Giriş
İbn Sînâ âlemin varlık kazanmasını, Tanrı’nın illet, âlemin ise malul olduğu
bir çerçevede açıklar.
Bu açıklama modelinde, illetle malul arasındaki varlık
verme-varlık alma ilişkisi zorunludur ve bu ilişkide zamansal anlamda öncelik sonralığa yer yoktur (İbn Sînâ, 2004: 147; Kılıç, 2013: 145-55).
Çünkü İbn Sînâ, illetle malul arasında varsayılan böyle bir zamansal aralığın illetin illet olma niteliğini tehdit ettiğini düşünür.
Bu ise illetle malulün zamansal anlamda birlikte olduğu bir tablo ortaya koyar.
İbn Sînâ’nın bu yaklaşımı, varlığın nihaî ve mutlak anlamda ezelî illeti olan Tanrı’nın öncelikli olarak varlık verdiği ay-üstü âlemin zamanda Tanrı’yla birlikte olduğu neticesini doğurur.
Çünkü İbn Sînâ, illetle malul arasında varsayılan böyle bir zamansal aralığın illetin illet olma niteliğini tehdit ettiğini düşünür.
Bu ise illetle malulün zamansal anlamda birlikte olduğu bir tablo ortaya koyar.
İbn Sînâ’nın bu yaklaşımı, varlığın nihaî ve mutlak anlamda ezelî illeti olan Tanrı’nın öncelikli olarak varlık verdiği ay-üstü âlemin zamanda Tanrı’yla birlikte olduğu neticesini doğurur.
Her ne kadar içinde yaşadığımız ay-altı oluş-bozuluş
dünyasındaki varlıklar, zamansal anlamda sonradan meydana geldikleri için hâdis
olarak nitelendirilse de ay-üstü varlıklar, illetle malul arasındaki zorunlu ilişkinin
zamansal bir mesafe kabul etmemesi nedeniyle ezelî olarak görülür (İbn Sînâ,
2004: 73, 163-9; Kılıç, 2011: 108-14). İbn Sînâcı kozmolojik açıklama modelinde, ayaltı hâdis varlıklar, varlıklarını en başta Tanrı olmak üzere ezelî ay-üstü varlık
sahasındaki illetlere borçludurlar. Dolayısıyla, hâdis varlıkların varlık illetleri
ezelîdir.
Bu ise şöyle bir soruna yol açmaktadır: Eğer varlık veren illetler,
malulleriyle eşzamanlı olarak var oluyorsa ve hâdis olduğu konusunda tartışma
olmayan ay-altı varlıkların varlık illeti, ezelî ay-üstü varlık sahasında bulunuyorsa o
halde nasıl olur da ezelî illetlerden hâdis maluller meydana gelebilir?
İbn Sînâ yazılarında, böyle bir soruyu/sorunu doğrudan ele alıp buna karşı
bütünlüklü bir cevap vermese de kendi sisteminden hareketle bu probleme ilişkin
şöyle bir açıklama yapılabilir: İbn Sînâcı kozmolojide ay-altı hâdis varlıkların ezelî
bir nitelik taşıyan ay-üstü varlık sahasındaki öncelikli varlık ilkesi olan son akıl, ayaltı heyûlâ, suret ve nefislerin tek başına illetini teşkil etmez.
Feleklerin aralarında
139
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
Giriş
İbn Sînâ âlemin varlık kazanmasını, Tanrı’nın illet, âlemin ise malul olduğu
bir çerçevede açıklar. Bu açıklama modelinde, illetle malul arasındaki varlık
verme-varlık alma ilişkisi zorunludur ve bu ilişkide zamansal anlamda önceliksonralığa yer yoktur (İbn Sînâ, 2004: 147; Kılıç, 2013: 145-55). Çünkü İbn Sînâ,
illetle malul arasında varsayılan böyle bir zamansal aralığın illetin illet olma
niteliğini tehdit ettiğini düşünür. Bu ise illetle malulün zamansal anlamda birlikte
olduğu bir tablo ortaya koyar.
İbn Sînâ’nın bu yaklaşımı, varlığın nihaî ve mutlak anlamda ezelî illeti olan
Tanrı’nın öncelikli olarak varlık verdiği ay-üstü âlemin zamanda Tanrı’yla birlikte
olduğu neticesini doğurur. Her ne kadar içinde yaşadığımız ay-altı oluş-bozuluş
dünyasındaki varlıklar, zamansal anlamda sonradan meydana geldikleri için hâdis
olarak nitelendirilse de ay-üstü varlıklar, illetle malul arasındaki zorunlu ilişkinin
zamansal bir mesafe kabul etmemesi nedeniyle ezelî olarak görülür (İbn Sînâ,
2004: 73, 163-9; Kılıç, 2011: 108-14).
İbn Sînâcı kozmolojik açıklama modelinde, ayaltı hâdis varlıklar, varlıklarını en başta Tanrı olmak üzere ezelî ay-üstü varlık
sahasındaki illetlere borçludurlar. Dolayısıyla, hâdis varlıkların varlık illetleri
ezelîdir. Bu ise şöyle bir soruna yol açmaktadır: Eğer varlık veren illetler,
malulleriyle eşzamanlı olarak var oluyorsa ve hâdis olduğu konusunda tartışma
olmayan ay-altı varlıkların varlık illeti, ezelî ay-üstü varlık sahasında bulunuyorsa o
halde nasıl olur da ezelî illetlerden hâdis maluller meydana gelebilir?
İbn Sînâ yazılarında, böyle bir soruyu/sorunu doğrudan ele alıp buna karşı
bütünlüklü bir cevap vermese de kendi sisteminden hareketle bu probleme ilişkin
şöyle bir açıklama yapılabilir: İbn Sînâcı kozmolojide ay-altı hâdis varlıkların ezelî
bir nitelik taşıyan ay-üstü varlık sahasındaki öncelikli varlık ilkesi olan son akıl, ayaltı heyûlâ, suret ve nefislerin tek başına illetini teşkil etmez.
Feleklerin aralarında
ortaklık teşkil eden döngüsel hareketleri, heyûlânın varlık kazanmasına etkide
bulunur. Her ne kadar ay-altı varlıklara suretlerini ve nefislerini veren ( â i ’ssu er), son akıl olsa da feleklerin farklılıkları üzerinden suretlere ilişkin
tahayyüllerinin bu varlık vermede etkisi vardır. Dolayısıyla ay-üstü âlemdeki
varlıklar arasındaki illiyet ilişkisi ile ay-üstü ve ay-altı varlıklar arasındaki illiyet
ilişkisi birbirinden farklıdır. Buna göre, her bir ay-üstü varlığın oluşumunda bir illet
söz konusu iken ay-altı varlıkların oluşumuna, başta son akıl olmak üzere bütün
bir ay-üstü âlem sebep teşkil eder.
Dolayısıyla İbn Sînâ açısından bakıldığında bir
illetin bir ya da birkaç malule varlık vermesiyle pek çok illetin bir araya gelerek,
birtakım malullere birlikte varlık vermesinin birbirinden ayrılması gerekir. Bu
ayrımdaki ikinci tür varlık verme söz konusu olduğunda, illetler ile maluller
arasında zamansal bir öncelik-sonralık tayin edilmesi makul karşılanabilir. Bunun
yanı sıra İbn Sînâ, hâdis varlıkların sonradan meydana gelişini, illetin etkisini kabul
etme konusunda maddî koşulları bakımından bizzat sahip oldukları yoksunluktan
kaynakladığına ilişkin açıklamalara da yer verir (İbn Sînâ, 1364: 252; Kılıç, 2011:
126). Bu açıklamalar, sonradan meydana gelen hâdis varlıkların hem ezelî
ilkeleriyle olan irtibatına hem de hâdis olma niteliğine ilişkin İbn Sînâ sisteminin
verdiği cevaplar olarak kabul edilebilir.
Ancak öyle görünüyor ki İbn Sînâ’nın bu yaklaşımı, başta Ebû Hâmid elGazâlî (ö. 505/1111) olmak üzere pek çok kelâmcıyı ikna etmez. Nitekim ezelî
illetlerden hâdis varlıkların nasıl meydana gelebildiğine ilişkin soruya/soruna en
güçlü şekilde dikkat çeken isimlerden biri de Gazâlî’dir. O, âlemin ezelîliği
görüşünü eleştiriye tâbi tutarken İbn Sînâ sisteminin iç tutarlılığı gereği ezelî
illetten hâdis bir varlığın çıkmasına izin vermeyeceğini savunur. Öte yandan ay-altı
âlemdeki hâdis varlıkların ezelî illetlere dayandığını kabul etmenin sistemde bir
tutarsızlık ortaya çıkardığını ifade eder. Gazâlî’ye göre, ay-altı hâdis varlıkların
ezelî illetlere dayandığı ileri sürüldüğünde kaçınılmaz olarak ezelî bir illetin hâdis
bir eser meydana getirebileceğini kabul etmek gerekir. Dolayısıyla İbn Sînâcı
anlamda illetle malul arasında zamansal bir fasıla olamayacağı düşüncesi, ay-altı
varlıkların hâdis kabul edilmesi hâlinde zaafa uğrayacaktır.
O, Te âf t’ünün ilk bölümünde İbn Sînâ’nın âlemin ezelîliğini savunurken
dile getirdiği “Ezelî olandan sonradan sonradan olanın sudûru hiçbir şekilde
mümkün değildir” (Gazâlî, 2005: 15,8) önermesinin yol açtığı tutarsız sonucu şu
şekilde ortaya koyar:
Siz ezelî olandan, sonradan olan herhangi bir şeyin meydana
gelmesini mümkün görmüyorsunuz, ama bunu kabul etmek
zorundasınız; çünkü âlemde sonradan meydana gelen ( a âdis)
birtakım şeyler ve bunların sebepleri vardır. Bu sonradan meydana
gelen şeyler sonsuza dek birbirine dayanacak olursa, bu imkânsızdır
ve aklı başında birinin inanabileceği bir şey değildir (Gazâlî, 2005:
29,5-8).
140
Muhammet Fatih Kılıç
Gazâlî’nin yükselttiği bu güçlü itiraz, Gazâlî’den sonraki filozofkelâmcılarda, İbn Sînâcı kozmolojik açıklama modelinin açmazlarından biri olarak
tartışılmıştır.
Bu tartışmalara İbn Sînâ safında yer alarak dâhil olan isimlerin
başında Nasîrüddin et-Tûsî gelir. O, gerek İbn Sînâ’nın İşârât’ına yazdığı şerhteki
tutumu ve gerekse Şehristânî’nin İbn Sînâ’ya yönelik eleştirilerini dile getirdiği
Musâra‘at ’l-felâsife’sine yönelik bir reddiye olan Musâri‘u’l-Musâri‘ (Tûsî, 1405)
adlı eseri dikkate alındığında, İbn Sînâ savunusuyla ön plana çıkmış bir on üçüncü
asır filozof-kelâmcısıdır. Tûsî’nin, İbn Sînâ’nın kozmolojik açıklama modelinde
ortaya çıkan ezelî ilkelerden hâdis varlıkların nasıl çıktığı meselesiyle ilgili olarak
takındığı İbn Sînâcı pozisyon ve getirdiği çözüm önerileri, Tûsî’nin doğrudan bu
meseleye hasrettiği ve başlığı, Türkiye’deki yazma eserler kataloglarında Risâle
fî’l-‘illeti’t-tâmme olarak kayda geçen kısa risâle üzerinden takip edilebilir.
Bu
eserin dışında Tûsî’nin çağdaşı bir diğer filozof-kelâmcı Necmeddin el-Kâtibî’yle
yaptığı Zorunlu Varlığın İspatı hakkındaki mektuplaşmalarda da söz konusu
mesele hakkında değerlendirmeleri yer almaktadır.
Tûsî’nin Mektuplarındaki Değerlendirmesi
Kâtibî, Zorunlu Varlığın İspatı hakkında Tûsî’ye yazdığı ilk mektubunun
sonunda Gazâlî’nin İbn Sînâ’ya yönelik dile getirdiği itirazın bir benzerini tekrar
gündeme taşır:
Filozoflar şöyle demiştir: Yüce Yaratıcının âlemi var kılıyor olmasının
dayandığı her şey, ezelde meydana gelmiştir. Hal böyle olunca âlem
kadimdir.
[…] Eğer böyle değilse, Yaratıcının âlemi var kılıcı olması, sonradan
olan ( âdis) bir şeye dayanır.
Bu sonradan olanın varlığı da başka bir
sonradan olana dayanır. Aksi takdirde âlemin varlığı sonradan
olmayan bir şeye dayanmış olurdu. Her sonradan olmayan şey de
kadimdir. Hal böyle olunca âlemin kadim olması gerekir. Çünkü illetin
ve şartların kıdemi, malulün kıdemini zorunlu olarak gerektirir. Bu
durumda sonradan olan kadimdir. Bu ise bir çelişkidir. ( e-le kâne
kezâlik lezime kıdem , li- cû i istilzâmi kıdemi’l-‘illeti e-kıdemi’şşarti kıdemu’l-ma‘lûl, fe’l- âdis kadîm. âzâ ulf)
[…] İmâm [Fahreddin er-Râzî] filozofların bu önermesine karşı cevap
vermiş ve şöyle demiştir: […]
Eğer delil olarak dile getirdiğiniz bütün
öncüller doğruysa sonradan meydana gelen gündelik şeyler de dâhil
olmak üzere bütün mümkün varlıkların ezelî olması gerekir. (le
sa a cemî‘u mukaddemâti mâ zekert m mine’d-delîl lezime en-yekûne
cemî‘u’l-me cûdâti’l-m mkineti atte’l- a âdisi’l-ye miyye ezeliyye)
Yüce Yaratıcının bu gündelik ve sonradan olan şeyleri var kılıcı
olmasının dayandığı her şey ezelde meydana gelmiştir denemez. Eğer
böyle olsaydı sonradan meydana gelen gündelik şeyler de kadim
olurdu.
141
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
Gazâlî’nin yükselttiği bu güçlü itiraz, Gazâlî’den sonraki filozof kelâmcılarda, İbn Sînâcı kozmolojik açıklama modelinin açmazlarından biri olarak
tartışılmıştır. Bu tartışmalara İbn Sînâ safında yer alarak dâhil olan isimlerin
başında Nasîrüddin et-Tûsî gelir.
O, gerek İbn Sînâ’nın İşârât’ına yazdığı şerhteki
tutumu ve gerekse Şehristânî’nin İbn Sînâ’ya yönelik eleştirilerini dile getirdiği
Musâra‘at ’l-felâsife’sine yönelik bir reddiye olan Musâri‘u’l-Musâri‘ (Tûsî, 1405)
adlı eseri dikkate alındığında, İbn Sînâ savunusuyla ön plana çıkmış bir on üçüncü
asır filozof-kelâmcısıdır. Tûsî’nin, İbn Sînâ’nın kozmolojik açıklama modelinde
ortaya çıkan ezelî ilkelerden hâdis varlıkların nasıl çıktığı meselesiyle ilgili olarak
takındığı İbn Sînâcı pozisyon ve getirdiği çözüm önerileri, Tûsî’nin doğrudan bu
meseleye hasrettiği ve başlığı, Türkiye’deki yazma eserler kataloglarında Risâle
fî’l-‘illeti’t-tâmme olarak kayda geçen kısa risâle üzerinden takip edilebilir.
Bu
eserin dışında Tûsî’nin çağdaşı bir diğer filozof-kelâmcı Necmeddin el-Kâtibî’yle
yaptığı Zorunlu Varlığın İspatı hakkındaki mektuplaşmalarda da söz konusu
mesele hakkında değerlendirmeleri yer almaktadır.
Tûsî’nin Mektuplarındaki Değerlendirmesi
Kâtibî, Zorunlu Varlığın İspatı hakkında Tûsî’ye yazdığı ilk mektubunun
sonunda Gazâlî’nin İbn Sînâ’ya yönelik dile getirdiği itirazın bir benzerini tekrar
gündeme taşır:
Filozoflar şöyle demiştir: Yüce Yaratıcının âlemi var kılıyor olmasının
dayandığı her şey, ezelde meydana gelmiştir. Hal böyle olunca âlem
kadimdir.
[…] Eğer böyle değilse, Yaratıcının âlemi var kılıcı olması, sonradan
olan ( âdis) bir şeye dayanır. Bu sonradan olanın varlığı da başka bir
sonradan olana dayanır. Aksi takdirde âlemin varlığı sonradan
olmayan bir şeye dayanmış olurdu. Her sonradan olmayan şey de
kadimdir.
Hal böyle olunca âlemin kadim olması gerekir. Çünkü illetin
ve şartların kıdemi, malulün kıdemini zorunlu olarak gerektirir. Bu
durumda sonradan olan kadimdir. Bu ise bir çelişkidir. ( e-le kâne
kezâlik lezime kıdem , li- cû i istilzâmi kıdemi’l-‘illeti e-kıdemi’şşarti kıdemu’l-ma‘lûl, fe’l- âdis kadîm. âzâ ulf)
[…] İmâm [Fahreddin er-Râzî] filozofların bu önermesine karşı cevap
vermiş ve şöyle demiştir: […] Eğer delil olarak dile getirdiğiniz bütün
öncüller doğruysa sonradan meydana gelen gündelik şeyler de dâhil
olmak üzere bütün mümkün varlıkların ezelî olması gerekir. (le
sa a cemî‘u mukaddemâti mâ zekert m mine’d-delîl lezime en-yekûne
cemî‘u’l-me cûdâti’l-m mkineti atte’l- a âdisi’l-ye miyye ezeliyye)
Yüce Yaratıcının bu gündelik ve sonradan olan şeyleri var kılıcı
olmasının dayandığı her şey ezelde meydana gelmiştir denemez.
Eğer
böyle olsaydı sonradan meydana gelen gündelik şeyler de kadim
olurdu.
Ben [Kâtibî] derim ki filozofların bu reddiyeye karşı kendilerini
savunmak için şöyle demeleri mümkündür: […] Yüce Yaratıcının bu
sonradan meydana gelen şeyleri var kılıcı olmasının dayandığı
şeylerin tamamının ezelî olmaması niçin mümkün olmasın? (Tûsî,
1383: 117,23-119,2; Tûsî, 2015: 191-3)
Kâtibî yukarıdaki pasajda, İbn Sînâ tarafından savunulan âlemin var kılıcı
illeti Tanrı’nın yaratmasının ezelî olması gerektiği anlayışının yol açtığı, hâdis
varlıkların ezelî ilkeye dayandırılmasına ilişkin sorunu ortaya koyar. Kâtibî’ye göre,
onun Fahreddin er-Râzî’ye (ö. 606/1210) atıfla işaret ettiği bu sorunun temelinde,
Tanrı’nın âlemi yaratmasının dayandığı ilahî niteliklerin ezelî olması yatar.
Bu
durumda sonradan meydana gelen varlıkların, filozofların savunduğu ilke gereği
ezelî olması gerekir. Kâtibî’ye göre bu çelişkiyi çözmek ve içinde yaşadığımız
dünyada müşahede ettiğimiz gündelik olaylar da dâhil olmak üzere hâdis
varlıkların sonradan meydana gelmesini açıklamak için, Tanrı’nın hâdis varlıkları
yaratırken aracı olan illetlerin ezelî değil; sonradan meydana gelmesini kabul
etmenin imkân dâhilinde olduğunu ifade eder.
Tûsî, Kâtibî’nin gündeme taşıdığı meseleyle irtibatlı olarak ona cevaben
yazdığı mektupta ezelî ilkeyle hâdis varlığın irtibatına ilişkin kelâmcıların çözüm
önerisini ortaya koyar ve filozofların bu çözüm önerisine karşı tuttukları
pozisyona işaret eder:
Bunlar, bir grup ilk dönem kelâmcının ileri sürdüğü meselelerdir.
Bu
kelâmcılar arasında görüş sahibi olanlar (mu assilûn) bu yaklaşımı
benimsemez. Bundan dolayı onlar kâdir olan [Tanrı’n]ın, kendisi
açısından birbirine eşit olan fiilde bulunma ve bulunmama
taraflarından birini iradeyle tercih edebilmesi için iradeyi kabul
etmişlerdir. Onlar, filozofların savunduğu illet-malul [ilişkisi
hakkındaki] iddiayı reddettikten sonra bu konuda tercih edilen
görüşü şu şekilde ifade etmişlerdir: Yüce Yaratıcının âlemi var kılıcı
olmasının dayandığı her şey ezelde mevcuttur. Yüce Yaratıcıyı var
kılmaya [sevk eden] dâ‘î bu cümledendir. Dâ‘î, mevcudun var
kılınmasıyla ilgili değildir; bilakis mevcudun gerçekleşmesi
bakımından, kendisine doğru sevk ettiği şeyin yok olmasını şart kılar.
Bundan dolayı âlemin kadim olması imkânsızdır.
[Ne var ki] filozoflar, Tanrı’nın var kılmasının belirli bir vakte tahsis
edilmesini benimsemez.
Çünkü vakit âlemin bir parçasıdır. Âlemin var
kılınmasının kendisinden bir parçayla belirlenmesi düşünülemez.
Çünkü bu, belirleyici olan şeyin kendisinden önce olmasını zorunlu
kılar. Bu ise imkânsızdır. Bu konuda sahip olduğum bilgiler bundan
ibarettir (Tûsî, 1383: 126,23-127,10; Tûsî, 2015: 204-5).
Tûsî bu pasajda, hâdis varlıkların ezelî ilkeyle irtibatına ilişkin açıklamada,
kelâmcıların, Tanrı’nın illet, âlemin de malul olduğu İbn Sînâcı açıklama modelini
142
Muhammet Fatih Kılıç
reddederek yerine tanrısal iradeyi merkeze alan kâdir-i mu târ anlayışını
koyduklarını ifade eder. Böylece kelamcılar, Tanrı’nın iradesi gereği sonradan
olan hâdis varlıkları yaratmasını açıklayarak hâdis varlıkların ezelî ilkeyle irtibatını
kurmuş olurlar. Öte yandan kelâmcılar açısından iradenin ezelî olması, iradenin
taallük ettiği mevcudatın da ezelî olmasını gerektirmez.
Zira tanrısal irade,
mevcudu var kılmaya yönelmediğinde mevcut vücut bulmazken onu var kılmaya
yöneldiğinde de varlık kazanır. Tûsî, kelâmcıların âlemin sonradan meydana
gelerek hâdis olduğunu bu yolla ortaya koyduğunu ifade eder.
Yukarıdaki pasajın son kısmında ise Tûsî, başta İbn Sînâ olmak üzere
filozofların, kelâmcıların bu yaklaşımına karşı tutumunu kısaca ortaya koyar. Buna
göre filozoflar, Tanrı’nın âlemi var kılmasının belirli bir zamanla
belirlenemeyeceğini; çünkü zamanın âlemin varlığıyla birlikte onun bir parçası
olarak gündeme geldiğini savunurlar. Şu halde zaman, âlemin vücuda geldiği anı
belirleyemez; tam aksine âlem, zamanın varlığını bizzat belirler.
Tûsî, bu
değerlendirmesiyle filozofların, hem, Tanrı’nın âlemi yaratmasının dayandığı ilahî
niteliklerin ezelî olması gerektiği hem de kelâmcıların sahip olduğu gibi,
yaratmanın Tanrı’yı fiile yönlendiren bir dâ‘îyle belirli bir zamana tahsis
edilemeyeceği anlayışını savunduklarını göstermiş olur.
Tûsî’nin Kâtibî’ye cevaben yazdığı mektubunda, Kâtibî’nin ortaya koyduğu
hâdis varlıkların ezelî ilkeyle irtibatının nasıl kurulabileceği sorusu/sorunundan
ziyade, bu sorunun ardında yatan Tanrı’nın yaratmasının belirli bir zamana tahsis
edilip edilmeyeceğiyle ilgili olarak bir kısım kelâmcıların ve filozofların
pozisyonunu değerlendiren bir yöntem takip eder. Bu nedenle Tûsî’nin
mektubunda, doğrudan filozofların söz konusu soruna ilişkin cevabını tartışan bir
açıklamaya rastlanmaz. Tûsî’nin bu açıklamaları, Kâtibî’nin kendisine yazdığı ikinci
mektuptaki tartışmanın seyrini de yönlendirir.
Nitekim Kâtibî, ikinci mektubunda,
ilk mektubunda Râzî’ye atıfla dile getirdiği hâdis varlıkların ezelî ilkeyle irtibatının
nasıl kurulacağı sorusunu bir kenara bırakıp meseleyi, kâdir-i mu târ anlayışı
etrafında tartışır (Tûsî, 1383: 140,11-141,14; Tûsî, 2015: 224-5).
Tûsî’nin, teşekkür-takdir mektuplaşmaları dışındaki Kâtibî’ye yazdığı ikinci ve son
mektupta da tartışmanın seyri, aynı minvalde sürdürülerek sonlandırılır:
Kâtibî […] şöyle dedi: “Biz, tercih edici olmadan tercih etmenin kâdir
açısından imkânsız olduğunu kabul etmiyoruz. Bilakis bu, zorunlu
kılan açısından imkânsızdır.” […]
[Tûsî] derim ki, bu takdirde Yüce Allah’ın irade ya da dâ‘î olarak
adlandırılan vasfını ispatlamanın önüne set çekilmiş olur. Onun ispatı
kâdir-i mu târ açısından tercih edici olmaksızın tercihin imkânsızlığına
dayanır. Dolayısıyla ortada bazen irade bazen de dâ‘î diye
adlandırdıkları bir tercih edicinin bulunması gerekir.
Muhakkik
143
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
reddederek yerine tanrısal iradeyi merkeze alan kâdir-i mu târ anlayışını
koyduklarını ifade eder. Böylece kelamcılar, Tanrı’nın iradesi gereği sonradan
olan hâdis varlıkları yaratmasını açıklayarak hâdis varlıkların ezelî ilkeyle irtibatını
kurmuş olurlar. Öte yandan kelâmcılar açısından iradenin ezelî olması, iradenin
taallük ettiği mevcudatın da ezelî olmasını gerektirmez. Zira tanrısal irade,
mevcudu var kılmaya yönelmediğinde mevcut vücut bulmazken onu var kılmaya
yöneldiğinde de varlık kazanır. Tûsî, kelâmcıların âlemin sonradan meydana
gelerek hâdis olduğunu bu yolla ortaya koyduğunu ifade eder.
Yukarıdaki pasajın son kısmında ise Tûsî, başta İbn Sînâ olmak üzere
filozofların, kelâmcıların bu yaklaşımına karşı tutumunu kısaca ortaya koyar. Buna
göre filozoflar, Tanrı’nın âlemi var kılmasının belirli bir zamanla
belirlenemeyeceğini; çünkü zamanın âlemin varlığıyla birlikte onun bir parçası
olarak gündeme geldiğini savunurlar. Şu halde zaman, âlemin vücuda geldiği anı
belirleyemez; tam aksine âlem, zamanın varlığını bizzat belirler. Tûsî, bu
değerlendirmesiyle filozofların, hem, Tanrı’nın âlemi yaratmasının dayandığı ilahî
niteliklerin ezelî olması gerektiği hem de kelâmcıların sahip olduğu gibi,
yaratmanın Tanrı’yı fiile yönlendiren bir dâ‘îyle belirli bir zamana tahsis
edilemeyeceği anlayışını savunduklarını göstermiş olur.
Tûsî’nin Kâtibî’ye cevaben yazdığı mektubunda, Kâtibî’nin ortaya koyduğu
hâdis varlıkların ezelî ilkeyle irtibatının nasıl kurulabileceği sorusu/sorunundan
ziyade, bu sorunun ardında yatan Tanrı’nın yaratmasının belirli bir zamana tahsis
edilip edilmeyeceğiyle ilgili olarak bir kısım kelâmcıların ve filozofların
pozisyonunu değerlendiren bir yöntem takip eder. Bu nedenle Tûsî’nin
mektubunda, doğrudan filozofların söz konusu soruna ilişkin cevabını tartışan bir
açıklamaya rastlanmaz. Tûsî’nin bu açıklamaları, Kâtibî’nin kendisine yazdığı ikinci
mektuptaki tartışmanın seyrini de yönlendirir. Nitekim Kâtibî, ikinci mektubunda,
ilk mektubunda Râzî’ye atıfla dile getirdiği hâdis varlıkların ezelî ilkeyle irtibatının
nasıl kurulacağı sorusunu bir kenara bırakıp meseleyi, kâdir-i mu târ anlayışı
etrafında tartışır (Tûsî, 1383: 140,11-141,14; Tûsî, 2015: 224-5).
Tûsî’nin, teşekkür-takdir mektuplaşmaları dışındaki Kâtibî’ye yazdığı ikinci ve son
mektupta da tartışmanın seyri, aynı minvalde sürdürülerek sonlandırılır:
Kâtibî […] şöyle dedi: “Biz, tercih edici olmadan tercih etmenin kâdir
açısından imkânsız olduğunu kabul etmiyoruz. Bilakis bu, zorunlu
kılan açısından imkânsızdır.” […]
[Tûsî] derim ki, bu takdirde Yüce Allah’ın irade ya da dâ‘î olarak
adlandırılan vasfını ispatlamanın önüne set çekilmiş olur. Onun ispatı
kâdir-i mu târ açısından tercih edici olmaksızın tercihin imkânsızlığına
dayanır. Dolayısıyla ortada bazen irade bazen de dâ‘î diye
adlandırdıkları bir tercih edicinin bulunması gerekir.
Muhakkik
kelâmcıların bunun imkânsızlığını kabul ettikleri açıktır (Tûsî, 1383:
151,21-152,3; Tûsî, 2015: 242-3).
Tûsî’nin bu açıklaması da dâhil olmak üzere mektuplaşmalardaki diğer
açıklamalarının, ezelî ilke ya da ilkelerle sonradan meydana gelen hâdis varlıkların
illet-malul ilişkisi çerçevesinde nasıl ilişkilendirileceği hususunda filozofların
sisteminden hareketle bir argümantasyon sunmadığı ortadadır. Ancak yine de
Tûsî, Kâtibî’nin başlattığı tartışmadaki ezelî ilkeyle hâdis varlıkların irtibatına
ilişkin meselenin arka planına ilişkin bir projeksiyon sunar. Bu projeksiyonda
felâsifeyi âlemin ezelîliği düşüncesine sevk eden mûci i’z-zât anlayışından çok
kâdir-i mu târ fikrini benimseyen kelâmcıların tartışıldığı görülmektedir.
Ne var ki
ezelî illetten hâdis malullerin nasıl çıktığı sorusunun öncelikli muhatapları, illetle
malul arasında zamansal bir aralık öngörmeyen başta İbn Sînâ olmak üzere
felâsifenin kendisidir.
Tûsî’nin bu soruyu/sorunu felâsife açısından ele aldığı Risâle fî’l-‘illeti’ttâmme adlı kısa eserinde, İbn Sînâcı illiyet anlayışının beraberinde getirdiği söz
konusu mesele hakkında çözüm önerileri getirilmektedir.
Tûsî’nin Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme’deki Argümantasyon Aşamaları
Tûsî’nin bu risâlesi, argümantasyon yapısı itibariyle ele alındığında altı
kısımda değerlendirilebilir:
(i) Meselenin kökeni (Tûsî, no. 4842: v. 97b,19-98a,2): Tûsî, risâlenin
girişinde ezelî illetlerle hâdis varlıklar arasındaki irtibatın kurulmasına ilişkin
problemin felâsife nezdindeki kökenine işaret eder.
Felâsifenin illiyet anlayışı
gereği, başta Tanrı olmak üzere, illiyet yeterliğini başka hiçbir illet ya da şarta
gerek duymayacak ölçüde sağlamış her tam illet eseriyle birliktedir ve ondan ayrı
düşünülemez. Şayet ortada bir tam illet varsa, onun eseri de onunla birlikte var
olmak zorundadır.
(ii) Felâsifenin meseleye yaklaşımı (Tûsî, no. 4842: v. 98a2-9): İkinci
aşamada Tûsî, felâsife cephesinden meseleye yaklaşır. Onun açıklamalarına göre
felâsife, (a) ezelden ebede uzanan ve zâtı sâ it olmayan bir varlığın olmaması
hâlinde, hâdisin varlığının söz konusu olamayacağını ifade eder. Bu nedenle
onlar, ezelden ebede uzanan sermedî feleklerin hareketleri ve sermedî zamanın
olduğunu ortaya koyarak buradan hareketle sermedî feleklerin hareketlerinin ve
sermedî zamanın, hudûsun yakın illeti olduğu sonucuna varırlar.
Ardından
felâsife, (b) bu sermedî illetlerin illet olmalarını, iki sermedînin parçası olan zaman
ve hareketin tamamladığını öne sürer. Böylece malulün iki sermedîye bitişik
olduğu sonucuna varırlar. Bu, aynı zamanda, toplamlarının başlangıç ve sonu
olmayan hâdislerin varlığının zorunlu olarak ortaya çıktığına ilişkin görüşe tekabül
eder. Tûsî’nin açıklamalarına göre felâsife bu aşamada son olarak (c) zâtı sâbit
olmayan mevcudun, sâbit illetten sudûr edemeyeceği ilkesinin beraberinde
getirdiği sorununun çözümü olarak zâtı sâbit olmayan mevcudun önce gelen her
bir parçasının, kendisine eklenenin varlığının hazırlayıcısı olduğunu savunur
144
Muhammet Fatih Kılıç
(Ayrıca bkz. Tûsî, 1996: 101-111). Böylece felâsife, sermedî ilkenin illet olmasını
tamamlayanın, hazırlama olduğunu ortaya koyarak hem eklenenin hem de
hâdisin varlığını açıklar.
(iii) Felâsifenin yaklaşımına yönelik itiraz (Tûsî, no. 4842: v. 98a,9-11):
Tûsî bu aşamada, daha önce Gazâlî’de, ardından Râzî’ye atıfla Kâtibî’de
gördüğümüz, illet-malul birlikteliği düşüncesi gereği hâdis varlıkların da ezelî
olması gerektiğine ilişkin meşhur itirazı gündeme getirir.
Bu itirazda, ezelî
illetlerin hâdis varlıkların tam illeti değil de hazırlayıcı illeti olmalarının da asıl
meseleyi çözmediği savunulur. Buna göre, ezelî illetlerle birlikte meydana gelen
hazırlayıcı illetler defaten meydana geldiği gibi, hazırlayıcı illetler de hâdis varlığın
meydana gelişini defaten sağlar. Bunun bir sonucu olarak da hâdis varlıklar tıpkı
ezelî ilkeleri gibi ezelî olur. Bu ise tutarsız bir neticeyi doğurur.
(iv) Felâsifenin cevabı (Tûsî, no. 4842: v. 98a11-16): Tûsî bu aşamada,
felâsifenin meseleye ilişkin argümanını daha ayrıntılı bir şekilde ele alır. Bu
argümantasyonda, öncelikle iki tür hazırlayıcı illete işaret edilir. Bunlar güçlü ve
zayıf hazırlamalardır. Güçlü hazırlama, şeyi, zayıf hazırlamaya göre daha hızlı ve
etkili bir şekilde var kılar. Zayıf hazırlama söz konusu olduğundaysa hâdisin
meydana gelmesi için daha çok hazırlayıcı unsurun bir araya gelmesi beklenir. Her
bir hazırlayıcı illet, hâdisin varlığının ortaya çıkmasına etki eder.
Bu hazırlama
hiyerarşisi, hâdis tam olarak yetkinleşip varlık sahasına çıkınca tamamlanmış olur.
Tûsî, bu illetin tam olma aşamasında, sonradan meydana gelen hâdis varlıkla,
hâdisin varlığının dayandığı hazırlayıcı illetlerin illeti olan ezelî ilkelerle arasında
yokluk şartının bulunduğunu ifade eder. Çünkü ezelî ilkeler, doğrudan hâdisin
varlığının değil; hâdisin varlığının dayandığı hazırlayıcı illetlerin illetidir.
Tam illetin tam niteliğini kazanması için illiyet sürecindeki bütün gerekli
şartların bulunması ve engellerin ortadan kalması gibi hususları bir arada
toplaması gerekir. Nitekim Râzî’nin tam illet tanımında, bütün bu koşullar ve
engellerin ortadan kalkmasıyla ilgili olarak “bir arada toplayan” (m stecmi‘a)
ifadesi bulunabilir (Râzî, 1987/IV:55,15-7; ayrıca bkz. Taşköprîzâde, no: 1823).
Aslına bakılırsa İbn Sînâ da İşârât’ındaki bir tenbihinde (2005: 138,III.V.8) bir illetin
illet olarak tamamlanmasından söz ederken eserinin kendisinden geri
kalmayacağı şekilde bütün şartları, hazırlamaları ve engellerin ortadan kalkmasını
içermesi gerektiğini dile getirir. Tûsî’nin bu aşamadaki argümanı, tam illetin
burada ifade edilen anlamı çerçevesinde gelişir. Tûsî’nin açıklamalarına göre bir
illetin tam illet olması ya da bir illet olarak tamamlanması, şartı da içermelidir.
Tûsî’nin burada kendisine işaret ettiği şart ise yokluktur. O halde illet, yokluk
şartını da içerecek bir nitelik kazandığında tam illet olur. Bu nedenle malulün
defaten olması gerekli olmaz. Çünkü yokluk bir şart olarak illete dâhil olur.
Böylece hâdisin meydana gelmesine, onun henüz varlık sahasına çıkmadığı bir
yokluk takaddüm eder. Hâdis, bu şekilde zamansal olarak sonradan vücut bulur.
(v) Ferîdüddin en-Nîsâburî’nin felâsifeye yönelik itirazı (Tûsî, no. 4842: v.
98a,16-20): Bu aşamada Tûsî, Nîsâburî’nin felâsifenin yaklaşımına (ii, iv) yönelik
145
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
(Ayrıca bkz. Tûsî, 1996: 101-111). Böylece felâsife, sermedî ilkenin illet olmasını
tamamlayanın, hazırlama olduğunu ortaya koyarak hem eklenenin hem de
hâdisin varlığını açıklar.
(iii) Felâsifenin yaklaşımına yönelik itiraz (Tûsî, no. 4842: v. 98a,9-11):
Tûsî bu aşamada, daha önce Gazâlî’de, ardından Râzî’ye atıfla Kâtibî’de
gördüğümüz, illet-malul birlikteliği düşüncesi gereği hâdis varlıkların da ezelî
olması gerektiğine ilişkin meşhur itirazı gündeme getirir. Bu itirazda, ezelî
illetlerin hâdis varlıkların tam illeti değil de hazırlayıcı illeti olmalarının da asıl
meseleyi çözmediği savunulur. Buna göre, ezelî illetlerle birlikte meydana gelen
hazırlayıcı illetler defaten meydana geldiği gibi, hazırlayıcı illetler de hâdis varlığın
meydana gelişini defaten sağlar. Bunun bir sonucu olarak da hâdis varlıklar tıpkı
ezelî ilkeleri gibi ezelî olur. Bu ise tutarsız bir neticeyi doğurur.
(iv) Felâsifenin cevabı (Tûsî, no. 4842: v. 98a11-16): Tûsî bu aşamada,
felâsifenin meseleye ilişkin argümanını daha ayrıntılı bir şekilde ele alır. Bu
argümantasyonda, öncelikle iki tür hazırlayıcı illete işaret edilir. Bunlar güçlü ve
zayıf hazırlamalardır. Güçlü hazırlama, şeyi, zayıf hazırlamaya göre daha hızlı ve
etkili bir şekilde var kılar. Zayıf hazırlama söz konusu olduğundaysa hâdisin
meydana gelmesi için daha çok hazırlayıcı unsurun bir araya gelmesi beklenir. Her
bir hazırlayıcı illet, hâdisin varlığının ortaya çıkmasına etki eder. Bu hazırlama
hiyerarşisi, hâdis tam olarak yetkinleşip varlık sahasına çıkınca tamamlanmış olur.
Tûsî, bu illetin tam olma aşamasında, sonradan meydana gelen hâdis varlıkla,
hâdisin varlığının dayandığı hazırlayıcı illetlerin illeti olan ezelî ilkelerle arasında
yokluk şartının bulunduğunu ifade eder. Çünkü ezelî ilkeler, doğrudan hâdisin
varlığının değil; hâdisin varlığının dayandığı hazırlayıcı illetlerin illetidir.
Tam illetin tam niteliğini kazanması için illiyet sürecindeki bütün gerekli
şartların bulunması ve engellerin ortadan kalması gibi hususları bir arada
toplaması gerekir. Nitekim Râzî’nin tam illet tanımında, bütün bu koşullar ve
engellerin ortadan kalkmasıyla ilgili olarak “bir arada toplayan” (m stecmi‘a)
ifadesi bulunabilir (Râzî, 1987/IV:55,15-7; ayrıca bkz. Taşköprîzâde, no: 1823).
Aslına bakılırsa İbn Sînâ da İşârât’ındaki bir tenbihinde (2005: 138,III.V.8) bir illetin
illet olarak tamamlanmasından söz ederken eserinin kendisinden geri
kalmayacağı şekilde bütün şartları, hazırlamaları ve engellerin ortadan kalkmasını
içermesi gerektiğini dile getirir. Tûsî’nin bu aşamadaki argümanı, tam illetin
burada ifade edilen anlamı çerçevesinde gelişir. Tûsî’nin açıklamalarına göre bir
illetin tam illet olması ya da bir illet olarak tamamlanması, şartı da içermelidir.
Tûsî’nin burada kendisine işaret ettiği şart ise yokluktur. O halde illet, yokluk
şartını da içerecek bir nitelik kazandığında tam illet olur. Bu nedenle malulün
defaten olması gerekli olmaz. Çünkü yokluk bir şart olarak illete dâhil olur.
Böylece hâdisin meydana gelmesine, onun henüz varlık sahasına çıkmadığı bir
yokluk takaddüm eder. Hâdis, bu şekilde zamansal olarak sonradan vücut bulur.
(v) Ferîdüddin en-Nîsâburî’nin felâsifeye yönelik itirazı (Tûsî, no. 4842: v.
98a,16-20): Bu aşamada Tûsî, Nîsâburî’nin felâsifenin yaklaşımına (ii, iv) yönelik
eleştirisini özetler. Nîsâburî’nin bu eleştirisi, hâdis varlıkları önceleyen yokluğun
ezelî illetlerle ilişkisinin kurulmasının doğuracağı çelişki üzerinde yoğunlaşır.
Çünkü Nîsâburî açısından bakıldığında, önce gelen (sâ ık) illetin bir yandan hâdis
varlığı vücuda getirmesi, öbür yandan ise hâdis varlığın içinde bulunmadığı bir
yokluk tarafından öncelenmesinin, hâdisin varlığı için bir şart olarak ileri
sürülmesi tutarsız bir sonuç doğurur. Buna göre, hâdisin bir varlık illeti olduğu
halde yoklukla öncelenmesi, hâdisin varlığını önceleyen yokluktan önce gelmesini
gerektirir. Bu ise Nîsâburî’ye göre kabul edilmesi mümkün olmayan bir kısır
döngü doğurur. Bu nedenle felâsifenin çözüm önerisi (ii, iv) tutarsızdır.
(vi) Tûsî’nin felâsife savunusu (Tûsî, no. 4842: v. 98a,20-98b,17):
Ferîdüddin en-Nîsâburî, Tûsî’nin Nîşâbur’a gidip bizzat kendisinden aklî ilimleri
tahsil ettiği önde gelen felsefe hocalarından biridir (Şirinov, 2012: 437). Ancak
Tûsî, bu aşamada açıkça görüldüğü gibi başta hocası olmak üzere bu meselede
felâsifeye yönelik itirazcılara felâsife safında yer alarak cevaplar getirir. Tûsî’ye
göre felâsifeyi kendi argümanlarında tutarlı kılan husus, ii ve iv’te görüldüğü
şekliyle ezelî illetin hâdisin doğrudan varlığının değil; onun varlığının dayandığı
hazırlamanın illeti olmasıdır. Bu çerçevede düşünüldüğünde ezelî illetlere hâdis
yönünde eklenen yokluk, hâdisin varlığa geliş sürecindeki aşamalar dikkate
alındığında, ezelî illetin illiyetini zaafa uğratan bir çelişki olarak görülemez.
Tûsî, yine bu aşamada, hâdisin varlık illetlerinin ezelî olmakla birlikte
hâdisin varlığının gelip geçici olmasının oluşturabileceği bir diğer probleme de
felâsife safında durarak çözüm önerisi getirir. Nitekim felâsifenin illiyet anlayışı
gereği, illet var oldukça malul de mevcuttur. Bu ise hâdis varlıkların bozuluşa
uğrayıp yok olmasının açıklanmasını gerekli kılar. Tûsî’nin getirdiği çözüm
önerisine göre, hâdisin varlığının hazırlanmasının illeti olan ezelî ilkelerin illiyeti,
hazırlama gerçekleştiğinde tamamlanır. Böylece, hâdisi önceleyen yokluk son
bulur ve hâdis vücuda gelir. Öte yandan ezelî illet varlığını ve illiyetini başka
hazırlamalar için koruduğu halde söz konusu hâdis için sürdürmez. Dolayısıyla
hâdis, vücuda geldikten sonra, tikel varlığının dayandığı hazırlama sürekli
olmadığı için bozuluşa uğrar.
Tûsî, burada ana hatlarıyla verilen argümantasyon aşamalarını takip
ederek hâdislerin ezelî ilkeden sudûrunun felâsifenin sistemi içinden nasıl
açıklanabileceğine ilişkin açıklamasını tamamlar. Bu açıklamanın yapısal olarak
sahip olduğu yoğunluk, burada yapılandan daha farklı birtakım okuma ve
yorumları mümkün kılacak düzeydedir. Bu nedenle, risâlenin orijinal metni ve
tercümesinin neşrinin, burada ortaya konulan okumaya eşlik etmesi gereklilik arz
eder.
Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme’nin Başlığı ve Neşri Hakkında
Burada tenkitli metni neşredilecek risâle, Türkiye’deki yazma eserler
kataloglarında Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme olarak, Nûrânî’nin İran’daki yazmalardan
hareketle tenkitsiz olarak neşrettiği metinde ise Ri âtu’l- âdis i’l-kadîm adıyla
146
Muhammet Fatih Kılıç
başlıklandırılmıştır. Risâlenin ele aldığı konu/mesele dikkate alındığında,
Nûrânî’nin başlıklandırması ilk bakışta daha isabetli görünür. Nitekim “tam illet”
tabiri, söz konusu risâlede, yalnızca, meselenin ortaya konulduğu ilk paragrafın
başında geçer ve eserin ilerleyen pasajlarında ikinci bir kez karşımıza çıkmaz.
Dahası, tam illeti kendisine konu/mesele edinen, sözgelimi, İbn Kemâl’in (ö.
940/1535) Risâle fî tekadd mi’l-‘illeti ‘ale’l-ma‘lûl adlı eseri gibi (Cesur, 2011) diğer
risâlelere bakıldığında, tam illetin tanımı, içeriği/mahiyeti, nakıs illetle arasındaki
farklar gibi meselelere de yer verildiği görülür. Ancak Tûsî’nin Risâle fi’l-‘illeti’ttâmme olarak adlandırılan eserinde bunun gibi konular yer almaz. Ne var ki bu
durum, söz konusu risâlenin hatalı bir isimlendirmeye maruz kaldığı anlamına
gelmez. Çünkü hâdis varlıklarla ezelî ilkelerin irtibatı meselesi, tam illet bahsinin
alt problemlerinden biridir. Nitekim tam illet, bütün illiyet koşullarını karşıladığı
için malulü onun zorunlu olarak ardı sıra gelir (Tûsî, 1960: 90,19). Başta Tanrı
olmak üzere her ezelî tam illetin malulü, ondan ayrılmaz ve onu takip eder.
Dolayısıyla tam illet fikri, hâdis malullerin ezelî illetleriyle olan illiyet ilişkisi
problemini doğurur. Böylece ezelî ilkelerle hâdis varlıkların irtibatına ilişkin
tartışma tam illet meselesi altında konumlanır. Bu nedenle tenkitli metni
neşredilen risâlenin başlığının Türkiye’deki kataloglarda olduğu gibi Risâle fi’l-
‘illeti’t-tâmme olarak muhafaza edilmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
Metnin tahkiki üç nüshadan hareketle yapılmıştır. Bunlar, Nûrânî’nin
Tel îsu’l-Mu assal neşrinin sonuna ilâve ettiği Tûsî’nin bir dizi kelâmî risâlelerini
içeren ve Ri âtu’l- âdis i’l-kadîm olarak isimlendirilen metin (Tûsî, 1359: 482-4)
ile Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme başlığı altında İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’nde
bulunan Ayasofya (Tûsî, no. 4842: v. 97b,17-98b,17) ve Giresun (Tûsî, no. 3571: v.
111a,3-112a,7) koleksiyonlarındaki nüshalardır. Bu nüshaların içinde yer aldığı
mecmualarda tarihlendirme bulunmadığı için hangisinin daha otantik olduğuna
ilişkin bir belirlenim yapılamamıştır. Ancak yine de Ayasofya nüshası, diğer iki
nüshaya göre muhteva ve gramatik olarak daha isabetli tercihlerde bulunduğu
için tenkitli neşirde ana nüsha olarak seçilmiştir. Bununla birlikte nüshalar
arasındaki farklara da dipnotlarda işaret edilmiştir. Eğer bir nüshada bulunmayan
bir kelime ya da ibare varsa, bu, söz konusu nüsha adının başına “” işareti
getirilmek suretiyle belirtilmiştir. Benzer şekilde, ana metinde yer almayan ve
fakat nüshaların birinde ilâve olarak bulunan bir kelimelik farkı belirtmek için de
ilgili nüshanın başına “+” işareti getirilmiştir. Eğer nüshalar arasındaki fark kelime
değil de bir ibare farkı ise ana metin içinde farklılığa konu olan ibarenin tefrik
edilmesi için parantez içine alma yöntemi uygulanmıştır.
147
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
başlıklandırılmıştır. Risâlenin ele aldığı konu/mesele dikkate alındığında,
Nûrânî’nin başlıklandırması ilk bakışta daha isabetli görünür. Nitekim “tam illet”
tabiri, söz konusu risâlede, yalnızca, meselenin ortaya konulduğu ilk paragrafın
başında geçer ve eserin ilerleyen pasajlarında ikinci bir kez karşımıza çıkmaz.
Dahası, tam illeti kendisine konu/mesele edinen, sözgelimi, İbn Kemâl’in (ö.
940/1535) Risâle fî tekadd mi’l-‘illeti ‘ale’l-ma‘lûl adlı eseri gibi (Cesur, 2011) diğer
risâlelere bakıldığında, tam illetin tanımı, içeriği/mahiyeti, nakıs illetle arasındaki
farklar gibi meselelere de yer verildiği görülür. Ancak Tûsî’nin Risâle fi’l-‘illeti’ttâmme olarak adlandırılan eserinde bunun gibi konular yer almaz. Ne var ki bu
durum, söz konusu risâlenin hatalı bir isimlendirmeye maruz kaldığı anlamına
gelmez. Çünkü hâdis varlıklarla ezelî ilkelerin irtibatı meselesi, tam illet bahsinin
alt problemlerinden biridir. Nitekim tam illet, bütün illiyet koşullarını karşıladığı
için malulü onun zorunlu olarak ardı sıra gelir (Tûsî, 1960: 90,19). Başta Tanrı
olmak üzere her ezelî tam illetin malulü, ondan ayrılmaz ve onu takip eder.
Dolayısıyla tam illet fikri, hâdis malullerin ezelî illetleriyle olan illiyet ilişkisi
problemini doğurur. Böylece ezelî ilkelerle hâdis varlıkların irtibatına ilişkin
tartışma tam illet meselesi altında konumlanır. Bu nedenle tenkitli metni
neşredilen risâlenin başlığının Türkiye’deki kataloglarda olduğu gibi Risâle fi’l-
‘illeti’t-tâmme olarak muhafaza edilmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
Metnin tahkiki üç nüshadan hareketle yapılmıştır. Bunlar, Nûrânî’nin
Tel îsu’l-Mu assal neşrinin sonuna ilâve ettiği Tûsî’nin bir dizi kelâmî risâlelerini
içeren ve Ri âtu’l- âdis i’l-kadîm olarak isimlendirilen metin (Tûsî, 1359: 482-4)
ile Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme başlığı altında İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’nde
bulunan Ayasofya (Tûsî, no. 4842: v. 97b,17-98b,17) ve Giresun (Tûsî, no. 3571: v.
111a,3-112a,7) koleksiyonlarındaki nüshalardır. Bu nüshaların içinde yer aldığı
mecmualarda tarihlendirme bulunmadığı için hangisinin daha otantik olduğuna
ilişkin bir belirlenim yapılamamıştır. Ancak yine de Ayasofya nüshası, diğer iki
nüshaya göre muhteva ve gramatik olarak daha isabetli tercihlerde bulunduğu
için tenkitli neşirde ana nüsha olarak seçilmiştir. Bununla birlikte nüshalar
arasındaki farklara da dipnotlarda işaret edilmiştir. Eğer bir nüshada bulunmayan
bir kelime ya da ibare varsa, bu, söz konusu nüsha adının başına “” işareti
getirilmek suretiyle belirtilmiştir. Benzer şekilde, ana metinde yer almayan ve
fakat nüshaların birinde ilâve olarak bulunan bir kelimelik farkı belirtmek için de
ilgili nüshanın başına “+” işareti getirilmiştir. Eğer nüshalar arasındaki fark kelime
değil de bir ibare farkı ise ana metin içinde farklılığa konu olan ibarenin tefrik
edilmesi için parantez içine alma yöntemi uygulanmıştır.
Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme’nin Tenkitli Metni
رسالة يف العلة التامة
حممد بن حمد نصري الدين الطوسي
جلميع 1 قالت احلكماء العلة التامة ال تنفك عن معلوهلا بتمامه. والعلة األوىل هي املبدأ األول
املوجودات. وهي واجبة الوجود لذاهتا، اي ]أ ٨٩ ]وجودها ممتنع الرفع، فهو سرمدي، ال بداية له وال هناية. وال
شك يف وجود موجودات مسبوقة إبعدامها سبقا زمانيا.
ّ الذات ممتد
من األزل إىل األبد، كحركات األفالك السرمدية والزمان 2 قالوا: لو ال موجود غري قار
مها موجودان. كان من املمكن 4 احلركات، ملا أمكن أن يكون حلادث وجود أصال. فإذن 3 السرمدي الذي يقدر به
جزآن للحركة والزمان السرمديتني. 6 بعينها أو زمان بعينه. مها 5 أن يتم علية املبدأ السرمدي ملعلول حادث، حبركة
ال أول 8 وجود حوادث 7 فيوجد املعلول مقاران هلما غري موجود قبلهما وال بعدمها. وهذا هو القول بوجوب
عن العلة القارة حماال؛ المتناع وجوده بتمامه يف كل زمان 9 جملموعها وال آخر. وملا كان صدور املوجود الغري القارة
علية املبدأ 11 القار معدا لوجود الحقه، فيتم 10 من وجود علته، قالوا: يكون كل سابق من أجزاء املوجود الغري
السرمدي إبعداده، وجيب وجود الالحق عند ذلك.
ومل يكن وجود الالحق متوقفا على غري اإلعداد الذي 12 قيل هلم: لو كان السابق معدا لوجود الالحق
حيصل مع السابق، لكان الالحق غري متأخر عن السابق. وحينئذ يلزم كون جمموع احلوادث موجودا دفعة.
.نوراني 1
2 ممتدا، نوراني.
3 كيره سون.
4 وإذ ، نوراني، آياصوفية.
5 كحركة، نوراني.
6 كيره سون.
7 لوجوب، كيره سون.
8حادث ، كيره سون.
9" غير القار"، كيره سون، آياصوفية.
10 غير، كيره سون، آياصوفية.
11 ليتم ، كيره سون.
12 قيل، آياصوفية.
148
Muhammet Fatih Kılıç
16 املفروض. وكل 15 معدات للالحق 14 السابقة كلها 13 قالوا: اإلعداد قابل للشدة والضعف، فاحلوادث
ما يقرب إليه منها جيعل استعداده أكمل، حىت إذا انتهى الرتتيب إىل السابق الذي يلي الالحق املفروض، فيتم
. وحينئذ جيب وجود الالحق، ويلز م أن يكون الشرط الذي يتوقف عليه وجود الالحق، هو 17 االعداد مع انقضائه
العدم املتأخر عن السابق. وهو العدم الالحق ابلسابق، فإن السابق له عدمان: عدم سبقه وعدم يلحقه.
19 النيسابوري 18 وقد اعرتض يف هذا املوضوع عليهم أستاذي اإلمام السعيد فريد الدين حممد الداماد
لإلجياد الذي هو 21 أبن قال: السابق والالحق متعاندان، المتناع اجتماعهما. وإجياد الالحق رافع 20( رمحه هللا(
ومتقدم عليه. فإذن وجود الالحق متقدم على 23 ، ورافع الشرط علة للعدم 22 شرط يف وجود السابق املعاند له
25 للالحق 24 العدم الالحق ابلسابق، فإذا جعل العدم املتقدم
به
26
شرطا لوجود الالحق، لزم الدور.
على 27 وهلم أن جييبوا عنه أبن وجود الالحق كما كان معاندا لوجود السابق )كان معاندا لوجود السابق(
السابق. وهو متأخر 31 علي 30 السابق 29 أن يكون وجود الالحق شرطا يف انعدام 28 السابق. ويلزم مبثل ما ذكره
الوجه 33 هبذا 32 عنه ابلزمان، فيكون الشرط متأخرا عن املشروط ابلزمان، هذا خلف. ]ب ٨٩ ]فاالعرتاض
ساقط.
13 واحلوادث، آياصوفية.
14" كلما كانت"، نوراني.
15 لالحق ، آياصوفية.
16 وكلما، نوراني.
17 القضاء، نوراني.
نوراين؛ داماد، آايصوفية.
18
19 النيشابوري ، كيره سون.
20 كيره سون.
21 كيره سون.
.نوراين 22
23 العدم، نوراني.
24 كيره سون، آياصوفية.
25 الالحق، كيره سون، آياصوفية.
.نوراين 26
كيره سون.
27
ذكر مت، كريه سون؛ ذكرانه، نوراين.
28
29 العدم، كريه سون.
30 سابق، نوراين.
.نوراين 31
32واالعرتاض، آياصوفية.
33 لهذا، نوراني.
149
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
16 املفروض. وكل 15 معدات للالحق 14 السابقة كلها 13 قالوا: اإلعداد قابل للشدة والضعف، فاحلوادث
ما يقرب إليه منها جيعل استعداده أكمل، حىت إذا انتهى الرتتيب إىل السابق الذي يلي الالحق املفروض، فيتم
. وحينئذ جيب وجود الالحق، ويلز م أن يكون الشرط الذي يتوقف عليه وجود الالحق، هو 17 االعداد مع انقضائه
العدم املتأخر عن السابق. وهو العدم الالحق ابلسابق، فإن السابق له عدمان: عدم سبقه وعدم يلحقه.
19 النيسابوري 18 وقد اعرتض يف هذا املوضوع عليهم أستاذي اإلمام السعيد فريد الدين حممد الداماد
لإلجياد الذي هو 21 أبن قال: السابق والالحق متعاندان، المتناع اجتماعهما. وإجياد الالحق رافع 20( رمحه هللا(
ومتقدم عليه. فإذن وجود الالحق متقدم على 23 ، ورافع الشرط علة للعدم 22 شرط يف وجود السابق املعاند له
25 للالحق 24 العدم الالحق ابلسابق، فإذا جعل العدم املتقدم
به
26
شرطا لوجود الالحق، لزم الدور.
على 27 وهلم أن جييبوا عنه أبن وجود الالحق كما كان معاندا لوجود السابق )كان معاندا لوجود السابق(
السابق. وهو متأخر 31 علي 30 السابق 29 أن يكون وجود الالحق شرطا يف انعدام 28 السابق. ويلزم مبثل ما ذكره
الوجه 33 هبذا 32 عنه ابلزمان، فيكون الشرط متأخرا عن املشروط ابلزمان، هذا خلف. ]ب ٨٩ ]فاالعرتاض
ساقط.
13 واحلوادث، آياصوفية.
14" كلما كانت"، نوراني.
15 لالحق ، آياصوفية.
16 وكلما، نوراني.
17 القضاء، نوراني.
نوراين؛ داماد، آايصوفية.
18
19 النيشابوري ، كيره سون.
20 كيره سون.
21 كيره سون.
.نوراين 22
23 العدم، نوراني.
24 كيره سون، آياصوفية.
25 الالحق، كيره سون، آياصوفية.
.نوراين 26
كيره سون.
27
ذكر مت، كريه سون؛ ذكرانه، نوراين.
28
29 العدم، كريه سون.
30 سابق، نوراين.
.نوراين 31
32واالعرتاض، آياصوفية.
33 لهذا، نوراني.
واحلق عندهم أن وجود السابق علة إلعداد وجود الالحق، وعدم الالحق به شرط يف وجود الالحق.
. 34 وهو ابلذات متقدم عليه، ومقارن لتمام االعداد لوجوده الذي هو الشرط املتمم لعلية املبدأ األول األزل
االزلية موجودة، واالعداد التام املقارن للعدم الالحق 36 العلة 35 وههنا اعرتاض آخر عليهم، وهو أن يقال
فما ابل الالحق ينعدم، وهكذا القول يف السابق. 37 ابلسابق موجود
38 وليس هلم أن يقولوا حدوث العدم الالحق ابلسابق شرط يف وجود الالحق. وعند
العدم 39 استمرار
املذكور ال ينفى احلدوث، وبسبب انعدام الشرط ينعدم املشروط الذي هو الالحق. ألنه على ذلك التقدير يكون
احلدوث آنيا، ال زمانيا. واملشروط به وهو وجود الالحق جيب أن يكون أيضا آنيا وانعدامه آين. ووجود ما حيدث
بعد الالحق يكون أيضا آنيا. ويلزم من ذلك تتايل اآلانت أو أتخر املعلول عن علته.
وهلم أن يقولوا بناء على قواعدهم: أن اعداد أحد املتعاندين يزيل اعداد املعاند له، والسابق كما كان
معدا لالحق كان ذلك االعداد مزيال إلعداد وجود السابق، حىت إذا مت اعداد الالحق زال اعداد وجود السابق
ابلتمام. وحينئذ ينفى السابق وحيدث الالحق.
وليس هذا دورا، ألن اعداد الالحق معلول لوجود السابق وهو املزيل إلعداد وجود السابق. فهو علة
. وذلك العدم شرط يف وجود الالحق، ال يف اعداد وجوده. فال يكون دورا. 40 للعدم الالحق ابلسابق ابلعرض
وعلى هذا الوجه يتم صدور احلوادث عن املبدأ األزيل على مذهبهم، وأتخر حادث عن حادث إمنا لزم
ابلذات. 42 آخر بعده 41 من تعاندمها، وكون كل حادث علة لزواله ابلعرض ولوجود
46 أعلم ابلصواب( 45( . وهو 44 ما تقرر عندي من مذهبهم يف هذا املوضوع. )وابهلل التوفيق( 43 وهذا
.
.نوراين 34
.نوراين 35
العلية، نوراين.
36
37 موجودة، نوراين.
38 عدم، نوراين.
39 استمراء، نوراين.
40 ابلفرض، نوراين.
41 ولوجودها، نوراين.
42 بعد، نوراين.
آخر، كريه سون.
43
كريه سون؛ "وهللا املوفق للخري"، نوراين.
44
150
Muhammet Fatih Kılıç
Risâlenin Tercümesi
Filozoflar, tam illetin malulünden hiçbir şekilde ayrılamayacağını
söylediler. İlk İllet, bütün mevcutların İlk İlkesi’dir. O, zâtı gereği zorunlu varlıktır.
Yani O’nun varlığının ortadan kaldırılması imkânsızdır. O, mutlak anlamda
ezelîdir. Onun başlangıcı ve sonu yoktur. Kuşku yok ki mevcutların varlığı,
zamansal olarak yokluklarıyla öncelenmiştir.
Filozoflar şöyle dediler: [Ay-altı] hareketlerin kendisiyle ölçüldüğü sermedî
feleklerin hareketleri ve sermedî zaman gibi ezelden ebede uzanmış zâtı
sâbit/kararlı olmayan mevcut olmasaydı, hadisin varlık sahibi olması hiçbir şekilde
mümkün olmazdı. O halde bu ikisi mevcuttur. Sermedî ilkenin hâdis bir malul için
illet olmasının, aynıyla hareketle ya da aynıyla zamanla tamamlanması
mümkündür. Bu ikisi sermedî hareket ve zamanın parçalarıdır. Dolayısıyla [hâdis]
malul, bu ikisinden önce ve sonra olmaksızın bu ikisine bitişerek var olur. İşte bu
toplamlarının başlangıcı ve sonu olmayan hâdislerin varlığının zorunluluğuna
ilişkin görüştür.
Zâtı sabit olmayan mevcudun, zâtı sâbit illetten sudur etmesi
imkansız olunca -çünkü zâtı sâbit olmayan mevcudun tamamıyla bütün
zamandaki varlığının illetinin varlığından sadır olması imkansızdır- filozoflar şöyle
demişlerdir: Zâtı sâbit olmayan mevcudun önce gelen her parçası, kendisine
eklenen parçanın varlığının hazırlayıcısı olur. [Yani zamanın önce gelen her
parçası sonraki parçasının varlığı için hazırlayıcı işlevi görür.] Böylece, sermedî
ilkenin illet olması, [kendisine ekleneni] hazır hâle getirmesiyle tamamlanır ve bu
durumda eklenenin varlığı zorunlu olur.
Filozoflara şöyle denilmiştir: Eğer önceleyen eklenenin varlığı için
hazırlayıcı olsaydı ve eklenenin varlığı önceleyenle birlikte meydana gelen
hazırlamaya dayansaydı, eklenen önceleyenden sonraya kalmamış olurdu.
Bu
durumda hâdislerin toplamının bir kerede var olması gerekirdi.
Filozoflar [buna karşılık] şöyle demişlerdir: Hazırlama güçlülük ve zayıflığa
kâbildir. Önceleyen hâdislerin her biri, varsayılan eklenenin hazırlayıcılarıdır.
Önceleyen hâdislerden eklenene bitişen her şey, eklenenin istidadını daha yetkin
kılar. Ta ki hiyerarşi, varsayılan eklenenin peşi sıra geldiği önceleyene vardığında,
eklenenin yerine gelmesiyle birlikte hazırlama tamamlanır.
Bu durumda eklenenin varlığı zorunlu olur ve eklenenin varlığının
kendisine dayandığı şartın, önceleyenden sonra gelen yokluk ve önceleyene
eklenen yokluk olması gerekir.
Zira önceleyenin iki yokluğu vardır: Kendisini
önceleyen yokluk ve kendisine eklenen yokluk.
Bu konuda Hocam İmam Sa‘îd Ferîdüddin Muhammed ed-Dâmâd enNîsâbûrî -Allah ona rahmet etsin- şöyle diyerek onlara itiraz etmiştir: Önceleyen
45 وهللا، كريه سون.
46 وملهم الصواب، نوراين.
151
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
Risâlenin Tercümesi
Filozoflar, tam illetin malulünden hiçbir şekilde ayrılamayacağını
söylediler.
İlk İllet, bütün mevcutların İlk İlkesi’dir. O, zâtı gereği zorunlu varlıktır.
Yani O’nun varlığının ortadan kaldırılması imkânsızdır. O, mutlak anlamda
ezelîdir. Onun başlangıcı ve sonu yoktur. Kuşku yok ki mevcutların varlığı,
zamansal olarak yokluklarıyla öncelenmiştir.
Filozoflar şöyle dediler: [Ay-altı] hareketlerin kendisiyle ölçüldüğü sermedî
feleklerin hareketleri ve sermedî zaman gibi ezelden ebede uzanmış zâtı
sâbit/kararlı olmayan mevcut olmasaydı, hadisin varlık sahibi olması hiçbir şekilde
mümkün olmazdı. O halde bu ikisi mevcuttur.
Sermedî ilkenin hâdis bir malul için
illet olmasının, aynıyla hareketle ya da aynıyla zamanla tamamlanması
mümkündür. Bu ikisi sermedî hareket ve zamanın parçalarıdır. Dolayısıyla [hâdis]
malul, bu ikisinden önce ve sonra olmaksızın bu ikisine bitişerek var olur. İşte bu
toplamlarının başlangıcı ve sonu olmayan hâdislerin varlığının zorunluluğuna
ilişkin görüştür. Zâtı sabit olmayan mevcudun, zâtı sâbit illetten sudur etmesi
imkansız olunca -çünkü zâtı sâbit olmayan mevcudun tamamıyla bütün
zamandaki varlığının illetinin varlığından sadır olması imkansızdır- filozoflar şöyle
demişlerdir: Zâtı sâbit olmayan mevcudun önce gelen her parçası, kendisine
eklenen parçanın varlığının hazırlayıcısı olur. [Yani zamanın önce gelen her
parçası sonraki parçasının varlığı için hazırlayıcı işlevi görür.]
Böylece, sermedî
ilkenin illet olması, [kendisine ekleneni] hazır hâle getirmesiyle tamamlanır ve bu
durumda eklenenin varlığı zorunlu olur.
Filozoflara şöyle denilmiştir: Eğer önceleyen eklenenin varlığı için
hazırlayıcı olsaydı ve eklenenin varlığı önceleyenle birlikte meydana gelen
hazırlamaya dayansaydı, eklenen önceleyenden sonraya kalmamış olurdu. Bu
durumda hâdislerin toplamının bir kerede var olması gerekirdi.
Filozoflar [buna karşılık] şöyle demişlerdir: Hazırlama güçlülük ve zayıflığa
kâbildir. Önceleyen hâdislerin her biri, varsayılan eklenenin hazırlayıcılarıdır.
Önceleyen hâdislerden eklenene bitişen her şey, eklenenin istidadını daha yetkin
kılar. Ta ki hiyerarşi, varsayılan eklenenin peşi sıra geldiği önceleyene vardığında,
eklenenin yerine gelmesiyle birlikte hazırlama tamamlanır.
Bu durumda eklenenin varlığı zorunlu olur ve eklenenin varlığının
kendisine dayandığı şartın, önceleyenden sonra gelen yokluk ve önceleyene
eklenen yokluk olması gerekir. Zira önceleyenin iki yokluğu vardır: Kendisini
önceleyen yokluk ve kendisine eklenen yokluk.
Bu konuda Hocam İmam Sa‘îd Ferîdüddin Muhammed ed-Dâmâd enNîsâbûrî -Allah ona rahmet etsin- şöyle diyerek onlara itiraz etmiştir: Önceleyen
45 وهللا، كريه سون.
46 وملهم الصواب، نوراين.
ve eklenen [birbirini dışlayan] iki karşıttır. Çünkü bir araya gelmeleri imkânsızdır.
Eklenenin var kılınması, ona karşıt olan önceleyenin varlığındaki şarta tekabül
eden var kılmayı ortadan kaldırır. Şartı ortadan kaldıran şey ise yokluğun illetidir
ve yokluktan önce gelir. Öyleyse eklenenin varlığı, önceleyene eklenen yokluktan
önce gelir. Önceleyene eklenenin önce gelen yokluğu, eklenenin varlığının şartı
kılındığında kısırdöngü gerekir.
Filozofların bu itiraza şöyle cevap verme hakkı vardır: Eklenenin varlığı,
tıpkı önceleyenin varlığına karşıt olduğu gibi önceleyeni önceleyenin varlığına da
karşıttır.
Tıpkı Nîsâbûrî’nin dile getirdiği gibi eklenenin varlığının, önceleyeni
önceleyenin yokluğunda şart olması gerekir. Bu ondan zaman bakımından sonra
gelir. Böylece şart meşruttan zaman bakımından sonra gelmiş olur. Bu ise bir
çelişkidir. Bu yönüyle itiraz sakıt olmuştur.
Filozoflar bu konuda haklıdır. Çünkü önceleyenin varlığı eklenenin varlığını
hazırlamanın illetidir. Önceleyene eklenenin yokluğu ise eklenenin varlığı için bir
şarttır. Önceleyen, eklenenden zât itibariyle önce gelir ve ilk, ezelî ilkenin illet
olmasının tamamlayıcı şartına tekabül eden eklenenin varlığının hazırlamanın
tamamlanması için mukarin olur.
Tam da bu noktada onlara karşı bir diğer itiraz yükselir: Ezelî ilet
mevcuttur ve önceleyene bitişen yokluğa mukarin olan tam hazırlama da vardır.
O halde nasıl oluyor da sonradan bitişen yok oluyor? Önceleyen hakkında da söz
aynı şekildedir.
Filozofların [bu itiraza karşı] şöyle söyleme hakları yoktur: Önceleyene
eklenen yokluğun hudûsu, eklenenin varlığı için bir şarttır. Söz konusu yokluğun
sürekliliği hâlinde hudûs son bulmaz. Şartın yokluğu sebebiyle eklenen meşrut da
yok olur. Nitekim bu şekilde düşünüldüğünde hudûs anlık olur, zamansal olmaz.
Ona meşrut olanın -ki bu eklenenin varlığıdır- aynı şekilde anlık olması gerektiği
gibi, onun yok olması da anlık olmalıdır. Eklenenden sonra meydana gelen şeyin
varlığı da aynı şekilde anlık olur. Bundan ise anların birbirinin peşi sıra gelmesi ya
da malulün illetinden sonraya kalması gerekir.
Filozofların kendi kaidelerine göre şöyle deme hakları vardır: Karşıt
olanlardan birinin hazırlaması kendisine karşıt olanın hazırlamasını ortadan
kaldırır. Önceleyenin, eklenenin hazırlayıcısı olması gibi bu hazırlama da
önceleyenin varlığının hazırlamasını ortadan kaldırır. Ta ki eklenenin hazırlaması
tamamlandığında önceleyenin varlığının hazırlaması tamamıyla ortadan kalkar. O
halde önceleyen sona erer ve eklenen hudûsa gelir.
Bu kısırdöngü de olmaz. Çünkü eklenenin hazırlaması, önceleyenin
varlığının malulüdür. Bu ise önceleyenin varlığının hazırlamasını ortadan kaldırır.
O halde önceleyen, arazî olarak kendisine eklenen yokluğunun illetidir. Bu yokluk,
eklenenin varlığı için şarttır.
Yoksa eklenenin varlığının hazırlaması için şart
değildir. Böylece kısırdöngü olmaz.
152
Muhammet Fatih Kılıç
Bu şekilde filozofların yöntemlerine göre hâdislerin ezelî ilkeden sudûruna
ilişkin açıklama tamamlanmış olur. Bir hâdisin bir [başka] hâdisten arda kalması
ise ancak bu ikisinin birbirine karşıt olmasından dolayı gerekli olur. Her hâdis,
kendisinin yok olmasının arazî illetiyken kendisinden sonra bir başka şeyin
varlığının ise zâtî illeti olur.
Bütün bunlar, bu konuda filozofların sistemleri hakkında bende yerleşmiş
olan şeylerdir. Başarı Allah’tandır. O doğru olanı en iyi bilendir.
Kaynakça
Cesur, A. (2011). Kemalpaşazâde’nin Risâle Fi Tekaddümi’l-İlleti’t-Tâmme ‘Ale’lMa‘lûl Adlı Eserinin Tahkik, Tercüme ve Değerlendirmesi. Yüksek Lisans Tezi.
Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Gazâlî, Ebû H. (2005). Filozofların Tutarsızlığı (çev. M. Kaya, H. Sarıoğlu). İstanbul:
Klasik Yayınları.
İbn Sînâ (2005). İşaretler e Tem i ler (çev. A. Durusoy, M. Macit, E. Demirli).
İstanbul: Litera Yayıncılık.
İbn Sînâ (1364). Kitâ ’n-Necât (nşr. Mürtezâ). Tahran: el-Mektebetü’lMürtezaviyye.
İbn Sînâ (2004). Kitâ ’ş-Şifâ’: Metafizik I (çev. E. Demirli, Ö. Türker). İstanbul:
Litera Yayıncılık.
Kılıç, M. F. (2011).
İbn Sînâ’nın Hudûs Yorumu. Beytul ikme An International
Journal of P ilosop y, 1 (2): 104-132.
Kılıç, M. F. (2013). İ n Sînâ’nın Se eplik Teorisi. Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Râzî, F. (1987). el-Metâli ’l-‘âliyye mine’l-‘ilmi’l-ilâ î IV (nşr. Ahmed Hicâzî esSekâ). Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-‘Arabî.
Şirinov, A. (2012). Nasîrüddin Tûsî. TDV İslam Ansiklopedisi, C. XLI. İstanbul: TDV
Yayınları: 437-42.
Taşköprîzâde. en-Ne el e’l-‘alel fî ta kîki aksâmi’l-‘ilel, Mecmû‘u’r-resâili’lfelsefiyye içinde, Ex Biblioth. Regia Berolinenli, Sprenger, No: 1823, v. 56b83b.
Tûsî, N. (1383). E ci et ’l-mesâili’n-nasriyye (nşr. A. Nûrânî). Tahran: Pejuheşgâh-i
‘Ulûm-i İnsânî ve Mutâle‘ât-ı Ferhengî.
Tûsî, N. (2015). Felsefe Mektupları (çev. M. Demirkol). Ankara: Fecr Yayınları.
Tûsî, N. (1405). Musâri‘u’l-Musâri‘ (nşr. H. Mu‘zî). Kum: Kütübhâne-i ‘Umûmî.
Tûsî, N. (1359). Ri âtu’l- âdis i’l-kadîm. Tel îsu’l-Mu assal i’n-dımâmi Resâil e
Fe âidi’l-Kelâmî (nşr. A. Nûrânî). Tahran: Muessese-i Mutâle‘ât-i İslâmî içinde:
482-4.
Tûsî, N. (1960). Şer u’l-İşârât e’t-ten î ât III (nşr. S. Dünya). Kahire: Dârü’lMe‘ârif.
Tûsî, N. Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme. İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya,
No: 4842, v. 97b,17-98b,17.
153
Nasîrüddin et-Tûsî’nin Ezelî İlkelerle Hâdis Varlıkların İrtibatı Hakkındaki Bir Risâlesi
(Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme)
Bu şekilde filozofların yöntemlerine göre hâdislerin ezelî ilkeden sudûruna
ilişkin açıklama tamamlanmış olur. Bir hâdisin bir [başka] hâdisten arda kalması
ise ancak bu ikisinin birbirine karşıt olmasından dolayı gerekli olur. Her hâdis,
kendisinin yok olmasının arazî illetiyken kendisinden sonra bir başka şeyin
varlığının ise zâtî illeti olur.
Bütün bunlar, bu konuda filozofların sistemleri hakkında bende yerleşmiş
olan şeylerdir. Başarı Allah’tandır. O doğru olanı en iyi bilendir.
Kaynakça
Cesur, A. (2011). Kemalpaşazâde’nin Risâle Fi Tekaddümi’l-İlleti’t-Tâmme ‘Ale’lMa‘lûl Adlı Eserinin Tahkik, Tercüme ve Değerlendirmesi. Yüksek Lisans Tezi.
Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Gazâlî, Ebû H. (2005). Filozofların Tutarsızlığı (çev. M. Kaya, H. Sarıoğlu). İstanbul:
Klasik Yayınları.
İbn Sînâ (2005). İşaretler e Tem i ler (çev. A. Durusoy, M. Macit, E. Demirli).
İstanbul: Litera Yayıncılık.
İbn Sînâ (1364). Kitâ ’n-Necât (nşr. Mürtezâ). Tahran: el-Mektebetü’lMürtezaviyye.
İbn Sînâ (2004). Kitâ ’ş-Şifâ’: Metafizik I (çev. E. Demirli, Ö. Türker). İstanbul:
Litera Yayıncılık.
Kılıç, M. F. (2011). İbn Sînâ’nın Hudûs Yorumu. Beytul ikme An International
Journal of P ilosop y, 1 (2): 104-132.
Kılıç, M. F. (2013). İ n Sînâ’nın Se eplik Teorisi. Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Râzî, F. (1987). el-Metâli ’l-‘âliyye mine’l-‘ilmi’l-ilâ î IV (nşr. Ahmed Hicâzî esSekâ). Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-‘Arabî.
Şirinov, A. (2012). Nasîrüddin Tûsî. TDV İslam Ansiklopedisi, C. XLI. İstanbul: TDV
Yayınları: 437-42.
Taşköprîzâde. en-Ne el e’l-‘alel fî ta kîki aksâmi’l-‘ilel, Mecmû‘u’r-resâili’lfelsefiyye içinde, Ex Biblioth. Regia Berolinenli, Sprenger, No: 1823, v. 56b83b.
Tûsî, N. (1383). E ci et ’l-mesâili’n-nasriyye (nşr. A. Nûrânî). Tahran: Pejuheşgâh-i
‘Ulûm-i İnsânî ve Mutâle‘ât-ı Ferhengî.
Tûsî, N. (2015). Felsefe Mektupları (çev. M. Demirkol). Ankara: Fecr Yayınları.
Tûsî, N. (1405). Musâri‘u’l-Musâri‘ (nşr. H. Mu‘zî). Kum: Kütübhâne-i ‘Umûmî.
Tûsî, N. (1359). Ri âtu’l- âdis i’l-kadîm. Tel îsu’l-Mu assal i’n-dımâmi Resâil e
Fe âidi’l-Kelâmî (nşr. A. Nûrânî). Tahran: Muessese-i Mutâle‘ât-i İslâmî içinde:
482-4.
Tûsî, N. (1960). Şer u’l-İşârât e’t-ten î ât III (nşr. S. Dünya). Kahire: Dârü’lMe‘ârif.
Tûsî, N. Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme. İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya,
No: 4842, v. 97b,17-98b,17.
Tûsî, N. Risâle fi’l-‘illeti’t-tâmme. İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Giresun
Yazmalar, No: 3571, v. 111a,3-112a,7.
Tûsî, N. (1996). Tecrîd ’l-‘akâid (nşr. A. M. H. Süleyman). İskenderiye: Dârü’lMa‘rifeti’l-Câmi‘iyye.