27 Şubat 2012

YAVUZ SULTAN SELİM VE İDRİS BİTLİSİ



YAVUZ SULTAN SELİM VE İDRİS BİTLİSİ




Kürt ayırımcılar Kürtler adına bir şey yapamayınca, Aleviler adına dövünmeye başlarlar ve hemen Yavuz Sultan Selim'i suçlarlar.
Bölgede daha önce hiç bir Kürt devleti olmadığı gibi, Selçuklular'dan sonra büyük devlet olarak Karakoyunlu ve Akkoyunlu TÜRKMEN devletleri vardı. Akkoyunlular 1469'da Karakoyunlular'ı yıkarak yerlerini almıştı. 1502'de TÜRKMEN Şah İsmail Akkoyunlu devletini yıktı ve 1508'e kadar Maraş'tan Bağdad'a kadar bölgeyi ele geçirdi. Şah İsmail Alevi olduğu için sünni Kürtler zaten onun bölgeye gelmesiyle Osmanlılar'ı desteklemeye meyletmişlerdi. Bu yüzden Çaldıran'da Kürtler'in Şah İsmail'in safında yer almaları zaten mümkün değildi.
Hem Kürtler hem de Aleviler bilmelidir ki, eğer Yavuz Sultan Selim Çaldıran'da galip gelmeseydi (1514), Şah İsmail bölgede hakim olacak, belki Anadolu'da Osmanlılar'ın yerine alacak ve sonunda biz İranlı olacaktık!..
Bugün de Humeyni tipi bir idarenin altında pek çok değerimizi yitirmiş olarak yaşamaya çalışacaktık!..
Şii İran etkisinden çekinen İdris Bitlisi, işte bu sebepledir ki, 25 kadar Kürt aşiretinin Osmanlılar'a bağlanmasını sağlamış, bu yolla aşiretlere de bazı imtiyazlar elde etmişti. Genelde sancaklara hükûmet temsilcisi olarak sipahi tayin eden Osmanlı, fermanlarla bölgede 16 büyük aşiret reisini sipahi yerine "hükûmet temsilcisi" olarak atamış, onlardan vergi ve asker almama gibi haklar tanımıştı. Buna ek olarak, Akkoyunlu devletinin eski teb'ası Türkmen ve Kürt aşiretlerinin bir kısmını BOZ ULUS, bir diğer kısmını da KARA ULUS adıyla gruplandırmıştı. Boz Ulus 75.000 kişiden oluşmaktaydı, kışları Suriye'de, yazları Dersim'de geçirirlerdi. Kara Ulus daha çok Kürt aşiretlerinden oluşuyordu. Van, Diyarbakır, Şahrizur bölgesinde dolaşırlardı. Toplam olarak 400 aşiret reisi birleştirilmişti.
Bu tarihten itibaren KÜRT kelimesinin, DAĞ GÖÇEBESİ anlamında kullanılması yaygınlaşmıştır.
Zaten pek çok ayırımcı da Kürtlerin DAĞLI olduğunu kabul eder. David Mc Dowall, "At the time of the Islamic conquests, the term 'kurd' had meant 'nomad'. From the 11th Century and onwards travellers and historians treated the term as synonymous with 'brigandage = bandid, robber',
a view echoed by 19th Century European travellers. By mid 19th Century, it was used to mean tribes people who spoke Kurdish. True, some Kurdish-speaking people had no tribal affiliation whatsoever, living as peasantry or town dwellers, but they were a minority," diyerek "Kürt" kelimesinin İslam'ın yayılması sırasında "konar-göçer" anlamında kullanıldığını, 11. asırdan itibaren de "haydut, eşkiya, haramî" anlamına geldiğini, bunun 19. yüzyıl Avrupalı gezginlerin eserklerinde de yankılandığını, ancak 1850'lerden sonra "Kürtçe konuşan aşiret halkı" anlamı verildiğini yazar. Ve bu ifadesiyle "kürt" kelimesinin hiç bir zaman bir millet, hatta bir kavmi kastetmediğini belirtmiş olur. (A Modern History Of The Kurds - 1997)
Yavuz Selim bu durumu göz önünde tutarak batıdan DOĞU'ya TÜRKMEN aşiretlerini nakletmiş, onların Kürt aşiretler ile karışarak İran Şiiliğine karşı bir duvar oluşturmalarını amaçlamıştı.
YÜRÜK kelimesi de bu tarihten sonra OVA GÖÇMENİ anlamına kullanılmıştır.
Ne yazık ki, arkasından gelen Kanuni Sultan Süleyman zamanında başlıyan ekonomik sıkıntılar, Devlet'in Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile gereği gibi ilgilenmesini önlemiş, bu dağlık bölgedeki TÜRKMENLER zamanla özelliklerini kaybetmişler, ama tam anlamıyla da kürtleşmemişlerdir.
Böylece Celaleddin Harzemşah'ın Zazalarından sonra, TÜRKMEN kökenli Dersimliler ortaya çıkmıştır. Dersimliler kendilerini Kürt saymaz!...
(Dr. Rıza Nur, aynı eser)
İdris Bitlisi'ye gelince, Kürt ayırımcılar tarafından ihanetle suçlanan bu kişi, belki Kürt bile değildir!... Şimdi de her doğulunun Kürt olmadığı gibi!..
İdris Bitlisi pek çok konuda Türkçe, Arapça, Farsça eserler vermiş; ama bir kelime bile Kürtçe yazmamıştır!..
Türkçe'si de sonradan öğrenmiş olamıyacağı kadar düzgündür. (Mehmet Bayraktar, Bitlisli İdris)
Sözün özü, İdris Bitlisi'nin Kürt ayırımcılara ihanet etmiş olması söz konusu olmadığı gibi, Kürt aşiretlerine de bir zararı olmamıştır. Aksine, onlara imtiyaz sağlamış, bu yüzden de doğuya göç ettirilen TÜRKMEN aşiretlerinin bu dağ göçebelerinin serbestisine özenmelerine ve zamanla kürtleşmelerine sebep olmuştur.
Kürt aşiretlere tanınan bu özel haklar Sultan 2. Mahmud zamanına kadar sürmüş, Tanzimat'ın ilanından sonra Osmanlı Devleti Kürtler'den de asker almaya kalkınca, isyanlar başlamıştı!.. Yani isyanların sebebi, "milliyetçilik" falan değildi!.. İmtiyazları korumaktı!
Bu hususun doğruluğunu, aşağıdaki "Ayırımcının Dilinden İsyan ve İhanetler" sayfasında görebilirsiniz!



DERSİMLİ DİYAP AĞA DA TÜRK İDİ!

- “Bizim memleket ahalisi Kürt'müş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım.”
- “Biz Kürt değiliz, biz TÜRK’üz.”
- “TÜRKLÜK tehlikeye düştü. Kurtuluş Savaşı’na katıldım.”
Diyen İlk Millet Meclisi DERSİM MİLLETVEKİLİ DİYAP AĞA'yla, Enver Behnan’ın yaptığı röportaj, 27 Temmuz 1931 tarihli Yeni Gün gazetesinde yayınlanmıştır. Aşağıda aynen naklediyoruz:
- Millet Meclisi’nin ilk azalarından Diyap Ağa’ya Karaoğlan’da rastgeldim. Felâket ve zafer günlerinin bu bir hâtırası olan bu aksakallı ihtiyara yaklaştım. Selâm verdim ve kendimi tanıttım. Ertesi günü Natbantoğlu Hıfzı Bey’le beraber misafir kaldığı Kayseri Oteli’ne gittik.
Otelin avlusunda bu tarihi şahsiyetle karşı karşıya idik. İri ak kaşlarını kaldırdı, mavi gözlerini gözlerime dikti:
— "Oğul, sen beni nereden tanıyorsun?" dedi.
— "Birinci Millet Meclisi’nde Dersim Mebusu idiniz, sizi o zaman tanımıştım."
— "Aha!.. Unutmamışsın."
- "Memleketin kurtuluşuna koşanlar hiç unutulur mu? dedim. Sonra ilâve etti:
— "Benden ne soracaksın?"
— "Nasıl mebus olduğunuzu, Birinci Millet Meclisi’nde neler gördüğünüzü, ve hayatınızı soracağım!"
— "Sor ki, söyleyem."
Sordum... Şunları anlattı:
DİYAP AĞA bugün bir asrı idrak etmiştir, yani tam yüz yaşındadır. İkinci Mahmut zamanında doğmuş, ve TÜRKİYE’deki ilk gazete ile hemtevellüttür. Yani 1831 tarihinde dünyaya gelmiştir. Doğduğu yer ÇEMİŞKEZEK kazasının EĞEREK karyesidir.. Babasının adı SEYYİT HAN, dedesi KAHRAMAN AĞA’dır. Mensup olduğu aşiret FERHAT UŞAĞI'dır. Hayatını DERSİM’in BALIKKAYALI DAĞLARI'nda atlı olarak geçirmiş. FERHAT UŞAĞI'na reis olmuştur. Üç yüz adamı ile dağdan dağa koşmuş, tam bir TÜRKMEN hayatı yaşamıştır. Birçok mücadelelerle girmiş olan bu efsânevî dağ adamı, bin bir ölüm tehlikesi geçirdikten sonra, Sultan ABDÜLHAMİD’in fermanı ile de Dergâh-ı Âli Kapıcıbaşılığı rütbesini almıştır. DERSİM havalisinde teşkilât yapmağa gelen altı Ermeni komitacısını yakalamış ve bunların ellerini ayaklarını bağlayarak Yıldız Sarayı’na yollamıştır.
Bundan sonra bir müddet Nahiye Müdürlüğü ve Mahkeme âzâalığında bulunmuştur. Sekiz defa evlenmiş, on beşe yakın çocuğu olmuştur. Hiçbiri sağ değildir. Bunlar arasında eceli ile ölen yoktur!
— "Ağam. okumak yazmak bilir misin?"
— "Mebus olanda bilmezdim. ALLAH, Büyük Gazi’ye ömür versin. Yeni harfleri öğrendim."
— "Nasıl Mebus çıktınız?"
— "Gâvur Anadolu’yu sardı. Hepimizi bir düşünce aldı. Din ve diyanet ırz ve namus. TÜRKLÜK tehlikeye düştü. İşittik ki, Erzurum taraflarında can kurtaran bir Paşa çıkmış. Meclis kuracakmış. Onu hep gözledik. Öğrendim ki bu Paşa’nın adı MUSTAFA KEMÂL imiş. Onun büyük yüzünü görmeğe can attım. Fakat o zaman olmadı. Sonra Sivas’a oradan da Ankara’ya gelmiş."
"Bu zaman bizden iki mebus istedi. Herkes korktu, ihtiyar halimle vatanı kurtaranların yanına koşmayı, hatta başımı bile vermeyi göze aldım."
"Bana 'gitme ölürsün.' dediler. 'Zaten herkes mahvoluyor, varam, gidem, onlara ulaşam, hep beraber ölek,”'dedim."
"Benimle mebus seçilen AYAS UŞAĞI aşiretinden ZEYNOZÂDE MUSTAFA AĞA korktu, gelmedi. Ben yanımda bir uşağım, atlara atladık, Elâziz’e geldim. Elâziz’de bana harcırah verdiler. Oradan bir yaylı araba tuttum. Malatya, Sivas, Kayseri yolu ile on sekiz günde Ankara’ya vardım."
— "Nerede kaldınız?"
— "Taşhan’da bir müddet kaldım, sonra Hacı Bayram’da bir ev tuttum."
— "Kaç senesinde geldiniz?"
— "1336 senesinde geldim." (1920)
— "İlk defa Meclis’e nasıl girdiniz?"
— "DERSİM’den tanıdığım HASAN HAYRİ BEY vardı. Beni Meclis'e o götürdü. Kapıdan içeri girince yüreğime bir şevk geldi. Gözüm yaşardı. Burasını mektebe benzettim, kara kara sıralar vardı. Bir sıranın bir köşesine ben de çöktüm. Biraz sonra HASAN HAYRİ BEY, beni dışarı çıkardı. Bir odaya götürdü."
— "Odada kimler vardı?"
— "MUSTAFA KEMÂL PAŞA, FEVZİ PAŞA, KÂZIM PAŞA vardı. GAZİ PAŞA ile birbirimizin elini tuttuk. 'Safa geldin Ağa,' dedi. Beni Paşalar'la tanıştırdı. Yanında oturdum. O dakikada PAŞA’ya gönlüm ısınıverdı. Gözümü, gözlerinden ayırmadım. Bu büyük adamla cenge değil, bastonuma dayana dayana ölüme bile giderdim."
— "Hiç Millet Meclisi kürsüsüne çıktınız mı?
— "İki kere çıktım. Bir sene geçmişti. Daha MUSTAFA AĞA gelmemişti. Meclis’te onun lâfını ediyorlardı. Anladım ki mebusluktan çıkaracaklar. Kürsüye geldim. Konuşanlar bile sustu. Herkes bana şaştı. Diyeceğimi bekliyorlardı. Dedim ki: 'MUSBTAFAa AĞA’ya telgraf vurdum, ya gelir, ya gelmez, ola ki gele.' Hep bir ağızdan bağrıştılar, el çırptılar."
— "Başka yok mu?"
— Bir kere de LOZAN KONFERANSI sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahâlisi Kürt'müş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım, kürsüye çıkıverdim. Gene sustular: 'Lâilaheillâh Muhammedürresullâllah' dedim. 'Gerek Şafiî, gerek Hambelî, gerek Hanefî, hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. BİZ KÜRT DEĞİL, BİZ TÜRK’ÜZ!.. Hepiniz Lâilaheillâh demişsiniz. Şimden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız?' dedim. Gene el çırptılar, İsmet Paşa ayakta kürsünün yanına gelmiş, sakalımın dibine yaklaşmıştı. O da coştu, o da el vurdu."
— Ağam, o zamanlar sizin bir ecnebi kadına aşık olduğunuzu söylemişlerdi?"
— "Aha canım! Ben Meclis’te büzülmüş otururdum. Yukarıya bir gâvur karısı gelmiş, beni görmüş sormuş. Meclis dağıldı, dışarı çıkıyordum. KARABEKİR (PAŞA) kolumdan tuttu beni riyâset odasına götürdü. Hep Paşalar ayakta idiler, aralarında güzel bir kadın gördüm. PAŞA HAZRETLERİ dedi ki: 'Ağa bu kadın seni sevmiş,' dedi."
— "Kadın elimi tuttu. Ben de yüzüne bakarak şu beyti söyledim:



Sev seni seveni, hâk ile yeksan etse de,
Sevme seni sevmeyeni, Mısır’a sultan etse de!

- "Hep gülüştüler. Kadın resmimi istedi. 'yarın gel, yan yana bir resim çıkarak,' dedim. Bir daha görünmedi."
— Ağa, kanunları nasıl yapıyordunuz?"
— Kanun yapmak, tıpkı yayıkta yağ yapmağa benziyor. Çalkalıyorduk, çalkalıyorduk. Yayıktan yağ çıkar gibi kanun da çalkalana çalkalana çıkıyordu."
— "Bir zaman seyahate çıkmıştınız?"
— Evet. Bir gün Meclis'in kapısı önünde idik. GAZİ PAŞA HAZRETLERİ'ne dedim ki: 'ALLAH düzenimizi bozmasın, şanımızı arttırsın, kılıcımızı keskin, talihimizi açık etsin,' dedim. Bunu dediğim zaman gözümden yaş aktı. PAŞA HAZRETLERİ beni kolumdan tutarak otomobiline aldı. Beraberce Eskişehir’e seyahat ettik. ALLAH Büyük Gazi’ye çok ömür versin, çok büyük bir adamdır. Kıymetini bilelim, ne diyem, bana çok şefkat ve muhabbet gösterdi. ALLAH da onun sevenini çok etsin. Bizim Meclisimizde bir duamız, bir de arkadaşlara iman vermemizden başka bir gayretimiz olmadı."
— "Ankara’yı nasıl buldunuz?"
— "Cennet olmuş, şaştım kaldım. Tanınmaz bir hale gelmiş. Çalışanların gayreti var olsun."
— "12 sene sonra bu seyahatiniz ne içindir?"
— GAZİ HAZRETLERİ'ni ziyarete geldim."
— "Arzunuz nedir?"
— "Hey oğul, ihtiyarlıktan çalışamıyorum. Memlekete çok hizmet ettim. Son ömrümde devletimden ve milletimden bir tekaütlük maaşım almağa geldim. Bu işim de olursa mesut olarak memleketime döneceğim!"
Koca aşiret reisi, Dersim milletvekili DİYAP AĞA 100 yaşında, emekli maaşı alıp onunla geçinmeye uğraşıyor!.. Şimdiki kıytırık ve hain milletvekilleri de Leyla Zana gibi, Ahmet Türk gibi, Emine Ayna gibileri hem Oevlet'e söğüyor, hem de ondan bol maaş alıyor!
Muhabirin sormadığı, DİYAP AĞA'nın da anlatmadığı bir olay var... Başarısız asker İsmet Bey'in ALATAŞ mağlubiyetinden sonra Yunan ordusu Polatlı'ya kadar ilerlemiş, top sesleri Ankara'dan duyulur olmuştu. Meclis'te yapılan gizli görüşmede, Fevzi Paşa "Ankara'nın boşaltılacağını, Meclis'in Kayseri'ye taşınacağını" açıkladı. Bunun üzerine DİYAP AĞA elini kaldırıp söz istedi ve şunları söyledi:
"'Lâfım kısadır!..Beyler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa döğüşerek ölmeye mi?"
ALLAH, DİYAP AĞA ile MUSTAFA KEMÂL gibilerine gani gani rahmet eylesin! Kürtçülük taslayıp bu millete ihanet edenlere de lânet olsun!



YAVUZ SULTAN SELİM VE ŞAH İSMAİL
OLAYLAR NEDEN BU BOYUTA ULAŞTI?.
Sözüm ona "sosyalist" olan terör örgütleri ise, kelimenin tam anlamıyla 40 parçaya bölünmüşlerdi. Her birinin ortak amacı TÜRKİYE'DEN LOKMA KOPARMAK, ferdi amacı da bu lokmayı bir diğerine kaptırmamak idi.
Mesela DDKD, KAWA, THKO, TİKKO, HALKIN YOLU, HALKIN KURTULUŞU, HALKIN EMEĞİ gibileri "bir Kürt Devleti kurma" gayesinde anlaşırken, bunun "Rus veya Çin, hatta Arnavutluk güdümünde olması" konusunda birbirlerini yiyor, hatta açıkça şöyle diyorlardı:
-"Bizim (solcuların) birbirimizle olan ayrılığımız, sağcılarla olan ayrılığımızdan daha büyüktür. Gerçek düşmanımız Ülkücüler değil, falan sol gruptur."
Bu görüşü kavramakta zorluk çekebiliriz, ancak ACİLCİLER diye bilinen "sol"(!) grubun esas amacının HATAY'I KOPARIP SURİYE'YE BAĞLAMAK olduğunu bilirsek; o zaman yukardaki cümle anlam kazanır.
Aynı şekilde o tarihlerde APOCULAR diye bilinen PKK'nın ERMENİ terör örgütü ASALA'nın yan kuruluşu gibi faaliyet gösterdiğini, ve esas amacının KÜRT DEVLETİ DEĞİL, Güneydoğu'ya kadar yayılan BÜYÜK ERMENİSTAN olduğunu görürsek; hem FATSA'DAN İSKENDERUN'A kadar çıkan terör olayları bir anlam kazanır, hem de ülkenin gerçekten PARÇALANMA noktasına nasıl getirildiği anlaşılır.
Çok şükür ki, 12 Eylül bu parçalanmayı önledi. Böylece Sovyet hegomonyasının bölgeye yayılmasına mâni oldu. Çin-Arnavutluk zaten gerçekçi değildi. Amerika ise terör olaylarını el altından destekliyerek bölgede ve Türkiye üzerindeki etkisini arttırmak istiyordu. Bunda da muvaffak oldu.
12 Eylül Harekatı, SOVYETLER'e bir darbe indirerek, ABD'nin VİYETNAM bozgununu dengelemiş oldu!.. İnanılmaz gelebilir ama, 10 yıl içinde DOĞU BLOĞU'nun çöküşünü sağladı.
Bunun içindir ki, TÜRK halkı hâlâ 12 Eylülcülere sempati duyar!.. Hem de aydın geçinen ayırımcıların, işsiz kalmış solcu yazarların ve kusurunu itiraf etmekten âciz politikacıların sürekli saldırılarına, ve darbecilerin büyük ölçüde Amerikancı olmasına rağmen!.. Neden?.. Çünkü iç savaşı ve ülkenin bölünmesini önlediler!
Gelelim son duruma...
Kürt ayırımcılar tarafından pek öğünülerek dile getirilen 15 AĞUSTOS l984 ŞEMDİNLİ SALDIRISI, aslında bir KÜRT BAŞKALDIRISI falan DEĞİLDİR!..
Hemen bir kaç gün önce Çukurca'da köy basıp çoluk-çocuk-yaşlı-kadın demeden 14 Kürt köylüsünü katlettiklerini de saklamaya çalışırlar... Şemdinli'de saldırdıkları binalar, hep savunmasız kişilerin bulunduğu evler ve devlet binalarıdır.
Bugün tımarhaneden kaçmış bir deli, eline dedesinden kalma mavzeri alıp, aynı miktarda cana kıyabilir. Nitekim 1991 yılında ABD'de, bir üniversite binasına giren atılmış bir öğrenci, 18 kişiyi öldürmüştü!.. Daha sonra ilkokul çocukları bile benzer katliamlar yapıp sınıf arkadaşlarını, hatta öğretmenlerini öldürdüler... Yani katliam yapmak bir marifet değildir. Bir başarı hiç bir zaman olamaz!
Şu halde 15 Ağustos 1984 saldırısının üzerinde durulması gereken yönü, sonuçları değil, sebepleridir.
Bu olayda iki etken vardır. Birincisi BATI EMPERYALİST DÜNYASI, TAM O TARİHTE ERMENİLER'İ GERİ ÇEKME KARARI ALMIŞTIR!..
Çünkü, Türkiye'yi denetim altında tutmak için 1974 KIBRIS ÇIKARTMASI'NDAN BERİ kullandığı ERMENİ MİLİTANLAR, DÜNYA KAMU OYUNDA çok YIPRANMIŞTI. Ayrıca ERMENİ TERÖRÜ, dünyada HIRİSTİYANLIK açısından da puan kaybına sebep olmuştu. Terörü MÜSLÜMANLAR'ın üzerine yıkmak daha akıllıca olacaktı!
Gerçekten de O TARİHTEN BU YANA dış temsilciliklerimize bir tek Ermeni saldırısı olmamış, ERMENİ TERÖRÜ bıçakla kesilmiş gibi DURMUŞTUR.
Ancak TÜRKİYE'NİN yine de MEŞGUL EDİLMESİ GEREKİYORDU. EMPERYALİSTLER bu sefer gariban KÜRTLER'İ, hem de 4. DEFA, İLERİ HATTA SÜRDÜLER. (Şeyh Sait isyanı, Dersim isyanı ve Ağrı isyanı)
Hem de başta Abdullah Öcalan olmak üzere, kendi içlerindeki hainleri kullanarak!..
Hatta ÖC-ALAN'ın TÜRK'TEN ÇOK "kurtaracağım" dediği KÜRTLER'i öldürdüğü gözönünde tutulursa; kendisinin ARTİN AGOPYAN adlı bir Ermeni kırması olduğu, Ermenilerin öcünü alma amacıyla Kürtlere kurşun sıktığı ortaya çıkar.
APO AGOPYAN, gerçek hüviyetini saklamak için kayıtlı olduğu ilçenin nüfus dairesini yaktırmıştır.
Ancak, Allah ayağına dolamış olacak, Yalçın Küçük'le yaptığı ve el konularak TRT-1'de yayınlanan bir röpörtajında (1993) "Ermeniler ile bir arada yaşadığı"nı itiraf etmiştir.
Apo'nun nasıl başkalarının emriyle hareket ettiğini anlamak için, burnunu bile silmekten aciz bu zavallının; milyarlar harcansa bile elde edilemiyecek top, tüfek, roketatar, mermi gibi malzemeleri nereden bulduğunu düşünmek yeter.
Ayrıca Bakanlarımızın, hatta Başbakanımızın bile vize ile girebildiği ülkelerde Kürt militanların ellerini kollarını sallayarak dolaşmaları Batı dünyasının verdiği desteğin bir başka delilidir.
1984 yılında başlıyan terörizmin ikinci etkeni, dönemin başbakanı ÖZAL'IN, AVRUPA TOPLULUĞU'NA GİREBİLMEK İÇİN İDAM CEZALARINI DURDURMASIDIR!..
Aslında ERDAL EREN'İN İDAMI'yla başlıyan terörist temizliği, 40 kadar eli kanlı teröristin asılmasıyla devam etmiş, 12 Eylül'den kısa bir süre sonra tüm fraksiyon militanlarının gözünü korkutup geri adım atmasına, silah bırakmasına, hatta pişmanlık getirmesine sebep olmuş, ve bu durum 1984 Ağustosu'na kadar vatandaşın HUZUR içinde uyumasını SAĞLAMIŞTI.
Adam öldürmeye kalkan, kendi canını tehlikeye attığını bilirse, elbette ki bir kere daha düşünür!..
KUR'AN'daki "KISASTA SİZİN İÇİN HAYAT VARDIR" âyetinin hikmeti de budur!...
İşte bu kanıbozuklar 4 yıl kılını bile kıpırdatamamışken; hiç bir zaman affetmeyeceğimiz Turgut Özal'ın bu yanlış kararı sonucu, 250 kadar idam cezasının durdurulması, militanlara cesaret verdi. (1984) "Hapisten nasıl olsa kaçarım" diye düşünmeye başladılar.
Üstelik kaçmaya da lüzum kalmadı!. Artık ne yapacağını şaşırmış olan Cumhurbaşkanı Ozal, ANAP'a baskı yaparak 1991 yılında bir af kanunu çıkmasını sağladı. Sayıları 60.000'i bulan kaatiller, caniler, soyguncular, ırz düşmanları, vatan hainleri tekrar suç işlesinler diye sokağa salındılar. Yurt dışından gelen para da işin tuzu biberi oldu, bugünkü durum ortaya çıktı.
Özal bu hatasıyla da yetinmedi. Körfez savaşında "BİR koyup ÜÇ alma" politikası güderken, ağababası Bush'a uyup Saddam'ı "ebedi düşman" ilan etti. Ama Bush gitti, Saddam kaldı. Saddam Özal'ı da yolcu etti!...
Etti ama, bu politika Türkiye'ye gereksiz bir düşman yarattı: IRAK!.. Hâlâ da bu tutumdan vazgeçmiş değiliz.
Özal ayrıca ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın Kürt Devleti konusundaki düşüncelerini bilmediği için(!), Güneydoğu'ya bu milletlerden ÇEKİÇ-GÜÇ diye "ayırımcılara destek" bir CASUS KUVVET yerleştirdi. Federasyondan, Kürtçe yayından söz etti. Talabani ve Barzani denilen aşiret reislerine kırmızı pasaport vererek onların adam sayılmasına, IRAK'ın kuzeyinin koptu-kopacak hâle gelmesine yol açan gelişmeleri başlattı.
Anlaşılan odur ki, hırsına gem vuramıyan Özal, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki popülaritesinden ümidini kesti, "Bir Kürt Devleti kurayım da, onun başına geçeyim bari" diyerek şahsi emellerine âlet oldu!.. Çok şükür ki, ifadeden korktuğumuz hedeflerine ulaşamadan hayata veda etmek zorunda kaldı.
Özal bu davranışı ile ülkemize tamiri imkânsız zararlar vermiş, 30.000'den fazla insanın ölmesine, 100 milyar dolardan fazla terör masrafına, en az bir o kadar da iktisadi kayba sebep olmuştur. Bunun vebalini elbette öbür dünyada ödeyecektir! Ahırette iki elimiz yakasındadır.
Özal gitti, Demirel geldi, üç-beş oy için "Kürt kimliğini tanıyoruz, dedi. Hangi kimliği itanıdığını bir türlü anlayamadık!.. "Mesut Yılmaz geldi, "Avrupa Birliği'nin yolu Diyarbakır'dan geçer," diyerek AB'nin TÜRKİYE'yi bölme planına onay verdi... O devrildi, Tayyip Erdoğan geldi. Etrafına danışman diye Kürt bölücüleri aldı, o da Diyarbakır'a gidip, "Kürt sorunu benim sorunum," dedi!... Yani "Bu ülke bölme benim baş görevim" demek istedi!.. Bu satılmış adam, daha sonra "Benim görevim Türkiye'yi pazarlamak," diyerek esas amacını ortayakoydu. Millet malı olan fabrikaları, tesisleri, kurumları, bankaları, ve sonunda vatan toprağını parsel parsel yabancılara satmaya başladı!.. Arkasından ABD'nin 24 ülkeyi bölüp parçalama planı olan "BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ'nin eş başkanıyım," diye bu hainliğe ortak olduğunu çekinmeden ilân etti!
Bunlar yetmezmiş gibi, binlerce yıllık şerefli tarihine rağmen TÜRK ORDUSU'nun başına ÇEVİK BİR gibi yahudi dönmesi, HİLMİ ÖZKÖK gibi Amerikan uşağı generaller geçti. Bunlar IRAK'taki kırmızı çizgilerimizi bile yok saydılar. Amerikalı jonilerin asker ve subaylarımızın başına çuval geçirip esir almalarına bile ses çıkarmadılar!.. Kıbrıs, Musul-Kerkük, Avrupa Birliği'nin haysiyet kırıcı talepleri üzerine verilen tavizlerde, başlarını devekuşu gibi kuma gömdüler!..
Daha ne olsun?.. TÜRK MİLLETİ'nin infiali olmasa, TRABZON'da, SEFERHİSAR'da bulduğu, yakaladığı PKK'lı, DHKPC'li, TAYAD'lı bölücüleri tepelemese, çoktan IRAK'a dönerdik!..
Bu sorunun cevabı aslında açık... Ama bizim aydın geçinen yazarlarımıza sorarsanız, her şeyin olduğu gibi Güneydoğu olaylarındaki tırmanışın sebebi de 12 Eylül sonrası Özal ve SHP(CHP) politikalarıdır!..
Halbuki 12.9.l980-12.8.1984 tarihli gazetelere, haftalık dergilere bir göz atmak bile, askerlerin idareye el koyması ile Güneydoğu'nun nasıl bir sükunete kavuştuğunu ve bu durumun 1983 seçimlerinden sonrasına dahi yansıdığını ortaya koyacaktır.
Aynı şekilde 1993-1997 arasında hükümet ve ordunun kararlı tutumu, yurtiçi/yurtdışı askerî hareket, bölücülerle iş yapan Kürt kökenli işadamları ve mafya liderlerinin temizlenmesi vatan haini eşkiyanın kökünü kurutmuştu!.. Neredeyse!.. Sonradan gelen 28 Şubat zihniyeti (ki, "irtica ülkenin birinci meselesidir," şeklinde ifade edilmişti, bölücülük, vatan hainliği, yurtdışından gelen saldırılar arka plana atılmıştı) ve Avrupa Birliği saplantısı, "ver kurtul" politikaları, ve insan hakları diye "suçlu hakları"nın korunması, üstüste af çıkartılması, pişmanlık yasaları bizi bugünkü duruma getirdi. Bunu ilerde anlatacağız.
Öyleyse Türkiye'de Kürt ayırımcılığına dayanan olaylar ne zaman, ve hangi nedenle tırmanmaya başlamıştır?..
Ne hikmetse, Kürt kökenlilerin katıldıkları İSYANLAR, HEP TÜRKİYE'NİN ULUSLARARASI ARENADA EMPERYALİST GÜÇLER İLE BOĞUŞTUĞU DÖNEMLERDE ÇIKMIŞTIR!
Yani İSTİKLAL SAVAŞI'ndan hemen sonra, LOZAN'da, MUSUL-KERKÜK üzerindeki hakkımızı savunurken, veya HATAY ile HALEB'i tekrar almaya hazırlanırken çıkmıştır.
Son dönemde de KIBRIS'ın yeniden fethi (1974) ve ORTA ASYA'ya uzanma (1990) söz konusudur.
1970'den sonraki olaylar daha komplikedir. Yine de tarihe bir bakmak gelişmeleri kavramaya yeter.
Bugün parçalanmış olan SOVYET İMPARATORLUĞU'nun o günlerdeki "TEK DÜNYA DEVLETİ" hedefine uygun olarak 1950'de KORE, Kuzey-Güney olarak ikiye bölünmüştü. 1960'larda YEMEN, 1970'lerde VİYETNAM aynı şekilde ikiye ayrıldı. 1980'de ise TÜRKİYE Doğu-Batı diye ikiye bölünmek isteniyordu.
Bunun içindir ki, hiç alakasız görünen yerlerde, ama BELİRLİ bir HAT üzerinde, olaylar çıkmıştı.
FATSA'nın Kürtçülükle ne alakası olabilirdi ki?.. Ama bir TERZİ FİKRİ, orada devlet başkanı gibi hareket edip, ilçeyi komünleştirmişti!...
SİVAS-ÇORUM-MARAŞ-ADANA-İSKENDERUN da hattın diğer noktaları idi. Hepsi, halkı ikiye bölüp birbirine kırdırma girişimlerine sahne oldu.





Bu arada üzerinde durulması gereken bir husus Anadolu Türkmenlerinin neden Şah İsmail'e meylettikleridir.
Çoğu kişi sathî düşünerek bunu Yavuz'un Sünni, Şah İsmail'in Alevi olmasına bağlar.
Halbuki doğuda Şah İsmail henüz ortaya çıkmış iken, İstanbul'da BALIM SULTAN Bektaşiliğe yeni bir yön veriyor ve dönemin padişahı 2. Bayezid bu tarikata giriyordu!...
Padişah aynı zamanda Hacı Bektaş'ın piri olduğu Yeniçeri teşkilatının da "1" numaralı neferi sayılıyordu!..
Bu durum Yavuz için de geçerli idi.
Diğer yandan Şah İsmail:



Gece gündüz hayaline dönerim
Bir gece rüyama gir Hacı Bektaş
Günahkârım, günahımdan bezerim
Özüm dâra çektim, sor Hacı Bektaş
 

diye şiirler yazıyordu. Yani hem BEKTAŞİ, hem de öz-be-öz TÜRK idi! HATAYÎ mahlaslı şiirleri hala Aleviler arasında okunur... Çünkü onun Türkçesi, Yavuz'unkinden daha sadedir.
Yani Çaldıran'da iki TÜRK ve BEKTAŞİ hükümdar karşı karşıya gelmiş ve savaşmıştı!..
Öyleyse bu iki BEKTAŞİ TÜRK hükümdar çarpışırken, AnadoluTürkmenleri neden Şah İsmail'e meyletmişlerdi?..
Bu sorunun cevabını, Kürtler'in kurtuluşunu da TÜRKÇÜLÜK'te gören büyük düşünür ZİYA GÖKALP vermektedir:
- "Osmanlı Devleti, eski TÜRK federasyonunun bazı esaslarını muhafaza etmiş bir ümmetten ibarettir."
"Osmanlılar ümmet esasına dayanan bir devlet kurdukları için AŞİRET ve soylu sınıf teşkilâtlarını bozarak BOY BEYLERİ yerine ENDERUN'dan çıkma sancak beylerini koydular."
"SAFEVİ DEVLETİ ise, tam tersine TÜRKMENLER'e eski AŞİRET ve soylu sınıf teşkilâtının muhafaza edileceğini vaad ederek (eski TÜRK) konfederasyon teşkilâtına döndü."
" Her aşiretin ırsî bir hanı bulunan bu teşkilâtta, ŞAH bir HANLAR HANI'ndan ibaret oldu."
(Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri sf. 59-60)
İşte bu son derece basit ama aynı zamanda son derece doğru açıklama, özellikle Asya'dan Timur'un önü sıra göç etmiş ve henüz eski âdetlerini sürdürmekte olan Doğu Anadolu Türkmenleri üzerindeki etkiyi anlamamızı sağlıyor....
Osmanlı Devleti sürekli Anadolu'ya göçeden TÜRKMEN aşiretlerinin yapısını bozarak onları yerleşik hayata geçirmeye çalışıyordu. Bu radikal değişiklik te TÜRKMENLER'i rahatsız etmiş, onların eski sistemlerini korumalarına izin veren TÜRK hükümdar Şah İsmail'e yakınlaştırmıştır.
Ziya Gökalp'in açıklaması ayrıca Yavuz'un davranışını da izah ediyor... Yavuz açısından uzun süre önce fethedilmiş OSMANLI topraklarında yaşıyan Türkmenler için yapılacak fazla bir şey yoktur ama; İran'dan ve Mısır TÜRK Kölemen Devleti'nden yeni alınan topraklardaki Kürt aşiretlerini kontrol altında tutmak için Şah İsmail'in politikası uygulanıyor.
Onların Türkmenlerinkine çok benziyen aşiret sistemlerine dokunulmuyor...
Bu uygulama Kürtler'i rahat ettirmiştir ama, Türkmenler açısından istenmiyen bir durum yaratmıştır.
Doğuki Kürt aşiretleri Türkleştirmesi beklenirken; oraya göçürülen Türkmen aşiretleri Kürtleşmişlerdir.
Neden?...
Ziya Gökalp'ın açıklamaları bu konuya da ışık tutuyor...
Türkmen aşiretleri her ne kadar eski TÜRK federasyon sistemini uzun süre önce terketmişlerse de, tam olarak unutmamışlardır... Doğuya göçünce serbest aşiret düzeninin Kürtler'e tanındığını görmüşler, bu haktan kendileri de yararlanmak istemişlerdir. Bu yüzden onlara benzemeye çalışmışlardır.
Ama Devlet Türkmenler'e, Kürtler'e olduğu kadar müsamahakâr davranmamıştır... Onlar da her fırsatta direnmişlerdir.
Böylece doğudaki sürtüşme, iddia edildiği gibi Kürtlerle Osmanlılar arasında değil; Kürtler gibi el üstünde tutulmayan Türkmenler ile Osmanlı arasında sürüp gitmiştir.
İşte Dersim'in TÜRK kökenli halkının isyanının altında, bu gerçekleşmemiş 500 yıllık beklenti yatar!.. Dersimliler (Tunceli) eski BOZ ULUS olarak, kendilerini hakkı yenmiş, ihmal edilmiş görür. "Niye Kürtler'e tanınan haklar bize de tanınmadı, tanınanlar da elimizden alındı?" zihniyeti etkisini hâlâ sürdürür.
Ve yine bu sebeptendir ki, çok daha önceden yerleşik düzene geçmiş TÜRKMEN aşiretleri de Kürtler'e tanınmış imtiyazlardan yararlanmak için onlar gibi davranmaya başladılar. Kanuni ile başlıyan Devlet'in ihmali ile de Türkmenler gün geçtikçe Kürtleştiler.
Daha doğrusu Karakeçili aşireti gibi, TÜRK olduklarını bile bile Kürtçe konuşmayı benimsediler... Böylece Kürt ayırımcıların istismarına âlet oldular.



***

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...