HAK DİNİ KURAN DİLİ
Elmalılı Hamdi Yazır'ın adlı tefsir ve meal çalışması tam 12 yılda tamamlandı. Kur’an’ın azameti beni eritti
Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir ve meal çalışması tam 12 yılda tamamlandı. Bu süre zarfında yazdığı mektupların birinde Elmalılı, Akseki’ye şöyle der: “Azamet-i Kur’ân beni eritti. O benim öteden beri iman ettiğimden daha büyük bir mu’cize olduğunu her lahzada isbat ettikçe ediyor.”
Elmalılı Hamdi Yazır
Elmalılı Hamdi Yazır
Elmalılı Hamdi Yazır'ın 1926 yılında yazmaya başladığı meal ve tefsir tam 12 yılda tamamladı. Diyanet ile yaptıkları ilk anlaşmada (26 Ekim 1925) tefsiri kendisi yazacak meali ise Akif yazıp kendisine gönderecekti. Ancak Akif meali Diyanet’e bitirip teslim etmekten vazgeçince yeni bir anlaşmayla (Mayıs 1932) hem meal hem de tefsiri yazma görevi Elmalılı’ya verildi. Elmalılı, karşılıklı belirlenen şartlar çerçevesinde baş tarafta mühim bir mukaddime, nasih ve mensuh, esbâb-ı nuzül, itikatta Ehli Sünnet mezhebine ve amelde Hanefi mezhebine riayet gibi şartlar dairesinde tefsir çalışmalarına hemen başladı. Elmalılı’nın Akseki’ye yazdığı 24 Şubat 1927 tarihli mektubundan öğrendiğimize göre, bu tarihlerde yaklaşık bir buçuk yıllık sürede, kendi tabiriyle geceleri gündüzlere katarak Fatiha Suresi tefsirini ve Kur’ân’ın en uzun suresi olan Bakara Sûresi'ni tefsir ediyor, hatta Âl-i İmran Sûresi’nin başından üçüncü cüzün sonuna geldiğini anlatıyor. Elmalılı, bundan sonraki kısımlarda tamamlamakta acele edildiği için daha kısa surede cüzleri bitireceğini dile getiriyor. Nitekim 25 Eylül 1927 tarihli Akseki’nin mektubuna verdiği cevapta altı cüzü bitirdiğini bildiriyor.
BEŞ ON KURUŞA İHTİYACIM VARDI
Bir yandan hastalıkla bir yandan da maddi sıkıntılarla boğuşan Elmalılı Hamdi Yazır her şeye rağmen tefsiri yazmayı sürdürdüğünü dile getirdiği mektubunda Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki’ye gecikmeler için şu bilgileri veriyor:
“(..) Bu te’hirin iki sebebi oldu birisi gerek sûre-i Bakara’nın nihâyetlerinde ve gerek sûre-i Âl-i İmrân’ın bidâyetlerinde o kadar derin ve o kadar mefâsil ve yüksek hakâik ve meârif-i ilâhiye karşısında kaldım ki imdâd-ı İlâhîye sığınarak geceleri gündüzlere katıp uğraştım. Anlayabildiğim kadar îzah etmekten kendimi alamadım. Bu arada ise tam bir ay hastalıkla ve hastalarla uğraşmaya da mecbur kaldım. Velhâsıl üzüldüm yoruldum. ‘Âdetâ bî-mecâl kaldım. Bir an evvel beş on kuruş almaya ne kadar ihtiyâcım vardı. Zâten yok olan rengimiz soldukça soldu. Hoca renksizliğini itiraf ediyor diyecek misin bilmem? Fakat ben bununla şafaklamıştım demek istiyorum desem de olabilir.”
‘AKİF, ARAF SURESİNİ GÖNDERDİ’
Mektubun devamında “Azamet-i Kur’ân beni eritti, o benim öteden beri iman edegeldiğim daha büyük bir mu’cize olduğu her lahzada isbat ettikçe ediyor” diyen Elmalılı şunları yazıyor: “ Sûre-i Âli İmrân’ın başı büsbütün ‘ilmî, usûl, kelâm, tasavvuf, fünûn-i tabi’iyye, ictimâ’iyye ilh. her şey. Dîn-i İslâm’ın isbât-ı hakîkkati, mesele-i ‘İsâ’nın halli, neler neler, ma’a mâ fîh bu sûreden i’tibâren tahşiveli bir uslüp tutacaktım, yapmadım değil lâkin yine biraz taştım. Bi-havlillâhi Teâlâ bitti. Bundan sonra öyle tahmin ediyorum ki üç dört cüz’ü bu cüz’lerden birisi kadar olmayacaktır. Bu da lüzumu olmadığından değil, ikmâli tesri’ ihtiyacındandır. Ve ben öyle zan eyliyorum ki siz onu daha ziyâde tensib edeceksiniz. Öylesine diyorum ki yazdıklarımı fazla gibi telakki edenler olacaktır. Biraz daha yazayım Âkif’in de fikrini alalım da belki bu yaz tab’ına cevâz veririz. Burada okuduğum zevât şâyân-ı takdir buluyorlar. Ma’a hâzâ ben ancak Kur’ân’ın hakkını düşünüyorum. Sizin de fikrinizin beyanına muntazırım. Âkif sûre-i A’râf’ı da gönderdi.”
Akif ile birlikte başladıkları tefsir ve meal çalışması daha sonraki yıllarda sekteye uğrayınca yeni bir anlaşmayla tefsir ve meali birlikte yazmaya başlayan Elmalılı'nın mektuplarından anladığımıza göre hem işin ağırlığı hem de sağlık sorunları yüzünden zaman zaman zor günler geçiriyor. 12 yıllık bir çalışmanın sonucunda Akseki, Elmalılı'ya 4 Ocak 1937 tarihli bir mektup gönderiyor ve bu mektubunda, tefsirin Kurban Bayramı’na kadar (21 Şubat 1937) ikmal edilip edilemeyeceğini soruyor.
AFFINIZI RİCA EDERİM
Yine bu mektupta Akseki Elmalılı’nın hazırladığı tefsir ve mealle ilgili daha önceki yazışmalarda girdiği tartışmalara da açıklık getiriyor. Bir anlam da özür dileyerek şu cümleleri kaleme alıyor: “(…) Yalnız yazılarımın, her zaman söylediğim gibi; hüsni, rabt u zabtı nizâm u intizâmı yoktur. Gelişi güzeldir. Bundan dolayı afvınızı ricâ ederim. Çünkü günde ba'zan on beş yirmi mektup yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Herkes bir şey sorar, kimi bundan, kimi şundan şikâyet eder. Cevap vermesem kim bilir zavallıların hatırına neler gelir. Versem işte böyle olur, dikkatimize karşıda sînin bacağı gibi yazılarla cevap vermek mecburiyetinde kalıyorum. Ama efendimizin teveccühü varda " velûd kaleminizin bir çırpıda çıkarıvermiş...." olduğu diyor. Her ne ise bu yazıyı bende beğenmiyorum fakat dediğim gibi çare yok.”
BİRİNCİ CİLT TAHRİF EDİLMİŞ
Elmalılı Hamdi Yazır'ın terekesinden çıkan mektuplara baktığımızda tefsir ve mealle ilgili yazışmalar 1938 yılında son buluyor. Yani Elmalılı 1938 yılına kadar bu tefsir ve meal üzerine çalışıyor. Araştırmacı yazar Necmi Atik tefsirin baskısıyla ilgili ise bize şu bilgileri veriyor:
“Tefsirin ilk cildinin baskısı Türkçe ibadetle alakalı istenilmeyen bilgiler yer aldığı için hükümetin kabul etmediği önsöz çıkarılarak mukaddimesiz İstanbul’da Ebuzziya matbaasında 1935’te yapılmıştır. İkinci cilt ile altıncı cilt dahil 1936 yılında, yedinci ve sekizince cildi 1938 yılında basılmış olup, fihrist dokuzuncu cilt olarak 1939 yılında basılmıştır.
Tefsir 12 yılda tamamlanmıştır.
Tefsir 12 yılda tamamlanmıştır.
1936 yılında ikinci baskısı yapılan birinci cilde tahrif edilmiş ve değiştirilmiş mukaddime de eklenmiştir. Tefsirin baskısında Elmalılı’nın dünürü olan Ahmet Hamdi Topbaş maddî yardımlarda bulunmuş, Elmalılı’da, kardeşi Muhammed Bedreddin Yazır’ın temize çektiği üç nüshadan biri olan orijinal nüshayı Ahmed Hamdi Bey’e hediye etmiştir. Hüdayi Vakfı’na Topbaş’lar tarafından vakfedilmiş bu nüshadan, Diyanet İşleri Başkanlığı 2015 yılında Elmalılı’nın tefsirinin Osmanlıca orijinal baskısını yapmıştır."
Ne kadar üzüntülü bir işle meşgul olduğunuzu biliyorum
Huzûr-ı semâhati fâzilânelerine
Üstâd-ı fazîlet-meâbım efendim hazretleri,
Mütemâdî 'âfiyetiniz ve izdiyâd-ı 'ömrünüzü Cenâb-ı Hak'tan tazarru' ve niyâz ederim. Dün uzun bir iltifatnâmenizi aldım. Evvela korktum, sonrada sevindim. Zarfı açar açmaz efendimizden olduğunu anlayınca, uzun zamandan beri uzaktan bile bir iltifâtına nâil olamadığım muhterem bir üstâdın bu kadar uzun yazıları her halde nâhoş bir intibâ' husûle getireceğinize zâhib olarak, okumadan bir tarafa koydum. Birinci satırda ki iltifattan sonunun da nasıl geleceğini anlayarak güzelce ve sevinçle okudum.
Evvelâ lâyık olmadığım kelimelerle hitâb etmeniz sûretiyle bana gösterilen yüksek ve kıymetli teveccühlerinize karşı arz-ı şükrân etmeyi bir vazîfe bilirim. Yalnız yazılarımın, her zaman söylediğim gibi; hüsni, rabt u zabtı nizâm u intizâmı yoktur. Gelişi güzeldir. Bundan dolayı afvınızı ricâ ederim. Çünkü günde ba'zan onbeş yirmi mektup yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Herkes bir şey sorar, kimi bundan, kimi şundan şikâyet eder. Cevap vermesem kim bilir zavallıların hatırına neler gelir. Versem işte böyle olur, dikkatimize karşıda sînin bacağı gibi yazılarla cevap vermek mecburiyetinde kalıyorum. Ama efendimizin teveccühü varda " velûd kaleminizin bir çırpıda çıkarıvermiş...." olduğu diyor. Her ne ise bu yazıyı bende beğenmiyorum fakat dediğim gibi çare yok.
Şimdi mektubu nakl-i kelâm ediyorum. "Sevgiliden gelen sevgiliyedir" hiç şüphe yok ki sevgiliye giden de böyledir. "Hakîm olanların 'itablarında da elbet hikmet vardır" Kelime ve kelime yazdıklarımda 'itâb yok, fakat hikmet olduğu muhakkak. Efendimizin bize bir de hakîmlik tevcîh edecekmiş bu tevcîhin de bâşım üstünde yeri var.
Ne kadar üzüntülü bir işte olduğunuzu ve bu işin arasında bir vakitinizi bile gasb etmek bir zulüm olacağını biliyorum ve bundan çok gelmeye çalışıyorum. Fakat ne yapayım ki icâb-ı maslahat ara sıra yazmak bir vazîfe şeklini alıyor. Bunlarda gözettiğim yine şahsınızdır. Başka bir şey değildir. Ancak bir kaç seneden beri kendilerine çok i'timâdım olan yüksek şahsiyetlerin birden bire ortadan çekilivermeleri beni çok düşündürmeye başladı ve onların sağlıklarında kendilerinden âzami sûrette istifâde etmediğimden dolayı duydum. Bundan sonra olsun mevcutlardan istifâde edelim diyerek ba'zı mühim meseleleri elim erdikçe i'timâdım olanlardan sormaya karar verdim. Hatta bir kaç mesele hakkında merhûm Şeyh Bahtî’nin de fikirlerini sordum. Geçende efendimizin de bir mesele hakkında fikirlerini almak istedim. Evet, tefsîr derdinden iftâ derdine vakit bulamıyorsunuz. Bunu kabul ediyorum, buna akan sularda durur. Fetvâya dâir olan yüksek kana'atlarınızı lutuf ettiniz. Fakat bendeniz bunu efendimizin kanâ'atı olarak değil, fukahâ-yı 'izâm hazerâtının zamanlarına göre olan kanâ'atları diye kabul ettim ve öyledir. Evet tefsîrden sonra inşâallah uzun görüşürüz. Çünkü hadîs-i şerfilerde (verak) kelimesi bu gün mutlak gümüşte kullanmak değil, seneli ve râyic gümüşte kullanmak bir hakîkat olacaktır. Hiç olmasa mecâz mütefârıktır.
Her ne ise o şimdilik dursun.
Her ne ise o şimdilik dursun.
Sûre-i Talak münâsebetiyle yazdığım bir i'tirâz değildi, senelerden beri benim zihnimi tırmalayan ve beni uğraştıran bir meseleye temâs edildiğini görünce bir vesîle oldu ve o mektup yazıldı. Ancak vaktiyle mukâveleye bir arkadaşımız tarafından 'ilâve edilmiş olan o kaydı düşünmeyerek gâliba bu meselenin tefsîrde de hallini gönül arzu ederdi dedim.
Ben efendimizi münâzaraya da'vet etmedim.
Ben efendimizi münâzaraya da'vet etmedim.
"Benim delili kâle almadan onun (İbni Kayyım'ın) da'vâsını tekrar ediyor deyiniz" buyuruyorsunuz. Hayır, muhterem üstâdım, öyle değil. Bu, ne İbni Kayyım'ın, ne de İbni Teymiyye'nin da'vâsıdır. Onlardan çok evvel sahâbe ve tâbi'înin da'vâsıdır. Bendenizde bu günkü zarûretler karşısında bu kadar ehâdis-i sahîheye istinât eden bir meseleye çok taraftar olduğunu ve şâyet bundan hata ediyorsam irşâd edilmemi ricâ ederim. Bunun üzerine hiç bir selâmınıza da nâil olamayınca fikrim değişti. Bu meseleden dolayı dedim:" Ben hiç bir zaman her meseleyi hal ederim diye bir da'vâda bulunmadım." buyuruyorsunuz. Evet öyledir, fakat bu meseleleri muhakkak hal edebilirsiniz. Ama mezâhib-i erba'aya muhâlif olur. Her halde bunun bir günah olduğu i'tikâdında olmadığınıza hiç şüphe etmiyorum. Bu da burada kalsın. Çünkü bunlardan dolayı zihninizi meşgul ettiğime zaten nedâmet ettim. Selâm ve sabâh bu mesele üzerine kesildi zehâbı hâsıl olduğu için çok müteessir olmuştum.
Ta'cîl ve tazyîk olunduğunuz doğru, fakat ne yapalım o bizden değil, ancak münâkaşa ve muâhaze ta'bîrini yerinde bulmuyorum. Şâyed yazılardan böyle bir şey his ediliyorsa kat'iyyen doğru olamaz. Maksad, eseri ve yüksek şahsınızı korumaktır. "Ahmak veya hayvan" kelimelerinden dolayı bendeniz hâşimâne ihzâr ettim, ne de azarladım, bi'l-'aks ihtâr olunduğumdan dolayı efendimize ma'lûmât verdim. Ne yapalım o günde onun aklına bu esdi ve dediğim gibi söyledi. "Beni bir dikte kâtibi farz etmek istiyorsanız bu da hakkımda konuştuğunuz teveccühe karşı tenâkuzdur" Estağfirullâl el-'azîm!
Evet, on iki senedir bu yüzden çok 'azâb çektim. Hele bütçe zamanları gelince mümkün olsa bir tarafa gizlenmek, görünmemek isterdim. Bunları da tuhaftır, en yakınımdan duyardım. Sanki bu işi bir ayda yetişiverecek imiş ve güya ben yaptırmıyormuşum. Maksadım, bir hakîkatı ifâde ve bir hasbihâldir. Hâşâ size olan hürmet ve ta'zîmden dolayı pişmanlık değildir. Fakat ne saklamalıdır, ana dilimizde bir kaç ciltlik bir Buhârî tercümesi, yedi-sekiz ciltlik bir tefsîr yazılmasına sebeb olduğum halde gün oldu ki bu hayırlı işte sebep olduğumdan nedâmet his eder gibi oldum.
Memleketteki kelimelerin bulunmasına bende taraftarım. Hatta arkadaşlara buna dâir misallerde söyledim. Bazı eski tercümeler yapanlar memleketinde ne sûretle konuşulduğunu anlamaya çalıştıklarını anlattım. Fakat bazen de pek aykırı görülürse onu işâret etmeyi muvâfık buldum. Söz temsili esvâk, hiç bir yerin şivesi değildir. Bizim de hatırımıza sandığı gibi her halde bu gibi yerlerde Türkçe'sini düşünmekten ise olduğu gibi söyleyip geçmeyi kolay buluyorsunuz. Mektupta da öyle buyuruyorsunuz. Fakat bu kadar gayr-i me’nevî olursa biz muvâfık görmüyoruz. (Bunlar münâkaşaya değer şeyler değildir) buyuruyorsunuz. Maksadın münâkaşa olmadığını ma'lûm-ı fazîletsinizdir. "Hocanın suyunu sıktık diye atıvermeyin". Hâşâ, öyle bir şey yok, bi'l-'aks biz mütemâdiyen sıkmak istiyoruz ve hatta bazan da fazla sıkarak koparmak derecesine getiriyoruz.
Elverirki: Efendimize karşı sizde kim oluyorsunuz, koruk olmadan üzüm mü oldunuz diyesiniz. Biz efendimizi sıkmak ve sızdırmak istiyoruz. Mezhebe muhâlifde olsa, âyet ve hadîse muhâlif düşmedikçe efendimizin de hamiyetli fikirleri ve ictihatları olacağına eminiz. Bunları mezhebe muhâlifte 'ad etmeyiz. İmâm-ı Azam ile Ebû Yûsuf arasında geçen az bir zamanda değişen örfe bakarak Ebû Yûsuf'un Hazreti İmâm’a muhâlefet ettiği ve örf üzerine vârid muhâlif ictihatlarda bulunduğu nazar-ı dikkate alınırsa bizimde sizden ba'zı şeyler istemeğe haklı olduğumuza hak vermeniz lazımdır. Her ne ise iki sâ'attir bir taraftan resmi evrâkı okuyup imza ediyorum, diğer taraftan gelenlere laf anlatıyorum, aynı zamanda da bu mektubu yazıyorum. Binâen 'aleyh içinde görülen her türlü hataları afv etmenizi ve bunları hüsn-i niyete bağışlamanızı rica eder ve muhterem ellerinizden hürmetle öper ve Allah'a emânet eylerim efendim hazretleri.
Ta'zimkârınız ve du'âcınız 4 / 8 / 1937
Aksekili İmza
Bir ay boyu hastalıkla ve hastalarla uğraştım, üzülüp durdum
Taraf-ı ‘âlilerine
Kardaşım:
Çok selam eder gözlerini öperim. Sizi hayli intizarda bıraktım zan ederim. Teşrifinizi müteakip Âlûsî tefsirinin birinci cildiyle Ahkâm-ı Kur’ân’dan bir cild göndermiştiniz aldım. Ahkâm-ı Kur’ân bulmuştum, diğeri çok isâbet oldu teşekkür ederim. Zan ediyorum ki çok sürmeden üçüncü cüz’ü takdim edeceğim ve cevap yazacağım. Fakat bir çok mâni’alar karşısında bu güne kadar ikmâl edemedim. İşte şu dakikadadır ki bitirdim ve lehü’l-hamd tebyîza veriyorum. Bu te’hirin iki sebebi oldu birisi gerek sûre-i Bakara’nın nihâyetlerinde ve gerek sûre-i Âl-i İmrân’ın bidâyetlerinde o kadar derin ve o kadar mefâsil ve yüksek hakâik ve meârif-i ilâhiye karşısında kaldım ki imdâd-ı İlâhîye sığınarak geceleri gündüzlere katıp uğraştım. Anlayabildiğim kadar îzah etmekten kendimi alamadım. Bu arada ise tam bir ay hastalıkla ve hastalarla uğraşmaya da mecbur kaldım. Velhâsıl üzüldüm yoruldum. ‘Âdetâ bî-mecâl kaldım. Bir an evvel beş on kuruş almaya ne kadar ihtiyâcım vardı. Zâten yok olan rengimiz soldukça soldu. Hoca renksizliğini itiraf ediyor diyecek misin bilmem? Fakat ben bununla şafaklamıştım demek istiyorum desem de olabilir. ‘Azamet-i Kur’ân beni eritti, o benim öteden beri iman edegeldiğim daha büyük bir mu’cize olduğu her lahzada isbat ettikçe ediyor. Sûre-i Âli İmrân’ın başı büsbütün ‘ilmî, usûl, kelâm, tasavvuf, fünûn-i tabi’iyye, ictimâ’iyye ilh. her şey. Dîn-i İslâm’ın isbât-ı hakîkkati, mesele-i ‘İsâ’nın halli, neler neler, ma’a mâ fîh bu sûreden i’tibâren tahşiveli bir uslüp tutacaktım, yapmadım değil lâkin yine biraz taştım. Bi-havlillâhi Teâlâ bitti. Bundan sonra öyle tahmin ediyorum ki üç dört cüz’ü bu cüz’lerden birisi kadar olmayacaktır. Bu da lüzumu olmadığından değil, ikmâli tesri’ ihtiyacındandır. Ve ben öyle zan eyliyorum ki siz onu daha ziyâde tensib edeceksiniz. Öylesine diyorum ki yazdıklarımı fazla gibi telakki edenler olacaktır. Biraz daha yazayım Âkif’in de fikrini alalım da belki bu yaz tab’ına cevâz veririz. Burada okuduğum zevât şâyân-ı takdir buluyorlar. Ma’a hâzâ ben ancak Kur’ân’ın hakkını düşünüyorum. Sizin de fikrinizin beyanına muntazırım. Âkif sûre-i A’râf’ı da gönderdi.
Bu mektubumun leffen bir arzuhâli de takdim ediyorum. Zât-ı ‘âlinizi tevkil ettim oraca taksitlerimi alıp bana göndermenizi ricâ ederim. Birkaç gün sonra Ramazan geliyor, sür’at-i mümkin ile irsâli tam sırasında büyük bir ‘inâyet olacaktır. Birinci cüzlerin taksitlerini burada almış idim. Bu sene üçüncüden başlayacaksınız.
Reis Efendi hazretlerine arz-ı ihtirâm ve rüfekâ-yı muhteremenize hürmetle selâm eylerim efendim. 21 Şa’bân 1345 (24 Şubat 1927)
Erenköyü’nde Koz Yatağı’nda Hacı Hüseyin Paşa Köşkünde Münzevî Elmalılı
|