15 Nisan 2019

ALLAH’IN EVİ

ALLAH’IN EVİ ile ilgili görsel sonucu
ALLAH’IN EVİ
[1]Yaratılış  kitabı  (Tekvîn)  bize  İbrahim’in çocuğu olmadığını, çocuk sahibi olmaktan ümit kestiğini ve Allah’ın çadırındaki İbrahim’e şöyle seslendiğini  söyler:  
“Şimdi  göklere  bak  vesayabilirsen  gökteki  yıldızları  say.”  İbrahim gözlerini  yıldızlara  çevirdi  ve  şöyle  bir  sesduydu: “Senin soyun da aynı şekilde çoğalacak”(Tekvîn: 15:5) 
Karısı  Sâre  yetmiş altı,  İbrahim  ise  seksen beş yaşında  idi; karısı  İbrahim’e  Hacer  adında Mısır’lı  bir  cariyeyi  ikinci  karısı  olması  için verdi. 
Fakat hanımla cariye arasında geçimsizlik ortaya çıktı. 
Hacer, Sâre’nin kızgınlığından kaçtı ve  üzüntü  içinde  Allah’a  yalvardı.  
Allah  ona melek’le  bir  vahiy  gönderdi:  “Senin  soyunu  o kadar  çoğaltacağım  ki  onu  saymak  mümkün olmayacak.” Melek ona şunları söyledi: “İşte, bir çocuğun  olacak,  bir  erkek  çocuğu  dünyaya getireceksin ve adını İsmail koyacaksın; çünkü Allah senin kederini işitti.” 
(Tekvîn: 16: 10-11).
Sonra Hacer, İbrahim ve Sâre’nin yanına döndü ve  onlara  meleğin  söylediklerini  haber  verdi; çocuk  doğduğunda,  İbrahim  ona  “Tanrı  işitir”anlamına gelen İsmail adını koydu. 
Çocuk on üç yaşına geldiğinde, İbrahim 100, Sâre  ise  90  yaşındaydı; Allah  tekrar  İbrahim’e seslendi ve Sâre’nin bir erkek çocuğu dünyaya getireceğini,  adını  İshak  koymasını  söyledi. 
Büyük   oğlunun   Allah   katında   gözden düşeceğinden korkan İbrahim Allah’a yalvardı
“İsmail  senin  katında  yaşamaya  devam  etsin.”Allah  ona  şöyle  cevap  verdi:  “İsmail’le  ilgili söylediklerini  duydum.  
Üzülme,  selâmım  onun üzerine  olsun...  
Ben  onu  büyük  bir  millet yapacağım.  
Fakat  benim  ahdim  (sözüm), Sâre’nin  gelecek  yıl  bu  vakitte  dünyaya getireceği  İshak  ile  yerine  gelecek.”  (Tekvîn:17:20-1).
Sâre,  İshak’ı  dünyaya  getirdi  ve  onu  kendisi emzirdi.  
İshak  sütten  kesildiğinde,  İbrahim’e artık  Hacer  ve  İsmail’in  kendi  evlerinde kalmasına  gerek  kalmadığını  söyledi.  
İbrahim, İsmail’i  çok  sevdiği  için  buna  üzüldü.  
Fakat Allah  tekrar  İbrahim’e  seslendi  ve  Sâre’nin teklifine uymasını ve üzülmemesini söyledi; ve İsmail’in korunanlardan olacağını tekrarladı.
İbrahim  bir  değil,  iki  büyük  milletin  atası olacaktı –iki  büyük  millet,  yani  hidayete erdirilmiş  iki  güç,  yeryüzünde  Allah’ın emirlerini yerine getirecek olan iki araç– çünküAllah  din-dışı  (profan)  olan  bir  şeyi  rahmet olarak  vadetmez  ve  Allah  katında  ruh yüceliğinden  başka  büyüklük  yoktur.  
İbrahim, beraberce  akmaması  bilâkis  her birinin  kendi yolunda  gitmesi  gereken  iki  manevî  ırmağın kaynağı  olacaktı;  ve  her  şeyin  daha  güzel olacağı  inancıyla  İsmail  ve  Hacer’i  Allah’ın rahmetine  ve  meleklerinin  gözetimine  emanet etti.
İki manevî ırmak, iki din, Allah için iki dünya, iki daire, binaenaleyh iki merkez nokta. 
Bir yer, asla  orasını  insanlar  seçtiği  için  değil  fakat Göklerde   seçildiği   için   mukaddes   olur. İbrahim’in  sahası  dahilinde  iki  mukaddes merkez vardı; bunlardan biri yanında, öteki belkide  daha  henüz  bilmediği  bir  yerdi.  
İşte  bu ötekisiydi  Hacer  ve  İsmail’in  götürüldüğü;  bir kıraç  Arabistan  vadisinde,  Kenan  ilinin  kırk günlük deve yolu kadar güneyinde. 
Vadinin adı Bekke  idi,  vadinin  darlığı  yüzünden  bu  adı vermişlerdi ona; sadece üç geçit hariç her tarafı tepelerle çevriliydi. 
Üç geçidin biri kuzeye, biri güneye, diğeri ise batıda Kızıl Deniz’e açılır ve kıyıya  elli  mil  uzaklıktadır.  
Kitaplar,  Hacer  ve İsmail’in Bekke’ye nasıl ulaştığı hakkında bilgi vermiyor;   kervan   yolcularının   yardımıyla ulaşmış  olmalılar,  çünkü  vadi  büyük  kervan yollarından  birinin  üzerindedir.  
Bu  yol,  Güney Arabistan’dan  Akdeniz’e  götürülen  güzel kokular  ve  misklerin  taşındığı  yol  olduğu  için bazen “misk yolu” diye de adlandırılır. 
Hacer’le İsmail vadiye vardıklarında, herhalde kervandan ayrılmış   olmalılar.   
Ana-oğul   susuzluktan kavrulmaya  başladıklarında,  Hacer  oğlunun ölmesinden  korktu.  Atalarının  geleneklerine göre,  İsmail  yattığı  yerden Allah’a  yalvardı  ve annesi biraz ötedeki taşın üstüne çıkıp, yardım gelip    gelmediğini    araştırdı.    
Kimseyi göremeyince  karşıdaki  yüksek  tepeye  kadar koştu, fakat yine kimseyi göremedi. 
Yarı çılgın bir  halde  iki  nokta  arasından  yedi  kez  geçti, yedincisinde  dinlenmek  için  kayanın  üstüne oturduğu  sırada  melek  geldi.  
Tekvîn’e  göre Melek şöyle dedi:“Tanrı  çocuğun  sesini  duydu;  ve  Tanrı’nın meleği  gökten  Hacer’e  seslendi  ve  şöyle  dedi:‘Hacer,  seni  üzen  ne?’  ‘Korkma,  çünkü Tanrı, yatan  çocuğun  sesini  duydu.  
Kalk  ve  çocuğu kaldır, kucağına al. Çünkü onu büyük bir millet yapacağım.’  
Tanrı  onun  gözlerini  açtı  ve  o kaynayan bir su gördü.” (Tekvîn, 21: 17-20)
Allah, İsmail’in topuğunun olduğu yerden bir su kaynağı fışkırttı. 
Bundan sonra vadi, suyunun bolluğu  ve  güzelliği  nedeniyle  kervanların konak yeri oldu ve kaynak Zemzem adını aldı.

Tekvîn, İbrahim’in diğer kolunun kitabı değil, İshak ve soyundan gelenlerin kitabıdır. İsmail’le ilgili şunları yazar: “Ve Tanrı çocukla beraberdi, çocuk vahşi doğanın içinde büyüdü, yaşadı ve bir  okçu  oldu.”  (Tekvîn,  21:  17-20).  

Bundan sonra İsmail’den çok az bahseder, sadece İsmail ve İshak’ın babalarını Hebron (el-Halil, -y.n.)’da beraber  gömdüklerini  ve  birkaç  yıl  sonra Esav’ın,  kuzeniyle,  yani  İsmail’in  kızıyla evlendiğini yazarken İsmail’in adı geçer. Fakat Mezmur’da,  “Ey  Mihmandarların  Rabbi,  senin barınakların  (tapınakların)  ne  güzeldir”  adlı bölümü  açarken  İsmail  ve  annesinden  ve Zemzem’in  onların  vadiden  geçmesi  nedeniyle çıktığından   bahsedilir:   “Mübarek   olanlar, gücünü  senden  alan,  Bekke  vadisinden  geçip, orayı bir su kaynağı yapanların yolunda olan ve onları kalbinde taşıyanlardır.” (Mezmur; 84: 5-6).

İsmail  ve  Hacer  gittikleri  yere  ulaştıklarında, İbrahim’in daha yetmişbeş yıllık ömrü vardı ve oğlunu o kutsal yerde ziyaret etme fırsatı buldu.
Kur’ân bize, Allah’ın İbrahim’e İsmail’le birlikte Zemzem  kuyusunun  yakınına  inşa  edecekleri mabedin  yerini  gösterdiğini  söyler  (Hacc:  26); nasıl  yapacakları  da  onlara  bildirilmişti.  Bu mabede,  şekil  olarak  “küp”e  benzediği  için Kâ’be  adı  verilir;  dört  köşesi,  pusulanın  dört yönüne  göredir.  Fakat  bu  kutsal  yerdeki  en kutsal  nesne,  yeryüzüne  indiğinden  beri  Ebû Kubeys  Tepesi’nde  bulunduğu  ve  oradan  bir melek  tarafından  İbrahim’e  getirildiği  söylenen semavi  bir  taştır.  “  O,  Cennet’ten  yeryüzüne sütten beyaz bir halde indi, fakat Ademoğlu’nun günahları onu kararttı.” (Hadis: Tir. V11, 49.).

Bu  karataşı,   Kâ’be’nin   doğu   köşesine yerleştirdiler;  mabedin  yapımı  bittiğinde  Allah tekrar İbrahim’e seslendi ve ona Bekke’ye, veya daha  sonra  adlandırıldığı  gibi  Mekke’ye  Hac geleneğini kurmasını emretti:“

Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam  edenler,  rükua  ve  sücuda  varanlar  için Evimi tertemiz tut. 
İnsanlar içinde Hacc’ı duyur; gerek  yaya,  gerekse  uzak  yollardan  (derin vadilerden)  gelen  yorgun  düşmüş  develer üstünde sana gelsinler.” (Hacc, 26, 27)
Hacer, İbrahim’e Bekke’ye ilk geldiği günkü yardım  arama  çabalarından  bahsetti.  
O  da Hacer’in  geçtiği  iki  nokta  olan  Safa  ve  Merve tepeleri   arasından   hacıların   yedi   defa geçmelerini haccın gereklerinden birisi kıldı.

Daha  sonra  İbrahim  büyük  bir  olasılıkla Kenan’da- etrafındaki geniş otlaklara, buğday ve arpa tarlalarına bakarak şöyle dua etti:“Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını  Beyt-i  Haram  (Kutlu  ve  Korunmuş Ev’in)  yanında  ekini  olmayan  bir  vadiye yerleştirdim;   Rabbimiz,   dosdoğru   namazı kılsınlar  diye  (öyle  yaptım),  böylelikle  Sen, insanların  bir  kısmının  kalblerini  onlara  ilgi duyar  kıl  ve  onları  birtakım  ürünlerden rızıklandır.  

Umulur  ki  şükrederler.”  (İbrahim,37)[1].
BİR BÜYÜK KAYIP[2] İbrahim’in duası kabul oldu. 
Arabistan’dan ve daha  uzaklardan  gelen  hacılar  tarafından getirilen zenginlikler Mekke’yi doldurdu. 
Büyükhac yılda bir kez yapılıyordu; fakat Kâ’be, Umre yapılarak  yılın  istenilen  zamaında ziyaret edilebilirdi;  bu  ibadetler,  İbrahim  ve  İsmail’in koyduğu kurallara göre şevk ve bağlılık içinde yapılmaya devam ediyordu. 

İshak’ın soyundan gelenler de, Kâ’be’yi İbrahim tarafından yapılan kutsal bir tapınak olarak ziyaret ediyorlardı. Buonlar  için  Tanrı’nın  var  olan  mabedlerinden sadece  biri  idi.  
Fakat  yüzyıllar  geçtikçe  tek tanrıya  olan  ibadetin  saflığı  bozulmaya  ve kirlenmeye başladı. İsmail’in soyundan gelenler, Mekke  vadisine  sığmayacak  kadar  çoğaldılar; uzaklara göç edenler bu kutsal tapınaktan taşlar alıp, Kâ’be adına onlara saygı gösterdiler. 

Daha sonraları, komşu putperest toplulukların etkisiyle bu taşlara putlar da eklendi; ve sonunda hacılar bu  putları  Mekke’ye  taşımaya  başladılar.  
Bu putlar  Kâ’be’nin  çevresine  yerleştirildi,  işte  o zaman  yahudiler  İbrahim’in  tapınağını  ziyaret etmemeye başladılar.[2]
Putperestler, putlarının Tanrı ile insan arasında aracılık  yaptığını  savunuyorlardı.  
Bu  nedenle,Tanrı  ile  olan  ilişkileri  günden  güne  azaldı  ve Tanrı  onların  hayatından  uzaklaştıkça,  âhirete olan inançları zayıfladı, sonunda çoğu ölümden sonraki  yaşama  inanmamaya  başladı.  

Fakat gerçeği  görebilenler  için,  onların  Hak  yoldan saptığını  gösterir  birçok  delil  vardı:  artık Zemzem kuyusuna önem vermiyorlardı, nerede olduğunu  bile  unutmuşlardı.  
Bunun  asıl sorumlusu  Yemen’den  gelen  Cürhümîler’di. 
Onlar Mekke’nin yöneticiliği görevini üstlenmiş, İbrahim’in   soyundan   gelenler   de   bunu kabullenmişlerdi,  çünkü  İsmail’in  ikinci  karısı bir  Cürhümî  idi.  
Fakat  Cürhümîler  her  türlü adaletsizliği  uygulamaya  başladığında  diğer kabileler   onları   Mekke’den   kovdular.

Cürhümîler ayrılmadan önce Zemzem kuyusunu doldurdular  ve  üstünü  örttüler.  
Şüphesiz  bunu intikam  almak  için  kinlerinden  yaptılar;  fakat yıllardan  beri  hacıların  Kâ’be’ye  getirdiği mücevherleri  geri  dönüp  zengin  olmak  için kuyuya   gömdükleri;   ve   üstünü   kumla kapladıkları da olasıdır. 
Onların    görevini, yani    Mekke’nin yöneticiliğini Huzaa kabilesi üstlendi. 
Bu kabile İsmail’in  soyundan  gelen, Yemen’e  göç  eden, daha  sonra  tekrar  kuzeye  dönen  bir  Arap kabilesidir. 

Fakat Huzaa da, atalarına verilen bu harika  suyun  kaynağını  araştırmadı.  
Çünkü  o günlerde, Mekke’de başka kuyular kazılmış ve Tanrı’nın  bu  hediyesi  bir  ihtiyaç  olmaktan çıkmış,  Kutsal  Kuyu  yarı  unutulmuş  bir  hatıra olarak kalmıştı. 
O  halde  Cürhümîlerin  suçuna  Huzaa’lılar  da ortak  olmuşlardır.  

Huzaa’lıların  tek  suçu  budeğildir.  Onların  bir  şefi,  Suriye’den  dönerken Moabi’lerden,  putlarından  birini  vermelerini istedi.  
Ona  Hubel’i  verdiler.  Beraberinde Mekke’ye  getirdiği  Hubel,  Kâ’be’ye  kondu  ve Mekke’nin baş putu oldu.

VADİDEKİ KUREYŞ[3]
İbrahim’in  soyundan  gelen  en  güçlü  Arap kavimlerinden  biri  de  Kureyş  idi;  ve  İsâ’dan yaklaşık dört yüz yıl sonra, Kureyş’ten Kusayy, Huzaa’nın  lideri  Huleyl’in  kızı  ile  evlendi.

Huleyl,  damadını  kendi  oğullarına  tercih  etti; çünkü  Kusayy  zamanının  Arapları  arasında sivrilmiş  bir  şahsiyetti.  
Huleyl’in  ölümünden sonra,  şiddetli  bir  çarpışma  oldu  ve  sonunda Mekke’nin   yöneticiliği   ve   Kâ’be’nin koruyuculuğu Kusayy’a verildi. 
Bunun  üzerine  Kusayy  yakın  akrabaları  olan Kureyşlileri kardeşi Zühre, amcası Teym, diğer bir amcasının oğlu olan Mahzum ve daha uzak olan birkaç kuzenini vadiye getirdi ve Mabed’in yakınına  yerleştirdi.  
Bunlar  ve  yakınları  ‘Vadi Kureyş’leri’,  Kusayy’ın  daha  uzak  akrabaları olan ve çevredeki tepelerde yerleşmiş olanlar ise ‘Civar Kureyş’leri’ olarak tanınır. 
Kusayy bu iki kabileyi  de  kral  gibi  yönetir  ve  vergi  alır,  bu parayla  da  kendilerini  besleyemeyecek  kadar fakir olan hacıları doyururdu. 

Bu zamana kadar Mabed’in   koruyucuları   onun   çevresindeçadırlarda  kalıyorlardı.  
Fakat  Kusayy  onlara,kendilerine evler yapmalarını söyledi, kendisi de Dâru’n Nedve adıyla tanınan geniş bir ev yaptı.
Her şey ahenkliydi, fakat karışıklıklar çıkmak üzere idi.   

Kusayy   soyunun   belirginözelliklerinden biri de her nesilde bir tek seçkinkişinin  tüm  kavme  hükmetmesi  idi.  
Kusayy’ın dört oğlundan en şerefli ve tanınmış olanı AbduMenâf’tı. 
Fakat Kusayy, en büyük oğlu Abdu’d-Dâr’ı içlerinde en az yetenekli olmasına rağmen diğerlerine tercih etti ve ölümünden kısa bir süre önce  ona  şunları  söyledi:  “Oğlum,  insanlar, onları senden daha şerefli kabul etseler de, seni onların seviyesine çıkaracağım. 
Sen açmadıkça Kâ’be’ye  kimse  giremeyecek.  
Kureyş’in  savaş sancağı  senin  ellerinde  olacak,  sen  izin vermedikçe  hiçbir  hacı  Mekke’de  içecek  su bulamayacak,  sen  vermedikçe  hiçbir  yiyecek bulamayacak, Kureyş senin evinden başka yerde bir  meselede  anlaşamayacak.”  
Kendi  hak  ve güçlerinin  tümüyle  birlikte  Dâru’n-Nedve’nin sahipliğini de ona verdi. 

Evlâda  yakışır  bir  şekilde  Abdu  Menâf, babasının dileklerini tartışmasız kabul etti; fakat bir sonraki nesilde Kureyş’in yarısı, gününün en ileri  gelen  adamı  olan  Abdu  Menâf’ın  oğlu Hâşim’in  etrafında  toplandılar  ve  hakların Abdu’d-Dâr   sülâlesinden   Hâşim’in   kendi sülalesine  aktarılmasını  istediler.  

Hâşim  ve kardeşlerini  destekleyenler  Zühre  ve  Teym’in torunları ve en büyük oğulun soyundan olanlar hariç  tüm  Kusayy  soyundan  gelenlerdi. Mahzûm’un  soyundan  gelenler  ve  diğer  uzak kuzenler  hakların  Abdu’d-Dâr’da  kalması gerektiğini savundular. İşler o kadar alevlendi ki Abdu Menâf soyundan bir grup kadın bir kâse güzel koku getirip, Kâ’be’nin yanına koydular;

Hâşim, kardeşleri ve diğer taraftarları ellerini bu kâseye  daldırıp,  birbirlerini  bırakmayacaklarına dair and içtiler ve bu anlaşmayı teyid etmek için kokulu ellerini Kâ’be’nin taşlarına sürttüler. 
İşte bu grup ‘Güzel Kokanlar’ diye anıldı. 
Abdu’d-Dâr’ın  taraftarları  da  birleşme  andı  içtiler  ve onlara  da  ‘Müttefikler’  adı  verildi.  
Şiddet  ve savaş  sadece  Mabed’in  içinde  değil  Mekke’yi çevreleyen büyük bir daire içinde de yasaktı. 
İki grup, bir anlaşmazlık çıktığında, savaşmak için bu  kutsal  yerden  millerce  uzağa  gitmek zorundaydı.  Sonunda Abdu  Menâf  oğulları’nın vergi toplama ve hacılara yiyecek ve su sağlama haklarını almasına, Abdu’d-Dâr Oğulları’nın ise Kâ’be’nin  anahtarlarına  ve  diğer  haklara  sahip olmasına  ve  onların  evinin  yine  toplanma  yeri (Dâru’n-Nedve)  olarak  devam  etmesine  karar verildi.

Hâşim’in  kardeşleri,  hacılara  hizmet  görevini Hâşim’e  verdiler.  Hac  zamanı  yaklaştığında Hâşim  mecliste  kalkar  ve  şöyle  derdi:  “EyKureyşliler,  siz Allah’ın  komşularısınız,  O’nun evinin yakınlarısınız, işte bu bayramda Allah’ın ziyaretçileri, hacılar O’nun evine geliyor. OnlarAllah’ın  misafirleridir  ve  hiçbir  misafir  O’nun misafirleri  kadar  cömertlik  beklemez.  Eğer benim kendi zenginliğim yetse idi, bu yükü size yüklemezdim.”Hâşim hem Arabistan içinde, hem de dışında şeref  kazandı.  

Mekke’den  kalkan  iki  büyük kervanı, Yemen’e giden kış kervanını ve kuzey-batı Arabistan’a oradan Roma İmparatorluğu’nun  bir  bölümü  olarak  Bizans yönetiminde olan Suriye ve Filistin’e giden yaz kervanını  o  düzenlemiştir.  İki  kervan  da  eski“misk  yolu”  üzerinden  geçerdi  ve  yaz kervanının  en  önemli  duraklarından  biri  ve  ilk durağı, kuzeyde Mekke’den onbir günlük deve yolu uzaklıktaki Yesrib vahası idi. 

Bu vahada bir zamanlar  sadece  yahudiler  hüküm  sürüyordu, fakat daha sonra Güney Arabistan’dan bir Arap kavmi  bölgeyi  kontrolü  altına  aldı.  
Yahudiler, toplumun genel yaşamında rol almaya ve kendi dinlerini  koruyarak  zenginlik  içinde  yaşamaya devam  ettiler.  Yesrib’deki  Araplara  gelince, onlar ana erkil gelenekleri devam ettiriyorlardı. Atalarından  bir  kadının  ölümünden  sonra Kayle’nin   çocukları   adını   aldılar,   fakat Kayle’den sonra kabile, oğulları Evs ve Hazrec arasında ikiye ayrıldı. Hazrec’in en etkin ve tanınmış kadınlarından biri, Neccâr sülâlesinden Amr’ın kızı Selmâ idi. 
Hâşim onunla evlenmek istedi. 
Selmâ kendisiyle ilgili işlerin kontrolünün kendisinde olmasını şart koşarak  teklifi  kabul  etti  ve  ayrıca  bir  erkek çocuk  dünyaya  getirdiğinde  en  azından  dört yaşına  dek  Yesrib’de  büyütmeyi  şart  koştu.

Hâşim bu şartları kabul etti. 
Çünkü yeni gelenler için  daha  tehlikeli  olan  vaha  humması sayılmazsa,  Yesrib’in  iklimi  Mekke’den  daha sağlıklıydı.  
Bundan  başka  Hâşim  sık  sık Suriye’ye  gidiyordu.  
Gerek  oraya  giderken, gerekse  dönüşte  Selmâ  ve  oğlunun  yanında kalabilirdi.  

Fakat  Hâşim’in  yaşamı  uzun sürmedi,   seferlerinden   birinde  Filistin’de, Gazze’de hastalandı ve öldü. Hâşim’in Abdu Şems ve Muttalib[3] adında iki öz  kardeşi  ve  Nevfel  adında  bir  üvey  kardeşi vardı.  Abdu  Şems  Yemen’de  ve  Suriye’de ticaretle  meşguldü,  Nevfel  ise  Irak’ta  ticaret yapıyordu.  
Bu  nedenle  ikisi  de  çoğu  zaman Mekke’den uzakta bulunuyorlardı. 

Bu ve daha başka sebepler yüzünden, hacılara su verme ve onları  beslemek  için  vergi  toplama  haklarını Hâşim’in  küçük  kardeşi  Muttalib  aldı  ve kendisinden  sonra  bu  görevleri  yüklenebilecek bir  kişi  düşünmeye  başladı.  
Hâşim’in  Selmâ dışındaki diger eşlerinden üç oğlu vardı. 
Fakat söylenenlerin tümü doğru ise, bunların hiçbiri -ve  Muttalib’in  kendi  oğullarından  hiçbiri Selmâ’nın oğluyla karşılaştırılamazdı. 

Çok genç olmasına rağmen Şeybe annesinin verdiği isim liderlik   için   özgün   vasıflar   göstermeye başlamıştı. Vaha’dan geçen yolcular onunla ilgili çok mükemmel haberler getiriyorlardı. Sonunda Muttalib  onu  görmeye  gitti,  gördükleri  onu.
Selmâ’dan  yeğenini  kendisine  emanet  etmesini istemeye  yöneltti.  

Selmâ  oğlunu  bırakmak istemiyordu. 
Şeybe de annesinin rızası olmadan onu bırakmayacağını söyledi. 
Fakat Muttalib’in ümidi  kırılmamıştı.  
Mekke’nin  anne  ve  oğula Yesrib’in sağlayamayacağı    olanaklar sağlayacağını  vurguladı.  Kutsal  Ev’in  bekçileri ve  tüm  Arabistan’daki  haccın  merkezi  olan Kureyşliler  şerefçe  diğer  Arap  kabilelerinden üstündüler;  büyük  bir  ihtimalle  Şeybe,  bir  gün babasının  görevini  üstlenecek  ve  Kureyş’in liderlerinden biri olacaktı. 

Fakat bunun için önce kendi halkıyla bütünleşmeliydi. Dışardan gelen bir  göçmen  böyle  bir  şerefe  tabiî  ki  hak kazanamazdı.  Selmâ  onun  öne  sürdüğü düşüncelerden  çok  etkilendi.  

Eğer  oğlu Mekke’ye giderse onu Mekke’de ziyaret etmesi veya  oğlunun  onu  ziyaret  etmesi  zor olmayacaktı.  
Bu  nedenle  onun  gitmesine  izin verdi. 
Muttalib yeğenini devesinin arkasına aldı ve  yola  koyuldu.  
Mekke’ye  giderken  yolda onlara   rastlayanların,   bu   yabancı   genci gördüklerinde  “Abdu’l-Muttalib”    yani “Muttalib’in kölesi” dediklerini duydu. 

O da “bu benim kardeşim Hâşim’in oğludur” diye cevapverdi.  Sözlerine  karşılık  olarak  verilen  selâmla birlikteki  gülümseme,  şehirde  ağızdan  ağıza dolaşacak  olan  genç  adamla  ilgili  haberlerin başlangıcıydı;  o  günden  sonra  genç,  Abdu’l-Muttalib olarak anıldı.

Mekke’ye  vardıktan  kısa  bir  süre  sonra, babasının  hakları  üzerinde  Abdu’l-Muttalib  ile amcası Nevfel arasında anlaşmazlık çıktı: fakat koruyucu  amcasının  ve  Yesrib’den  gelen desteğin  yardımıyla  Abdu’l-Muttalib,  haklarını kazanabildi.  

Muttalib’in  Yesrib’de  verdiği sözlerden de ümit kesmedi. 
Yıllar sonra Muttalib öldüğünde hiç kimse yeğeninin hacılara yiyecek ve su sağlama haklarını almasına karşı çıkmadı.
Onun  bu  işi  becermekte  amcasını  ve  babasını bile geçtiği söylenirdi.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...