09 Nisan 2019

Neyse işte…

Pazartesi, Ağustos 6th, 2018
neyse-iste
“Keşkeler benim, neyseler sizin” demişti şair bir hastam. Keşke sigaraya hiç başlamasaydınız gibi bir şeyler geveliyordum ki; lafı ağzıma tıkmış “bundan sonrası neyse işimize bakalım” diye devam etmişti. O zaman serzenişteki şiirselliği anlamamış hastalık psikolojisine vermiştim.
Halbuki hepimizin “keşke” ile başlayan en az bir cümlesi vardı.  Dahası, “keşke” diye başlayan ve pişmanlık barındıran pek çok cümlenin  ardından kısa bir sessizlik gelir. Akabinde derin bir nefes alıp  “neyse işte” diye devam eder  bir anlamda konuyu geçiştirmeye çalışırdık.
Sonraki “keşkeler” için de hep bir “neyse” bulunurdu.
Pişmanlıklarımızdı, keşkelerimiz. Şairin dediği gibi kendimize aitti. Söze dökerken bile gerçekte konuştuğumuz kendimizdi.
Başkalarının ne düşündüğünün de pek önemi yoktu. Üstelik, herkesin “keşkesi” birbirine benzese de pişmanlıklar özeldi. Kendimize söyler kendimiz için burukluk, kırıklık hatta kızgınlık yaşardık. Kısaca “keşke” derken kısa süreliğine bile olsa kabuğumuzdan sıyrılır, kendimiz olurduk.
“Neyse işte” derken ise başkalarının gözündeki kendimize dönüşür, oradan nasıl göründüğümüze bakıp kabuğumuza çekilirdik. “Bu da geçer” der, birbirimizi teselli eder,  önümüzdeki maçlara bakardık.
Yaşanan, yaşanmayan, seçimlerimiz veya seçmediklerimiz, pişman olurum korkusuyla yapmadıklarımız dönüp dolaşıp “keşke” sözcüğüne bağlanırdı. O yere göre koyamadığımız, üzerine titrediğimiz, biri bir laf söylecek diye korktuğumuz hayatımızın, küçücük bir “keşke” sözcüğüne nasıl sığdığına hayret ederdik.
Keşkenin büyüğü küçüğü de yoktu. Çünkü özeldi. “Keşke bu dünyaya hiç gelmeseydim” diye başlayan isyan bile madem geldim yaşayayım bari diye pazarlığa dönüşür ve “neyse işte… olduğu kadar” diye sürer giderdi.
Keşkeleri kendimize söyler, neyseleri ise başkalarına okurduk. Keşke ve neyse arasında geçen koca bir ömürde bazen kendimiz çoğu kez de başkası olur, geçer giderdik.
Kimimiz hayatındaki keşkelerin çokluğundan yakınırdı.  Halbuki, “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” dediği gibi ozanın, keşkeler ile kendimiz olur neyseler ile içinde yaşadığımız topluma tutunurduk.
Zaman bizimle vücut bulur araya giren keşkelerin çokluğu kadar kendimiz olurduk.
Şairin de dediği gibi, keşkeler kendimizin, neyseler ise başkalarınındı.
Ömür “keşke ve neyse” arasında salınırken bazen kim olduğumuzu bile unuttuğumuz ve sonrasında pişmanlık duyup “keşke” ile başlayan bir cümleye konu olduğumuz bile olurdu.
Ömür dediğimiz de özünde iki keşke arasına sıkışmış koskoca bir “neyse”den başka bir şey değildi.
İtiraf etmeliyim ki; konu şiirsel olunca düz yazı yavan kalıyor.
Keşke bu yazıya hiç başlamasaydım.
Amaaaan. Neyse işte…
Dr. Mehmet Uhri

Şiddet Sesini Yükseltmekle Başlar

Cuma, Ağustos 3rd, 2018
img_0124
Hekim, hasta, hasta yakını ve güvenlik kuvvetlerinin kısaca tüm tarafların kendini mağdur hissettiği, ölümle sonuçlanan şiddet olayı ve sonrasında yazılanların, özünde şiddet kültürünün tüm toplumsal kodlarını içerdiğini görmek zorundayız.
Şiddet bir iletişim biçimidir ve sesini yükseltmekle başlar.
Başka biçimlerde yeterince aktarılamayanın karşı tarafa “zorla” aktarılmasıdır. Ülke gündemine yerleşen olayda olduğu gibi diretme, direnme, sesini yükseltmekle başlar, fiziki şiddete ve hatta olay akabinde yazılan ve yaşananlarda olduğu gibi kitlesel lince kadar ulaşabilir. İletişim kanallarının yeterince açık olmadığı durumlarda kültürel kodlarında şiddeti “normalleştirmiş” toplumlarda ne yazık ki sıklıkla başvurulan bir iletişim biçimidir.
İletişim kurmayı ailede öğreniriz. Şiddetin de kökleri aile içine uzanan kendine ait bir kültürü vardır. Şiddet, pek çok diğer kültürel unsur gibi öğrenilir ve çeşitli biçimlerde uygulanır. Bir toplumda şiddet kültürünün varlığı ve düzeyini toplumun ortak aklını deşifre eden atasözleri ve deyimlerde bulabilirsiniz.
Nasıl mı?
Aşağıdaki atasözü ve deyimlerin yaygın kabul ve kullanım görüyor olduğu bir toplumda şiddetin var olduğunu ve kültürel olarak kendini sürekli yeniden üretebildiğini görmek gerekiyor.
Kızını dövmeyen dizini döver,
Öğretmenin vurduğu yerde gül biter,
Dayak cennetten çıkmadır,
Ağlamayan çocuğa meme vermezler,
Nus ile uslanmayana etmeli ekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir,
Sözün bittiği nokta…
Yukarıdakilere eklenebilecek daha pek çok atasözü olduğu göz önüne alındığında şiddetin, toplumun ortak aklında kendine ait bir yeri ve kültürü olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Tatil köylerinde, farklı milletlerden aileler bir araya geldiğinde hemen herkesin kulağına çalınan yakınma “Türk ailelerin çocuklarının sürekli ağlayıp sızlayıp sorun çıkarmasına karşılık yabancı ailelerin çocukları ile birlikte sessiz ve sakin tatil yapabildikleri” üzerinedir.
Peki neden böyledir? Bu durum şiddet kültürü ile ilişkili olabilir mi?
Şiddet bir kültürdür ve sesini yükseltmekle başlar.
İçinde bulunduğumuz toplumda “ağlamayan çocuğa meme vermezler” Atasözü’nü doğrularcasına çocuklar ilk olarak ailelerine yönelik talepleri için sesini yükseltme, dövünme ve “arıza çıkarmanın” işe yaradığını öğrenirler. Ailelerin biraz da başkaları tarafından ayıplanma kaygısıyla çoğunlukla pes edip çocuğun isteğini gerçekleştirmesi ile aile içinde şiddet kültürünün tohumu atılmış olur. Ses yükseltmeyle başlayan iletişim ve dayatma, çocuk ile birlikte büyür, biçim değiştirir ve kültüre dönüşür.
Üstelik bu durum toplum içinde normal addedilecek kadar yaygındır. Başkalarını rahatsız edeceğini düşünmeksizin kornaya basmaktan tutun, tribünlerde rakip takımın oyuncularına yönelik küfürlü tezahüratlara kadar her yerde yaşanır ve yadırganmaz. Israr etmenin, diretmenin, ses yükseltmenin ve hatta fiziksel şiddet uygulamanın kültürel kökleri ne yazık ki aileye kadar uzanır.
Kültürel kodlarında şiddeti barındıran ve tekrar tekrar üretebilen toplumlarda iletişim kanallarının karşılıklı olarak açık olması iletişim biçimi olarak şiddetin ortaya çıkmasını kontrol altında tutabilir. Ancak kutuplaşmanın arttığı, iletişim kanallarının yetersiz kaldığı, yabancılaşmanın yaşandığı durumlarda gerilim artar ve uygun iklimi bulan şiddet, filizlenmeye başlar. Gündem olan olayda olduğu gibi kendinden olmayana “ötekine” yönelik istek, rica ve beklentiler gerçekleşmediğinde söz yerini şiddete bırakır.
Şiddeti, kültürel kodlarında normalmiş gibi barındıran toplumlarda yaşanabilecek daha da büyük tehlike ise şiddetin bir yangın gibi kitlesellik kazanıp linç kültürüne dönüşmesidir. Linç şiddetin doruk noktasıdır ve tüm taraflar için yıkıcı sonuçlar doğurur.
Kültürel kodlarında şiddet barındıran toplumların yaşanan olaylara ve şiddet mağdurlarına yönelik “münferit, kazaen, sehven ve benzeri” yaklaşımları da aynı kültürel körlükten beslenmektedir. Bu durum mağdurların kendilerini yalnız ve ezik hissetmeleri ile sonuçlanır. Mağdurların yalnızlığı ise içe kapanmayı ve iletişim kanallarının geri dönüşümsüz olarak kapanması sonucunu doğurur.
Sonuçta herkesin sırtı kabarık kedi gibi nereden nasıl bir saldırı gelecek kaygısıyla dolaştığı gergin ve sağlıksız ruh iklimi içinde yaşar ve bunun normal olduğuna kendimizi inandırmaya çalışırız.
Hekim, hasta, hasta yakını ve güvenlik kuvvetlerinin kısaca tüm tarafların kendini mağdur hissettiği, ölümle sonuçlanan şiddet olayı ve sonrasında yazılanların, özünde ortak şiddet kültürünün tüm toplumsal kodlarını içerdiğini görmek çözüme yönelik iyi bir başlangıç olabilir.
Şiddet bir iletişim biçimidir ve sesini yükseltmekle başlar.
Mehmet Uhri

Küçük Prensin Rüyası

Cuma, Haziran 29th, 2018
the-little-prince
“Garip bir rüya gördüm, sen de vardın” dedi küçük prens.
“Biliyorum” dedi tilki. “Senin rüyan değildi. Az sonra uyanıp uykusunda gördüklerini anlatacak olan kız çocuğunun rüyasındaydık.”
Kızarmış ekmek kokusuna uyanan kız çocuğu ise gerinerek yatağında doğruldu ve annesine sarıldı.
- Çok güzel bir rüya gördüm, annecim. Anlatmam lazım.
- Hayırdır güzel kızım. Yine hangi ormanda, hangi hayvanla konuşuyordun?
- Yok öyle değil. Ormanda gezinen ben değildim. Hani dün gece uyumadan önce bana kitabını okuduğun küçük prens var ya? İşte o küçük prens ve tilkiyi gördüm rüyamda. Tilki küçük prense yardım ediyor, insanlardan kaçırıyordu.
Birlikte kahvaltı masasına geçtiler. Küçük kız heyecanla anne ve babasına masalı anlatmaya başladı.
- Rüyamda küçük prensi gördüm, babacım. Kalabalık bir şehirdeydi. Yalnız ve şaşkındı. Anlamadığı bir şeyler oluyordu. Şehrin birbirinden çekinen suskun ve ürkek insanları, şaşkın gözlerle aralarında dolaşıp sorular soran küçük prensten rahatsız olmuşlardı. O farklıydı. Onlar gibi suskun değildi. İnsanlara “Neden konuşmuyorsunuz” veya “aynaya baktığınızda başkalarının sizi nasıl gördüğü neden bu kadar önemli? Kendi gözünüzle gördüğünüz yetmiyor mu?” gibi zor sorular soran birini aralarında istemiyorlardı. İstenmeyen olayların ve uğursuzlukların küçük prens geldikten sonra görülmeye başladığına dair dedikodular da çıkmaya başlayınca o gece sabaha karşı tilki sessizce yanına gelip “gitmemiz gerekiyor” diyerek küçük prensi uyandırdı. Birlikte yola koyuldular. Yol boyunca küçük prens suskundu. Düşünüyordu. Bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı ancak çözememişti.
Şehirden uzaklaşıp tarlaların arasına girince “İnsanlar neden böyle, neden beni istemediler” diye sordu küçük prens. Tilki cevap vermedi. Küçük prens sorusunda ısrar edince “ormana varalım, anlarsın” diyerek yürümesini sürdürdü, tilki.
Dev sekoya ağaçlarından oluşan ve gün ışığının giremediği karanlık bir ormana ulaştılar. Küçük prens yorulmuştu. Ağaçlardan birinin gövdesine yaslanıp uyuya kaldı.
Bir süre sonra yaslandığı ağaçtan gelen seslerle uyandı, küçük prens. Tilki ortalıkta yoktu. Yalnızdı. Orman karanlık ve ürkütücü görünüyordu. Önce korksa da seslere kulak kabartınca ağaçların kendi aralarında konuşmakta olduğunu fark etti. Yaslandığı ağaç diğer ağaçlara ev sahipliği yaptığı ağaçkakan ailesini anlatıyordu. Anne ağaçkakanın yavrularıyla nasıl ilgilendiğini, baba ağaçkakanın ise karnını doyurduktan sonra eve yeterince tırtıl , böcek getirmemesi yüzünden nasıl atıştıklarını anlatıyor, dedikodu yapıyordu. Olduğu yerde doğrulup oturmaya çalışırken kuru yaprakların ses çıkarması ağacın onu fark etmesine neden oldu. “Sen de nereden çıktın?” dedi ağaç.
- Burada ne arıyorsun? Nereden, nasıl geldin, kim getirdi seni? Burası insanlara göre değil. Hadi git, oyalanma buralarda.
- Bilmem ki. Şehirdeydim. Tilki gitmemiz gerektiğini söyledi. Birlikte geldik ama şimdi nerede bilmiyorum. Şehirdeki insanlar beni farklı buldu, rahatsız oldular. Açıkçası şimdi nereye gideceğimi de bilmiyorum.
- Ha… Sen şu tilkinin söz ettiği garip sorular soran çocuksun.
- İnsanların benden neden rahatsız olduğunu sorduğumda ormana gidince anlarsın demişti ama şimdi o da ortalıkta görünmüyor.
- O zaman otur da anlatacaklarımı dinle. Ormanı anlamadan başına gelenleri anlaman çok zor. Tilki o nedenle getirdi seni, buraya. İnsanlar bir arada yaşayabiliyor, birbirine tutunabiliyor olsalar da orman olmaları için daha çok şey öğrenmeleri gerekiyor.
- Orman olmak mı?
Diğer ağaçlar “ona ormanı anlat, orman olmayı anlat, anlat ona…” diye seslenince bizim heybetli sekoya ağacı anlatmaya başladı.
- İnsanlar bir araya gelmek için amaç, kazanç veya beklenti gibi bir ortak nokta bulurlar. Zamanla onları bir araya getiren ortak nokta birbirlerine benzemelerine, olaylara aynı tepkileri vermelerine de yol açar. Eşit olduklarını düşünürken bir süre sonra yanılıp aynı olduklarını düşünmeye başlarlar. Böylesi kolaylarına gelir. Üstüne çok düşünmeden ve kafa yormadan böyle gelmiş böyle gider diye kuşaktan kuşağa aynılıklarını aktarırlar. İşte böyle bir ortamda farklı görünen, farklı sorular soran, sorgulayan biri hem ilgi çeker hem de zamanla rahatsızlık doğurur. Topluma zarar verdiğini düşünenler çıkar. Önce görmezden gelmeye çalışsalar da sorular ortaya saçılmıştır. Öyleleri ile aynı ortamda bulunmaktan, aynı hayatı yaşamaktan rahatsızlık duymaya başlarlar.
- Benim başıma gelenlere çok benziyor. Kalsaydım zarar vereceklerdi. İyi de tüm bunların ormanla ilişkisini anlamadım.
- İnsanoğlu için orman, bir araya gelip kendi gibi topluluk oluşturmuş gölgesi güçlü ağaçlardan başka bir şey değildir. Ne o canlılığı, içindeki çeşitliliği ne de tüm bunları bir arada tutan toprağı görür. Beceriksizce kurduğu şehirler gibi ağaç topluluğu der çıkar. Ortak bir amaç, kazanç veya beklenti uğruna bir araya gelmek kolaydır. Orman olmak ise bunlardan vazgeçip parçası olduğun hayata katılmaktır. Anlayacağın, tutunduğu toprağı bile görmekten aciz insanların öğreneceği daha çok şey var.
Bu sırada görece daha genç sekoya ağacı araya girip ormanda farklı türde ağaç, çalı, bitkinin yanı sıra yaşamakta olan diğer canlıları ve tüm bunların birbirine bağlı olduğunu, onları bir arada tutan toprağın hepsini yoğurup yeryüzüne savurduğunu, kiminin ağaç, kiminin yosun, kiminin ise sarmaşık, kuş veya tırtıl olarak ormana katıldığını anlattı.
“Rüyanda gördüğün o koca ağaçlar mı anlattı sana tüm bunları? Yine de önce şu kahvaltını yemeğe başlasan iyi olacak” dedi annesi. Küçük kız kızarmış ekmeğinden aldığı ısırığı aceleyle çiğneyip yuttu. “Unutmadan anlatmam gerekiyor” diyerek rüyasını ve rüyasındaki dev sekoya ağacının sözlerini aktarmayı sürdürdü.
“Yaşlı sekoya ağacı, dalları ile küçük prense toprağı gösterip ormanı anlatmayı sürdürdü, annecim.”
- Her şeyi bir arada tutan toprağı görmeden ormanı anlayamazsın. İlk bakışta ormanda her şeyi ortaya çıkaranın tohum olduğunu düşünürsen yanılırsın. Tohum içindeki yaşama ve üreme özelliğiyle övünse de toprak buna güler geçer. Filizlenemeden kuşun midesine inen bir tohum işe yaramadığına üzülse de ormanı bir arada tutan toprak o kuşun doğacak yavrularının zararlılara karşı ormanı koruyacağını bilir.
kucuk-prens-1
Bu sırada tilki belirdi. Yavaşça küçük prensin yanına gelip elinden tuttu. Ormanda küçük bir yolculuğa çıktılar. Küçük prens şaşkın bakışlarla ormanı izliyordu. Tilki ise ormanı anlatmaya devam ediyordu.
- Dikkatli bakarsan ormanda her şeyin bir arada olduğunu ve hiçbir şeyin gereksiz olmadığını görürsün. Gereksiz olduğunu düşündüğün pek çok ögenin ormana ait olduğunu ve beğenmesen de işe yaradıklarını anlarsın. Ağaçkakanların ağaca zarar verdiği zannedilir. Kısmen doğrudur. Ancak kabuğunu kemiren tırtıllardan korunabilmesi için o kuşlar, ağaç için gereklidir. İki ayağının üzerinde durup her şeye yukarıdan bakan insanlar derindeki bu ilişkiyi görmekte zorlanır. Herşey birbirinin aynı olsun isterler. Orman olmanın anlamını bilemedikleri için farklı gördüklerinden çekinir, uzak durur, hatta korkarlar. Halbuki, denizler ve okyanuslardaki suyu kaldırırsan tüm karaların birbiriyle ilişkili olduğunu görebileceğin gibi ormanda gereksiz saydığın ne varsa hepsinin bir yere tutunmakta olduğunu anlarsın.
- Peki orman bunu nasıl yapıyor. Bunca farklı ağaç, bitki ve canlı bir arada barış içinde yaşamayı nasıl başarıyor?
- Orman farklılıkları barındırdığı zaman parçası olduğu hayatın süreceğini, orman olabileceğini biliyor. Umarım gün gelir, insanoğlu  da öğrenir.
Orman içinde yol alırken tilki tek tek ağaçları tanıttı. Ağaçlar küçük prens ile tanışmaktan mutlu olduklarını dile getiriyor, arkalarından da fısır fısır konuşuyorlardı. Ağaçlar da insanlar benziyor diye düşündü küçük prens. Birbirlerine benzeseler de tek tek çok farklı olabiliyorlardı. Kimi ağaç güçlü köklerle toprağı kavrayıp gökyüzüne yükselmeyi amaç edinmişken kimi ise sarmaşık olup o güçlü gövdeye sarılarak güneşe yaklaşmaya çalışıyordu. Aralarındaki rekabetin insanlarla benzeştiğini ancak ağaçların bundan rahatsızlık duymadığından söz etti, tilki.
- Hepsi, köklerinin aynı toprağın içinde olduğunu biliyor. Sarmaşık topraktan uzaklaşıp bir yerlere tutunarak yükselmeye çalışsa, hatta topraktan uzaklaşıp güneşe yaklaştıkça özgür olduğunu düşlese de köklerinin toprakta olduğunu unutmaz. Dışarıdan bakılınca ağacın heybetine tutunmuş asalak gibi görünen sarmaşıklar ağacın gövdesini koruyup mantarlar için uygun nemli ortamı sağlar. O mantarlar ise salgılarıyla ağaçların birbiriyle konuşup anlaşması için gereklidir. Sıcak ve kurak günlerde salyangozlar ağacın teri veya gözyaşına tutunarak hayatta kalabilir. Ormanda hayat ayrışmak değil, bütün olmak, bütünde buluşmaktır.
img_9733
Küçük prens bir süre durup dev gövdeli sekoya ağaçlarına ve onların gövdelerine sarılmış sarmaşıklara bakındı. Sonra tilkiye dönüp “İnsanların bir kısmı bu kalın gövdeli ağaçlara benziyor, gölgesi bile güven veriyor, çevresine enerji saçıyorlar. Büyük bir kısmı ise sarmaşıklar gibi o güçlü gövdelere tutunup kolayca yükselme çabasında. Sarmaşık gibi olanlar o kadar çok ve yaygın ki tutunduğu ağacı görmek bile çok zor oluyor. Hep kendilerini taşıyacak insanların yanında bitiyorlar. Olmasın demiyorum ama fırsatçılığını gizlemeyi başarıp hep göz önünde olmalarını yadırgamadan da edemiyorum.” Dedi küçük prens.
“Hayat tohum ile başlar, tohum kaderimizdir” dedi tilki.
- Ormanda hayat tutunmaktan ibarettir. Kimi kökleriyle toprağa tutunur, kimi ise çalı gibi birlikte hayata tutunmaya çalışır. Bazıları ise sarmaşıklar gibi zayıf kökleriyle güçlü ağaç veya kayalara tutunur. Bu onların seçimi değildir. Hepsi aynı hayatın içinde ormana dönüşür ve bir arada yaşarlar.
Ormanı anladım dedi küçük prens “iyi ama o zaman hayat ne oluyor?” diye sordu. Ormanın çıkışına gelmişlerdi. Tilki ormanı gösterip “Buradan bakınca hayat kök salma ile tutunma arasında bir yerde. Topraktan aldığın ve tutunup ormana bıraktığındır, kısaca taşıdığın ve aktardığındır, hayat” Dedi tilki.
Bir serinlik ve üşüme hissetti küçük prens. Gözlerini açtı. O kocaman sekoya ağacının altında uyuyakalmış olduğunu anladı. Doğrulup çevresine bakındı. Tilki yanında onunla birlikte oturuyordu. “Yorulmuştun. Üstelik çok güzel uyuyordun, uyandırmaya kıyamadım” dedi tilki. Küçük prens dostu tilkiye gördüğü rüyayı konuşan ağaçları, ormanda birlikte yaptıkları yolculuğu anlattı. Tilki gülümseyerek dostuna sarılıp “Biliyorum dostum, hep yanındaydım. Ancak gitmemiz gerekiyor. Gördüğü rüyayı anlatmak için sabırsızlanan kız çocuğu uyanmak üzere” dedi.
Sonra burnuma kızarmış ekmek kokusu geldi annecim. Uyanmamak için direndim, rüya sürsün istedim ama olmadı. Uyanırken tilkinin bana bakıp “rüya artık senin. Unutma aktardığın kadar varsın” dediğinden söz etti küçük kız.
Babası “Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?  diye sorunca kızarmış ekmeğinden iri bir ısırık daha alıp “Anlatmam lazım, arkadaşlarıma küçük prensin rüyasını anlatmam lazım. Tilkiye söz verdim” diye yanıtladı.
Mehmet Uhri

Otto Pankok

Perşembe, Mart 29th, 2018

pankok-header
Otto Pankok heykelleri, resim ve özellikle taş baskı çalışmaları ile tanınan 1893 - 1964 yılları arasında Almanya’da yaşamış bir sanatçıdır. Eserlerinde siyah ve beyaz renkler dışında renk kullanmaması grafik sanatçısı olarak kategorize edilmesine yol açsa da gerçek resim sanatının figüratif anlatımla kendini bulacağı düşüncesinden vazgeçmemiştir. Siyah beyaz ve sessiz sinemanın gerçek sinema sanatı için yeterli olacağını vurgulayan Charlie Chaplin (Şarlo) gibi Otto Pankok’da resim sanatının renk içermesine gerek olmadığını, önemli olanın çizgi ve tonlamalarla beden dilini ve duyguyu aktarabilmek olduğu üzerinde durmuştur.
pankok51
Pankok, eserlerinde insanları, özellikle çocukları çizmiştir. İki dünya savaşı arasında sosyal ayrışma ve etnik savrulmalar yaşayan Alman toplumunda ezilen ve acı çekenleri, şehir hayatının insanları nasıl eğip büktüğünü, yaşananları seyretmek dışında bir şey yapmaktan aciz, ezik ve korkak insanlarını cesurca tuvaline yansıtmıştır. Otto Pankok’un resimlerine bakmak içimizdeki ezik, ürkek, korkak insanla yüzleşmek gibidir. Özellikle resmettiği Çingene ve Yahudi çocuklar üzerinden insanların kendi seçimleri olmayan basit bir ırksal özellikle acımasızca yaftalanmasını, onların da kendini suçlu ve ezik hissediyor olmasındaki trajediyi göz önüne sermiştir. Hayatı boyunca sadece sanatı ile ilgilendiği, savaş karşıtı olmak dışında herhangi bir siyasi söylem ve angajman içinde olmadığı bilinmektedir.
Özellikle Hitler’in iktidara gelip dünya savaşı öncesi toplumu Nazi tahakkümüne aldığı dönemde Nasyonel sosyalist hareketten uzak durmuş, yaşadığı ortama ve insanlara ayna tutarak içimizdeki ezik ve korkak insanla yüzleşmeye ortam yarattığı için eserleri, Nazi iktidarı tarafından “dejenere sanat“ olduğu gerekçesi ile yasaklanmıştır. Dahası resimlerini saklamak zorunda kalmıştır. 1939 da Çingene ve Yahudi çocukları resmettiği çalışmalarına Gestapo tarafından el konulup bir kısmının yakılması üzerine evine çekilerek tarımla uğraşmıştır. Musevilere uygulanan aşağılama, işaretleme ve toplama kamplarına gönderme uygulamalarından, toplumun ise tüm bunları sessizce kabullenmesinden büyük rahatsızlık duymuştur. 1941 de saklanmaya başlamış, 1943 de resimleri ile birlikte İsviçre’ye kaçmıştır.  Yaşananlar Otto Pankok’ un insanlık tarihinde ve sanat tarihindeki değerini değiştirmemiştir.
300
Dünya savaşı sonrasında Alman hükumeti yapılanların hata olduğunu kabul ederek özür dilemiş ve 1947 de Düsseldorf’ta adına bir sanat akademisi kurulmuştur. 1950 yılında Alman sanat akademisinin kurucu üyesi olarak atanmış aynı yıl çizdiği “tüfeği kıran İsa Mesih” resmi savaş karşıtlarının simgesi haline gelmiştir. Pankok 1964 yılında Almanya’da ölmüştür. Alman hükumeti evinin müze haline getirilmesi için uğraş vermiş ve eserlerinin dünya çapında sergilenmesini sağlayarak yaptığı hatayı gidermeye uğraşmıştır.

Otto Pankok yaptığı resimlerle ve o resimlerde görünür kıldığı insanların beden diliyle içinde yaşadığı topluma ayna tutmuştur. İç ve dış düşmanlarının saldırısı altında olduğu sanrısıyla akıl tutulmasının yaşandığı, cadı avına çıkılıp Çingene ve Yahudi kökenli vatandaşların ayrıştırılıp yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda fırçası ve tuvali ile acı çeken insanların resimlerini yapmıştır.
Sanat tarihçilerine göre Otto Pankok’un eserleri çağdaşı Norveçli ressam Edward Munch’ün (1863-1944) kullandığı beden dili kadar etkili ve renk içermemesi nedeniyle çok daha başarılı kabul edilmektedir. Ancak kaderleri benzeşmiş, her iki ressam da Hitler yönetimi tarafından yoz sanat yapmakla suçlanmış ve hayatta kalabilmek için ülkelerini terk etmek zorunda kalmış, akıl tutulması geçip sular durulduğunda ise itibarları iade edilerek eserleri ile yüceltilmiştir.
pankok1
Görünen o ki; totaliter yönetimlerin güçlendiği, özgürlüklerin kısıtlandığı dönemlerde,  rahatsızlık uyandırsa bile sanatçının üretimi, yağmurun yağması, baharın gelmesi, doğanın çiçeklenip inadına yeşermesi gibi doğal ve önlenemez bir süreç olarak gerçekleşmektedir. O nedenle, eğilip bükülmeden veya otosansüre sığınmadan içindeki sanatçıyı konuşturan “gerçek” sanatçıların görünebilmesi için böylesi tutulma dönemleri turnusol kağıdı işlevi görmektedir.


Otto Pankok’un hayatı ve eserlerinde kullandığı beden dili, çağdaşı pek çok “gerçek” sanatçının yaptığı gibi acıların ve akıl tutulmasının yaşandığı sıkıntılı dönemlerde sanat ve sanatçıların bir şeyleri değiştirmeyi veya önlemeyi başaramasa da eserleriyle ayna tutup toplumu etkileyebileceğini ve dahası bir daha yaşanmaması için toplumsal hafıza işlevi gördüğünü ortaya koymaktadır.
Mehmet Uhri

Gildu’dan Cilde, Deroto’dan Deriye

Çarşamba, Ocak 24th, 2018

deroto
Bilindiği gibi, hastalıklara tanı koyup iyileştirmeye çabalayan ve hastalanmamak için gereken önlemlerin alınmasına katkı sağlayan hekimliğin öznesini “hasta veya hastalanma riski taşıyan bireyler” oluşturmaktadır. Ancak günümüzde kendini hasta olarak tanımlamadığı halde “daha güzel görünme, yaşlanma etkilerinden korunma, beğenilme, estetik sorunlarına çözüm bekleme” talepleri ile de hekimlik meslek sınırlarının zorlandığına tanık oluyoruz. Günümüzde tıp bilimine (Medicine) adını veren büyücü kadın Medea’nın aynı zamanda kadınlar için güzellik ilaçları da hazırladığı göz önüne alınırsa insanlık tarihi kadar eski bir tartışma konusundan söz ediyoruz.(1)  Bu durumun günümüzdeki karşılığı ise en az tıp sektörü kadar güçlü ve dinamik bir kozmetik sektörünün varlığı ile karşımızda duruyor.

He ne kadar, dermatoloji bilimi, “kozmetik dermotoloji” adı altında konuyu hekimlik disiplini içinde tutmaya çabalasa da artan piyasa baskısı ile kozmetoloji ile dermatoloji arasındaki sınırın belirsizleşmesinden ve  giderek kozmetoloji lehine değişmekte olduğundan söz edebiliriz. Kozmetolojinin gastronomi gibi lisans programına dönüşüp kendi meslek alanını oluşturması ve piyasayı da arkasına alarak yaygın uygulama alanı bulması ile sınır tartışmasının giderek çok daha çetin bir hale dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor. Dahası, kendilerini hasta olarak görmeyen “daha güzel görünme, yaşlanma etkilerinden korunma, beğenilme ve estetik sorunlarına çözüm bekleme” talepleri ile yola çıkan kişilerin “hastalar” ile bir araya gelmeme istekleri bu konuda özelleşmiş merkezlere yönelmeleri sonucunu doğuruyor. Sonuçta “güzelleşme” uygulamaları yapan merkezler ile cilt hastalarına hizmet veren merkezler biçiminde pek de doğal olmayan bir ayırıma gidildiğine bu ayırımın dermatoloji uzmanı hekimleri “kozmetik dermatoloji” ile dermatoloji arasında seçime zorladığına da şahit oluyoruz. (2,3)

İlginç olan nokta ise; hastalıklardan söz ederken “deri” sözcüğünü tercih ederken konu güzelleşme uygulamaları olunca “cilt” sözcüğünün daha çok kullanılıyor olması. Dermatoloji ile kozmetoloji arasındaki sınırın belirsizleşmesine karşılık seçilen sözcükler düşünsel arka planı işaret ediyor gibi görünüyor.

Deri yerine cilt sözcüğünün kullanılıyor olması veya aynı anlamda kullanılan iki farklı sözcüğün bulunması rastlantı olabilir mi?

Dil felsefecisi Ludwig Wittgenstein kullandığımız dilin gerçek dünya ile iletişimde bir arayüz görevi gördüğünden ve düşüncelerimizi ifade ederken seçtiğimiz sözcüklerin de düşünsel arka planımızı ele verdiğinden söz eder. Örnek vermek gerekirse Doğu coğrafyasında yaşayanlar soru-sual kökünden türeyen sorumluluk-mesuliyet sözcüğünü kullanırken Batı dilleri aynı kavram için responsum (yanıt) kökünden türeyen responsibilty sözcüğünü kullanmayı seçmiştir. Seçilen sözcüklerin düşünsel arka planına baktığımızda ise Batı coğrafyalarının yanıta odaklanan ve çözüme yönelen yaklaşımı ile Doğu coğrafyalarının soru sorulacak kişiye yönelik arayışı ve çözüm yerine cezalandırma geleneğinin sözcük seçiminde etkili olduğundan söz edilebilir. (4)

Benzer bir durum “deri” ve “cilt” sözcüklerinde de yaşanmaktadır. Bedenimizi kaplayan ve bizi dış dünyadan ayıran, yeri geldiğinde bir kabuk gibi koruyan derimiz bu anlamıyla bedenimize ait içsel unsur(organ) özelliği gösterirken aynı zamanda görünüşümüzü ve kimliğimizi belirleyen dışsal unsur olma işlevi de görmektedir. Deri ve ekleri (saç, tırnak, kıl vb.) sayesinde tanınır görsel kimliğimizi ortaya koyarız. Dış dünya ile olan sınırımızı çizen, koruyan kollayan ve kendimize ait bir organ yani içsel unsurdan söz ederken “deri” sözcüğünü tercih ediyor, kimliğimizi simgeleyen dışsal unsurdan söz ederken ise genellikle farklı bir sözcüğe başvuruyor “cilt” sözcüğünü seçiyoruz. Hastalıklardan söz ederken bedene ait bir organ olduğunu vurgulayan “deri” sözcüğünü kullanırken, bakım ve dış görünüşü ilgilendiren anlatımlarda “cilt” sözcüğünün kullanılması bu tür bir kavramsal ayrılığı işaret ediyor gibi görünüyor. Deri ve cilt gibi farklı sözcükler kullanılmasının düşünsel arka planında ise büyük oranda deriye yönelik algımızın ve bu kavramsal ayrılığın yattığını görmemiz gerekiyor. Üstelik bu ayırım pek çok toplum ve dilde de yaşanıyor. (İng: Skin-Leather, Alm:Haut-Leder, Fra: Peau-Cuir, lat: Pillis-Corium, İsv:Hud-läder, Por: Pele-Couro vb)

Dahası, derinin içsel yani bedene ait bir unsur olması ile sosyal kimliği tanımlayan dışsal unsur, olarak görülmesinden kaynaklanan farklı adlandırmalar sanılanın aksine hiç de yeni bir durum değil.

En eski dillerden Akkadça da “gildu” sözcüğü İbraniceye “geled”, Aramiceye “gelad” ve Arapçaya “celd- cild” olarak geçerek günümüzde kullandığımız cilt sözcüğüne dönüşmüştür. (5) (Derinin direngen yapısından kavramsal kökünü olan “celadet-dirençli” sözcüğü ve yine deriyi kırbaçlayarak infaz gerçekleştiren kişi için kullanılan “cellat” sözcüğü de bu kökten türemiştir.)

Aynı dönemde benzer bir coğrafyadan yola çıkan “Deroto” sözcüğü Avesta dilinde hayvan derisi ve post anlamına gelmektedir. Avesta dilindeki deroto eski Yunancaya deri yüzmek anlamında “Dero” olarak geçer ve doro-dermo anlamıyla bedene ait unsur olarak kullanılır. Eski Yunancada kullanılan dermo sözcüğünün deri ile ilişkili olarak kullanılan Latince anlatımlarda “Derma” sözcüğüne dönüştüğünü görmekteyiz. Eski Türkçede aynı anlamda kullanılan “Teri” sözcüğü ise eski Yunancadan alınarak günümüz Türkçesinde kullanılan “deri” sözcüğüne dönüşmüştür. (6)

Her ne şekilde olursa olsun insanoğlunun tarih boyunca deri ve deri ile ilgili konularda sözü edilenin içsel veya dışsal anlamına yönelik kavramsal ayırım yapma gereksinimi duyduğu görülüyor.

Sonuç olarak bizi dış dünyadan ayıran koruyan kollayan organ, içsel bir unsur anlamıyla üzerine koskoca dermatoloji bilimi inşa edilen “derma-deri” sözcüğü tercih edilirken, kimliğimizi tanımlayan ve üzerimizdeki sosyal algıyı şekillendiren dışsal bir unsurdan söz edildiğinde ise devasa kozmetik sektörünün üzerine inşa edildiği “cilt,skin” sözcüğü daha yaygın kullanılıyor.
Dermatoloji uzmanlık alanının kozmetik ile iç içe geçtiği ve giderek artan sıklıkla sınır tartışmalarının yaşandığı durumlarda yukarıda sözü edilen içsel-dışsal ayırımı kullanılarak tarafların düşünsel arka planlarını netleştirmeleri, çözüme yönelik ortak aklı oluşturmak için iyi bir başlangıç gibi görünüyor.
Mehmet Uhri

Kaynaklar;

2- Cosmetic dermatology versus cosmetology: A misnomer in need of urgent correction Year : 2008  |  Volume : 74  |  Issue : 2  |  Page : 92-93 Shyam B Verma, Zoe D Draelos
3-http://www.differencebetween.info/difference-between-dermatologist-and-cosmetologist
4-Tractatus Logico-Philosophicus Ludwig Wittgenstein Metis Yayınları 2016 Çev: Oruç Aruoba ISBN 9753425599
6- http://www.nisanyansozluk.com/?k=deri

Başın Öne Eğilmesin

Pazar, Ekim 22nd, 2017
f309aa179a

Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olayları günden güne arttıkça münferit olmaktan çıkıp haber değeri bile taşımaz oldu. Konu o kadar sıradanlaştı ki sağlık çalışanlarının dövüş eğitimi almaya başlamasının daha çok haber değeri taşıdığına şahit oluyoruz. Hekimler ise başını ellerinin arasına alıp kara kara kendilerini bu şiddet sarmalından nasıl koruyabileceklerini düşünüyor. Şiddeti önleyebilmek için hastane girişlerine arama cihazlarının konulması, polisiye önlemlerin arttırılması tartışılıyor. Meslek örgütleri her seferinde şiddet mağdurlarına destek verip ses çıkarsa da kamuoyunda ilgi ve duyarlılık günden güne azalıyor.  Hastalığın gerçek nedenini araştırmak yerine semptomları tedavi etmeye çalışmanın bir işe yaramayacağı ve sorunu daha da büyüteceği gün gibi ortadayken polisiye önlemlerin çözüm olmayacağını da görmek zorundayız.
Hasta ve yakınlarının sağlık sistemine güven duymamaları ve yaşanan aksiliklerin sorumlusu olarak karşılarındaki sağlık çalışanını görme eğilimi, hekimlerin de hastalarını olası tehdit unsuru olarak görüyor olması kısır döngüye dönüşüp şiddet sarmalını besliyor.

Peki ne oldu ve nasıl oldu da sağlık çalışanları böylesi bir güven yitimine uğradı? Sağlık sisteminde yaşanan her türlü aksiliğin sorumlusu olarak görülmeye başlandı?

Şiddet özünde bir iletişim biçimi olarak kabul edilir. Genellikle sözle anlaşılamayan noktada gücü olanın sözünü dinletme çabası biçiminde ortaya çıkar. Yaşananlara öfkeyi ifade etmek amacıyla başvurulan bir cezalandırma biçimi olarak görüldüğünde de özünde yine bir iletişimsizlik yatmaktadır.

Bilindiği gibi meslekler kimliklerimizdir. Sosyalleşmemizi gerçekleştirirken kimliklerimizi kullanırız. Evde anne veya baba olur, sokakta komşu, yolda yolcu, iş ortamında ise mesleğimizin gerektirdiği sosyal rollerimizle yaşarız. Üstlendiğimiz bu sosyal rollerin gerektirdiği bilgi birikimi, ahlak ve sorumluluk bilinci ile davrandığımızda o rolün hakkını verir ve kendimizi iyi hissederiz.

Büründüğümüz sosyal rollerin de toplum içinde edindiği değerler farklıdır. Felsefi anlamda başlangıcından beri bir adanışı gerektirdiği, kendini geri çekip başkalarının sağlığına odaklanma üzerine kurulduğu için hekimlik tüm toplumlarda saygınlığı yüksek mesleklerdendir. Sosyolojik olarak her sosyal rolün ekonomik ve psikolojik olmak üzere iki değeri olduğu kabul edilir. Sözgelimi işgücüne gereksinim duyulan kırsal topluluklarda çocuğun iş gücü ve gelecek sigortası anlamında ekonomik değeri psikolojik değerinden fazladır. Bu nedenle baba kimliği ekonomik değerleri öne alarak daha baskıcı ve ruhsal tatminden uzak olarak şekillenir. Şehir ortamında ise roller tersine döner.

Hekimlik mesleğinin ise psikolojik değeri geçtiğimiz yüzyıla kadar ekonomik değerinin hep önündeydi. Herhangi bir sosyal ortamda doğumunu gerçekleştirdiğiniz bir çocuğun elinizi öpmesi, hastanızın yanınıza gelip sizi saygıyla selamlaması ekonomik değer taşımasa da mesleki tatmin açısından hayli doyurucu olabilmekteydi. Örnekler çoğaltılabilir.

19. yüzyılda kolonyalizmden sonra küresel piyasa sisteminin yeni pazar arayışları, olmayan pazarların yaratılması ve piyasalaştırılması biçiminde bir çözüm üretti. Devletin temel görevlerinden kabul edilen eğitim ve güvenlik hizmetlerinin piyasalaşması ile başlayan süreç geçtiğimiz yüzyılın sonuna doğru sağlığın piyasalaşması ile devam etti. Görünen o ki; yakın bir gelecekte hukuk sisteminin piyasalaşmasına da şahit olacağız.

Sağlık sisteminin piyasalaşması verimlilik, kar, sürdürülebilirlik, kalite, maksimizasyon, rekabet, inovasyon gibi pek çok öncülün sağlık sistemine yerleşip mesleğin biçim değiştirmesine yol açtı. Bu dönüşümün sağlık hizmet kalitesinin standardizasyonu, kalite ilkelerinin uygulanması, hizmetin yaygınlık ve etkinlik kazanması şeklinde olumlu sonuçları olmasına karşın mesleğin ekonomik değerinin psikolojik değerinin önüne geçmesi gibi bir sonucu daha oldu. Hekimler çalıştığı kurumun marka değeri, kazandırdığı meblağ ve bunun üzerinden kazanç elde etme şeklinde yeni bir mesleki yapılanma içine itildi. Mesleğin ekonomik değeri ön plana çıktıkça hekimlerin kendi aralarında ekonomik rekabetinin arttığı, maddi değerlerin daha çok konuşulduğu yeni bir döneme girildi.

12982
Hekimlik mesleği psikolojik anlamda tatmin edici olmaktan uzaklaşıp ekonomik rekabet ortamına itildikçe, bir başka deyişle felsefesinde yatan insana – hastaya adanmışlık yerini kuruma, patrona adanmışlığa bıraktıkça toplumun gözünde de değerini yitirmeye başladı. Sağlık çalışanlarına yönelik giderek artan şiddetin arka planında, insanların canını emanet ettiği hekime kuşkuyla bakmasının yattığını da görmek zorundayız.


Bu şartlar altında geleneksel hekimlik değerleri öğretilerek mezun olan hekimler kendilerini o değerlere çok uzak bir piyasanın ortasında buldular. Hastaları üzerinden kuruma para kazandıran, kazandırdığı paraya göre değer görüp maaş alan, hastaya – insana dair öncüllerin yerine piyasa öncüllerini kullanması beklenen bir cendereye sokuldular. Uyum gösterip oyunu bu yeni kurallara göre oynamayı başaranların yıldızının parladığına, geleneksel değerler ile hekimlik yapmaya direnenlerin cezalandırıldığına da şahit oldular.

Dahası sağlık kuruluşlarının yöneticileri de piyasanın gerektirdiği verimlilik, kalite, kar, rekabet, sürdürülebilirlik, inovasyon beklentilerine hizmet edecek biçimde “ciro” odaklı karneler ile denetlenir oldular. Bu şartlar altında hastalar kendi sırtlarından sisteme para kazandırmaya çalışan hekimlerine güven duymamaya başladılar. Sosyal güvenlik sistemlerini iflasa sürükleyen sağlık faturalarına karşılık toplumun daha sağlıklı olamaması da bu güvensizliği arttırdı.

Sağlık piyasasının büyük sermayenin kontrolüne girmesiyle hekimler sağlık sisteminde söz sahibi olma özelliklerini de yitirdiler. Sağlık politikaları üzerinden seslerini duyurmaya çalışsalar da dinleyen olmadı. Tüm bunlara karşın piyasalaşan sağlık ortamında yaşanan her türlü sorunun muhatabı olarak görülmeye devam edildi.

Piyasalaşan sağlık ortamının getirdiği karşılıklı güvensizlik sarmalının hekim ile hasta arasındaki iletişimi kopardığını ve bir diğer iletişim biçimi olan şiddeti körükleyeceğini görmek için kahin olmaya gerek yok. Dahası, alternatif tıp yöntemlerinin toplumca giderek daha çok kabul görüp talep ediliyor olmasının altında da hekimler üzerinden sağlık sistemine olan güven azalmasının yattığını görmek zorundayız.

Üstelik daha yolun başındayız. Sağlık piyasası büyümeye ve karlılığını arttırmaya devam ettikçe hasta ile hekim arasındaki güvensizlik kısır döngüsünün kırılması zor görünüyor. Ancak doğa kurallarına aykırı olan bu durumun çok gitmeyeceğinin de farkında olmak gerekiyor. Sağlık sisteminin bu haliyle daha da kaotik bir ortama doğru gitmekte olduğunu haykırmaya çalışan hekim meslek örgütleri karşılıklı güvensizlik iklimini kırıp hasta ve hasta yakınlarını yanlarına almak zorundadır. Bunun için yaşanan şiddet sarmalına rağmen sağlık çalışanları ile hasta ve yakınları arasındaki iletişim kanallarının açık kalmasını sağlamak, umutları canlı tutmak için iyi bir başlangıç olacaktır.

22
Sağlığın paraya tedavül edilemeyecek bir değer olduğunda uzlaşılıp sermayenin kar hırsı gün gelip sınırlandığında, olasıdır ki sağlık piyasası sermaye için karlı olmaktan çıkacaktır. İşte o zaman enkazı kaldırabilme ve karşılıklı güveni yeniden sağlamada sağlık çalışanları ile toplum arasındaki iletişim kanalları büyük önem taşıyacaktır.


Sağlık meslek örgütleri, sağlığın piyasalaşmasının kimseye yarar getirmeyeceğini, artan sağlık faturalarına karşılık toplumun daha sağlıklı olmasının sağlanamayacağını, şiddet ve alternatif arayışlar başta olmak üzere pek çok yeni sorun doğuracağını yıllardır haykırıyor. Teşhis yanlış olunca tedavinin yararı olmayacağını hepimiz biliyoruz. Sağlık alanında artan şiddet olayları için alınması istenen güvenlik önlemleri ve polisiye yaptırımların güvensizlik kısır döngüsünü besleyerek sağlık çalışanlarını toplumdan daha da uzaklaştırabileceğini görmek zorundayız.
Bu hastalıktan sağlık çalışanları ile, hasta ve hasta yakınlarının el ele verip sağlığın piyasaya terk edilemeyecek bir insan hakkı olduğu konusunda seslerini duyurmaya başlamasıyla kurtulabileceğimizi düşünüyorum.
Dr. Mehmet Uhri

Hacıyatmaz

Cumartesi, Nisan 22nd, 2017
haciyatmaz
Oyunlarımızı yitirdik, dostlar…
Öyle çok anlamlı olmasa da oyunlarımız vardı. Umut doluyduk. Mutluyduk.
Her şey o hacıyatmazın gelişi ile başladı.
Geldiği güne kadar oyun parkında salıncakta sallanır, tahterevalliye biner, saklambaç, körebe, bezirganbaşı, topaç çevirme, yakar top, mendil kapmaca, birdirbir hatta uzuneşek oynardık. Kimimiz ebe kimimiz bezirganbaşı olurdu.
Oynar ve unuturduk. Hem oynarken geçen zamanı, hem de bir önceki oyunda ebenin sobenin kim olduğunu unutur hep yeniden başlardık. Oynarken hırslananlarımız da olurdu. Oyun bittiğinde parkın kenarındaki musluktan birlikte su içer şakalaşır mutlu, mesut evin yolunu tutardık.
Bir gün her zaman oynadığımız kum havuzunda elleri önde kenetlenmiş namaza durmuş gibi öylece ayakta duran o irice oyuncağı fark ettik.
Kim getirdi? Neden getirdi? Hiç bilmedik.
images
Öylece duruyor bize bakıyor ve gülümsüyordu. Sanki kendi gelmiş gibiydi. Önceleri hoşumuza gitti. Devirmeye çalışsak da hep ayağa kalkmayı başarıyordu. Görüntüsünden korkanlarımız da oldu. Gücü yerinde olanlarımız başını yere değdirip üzerine oturmayı başarsa da ne yapıp edip doğruluyor, öylece bize bakıyordu. Oyunlarımıza katılmıyordu. Hep kendiyle oynamamızı istiyor gibi bir hali vardı. Bir süre sonra pes ettik. Bırakıp kendi oyunlarımıza döndük. Ama o öylece durup bizi izlemeye devam etti. Bizi ve oyunlarımızı izliyordu.

Gözü hep üzerimizdeymiş gibi gelmeye başlayınca rahatsız olup uzaklaştırmak istedik. Gücü yetenimiz kaldırıp parkın bir kenarına atmaya çalıştı. Park görevlisi kesin bir dille bunu yapamayacağımızı söyleyip getirip yerine geri koydu. Park görevlisinden güç alıp yerini sağlamlaştıran bizim hacıyatmaz konuşmaya da başlamıştı. Gülümseyen bir çift gözün üstümüzde olduğu yetmediği gibi konuşup oyunlarımıza karışıyordu. Saklambaçta saklananların yerini ispiyonluyor, körebenin gözleri bağlıyken yakaladığı kişiyi tanıması için oyuna müdahale ediyordu. Ağzını veya gözünü bağlayıp susturmaya çalışanımız da oldu ancak işe yaramadı. Tadımız kaçmıştı. Saklı bilgilerimizi paylaştığı için uzuneşek, körebe, saklambaç oynayamaz olmuştuk. Topaç, yakar top veya birdirbir oynarken bile o heybetli sesiyle oyuna karışıyor aklınca taktik veriyordu. Birimiz başını yere eğip üzerine oturduğunda oyunlarımızı göremiyor ve karışamıyordu. Ama bu kez de yüksek sesle kimin kim hakkında neler söylediğine dair yalan yanlış iftiralar atıyor huzurumuz kaçırıyordu.
Baktık olmuyor oyun parkımızı değiştirip uzaktaki parka gitmeyi denedik ama o yine oradaydı.
Nasıl geldi? Kim getirdi? Bütün parklara hacıyatmaz mı koymuşlardı? Doğrusu bilemedik.
Varlığına alışmaya çalışsak da olmadı. Konuşan heybetli bir hacıyatmaz yüzünden huzurumuz kaçmıştı. Ne oyunlarımıza katılıyor ne de rahat bırakıyordu.
Keşke o pazarlığa hiç girişmeseydik.
Sivri akıllı bir arkadaşımız oyunbozanlık etmemesi ve sessiz kalması karşılığında hacıyatmaza ne istediğini soralım diye bir fikir ortaya atmasa belki oyunlarımızı hiç yitirmeyecektik. Bizi dikkatlice dinledi ve dediklerini yaparsak susup sadece izleyeceğini söyledi. İstediği ise masum görünüyordu. Bezirganbaşı oyununda tekerlemeyi ve adlandırmayı değiştirip “aç kapıyı hacıyatmaz” diyerek oynamamızı kendini de ortaya almamızı istiyordu. Susup rahatsız etmemesi karşılığında aramıza alıp oyunu onun adıyla oynamaya başladık. Ortamızda hacıyatmazla bezirganbaşı oyununu oynamaya başlayınca başkalarının da dikkatini çekti. Yeni arkadaşlar edindik. Hoşumuza gitti. Hepimizin yüzü gülüyordu. Ancak bu kez sorun sıkılıp başka oyun oynamak isteyince patlak verdi. Hep aynı oyunu oynamamızı istiyor yoksa yine gevezeliğe başlayacağından söz ediyordu. Üsteleyince isteklerini bir bir sıraladı.
Oyunlarımıza katıldığı yetmezmiş gibi kurallarını da kendince değiştirmek istiyordu.
İnanmayacaksınız ama körebe oyununda üç tane kör ebe olmasını, saklambaçta ise ebe sayısının ikiye çıkarılmasını bile kabul ettik. Uzuneşek oynamamızı yasaklamasına da ses etmedik. Her oyunda başköşede yer almasına beğenmediği arkadaşlarımızın keyfi olarak oyun dışı tutulmasına bile ses çıkarmadık.
En sonunda baktık olmuyor parka gitmemeyi denedik ama kendine yeni taraftarlar edinmişti. İşe yaramadı. Kendimizi cezalandırdığımızla kaldık. Gün geldi bir de baktık; kendi oyunlarımız yerine başkalarının saçma kurallara bulanmış oyunlarında yer edinmeye çalışıyor, oyuna girebilmek için arkadaşlarımızla didişiyoruz.  Oyuna giremeyip dışarıda boynu bükük bizleri izleyen arkadaşlarımızın bakışlarına bile kafamızı çevirir olduk.
img_1959
Küsen veya sıkılıp vazgeçenimiz olsa da parkın kalabalığı azalmadı. Duruma isyan eden birkaçımız bildiğimiz gibi eski usul oynamaya çalışmaya kalkınca parkın kurallarını bozmakla suçlanıp engellendik. Parktan kovulduk. Oyunları kendi kafasına göre değiştirip her oyunu kendi istediği gibi oynamayı dayatan hacıyatmaz parkın kurallarını da değiştirdi.

Sözgelimi, çeşmeden su içmek yasaklanmıştı. Nedenini sormak da yasaktı.
Hacıyatmazın dokunulmazlığı da vardı. Öfkelenip plan yaptık. Bir kaç kez gizlice gelip hırpalamak istedik ama her saat çevresi kalabalıktı. Oyun saati bitse de yanından ayrılmayıp başını bekleyen korumaları vardı.
Dedim ya, oyunlarımızı yitirdik, dostlar.
Sonunda pes edip evlerimize çekildik. Arkadaşlarımızdan hacıyatmazın ekibine katılanımız bile oldu. Evde yalnız başına kendimizi oyalasak da birlikte oynadığımız oyunlara özlemimiz hiç dinmedi.
Şimdi oyun parkı yine kalabalık ama o hacıyatmaz yüzünden ne bildiğimiz oyunlar kaldı, ne de yeni oyun arkadaşı edinebiliyoruz. Parkın da pek tadı kalmadı. Uzaktan bakınca birbiriyle kıyasıya yarışan yeri gelince hırslanıp ağlayan, birbirini hırpalayan çocuklar görüyor ürküyoruz.
Diyeceksiniz ki; belki de siz büyüdünüz ve oyunlar eski cazibesini yitirdi.
Büyümek böyle olsaydı aklımız oyunlarda kalır mıydı? Anasının babasının sözünü bile zor dinleyen içimizdeki o afacan, basit bir oyuncağın kaprislerine teslim olur muydu?
Şimdi ne oynayanlar memnun ne de bizler gibi uzaktan bakanlar.
Oyunlarımızı yitirdik, dostlar…
Öyle çok anlamlı olmasa da oyunlarımız vardı. Umut doluyduk. Mutluyduk.
Her şey o hacıyatmazın gelişi ile başladı.
Mehmet Uhri
Not: Karikatür için Sayın Selçuk EREZ’e yürekten teşekkürler.

Bilimin Yolu, Labirentler ve Algoritmalar

Pazartesi, Şubat 27th, 2017
resim2
Bilimin yolunu anlayabilmek için öncelikle nasıl düşünüyoruz sorusunu yanıtlamamız gerekiyor. Duyu organlarımız ile dünyayı algılıyor ve bunu imgelere dönüştürüyoruz. İmgelerimizi ise gruplandırıp kutucuklara yerleştirip kavramlarımızı oluşturuyoruz. Sözgelimi, gözümüzün gördüğünü zihnimiz kırmızı, sarı yeşil gibi imgelere dönüştürüyor tüm bunları “renk” kutucuğu içinde kavramlaştırıyoruz.
Dahası, oluşturduğumuz kavramlar arasında bağlantılar kuruyor yeni kavramlara doğru yol alıyoruz. Kavram kutucukları ve bu kutucuklar arasında bağlantı yollarından oluşan görüntü, yukarıdan bakıldığında hayli karmaşık bir labirenti andırsa da bizler labirentler ile düşünüyor algoritmalar ile yolumuzu yönümüzü buluyoruz.
Evlerimizin oturma planından otoyollara, metro sistemlerine kadar yukarıdan hayli karmaşık görünen labirent sistemleri ile düşünüyoruz.
resim1
Labirent metaforuna hiç yabancı değiliz ve insanlığın ortak aklında çok güçlü bir yer tutuyor. Tarihçi Plutarcos’un metinleriyle anlatalım; Baş tanrı Zeus karanlık yeryüzüne gönderilirken elinde Labrys isimli çifte baltadan başka bir şey yoktu. Zeus bu balta ile karanlığı yarıp bilinmezlik içinde ilerler ve peşinden gelecekler için de yol gösterici olur. Bu arada baltanın diğer keskin tarafı kendi gövdesini yarar ve içinden çıkan bilgelik ışığını da gidilen yolu aydınlatmak için kullanır. Zeus’un Labrys isimli çifte baltayı kullanarak açtığı ve aydınlattığı o zor ve çetrefilli yola labirent adı veriyoruz.

Labrys’in açtığı yoldur, labirent.  Önemli mitolojik bir anlatıda da yer alır. Zeus ve Europa’nın üç oğlundan biri olan Minos Girit krallığına kardeşlerinden daha layık olduğunu kanıtlamak için denizler ve okyanuslar tanrısı Poseidon’dan yardım ister. Poseidon ona kurban etmesi için denizin köpüğü içinden çıkardığı beyaz boğayı armağan ederek yanıt verir.  Poseidon aracılığıyla gerçekleşen mucize nedeniyle Girit tahtına oturan Minos sözünü tutup boğayı kurban etmez yerine bir başka beyaz boğayı kurban eder. Sözünün tutulmadığını gören Poseidon ise intikamını Kral Minos’un karısı Pasiphae’yı gönderdiği beyaz boğaya âşık ederek alır. Pasiphae boğa ile bir araya gelebilmek için mimar ve heykeltıraş Daidalos’tan içi boş bronz bir inek heykeli yapmasını ister. Heykelin içine girip boğa ile birlikte olan Pasiphae’nin bu ilişkisinden başı boğaya gövdesi insana benzeyen kuyruklu bir yaratık olan Minotaurus (Minos boğası) dünyaya gelir. Minotaurus büyüdükçe zapt edilemez ve kral Minos mimar Daidalos’a Minotuarus için çıkamayacağı bir labirent inşa ettirir. Girit kralı her yıl Atina’dan Minotaurus’a kurban edilmek üzere 7 erkek ve 7 genç kız istemektedir. Bu isteklerin sonunun gelmediğini gören Atina kralı Egeus’un oğlu Theseus o yıl babasını ikna edip Minotaurus’u öldürmek için 7 kurban adayından biri olarak gemiye biner. Gemi Girit’e vardığında Kral Minos’un kızı Ariadne ile Theseus birbirlerini görüp âşık olurlar. Ariadne sevgilisine labirentte geri dönüş yolunu bulabilmesi için bir ip yumağı verir. Theseus labirentte ilerleyip Minotaurus’u uykuda yakalar ve öldürür. Kafasını kesip Ariadne’nin verdiği ip sayesinde labirentten çıkmayı başarır. Ariadne’yi de alıp Atina’ya geri döner.
resim2
Bu mitolojik öyküde yok edilmesi gereken bir canavar, canavarın içinde olduğu labirent, labirentte doğru yolu bulup canavara ulaşan ve öldürücü darbeyi vuran bir kahraman ve dönüş yolunu bulabilmesi için kullanılan Ariadne’nin ipi anlatılmakta. Günümüzde de sözgelimi canavarımız Kanser hastalığı olsun, ona ulaşmak ve öldürücü darbeyi vurmak için çabalayan bilim insanlarının bir labirentin içinde ilerlediklerini, doğru yolu bulup öldürücü darbeyi vuranlara Nobel benzeri ödüller verdiğimizi ve labirentin içinde yol haritası olarak kullandığımız akış diyagramlarının da Ariadne’nin ipi işlevi gördüğünü söyleyebiliriz.

Labirentler ile düşünüyor, algoritmalar ile yol haritaları oluşturuyoruz.
Bilim ve bilimin yolu üzerine ilk söylemler “aklını özgür bırak, kendi aklınla düşün” anlamına gelen Horatius’un “Sapere Aude” sözü ile başlatılabilir. Bilimsel bilgi üzerine düşünme ise çok yenidir. Avusturyalı felsefeci Karl Popper 1938 de yazdığı “Bilimsel Düşüncenin Mantığı” kitabı ile bilimsel olan olmayan ayrımını yapıp bilim felsefesinin temellerini atar. Kitabın İngilizce baskısının önsözünde “Hiç kuşku yok ki yeryüzündeki en büyük mucize insanlığın bilgi birikimidir” der.
İnsanlığın bilgi birikimi tarih boyunca sınana sınana doğruluğu kanıtlanmış bilgi kırıntılarından oluşur. Bu bilgi kırıntıları bir mozaiğin veya yapbozun parçaları gibi sınana denene bir araya gelerek anlamlı bir resim oluşturmaya başladıkça insanlığın aydınlanma yolunda ilerlediğini görüyoruz. Popper, bilim insanlarının sorumluluğunun mozaiğin her bir parçasının bilimsel bilgi olarak doğru olup olmadığına odaklanmak olduğunu vurgular. Bilginin bilimsel olabilmesinin test edilebilme, nesnel gerçekliğe dönüştürülebilme ve yanlışlanabilme kriterlerinin tümünü içermesine bağlı olduğunu ortaya koyar. “Tanrı vardır biçiminde bir önerme test edilebilir ve yanlışlanabilir olmadığı için bilimsel değildir”  diyerek din ile bilim arasındaki keskin ayrımın felsefi sınırlarını çizer.
Popper’in ardından gelen Feyereband ve Lakatos katı bilimsel metodolojiye de baş kaldırıp bilimin sanat gibi sınırları olamayacağını vurgular. Thomas Kuhn ise “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” isimli eseriyle paradigma kavramını ortaya atar. Her paradigmanın kendi gerçeği olacağını, Newton fiziğinin gerçeklerinin o paradigma için geçerli olduğunu, Einstein fiziği ile evrensel gerçeklerin yeniden tanımlandığını örnek olarak verir. Kuhn’un paradigma tanımı bir bakış açısına göre aydınlatılmayı bekleyen labirent ile benzerlik göstermektedir. Çağdaş bilim felsefecilerinden Nicholas Maxwell ise tüm bunlara ek olarak bilim insanlarının bilgeliğin ışığını da kullanmaları ve üzerinde çalıştıkları alanların insanlığın yararına kullanılması için sesini çıkarması gerektiğini vurgular. Başta sözünü ettiğimiz mitolojik öyküde de Zeus’un elindeki labrys ile karanlığı parçalayıp labirentte ilerlerken baltanın diğer keskin tarafı ile gövdesini yarıp içindeki bilgelik ışığını kullandığı ve yolu aydınlattığından söz edilmektedir.
Tüm bunlar bilim insanlarının öncelikle ellerindeki bilginin doğru olup olmadığına odaklanması gerektiğini ve bilim ile uğraşan insanların erdem sahibi olmaları gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Olmazsa ne olur?
Bilim insanları araştırmalarında bir labirentin içinde ilerlediklerinin farkındadır. Labirentin içinde hedefe neredeyse bir duvar mesafesi kadar yaklaşmış olmanız hedefe vardığınız anlamına gelmez. Eğer bilim insanı bilimsel düşüncenin gerektirdiği biçimde davranmaz elindeki bilginin doğru olup olmadığına odaklanmak yerine o bilginin anlamı, faydası ve o bilgiden beklenen kazanç ile ilgilenmeye başlarsa hata yapmak kaçınılmaz olur. Piyasa beklentilerinin bilim insanlarının üzerinde oluşturduğu baskı ve uygulamalara direniş gösterilmezse doğabilecek olumsuz sonuçlardan en çok bilime olan güven sarsılır. Çünkü her zaman gerçek kazanır. Bilim insanları yeryüzündeki en büyük mucize olarak tanımlanan insanlığın bilgi birikimine katkıları ile gerçek bilim insanı olabilirler. Aksi halde yakın geçmişte yaşanan Rofecoxib örneğinde olduğu gibi büyük hataların içine düşülebilir. Hedefe çok yaklaşılmış görünüyordu, mideye zarar vermeyen NSII ilaç geliştirildiği düşünülüyordu ancak hedeften çok uzaktaydık, ani kardiyak ölümlere ve inmelere yol açan bir maddenin ilaç diye piyasaya sürülmesine yol açılmıştı. Benzer bir örneği serum kolesterol düzeyini düşüren ilaçların 40 yıldır kullanılmasına karşın kalp ve damar hastalıklarına bağlı ölümlerin azaltılamamış olması ile de verebiliriz. Sonuçta bir takım firmalar zarar yazsa da en büyük zararı güven yitimi ile bilim camiası yaşadı.
Bilim insanları labirentin içinde olduğunu bilerek ellerindeki bilginin nesnel gerçeklikle ilişkisini kurmak ve buna odaklanmak zorundadır. Piyasa veya kariyer beklentilerinin engellemelerine karşın erdem sahibi insanlar olarak bilimin yolundan ayrılmamak zorundadır.
Labirentler ile düşünüyor algoritmalar ile yol haritalarımızı belirliyoruz. Bunu yaparken bir mozaiğin küçük parçaları gibi elimizdeki bilgi kırıntılarına odaklanıyor ve diğer bilgi kırıntıları ile birlikte beliren resme bakıp büyük resmi hayal etmeye çalışıyoruz.
resim3
Zeugma antik kentinde bulunduğunda büyük heyecan yaratan yer tanrısı Gaia’yı simgeleyen mozaik parçası gerçekte dev bir taban mozaiği içinde küçücük bir parçaydı. Yani sabırlı olmalıyız. Popper’in yeryüzündeki en büyük mucize dediği insanlığın bilgi birikimi ile şekillenen büyük resmi görmek için çok zaman ve alınacak çok yol var.

İnsanlık bir labirentin içinde ilerliyor. Bu yolda, bilim insanlarının sorumluluğu sadece ellerindeki bilginin doğru olup olmadığı ve bu bilginin insanlığın yararına kullanılıp kullanılmadığı ile sınırlı.
Bilimin yolundan ayrılmamanız dileğiyle.
Mehmet Uhri
Not 1: Bu konuyu paylaştığım ve yardım istediğim değerli meslektaşım Taner Özek’e yazının başlangıcındaki karikatürü çizip kullanmama izin verdiği için teşekkür ediyorum.
Not 2: 24-26 Şubat 2016 Tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilen 9. Dermatoloji ve Dermatopatoloji sempozyumunda sunduğum konferansın özet metnidir.

Söyleyin Onlara…

Çarşamba, Ekim 12th, 2016
img_2603
Rüya bu ya; derin bir uykudayken 1984 yılında yitirdiğim babam İhsan Uhri çıkmış gelmiş, beni sarsarak uyandırmaya çalışıyordu. “Söyle onlara! Onlara söyle! Çocuklara söyle, onların bir suçu yok. Yaşananlardan kendilerini suçlu hissetmesinler. O yaşta kendini nedensiz yere suçlu hissetmeyi öğrenirlerse hep suçluluk duygusu içinde ezik yaşamak zorunda kalırlar. Birinin çocukların suçunun olmadığını söylemesi gerekiyor. Söyle onlara!” diye bağırıyordu.

Babam rahmetli matematik öğretmeni İhsan Uhri İzmir Bornova Anadolu lisesinin kuruluşundan itibaren emekli olduğu 1977 yılına kadar görev yapmıştır. Eski adıyla İzmir Maarif Koleji ve günümüzdeki adıyla Bornova Anadolu Lisesi’nin “Baba İhsan” lakaplı kült hocalarındandı. Okulda yaşadıklarını ev ortamında pek paylaşmadığı için babamın okulda nasıl biri olduğunu vefatından sonra mezun ettiği öğrenciler ile zaman içinde karşılaşıp konuşarak öğrenmiş, bir anlamda onu yeniden tanımıştım.
Rüyaların önemini ve görülen rüyayı paylaşmayı da babamdan öğrenmiştim. Sabahları kahvaltıda gece nasıl bir rüya gördüğümü anlatmamı isterdi. İşte o gece babam yıllar sonra rüyama girmiş benden bir şeyler yapmamı istiyordu. Rüyanın devamında uyanıp yatağımda doğrulmaya çalışıyorum ancak o omuzlarımdan tutup sarsmaya ve “söyle onlara!” diye haykırmaya devam ediyordu. Sıkıntı içinde uyandım bir bardak su içip rüyayı anlamlandırmaya çalıştım. Sonra babamı özlediğimi fark edip tekrar görürüm umuduyla uyumaya çalıştım. Bu kez rüyada babamla bir deniz kıyısındaydık. Çocukluğumda yaptığımız gibi sahilde midye kabuğu seçiyor yürüyüş yapıyorduk. Çocukça aklımla sorular soruyor o ise her zaman yaptığı gibi önce soruyu kendince daha anlamlı hale dönüştürüp sonra yanıtlamaya çalışıyordu.
- Okulların eski öğretmenlerinden ne istiyorlar, onları neden gönderiyorlar, baba?
- Soruyu şöyle sormaya ne dersin? “Okulların kıdemli öğretmenleri neden bu kadar önemli?”
- Olabilir. Neden bu kadar önemli?
- Çünkü o öğretmenler okulun hafızasıdır. Bir anlamda yeni gelen öğretmenlerin kıblesidir. Yeniler eskilere bakıp okulun havasını, geleneklerini, öğrenciye yaklaşımını koklar kendilerine ayar verip adapte olurlar. Yabancı bir yerde camiye gidildiğinde görünüşte hiç farklılık olmayacağını bilse de caminin kıdemlilerine bakıp kendine ayar verir ya insan, işte öyle.
- Hepsi mi?
- Hepsi değil, elbet. Farkında olanı var, olmayanı da. Ancak öğrenci onların kim olduğunu bilir. Bir öğretmene iyi ya da kötü lakap takılıyorsa o okulun hafızasında yer etmeye başlamış demektir.
- Peki sana neden “baba” lakabını takmışlardı?
- Matematik gibi korkulan derslerden birini veriyor olmanın yanı sıra 12- 13 yaşında ailesinden ayrılıp yatılı okula gelmiş öğrencilerin yurtlarından sorumluydum. O çocukları dinleyip korkularını paylaşmak yüzünden o lakabı taktıklarını düşünüyorum. Başlangıçta biraz kaba bulmuş pek hoşuma gitmemişti. Sonra gerçekten baba olunca “o kadar da kötü değilmiş” diye düşündüm.
- Peki okulun hafızası olan öğretmenler okuldan uzaklaştırılırsa kötü mü olur?
- Düşünelim. Okul hafızasının bir kısmını yitirince ne olur? Birbirini pek tanımayan, ortak kültür ve anlayış birliği oluşturmak için zamana gereksinimi olan öğretmenler ile yeni yapılanmakta olan diğer okullara benzemeye başlar. Hafızadaki eksikliği doldurmak, okulun hafızası işlevini görmek de öğrencilere düşer. Öğrenciler kendilerini geliştirmek, kişiliklerini bulmakla uğraşacaklarına okul ile uğraşmak zorunda kalır. Herkes için zaman kaybı olur ve sanırım zor bir süreç yaşanır. Öğrencilerin haksız yere kendilerini cezalandırılmış hissetmeleri de cabası. Ayrılan öğretmenler ise tayinleri cezalandırma olarak görmez, küskünlük veya kırgınlık yaşamazsa gittikleri okula burada edindikleri deneyimleri de götürürler. Gittikleri okullar değerini bilirse kazanç bile olabilir. Yine de çok umutlu olmamak gerekir.
img_26075
Rüyanın burasında sahilden eline aldığı yassıca bir taşı denize fırlatıp suyun üzerinde sektirdi. Küçüklüğümde olduğu gibi hiçbir zaman onun kadar iyi taş sektiremeyeceğimi düşündüm. Elimdeki taşı fırlattım. İlk gelen dalganın üzerinden hafifçe sekip başarısız bir atış olarak denizin dibini boyladı. Dönüp baktığımda babamı göremedim. Topladığım deniz kabuklarını denize doğru savurup “soracaklarım bitmedi, geri dön baba” diye bağırdım. “Bir çocuğun babasına soracağı sorular hiçbir zaman bitmez ki. Sor bakalım” diyen sesiyle arkamda belirdi. Elini tutmak istedim ama ulaşamadım. O ise ıslak kumun üzerine bir şeyler çiziyordu.

- Eğitim her yerde aynı değil mi? Okul ve öğretmen neden bu kadar önemli?
- Şöyle desek; Okullar topluma eğitimli ve yetişmiş bireyler kazandırmayı amaçlıyor ve bunu toplum geneline sistemli biçimde yaymaya çalışıyorsa öğretmen değişikliğinin ulaşılmak istenen amaç için önemli olmaması gerekmez mi?
- Peki öyle soralım. Amaç öğrencilerin yetişmesi ise öğretmenlerin yer değiştirmesi neden bu kadar sorun oluyor?
- Özellikle liseler insanları ilk gençlik yıllarında edinmesi gereken bilgiler ile donatırken kimliğin ve kişiliğin gelişmesine de katkıda bulunur. Bir arada yaşama kültürünü, uyum göstermeyi, takımın parçası olmayı okulda öğreniriz. İlk kimlikler de o yaşlarda şekillenir. Taraftarı olduğun takım da bir kimliktir, siyaseten yakın durduğun insanlarla birlikte edindiğin kimlik de. Üstelik edindiğin kimlikler karakterine de yansır. O yaşta insan hem arkadaşlarına benzeyip onlarla kaynaşmak hem de farklı olmak ister. Aradaki dengeyi kurma çabası karakterini ortaya çıkarır. Karakter dediğin birbiriyle uyumlu veya uyumsuz bir sürü bileşenin bir arada olduğu parçalı bir yapıdır. Onları bir arada tutup dengeli kişiliğe ulaşmak için gereken özgüveni de büyük oranda okul ortamında ediniriz. İşte o deneyimli öğretmenler bunu bilir, çocukların kimliklerini bulmasında ve kazandırdıkları özgüven ile karakterlerinin şekillenmesinde yol gösterici olurlar.
Kumun üzerine çizdiği irice ev resminin ortasına küçük çakıl taşları yerleştirmişti. “Bu kez ben bir soru soracağım” dedi babam. Eliyle çizdiği resmi gösterip “Bu bina okul olsa çakıl taşları neyi simgeliyor olabilir?” diye sordu.
- Öğrenciler herhalde
- Değil?
- O zaman öğretmenler.
- O da değil.
- Peki ne o zaman?
- Okulda yaşanmış ve unutulmamış anıları simgeliyor. Her okulda bu çakıl taşları gibi iyi kötü benzer olaylar yaşanır. Kimliğin ve karakterin şekillenirken o anıları da yanına alır gidersin. Zaman geçer geri dönüp okuluna baktığında bina ile birlikte o anılarını görürsün. O anki ruh haline göre bir anına ait çakıl taşını alıp cebine atar yanında taşırsın. O anılarda yer etmiş, okul ile birlikte anılan kült öğretmenlerin o yaşanmışlıkların parçası olduğunu, o kasvetli binalara ruh kazandırdıklarını fark edersin.
Arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. İçimi hüzün kaplamıştı. “Az önce söyle onlara diye bağırıyordun. Benden ne yapmamı istiyorsun?” diye seslendim. Durup bana baktı. O sıcak gülümsemesini ne kadar özlediğimi fark ettim.
- Birileri çocuklarla konuşmalı. Okulu bilen, tanıyan, ruh kazandıran öğretmenleri uzaklaştırırsan öğrencileri o kasvetli okulda korkularıyla baş başa bırakırsın. Korkarlar ve neden korktuklarını da bilemezler. Bir suç işlediklerini ve cezalandırıldıklarını düşünürler. O yaşta işlemedikleri bir suçun cezasını kabullenmeyi öğrenirlerse hayat boyu her olayda kendilerini suçlar, ezik yaşamayı normalleştirirler.
- Yani?
- Özgüvenlerini kazanamazlar. Velilerin, idarecilerin, eğitimcilerin herkesin konuşup tartıştığı bir ortamda kimse öğrencilerin cezalandırılıyor hissine kapılacaklarını görmüyor. Onlara kabahatleri olmadığını, suçluluk duymamaları gerektiğini söylenmeli. Öğrencilerin suçu yok. Bu onların beceriksizliği değil…
Sözlerini tamamladıktan sonra gözden kayboldu. Arkasından seslenmek, yetişip konuşmak istedim ama olmadı. Rüyanın devamını hatırlamıyorum.
Sabah sıkıntı ile uyandım. İlk işim geceden hatırladıklarımı yazıya dökmek için bilgisayarımın başına geçmek oldu. Yazdıklarımı gözden geçirip arkama yaslandığımda masamın üzerinde kenarda duran irice çakıl taşını fark ettim. Taşın ne zamandan beri orada olduğunu ve nereden geldiğini çıkaramasam da belki rüya devam ediyordur diye elime almaya çekindim. Öylece bıraktım…
Mehmet Uhri

NOT 1: Babam İhsan Uhri’nin anısına saygı ile…   Haklıydın baba; bir çocuğun babasına soracakları hiç bitmiyor.
.
NOT 2: İhsan Uhri kimdir?
İhsan Uhri İzmir 1922 doğumludur. Babası ve Annesi bugünkü Makedonya sınırları içinde Ohri’de dünyaya gelip Balkan savaşı öncesi Anadoluya göç etmek zorunda kalanlardandır.  İzmir’e yerleşirler. Soyadı kanunu çıkınca ufak bir harf hatası olsa da doğdukları şehre atıfla “Uhri” soyadını alırlar.
Tütün tüccarı olan babasının varlık vergisi uygulaması nedeniyle iflas etmesi üzerine ailenin geçim sıkıntısını hafifletebilmek için İhsan Uhri Edirne Öğretmen okuluna yazdırılır. 18 yaşında öğretmen olup ilk görev yeri olan Mardin Midyat’ta ilkokul öğretmenliği yapar. 1942 yılında Kars Sarıkamış’ta başladığı askerlik hizmeti II. Dünya savaşı nedeniyle uzar ve 37 ay ( 3 yıl ) askerlik yapıp 1945 te üsteğmen olarak terhis olur.
1946 – 51 arası Ankara Hasanoğlan ve Kars Cılavuz Köy enstitülerinde öğretmenlik İzmir Kızılçullu Köy enstitüsünde müdürlük yapar. 1952 – 56 yılları arasında İngiliz yönetimi altındaki Kıbrıs’ta Magosa Namık Kemal Lisesinde öğretmenlik görevini sürdürür.
1956 yılında Ege kolejinden dönüştürülen İzmir kolejine müdür yardımcısı olarak atanır. Fullbright burs sınavını kazanıp 1958- 60 yılları arasında Amerika’da Wisconsin üniversitesinde (Milwaukee) matematik masterı yapıp doktoraya başlar. 60 İhtilali nedeniyle yurt dışında okuyan herkesin ülkeye geri çağrılması üzerine İzmir’e geri döner. Dönerken yanında teslim edemediği doktora tezi de vardır. Ege Üniversitesi astronomi bölümüne öğretim üyesi olarak kabul edilse de burslu okuduğu ve devlete borcu olduğu gerekçesiyle Maarif vekaleti muvafakat vermez.
1960 tan itibaren “İzmir Maarif kolejinde veya günümüzdeki adıyla Bornova Anadolu Lisesinde” matematik öğretmeni olarak görev yapıp 1977 yılında emekli olur.
İhsan Uhri 1984 yılında geçirdiği enfarktüs ile kaybedilmiştir.

İçimizdeki Kötü

Perşembe, Mart 3rd, 2016
icimizdeki-kotu
Hayatı korkularımıza teslim ettiğimiz yetmezmiş gibi bunun son derece doğal, alışılmış bir hayat olduğu konusunda uzlaşmış görünüyoruz. Üstelik, korkularımızı çocuklara aşılamakta, onlara öncelikle nelerden korkması gerektiğini öğretmede de üstümüze yok. Annesinin kedi köpekten çekindiğini gören çocukların evcil hayvanlara yaklaşmakta zorlandığına, uzak durduğuna çoğumuz şahit olsak da sonuç değişmiyor. Tüketim çılgınlığını körüklemek için reklamlarda kullanılan argümanların çoğu da bireysel eksiklik ve kaygıları işaret edip korku toplumunun duvarlarını yükseltiyor. Markasını bilmediğimiz şampuan veya diş macunu bile kullanmaktan korkuyoruz. Korku sözcüğünün pek istenmeyen bir sözcük olduğunu bildiğimiz için tedirgin olma, endişelenme ve hatta serzeniş gibi sözcüklerle yumuşatmaya çalışırken ne kadar komik durumu düştüğümüzün de farkında değiliz.
Hayatın kaybedilmemesi gereken bir kazanım olduğuna o kadar inanıyoruz ki bir sabun köpüğüne benzeyen hayatlarımızı uzun süre bozulmadan tutma kaygısıyla nerede nasıl yaşadığımızı anlamadan görmeden “ha patladı, ha patlayacak” korkusunu hayatın ortasına yerleştiriveriyoruz. Çocuklarımıza sevgimizi sunup, sevgi ve huzur dolu bir dünya sunmayı hayal etsek de onlar öncelikle gözlerimizdeki korku ve kaygıyı görüyor. Korkuların egemen olduğu sevgisiz bir dünyadan yakınıyor ancak çoğunluğa bakıp hayatın normalleşmesinin böyle bir şey olduğu zannıyla değiştirmek için kılımızı bile kıpırdatmıyoruz.
Birilerinin sevgi ve ilgi dolu yaklaşım veya yardımına bile kaygı ile bakıyor, art niyet arıyoruz. Korkular hayatımıza o denli işledi ki insanoğlunun içindeki kötünün farkındayız. Ne zaman kime nasıl bir kötülük yapılacağı tedirginliği ile kabuğumuzu sağlamlaştırmaya uğraşıyor, susup bekliyoruz.
Göçlerin yarattığı trajedileri, insanlık ve değerlerinin bir kenara itildiği iç savaş görüntülerini, canlı bomba eylemlerini ve bu durumlara cılız da olsa vicdanı ile haykıranların susturulma çabalarını her şey normalmiş gibi izlemekle yetiniyoruz. Yaşananları onaylamasak da olmaması için çabalamada kendimizi yetkin bulmuyor, böyle bir görevimiz olmadığını düşünüyoruz. Otoriteye boyun eğip suskun kalmakla yaşananlara zımnen onay verdiğimizin de çoğumuz farkında. Herkesin aynı şeyi yapması, suskun kalıp yaşanan kötü olaylara ses çıkarmıyor oluşu vicdanımızı yatıştırmaya yetmese de üç maymunu oynamayı sürdürüyoruz. Süreç bir şekilde dönüp kendi canımızı acıttığında ise diğerlerinin nasıl bu kadar duyarsız olabildiğine hayret ediyor sonra yine hiçbir şey olmamış gibi hayatı kendi akışında sürdürmeye çabalıyoruz.
ickot2
Peki, ama nasıl yapıyoruz bunu? Böyle olabilmeyi nerede, nasıl, kim öğretti bize?
Bilindiği gibi temel davranış kalıplarını aile ortamında öğreniyoruz. İstenen ve istenmeyen davranışların ayırımını, iyiyi ve kötüyü, dürüst olmayı, doğrudan yana olmayı, yalan söylememeyi, çalışkan olmayı öncelikle ailenin beklentileri ile öğreniyoruz. Bu öğrenim sürecinde ödül/kabahat veya suç/ceza gibi zıt kavramlar ile birlikte hayatın uç noktaları olduğunu ve toplumun beklentilerine uygun bir denge geliştirmek gerektiğini de önce aile sonra içinde yaşadığımız toplum öğretiyor.
İtaat etmeyi de ailede öğreniyoruz…
Ailede başlayan itaat eğitimi okulda öğretmene, büyüklere, inanç sistemlerinde din adamlarına, tanrıya ve kutsallara, toplumda ise otoriteye itaat etme biçimiyle hayatımıza yayılıyor. Üyesi olduğumuz topluluk, toplum, cemaat görüş bildirdiğinde veya emir verdiğinde aykırı düşmemek, çirkin ördek yavrusu gibi görünmemek için itaat etmek gerektiğine inanıyoruz.
Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında sıkıştığımız anlarda sorunun varlığını fark ediyoruz. Ailemizden edindiğimiz ahlaki ve insani değerler ile otoritenin dayattığı davranış, görüş veya düşünce sistematiğinin uyuşmadığı durumlarda çoğunlukla karşı çıkmayıp uyum göstermeyi veya sessiz kalmayı seçiyoruz. Toplumun ileri gelenlerinin veya çoğunluğunun gür çıkan sesi temel ahlaki normlara uymayan bir şeyler dikte ettiğinde eğitimini ailede aldığımız itaat mekanizması sessizce devreye giriyor.
İnsanın kötü ve istenmeyen davranışlarda bulunabileceğini, başka insanlara zarar verebileceğini ancak bunların önlenmesi veya cezasız kalmaması gerektiğini içimizdeki adalet terazisi haykırsa da toplumun yüksek yararları işaret edilerek otoritenin bu suçları işlemesine göz yumulabiliyor. İşte böylesi durumlarda içimizdeki fırtınayı bastırmak, aykırı ve isyankâr görünmemek, ceza almamak için otoriteye itaat etme veya sessiz kalma kolaycılığına sığınmada insanoğlunun üstüne yok. Beklenen davranış kalıbı sadece itaat etmek, yapılan işin ahlaki ve insani olup olmadığını sorgulamadan, niteliğine bakmadan sadece emirleri uygulamak olabiliyor. Bu durum en açık şekliyle emir komuta sistemi ve itaat mekanizmasının tartışmadan uygulandığı askeri ortamlarda yaşanıyor.
Görüyoruz ki; Her şey itaat etmekle başlıyor.
İtaat etmeyi, toplumun genel kabullerine direnmemeyi, vicdanımızın elvermediği noktalarda ise yine çoğunluğa uyup susmayı, seyirci kalmayı veya kabullenmeyi aile ortamında öğreniyoruz. Haklı olduğumuz noktalarda aile büyüklerimize ses çıkarabilmek mümkün olsa da toplum içinde kralın çıplak olduğunu haykırabilmek hiç de kolay olmuyor.
berlin-duvari
Çevremizde yaşanan onca kötülüğe sessiz kalıp gözlerimizi yumarken kendimizi bir kurban çaresizliğinde görme eğilimimiz “ne şanssızım ki bu olaylara şahit oluyorum, keşke benim gözümün önünde olmasaydı da hiç yaşamamış olsaydım” diyerek olayı kişisel bir trajediye dönüştürmede de üstümüze yok. Kendimizi bu şekilde avutmamız bir yere kadar işe yarasa da başkalarının gözünde “kötü” olmaktan kendimizi alamıyor, tedirgin oluyoruz. Yakın çevremize bakarak “İyi de herkes böyle yapıyor, bir enayi ben miyim?” diye avunabilsek de bilinç dışımız masumiyetimizi yitirdiğimizi fısıldıyor. Daha da içine kapanma eğilimine giriyoruz.
İçimizde bir yerlerde kötü bir insan olduğu ve suskun kalarak bile olsa kötü bir şeyler yaptırdığı düşüncesi vicdanımızı kemirmeye devam ediyor. İçimizdeki kötüyü ne kadar dışsallaştırsak da onun varlığını ve faaliyette olduğunu derinden hissediyoruz.
Her insan gibi öleceğimizi bilip kendimizin öleceğine nasıl inanmıyorsak, tüm insanların içinde potansiyel olarak kötülüğün olduğunu bilip kendimizin kötü olduğuna da inanmıyoruz. Aile ortamında öğretildiği gibi otoriteye itaat edip onayını aldığımız sürece kötü insan olmayacağımızı düşünüyoruz. Soykırımlar başta olmak üzere tarih boyunca yaşanan pek çok insanlık trajedisinde kendimiz gibi sıradan insanların verilen emri yerine getiriyor veya işini yapıyor olmanın gönül rahatlığı içinde davrandığına şahit olsak bile kötü olabileceğimizi düşünmüyoruz.
İyi davranışlarımızın sorumluluğunu almada ve ödül beklemede otoritenin gözünün içine bakıyor, insanlığın temel değerlerine, insani özüne zarar veren “kötü” davranışlarımız için de mazeret üretip yine aynı otoriteden bağışlanmayı bekliyoruz. Toplum olarak insanlığa karşı bir suç işlenmiş ve bu ortaya çıkmışsa içimizdeki kötü ile yüzleşmek yerine inkâr ediyor veya sesimizi yükseltip baskın çıkmaya çabalıyoruz.
Tüm bunları öncelikle aile ortamında öğreniyoruz. İçinde bulunduğumuz çoğunluğun ortak aklının yanlış yapmayacağına itiraz etmeksizin inanmayı ve vicdanımızın sesini bastırıp ses çıkarmadan uyum göstermeyi aile ortamında öğreniyoruz. Kötülüğün iyi aile terbiyesi ve inanç eğitimi almış insanların içinde de olabildiğini görmemize karşın kendimize “kötü insanlığı” yakıştıramıyoruz. Ölenin ardından onca söylenecek söz varken “iyi bilirdik” deme gereği duymamız bile aslında içimizde bir yerlerde kötü olabileceğimize dair kaygı ve sıkıntının devam etmekte olduğunun işareti olarak görülebilir.
İyiyi kötüyü ayırt etmeyi bilmek ve yeri geldiğinde tüm üst kimliklerden arınmış salt insan gerçeği üzerinden kötü olduğu görünen bir davranış için vicdanımızın sesini yükseltip “hayır” diyebilmekle çocuktan katil yetiştirebilme sürecinin kırılabileceğinin de farkındayız.
Bir yerden başlamak gerekiyor. Aynadaki görüntüyle yüzleşmeye hazır mıyız?
Dr. Mehmet Uhri

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...