Türk Yahudi Lobiciliği -1
Bir Türk Yahudi Lobiciliğinden bahsedilebilir mi? Eğer böyle bir olgudan söz edilebilirse Türk dış politikasına gibi ne gibi katkıları olmuştur ve olabilir? Bu haftaki sayımızdan itibaren Denis Ojalvo'nun Galatasaray Üniversitesi'nde verdiği "Türk Yahudi Lobiciliği (Le Lobbysme juif en Turquie*)" konulu yüksek lisans tezinin özetini, üç bölüm hâlinde yayınlıyoruz.
Bu tez niçin ve nasıl yazıldı?
Beşyüzüncü Yıl Vakfı ve Sn Eli Aciman arşivlerine ulaşma imkânı, konuya olan ilgimle pekişince, Galatasaray Üniversitesinde yapmış olduğum Yüksek Lisans tezinin konusu kendiliğinden ortaya çıktı. İsrail'de 1970-1975 senelerinde yapmış olduğum Siyasal Bilimler ve Sosyoloji tahsili, günümüze kadar geçen zaman zarfında, bölgemizdeki ve özellikle Türkiye ve İsrail'deki siyasi gelişmeleri teferruatı ile izlememe imkân verirken, Türk-Yahudi ilişkilerini de irdeleme fırsatı verdi. İşlerimin yoğunluğu nedeniyle, tezimde işlemiş olduğum, İspanya Yahudilerinin Türkiye'ye iltica edişlerinin beş yüzüncü yılı (1992) kutlama faaliyetlerine sadece bir sponsor, konferans dinleyicisi ve davetli sıfatlarımla katılabildim. Yaptığım çalışmanın bu etkinliklerin Türkiye'nin uluslararası ilişkilerine ve Türk-Yahudi ilişkilerine olan katkısının geniş toplum tarafından da bilinmesine yardımı olabilirse bundan memnunluk duyacağım.
Galatasaray Üniversitesinde, Uluslararası İlişkiler bölümünde geçirmiş olduğum 2001-2002 akademik yılı, bana bu disiplindeki bilgilerimi güncelleme imkanı verdi. Bu konuda özellikle değerli hocalarım Prof. Dr. Beril Dedeoğlu, Dr. Erhan Büyükakıncı, Dr. Füsun Türkmen, Dr. Enis Tulca ve özellikle tez danışmanım Dr. Ali Faik Demir'e müteşekkirim.
Tezimin yazılması için tarafıma 500. Yıl Vakfı arşivlerine ulaşım imkânı sağlayan ve kendisiyle mülakat yaptığım Başkan Sn. Jak Kamhi'ye ve onunla bu projeyi omuzlamış olan Türk Reklam sektörünün duayeni Sn. Eli Aciman'a arşivlerinin fotokopisini yapmama müsaade ettiği için özellikle teşekkür ediyorum. Ayrıca, tarafıma mülakat verme nezaketini gösteren Dış İşleri Eski Bakanı Sn. İlter Türkmen; sorularıma telefonla cevap veren 1962-1964 yıllarında İsrail'in İstanbul Başkonsolosluğunu yapmış olan Büyükelçi Sn. Shlomo Havilio; Sorularımı cevaplandıran 500. Yıl Vakfı Başkan Yardımcısı Sn. Naim Güleryüz; bu girişimimde bana cesaret veren 500. Yıl Vakfı Koordinatörü Sn. Harry Ojalvo'ya da müteşekkirim.
İlaveten, tarafıma incelemem için tez suretleri veren, kitaplarından çok şeyler öğrendiğim, ve 500. Yıl Vakfı'nın faaliyetleri konusundaki tenkitlerini benimle paylaşan dostum, araştırmacı Rifat Bali; sorularıma cevap verme nezaketini gösteren ve hatıratından yararlandığım Dış İşleri Bakanlığı Eski Genel Sekreteri (sonradan Müsteşarı) Büyükelçi Sn. Kâmuran Gürün; Türkiye'nin New York'ta Birleşmiş Milletler nezdindeki Orta Elçisi Sn. Altemur Kılıç; 500. Yıl tanıtım projesini fiilen yürüten ve benimle muhaberatta bulunan ABD'deki GCI Halkla ilişkiler şirketinden Dr. Elaine Mancini; ve sorularımı cevaplandıran TÜSİAD Eski Genel Sekreteri Sn. Prof. Dr. Güngör Uras'a da şükran borçluyum.
Denis OJALVO
İstanbul, Şubat 2005
"Kendi menfaatimi korumazsam bunu kim yapacak? Eğer sadece kendimi düşünüyorsam ben neyim? Şimdi değilse ne zaman?"
Hillel, Yahudi bilgesi, M.Ö. 30 - M.S. 10, Ataların Meselleri
(Pirkei Avot) (1:14)
Osmanlı imparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı nihayetinde, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşmasıyla, ana karası olan Anadolu'nun büyük bir kısmının parçalanarak tarihî azınlıkları Rumlar, Ermeniler ve Kürtler arasında paylaştırılması olgusuyla karşı karşıya kalıyordu. Bu şartların kabul edilemezliği, Türklerin bir istiklâl savaşı vermesi ve Sevr'in şartlarını 24 Temmuz 1923 Lozan antlaşmasıyla ikame ederek söz konusu azınlıkların emellerine set çekmesiyle neticelendi.
İki Dünya savaşı arasındaki devrede totaliter rejimlerin ortaya çıkması, savaşın kendisi ve onu takiben Soğuk Savaş'ın yaşanması, söz konusu emellerin yerel bazda ve güdük kalmalarına sebep oldu. Savaşın ertesinde, Sovyet tehdidi altında bunalan Türkiye, 12 Mart 1947 Truman Doktrini ve 18 Şubat 1952'de NATO'ya girişi ile rahatlama imkânı buldu. Ancak, Türkiye'de yabancı düşmanlığının artmasına da sebep olan Kıbrıs sorunu, komşusu ve NATO çerçevesinde müttefiki olan Yunanistan'la arasının açılmasına ve bu olgunun, Türkiye'nin ABD ve istikbalde AB'yi oluşturacak olan devletlerle olan ilişkilerinin de etkilenmesine sebep oldu. Yunanistan'ın uluslararası alanda Türkiye'yi tecrit etme gayretleri, ABD'deki Yunan lobisinin Amerikan Kongresi'ne uyguladığı baskılar sonucu başarılı olunca, Türkiye'nin bu ülkeyle olan ikili ilişkilerini, gene Yunanistan'ın Avrupa ülkeleri ve kurumları nezdindeki benzer girişimleri, Türkiye'nin bu ülke ve kurumlarla olan ilişkilerini olumsuz etkilediler. Türkiye, evvelce tanımadığı "lobi" olgusuyla karşılaşıyor, Kıbrıs'ta yabancı işgalci statüsünün ve "Ermeni Soykırımı"nı reddetmesinin verdiği olumsuz görüntüyle ciddi bir imaj ve halkla ilişkiler sorunuyla baş etmek zorunda kalıyordu. Türkiye'nin ABD silahlarına olan bağımlılığının bilincinde olan Yunan ve Ermeni lobileri böylece Türk dış politikasını rehin alıyor ve Amerikan Kongresine yaptıkları başarılı baskılarla Türkiye'ye silah ambargosu konulmasına ve milli güvenliğinin tehlikeye girmesine sebep oluyorlardı. Türkiye, böylece, lobiciliğin Amerikan demokrasisinin özelliklerinden biri olduğunun ve bu ülkenin dış politikasını etkilediğinin bilincine varacaktı. Türkiye, bu yeni olguyla başa çıkabilmek için profesyonel lobi şirketlerine hatırı sayılır ödemelerde bulunacaktı. Bu gayretler faydalı olmakla beraber, seçmen bazında yapılan lobiciliğin, Kongre nezdindeki gücü karşısında yetersiz kalıyordu. Dolayısıyla, bu olgu ile mücadele edebilmek için Türkiye'nin tezlerini destekleyebilecek, hiç olmazsa hasım lobilerin verdiği zararı telafi edebilecek diğer bir lobi ile işbirliği yapmanın gereği ortaya çıkıyordu. Bu lobi Amerikan Yahudi lobisi olabilirdi. Ancak, bu lobiye ulaşmak ve onu işbirliğine ikna etmek gerekiyordu. Türk Yahudi toplumu bu iş için bir vektör, bir ara yüz gibi devreye girecekti.
Çalışmamızda Türk Yahudi lobiciliğini inceleyecek ve onun Türk dış politikasına olan katkılarını değerlendirmeye çalışacağız. Bir Türk Yahudi lobisinden bahsedilebilir mi? Bu olgu nasıl zuhur etti? Bu lobi devletin telkiniyle mi kuruldu?
Bunun dış ülkelerle olan bağlantıları nedir? Bu olguyu belirli dönemlerde ortaya çıkan bir emare gibi telakki etmek mümkün müdür? Açıklanması gereken husus, Türk Yahudi lobiciliğinin Türk dış politikasına müdahale edip etmediği ve lobiciliğin, Güçler Ayrılığı ilkesine dayanan Amerikan siyasi sisteminin, kaçınılmaz bir türevi olup olmadığıdır.
İki olgu ve katalizör vazifesi gören bir olay Türk Yahudi lobiciliğinin ortaya çıkmasını izah edebilir. İlk olarak, Güçler Ayrılığı ilkesinin lobiciliği, vatandaş gruplarının ve yabancı çıkarların temsilcilerinin taleplerinin Yasama erkine yani Amerikan Kongresi'ne iletilmesi için meşru bir araç olarak telakki ettiğini; Bu erkin, dış politikayı tayin eden Yürütme erkini, yani Başkanlık Yönetimini etkilediğini not etmek lazımdır. Not edilmesi gereken ikinci husus ise, Soğuk Savaş boyunca Türkiye'nin bağımsızlığını ve milli güvenliğini koruyabilmek için ABD'ye ve onun sağladığı silahlara olan bağımlılığı konusudur ki, bu son husus geçerliliğini hala korumakta olup kısa vadede değişmesi mümkün görünmemektedir. Türk Yahudi lobiciliğinin ortaya çıkmasını sağlayan katalizör olay ise, 1974'te Kıbrıs'taki Rum Milli Muhafızlarının darbe yapıp idareyi ele geçirmeleri neticesinde Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahale etmesi, bu müdahalenin ABD'deki Yunan Lobisi'ni harekete geçirerek bunun Kongre'yi etkilemesi ile Türkiye'ye yönelik bir Amerikan silah ambargosunun uygulanmasına sebebiyet vermiş olmasıdır.
O zamana kadar, Gayrimüslim azınlıklarını iç ve dış politikasından soyutlamış olan Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kıbrıs müdahalesinin müttefikleri (NATO ve ABD) nezdinde sebep olduğu baskılara göğüs gerebilmek için, bu politikasında değişim emareleri gösterdi.
Bu çalışma, Türk Yahudi lobiciliği olgusunun zikredilen çerçevede incelenmesi amacıyla yapılmıştır. Bu çerçevede, yapılan tespitleri özetledikten sonra önermelerimizi sıralayabilir çalışmamızın safhalarını zikredebiliriz. Veriler: Amerikan dış politikası Başkanlık Yönetimi tarafından tespit edilmekle beraber, Kongre'nin, Güçler Ayrılığı ilkesi gereğince, Yönetimin bu tasarrufunu yasama aşamasında engelleme imkânı vardır. Amerikan Siyasi sistemi, baskı gruplarını ve lobileri, karar alma sürecini etkileyen meşru etmenler olarak görmekte ve bunların faaliyetlerini kanunlarla düzenlemektedir.
Bazı lobiler çok güçlü olup dış politika konusunda Yasa yapıcılarının oylarını etkileyebilmektedirler. Amerikan siyaset sahnesi Türkiye'ye husumet duyan baskı grupları ve etnik lobilerle (Yunan-Ermeni ve Kürt) doludur.
Türkiye-ABD ilişkileri İkinci Dünya Savaşı'ndan beri Türkiye için stratejik ve vazgeçilmez bir özellik arz etmektedir. Silahlarının büyük bir kısmı ve savaş uçaklarının tümü Amerikan menşeli olan Türkiye, milli güvenliği için Amerika'ya bağımlıdır ve bu durumun kısa vadede değiştirilmesi mümkün görünmemektedir.
Bu verilere dayanarak önermelerimizi sıralayabiliriz: Uluslar arası alanda Türkiye için gönüllü olarak destek ifade edebilecek yegâne Gayrimüslim azınlık Türkiye Yahudi Toplumu'dur.
Amerikan Yahudi Lobisi ve diğer Yahudi dayanışma örgütleri dünyadaki Yahudilerin kaderleriyle yakından ilgilenmektedir. Dolayısıyla, Türkiye'deki Yahudi Toplumu bunlara ulaşmak için bir vektör olarak kullanılabilir.
Türkiye Yahudilerinin, Türkiye'nin dış politikasına katkı yapmaları için harekete geçirilmeleri, arzulanan ve ülke menfaatleriyle bağdaşan bir husustur.
Türkiye Yahudi Toplumu kendisine biçilen görevle özdeşleşmektedir.
Türkiye, Amerikan Yahudi Lobisi'nin İsrail'in bekasına verdiği önem çerçevesinde Türkiye'yi İsrail'in bölgesel güvenliğinin önemli bir etmeni olarak görmekte olduğunun bilincindedir ve bu "İsrail Perspektifi"ni dikkate almaktadır.
Araştırmamızda, lobicilik kavramına, Türkiye Yahudilerinin ülkenin siyaseti ile olan ilişkilerine, Türkiye karşıtı lobilerin ortaya çıkışlarına ve taleplerine, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) Türkiye'ye uygulanan ambargonun kaldırılması için 1975-1977 dönemindeki faaliyetleri ile Yahudi Lobisi'nin bu konudaki katkılarına, 1980-1982 askerî idare döneminde Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nın yurt dışında Türkiye yanlısı bir lobi oluşturmak için yaptığı girişimlere ve Yahudi Lobisi ile yapılan temaslara, nihayet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ve Türkiye Yahudi Toplumu'nun ortaklaşa kurdukları 500. Yıl Vakfı'nın Türkiye'nin dış politikasına yaptığı katkıları incelemeye çalışacağız. Çalışma, söz konusu işbirliğinin kuruluş aşamasını içeren 1988-1992 yıllarına odaklanacak, 500. Yıl Vakfı'nın ve bu girişimi aldığı notlarla irdeleyen Sn. Eli Aciman'ın arşiv verileriyle belgelenecektir. İlaveten, Kongre'yi ve Başkanlık Yönetimi'ni etkileyen, Türkiye karşıtı lobileri etkisiz hale getirmek için yapılan halkla ilişkiler gayretlerinin hedef kitlesi olan Amerikan Yahudi Örgütlerinin yapıları ve çalışmaları hakkında bilgi verilirken, uluslararası sahnedeki olaylara, Türkiye-İsrail ilişkilerini kapsadıkları oranda, bunların Türkiye-ABD ilişkilerini etkiledikleri cihetiyle değinilecektir. Nihayet, yapılan önermelerin tutarlılığı irdelenecektir.
5 Mart 2008
Denis Ojalvo
Türk Yahudi Lobiciliği -2
Bir Türk Yahudi Lobiciliğinden bahsedilebilir mi? Eğer böyle bir olgudan söz edilebilirse Türk dış politikasına gibi ne gibi katkıları olmuştur ve olabilir?
Denis Ojalvo'nun Galatasaray Üniversitesi'nde verdiği "Türk Yahudi Lobiciliği (Le Lobbysme juif en Turquie*)" konulu yüksek lisans tezinin ikinci bölümünü yayınlıyoruz
Çalışma Yöntemi
Türk Yahudi lobiciliğini iki bölümde inceledik: Birinci bölümün ilk kısmı, lobiciliğe ilişkin temel kavramlar hakkında bilgi vermeyi; İkinci kısmı, lobicilik bağlamında değerlendirme yapılabilmesi için, Türk-Yahudi ilişkilerini tarihsel perspektif çerçevesinde sunmayı amaçladı. İkinci bölümün birinci kısımda, Türkiye'ye uygulanan silah ambargosunun kaldırılması için TÜSİAD'ın 1975-1977 yıllarında Amerikan Kongresi nezdinde gösterdiği gayretler çerçevesinde Jak Kamhi ve Fred Burla'nın yaptığı katkılar; ayrıca, Avukat Mordo Dinar'ın ve Jak Kamhi'nin, 1980-1982 yıllarında T.C. Dışişleri Bakanlığının Genel Sekreteri Kâmuran Gürün'ün Yahudi Lobisi ile olan temaslarına katkıları incelendi. İkinci kısımda ise, Türk Yahudi lobiciliğinin, devletle ortaklaşa kurulmuş kurumsallaşmış vasatı olan 500. Yıl Vakfı'nın, Türk dış politikasına, yürüttüğü uluslararası halkla ilişkiler kampanyasıyla yaptığı katkı, 1988 ortasından 1992 senesi sonuna kadar olan süreyi kapsayacak şekilde incelendi. 1992, İspanya'dan sürgün edilen Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelişlerinin 500. yılı olması vesilesiyle, 1988 ortalarında çalışmaları başlatılan halkla ilişkiler kampanyasının zirvesini oluşturuyordu.
Söz konusu son dönemin 1988 öncesinde, Turgut Özal'ın 1984 senesinden itibaren Yahudi örgütleriyle Jak Kamhi'nin desteğiyle temas aradığını görüyoruz.
1992 sonrası, 1996'da Türkiye - İsrail stratejik ilişkilerinin kurulmasıyla somutlaşan çıkış; Başbakan Bülent Ecevit'in 4 Nisan 2002 tarihinde, İsrail'in uğradığı terör saldırıları dolayısıyla silahlı kuvvetlerinin Cenin kentinde yapmış olduğu operasyonu "Soykırım" olarak nitelendirmesiyle inişin yaşandığı bir dönemdir. Bu ilişkiler, 18 Kasım 2002 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelişiyle bir belirsizlik dönemine girecek, İsrail'in terör saldırılarına cevap vermek için Gazze kentine operasyon düzenlemesini müteakip Türkiye'nin 8 Haziran 2004 tarihinde büyükelçisini istişareler için çağırmasıyla en derin krizini yaşayacaktı. İlişkiler T.C. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün 3 Ocak 2005 tarihindeki İsrail ziyaretiyle tekrar çıkışa geçecekti.
Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesi ve Amerikan silah ambargosu
Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs anlaşmazlığı, Türk dış politikasının temel sorunlarından biri olmuştur. 1950'lerdeki dekolonizasyon yıllarında, Kıbrıs adasındaki yerli Rum ve Türk halkları arasında çatışmalar meydana gelecek ve kan dökülecekti. Anlaşmazlık, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla askıya alınacaktı. Çoğunluğu oluşturan Kıbrıslı Rumlar, adayı Türklerden arındırıp Yunanistan'a bağlamak gayretindeydi. Bu çerçevede 1963 yılından itibaren yapılan katliamlar, 1964 yılında Türk uçaklarının uyarı uçuşları yapmasıyla ABD ile Türkiye arasında, aralarındaki 12 Temmuz 1947 tarihli anlaşmaya atıfta bulunan ve verilen silahların sadece savunma amaçlı kullanılabileceğine işaret eden "Johnson Mektubu" ile somutlaşan bir krizin yaşanmasına sebep olacaktı. 10 sene sonra, Rum Milli Muhafızlarının Ada'da 1974 yılında yapıkları darbeye tepki olarak, 1959 Zürich ve Londra anlaşmalarının garantör devlet olarak Türkiye'ye tanıdığı haklar çerçevesinde Türkiye'nin Ada'ya müdahalesi ve %40'ını işgal etmesi, Amerika'daki Yunan lobisinin Kongre nezdinde girişimlerde bulunmasına ve yönetimin Türkiye'ye 5 Şubat 1975'ten itibaren geçerli olmak üzere silah ambargosu uygulamasına sebep olacaktı. Yunan Lobisi bu girişimi için ABD'deki Ermeni Diasporasından destek görecek, Yunan Lobisi de aynı desteği, haklarını arama yöntemi olarak terörü seçen Ermenilerin soykırım iddialarına verecekti. TÜSİAD heyetinin ambargonun kaldırılması için giriştiği 1975 senesindeki ABD ziyareti bu arka planda gerçekleşti. Aynı heyet ambargonun kaldırılması gayretlerini 1977'de yapılan ikinci bir ziyaretle sürdürecekti. Türk Yahudi'si, sanayici, Jak Kamhi her iki heyette faal bir şekilde yer alacak ve Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrine katkıda bulunacaktı. İki ülke arasındaki muhtelif krizlerden sonra, silah ambargosu nihayet 15 Ağustos 1978 tarihinde kaldırılacaktı.
12 Eylül 1980 müdahalesi rejimi ve Yahudi Lobisi ile sondajlar
1975 senesinden beri değişik şekillerde zuhur eden anarşi, kökten dincilik ve siyasi belirsizlik 12 Eylül 1980 tarihinde Türk ordusunun yönetime el koymasıyla neticelendi. Askeri rejimin ilan ettiği örfî idare zarfında yapılan tutuklamalar, Kıbrıs Sorunu ve soykırım iddialarının sıkıştırdığı Türk dış politikasını daha da zora sokacaktı. Bu arka plan çerçevesinde, Mordo Dinar'ın ve Jak Kamhi'nin askerî rejime destek olduklarını ve söz konusu rejimin tabiatını Avrupalılara ve Amerikalılara izah etme ve yurt dışında Türkiye yanlısı bir lobi oluşturma görevini üstlenen Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Kâmuran Gürün'e bu girişimlerinde, Yahudi örgütleriyle temaslar ayarlayarak yardımcı olduklarını görüyoruz. Gürün'ün bu gayretleri, generallerin desteğine mazhar olmakla beraber, Suudi Arabistan'dan beklenen 250 milyon Dolarlık kredi ve Kıbrıs için Arap-Müslüman dünyasından beklenen ekonomik ve siyasi destek yüzünden bir netice vermeyecekti.
Türk Yahudi lobiciliğinin kurumsallaşması ve 500. Yıl Vakfı
1983 senesi askerî rejimle birlikte son bulurken, bu rejim esnasında önemli görevler üstlenmiş olan Turgut Özal demokratik bir seçim neticesinde başbakanlığı elde ediyordu. Özal, 1985 senesinde ABD'ye yaptığı ziyarete beraberinde, ona ABD'deki Yahudi örgütleriyle temaslarında yardımcı olacak, Jak Kamhi'yi de götürüyordu. Özal, 1980-1982 yıllarında Dışişleri bakanlığı eski Genel Sekreteri Gürün'ün Dinar ve Kamhi vasıtasıyla açtığı yoldan gidecekti.
Türkiye Yahudi Toplumunun lobicilik faaliyetleri arifesinde, Türkiye, ciddi uluslararası sorunlarla karşı karşıyaydı. Bunların arasında, Türkiye'nin Ada'nın kuzeyini işgaliyle çetrefilleşen Kıbrıs Sorunu, Yunanistan'la olan karasuları sorunu, Ermenilerin Birinci Dünya savaşı esnasında Osmanlı devrinde uğradıkları kıyımın nevi (soykırım) konusundaki iddiaları, 15 Ağustos 1984 tarihinde bir jandarma karakoluna yapılan saldırı ile tekrar ortaya çıkan ayrılıkçı Kürt hareketi, Irak'ın bu ayrılıkçı Kürtlere topraklarında sağladığı örgütlenme imkânları, Suriye'nin Hatay ve ayrıca Fırat'ın suları üzerindeki hak iddialarıyla bunları elde etmek için bir baskı aracı olarak Kürtlere destek vermesi, Yunan ve Ermeni etnik lobilerinin etkisi altında olan Amerikan Kongresi ve Başkanlık Yönetimi ile diyalog sorunları; Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunlarıyla, sol militanların tutuklanmasının doğurduğu insan hakları ihlallerinin batı Avrupa ülkeleriyle yarattığı gerilim, İran'ın Türkiye'ye rejim ihraç etme gayretleri, Bulgaristan'daki Türk azınlığının yaşadığı sorunlar, 24 Ocak 1980 kararlarına rağmen kırılgan durumdaki ekonomiyi, saymak mümkündür. 1987-1990 seneleri özellikle, çoğu zaman birlikte hareket eden üç grubun (Yunan, Ermeni ve Kürt) düşmanca tavır ve eylemlerine sahne oldu. 29 Eylül 1989 tarihinde senatör Robert Dole'un SJ 212 numaralı, 24 Nisan 1990 tarihinin "1915-1923 tarihlerinde gerçekleşen Ermeni Soykırımının 75. Yıldönümü olarak anılması" tasarısı, T.C. Devleti'nin Türkiye Yahudi Toplumuyla beraber giriştiği "imaj düzeltme" faaliyetlerinin arka planını oluşturuyordu. 500. Yıl Vakfı, İspanya'dan sürgün edilen Yahudilerin Osmanlı Türkiye'sine kabullerinin 500. senesini 1992 yılında kutlamak ve bu vesileyle uluslar arası bir halkla ilişkiler kampanyası yürütmek için kurulacaktı.
Fikri 1982 senesinde ortaya atılan ve Türkiye çapında yapılması düşünülen bu kutlamalar, 1986 senesinde Theodore Mann başkanlığında Türkiye'ye gelen Amerikan Yahudi Kongresi (American Jewish Congress) heyetinin Ankara'da, ABD büyükelçisi ve Türkiye Yahudi Toplumu temsilcilerinin huzurunda, Dışişleri Bakanlığı yetkililerince, söz konusu kutlamaların dünya çapında yapılacağının ilan edilmesiyle, uluslararası bir nitelik kazanacaktı. Bu projenin uygulamaya konulması, örgütleme kapasitesi ve finansal gücü olan bir kişinin bu işin liderliğini üstlenmesiyle mümkündü. Türkiye Yahudi Toplumu yöneticileri bu iş için en uygun olan kişi olan Jak Kamhi'ye başvurdular. Kamhi ve arkadaşları 27 Haziran ve 15 Temmuz 1988 tarihinde yaptıkları toplantılarla bu amaca yönelik bir vakfın kuruluş çalışmalarını başlattılar. Bu amaçla, devletin desteğiyle, belli başlı Müslüman ve Musevi işadamlarını, politikacılar, emekli asker ve bürokratları, sanatçıları ve akademisyenleri seferber edip 19 Temmuz 1989 tarihinde 500. Yıl Vakfı'nı resmen faaliyete geçirdiler. Türkiye reklamcılığının babası sayılan Eli Aciman'ın bu projeyi uluslararası alanda yönetebilecek halkla ilişkiler firmasının seçimi ve bunun çalışma esaslarının tespiti konusunda büyük hizmetleri oldu. Sarf edilen gayretler Amerikan kamuoyunu ve onu oluşturan birçok Amerikan Yahudi örgütünü ve bunların oluşturduğu federasyonları Türkiye konusunda bilgilendirecek ve onun lehinde seferber edecekti.
12 Mart 2008
Denis Ojalvo
Türk Yahudi Lobiciliği -3
Bir Türk Yahudi Lobiciliğinden bahsedilebilir mi? Eğer böyle bir olgudan söz edilebilirse Türk dış politikasına gibi ne gibi katkıları olmuştur ve olabilir?
Denis Ojalvo'nun Galatasaray Üniversitesi'nde verdiği "Türk Yahudi Lobiciliği (Le Lobbysme juif en Turquie*)" konulu yüksek lisans tezinin sonuç bölümünü yayınlıyoruz.
Sonuç
Türk Yahudi lobiciliği, Türkiye'nin Amerikan siyasi sisteminin yasama erki üzerindeki etki eksikliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu vasat, ayni erk üzerinde etki gücü olan Amerikan Yahudi lobisine erişim için kullanılmıştır. Türk Yahudi lobiciliğinin Türk dış siyasetine olan mütevazı katkısının bu perspektifte değerlendirilmesi gerekir.
Türkiye'nin dış politikası ve özellikle ABD ile olan ilişkileri, Kıbrıs Sorunu yüzünden Yunan Lobisi'nin başlıca hedefi haline gelmişti. Aynı hedef soykırım iddialarını Türkiye'ye kabul ettirmek isteyen Ermeni Lobisi ve ayrılıkçı faaliyette bulunan Kürt Lobisince de paylaşılıyordu. Bu amaçla, Amerikan Kongresi, bu lobiler tarafından, siyasetlerinin bir aracı olarak, kullanıldı ve Türkiye ile ilgili olumlu kanunların çıkması önlendi. ABD'nin Türkiye'ye silah ambargosu uygulaması, Türkiye'nin, Amerikan Kongresinin ABD dış politikasının oluşumunda ne denli önemli bir rol oynadığının farkına varmasında dönüm noktası oldu. Başkanlık Yönetimi de 5 Şubat 1975'ten 15 Ağustos 1978'e kadar süren ve Kongre'nin manevra sahasını kısıtladığı dış politikası bağlamında kendine dersler çıkardı. Bu olgu, 1990'larda birbirini izleyen ABD yönetimlerini Türkiye'yi silah temini için İsrail ile işbirliğine cesaretlendirmesine yol açtı. Türkiye açısından, kendisi için stratejik önem arz eden ve güvenliğiyle doğrudan ilintili olan "ABD ile ilişkileri" etmeninin kontrol altına alınması, dış siyasetinin birinci hedefi olacaktı. Düşman lobilerin etkisini kırmanın yolu diğer güçlü bir lobinin işbirliğini sağlamaktan geçiyordu. Bu lobi Amerikan Yahudi Lobisiydi. Türkiye kararını aldığı bu stratejiyi uygun bir konjonktürde icraata koyacaktı. Eli Aciman, 27 Mart 1989 tarihinde müstakbel 500. Yıl Vakfı'nın başkanı Kamhi'ye yazdığı mektupta "Az çok geçerli ve benimsenebilir bir platform, bir koridor bulunmadan, yüz milyonlarca dolar dahi dökülse, bir ülkenin veya bir milletin menfi imajı kolay kolay düzeltilemez!" diyordu.(1) Uygun fırsat, yurtlarından sürgün edilen ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından topraklarına kabul edilen İspanyol Yahudilerinin bu ülkeye gelişlerinin 500. yılı kutlamaları olabilirdi. Böylece, Türk Yahudi Toplumu Amerikan Yahudi Lobisi'ne erişmek için bir vasıta olarak kullanılabilirdi. Kamhi, devlet yöneticilerini bu projenin mantığı ve gerçekleştirilebilirliği konusunda ikna edecek ve söz konusu vesile, uluslararası çapta bir halkla ilişkiler kampanyasının düşman lobilerle başa çıkma stratejisinin bir taktiği olarak uygulamaya konacaktı. Kullanılan metot şöyle olacaktı: Önce, Türkiye'deki bütün siyasi yelpazeyi kapsayacak politikacıların, emekli asker ve bürokratların, sanatçıların, akademisyenlerin ve işadamlarının katılımıyla bir vakıf kurmak. Peşinden, Türkiye Yahudi Toplumu'nun bu projeye desteğini sağlamak. Sonra, Yurt dışındaki Türkiye ve Osmanlı kökenli Sefarad Yahudilerinin desteğini sağlamak, bunların arasından çıkabilecek çatlak sesleri susturmak. Nihayet, ABD'deki Yahudi örgütlerini 500. Yıl Vakfı'nın hedeflerine kazanmak ve işbirliğine davet etmek için halkla ilişkiler faaliyetlerine girişmek. Ve Amerikan Yahudi Lobisi'nin Türkiye'yi Kongre nezdinde desteklemesini, Türkiye-İsrail ilişkilerinin ilerletilmesini sağlayarak gerçekleştirmek.
Geriye doğru bakarak "Türk Yahudi lobiciliği kendisine verilen vazifeyi yerine getirmiş midir?" sorusunu sormak mümkündür. Bu bağlamda, konuya müdahil tüm taraflar için bir bilançonun çıkarılması doğru olur. 500. Yıl Vakfı, misyonu çerçevesinde, Türkiye'nin Amerikan Yönetimi ve Kongresi nezdinde, Amerikan Yahudi lobisini ve İsrail Dışişleri Bakanlığını seferber ederek Türkiye'nin menfaatlerinin kollanması konusunda önemli işlev ve hizmetler ifa etmiş, 1996 yılında Türkiye-İsrail stratejik ilişkilerinin tesisine giden yolu açmıştır.
Düğmeye basıldığı 1988 senesinden bu yana geçen 17 sene zarfında yapılacak birinci gözlem, Türk Yahudi lobiciliğinin, hedefleri ve icraatı bağlamında, genel Türk lobiciliğinin mütemmim bir cüzü şeklinde tezahür ettiğini ve Türk dış politikasının amaçlarına hizmet ettiğini müşahede ediyoruz: Bu fasıldan, Amerikan Kongresine silsile şeklinde gelen Ermeni tasarılarının durdurulması, Yunan Lobisi'nin etkisinin, konjonktürün değişmesine ve Türkiye'nin alternatif politikalar üretmesine zaman tanıyarak hafifletilmesi, Fırat sularının paylaşımı ve Hatay üzerindeki Suriye iddialarının gündemden kalkmasını sağlayacak uluslararası ortamın oluşturulması, PKK'nın elebaşının Suriye'den çıkarılması ve yakalanması, dolayısıyla Türkiye'deki ayrılıkçı hareketin kontrol altına alınması, Irak'ın bir tehdit unsuru olarak etkisizleştirilmesi (Ancak, ABD ve İsrail'in, Irak'a duydukları ilginin bu ülkelerin Türkiye ile olan ilişkilerinde bir rahatsızlık yarattığı anlaşılıyor), İsrail ile geliştirilen askeri işbirliğinin Türkiye'nin ABD kaynaklı silahlara olan bağımlılığını azaltması, Türkiye'nin güçlenmiş konumunun Bulgaristan ve Yunanistan ile olan ilişkilerine olumlu yansımaları ve konjonktürün değişmesiyle, Sovyet hamisini kaybeden Suriye'nin Türkiye ile olan ilişkilerini düzeltmeye mecbur kalması ve Türkiye'nin AB'ye olan girişinin önünün açılması.
Türkiye'yi tehdit eden dış etmenlerin güçlerini yitirmesi ve ekonomisinin düzelmesi, güvenliğini sağlamak için İsrail'e olan ihtiyacını asgariye indirmiştir. Dolayısıyla, 28 Eylül 2000 tarihinde patlak veren Filistin İntifadasının ve takip eden olayların Türkiye ile İsrail arasındaki "balayını" uygun zamanda sona erdirdiğini ve fazla ısınmış olan bu ilişkileri soğuttuğunu söyleyebiliriz. Başbakan Bülent Ecevit'in, 4 Nisan 2002 tarihinde, uğradığı terör saldırıları dolayısıyla İsrail Silahlı Kuvvetlerinin Cenin kentinde yapmış olduğu operasyonu "Soykırım" olarak nitelendirmesi, bu özel ilişkilerin artık gerekli olmadığına işaret ediyordu.(2)
Diğer yandan, nükleer bir güç olma istidadındaki İran'ın İsrail kadar Türkiye için de bir endişe kaynağı olduğunu ve bu iki ülkenin, sorunun çözümü için ABD'nin girişimde bulunmasını beklediğini varsayabiliriz.
Amerikan Yahudi Lobisi'nin ve İsrail'in bilançolarının da bir o kadar olumlu olduğunu görüyoruz. Zira Türkiye ile İsrail arasındaki askerî ve ticarî ilişkiler İntifada imtihanını aşmış görünüyor ve bölgesel güvenlik, işbirliği için düğmeye basıldığı 1988 senesine nazaran daha istikrarlı görünüyor.
Türkiye Yahudi Toplumu'na gelince, bilançonun kısmen olumlu, bazı açılardan da pek olumlu olmadığını görüyoruz. 500. Yıl Vakfı girişiminin somut neticeler vermesi dolayısıyla bu toplumun ülkeye olan bağlılığının kanıtlandığını ve bunun imajlarını 1980'lerin öncesine nazaran iyileştirdiğini söylemek mümkündür. Ancak, 500. Yıl kutlamaları çerçevesinde, yüzyıllar boyu barış içinde yaşam konusunu vurgulamak için kullanılan "hoşgörü" söylemi, Türkiye Yahudi’sinin imajının tam vatandaş statüsünden hoş görülen sığınmacı zimmi statüsüne indirgediğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Çalışmamızın Giriş bölümündeki sorulara aşağıdaki cevapları verebiliriz:
Bir Türk Yahudi lobisinden bahsedilebilir mi?
Evet! Türkiye Yahudi Toplumu dış temaslarını Türkiye lehinde seferber etmeyi başarmıştır.
Bu olgu nasıl ortaya çıktı?
Bu olgu, Türkiye'nin 1974 Kıbrıs müdahalesini müteakip kendisine uygulanan ambargonun müsebbibi olan hasım lobilerin ABD Kongresi üzerindeki etkilerini kırma ihtiyacından doğdu.
Bu lobi devletin telkiniyle mi kuruldu?
Evet! Ancak, başlangıçta Devletin amaçları konusunda şüpheci bir tutum sergileyen Türkiye Yahudi Toplumu yöneticileri, kendilerine verilen vazifeyle özdeşleştiler.
Bunun dış ülkelerle olan bağlantıları nedir?
Organik bir bağdan söz edilemez. Ancak dünyadaki ve özellikle ABD'deki Yahudi Örgütleriyle, T.C. Devletinin avaliyle olan bir işbirliğinden bahsedilebilir.
Bu olguyu belirli dönemlerde ortaya çıkan bir emare gibi telakki etmek mümkün müdür?
Evet! Bu işlev Türkiye ile ABD arasındaki diyalog siyasi nedenlerden dolayı sıkıntıya girdiği zaman önem kazanıyor.
Türk Yahudi lobiciliğinin Türk dış politikasına müdahale edip etmediği, hususuna gelince, verilecek cevap Hayır‘dır. Türkiye Yahudi Toplumu Türkiye'nin dış politikasına karışmamaktadır. Ancak, isteklerini devlete rahatça iletebildiği bu statüsünü korumayı amaçlamakta ve devletin siyaseti Yahudi ve İsrail aleyhtarı bir çizgi izlemedikçe, kendisini devletin hizmetine hazır bulundurmaktadır.
Lobiciliğin, Güçler Ayrılığı ilkesine dayanan Amerikan siyasi sisteminin, kaçınılmaz bir türevi olup olmadığı sorusuna gelince, cevap Evettir!
Lobiciliğin Amerikan siyasi sisteminin kaçınılmaz bir öğesi olması cihetiyle, T.C. Devleti, Türk Yahudi lobiciliği vasatını tasarruf etme imkânını haizdir.
Bununla beraber, aşağıdaki soruların cevaplarını henüz bulmadıklarını söylemek mümkündür:
1- Türkiye kendisini ABD'ye olan bağımlılığından kurtarabilecek ve Amerikan Yahudi Lobisi'nin hizmetlerinden vazgeçebilecek midir?
2- Avrupa Birliği Türkiye'nin güvenlik ihtiyaçlarına cevap verebilecek midir?
(*) Tezin metni 145, kaynakçası 19 ve ekleri 79 sayfa tutmaktadır. YÖK sıra numarası 161880'dir.
(1) Eli Aciman'ın Jak Kamhi'ye gönderdiği 27 Mart 1989 tarihli mektup, Eli Aciman arşivi, MANAJANS A.Ş.
(2) Site du Bureau du Premier ministre de la République de Turquie: http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/2002/Mart2002.htm
Senatör Frank Lautenberg, Temsilciler Meclisi üyesi Stephan Solarz, ayrıca destek olan Temsilciler Meclisi üyesi Tom Lantos; projenin hayata geçirilmesinde katkıda bulundular.
Projeyi bilfiil hayata geçirenler
500. Yıl Vakfı'nın kuruluş amacının gerçekleşmesi, konuya kendilerini, zamanlarını ve enerjilerini adamış olan gönüllü ve profesyonel kişilerin eseridir. 500.Yıl Vakfı'nın 1990 ile 1993 yılları arasındaki faaliyetleri özetleyen broşürüne ilaveten ek kaynaklardan toparlayabildiğimiz kadarıyla, 500. Yıl Projesini muhtelif düzlemlerde sırtlamış olan kadroyu oluşturanlar:
500. Yıl Vakfı Yürütme Kurulundan, Başkan Jak Kamhi, Başkan Yardımcıları Naim Güleryüz, Emekli Büyükelçi Tevfik Saraçoğlu, Yako Veissid, üyeler Eli Aciman ve Ogan Soysal, Genel Sekreter Emekli Büyükelçi Behçet Türemen, Koordinatör Nedim Yahya, Danışman Harry Ojalvo'ya ilaveten, Vakıf sekreterliği ve personeli; Konferanslar veren Prof. Stanford Shaw ve Gazeteci Sami Kohen;
Vakıf'ın ABD'deki şubesinden, başta Başkan İvan Schick ve Ahmet Ertegün olmak üzere, ABD şubesi Yönetim Kurulu üyeleri, Müdür Ed Alcosser;
ABD'deki Yahudi organizasyonlarının başkanlarıyla temasları kuran Arnold & Porter (APCO) lobicilik şirketi Başkanı Paul Berger ve ekibi;
ABD'deki Yahudi organizasyonların müdür ve idarecileriyle tanıtım işlerini yürüten GCI halkla ilişkiler şirketi başkanı Harriet Mouchly-Weiss, yardımcıları Elaine Mancini, Susan Barocas ve ekibi, Şube enformasyon bürosu yetkilisi Susan Eisenstat;
1991-1992 yıllarında ABD'deki büyük Yahudi Örgütlerinin "şemsiye" örgütü olan Başkanlar Birliği'nin (Conference of Presidents) başkanı Shoshana Cardin;
ABD akademi dünyasından, Columbia University'den Dr George Gruen, Washington Türk Araştırmaları Enstitüsü'nden Dr Heath Lowry, Rutgers University'den Prof. Walter Weiker, Brandeis University'den Prof. Avigdor Levy;
ABD siyaseti simalarından Dışişleri Eski Bakanı Prof. Henry Kissinger, Senatör Frank Lautenberg, Temsilciler Meclisi üyesi Stephan Solarz, ayrıca destek olan Temsilciler Meclisi üyesi Tom Lantos;
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri bakanlığı'nın muhtelif mevkilerdeki diplomatları arasında Washington Büyükelçisi Nüzhet Kandemir, GCI halkla ilişkiler şirketiyle teması yürüten Müsteşar Tacan İldem, New York Başkonsolosu Volkan Bozkır, Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Emre, Chicago Başkonsolosu Mehmet Taşer, Girşim komitesinden Emekli Büyükelçi Coşkun Kırca, Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Genel Müdürü Ümit Pamir, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Murat Sungar, Birleşmiş Milletler nezdindeki Büyükelçimiz Mustafa Akşin, İstihbarat Dairesi Başkanı Büyükelçi Cenk Duatepe, New York Başkonsolos Yardımcısı Vefahan Ocak;
Nihayet, siyasi düzlemde projenin yaratıcısı önce Başbakan, sonradan Cumhurbaşkanı sıfatıyla Turgut Özal, projeyi yürüten Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz, proje boyunca başbakanlık görevlerinde bulunan Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel; proje süresinde Dışişleri bakanlığı yapmış olan Prof Dr Ali Bozer, A. Kurtcebe Alptemoçin, Safa Giray ve Hikmet Çetin, bu projenin başarılı uygulayıcıları oldular.
19 Mart 2008
Denis Ojalvo
1934 Trakya olayları: Bir aile dramı!
1930'lu yıllar Almanya'da Nasyonal Sosyalist Parti'nin iktidara geldiği, İtalya'da faşist Musolini' nin tekrar seçimi kazandığı, dünyanın yeni bir savaşa adım adım yaklaştığı, zaten hiçbir yerde sevilmeyen Yahudilere olan nefretin arttığı bir karanlık çağdı.
Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkmış Türkiye, milli birliğini kültürel bütünlükte bulma amacındaydı. Bu nedenle azınlıkları ve farklı etnik grupları Türklük potasında eritme çabasına bir yöntem aranıyordu. Yeni kurulan devlet, aslında Osmanlı'nın çeşitli yerlerinden Anadolu'ya akmış veya gelmek zorunda kalmış, tam bir bütünlük arz etmeyen, ortak paydası Müslümanlık olan karışık bir topluluktu. Kurucu büyüklerin ideolojisi, doğuştan Türklük gibi bulanık bir kavram yerine, ülkeye anayasal vatandaşlık bağı ile bağlananın Türk kabul edileceği, esasen kucaklayıcı ve eşitlikçi bir çözümdü.
Trakya, Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşı sırasında işgale uğramış halen hassas bir durumdaydı. Mussolini'nin İtalya'nın işgal etmek istediği yerler arasında Türkiye'nin de olacağını ima etmesi Türkiye'yi telaşlandırmış ve özellikle de Trakya'yı önemli bir konuma getirmişti. 2510 sayılı İskân Kanunuyla gerektiğinde Türkçe konuşmayan Türklere karşı tedbirlerin alınabileceği kabul edilmişti. Türkiye'nin, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını askeri bölge haline getirerek silahlandırılması Sovyetler Birliği ve Balkan Devletleri tarafından kabul edilmişti.
Ermeni tehcirine maruz kalan Ermeniler ile 1923 Lozan Anlaşması uyarınca mübadele edilen Rumların bıraktığı ticari boşluk umulduğu gibi yerli Türkler yerine Trakya'daki Yahudiler tarafından doldurulmuştu.
1934 yılında Nihal Atsız'ın Edirne'de olması ve Orhun Dergisi'ni çıkarması, Cevat Rıfat Atilhan'ın Yahudi nefretini körükleyen yazıları da tansiyonu epeyce artırmıştı. "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyaları kısa sürede Yahudi dükkânlarını boykota dönüştü.
1934 yılının 3-4-5 Temmuz günleri, 25 günden beri yerel esnaf ve halk tarafından beklenen ve konuşulan; evlerini, iş yerlerini terk etmeleri şeklindeki uyarılan Yahudilere, tehditlerle dehşet salınan günler sonunda gelmişti. Önceden planlandığı, 20 gün öncesinden konuşulmasından belliydi. Evlere ve mağazaları sistemli bir şekilde yağmalama yapıldığı, dayak ve tacizlere rağmen iki gün boyunca hiçbir şekilde güvenlik güçlerinin karakollardan ve garnizonlardan çıkmamaları "emri aldıkları" düşüncesini akla getirmişti. Bu durum parmakların zamanın hükümeti CHP'ye uzanmasına yol açmıştı. Bütün bu olaylar Edirne, Çorlu, Lüleburgaz, Babaeski, Uzunköprü, Çanakkale gibi yerlerde gerçekleşmiş, sonuçları itibariyle Yahudi nüfusunun önce İstanbul'a daha sonra da Filistin'e göç etmesine yol açmıştı. İstenildiği gibi Yahudi azınlığın gerçekten "azınlık'' olması sonucunu doğurmuştu.
1934 yılında babam Albert Aviyente henüz bir yaşında bile değildi. Kendisinden büyük üç kardeşi, annesi Doreta Aviyente (32) ve babası Simanto Aviyente (38) ile Kırklareli' de yaşıyorlardı. Büyükbabam Simanto Aviyente, başta Almanya'ya olmak üzere yumurta ve meyve ihraç ederdi. Yahudi cemaatinin hali vakti yerinde üyelerindendi. Oldukça zayıf yapılı Simanto'nun aksine eşi Doreta enerjik, iri yarı ve güçlü bir kadındı. Yahudi cemaatinde kimse, önemli önemsiz herhangi bir konuda onunla tartışmak veya damarına basmaktan çekinirdi.
3 Temmuz günü Simanto Aviyente' nin elinde, genelde yazıhanesinde bir çekmecede kilitli bulunan çok miktarda nakit para vardı. O günkü gergin ortamda Simanto bir yere zorla girilecekse bunun ev değil dükkân ve yazıhaneler olacağı gibi iyimser bir tahminde bulunmuş ve tüm nakit parayı eve almanın akıllıca olacağını düşünmüştü.
O akşam dışarıdaki kargaşa onu paniğe sürükledi. Oturma odasında volta atmaya, ellerini ovuşturmaya ve kendi kendine umutsuzca konuşmaya başladı. O andan sonra Doreta durumu ele aldı ve kocasının cebine tüm parasını doldurup elinden tutarak penceresiz depoya indirdi. O' nu kapının en uzak noktasına götürdü ve çevresinde kütüklerle barikat kurdu. Çıkarken deponun kapısına birkaç tahta çiviledi. Sonra yukarıya çıktı ve en kötü olasılığa hazırlandı.
Elbette olaylar bir süre sonra evlerine sıçradı. Kapı kırıldı ve bir grup yağmacı içeri daldı. Ancak davranışları oldukça tuhaftı. Talana başlamak yerine Simanto'nun nerede olduğunu sordular. Doreta kocasının yakınlardaki Babaeski'de iş seyahatinde olduğunu söyledi. Yağmacılar Doreta' yı konuşturamayacaklarını anlayınca kocasının yerini söylemezse onu öldürmekle tehdit ettiler. Doreta "İsterseniz beni öldürebilirsiniz ama bu sizi Simanto'ya ulaştırmaz " diye karşılık verdi.
Doreta sonra onlara "Lütfen bekleyin" dedi, arkasını dönüp mutfağa gitti ve uzun saplı bir süpürgeyle yağmacıların beklediği oturma odasına geri döndü. Bu arada büyük bir korku içinde birbirlerine sokulmuş dört kardeşi çimdikleyerek bağırmaya başlamalarını söyledi. Çocuklar da çığlığı bastı.
Doreta oturma odasına döndüğünde süpürgeyle yağmacıların üzerine yürüdü. Adamlar önce şaşkınlıktan bir şey yapamadılar. Onları gafil yakalayan Doreta süpürgeyi birinin başında kırmayı başardı. Sonra hiç duraksamadan oradan bir iskemle kaptı ve tekrar saldırıya geçti. Bu kez yağmacılar karşılık verdiler, ona her yandan saldırdılar, şiddetle vurdular ve baskın çıkınca Doreta' yı boğmaya çalıştılar. Doreta, şansına, çatışmada bilincini kaybetti.
Saldırganlar ya mücadelesiyle kerhen saygılarını kazandığından ya da sonuçta kadını öldürüp başlarını belaya sokmak istemediklerinden başka bir tecavüze yeltenmediler. Birkaç giysi dışında her şeyi aldılar ve ortadan kayboldular. Bir süre sonra Doreta'nın bilinci açıldı. Her yanı yara bere içinde olmakla birlikte ayağa kalktı, tam bir şok geçiren babam, amcam ve halalarıma baktı, bodruma indi ve tir tir titreyen kocasını serbest bıraktı.
Ertesi sabah Doreta çoğunlukla giysilerden oluşan geri kalan eşyayı iki valize doldurdu. Kocasına, çocukları alıp İstanbul trenine binmek için istasyona gideceğini söyledi. Olayın şokunu henüz atlatamayan kocası yanıt vermedi. Karısına birlikte gitmeyi teklif etmedi, çocuklarla gitmesini engellemeye çalışmadı ve tren istasyonuna kadar ona refakat edeceğini dahi söylemedi.
Doreta tam çıkmak üzereyken yeniden kapıya vuruldu. Kapıdaki kocasının ihraç ettiği tarım ürünlerinin nakliyesini yapan arabacısı Murat'tı. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Çok üzgündü. Olayları ancak duymuş ve hemen gelmişti. Yapabileceği bir şey var mıydı? Doreta "Evet" dedi, "beni ve çocukları tren istasyonuna götür. İstanbul'a gidiyoruz." Murat seve seve kabul etti.
Seyahat tren istasyonuna epey yakın bir noktaya kadar olaysız geçti. Orada iki silahlı asker arabayı durdurarak Murat'tan Doreta' nın valizlerini istediler. Murat kendisinin olmayan bir şeyi veremeyeceğini söyledi. Bunun üzerine askerler dipçik ve yumruklarıyla Murat' a vurmaya başladılar. Babaannem çocukları ve elindeki her şeyi bıraktı ve yardım istemek için istasyona koştu. Yardım yakınlardaki polis karakolundaki emniyet amirinden geldi. Doreta ve Emniyet Amiri geri döndüler. İki asker yüksek rütbeli polisi görünce dayağı bıraktı. Emniyet amiri, aslında Doreta'ya yönelik uzun bir söylev vererek, Türkiye Yahudileri'nin Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit haklara sahip vatandaşları olduklarını, onları kimsenin hiç bir şekilde rahatsız edemeyeceğini ve bunu yapanların yasaya göre sert bir şekilde cezalandırılacağını söyledi.
Polisin önceki gece yağmayı ve şiddet hareketlerini önlemek için parmağını bile oynatmadığını tekrarlamaya gerek yok. Bu olay Ankara'dan Kırklareli Emniyet Amirliği'ne olaylara hemen son verilmesi için kesin bir talimat geldiğini doğruluyordu. Emniyet Amiri'nin askerleri tutuklama yetkisi yoktu ve sadece onlara gitmelerini söyledi.
At arabasında polis amirine yer açıldı, böylece tren istasyonuna kadar birkaç yüz metreyi birlikte gittiler. Yolda ve istasyonda Emniyet Amiri, bundan sonra her şeyin yolunda gideceğini söyleyerek Doreta' ya Kırklareli'ni terk etmemesini söyledi. Doreta aldırmadı, kendisinin ve çocuklarının biletlerini aldı ve İstanbul trenine bindi.
Ailece İstanbul'a gelişlerinden beş sene sonra kopan II. Dünya Savaşı memleketimize ve aileye pek hayırlı gelmemişti. 1941 yılında Simanto, 60 yaşındaki ihtiyarlar da dahil askerliğini yapmış gayrimüslim erkeklerin ikinci kez silah altına alınıp (gerçekte silah verilmemiştir) ağır işlerde çalıştırıldığı "20 Kura İhtiyatlar''a da gitmiş, ardından ekonomik hayatın Türkleştirilmesini amaçlayan "1942 Varlık Vergisi''ni de görmüştü...
Bu da başka bir yazının konusu olsun...
Kaynakça:
1- Rıfat N. Bali, "1934 Trakya Olayları", Kitabevi 2008, s: 232-235
2- Erol Haker, "Bir Zamanlar Kırklareli'nde Yahudiler Yaşardı", İletişim Yayınları, 2002, s: 249-268
3- En büyük çocuk, halam Raşel Aviyente (Giyindiren)'nin tanıklığı
Sultan II. Abdülhamit ve Theodor Herzl, Tarihi gerçekler
Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit ile Yahudi milliyetçilerinin lideri (Modern Siyonizm'in babası denilebilir mi?) Theodor Herzl'in yaşantıları XIX. yüzyılın çalkantılı sonlarına doğru kesişir. Dolaylı ve doğrudan yapılan temasların Siyonizm'in gelişimini derinden etkilediği bir gerçek... Peki, aynı görüşmeler Osmanlı Devleti'ni nasıl etkilemiş? Karşılıklı görüşmenin yıl dönümünde, Selim Aviyente, bu üstünde çokça durulan konuya ışık tutuyor.
Fransa'dan başlayarak yeşeren ulusalcı söylemler yeni ulus-devletlere yol açarken, Avrupalı Yahudi yazarlar beklenen Mesih'in artık geleceğini ve Yahudilerin kutsal topraklara dönme zamanının geldiğini ifade ediyorlardı.
Bu bağlamda, modern Siyonist makaleler 1880'lerden itibaren Avrupa medyasında yer bulmaya başlamıştı.
Moses Hess, 1862 yılında, 'Roma ve Kudüs' adlı kitabında Yahudi sorununa çözüm olarak Filistin'de bir Yahudi sosyal birliği kurulmasını öneriyordu.
Leo Pinsker, 1881 yılında "Auto-Emancipation" adlı kitabında antisemitizmin modern bir olgu olduğunu ve Yahudilerin kendi ulusal vatanlarını nerede olursa olsun kurmak için organize olmaları gerektiğini anlatıyordu.
İşte bu fikirler, İbranice eğitim ve ulusal uyanışı organize etmeye çalışan Hibbat Zion'un (Siyon Âşıkları) dikkatini çekti. Yahudi sorununa çözüm teşkil etmek için Hayfa'da tarım kolonileri kurmaya başladılar.
Dreyfüs olayından derinden etkilenen Theodor Herzl, genel anlamda Yahudi sorununa, özellikle de antisemitizme çözüm için Filistin'de bir Yahudi devleti kurma amacındaydı. Tarihte oynadığı bu rol ona siyasi Siyonizm'in kurucusu sıfatının verilmesine yol açtı.
Herzl, Yahudilerin Filistin'de kutsal kitaplarda anlatıldığı şekli ile bir devlet kurma düşünü kaleme aldığı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı kitabını 1896 yılında yayınladı.
Bu amacı gerçekleştirmek için gerekli toprak alanları bulmak maksadıyla Papayla, Alman Kaiser'i Wilhelm'le, Avrupa'nın çeşitli prensleri, politikacıları ve nihayet söz konusu bölgenin kontrolünü elinde tutan Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit ile görüştü.
Ortodoks Yahudiler ise Mesih gelmeden kurulacak bir Yahudi devletine karşıydılar. Bu hareketi laik /sosyalist ve Yahudi inancı ile geleneklerine aykırı bir sapkınlık olarak görmüşlerdi.
Herzl, Sultan II. Abdülhamit'e bu konudaki ilk teklifi dostu olan Polonyalı aristokrat Phillip de Nevlinsky vasıtasıyla yaptı ama bir sonuç çıkmaması üzerine 1896'da İstanbul'a bizzat geldi. Başkente bu tarihten sonra dört defa daha gelecek ve 1902'ye kadar Yıldız Sarayı ile bağlantısını kesmeyecekti.
Theodor Herzl, İstanbul'a 1896 ve 1898 yıllarında yaptığı ilk iki seyahatte, Sultan II. Abdülhamit'in yakın çevresi ile temas kurdu. Yıldız Sarayı'nda Padişah'ın huzuruna ise 1901'deki üçüncü seyahati sırasında, 19 Mayıs 1901 günü kabul edildi.
II. Abdülhamit'in adı etrafında oluşan "Devlet-i Âliye'nin satılık tek bir karış toprağı yoktur" söylemi, işte bu görüşmeden sonra ortaya çıktı ve Herzl'in Padişah'ın huzurundan kovulması gibi iç gıcıklayıcı bir mizansenle de süslendi.
Herzl, Sultan Abdülhamit'e daha sonra, 16 Şubat 1902'de gönderdiği bir mektupta bu görüşmenin ayrıntılarını hatırlatıyordu. Herzl, "Majesteleri, memleketinde yaşayan Yahudilere gösterdiği alicenaplığı mazlum ve mağdur durumda bulunan diğer Yahudilere de göstermekte, onları bir peder gibi himaye altına almakta ama toplu olarak bir yerde yaşamaları yerine, değişik bölgelerde bulunmalarına izin vermektedirler" diye yazdı.
Herzl'in yapmış olduğu görüşmeler ve yazışmalar altı sene sürdü. Herzl'in ölümüyle sona erdi.
Garip bir şekilde bu görüşmeler bazı kişiler tarafından tarihin kendi akışı dışında başka bir ideolojiye hizmet etmek için değiştirilmiştir.
Dünyayı Yahudilerin yönettiği ve Osmanlı'yı dünya Yahudilerinin, Masonların, Dönmelerin yıktığı iddiaları aslında Sultan II. Abdülhamit ile Theodor Herzl arasında geçtiği söylenen bu konuşma üzerine temellendirilmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucu üyelerinin Balkan kökenli olması, merkezlerinin, Yahudilerin yoğun yaşadıkları bir şehir olan Selanik'te bulunması, II. Meşrutiyetle başlayan sürecin, laik ve ulusal bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ile sonuçlanması, bu komplo teorisini güçlendirir.
Dünya görüşü dinci ve hilafetçi olan bazı kesimlerin yeni kurulan Türkiye Devletine mesafeli durmaları ve bu siyasi oluşumda, Herzl'in kovulmasının intikamını almaya çalışan Yahudilerin parmağı olduğu iddialarına yol açar.
Bu söylentilerin çıkma sebebi, Herzl'in 1901'de İsviçre'nin Basel şehrinde toplanan Siyonist Kongresi'nde ortaya attığı ve Yıldız Sarayı tarafından üç gün içinde yalanlanan bir iddiaya dayanmaktadır. Ancak, iş bizde dönüp dolaşmış ve "II. Abdülhamit, Filistin'de Yahudi vatanı kurmak isteyen Herzl'i huzurundan kovdu" şeklini aldı.
Osmanlı arşivinden çıkan yeni belgeler
Yukarıda anlatılan ve Prof. Vahdettin Engin'in Osmanlı arşivlerinden yaptığı araştırmalarda bulduğu yeni belgeler belli çevrelerde tarihin yeniden yazılımına yol açacak kadar sarsıcıdır. Huzurdan kovma hikâyesi Prof. Engin'in Osmanlı arşivinde bulduğu belgeler ışığında çürütüldü.
Prof. Engin'e göre altı sene süren görüşmeler esasında iki mektupla başlamıştı. Bu mektuplarda Herzl, Osmanlı'dan taleplerini ve Osmanlı borçlarının ödenmesi konusunda ne yapabileceklerini anlatmıştı.
1876'da Babıâli'nin İngiltere'ye olan 200 milyon sterlini geçen borçlarını ödeyememesi ile ortaya çıkan Duyun-u Umumiye İdaresi, kapitülasyonlar ve imtiyazlardan daha büyük bir sömürü aleti olmuştu. Zaten o borçlanmanın altında yatan da, imparatorluğun kendi sanayi hareketini kapitülasyonlar yüzünden kuramamasıydı.
İstanbul'da, bir iki kişilik büro olarak ortaya çıkan Duyun-u Umumiye İdaresi ile kefil olmadan devletin dışarıdan borç bulması da artık mümkün değildi. Avrupa devletleri Duyun-u Umumiye'yi kullanarak faiz isteklerini de bir bir yaptırıyordu.
II. Abdülhamit, Duyun-u Umumiye (Borçlar İdaresi) ile borçların yönetimi hakkında görüşme halindeydi. Bu görüşmelerin amacı Osmanlı borçlarının indirilmesi yönündeydi; en sonunda 75 milyon altın olan borcun 32 milyon altına indirilmesini başarmıştı.
Herzl'in yaptığı teklif, 32 milyon altının % 80'inin, yani yaklaşık 25-26 milyon altının Avrupalı Yahudiler tarafından ödenmesini içeriyordu.
Sultan II. Abdülhamit'le yapılan pazarlıkta Herzl'in yerleşim müsaadesi istediği Osmanlı toprağı Hayfa ve civarıydı. Hâlbuki Sultan II. Abdülhamit, Yahudi topluluklarının Mezopotamya (Kuzey Irak) üzerinde değişik bölgelere yerleştirilmeleri düşüncesindeydi.
Burada olan "huzurdan kovulma" değil, son ana kadar görüşmeleri sıcak tutup Duyun-u Umumiye ile anlaşamama halinde, Herzl ile pazarlığın neticelendirilmesi olabilir. Nitekim Duyun-u Umumiye ile anlaşıldığı anda Herzl ve vekilleriyle bütün ilişkiler hemen kesildi.
Herzl, 25 Temmuz 1902'de İstanbul Tarabya'dan Sultan II. Abdülhamit'e yazdığı mektuplarda Duyun-u Umumiye ile kendisinin de görüştüğünü anlatıp, ne yapılması gerektiği ile ilgili tavsiyelerde bulundu.
Herzl'in parasal yardımların ötesinde, Sultan'ın Paris'te yaşayan muhalifi Jön Türk Liderlerinden Halit Ziya Bey'in ortadan kaldırılması teklifinde bile bulunduğu söylenir.
10 Mart 1902'de 40,000 Pound'luk, 15 Mart 1902'de 1,000,000 Franklık ve 800,000 Franklık teminat mektupları, Viyana Konsolosu Mahmut Nedim Bey vasıtasıyla Sultan II. Abdülhamit'e sunulmuştu. Bu teminat mektupları Credit Lyonais, Loyds Bank ve Dresner Bank'tan alınmıştı ve Duyun-u Umumiye ile pazarlıkların başarılı geçmesi halinde borç ödemesinde kullanılacaktı.
Ancak hükümetin Duyunu Umumiye ile yaptığı görüşmeler sonucunda borç erteleme başarıya ulaşmış ve Herzl'in teminat mektuplarına ihtiyaç kalmamıştı.
Dolayısı ile denilebilir ki, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit, hiçbir kozu vakti gelmeden elinin tersiyle itmeyen, peşin olarak reddetmeyen, gerçekçi ve öngörülü bir devlet adamıydı.
27 Mayıs 2009
Selim AVİYENTE
Şalom Gazetesi okuru Avukat Nusret Kadri Soycan'ın Anılarından
Avukat Nusret Kadri Soycan'ın derlediği araştırmaları, anıları ve düşüncelerini içeren yazı Şalom Gazetesi'nde yayınlandı. Soycan, anılarından yola çıkarak, bir dönem Edirne Yahudileri'nin tarihini, 1934 Trakya olayları ile II. Dünya Savaşı ve gölgesindeki gelişmeleri değerlendiriyor
Edirne'de Yahudiler
Edirne'nin hemen dikkati çeken özelliklerinden biri yapıların mimarisidir. Özellikle Sarraflar Caddesi'ni inerken, sağınıza düşen dükkânların mimarileri çok değişik ve ilginçtir. Bu yapılar, bir zamanlar İspanya'dan gelip buralara yerleşen Yahudilere aittir. Bugün, bu şehirde tek bir Yahudi dahi bulunmuyor. Onlardan çok görkemli; fakat harap bir Sinagog ile bir Yahudi Mezarlığı'ndan başka bize kalan hiçbir iz yoktur.
Oldum olası bu zeki, çalışkan ve uygar insanlara karşı her zaman bir hayranlık beslemişimdir. Bunun nedeni ortaokuldan arkadaşım olan İsrail Pesenlik'ten dolayı olabilir. Ortaokulda benim numaram 200, İsrail'inkini ise 201 idi. Sirkeci'de iki katlı bir evde babası ve kardeşleri ile birlikte kalıyordu. Annesi o küçükken vefat etmişti; bu yüzden Anneler Günü'nden hoşlanmazdı. Okulda herkes annesine verdiği hediyeleri birbirine anlatırken, bir kenara çekilir; sessiz sessiz ağlardı. İsrail benim en iyi arkadaşımdı... Çok zekiydi. Din derslerinden muaf olduğundan, hocamız Saadettin Bey onu en arka sıraya oturtur; başka derslerini çalışmasını isterdi; ama İsrail yine de dersi takip eder, Müslümanlığı öğrenmeye çalışırdı. Hiç unutmam; bir gün din dersinden sözlü sınav olacaktık. Hocamız Saadettin Bey, bizi teker teker kaldırıp Kelime-i Şehadet getirmemizi istedi. Bazı arkadaşlarımız getiremediler. Bunun üzerine kim getirecek diye sorduğunda arkalardan bir parmak kalktı. Parmağın sahibi İsrail, doğru bir şekilde Kelime-i Şehadet getirdi. Dahası tüm namaz dualarını bile ezbere bilirdi. Namaz kılmasını, abdest almasını her şeyi öğrenmişti. Hocamız ara sıra bizi utandırmak için, namaz hakkında sorduğu soruları ona yöneltir; sonra bize dönerek "bakın görün, İsrail'den örnek alın! O bir Musevi olduğu halde sureleri ve namazı sizden iyi biliyor" derdi.
Onu mezun olduktan sonra hiç görmedim. Bir ara Yıldız Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyesi olduğunu duymuştum o kadar...
Bu vesile ile Trakya Yahudileri konusunda internet üzerinden yapmış olduğum araştırmalardan edindiğim bazı bilgileri, burada okurlarla paylaşmak istiyorum.
Milattan Önce 4. yüzyılda Anadolu'da Yahudi izlerine rastlanmasına rağmen, en belirgin olanı Sultan II. Bayezit'in 1492 yılında yurtları İspanya'dan kovulan on binlerce Yahudi’ye Osmanlı kentlerinin kapılarını açmasıyla, günümüzdeki Türkiye Yahudi Toplumu'nun asıl temelleri atılmış sayılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm büyük liman kentlerinin yanı sıra, Edirne, Manisa ve Amasya gibi kentlere de yerleşen İspanyol Yahudileri, kendi zanaatları arasında silah yapımı ve matbaacılığı da yanlarında getirmişler; ayrıca kısa süre içinde ülkenin çeşitli illerinde idari ve mali mevkilere de atanmışlardı. Bu bağlamda, II. Bayezid'in, Yahudileri ülkesinden kovan İspanyol kralı Ferdinand hakkındaki şu sözleri tarihe geçmiştir: "Böyle bir kralın zeki ve akıllı olduğunu söyleyebilir misiniz? Kendi ülkesini fakirleştiriyor ve benim imparatorluğumu zenginleştiriyor!"
Cumhuriyetin İlanından Sonra Yahudi Yaşamı
Türkiye Yahudilerinin bu dönemdeki yaşamı, ilginç bir beyanla başlar. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde kalan azınlıklara hak ve imtiyazlar tanıyan Lozan Antlaşması, Yahudilerin haklarını da tanımlarken; Türkiye Yahudi Cemaatleri, bu haklardan resmen vazgeçtiklerini beyan ederler. Dahası, böylelikle birtakım önemli ayrıcalıklara kavuşacak olan birçok yabancı uyruklu Yahudi, Türk vatandaşlığına geçerek, yüzyıllardır birlikte yaşamış oldukları Türk halkı ile kader birliği edeceklerini göstermiş olurlar.
Ne var ki, Lozan öncesi olduğu gibi, 1930'lu yıllarda da "Tasviri Efkâr", "Cumhuriyet" ve "Son Saat" gibi gazeteler ile "Milli İnkılâp" gibi dergilerde, sürekli bir Yahudi düşmanlığı sergilenmektedir. Başta bu yazıların etkileşimi ile 1934'de Çanakkale'de Yahudilere karşı ticari bir boykot ilan edilir ve hemen ardından ise Trakya'nın bazı kent ve kasabalarında Yahudi ev ve dükkânlarına karşı saldırılar düzenlenir.
Nazi döneminde Avrupa'yı kasıp kavuran Yahudi düşmanlığı, Türkiye'deki bazı çevrelerce körüklenmeye çalışılmışsa da, başbakan Celal Bayar'ın "Yurdumuzda bir Yahudi meselesi yoktur... Dış etkiler altında yapmacık bir Yahudi sorunu yaratmaya niyetimiz de yoktur" şeklindeki isabetli sözleri, devletin resmi tutumunu da göstermiş olur.
Trakya'da 1934 Olayları
Trakya olaylarının meydana gelişinde Nihal Atsız'ın ne kadar etkili olduğu şu ana kadar yayımlanmış incelemelerde yeterince vurgulanmamıştır. Atsız 31 Temmuz 1933 tarihine kadar Malatya'da Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra Edirne Erkek Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır.
Nihal Atsız Edirne'de iken Orhun Dergisi'ni yönetmeye başlamış; Edirne'de öğrencileri ve halkı nezdinde büyük rağbet görmüş ve hatta görevi sona erip Edirne'den ayrıldıktan sonra bile Orhun dergisi rağbet görmeye devam etmiştir. Edirne'de hayranları arasında Trakya olaylarında "büyük hizmetleri geçmiş" olan Körmutlu İbrahim Ağa da bulunuyormuş. Atsız'ın Edirne'deki öğretmenliği sırasında öğrencisi olan Mehmet Orhun bunu şöyle ifade etmiş: "O zamanlar savaşların pekiştirdiği (Körmutlu) İbrahim Ağa, kendisinden daha genç, 28 yaşındaki Atsız Bey'in başta gelen takdirkârlarından idi... Atsız Edirne'de öğretmenlik yaptığı kısa süre zarfında yayınlarıyla yöre halkını Yahudilere karşı kışkırttı."
28 Haziran ila 4 Temmuz tarihleri arasında Çanakkale, Keşan, Uzunköprü, Kırklareli ve Edirne'de yaşayan Yahudilere karşı aynı anda saldırılar meydana geldi. Çanakkale ve Keşan'da yaşayan otuz ila kırk Yahudi ailesine şehri 24 saat içinde terk etmeleri ihtar edildi. Bunun üzerine Yahudi aileler, buralardan apar topar kaçtılar. Aynı ihtarla karşı karşıya kalan Uzunköprülü Yahudiler, üç günlük bir ek süre temin edebildiler ve bu üç gün içinde ellerindeki taşınır ve taşınmaz malları satmaya çalıştılar.
En kötü olaylar ise Kırklareli'nde meydana geldi. Oradaki Yahudiler bıçaklandılar ve dövüldüler. Bu saldırılar ertesi gün de devam etti. Saldırganlar Kırklareli hahamını yakalayıp çırılçıplak soydular ve sakalını kestiler. Yağmacılar bazı genç kızların yüzüklerini almak için parmaklarını dahi kestiler.
Edirne'deki olaylar ise şöyle seyretti. Resmi makamlar, Edirne mezbahasında hahamlar nezaretinde Yahudi şeriatına uygun bir şekilde yapılmakta olan et kesiminin devam etmesini yasakladılar. Yahudi işçilerin işlerine gitmelerini önlediler. Yahudi tüccar ve esnafa ait işyerlerinin boykot edilmesini kolaylaştırdılar ve boykota göz yumdular. Paniğe kapılan Yahudiler bu durumu valiye şikâyet ettiler. Vali kendilerine bu davranışlarda olağanüstü bir durum olmadığını, Edirne halkının Yahudilerin Edirne'den ayrılmalarını istediğini ve dolayısıyla Yahudilerin kenti terk etmelerinin daha doğru olacağını söyledi!
Trakya'da bu cidden garip ve insanlık dışı olaylar, kışkırtmalar ve yayınlar devam ederken; 1933 yılından itibaren Nazilerin Almanya'daki durumlarının giderek kuvvetlenmesi; pek çok kurumda ve özellikle de üniversiteler üzerinde ırkçı Nazi baskısının yoğunlaşması, birçok Yahudi bilim adamının ülkelerini terk ederek değişik ülkelere ve bu arada Türkiye'ye de gelip sığınmalarına yol açmıştı.
Türkiye'ye gelen profesörler, sadece Musevi oldukları için Naziler tarafından görevinden alınan, alanlarının en ünlü ve en önemli hocalarıydı. Çalışma ekonomisti Alfred Isaac, ekonomist ve sosyolog Alexander Rüstow, Roma Dilbilimcisi Leo Spitzer, Roma Hukuku profesörü Andreas Schwartz, Ceza Hukuku profesörü Richard Hönig, kütüphaneci Walter Gottschalk, uluslararası ticaret hukukçusu Ernst Hirch, sosyolog ve ekonomist Profesör Gerard Kessler, şehir planlamacısı Ernst Reuter, ekonomist Fritz Neumark bu parlak isimler arasındaydı.
Türk Üniversitelerinde yeni kürsüler, kütüphaneler, öğretim sistemleri kurdular; pek çok bilim dalının temellerini attılar ve şehir planları da yaptılar. Bu arada Albert Einstein da İstanbul Üniversitesi'ne davet edilmişti. Son anda Princeton Üniversitesi'nden gelen teklif üzerine ne yazık ki Amerika'ya gitti.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel' in batı klasiklerini Türkçeye kazandırma projesinde birlikte çalıştığı kişi ise yine bir Alman Musevi'si klasik filolog George Röhde idi. Önemli bilim adamları da özellikle tıp, botanik, jeoloji, kimya, biyokimya gibi alanlarda öğretim hizmeti verdiler. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 12 enstitünün 9'unu, 17 klinikten 6'sını Alman hocalar yönetiyordu. Astrolog Benno Lansberger ile hititolog Hans Güterbock birlikte Anadolu'da çeşitli tarihi kazılar yaptılar ve bir kuşağın Türk arkeologlarını yetiştirdiler. Mülteci Alman hocalar ile İstanbul'da yaşayan Alman Cemaati birbirine uzak duruyordu. 1933 yılından itibaren Türkiye'ye gelen profesörler, sadece Musevi oldukları için Naziler tarafından görevinden alınan, alanlarının en ünlü ve önemli hocalarıydı.
Bu bilim adamlarının Türk Üniversitelerine yapmış olduğu büyük katkı ve ivme eğitim sistemimizin daha üst ve çağdaş seviyelere çıkmasını sağlamış; dahası onlardan ders almış öğrencilere ve yetiştirdikleri genç Türk bilim adamlarına da yön vermiştir.
Ve isyanım...
Evet, Yahudilerin neden Edirne'yi terk ettikleri merakım beni nerelere getirdi.
Şimdi Ey Nihal ATSIZ, ey Cevat Rıfat ATILHAN, Salim ÖZDEMİR, Cihat BABAN ve o günlerde her ne sebepten olursa olsun ırkçı tutum ve davranış sergileyenler; size soruyorum: Yaptıklarınızdan memnun musunuz?
Sizler Türkiye Cumhuriyeti tarihinde tek taraflı olarak hangi haklarınızdan vazgeçtiniz? O küçümsediğiniz, işkencelere layık gördüğünüz insanlar, Lozan'da kendilerine tanınan haklardan hiçbir karşılık beklemeden tek taraflı olarak vazgeçmişlerdi...
Onlardı İstanbul Üniversitesini, Ankara Üniversitesini gerçek hüviyetine kavuşturan; onlardı kendi alanlarında hepsi de kaliteli ve bilgili binlerce hâkim, savcı, avukat, araştırma görevlisi ve profesör yetiştiren... Hukukçu Andreas Schwartz, Richard Hönig, Ernest Hirch sayesinde Türk Hukuk Sistemi gelişmiş ve yine onların katkılarıyla dünyanın saygın üniversiteleri arasına girmiştir... Albert Einstein bile son anda gelme fikrinden cayarak Amerika'ya neden gitti biliyor musunuz? Onların bu memlekete yaptıkları katkılara bir bakın birde kendi marifetlerinize bir göz gezdirin... Aradan onca yıl geçti; şimdi hangisini beğeneceksiniz...
Hatta Topkapı Sarayı'nı gezip gördüğünüzde, Osmanlı padişahları zamanında bütün tabiplerin Yahudi oldukları gözünüze çarpacaktır. Onlar yaşadıkları topraklara her zaman hizmet etmiş, her alanda ellerinden gelen katkıyı ve özveriyi göstermişlerdir.
Şimdi bir Türk vatandaşı olarak gerçekten utanıyorum. Anılarımda bu insanlara yer vermezsem büyük bir eksiklik olacağını fark ettim. Evet, Sevgili Yahudi hocalarımız ve onların saygıdeğer halkı sizlerden özür diliyorum. Binlerce on binlerce özür diliyorum. 1934 Trakya Olaylarının hesabını sormayanlar, sizleri geç de olsa görevinizi yapmaya davet ediyorum...
05 Ekim 2006
Avukat Nusret Kadri Soycan
Kan İftirası
Sultan Abdülaziz'in Kan İftirasına İlişkin Fermanı Avrupa ülkelerinde antisemit papazlar ve hükümdarlar halklarını Yahudiler aleyhine kışkırtırken çok kez Kan İftirası söylencesine müracaat edip Yahudileri her Hamursuz Bayramı arifesinde küçük bir Hıristiyan çocuğu öldürüp kanını hamursuza katmakla suçlarken Kanuni Sultan Süleyman imparatorluğundaki benzer iftiralara el koyuyor ve bu gibi iddiaların derhal Saray'a bildirilmesini buyuruyordu.
Abdülmecid'in (1256/1840) ve Abdülaziz'in (1283/1866) de böyle bir iddianın mesnetsiz olduğuna... Yahudilerin dinlerini rahatlıkla icra etmekten alıkoymaya kimsenin hakkı olmadığına... dair fermanları mevcuttur. (1)
(1) Abdülmecid fermanının orijinal nüshası Müzemizde sergilenmektedir.
Osmanlı Yahudilerinin Yaşamı
İspanya'dan gelen göçmenler bir taraftan Saray'ın ve yerel Müslüman çoğunluğun hoşgörüsü, diğer taraftan kendi dindaşlarının maddi ve manevi desteğiyle kısa zamanda yeni çevrelerine uyum gösterdiler.
Göçmenler servetlerini beraberlerinde taşıyamadılar. Ancak ne İspanya ve Portekiz Kralları ne de Akdeniz korsanları bu insanların bilgi ve yeteneklerini gasp edebildi. Nitekim Osmanlı İmparatorluğunun ilk matbaası daha 1493 yılında İstanbul'da, İspanyol göçmeni David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler tarafından kuruldu.(1) Immanuel Aboab'ın Sultan II. Bayezid'e atfettiği şu söz ünlüdür: " Bu krala (Ferdinand) nasıl akıllı ve uslu Fernando diyebiliyorsunuz? Kendi ülkesini yoksullaştırıyor ve benimkini zenginleştiriyor! ". (2)
Yeni vatanlarına gelişlerini izleyen 300 yıl boyunca Osmanlı Yahudilerinin gelişimi İspanya'daki Altın Çağ'ı aratmadı. İstanbul, İzmir, Selanik ve Safed gibi Osmanlı kentleri Sefarad Yahudiliğinin kültür odakları oldular. Dericilik, bakırcılık, tekstil dokuma ve boyama gibi alanlarda uzman zanaat sahipleri bilgilerini uygularken İspanya'da daha önce devlet hizmetlerinde bulunmuş olanlar da Saray hizmetinde, özellikle dışişleri ve maliye alanlarında önemli görevler yüklendiler.
Saray hekimlerinin çoğu Yahudi idi. Bunların arasında özellikle Hekim Yakup, Jozef Amon, Moşe Amon, Daniel Fontesca, Gabriel Buenaventura bilinen sayısız ismin başında gelir.
Dışişleri alanında isim yapmış kişiler arasında, Kanuni'nin Frenk Bey Oğlu sıfatıyla çağırdığı ve II. Selim'in Naxos Adası ve Ege Denizi Kiklad Takımadaları Dükü unvanını tevcih ettiği Jozef Nasi, Yahudiler arasında La Sinyora diye adlandırılan Dona Gracia Nasi, Sokollu Mehmet Paşa'nın can dostu ve İnebahtı savaşı sonrası Osmanlı-Venedik müzakerelerini yürütmekle görevlendirilen Salamon ben Natan Eskenazi, III. Murat tarafından Midilli Dükü unvanı verilen ve Osmanlı-İngiltere diplomatik ilişkilerinin mimarı Salamon Aben Yaeş, I. Ahmet döneminde İspanya ile görüşmeleri sürdürmekle görevlendirilen Gabriel Buenaventura, Karlofça görüşmelerine katılan İsrael Konegliano, Osmanlı dışişlerine katkısı bilinen Yahudilerden yalnızca birkaçıdır.
Osmanlı’da Yahudiler özellikle dini edebiyat alanında da geliştiler ve dünyaca ünlü eserler verdiler. Jozef Karo Museviliğin temel uygulama eseri Shulhan Aruh (Şulhan Aruh)'u tamamlarken Salamon ben Moses ha-Levi Alkabes de Edirne'de, tüm dünya Yahudilerinin halen kutsal Cuma akşamını karşılarken söyledikleri Leha Dodi ilahisini besteledi, Yakov Kuli ünlü Me-am Lo'ez eserini(3) yazmaya başladı... Haham Abraham ben İsak Asa da Yahudi edebiyatının babası olarak tarihe geçti.
(1) 1511 yılında İstanbulda David Nahmias matbaasında basılan Midraş Teilim kitabı Müzemizde sergilenmektedir.
(2) Immanuel Aboab, Nomologia o Discursos Legales (Portekiz, 17. yy) s. 9
(3) Me-am Lo'ez'in 1732 İstanbul basımı ikinci cildi (Şemot bölümü) Müzemizde sergilenmektedir.
İberik Yarımadası’nda Yahudiler
Kastilya, Leon, Aragon, Sicilya, Gırnata vs. Kral ve Kraliçesi Aragonlu Ferdinand ile Kastilyalı İsabella, Elhamra Sarayında Kovma Fermanını imzaladılar ve yayınladılar:
İyice düşündükten, salim kafa ile mütalaa ettikten sonra emrediyoruz ki, Krallık sınırları içinde yaşayan Yahudilerin, karılarının, çocuklarının ve hizmetkrlarının, yaşları ne olursa olsun... ülkeyi terk etsinler ve bir daha... dönmesinler...
Ülkeyi terk etmeleri için kendilerine tanınan süre 2 Ağustos 1492 (29 Tammuz 5252) gece yarısı sona eriyordu. Yahudiler evlerini, topraklarını, hayvanlarını, servetlerini ve ziynet eşyalarını geride bırakarak, bir gün geri dönmek umuduyla ancak sadece evlerinin anahtarlarını yanlarına alarak İspanya'yı terk ettiler.
İspanya'dan göç eden Yahudilerin sayısı tartışmalı ise de tarihçilerin genellikle birleştikleri mantıki rakam 120.000 civarındadır.
Osmanlı İmparatorluğu'na Geliş
O günlerde tek bir ülke, Osmanlı İmparatorluğu; dini, soyu, kültürü, dili farklı bu göçmenlere kucak açıyor, Sultan II. Bayezid tüm eyalet yöneticilerine hitaben yayınladığı emirle şöyle buyuruyordu:
İspanya Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun tam bir içtenlikle karşılanmaları aksine hareket ederek göçmenlere kötü muamele yapacaklar veya en ufak bir zarara sebebiyet verecekler ölümle cezalandırılacaklar… (1)
İspanyayı terk edenlerin bir kısmı önce komşu ülke Portekiz'e yerleşti. Ancak aradan 4 yıl geçmeden, İspanya Prensesi ile evlenen Portekiz Kralı Manuel 5 Aralık 1496'da imzaladığı fermanla "...Yahudilerin ve Müslümanların ülkeyi on ay içinde terk etmelerini..." ilan ettiğinde oradan da ayrılan Yahudilerin büyük bir çoğunluğu yine Osmanlı İmparatorluğuna geldiler ve Osmanlı’yı vatan olarak seçtiler.
Akdeniz korsanlarının eline düşerek hayatlarını kaybedenler ile Kuzey Afrika sahillerinde Fas ve Protestan olduğundan Katoliklere hasım olan ve Hollanda'ya yerleşenler dışında İberik Yarımadasını beş yıl içinde terk eden Yahudilerin büyük çoğunluğu Osmanlı topraklarında kendilerine yeni bir vatan buldular.
Papalık kontrolüne girmesinden sonra 1537'de Apulya'dan kovulanlar, 1542'de Ferdinand'ın Bohemya'dan ülke dışı ettikleri, 1881-1891-1897-1903 pogromları ile 1907 Bolşevik ihtilalinde Rusya'dan kaçanlar Edirne'ye, İstanbul'a, Selanik'e ve ülkenin diğer kentlerine yerleştiler.
Kanuni Sultan Süleyman Mart 1556'da, Papa olur olmaz bir dizi kararname ile Yahudi yaşamına kısıtlamalar getiren Papa Paul IV'e bir mektup göndererek Osmanlı Tebaası ilan ettiği Ancona Marranos'larının derhal serbest bırakılmasını talep etti. Papa, dönemin süper gücü Osmanlı Sultanı'nın isteğin kabul etmekten başka çare bulamadı. Kanuni'nin Mohaç ovasında Macar ordusunu tamamen yok ederek (1526) Budin'i kuşatmasından sonra Jozef ben Salomon Eskenazi (Yosef ben Slomo) başkanlığında bir heyet Foldvar mevkiinde Kanuni'yi karşılayarak Budin Kalesi ve kentinin anahtarlarını kayıtsız ve şartsız kendisine teslim etti. Kanuni de bir fermanla, tarihe Alman oğlu diye geçen Salomon Eskenazi ve ailesini ve nesilden nesile sülalesini her türlü vergiden muaf tuttu. Bu ferman, daha sonraki padişahlar tarafından da yenilendi. 2
(1) Abraham Danon, Yossef Daath dergisi (Edirne, 1888) sayı 4
(2) 1155 (1742) tarihli yenileme fermanı Müzemizde sergilenmektedir.
Osmanlılar - 1492 Öncesi
Fatih Sultan Mehmet Osmanlılarla Yahudilerin ilk teması 1326 yılına rastlar. Orhan Gazi Bursa'yı fethettiğinde Bizans yönetiminde yaşayan Bursa Yahudileri Osmanlıları kurtarıcı olarak karşıladılar. Orhan Gazi'nin izniyle inşa edilen Etz Ahayim (Hayat Ağacı) Sinagogu 1940'lı yıllara kadar hizmette kaldı.
I. Murat'ın (Hüdavendigar) Edirne'yi fethinden sonra birçok Balkan Yahudisi Osmanlı topraklarına göç ederek bu bölgeye yerleştiler. XIV. yüzyılın ilk yarısında Avrupa'daki pogromlardan kaçabilen Aşkenaz Yahudileri, 1376'da Macaristan'dan ve 1394'de Charles VI tarafından Fransa'dan kovulanlar da Osmanlı başkenti Edirne'ye geldiler.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiğinde Bizans Yahudileri (Romaniot'lar) kendisini bir kurtarıcı olarak karşıladılar. Bizans'ın son Hahambaşısı Moşe Kapsali Türk İstanbul'un ilk Hahambaşısı oldu. Fatih, diğer taraftan, Anadolu Yahudi Cemaatlerine gönderdiği davet mektubunda özetle şöyle sesleniyordu: "Osmanlı Padişahı Mehmet der ki: Tanrı bana birçok ülke bahşetti ve hizmetkarı Hazreti İbrahim ile Yakup'un sülalesine sahip çıkmamı, kendilerine yiyecek vermemi ve onları himayeme almamı bana emretti. Aranızdan kim, Tanrının yardımıyla İstanbul'a, başkente gelip yerleşmeyi, incirin ve bağın gölgesinde huzur içinde yaşamayı, serbest ticaret yapıp mal mülk sahibi olmayı arzular?" (1)
Birçok Yahudi ailesi bu davet ile yeni başkente yerleşti. Mora Fethinden sonra gelenler de bunlara katıldı. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde eski başkent Edirne'den gelenlerin "el Mahallet ül-Yahudiyin el-Edirneviyin" adı verilen semte yerleştiklerini yazar. Fatih bir fermanla Yahudilere din ve vicdan özgürlüklerini vaad ederek mevcut sinagogları tamir edebileceklerini, yeni ibadethaneler inşa etmek yasak olmakla beraber evlerin sinagog olarak kullanılabileceğini ilan etti. Gerek Fatih'in gerek kendisinden sonra gelen Padişahların konu ile ilgili irade'lerinde Feth-i Hakani sırasında Yahudilere verilmiş bu söze atıf vardır.
Abraham Galante, Histoire des Juifs d'Istanbul C. 1 (İstanbul, 1941) s. 3
Ön Asya'da (Anadolu) Yahudiler
Anadolu yarımadasında, Yahudilerin ne zamandan beri yaşadıklarına dair kesin bir bilgi yoktur. Ancak, Filistin'deki bir kısım Yahudilerin daha İkinci Tapınak'ın M.S.70'de yıkılmasından çok önce bu bölgeye ve Balkanlara göç ederek Roma İmparatorluğu'nun büyük kentlerine yerleşmeye başladığı bilinir.
Ancyr (Ankara), Sardis (Sart), Hypaepe (Ödemiş), Aphrodisias (Karacasu-Aydın), Korykos (Fethiye) , Laodiceia (Pamukkale), Myndos (Gümüşlü Liman), Plateia (Milet), Andriake (Antalya) gibi eski kent kazılarında bulunan arkeolojik kalıntılardan yörede M.Ö. IV. Yüzyıldan itibaren yaşayan Yahudilerin bulunduğu saptanabilmektedir.