkek veya kadın, kim mümin olur da güzel amellerden işlerse, işte onlar cennete girerler. Zerre kadar da haksızlığa uğratılmazlar.
125- İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti.
126- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır.
105- Biz sana kendisinde şek ve şüphe olmayan bu en mükemmel kitabı, bu Kur'an-ı azimüşşan (şanı büyük Kur'an)ı hakk ile, Hak Teâlâ'nın insanlar üzerinde, insanların ferdî veya toplum olarak birbirleri arasındaki hukukun temelini içeren, özetle hakkı açıklayan, batıldan ve eğrilikten uzak ve sırf hak yolu, adaleti ve doğruyu gösteren bir hidayet düstüru olarak indirdik ki, bütün insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği hak ilim ve mutlak vahiy ile hükmedesin: İnsanlar arasında itikadî veya amelî her çeşit anlaşmazlıkların halledilmesinde Allah'ın kitabını, düstür ve vahyini, hüküm dayanağı edinip, hak ve hakikatle, hakkıyla hükmedesin ve ayırım yapmadan herkese kazandığı hakkını veresin. Yani kitabın asıl iniş hikmeti, insanlar arasında hükmetmek ve hakim olmak için, hakkı gösteren bir esas olması ve bunun Peygamber'e indirilmiş olmasının hikmeti de Peygamber'in Allah tarafından gelen vahyi ve vahiyden elde edilen ilmi başlı başına hüküm merkezi edinmesi ve vahyin geldiği hususlar da buna aykırı diğer sebepleri ve delilleri dikkat nazarına almamasıdır. Çünkü diğer deliller sırf zahirî (görünür) olduğu halde, vahiy temel hakka uygun, zorunlu bir ilimdir.
Demek ki hakimin görevi ne kendinin, ne de şunun bunun rey ve arzusunu değil, ancak hakkı (doğruyu) takip etmesi ve kesin olarak bildiği bir hakkın zıddına asla hükmetmemesidir. Burada hakimin bilgisinin muteber olduğuna bir delil vardır. Fakat bunun bir rey ve ictihad değil, bir ilm-i şuhudî (görmeye mahsus ilim) olması şarttır. Bunun için Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki, "Allah'ın bana verdiği rey ile hükmettim" demeyiniz, çünkü "Allah'ın sana gösterdiğiyle" demek vahiydir ve Peygamber'e mahsustur. Sizin kanaatınız ise ilim değil, nihayet bir zandır. Şu halde hakimler, sırf rey ve kanaatleriyle hükmedemezler, sebep (neden)lere ve sabit olan vasıtaların araştırılmasına ve onların delaletine uymaya mecburdurlar. Bununla beraber asıl maksat doğruya isabet olduğundan hakimin ilm-i şühûdî (görmeye dayanan ilim) ile bildiği bir hususta bilgisinin dışında hükmetmesi asla caiz olmaz.
İşte ey Muhammed (s.a.v.), sen Allah'ın gösterdiği vahy ile hükmet, hainlerin iyiliğine, yararına savunucu olma, yani kim olursa olsun, isterse ümmetinden olsun, isterse başka dinden olsun, hainleri savunmak için temiz olanlara düşmanlık etme; daha açıkçası hainler adına müdafaa vekili olma, avukatlık etme. Bu âyetlerin Beni Übeyrik (Übeyrik Oğulları) olayı hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifak ettikleri naklediliyor. Ebu Hayyan'ın nakline göre, "Kirmânî demiştir ki: 'Bu âyetlerin, Beni Zafer b. Haris'ten Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifakı vardır.' Ancak İbnü Bahr demiştir ki: 'Münafıklar hakkında indi ve bu "size ne oldu ki münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?" (Nisâ, 4/88) ilâhî sözüne bağlıdır". Übeyrik'in Beşir, Bişr, Mübeşşir adlarında üç oğlu bulunduğu ve bunlardan Beşir'in, başkalarına isnat ederek sahabe hakkında hicviyye söyleyen bir münafık olduğu rivayet edildiğine ve Tu'me denilen de bu Beşir olduğuna göre İbnü Bahr'in sözü de bu ittifaka aykırı değildir. Bunun için Razî, mutlak oluşu üzere der ki: "Bu ayetlerin çoğu Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsirciler ittifak etmiştirler." Fakat olayın durumunda birkaç rivayet vardır: Birisi: Tu'me zırhlı bir gömlek çalmış, istenince hırsızlığı bir yahudiye atfetmiş. İkincisi: Zırh kendisine emanet olarak bırakılmış, şahit de yokmuş, istenince inkâr etmiş. Üçüncüsü: İstendiği zaman yahudinin çaldığını iddia etmiş... Tefsircilerin çoğunluğunun tercih ettiklerine göre rivayetlerin özeti şudur: Ensar'ın yanında Zafer Oğulları'ndan Tu'me b. Übeyrik adında birisi, komşusu Katade b. Nu'man'dan bir gece bir un dağarcığı içinde bir zırh çalmış. Dağarcığın yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin adında bir yahudinin yanına bırakmış. Tu'me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına ve bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Un izini takip etmişler, yahudinin evine varmışlar ve bulmuşlar. Yahudi bunu kendisine Tu'me'nin getirip bıraktığını söylemiş ve yahudilerden şahitlik edenler de olmuş. Zafer Oğulları Peygamber'e gitmişler. Tu'me'nin temiz olduğuna ve yahudinin hırsızlığına şahitlik etmişler ve Tu'me'yi müdafaa edip müslümanlık adına yahudilerle mücadele etmesini rica etmişler, Resulullah da görünüşte müslüman olan Tu'me'nin yeminine ve bunların şahitliklerine dayanarak öyle yapmak istemiş, bunun üzerine Allah tarafından bu âyetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek Resulullah'ı irşad ve hata etmekten korumuştur. Buna karşı Tu'me Hakk'a teslim olup tevbekar olacak yerde Mekke'ye kaçmış ve dinden dönmüş. Önce Sülafe binti Sa'd (Sa'd kızı Sülafe) adında bir kadının yanına inmiş, Hz. Hassan'ın bir şiirinden dolayı kadın bunu kovmuş, sonra Selim Oğulları'ndan Haccac b. Allat adında birinin yanına gitmiş, orada da bir hırsızlık yapmış kovulmuş. Daha sonra yine hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış, altında kalmış, bir rivayette bununla da ölmemiş, Mekke'den çıkarılmış. Araplardan bir tüccar kafilesine karışmış, bunlardan da bir mal çalmış, kaçmış ve fakat tutmuşlar, feci bir şekilde öldürmüşler. Bundan dolayı da İslâm dininde dinden dönenlerin halini ve sonucunu gösteren "Her kim, hidayet kendisine belli olduktan sonra peygambere muhalefette bulunursa..." (Nisâ, 4/115) âyeti inmiştir. Şu halde iniş sebebine göre "hainin" (hainler)den maksad, bu Tu'me ve buna yardım edenler, genel olarak da bu gibi haksızlar ve ahlâksızlardır.
106-108- Şimdi hakimiyet hakkı meselesinin önemini, hakimlerin, şahitlerin, avukatların sorumluluklarındaki dehşeti anlamalı ki, Allah Teâlâ, görünürde İslâm'a ve kavminin istek ve şehadetine dayanarak Tu'me'yi savunmaya meyletmiş olmasından dolayı Peygamber'i hata etmekten korurken, daha doğrusu kendisine gaybı haber veren bir mucize bahşederken bir hakimin, bilmeyerek de olsa, açık sebeplere aldanarak da olsa, bir hain yararına meyledip zimmeti temiz olan (aklanmış) bir kimseye düşmanlık etmesinin, aslında bir kusur olduğuna işaret için o hainleri savunucu olma, ve Allah'a istiğfar et. Çünkü Allah affını isteyenlere gafûr, rahîmdir diye istiğfara davet etmeden diğer hatırlatmalara geçmemiştir. Allah'ın lütuf ve rahmetiyle hikmet ve peygamberlik sayesinde böyle bir kusur ve hatadan koruduğu, sonra iyilikle anılacaksa da, ilk önce istiğfara davet edilmesi her halde bir belağatlı azarlamaya işaret eder. Şu halde bu belâğatlı azarlamayı hainlerin hainliklerini, haksızların haksızlıklarını bile bile zulüm ve hainliğe yardım edenlere ve bir menfaat hissi veya taassup ve yağcılık sebebiyle haksızlığa imrendirip ve teşvik edenlere ve aynı şekilde hükmünde, Hakk'ın hükümlerini esas almayıp kendi rey ve arzusuna tabi olanlara karşı şiddetini tasvir etmek mümkün olmayan gayet dehşetli bir tehdit ve korkutmayı ve tevbeye teşviki içine alır. Bunun için bu şiddet ve akıcılıkla hatırlatmaya devam olunarak buyuruluyor ki: Kendilerine hainlik edenler tarafından veya onlardan dolayı mücadele etme. Böylelerinin ne himaye eden vekili ol, ne şahitlikleriyle hükmet.
Nefsine hainlik, kendini aldatmak, bir gelir sağlıyor zannıyla bir zarar getirmektir. Bunun için bir insanın günah işlemeye gayret ederek kendini azaba maruz kılması, kendini aldatmak ve Allah'ın emaneti olan nefse hainlik etmektir. Haine taraftar olmak da nefsine bir hiyanettir. "Allah, günahkâr ve hain olan kimseyi sevmez." "Havvan", pek hain, "esîm", pek günahkâr, yani hainlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen demektir. Bu ifade de, ısrar ve alışkanlıktan çekindirme ve tevbeye bir teşvik vardır. Burada nefse hainliğin bir şeklini izah ve kendilerine hainlik edenlerden belli bir kısmın tasviri vardır ki, bunlar Allah'ın razı olmayacağı sözler söylerler ve bunu yaptıkları zaman, Allah yanlarında iken, O'ndan gizlemezler, Allah'a karşı bunu yapmaktan çekinmezler de insanlardan gizlerler. Yukarda da açıklandığı üzere "tebyit" kelimesi, "beytûtet"ten veya "beyt"ten alınmıştır. "Beytûtet"ten olduğuna göre, bir işi geceleyin düşünmek, geceletmek, gece karanlığında yapmaktır. "Beyt"ten olduğuna göre de, bir sözü manzum bir beyit, bir şiir yapar gibi uğraşıp uydurmak, tanzim etmeye çalışmaktır. Bu gibi kimseler de zihinlerinde veya aralarında kötü fikirler tertip ederler. Bunları herkesten gizli tutmak için geceleri kendilerine mahsus gizli yerlerde toplanarak veya veznine, konusuna uydurup beyit tanzim eder gibi çalışarak ve süsleyerek Allah'ın razı olmayacağı bir takım kararlar verirler, yalan-yanlış şeyler uydururlar ve bunları yaparken Allah'tan korkmazlar, onu hiçe sayarlar da insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar ne yapıyorlarsa Allah hepsini kuşatıcıdır. Hiçbirini kaçırmaz, erinde, gecinde cezalarını verir, böyle yapanlar sonunda kendilerini aldatmış, nefislerine hainlik etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Yaptıkları fenalık, bulundukları muhitin içindedir. Tu'me gibi hainleri müdafaa ve himaye etmek isteyenler de bu gibiler arasında bulunduğu için bu tasvir üzerine çeşitli uslubda hitap ile ve onlara sözü çevirerek buyuruluyor ki:
109-Ey hainleri savunanlar! İşte siz, onlarsınız, o kendilerini aldatan, nefislerine hainlik eden kimselersiniz ki, bu dünya hayatında o hainler tarafından mücadele ettiniz. Haydi dünyada bunu yapabilirsiniz.
Fakat böyle yapmakla onları gerçekten kurtardınız mı? sonra "Kimsenin, kimse yerine hiçbir şey ödeyemeyeceği bir gün" (Bakara, 2/123) olan kıyamet gününde o hainler tarafından kim mücadele edecek? Veya onlar üzerine kim himayeci vekil olacak? Bütün o amelleri kuşatan Allah Teâlâ'nın azabına karşı onların himayesini, avukatlığını kim üzerine alacak düşünmüyor musunuz? Şu halde siz dünyadaki bu mücadelenizle o hainleri kurtarmış olmadığınız gibi, tersine onların sorumluluklarına iştirak ederek nefsinize hainlik etmiş ve kendinizi aldatmış oluyorsunuz. Ve Allah Teâlâ Peygamberine buyurduğu için, kendinizi onun şefaatinden de mahrum etmiş bulunuyorsunuz. Bununla beraber bu böyledir diye ümidinizi kesip de kendinizi büsbütün hainliğe kaptırmayınız, hemen tevbe ve istiğfar ediniz.
110-111- Çünkü her kim başkasına bir kötülük yaparsa, veyahut kendisine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar ederse Allah'ı bağışlayıcı ve merhamet edici bulur. Fakat, "adam sen de, Allah gafüru'r-Rahîmdir." diye, kibire kapılıp da günahı hafif görmemelidir. Zira her kim bir günah kazanırsa, onu ancak nefsine kazanmış olur. O günahı ile bozulan kendi nefsidir. Ve onun zarar ve vebalini çekecek olan ancak kendisi olur. Ve bunun için her günah, nefse bir hainliktir. Günahtan kaçınmak gerekir. Çünkü Allah affedici ve esirgeyici olmakla beraber "Allah her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir" de, ilmi ile her şeyi, herkesin her maksadını, gizli, açık her günahını bilir, hikmetinden dolayı da her günahı işleyene isnad eder, cezasını ona çektirir.
112-O halde her kim bir hata veya günah kazanır da sonra bu kazandığını hiç ilgisi olmayan temiz bir kimseye atarsa, muhakkak ki bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur. "Hatie" (hata) ile "ism" in ayırımında üç şekil vardır: Birincisi, "hatie", küçük günah; "ism", büyük günahtır. İkincisi, "hatie", yapanda kalan küçük günah; "ism" ise zulüm ve öldürme gibi başkasına tecavüz eden geçici günahtır. Üçüncüsü, "hatie", gerek isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması layık olmayan; "ism" ise, isteyerek meydana gelendir. Demek ki, başkasına iftira edilen günah, gerek büyük, gerek küçük olsun, her iki takdirde iftiranın kendisi pek büyük bir günahtır. İftiranın mahiyeti birdir. Başkasına, yapmadığı bir kötülüğü iftira etmek, aslında ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi günahını başkasına yüklemek, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir. Bundan dolayı bütün bunlardan kaçınmak ve şayet böyle bir şey olmuşsa, derhal tevbe ve istiğfar edip helallaşmak lazım gelir.
Bu hatırlatmalardan sonra, böyle nefislerine hainlik edip geceleri fitne kurmakla meşgul hainlerden bir kısmının Allah'ın Resulü'nü bile gaflete düşürmek ve sapıtmak istediklerini haber vermek ve buna karşılık Resulullah'ın Allah Teâlâ'nın lutfuyla masum olduğunu ilân ve yüksek mevkiini açıklamakla şükür ve mücahedeye sevketmek için geçmiş azarlamanın sırf nimet olduğunu gösteren özel bir lütuf ve iltifat ile buyuruluyor ki:
113-Ey Muhammed! Üzerinde Allah'ın lütfu, yani her nimetten fazla bir nimet olan nübüvvet (peygamberliğ)i ve rahmeti, yani hıfzetmesi ve koruması olmasaydı o hainlerden bir güruh seni muhakkak şaşırtmak istemişlerdi. Zira Tu'me'nin kavmi, onun hırsız olduğunu bildikleri halde Peygamber'e gelmişler, onu müdafaa ve mücadele ile beraet ettirmesini (temize çıkarmasını) ve hırsızlığı yahudiye isnat etmesini istemişler ve bu şekilde batıl ve yanlış bir hüküm verdirmek istemişlerdi. Halbuki onlar bununla başkasını değil, ancak kendilerini sapıtıyorlardı. Günah ve düşmanlığa yardım ve yalan yere şahitlik ve iftira ile kendilerini sapıklığa düşürüyorlar, şu anda ve gelecekte sana bir zarar yapmış olmuyorlardı. Çünkü sen hükmünü, zahir-i hal (durumun görünüşün)e dayandıracaktın ve aksi bilinmedikçe ve sabit olmadıkça bir hakimin vazifesi de zahir (görünüş) ile hükmetmek olacağından, o hükmün sorumluluğu sana ait olmayacaktı. Halbuki sen bu kadarla kalmış değilsin Allah sana kitap ve hikmet indirdi, ve bilmediğin sırları ve gerçekleri sana bildirdi. Kitap, her delilin üstünde bir delil; hikmet, ilim ve amelde hak (doğru) ve sevaba isabet için en büyük bir haslet ve bu, ilm-i ledün (Hak katından gelen bilgi) görünenin ötesini gösteren ve zahir ve batında hatadan ve zarardan koruyan bir ilâhî rahmet, bir ayn-i yakin (gözle görerek kazanılan kesin bilgi), ve bu şekilde Allah'ın sana lütfu büyük oldu. Şu halde sen, umumi peygamberlik ve tam riyaset (başkanlık)le zahir (dış) ve batın (iç)da hatadan korunmuş olarak hükmedersin ve sana hiçbir şekilde bir zarar gelme ihtimali yoktur.
114-O hainlere bakma onların fısıltılarının, gece fesatçılık etmek için toplanıp gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bu arada sadaka veya bir iyilik veya insanlar arasında bir ıslah emredenler, bu üç maksaddan biri için toplanıp gizlice konuşanlar hariç. Ve her kim bunları Allah rızası için yaparsa yarın ona büyük bir ecir veririz. Demek ki başka bir maksatla değil, Allah rızası için olmak şartıyla bu üç maksaddan birisi için toplanma aktedip gizlice konuşmak, istişare ve müzakere etmek caiz ve hatta mendubtur. Bunların dışındaki toplanmalarda ve gizli müzakerelerde ise hiçbir hayır yoktur. Müminlerin bunlardan sakınmaları ve bu gibi toplantılara iştirak etmemeleri ve hatta yasaklamaları gerekir.
Sadaka, Ma'ruf (iyilik), Islah-ı beyn (arayı düzeltmek) : Bu üç kelime hayırlı işlerin hepsini içerir. Zira insanlara geçen hayırlı amel, ya menfaatin ulaşması veya zararın defedilmesi içindir. Menfaat ise, ya mal vermek gibi cismanidir ki "sadaka" ile bu çeşide işaret olunmuştur. Veya ruhanidir ki emr-i bi'l-maruf (iyiliği emretmek) ile de bu çeşide işaret edilmiştir. İnsanlar arasını ıslah etmek de, zararı defetme kısmına işarettir. Görülüyor ki bütün bunlarda sevab vaadi emre değil, "her kim yaparsa" diye fiile bağlanmış ve Allah rızası için olmakla da kayıtlanmıştır.
115- Her kim bu şekilde kendisine hak ortaya çıktıktan (yani yukarda geçtiği üzere kitap, hikmet ve Hak'dan gelen ilim ile gerçeği açıklayarak peygamberlik ve Muhammedî hakimiyeti isbat ve açıklayan gayba ait mucize ve ilâhî hidayet anlaşıldıktan) sonra Peygamber'e karşı çıkar, ve müminlerin yolundan başkasına uyarsa, biz onu döndüğü tarafa çevirir, ve cehenneme basarız, ve fakat bilir misiniz o cehennem ne kötü bir yerdir? ". Bu âyet yukarda nakledildiği üzere Tu'me'nin hainliği ilâhî açıklama ile ortaya çıkınca Hakk'a kendini teslim etmeyip Mekke'ye kaçması ve dinden dönmesi üzerine inmiştir.
"Şikak" ve "müşakka" kelimeleri, "şakk" dan türemiştir, "ayrılıp muhalefete geçmek" mânâlarına gelir.
Müminlerin yolu, itikad (inanç) ve amelde müminlerin tuttuğu tevhid yolu ve sağlam dindir ki, Allah'a, Allah'ın Resulü'ne ve ulu'l-emre itaat yoludur. Bundan başkasına tabi olmak da tevhid yolundan çıkmaktır, müminler yolu olmayacağı bellidir. Şu halde Allah'ın Peygamberi'ne karşı çıkmak, müminler yolundan başkasına gitmek demek olacağı açık olduğu halde, bunun diye ayrıca açıklanması, elbette dikkate şayandır. Demek ki, Allah'ın Resulü'ne ittiba (uymak) gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Resulullah'dan kesin delil (nass-ı kat'i) gelen hususlarda Resulullah'a karşı çıkmakla müminlerin yoluna gitmemek mütelazim (birbirinden ayrılmayan) ve aynı şey ise de nass (dini delil) gelmeyen hususlarda bu telazüm (beraberlik) açık değildir. Müminler (Nisâ, 4/83) nassına uygun olarak ittifak ve icma ile bir yol tuttukları zaman bazı kimseler müminlerin tuttuğu bu yola karşı çıktıkları halde Resulullah'a doğrudan doğruya karşı çıkma ve muhalefet etme mevkiinde bulunmamış olduklarını iddia edebilirler. İşte dan sonra kaydının açıklanması bu ikisinin bizzat matlub ve gerekli bulunduğunu, yani Resulullah'a karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler yoluna gitmemek de Resûlullah'a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça anlatmış ve buna binaen icma-ı ümmet (İslâm bilginlerinin ittifakı) ile dahi doğrunun ortaya çıkacağını ve ona da uymanın farz olduğunu göstermiştir. Bunun için Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bilginleri, bu fıkrayı icma-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlar ve delalet yönünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. "İttiba" kelimesi de asıl meselenin uyma esası üzerinde cereyan ettiğini gösterir.
"İslâ" kelimesi, bir şeyi yakmak için ateşe atmak ve ateşe atıp durdurmaktır. İşte doğru yol ortaya çıktıktan sonra Peygamber'e karşı çıkan ve müminler yolundan başkasına uyan mürted (dinden dönen)in sonu budur. Bunu geçici sanmamalı ve yalnız Tu'me gibi dönmelere de mahsus zannetmemelidir.
116-Çünkü "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." Yukarda ve yine bu sûrede bu âyetin benzeri kitap ehli hakkında geçmiş ve açıklanmıştı. Burada da Tu'me gibi dönmelerle beraber kitap ehlinden başka olan küfür ve şirk ehli açısından sevkolunmuştur. Bunun için orada "Mesih Allah'ın oğludur", "Uzeyr Allah'ın oğludur" gibi, oğul isnat ve iftirasına işaretle "Kim Allah'a şirk koşarsa mutlaka büyük bir günah ile iftira etmiş olur." (Nisâ, 4/48) buyurulduğu halde, burada şöyle buyuruluyor: Her kim Allah'a ortak koşarsa artık derin bir sapıklık ile sapıklığa düşer gider. Yani öyle sapıtır öyle sapıtır ki, doğru yoldan pek uzaklara düşer, ilâhî mağfiret ve rahmetten uzaklaştıkça uzaklaşır. Şu halde şirk (Allah'a ortak koşmak), hem Hakk'a bir iftira ve büyük günah, hem de derin bir sapıklıktır. Ve her iki şekil de büyük zulümdür. Bununla beraber bazı müşrik (Allah'a ortak koşan)lerde iftira durumu açık, bazılarında da sapıklık durumu açıktır. Bunun için her birinde affedilmemek, yerine göre bir sebebe bağlanmıştır. Kitap ehlinin şirki, sapıklıktan çok, bir iftira eseri; diğerlerinin şirki iftiradan çok bir sapıklık eseridir. Şu halde biri ahlâksızlığa, biri de cehalete dönüyor demektir. Ve bunların her ikisinin de tevbesiz affedilmesi mümkün değildir. Fakat bilgisizlikten doğan şirk sahiplerinin ilmî ve aklî gelişmeler ile şirkten vazgeçmeleri düşünülebildiği halde, sırf ahlâksızlıktan doğan şirk erbabı, ilimde ilerledikçe azgınlık ve sapıklığını artırır, iftirasına devam etmek için daha çok vasıta bulmuş olur. Bundan dolayıdır ki, kitap ehli hakkında "O kitap verilenlerin ihtilaf etmeleri ancak kendilerine ilim geldikten sonra olmuştur." (Âl-i İmran, 3/19) buyurulmuştur. Gerçi ilmin, ahlâkı düzeltmek hususunda büyük önemi vardır. Fakat ahlâk işi, ilimden çok bir irade ve ihtisas işi olduğundan, iman için sadece bilgi yetmediği gibi, ahlâka ait teminatlar için de sadece ilim yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı, hiç bir kimse hakkı bilirken yalan söyleyemez, tersine hareket edemezdi. Bir gaflet, bir şehvet, bir öfke, bir haset, bir alışkanlık, bir ümit, bir ümitsizlik, bir gurur, bazan bir kimseye pek iyi bildiği bir gerçeğin ve hatta bütün bildiklerinin tersini yaptırmaya yeterli olur. "İnsan bir hakkı anlar da kabul etmez olur mu?" diyenler, herhangi bir yalancının, doğrusunu bilip dururken yalancılık ettiğini ve herhangi bir dolandırıcının bilerek dolandırdığını düşünemeyenlerdir. Bunlara, "Öyle ise kesenizi önünüze gelen adama teslim eder misiniz?" denirse, "hayır" diyeceklerinde şüphe yoktur. Aynı şekilde, "bütün kötülüğün başı bilgisizlikte ve eğitimsizliktedir" diyenler, zeki veya tahsil görmüş şerlilerin şerrinden daha çok korktuklarını hesap etmeyenlerdir. İblis bunun en büyük örneği, şeytanlık da bu mânânın menba ve kaynağıdır. Cahillerin şirki de esasında böyle şeytanlık yapan hainlerin hakkı bozmakla tezvir (yalan-dolan) ve iftiralarına aldanıp kapılmalarının eseridir. Aldatma araçlarının en tesirlisi şehvet ve şehvete çağıranın en heyecan vericisi ise kadındır. "İnsanlara, kadınlardan gelen şehvet sevgisi süslü gösterildi" (Âl-i İmran, 3/14).
117-İşte Nisâ sûresinde şirk ehlinin iki çeşidi, birbirine benzeyen iki âyette, iftira ve sapıtma durumlarıyla tesbit edilerek affolunmamakta, birleştirildikten ve bu şekilde buradan yukarıya dikkat çekildikten sonra bunların derin sapıklıkları Nisâ sûresinin konusu ile uygun olmak üzere şu şekilde açıklanıyor:
Allah'a ortak koşanlar Allah'ı bırakarak ancak inâs (dişiler)a dua ederler, kancıklara çağırır ve kancıklara taparlar, onların en çok taptıkları, gönül verip yalvardıkları veya adına davet ettikleri tanrıları kancıklar olur. Bunların nazarında ilâh düşüncesi, mabud tasavvuru, her şeyden önce bir kadın hayalidir. Ve bunun içindir ki, putların çoğunluğu dişi şeklinde, dişi ismindedir. Bunlar nefislerinden başka bir fail (yapıcı) görmek istemediklerinden, tanrılarını etkin, hakim, faal olmak üzere değil, kendilerine itaat etmek mevkiinde bulunacak, isteklerine boyun eğecek dişi unsurlarda alıngan durumlarda ararlar ve bu ruh halinden dolayıdır ki, bir işte kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları ve acizleri seçerler. Tefsirciler burada "inas" kelimesini, hakiki olmayan müennes (dişi) mânâsıyla "asnam" (putlar) diye yorumlamışlar ve bununla inas (dişi) şeklinde süslenir, dişi isimleriyle anılır bir takım putlara tapıldığını göstermişlerdir. Arap müşriklerinin "el-Lat", "el-Uzzâ", "menât" gibi kadın isimleriyle isimlenmiş bir çok putları vardı ki, "el-Lât", "el-Lâh"ın dişisi; "el-Uzzâ", "el-Aziz"in dişisidir. Ve denilmiştir ki, Arabın her kabilesinin bir putu vardı. Ve "filan oğullarının unsâsı, filan oğullarının unsâsı" diye anarlardı. Yani puta unsa (dişi) derlerdi. Yunanlılar ve diğerleri gibi putperest toplumların putlarının çoğunun da dişi olduğu bilinmektedir. Şu halde bu mânâ aslında doğrudur. Fakat bunu anlamak için "inas" kelimesini hakiki mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Her hayal, bir gerçeğin yansıması olduğundan, bu hal "inas"a çekilmenin bir neticesi olarak düşünmek ve "inas"ı hakiki mânâsıyla mütalaa etmek hem asıldır, hem de âyetin ifade ettiği mânânın ruhuna daha uygundur. Yani müşrik ruhunun, tanrıdan gayesi kadındır. Onun kanaatince tapınmanın en büyük misali kadına tapmadır (culte de femme), o bütün zevkini, bütün ilhamını kadından almak ister, kadın zevki onun için en büyük lezzet olur. Onun bütün hayallerinin başında bir kadın hayali vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların ve hele pek çok putların kadın ismiyle isimlendirilmiş olması da kadına tapmanın rûha hakim olmasından doğmuştur. Putların yerleri buna bir remiz, bir timsal olmaktan ibarettir. Bu şekilde fevkalade veya hayal edilen güzellerin resimleri genelleştirilerek, onların hayalleri karşısında, diğer kadınlar hakir görülür. Ve en çirkin bir kadının, en güzel bir puttan daha kıymetli olması gerekirken, tanrısını kadın kabul eden müşriklerin elinde gerçek kadınlar öyle bir aşağı düşerler ki, hürmet şöyle dursun, en basit insani haklardan bile mahrum edilirler. Davaya bakarsınız kadın herşeydir, tatbikata bakarsınız kadın oyuncakların en düşüğü olmuştur. Bu hal müşriklerin öyle bir sapıklığı ve şeytanların öyle bir aldatmacasıdır ki, herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir kadın tasavvuru karıştırırlar. Güneşe taparlar, dişi tasavvur ederler. Yıldıza taparlar, dişi tasavvur ederler. Meleklere taparlar, dişi tasavvur ederler ve bu şekilde bütün tapmanın zevkini şehvetlerde toplayıp, hakları, gerçekleri hayallere feda ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayak altında süründürürler.
Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, tapmanın bir sevgi ve ümid, bir de korku ve saygı yönü vardır. Dua, her şeyden önce, sevgi ve ümid ifade eden bir ibadettir. Halbuki müşriklerin, korku ve saygı tanrıları da yok değildir. Ve böyle korku ve dehşet tanrıları da çoğunlukla erkeklerden seçilmiştir. Nitekim Arapların da Hübel ve Zü'l-Huleysa gibi erkek isimli putları da vardı. Bunlardan kaçılır ve şerlerinden kurtulmak için tapılır. Bu, gerçek bir tapma değil, bir çeşit yağcılıktır. Bunlar, bir velî olmaktan çok, bir nasîr (yardımcı) gibi tutulur ve birinin şerrinden, diğerinin kuvvetine sığınılır. Müşriklerin karşısında birer kadın kesilirler ve bir kahramana boy gösterisi yapan veya sığınan kancık bir kadın halinde döşenir, yalvarır, yaltaklanırlar. Şu halde tahsisi, nasıl doğru olur denilmemelidir. Önce akla böyle bir soru gelmemesi için mutlak mânâda "İbadet ediyorsunuz." buyurulmamış, "Dua ediyorlar." buyurulmuş ve bununla müşriklerin derin sapıklıkları asıl sevgi ve ümid yolundan başlamış olduğu anlaşılmıştır. İkinci olarak istisnâ-i müferrağı, duanın mef'ûlü olduğu gibi, failinden hal olması da caiz olacağından, müşriklerin Allah'ı bırakmakla O'nun gücünden çok aşağı olan kuvvetler karşısında inâs (dişi) durumuna düştüklerine de işaret olunmuş olur.
Evet, müşrikler Allah'ı bırakırlar da ancak "inas" (dişi)a dua ve ibadet ederler. Veya Allah'ın kudreti altındakilere kadın gibi yalvarırlar, ve böyle yapmakla inatçı şeytana dua ve ibadet etmiş olmaktan başka bir şey de yapmış olmazlar. Bunu onlara yaptıran, teşvik eden şeytandır. Onların dişiye tapmaları ya şeytana tapmanın aynı veya başlangıcı veya sonucudur. En yüksek sevgilerini bir Allah'a tahsis etmeyip de kadınlara tahsis etmiş olanlar, şeytana aldanmaktan, şeytana kul olmaktan kurtulamazlar. Nitekim "Kadınlar şeytanın ağlarıdır" denilmiştir. Şeytanlar başka yol ile aldatamadıklarını en çok kadınla aldatırlar. Bu şekilde müşriklerin putlara tapışları da şeytanın emridir. Aynı şekilde bütün hareket ve kuvvetin kaynağı olan Allah'ı bırakıp da O'nun dışındakilere kadın gibi yalvaranlar, kendilerini inatçı bir şeytana teslim etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
"Merîd" ve "mârid", hayır ile ilgisi yok demektir. Türkçede buna bozulmuş olarak "meret" denilir. Bu maddenin aslî terkibi, kaypaklık mânâsıyla ilgilidir. Nitekim emred, yalabık; " Sırçadan yapılmış yalçın sırça saray" (Neml, 27/44) ; mürada', ot bitmez kumsal yer veya kasığında kıl bitmez kadın; şecere-i müradâ', yaprağı dökülmüş çıplak ağaç demektir.
118-120-Öyle bir inatçı şeytan ki Allah onu lanetlemiş, hayır ile ilgisini kesip kendinden uzaklaştırmıştır. O da Allah'a yemin ederek demiştir ki elbette ben senin kullarından muayyen, mukadder bir nasib alacağım ve elbette onları haktan şaşırtıp saptıracağım, ve elbette onları kuruntulara düşüreceğim, yani dipsiz emeller, boş ümitler, yalan sevdalar, batıl düşünceler, idealler, umumcamalarla imrendireceğim, ve elbet onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını doğrayacaklar, bu şekilde Allah'ın helal kıldığını haram kılacaklar. Araplar bir dişi deve beş defa doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını dilerler ve artık ondan faydalanmayı haram sayarlardı. Bazı tefsirciler de demişlerdir ki, putlara ibadet için kurbanlık nişanesi olmak üzere hayvanların kulaklarını keserler ve bu, bir küfür iken ibadet zannederlerdi. ve muhakkak emredeceğim de Allah'ın hilkatini değiştirecekler. Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle sokacaklar, fıtratının kemaline götürecek yerde bozacaklar, çığırından çıkaracaklar. Tefsirlerde gelen misallere bakarak kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar; bıyıklarını sakallarını yolacaklar, yüzlerini boyayacaklar, kılıklarını değiştirecekler; kulak; burun kesip göz çıkaracaklar, erkekleri iğdiş edip hadım ağası yapacaklar, uzuvlarını yaratılış görevlerinin dışında kullanacaklar; nikâh yerine zina edecekler, temizi bırakıp pisliklere koşacaklar, menfaati bırakıp zararı seçecekler, ciddilikleri atıp eğlenceye heves edecekler, vazifeden kaçıp oyuna gidecekler; doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar; helâla haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler; hayır yerine şer işleyecekler, imar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar edecekler; kanun-ı ıstıfa (seçme kanunu)yı kötüye kullanmak sûretiyle yaratılışın zıddına alışkanlıklar edinecekler, yaratılış kanunu zıddına işler yapacaklar, ruhlarının yaratılışındaki selamet ve saflıklarını bozacaklar, hak kanunu "Allah'ın, insanları, kendisine göre yarattığı fıtratı" (Rûm, 30/30) olan kuvvetli dini, doğru yolu, Hakk'a tapmayı bırakacaklar; yaratılanı yaratıcı yerine koyacaklar, tevhidden çıkacaklar, batıl dinler ve fikirler arkasında koşacaklar, şuna buna tapınacaklar, şeytanlık peşinde dolaşacaklar, "Allah'ın yaratmasının değiştirilemez" (Rûm, 30/30) olduğunu bilmeyecekler, bilseler bile tanımayacaklar.
O inatçı melun şeytan lanetlenince Allah'a karşı bu beş sözü haliyle veya sözlü olarak yemin ile söyledi! Bu şekilde Allah'ın kullarına musallat olarak onlardan belli bir hisse almaya karar verdi ki, işte şirkin başı ve sapıklığın kaynağı budur. Kâinat içinde insanlara düşman olan ve insanların kalbine nüfuz ederek onları hak ve hayırdan şaşırtan melun bir geçici kuvvet vardır ki, Allah'ın emrine ilk isyan eden ve insanların aklını şaşırtan odur. Ve o inatçı şeytan Allah'ın lanetini ve bu sözleri söylemek kötülüğünü üzerinde toplayan böyle bir melundur. Ve müşrikler dişiye tapmakla veya dişi durumuna düşmekle böyle bir şeytana tapmış olmaktan başka bir şey yapmazlar. Halbuki, Allah'ı bırakıp da şeytanı veliyyü'l-emr (amir) edinenler, Allah'ın emrini dinlemeyip şeytana itaat edenler, artık çok açık bir şekilde zarar ederler. Zira şeytan onlara devamlı vaadlerde bulunur, arzular verir, ağızlarının suyunu akıtır, fakat o melun şeytan onlara gururdan başka bir şey vaad etmez.
"Gurur", insanın pek hoş bir şey buldum sanarak keyiflenip, sonra onun çok fena bir şey olduğunu anlayarak acı duyması, önceden yalan yere sevinip sonradan ciddi olarak yerinmesi, yani aldanmasıdır ki, şeytanın bütün vaadleri ve aldatmacaları hep böyle bir gururdan başka bir şey ifade etmez.
121- İşte bunların, o şeytanı dost edinen gururluların şeytanla beraber varacak yerleri, sonra varıp girecekleri yer cehennemdir. Ve ondan kurtulup kaçacak hiçbir yer bulamayacaklardır. Şeytan melun olduğu için ebedî olarak affolunmaktan hissesi yoktur. Şeytanın hissesine düşmüş, tuzağına geçmiş olan o müşrikler de, o melunun arkasında derin sapıklıklarla sapık ve affedilmekten mahrumdurlar. Meğer ki fırsat elde iken tevbe ve istiğfar edip, şirkten ve şeytanı dost edinmekten vazgeçmiş olsunlar. O zaman "Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." (4/116) hükmüne girerler.
122-Bunlara karşı iman edip iyi işler, salih ameller yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, orada ebedî olarak kalacaklar, bu da Allah'ın verdiği vaaddir. Ve doğru olduğunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123-124-Ey müslümanlar! Allah'ın hakkıyla vaad ettiği bu cennete girme gayesi; ne sizin kuruntularınızla olur, ne de kitap ehlinin kuruntularıyla. Naklonuyor ki, müslümanlarla kitap ehli birbirlerine karşı öğünmüşler, her biri Allah katında kendilerinin daha hayırlı olduğunu iddia etmiş, kitap ehli: "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden önce, kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz İbrahim'in dini üzereyiz" demişler. Yahudiler, "cennete ancak yahudi olanlar girecek"; Hıristiyanlar da, "Ancak Hıristiyan olan girecek" diye iddia etmişler. Müslümanlar da: "Bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden sonradır ve peygamberlerin sonuncusudur, kitabımız da sizin kitabınızdan sonra ve onlara hakimdir. Ve biz İbrahim, İsmail ve İshak dini üzereyiz, cennete ancak bizim dinimizde olanlar girecek" demişler. Bunun üzerine bu âyet ve devamı inmiş ve böyle kuru kuru öğünmelerle soyut arzular, kuruntular, ümitler, temennilerle cennete girilemiyeceği anlatılmış ve onun yolu gösterilmiştir. Allah'ın bu vaadine ermek için sadece kuruntu ve temenni kâfi gelmez, zira:
Gerek müslüman ve gerek kitap ehli, gerekse diğerlerinden her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır, ya dünyada veya ahirette veya her ikisinde onun bir cezasını görür ve kendisine Allah'tan başka ne sığınacak bir dost, ne de kurtaracak bir yardımcı bulamaz. Erkekten olsun, dişiden olsun, her kim de mümin olarak güzel güzel ameller işler, yarayışlı işler yaparsa, işte bunlar cennete girerler ve bir nıkır (çekirdekteki küçük oyuk) kadarcık bile zulmedilmezler. Yani en küçük, çok önemsiz bir ölçüde bile hakları kesilmez. İşte cehennem görmeden cennete girme hususunda Allah'ın hak olan kesin vaadi bunlar hakkındadır.
"Nakir", aslında hurma çekirdeğinin üstündeki beyaz çukurcuğa denilir ki, fidan bundan biter. Nitekim yarığındaki ibliğe "fetil", çekirdeğe yapışık ince kabuğa da "kıtmir" denilir ve bunlar, ölçüler ve düşük miktarlardan kinaye olur. Dilimizde de, "çok ufak tefek" yerinde "nıkır", "kıtmir" tabir (deyim)i bilinmektedir. "İman ve güzel amel yapmak için en güzel din hangisidir?" diye münakaşaya, tartışmaya da gerek yoktur.
125- Dince o kimseden daha güzel kim olabilir ki, özünü, yüzünü tertemiz Allah'a tutmuş, teslim etmiş ve bu halde her ne yaptıysa güzel yapmış, hasenat (güzellikler) işlemiş, kötülük yapmamış, işlediği iyilikleri de Allah huzurunda yaptığını bilerek gücü yetebildiği kadar en güzel şekilde yapmış, ve hanif, yani diğer dinlerden yüz çevirmiş bir muvahhid (Allah'ı birleyen) olarak İbrahim milletine, İbrahim'in izince giden topluma uymuştur. Çünkü Allah İbrahim'i halil (dost) edinmiştir. Bundan dolayı ona uyan toplum, "Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddikler, şehitler ve salih kimselerdir." (Nisâ, 4/69).
"Halil", bir kimsenin işleri ve sırları arasına giren ve sevgisi, kalbinin her yerine nüfuz eden dostu demektir ki, hiçbir eksikliği olmayan sevgi mânâsına "hullet"den alınmıştır. Ve Allah'ın İbrahim'i halil (dost) edinmesi, onu bir dost gibi özel seçim ile lutfetmiş ve Rabbânî sırlara mazhar kılmış olmasından mecazdır. Allah Teâlâ, İbrahim Aleyhisselamı bir takım kelimeler ile imtihan etmiş, o da onları tamamlamış olmakla "Ben seni insanlara önder yapacağım." (Bakara, 2/124) ikramıyla en güzel önder yapmış, hayat verme sırrını, yüksek ve alçak gayb âlemini göstermiş, o da toplumunu peşi peşine ilâhî tevhide davet etmiş, putlara, yıldızlara, Güneş ve Ay'a tapmayı yasaklamış, Tağut'a karşı gelmiş, Allah uğurunda ateşlere atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misafirlere feda etmekten çekinmemiş, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakta selef (kendinden öncekiler)in hepsini geçmiş, insanî seçeneğin en yükseği onda ve onun ailesinde tecelli etmiş, zürriyeti -zalimleri hariç olmak üzere- mülk ve peygamberlikle müjdelenmiş ve muradına ulaşmıştır. Böyle bir Allah dostunun milletine tabi olan zat da o dostluktan elbette hissedar olacaktır. İşte o zat "Ben de kendimi Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da" (Âl-i İmran, 3/20) diyen Muhammed Aleyhisselam ve gerçek tabileri ve bu din de İslâm dinidir. Ve bundan güzel hiç bir din yoktur. Peygamberimiz demiştir ki: "Allah İbrahim'i halil (dost); Musa'yı neciyy, yani kelîm ve beni habib (sevgili) edindi. Sonra buyurdu ki, 'İzzet ve celalim hakkı için habibimi halilime ve kelimime muhakkak kolaylaştıracağım ve tercih edeceğim." Gerçi meşhur Mirac hadislerinde sabit olduğu üzere Mirac gecesi Peygamberimiz Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci semada görmüş ve kendisi bunları geçip Cibril'in makamı olan Sidre-i müntehaya ve sonra onun da ötesine geçmiştir. Dinlerin mukayesesi bakımından hıristiyanlar, Hıristiyanlığa ait prensiplerin daha güzel ve daha ulvi bir ruh telkin ettiğini ve bundan dolayı İslâm dininden daha ince ve daha güzel olduğunu iddia ederek: "Bir efendinin oğlu kulundan kıymetli ve şereflidir. Bunun için İsa hakkında 'Allah'ın oğlu' denmesi büyük bir şeref verme ve izzetlendirmeden mecazdır. İsa, Allah katında kıymetli bir kul payesiyle değil, bir evlat nisbet ve payesiyle izzetlendirilmiş olduğundan, bir hıristiyanın teslis (üçleme) ile bakışı da Allah'ın makbul kulları değil, evlat gibi bu izzet mertebesinden hissedar olmaktır. Şu halde bir efendinin makbul bir kul (küles)u ile oğlu arasındaki fark ne ise, Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasındaki fark odur. Nitekim Yuhanna İncili'nin onbeşinci babında, 'Eğer size emrettiğim şeylerin hepsini yerine getirirseniz dostlarım olursunuz, artık size kul ismi vermem, çünkü kul efendisinin ne ettiğini bilmez, fakat size dost ismi verdim, zira pederimden işittiğim şeylerin hepsini size bildirdim' diye yazılıdır." diyorlar. Ve işte fıkrası, bilhassa bu noktayı da mukayese edip, meselenin ruhunun sevgide olduğunu göstererek hıristiyanların prensiplerindeki şirk şüphelerini kötülemiş ve İslâm'ın şeref ve izzetçe de yüksek ve her dinden güzel olduğunu anlatmıştır. Önce "Allah'ın oğlu" deyiminin mecaz olarak öğretildiği düşünülse bile, Allah'a karşı böyle bir mecazda güzellik yok, küfür vardır. Çünkü "oğul" tabiri, Allah'a benzeme ve ilâhî hakikate ortak olmayı anlatır. Ve İsa'da da uluhiyet vardır demek olur. Ve nitekim tanrıyı üçlemede bu inanç açıkça da söyleniyor. Bu ise Allah'a büyük bir iftira olan Allah'a ortak koşmadır. İkincisi: Bir efendinin nazarında oğlu, muhakkak makbul bir kulundan daha kıymetli ve daha yüksek olması iddiası doğru değildir. Ne oğullar vardır ki köleye köle olmaya değmez, Hz. Nuh'un oğlu bunun en açık misalidir. Üçüncü olarak Yuhanna İncili'nin bu onbeşinci babının özelilkle son âyetleri İsa'dan sonra "Farıklıt'in ve hak ruhun ve şahidinin" geleceğini açıklayarak İslâm dinini ve Muhammed Aleyhisselam'ın geleceğini müjdelemiş ve meselenin ruhunun oğullukta değil, dostlukta olduğunu göstermiştir. Ve hem de Allah'a kulluğu değil, İsa'ya kulluğu yasaklamıştır. Bütün bunlar, aslındaki bozulmayı bir yana bırakarak, Türkçe tercümelerinde görülmekte olan fazla bozmalar içinden anlaşılmaktadır. Allah katında sevgi ve yakınlığa erişmenin en şüphesiz ve en yüksek derecesini gösteren peygamber, veli, halil (dost), habib (sevgili) gibi yüksek vasıfları bırakıp da şirk mânâları üzerinde dolaşmak ve Allah'a kulluktan kaçınmak dindar olma mânâsına aykırı bir sapıklık ve iftiradır. Kulluğu inkâr, Allah'ı inkârdır.
Şimdi bu açıklama üzerine, acaba Allah'ın İbrahim'i dost edinmesi dışardan kendisine bir dost tedarikine ihtiyacından mıdır? Şâyet öyle ise gerçekte şirk tasavvurundan kurtulmak ve hanif olarak tevhid üzerinde yürümek nasıl mümkün olur? Ve bu şekilde bütün bütün Allah'a kendisini teslim etmek onun dışındaki kuvetleri ihmal ile onlara karşı kendisini tehlikeye koymak demek olmaz mı? Ve sonra ortada belli bir hisse olmaya karar vermiş ve Allah'ın kullarını bedbaht etmeye azmetmiş ve lanetlenmiş bir şeytan bulunduğuna göre, şerrinden kurtulmak için biraz da ona dost gibi görünmek gerekmez mi, gibi bir takım kuruntulara meydan bırakmamak üzere bu âyet ve bütün geçmiş bahisleri şu âyetle tamam ediliyor:
126- Göklerde her ne var ve yerde her ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ın yaratığı, Allah'ın mülküdür. Ulviyyat (yüksektekiler) ta Allah'ın, süfliyyat (alçaktakiler) ta Allah'ındır. Şu halde İbrahim'in dostluğu ne ilâhî mülkün dışından bir seçim, ne de ilâhî mülkten bir çıkarmadır. O bir kulluğun gayesidir. Buna karşılık şeytanın lanetlenmişliği de ne ilâhî mülkten bir çıkarma, ne de ilâhî mülkten dışarı bir muameledir. Mukadder olan azab hissesini almak için ilâhî mülk içinde hayır ve rahmetten mahrum olmak ve bir bahtsızlık gayesidir. Aynı şekilde Allah'a kendisini teslim etmeyenler, ilâhî mülkten çıkacak değil, ilâhî mülk içinde huysuzluk etmiş ve lanetlenmişe iştirak etmiş olacaktır. Zira ilâhî mülkün dışında bir şey yoktur. Ve Allah her şeyi kuşatıcıdır. Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde gerek zihin âleminde ve gerek dış âlemde "şey" denilebilen hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden Allah Teâlâ'nın ilim ve kudreti ve ilâhî hükmüyle kuşatılmış olmasın. Şu halde içler ve dışlarda, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve ahirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek bir tenakuz (çelişki), batıl bir hayaldir. Varlık ve hak ilmin karşısında yer almaya çalışan çelişkiler, hayaller bile, o kuşatıcı kudretin dışında değil, O'nun hükmünün etkisi altında cereyan eder. Bütün mümkün kâinatta kaza ve kader silsilesi O'nun icadı, O'nun yaratması, O'nun var etmesi, O'nun mahkumudur. Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur. Bütün varlığın cereyan etmesi, O'nun ilim ve kudreti, ilâhî hükümleri altındadır. Bütün varlıkların silsilesi, böyle bir kuşatıcı hakim ve mülk sahibinin sanatının tecellileridir. Ve bunda, ancak O'nun nizamı, O'nun kanunları, O'nun hükümleri ve teklifleri, O'nun rahmet ve öfkesi, O'nun sevab ve cezası hüküm icra eder. "Allah" deyince başka türlü düşünmek cahillik ve sapıklıktan başka bir şey değildir. Artık her akıllı, kendisine tahsis edilen irade sahasında onun tekliflerine, O'nun emir ve yasaklarına uymalı, özünü, yüzünü tertemiz O'na tutmalı ve O'nun sevgi ve rızasına ulaşmak ve bu yaratılış devletinde güzel bir mertebe kazanmak için her yaptığını güzel yapmalı ve O'nu sevenlerin yoluna gitmelidir. Ve bunun için adalet hükümlerine ve hakka çok iyi riayet etmeli; adaletli hükmün, bu en güzel dinin, en güzel ameli olduğunu bilmeli; müminin, kâfirin hukukunu gözetmeli; hırslı arzularla, istek ve heveslerle, temenniler, kuruntular ile değil, her şeyde hak kanunlar ile amel edici olmalı ve onunla hükmetmelidir. Müşriklere, kâfirlere, münafıklara karşı savaşlardan, mücadelelerden maksad da bu adalet hükmünün teminidir. Dünyaya gönderilmenin sırrı budur ve kitap bunun için gönderilmiştir. Ve bunun için her işte, her hükümde Hakk'ın yolunu (şeriati) aramalı ve onu gözetmelidir. Ve bu din, millî, insânî ve âilevî terbiyenin esası olmalı ve yalnız kalblerde kalmayıp yüzlerde de okunmalıdır.
Bu aydınlatmalar üzerine yine gözleri sûrenin başına çevirerek ve bazı ashab-ı kiramın miras ve başka şeylerle ilgili soru ve fetva istemelerine cevap olarak buyuruluyor ki:
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...
-
Yıldızname İle Neleri Öğrenebiliriz Ebced hesabı ile yıldızname bakmak için öncelikle doğum tarihinin bilinmesi gereklidir. Fakat ülke...