ALLAH’IN EVİ
[1]Yaratılış kitabı (Tekvîn) bize İbrahim’in çocuğu olmadığını, çocuk sahibi olmaktan ümit kestiğini ve Allah’ın çadırındaki İbrahim’e şöyle seslendiğini söyler:
“Şimdi göklere bak vesayabilirsen gökteki yıldızları say.” İbrahim gözlerini yıldızlara çevirdi ve şöyle bir sesduydu: “Senin soyun da aynı şekilde çoğalacak”(Tekvîn: 15:5)
Karısı Sâre yetmiş altı, İbrahim ise seksen beş yaşında idi; karısı İbrahim’e Hacer adında Mısır’lı bir cariyeyi ikinci karısı olması için verdi.
Fakat hanımla cariye arasında geçimsizlik ortaya çıktı.
Hacer, Sâre’nin kızgınlığından kaçtı ve üzüntü içinde Allah’a yalvardı.
Allah ona melek’le bir vahiy gönderdi: “Senin soyunu o kadar çoğaltacağım ki onu saymak mümkün olmayacak.” Melek ona şunları söyledi: “İşte, bir çocuğun olacak, bir erkek çocuğu dünyaya getireceksin ve adını İsmail koyacaksın; çünkü Allah senin kederini işitti.”
(Tekvîn: 16: 10-11).
Sonra Hacer, İbrahim ve Sâre’nin yanına döndü ve onlara meleğin söylediklerini haber verdi; çocuk doğduğunda, İbrahim ona “Tanrı işitir”anlamına gelen İsmail adını koydu.
Çocuk on üç yaşına geldiğinde, İbrahim 100, Sâre ise 90 yaşındaydı; Allah tekrar İbrahim’e seslendi ve Sâre’nin bir erkek çocuğu dünyaya getireceğini, adını İshak koymasını söyledi.
Büyük oğlunun Allah katında gözden düşeceğinden korkan İbrahim Allah’a yalvardı
“İsmail senin katında yaşamaya devam etsin.”Allah ona şöyle cevap verdi: “İsmail’le ilgili söylediklerini duydum.
Üzülme, selâmım onun üzerine olsun...
Ben onu büyük bir millet yapacağım.
Fakat benim ahdim (sözüm), Sâre’nin gelecek yıl bu vakitte dünyaya getireceği İshak ile yerine gelecek.” (Tekvîn:17:20-1).
Sâre, İshak’ı dünyaya getirdi ve onu kendisi emzirdi.
İshak sütten kesildiğinde, İbrahim’e artık Hacer ve İsmail’in kendi evlerinde kalmasına gerek kalmadığını söyledi.
İbrahim, İsmail’i çok sevdiği için buna üzüldü.
Fakat Allah tekrar İbrahim’e seslendi ve Sâre’nin teklifine uymasını ve üzülmemesini söyledi; ve İsmail’in korunanlardan olacağını tekrarladı.
İbrahim bir değil, iki büyük milletin atası olacaktı –iki büyük millet, yani hidayete erdirilmiş iki güç, yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirecek olan iki araç– çünküAllah din-dışı (profan) olan bir şeyi rahmet olarak vadetmez ve Allah katında ruh yüceliğinden başka büyüklük yoktur.
İbrahim, beraberce akmaması bilâkis her birinin kendi yolunda gitmesi gereken iki manevî ırmağın kaynağı olacaktı; ve her şeyin daha güzel olacağı inancıyla İsmail ve Hacer’i Allah’ın rahmetine ve meleklerinin gözetimine emanet etti.
İki manevî ırmak, iki din, Allah için iki dünya, iki daire, binaenaleyh iki merkez nokta.
Bir yer, asla orasını insanlar seçtiği için değil fakat Göklerde seçildiği için mukaddes olur. İbrahim’in sahası dahilinde iki mukaddes merkez vardı; bunlardan biri yanında, öteki belkide daha henüz bilmediği bir yerdi.
İşte bu ötekisiydi Hacer ve İsmail’in götürüldüğü; bir kıraç Arabistan vadisinde, Kenan ilinin kırk günlük deve yolu kadar güneyinde.
Vadinin adı Bekke idi, vadinin darlığı yüzünden bu adı vermişlerdi ona; sadece üç geçit hariç her tarafı tepelerle çevriliydi.
Üç geçidin biri kuzeye, biri güneye, diğeri ise batıda Kızıl Deniz’e açılır ve kıyıya elli mil uzaklıktadır.
Kitaplar, Hacer ve İsmail’in Bekke’ye nasıl ulaştığı hakkında bilgi vermiyor; kervan yolcularının yardımıyla ulaşmış olmalılar, çünkü vadi büyük kervan yollarından birinin üzerindedir.
Bu yol, Güney Arabistan’dan Akdeniz’e götürülen güzel kokular ve misklerin taşındığı yol olduğu için bazen “misk yolu” diye de adlandırılır.
Hacer’le İsmail vadiye vardıklarında, herhalde kervandan ayrılmış olmalılar.
Ana-oğul susuzluktan kavrulmaya başladıklarında, Hacer oğlunun ölmesinden korktu. Atalarının geleneklerine göre, İsmail yattığı yerden Allah’a yalvardı ve annesi biraz ötedeki taşın üstüne çıkıp, yardım gelip gelmediğini araştırdı.
Kimseyi göremeyince karşıdaki yüksek tepeye kadar koştu, fakat yine kimseyi göremedi.
Yarı çılgın bir halde iki nokta arasından yedi kez geçti, yedincisinde dinlenmek için kayanın üstüne oturduğu sırada melek geldi.
Tekvîn’e göre Melek şöyle dedi:“Tanrı çocuğun sesini duydu; ve Tanrı’nın meleği gökten Hacer’e seslendi ve şöyle dedi:‘Hacer, seni üzen ne?’ ‘Korkma, çünkü Tanrı, yatan çocuğun sesini duydu.
Kalk ve çocuğu kaldır, kucağına al. Çünkü onu büyük bir millet yapacağım.’
Tanrı onun gözlerini açtı ve o kaynayan bir su gördü.” (Tekvîn, 21: 17-20)
Allah, İsmail’in topuğunun olduğu yerden bir su kaynağı fışkırttı.
Bundan sonra vadi, suyunun bolluğu ve güzelliği nedeniyle kervanların konak yeri oldu ve kaynak Zemzem adını aldı.
Tekvîn, İbrahim’in diğer kolunun kitabı değil, İshak ve soyundan gelenlerin kitabıdır. İsmail’le ilgili şunları yazar: “Ve Tanrı çocukla beraberdi, çocuk vahşi doğanın içinde büyüdü, yaşadı ve bir okçu oldu.” (Tekvîn, 21: 17-20).
Bundan sonra İsmail’den çok az bahseder, sadece İsmail ve İshak’ın babalarını Hebron (el-Halil, -y.n.)’da beraber gömdüklerini ve birkaç yıl sonra Esav’ın, kuzeniyle, yani İsmail’in kızıyla evlendiğini yazarken İsmail’in adı geçer. Fakat Mezmur’da, “Ey Mihmandarların Rabbi, senin barınakların (tapınakların) ne güzeldir” adlı bölümü açarken İsmail ve annesinden ve Zemzem’in onların vadiden geçmesi nedeniyle çıktığından bahsedilir: “Mübarek olanlar, gücünü senden alan, Bekke vadisinden geçip, orayı bir su kaynağı yapanların yolunda olan ve onları kalbinde taşıyanlardır.” (Mezmur; 84: 5-6).
İsmail ve Hacer gittikleri yere ulaştıklarında, İbrahim’in daha yetmişbeş yıllık ömrü vardı ve oğlunu o kutsal yerde ziyaret etme fırsatı buldu.
Kur’ân bize, Allah’ın İbrahim’e İsmail’le birlikte Zemzem kuyusunun yakınına inşa edecekleri mabedin yerini gösterdiğini söyler (Hacc: 26); nasıl yapacakları da onlara bildirilmişti. Bu mabede, şekil olarak “küp”e benzediği için Kâ’be adı verilir; dört köşesi, pusulanın dört yönüne göredir. Fakat bu kutsal yerdeki en kutsal nesne, yeryüzüne indiğinden beri Ebû Kubeys Tepesi’nde bulunduğu ve oradan bir melek tarafından İbrahim’e getirildiği söylenen semavi bir taştır. “ O, Cennet’ten yeryüzüne sütten beyaz bir halde indi, fakat Ademoğlu’nun günahları onu kararttı.” (Hadis: Tir. V11, 49.).
Bu karataşı, Kâ’be’nin doğu köşesine yerleştirdiler; mabedin yapımı bittiğinde Allah tekrar İbrahim’e seslendi ve ona Bekke’ye, veya daha sonra adlandırıldığı gibi Mekke’ye Hac geleneğini kurmasını emretti:“
Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut.
İnsanlar içinde Hacc’ı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.” (Hacc, 26, 27)
Hacer, İbrahim’e Bekke’ye ilk geldiği günkü yardım arama çabalarından bahsetti.
O da Hacer’in geçtiği iki nokta olan Safa ve Merve tepeleri arasından hacıların yedi defa geçmelerini haccın gereklerinden birisi kıldı.
Daha sonra İbrahim büyük bir olasılıkla Kenan’da- etrafındaki geniş otlaklara, buğday ve arpa tarlalarına bakarak şöyle dua etti:“Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram (Kutlu ve Korunmuş Ev’in) yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır.
Umulur ki şükrederler.” (İbrahim,37)[1].
BİR BÜYÜK KAYIP[2] İbrahim’in duası kabul oldu.
Arabistan’dan ve daha uzaklardan gelen hacılar tarafından getirilen zenginlikler Mekke’yi doldurdu.
Büyükhac yılda bir kez yapılıyordu; fakat Kâ’be, Umre yapılarak yılın istenilen zamaında ziyaret edilebilirdi; bu ibadetler, İbrahim ve İsmail’in koyduğu kurallara göre şevk ve bağlılık içinde yapılmaya devam ediyordu.
İshak’ın soyundan gelenler de, Kâ’be’yi İbrahim tarafından yapılan kutsal bir tapınak olarak ziyaret ediyorlardı. Buonlar için Tanrı’nın var olan mabedlerinden sadece biri idi.
Fakat yüzyıllar geçtikçe tek tanrıya olan ibadetin saflığı bozulmaya ve kirlenmeye başladı. İsmail’in soyundan gelenler, Mekke vadisine sığmayacak kadar çoğaldılar; uzaklara göç edenler bu kutsal tapınaktan taşlar alıp, Kâ’be adına onlara saygı gösterdiler.
Daha sonraları, komşu putperest toplulukların etkisiyle bu taşlara putlar da eklendi; ve sonunda hacılar bu putları Mekke’ye taşımaya başladılar.
Bu putlar Kâ’be’nin çevresine yerleştirildi, işte o zaman yahudiler İbrahim’in tapınağını ziyaret etmemeye başladılar.[2]
Putperestler, putlarının Tanrı ile insan arasında aracılık yaptığını savunuyorlardı.
Bu nedenle,Tanrı ile olan ilişkileri günden güne azaldı ve Tanrı onların hayatından uzaklaştıkça, âhirete olan inançları zayıfladı, sonunda çoğu ölümden sonraki yaşama inanmamaya başladı.
Fakat gerçeği görebilenler için, onların Hak yoldan saptığını gösterir birçok delil vardı: artık Zemzem kuyusuna önem vermiyorlardı, nerede olduğunu bile unutmuşlardı.
Bunun asıl sorumlusu Yemen’den gelen Cürhümîler’di.
Onlar Mekke’nin yöneticiliği görevini üstlenmiş, İbrahim’in soyundan gelenler de bunu kabullenmişlerdi, çünkü İsmail’in ikinci karısı bir Cürhümî idi.
Fakat Cürhümîler her türlü adaletsizliği uygulamaya başladığında diğer kabileler onları Mekke’den kovdular.
Cürhümîler ayrılmadan önce Zemzem kuyusunu doldurdular ve üstünü örttüler.
Şüphesiz bunu intikam almak için kinlerinden yaptılar; fakat yıllardan beri hacıların Kâ’be’ye getirdiği mücevherleri geri dönüp zengin olmak için kuyuya gömdükleri; ve üstünü kumla kapladıkları da olasıdır.
Onların görevini, yani Mekke’nin yöneticiliğini Huzaa kabilesi üstlendi.
Bu kabile İsmail’in soyundan gelen, Yemen’e göç eden, daha sonra tekrar kuzeye dönen bir Arap kabilesidir.
Fakat Huzaa da, atalarına verilen bu harika suyun kaynağını araştırmadı.
Çünkü o günlerde, Mekke’de başka kuyular kazılmış ve Tanrı’nın bu hediyesi bir ihtiyaç olmaktan çıkmış, Kutsal Kuyu yarı unutulmuş bir hatıra olarak kalmıştı.
O halde Cürhümîlerin suçuna Huzaa’lılar da ortak olmuşlardır.
Huzaa’lıların tek suçu budeğildir. Onların bir şefi, Suriye’den dönerken Moabi’lerden, putlarından birini vermelerini istedi.
Ona Hubel’i verdiler. Beraberinde Mekke’ye getirdiği Hubel, Kâ’be’ye kondu ve Mekke’nin baş putu oldu.
VADİDEKİ KUREYŞ[3]
İbrahim’in soyundan gelen en güçlü Arap kavimlerinden biri de Kureyş idi; ve İsâ’dan yaklaşık dört yüz yıl sonra, Kureyş’ten Kusayy, Huzaa’nın lideri Huleyl’in kızı ile evlendi.
Huleyl, damadını kendi oğullarına tercih etti; çünkü Kusayy zamanının Arapları arasında sivrilmiş bir şahsiyetti.
Huleyl’in ölümünden sonra, şiddetli bir çarpışma oldu ve sonunda Mekke’nin yöneticiliği ve Kâ’be’nin koruyuculuğu Kusayy’a verildi.
Bunun üzerine Kusayy yakın akrabaları olan Kureyşlileri kardeşi Zühre, amcası Teym, diğer bir amcasının oğlu olan Mahzum ve daha uzak olan birkaç kuzenini vadiye getirdi ve Mabed’in yakınına yerleştirdi.
Bunlar ve yakınları ‘Vadi Kureyş’leri’, Kusayy’ın daha uzak akrabaları olan ve çevredeki tepelerde yerleşmiş olanlar ise ‘Civar Kureyş’leri’ olarak tanınır.
Kusayy bu iki kabileyi de kral gibi yönetir ve vergi alır, bu parayla da kendilerini besleyemeyecek kadar fakir olan hacıları doyururdu.
Bu zamana kadar Mabed’in koruyucuları onun çevresindeçadırlarda kalıyorlardı.
Fakat Kusayy onlara,kendilerine evler yapmalarını söyledi, kendisi de Dâru’n Nedve adıyla tanınan geniş bir ev yaptı.
Her şey ahenkliydi, fakat karışıklıklar çıkmak üzere idi.
Kusayy soyunun belirginözelliklerinden biri de her nesilde bir tek seçkinkişinin tüm kavme hükmetmesi idi.
Kusayy’ın dört oğlundan en şerefli ve tanınmış olanı AbduMenâf’tı.
Fakat Kusayy, en büyük oğlu Abdu’d-Dâr’ı içlerinde en az yetenekli olmasına rağmen diğerlerine tercih etti ve ölümünden kısa bir süre önce ona şunları söyledi: “Oğlum, insanlar, onları senden daha şerefli kabul etseler de, seni onların seviyesine çıkaracağım.
Sen açmadıkça Kâ’be’ye kimse giremeyecek.
Kureyş’in savaş sancağı senin ellerinde olacak, sen izin vermedikçe hiçbir hacı Mekke’de içecek su bulamayacak, sen vermedikçe hiçbir yiyecek bulamayacak, Kureyş senin evinden başka yerde bir meselede anlaşamayacak.”
Kendi hak ve güçlerinin tümüyle birlikte Dâru’n-Nedve’nin sahipliğini de ona verdi.
Evlâda yakışır bir şekilde Abdu Menâf, babasının dileklerini tartışmasız kabul etti; fakat bir sonraki nesilde Kureyş’in yarısı, gününün en ileri gelen adamı olan Abdu Menâf’ın oğlu Hâşim’in etrafında toplandılar ve hakların Abdu’d-Dâr sülâlesinden Hâşim’in kendi sülalesine aktarılmasını istediler.
Hâşim ve kardeşlerini destekleyenler Zühre ve Teym’in torunları ve en büyük oğulun soyundan olanlar hariç tüm Kusayy soyundan gelenlerdi. Mahzûm’un soyundan gelenler ve diğer uzak kuzenler hakların Abdu’d-Dâr’da kalması gerektiğini savundular. İşler o kadar alevlendi ki Abdu Menâf soyundan bir grup kadın bir kâse güzel koku getirip, Kâ’be’nin yanına koydular;
Hâşim, kardeşleri ve diğer taraftarları ellerini bu kâseye daldırıp, birbirlerini bırakmayacaklarına dair and içtiler ve bu anlaşmayı teyid etmek için kokulu ellerini Kâ’be’nin taşlarına sürttüler.
İşte bu grup ‘Güzel Kokanlar’ diye anıldı.
Abdu’d-Dâr’ın taraftarları da birleşme andı içtiler ve onlara da ‘Müttefikler’ adı verildi.
Şiddet ve savaş sadece Mabed’in içinde değil Mekke’yi çevreleyen büyük bir daire içinde de yasaktı.
İki grup, bir anlaşmazlık çıktığında, savaşmak için bu kutsal yerden millerce uzağa gitmek zorundaydı. Sonunda Abdu Menâf oğulları’nın vergi toplama ve hacılara yiyecek ve su sağlama haklarını almasına, Abdu’d-Dâr Oğulları’nın ise Kâ’be’nin anahtarlarına ve diğer haklara sahip olmasına ve onların evinin yine toplanma yeri (Dâru’n-Nedve) olarak devam etmesine karar verildi.
Hâşim’in kardeşleri, hacılara hizmet görevini Hâşim’e verdiler. Hac zamanı yaklaştığında Hâşim mecliste kalkar ve şöyle derdi: “EyKureyşliler, siz Allah’ın komşularısınız, O’nun evinin yakınlarısınız, işte bu bayramda Allah’ın ziyaretçileri, hacılar O’nun evine geliyor. OnlarAllah’ın misafirleridir ve hiçbir misafir O’nun misafirleri kadar cömertlik beklemez. Eğer benim kendi zenginliğim yetse idi, bu yükü size yüklemezdim.”Hâşim hem Arabistan içinde, hem de dışında şeref kazandı.
Mekke’den kalkan iki büyük kervanı, Yemen’e giden kış kervanını ve kuzey-batı Arabistan’a oradan Roma İmparatorluğu’nun bir bölümü olarak Bizans yönetiminde olan Suriye ve Filistin’e giden yaz kervanını o düzenlemiştir. İki kervan da eski“misk yolu” üzerinden geçerdi ve yaz kervanının en önemli duraklarından biri ve ilk durağı, kuzeyde Mekke’den onbir günlük deve yolu uzaklıktaki Yesrib vahası idi.
Bu vahada bir zamanlar sadece yahudiler hüküm sürüyordu, fakat daha sonra Güney Arabistan’dan bir Arap kavmi bölgeyi kontrolü altına aldı.
Yahudiler, toplumun genel yaşamında rol almaya ve kendi dinlerini koruyarak zenginlik içinde yaşamaya devam ettiler. Yesrib’deki Araplara gelince, onlar ana erkil gelenekleri devam ettiriyorlardı. Atalarından bir kadının ölümünden sonra Kayle’nin çocukları adını aldılar, fakat Kayle’den sonra kabile, oğulları Evs ve Hazrec arasında ikiye ayrıldı. Hazrec’in en etkin ve tanınmış kadınlarından biri, Neccâr sülâlesinden Amr’ın kızı Selmâ idi.
Hâşim onunla evlenmek istedi.
Selmâ kendisiyle ilgili işlerin kontrolünün kendisinde olmasını şart koşarak teklifi kabul etti ve ayrıca bir erkek çocuk dünyaya getirdiğinde en azından dört yaşına dek Yesrib’de büyütmeyi şart koştu.
Hâşim bu şartları kabul etti.
Çünkü yeni gelenler için daha tehlikeli olan vaha humması sayılmazsa, Yesrib’in iklimi Mekke’den daha sağlıklıydı.
Bundan başka Hâşim sık sık Suriye’ye gidiyordu.
Gerek oraya giderken, gerekse dönüşte Selmâ ve oğlunun yanında kalabilirdi.
Fakat Hâşim’in yaşamı uzun sürmedi, seferlerinden birinde Filistin’de, Gazze’de hastalandı ve öldü. Hâşim’in Abdu Şems ve Muttalib[3] adında iki öz kardeşi ve Nevfel adında bir üvey kardeşi vardı. Abdu Şems Yemen’de ve Suriye’de ticaretle meşguldü, Nevfel ise Irak’ta ticaret yapıyordu.
Bu nedenle ikisi de çoğu zaman Mekke’den uzakta bulunuyorlardı.
Bu ve daha başka sebepler yüzünden, hacılara su verme ve onları beslemek için vergi toplama haklarını Hâşim’in küçük kardeşi Muttalib aldı ve kendisinden sonra bu görevleri yüklenebilecek bir kişi düşünmeye başladı.
Hâşim’in Selmâ dışındaki diger eşlerinden üç oğlu vardı.
Fakat söylenenlerin tümü doğru ise, bunların hiçbiri -ve Muttalib’in kendi oğullarından hiçbiri Selmâ’nın oğluyla karşılaştırılamazdı.
Çok genç olmasına rağmen Şeybe annesinin verdiği isim liderlik için özgün vasıflar göstermeye başlamıştı. Vaha’dan geçen yolcular onunla ilgili çok mükemmel haberler getiriyorlardı. Sonunda Muttalib onu görmeye gitti, gördükleri onu.
Selmâ’dan yeğenini kendisine emanet etmesini istemeye yöneltti.
Selmâ oğlunu bırakmak istemiyordu.
Şeybe de annesinin rızası olmadan onu bırakmayacağını söyledi.
Fakat Muttalib’in ümidi kırılmamıştı.
Mekke’nin anne ve oğula Yesrib’in sağlayamayacağı olanaklar sağlayacağını vurguladı. Kutsal Ev’in bekçileri ve tüm Arabistan’daki haccın merkezi olan Kureyşliler şerefçe diğer Arap kabilelerinden üstündüler; büyük bir ihtimalle Şeybe, bir gün babasının görevini üstlenecek ve Kureyş’in liderlerinden biri olacaktı.
Fakat bunun için önce kendi halkıyla bütünleşmeliydi. Dışardan gelen bir göçmen böyle bir şerefe tabiî ki hak kazanamazdı. Selmâ onun öne sürdüğü düşüncelerden çok etkilendi.
Eğer oğlu Mekke’ye giderse onu Mekke’de ziyaret etmesi veya oğlunun onu ziyaret etmesi zor olmayacaktı.
Bu nedenle onun gitmesine izin verdi.
Muttalib yeğenini devesinin arkasına aldı ve yola koyuldu.
Mekke’ye giderken yolda onlara rastlayanların, bu yabancı genci gördüklerinde “Abdu’l-Muttalib” yani “Muttalib’in kölesi” dediklerini duydu.
O da “bu benim kardeşim Hâşim’in oğludur” diye cevapverdi. Sözlerine karşılık olarak verilen selâmla birlikteki gülümseme, şehirde ağızdan ağıza dolaşacak olan genç adamla ilgili haberlerin başlangıcıydı; o günden sonra genç, Abdu’l-Muttalib olarak anıldı.
Mekke’ye vardıktan kısa bir süre sonra, babasının hakları üzerinde Abdu’l-Muttalib ile amcası Nevfel arasında anlaşmazlık çıktı: fakat koruyucu amcasının ve Yesrib’den gelen desteğin yardımıyla Abdu’l-Muttalib, haklarını kazanabildi.
Muttalib’in Yesrib’de verdiği sözlerden de ümit kesmedi.
Yıllar sonra Muttalib öldüğünde hiç kimse yeğeninin hacılara yiyecek ve su sağlama haklarını almasına karşı çıkmadı.
Onun bu işi becermekte amcasını ve babasını bile geçtiği söylenirdi.