15 Aralık 2018

ZÜL KARNEYN (Zel karneyn)


ZÜL KARNEYN (Zel karneyn)


GİRİŞ

Kur’an, özgüveni çok yüksek olan bir belgedir. Hiç kimseden koruma ve himaye talep etmediği gibi, Kur’an’a iman ettiğini söyleyenlere ayetlerini dost düşman gözetmeden herkese ulaştırma görevini yüklemektedir. İnanıp benimseyen veya inanmayıp benimsemeyen herkesi kendisini incelemeye, iddia ettikleri gibi bünyesinde çelişkiler olduğu/olacağı söylemlerinde samimi iseler bunları deşifre etmeye çağırmaktadır. O bu özgüvenini ilk önce Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ın kelamı olmaktan aldığını söyler.[1]Kendisi hakkında şüphe duyanlara, her fırsatta bu şüphelerini kanıtlamaları için meydan okur. Hatta bu konuda özgüveni o kadar fazladır ki; şüphelerini ispat etmek için iş birliği yapabilecekleri herkesi yardıma çağırmalarını bile söyler.
Bakara 2/23
وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَىٰ عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). (DİB meali)
Kur’an’ın “benzeri bir pasaj siz de getirin”şeklindeki meydan okumasından bu yana geçen zaman içinde bunu yapabilen çıkmamış bundan sonra da çıkması mümkün değildir. Çünkü ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın herhangi bir açığını, birbirini tutmaz yerlerinin olduğunu tespit etmek imkansızdır.
Kehf 18/1
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَىٰ عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا
Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik yapmayan Allah’a mahsustur. (DİB meali)
Yüce Allah hem elçileri vasıtasıyla gönderdiği vahiyleri hem de yarattığı her bir varlığı ayet olarak isimlendirmiştir.[2] Resulleri aracılığıyla gönderdiği vahiyleri açığı gediği olmayan bir yapıda indirdiği gibi yarattığı ayetleri de herhangi bir açığı gediği olmayacak yapıda yaratmıştır. Bu yüzden eksik, gedik ve tutarsızlık bulma çabasında olanlara, aynı çabayı kevni ayetlerde de tekrarlamalarını söyleyerek meydan okumaktadır. Yarattığı ayetlerde de herhangi bir eksiğin, herhangi bir gediğin bulunmadığını, isteyenin bu eksiği ve gediği aramasını ama bu arayışının hüsranla sonuçlanacağını söylemektedir.
Mülk 67/3-4
الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا ۖ مَا تَرَىٰ فِي خَلْقِ الرَّحْمَٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍ ۖ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَىٰ مِنْ فُطُورٍ
(3) O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?
ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ
(4) Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir. (DİB meali)
Yüce Allah indirdiği veya yarattığı hiçbir ayetinde eksik gedik bırakmadığı gibi asla uyumsuz ve çelişkili de indirmemiş ve yaratmamıştır. Zira yarattığı veya vahyettiği ayetlerinde uyumsuzluk olması halinde bu, aslında bizzat kendisinde bir eksiklik olduğu anlamına gelecektir. Ama O her türlü eksiklikten münezzehtir. Kaldı ki insanoğlu varlığından bu yana her türlü imkanını kullanarak kevni ayetleri incelemiş, eksik gedik bulmak bir yana inceledikçe ayetlerdeki uyum ve netlik onu aciz bırakmıştır.
Yüce Allah’ın ayet dediği yaratılmış her bir varlık, hep birlikte muhteşem bir birliktelik oluşturmuş, göz kamaştırıcı bir ahenk ile uyumlu hale gelmiştir. Küçük, büyük, uzak, yakın yaratılmış her bir varlık kopmaz bağlarla birbirine bağlanmış biri diğerini açıklar, biri diğerini anlamlı kılar hale getirilmiştir. Varlıkların devamlılıklarını sağlamaları bu bağların daima ilkeli, canlı ve geçerli bir halde olmasıyla mümkün kılınmıştır. Yüce Allah’ın akıl sır ermez bir şekilde oluşturduğu bu bağlardan herhangi birinin kopması durumunda oluşacak zararın sadece birini değil hepsine etki edeceği, geri plana görünür bir şekilde yerleştirilmiştir. Herhangi birinde oluşacak işlev ve konum kaybının, bir şekilde diğerlerini de etkileyeceği en geçerli kanun olarak varlığa konmuştur.
Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’an da tıpkı kevni ayetler gibidir. Onda da herhangi bir gedik, herhangi bir eksik, herhangi bir tutarsızlık yoktur.
Zümer 39/28
قُرْآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’an olarak indirdik. (DİB meali)
Nisa 4/82
أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ ۚ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا
Hâlâ Kur’an’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı. (DİB meali)
Yüce Allah tıpkı varlık ayetlerinde olduğu gibi, Kur’an ayetlerini de her bir harfini, kelime, cümle, pasaj ve surelerin diğerleriyle kopması mümkün olmayan bağlar kurarak oluşturmuştur. Yüce Allah’tan başka hiç kimsenin oluşturmayacağı bu bağlar, eşsiz ve benzersiz bir ahenkle biri diğerini açıklayan, biri diğerini anlamlı kılan bir bütün halinde gelmiştir. Yüce Allah’ın kurduğu bu bağların hiçbirinde gevşeklik olmadığı gibi, oluşan her bir kelime, cümle ya da pasajlarda ne bir eksik ne bir gedik ne de bir tutarsızlık yoktur ve olabilmesi de mümkün değildir.
Doğal olarak bu evsafta bir kitap olan Kur’an, kullandığı dil, bahsettiği konular, koyduğu hükümler, verdiği örnekler, anlattığı kıssalar yönünden de eksiksiz ve tutarlıdır. Kullandığı dilin, başkası tarafından düzeltilebilecek bir yanlışı, eksik ve açık anlatmamasından kaynaklanan bir bulanıklığı, her okuyanın başka şekilde anlayabileceği çelişkili ifadeleri, kuralsız ve rasgele kurduğu cümlelerden kaynaklanan bir belirsizliği yoktur.
Her söz, söyleyenin özelliklerini üzerinde taşır. Söyleyenin nezaketi ya da kabalığı, bilgeliği ya da cahilliği, kararsızlığı ya da kararlığı, güçlülüğü ya da güçsüzlüğü kesinlikle sözlerine de yansıyacaktır. Kur’an Allah kelamıdır ve bu kelam onu kullarına vahyeden Yüce Allah’ın özelliklerini üzerinde taşımaktadır. Zamana ve mekâna mâhkum olmayan Yüce Allah’ın kelamı da zamana ve mekâna mâhkum olmayacaktır. Nasıl ki zamanın yıpratıcılığının ve aşındırıcılığının, mekânın ise sınırlandırıcı baskısının Yüce Allah’ın üzerinde bir etkisi olamayacaksa, onun kelamı üzerinde de bir etkisi olmayacaktır. Nasıl ki Yüce Allah tüm zaman ve mekanları kuşatmışsa, onun sözlerinin de öyle olması gerekmektedir. Çünkü her söz sahibinin özelliklerini yansıtan bir aynadır.
Nasıl ki varlık alemindeki her ayette Yüce Allah’ın kudretinin yansımaları çok zorlanmadan görülüyorsa, Kur’an’ın her ayeti de Yüce Allah’ın kudretinin bir yansımasıdır. Varlık alemi içinde Yüce Allah’ın öngörmediği herhangi bir durum yoksa, Kur’an’ın içinde de Yüce Allah’ın öngörmediği hiçbir şey yoktur.
Yüce Allah bu Kur’an’ı kullandığı kelimelerden, kurduğu cümlelerden, verdiği örneklerden, anlattığı kıssalardan tutun da kelimelerin diğer kelimelerle, cümlelerin diğer cümlelerle, cümlelerin varlık alemiyle bağlarına varana kadar her şeyini kendisi oluşturmuştur[3]. Yüce Allah kelimelerini, cümle yapılarını, hükümlerini, üzerinden örnekler verdiği kıssalarını ne zaman, nerede ve ne şekilde indirileceğini tamamen kendisinin belirlediği bu Kur’an’la kullarını muhatap kılmış ve onları bu Kur’an’a uymakla mükellef tutmuştur. Kişilik oluşumlarından aile oluşumuna, tasavvur oluşumundan toplum oluşumuna, kendini anlamaktan varlığı anlamaya, geleceğe hazırlanmaktan geçmişi bilmeye varana kadar her şeylerini bu kitapla yapmalarını ısrarla söylemiştir.[4]
İnsana böylesi bir mükellefiyet yükleyen, Yüce Allah’ın kendi kudretiyle belirleyerek gönderdiği Kur’an’ın insanla ilgili her şeyi kuşatmış ve öngörmüş olması doğal olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü kapalı, açıklanmak için başkasına muhtaç, boşlukları bulunan, sorulan sorulara cevap vermede yetersiz kalan, başkaları tarafından şekilden şekle sokulan bir metnin insanı kuşatacak yapıda olması, insana her konuda yeterli olabilmesi mümkün değildir.
İlmi her şeyi kuşatmış olan Yüce Allah, kelimelerini, cümle yapılarını, üzerinden misaller getirdiği kıssalarını her şeyini kendi belirlediği metinle muhatap kıldığı kullarının sorması muhtemel sonsuz sayıda sorularını da kuşatmış ve cevapları mutlaka vermiştir. Her şeyini kendisinin belirlediği metinden doğacak soruları öngörememiş, bilememiş ve cevaplarını verememiş olması ihtimali bile imkân dışıdır. Hele boşluklar bırakıp bunları başka şeylerin doldurmasına müsaade etmiş olması alemlerin hükümdarı olan Yüce Allah’ın şanına asla yakışmamakta ve bu O’na yapılmış iftira olmaktadır.
Kur’an’da anlatılan her kıssa, zikredilen her isim, verilen her örnek bizzat Yüce Allah tarafından insanlığın gündemine taşınmıştır. Hatta insanın oluşturacağı tüm gündemlerin Yüce Allah’ın belirlediği bu gündeme göre olması emredilmiştir.
Şu hâlde Kur’an, oluşturduğu bu gündeme dair tüm soruların cevaplarını bünyesinde barındırmak zorundadır. Eğer kendisi gündem oluşturuyor, gündemin kodlarını kendisi belirliyorsa, doğal olarak belirledikleri ile ilgili soruları da cevaplaması gerekmektedir. Hem gündem oluşturup hem de gündem oluştururken kullandığı olay ve kişilikler hakkında söylediklerinden kaynaklanan sorulara cevap veremiyorsa (haşa) bu eksiklik ve yetersizlik anlamına gelmektedir. Kur’an bundan münezzehtir.
Öte yandan Kur’an’da anlatıldığı halde kim oldukları bilinmeyen ve haklarında yüzlerce efsane oluşmuş kişiliklerin olduğu da bir gerçektir. Mesela; Lokman, Zil Kifl ve Zel Karneyn… Kur’an bu kişiliklerden bahsetmesine hatta bu kişilikleri insanlığın gündemine taşımasına rağmen, haklı olarak sorulan “Kim bunlar?”sorusu onlarca farklı şekillerde cevaplanmıştır.
“Kim bunlar” sorusuna verilen onlarca farklı cevap acaba Kur’an’ın bu konuda net olmamasından ya da cevaplamaya ihtiyaç olmadığından mı kaynaklanmıştır yoksa bu onlarca cevabın sebebi başka şeyler midir?
Cevaplamaya ihtiyaç duymamıştır dememiz doğru olmayacaktır çünkü; insanlık bu soruyu sormuş ve her türlü imkânı kullanarak bu sorunun cevabını aramıştır. Bu cevap arama girişimleri Kur’an’ın bahsettiği bu kişilikler etrafında sayısız efsanenin oluşmasına neden olmuştur.
Hakkında en fazla efsanenin oluştuğu isim ise Zülkarneyn olmuştur. Henüz tam olarak kim olduğu bilinmeyen Zülkarneyn için “kim olduğunun ne önemi var, mühim olan mesaj” denilerek farklı bir tavır içine girilip, merakların bastırılması da söz konusu değildir. Zira; bu ismin Kur’an gündemine taşınması onun hakkında sorulan sorular üzerinden olduğu, kıssanın daha en başından anlaşılmaktadır.
Kehf 18/83
وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِ ۖ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًا
Sana Zilkarneyn hakkında soruyorlar. De ki “Size onun doğru bilgisini[5]tilavet edeceğim.
“Sana soruyorlar” denilerek kıssası anlatılmaya başlanan ve insanlığın gündemine bizzat Yüce Allah tarafından taşınan bir kişilik hakkında kim bu? sorusunu sormamak ve soranlara da “kim olduğunun ne önemi var mühim olan mesaj” demek herhalde çok absürd olacaktır.
Nitekim her tefsir yazarı Zülkarneyn kimdir? sorusunu sormuş, bulabildiği her bilgiyi tefsirine koyarak sayfalar dolusu cevaplar oluşturmuştur. Fakat verilen çok çeşitli cevaplar Kur’an’da kıssası anlatılan Zülkarneyn’in adı etrafında daha da fazla gizemin ve aklın sınırlarını zorlayan efsanelerin oluşmasına sebep olmuştur.
Makedonyalı Aleksandr, Bilge Kağan, Pers ve Med kralları, Süleyman hatta Muhammed (a.s) olduğu bile söylenen Zülkarneyn’in, Kur’an’da anlatılan yolculukları da efsanevi bir hale bürünmüştür. Son zamanlarda Zülkarneyn’in bir uçan daireye bindiği, ışık hızıyla zamanda yolculuk yaptığı geçmişe gidip ne olduğuna, geleceğe gidip ne olacağına bile baktığını söyleyen kitaplar yazılmıştır. Kimi müellifler ise Zülkarneyn’in temsili (yani sanal) bir kişilik olduğunu, Kur’an’ın indiği ortamda Arap-cahiliye aklını etkilemek için böyle bir kıssa anlatıldığını söylemişlerdir.[6]
Zülkarneyn hakkında söz söylemeye, araştırma yapmaya kalkışan tüm müellifler, anlatımlarına şu ifadelere benzer cümleler kurarak başlamaktadırlar. “Kur’an, Zülkarneyn’in kişiliği, yaşadığı yer ve dönem hakkında hiçbir bilgi vermemekte, kıssası ise son derece veciz ama müphem (kapalı) bir şekilde anlatılmaktadır.”
Konuya “bilgi bulunmuyor ve müphem” denilerek başlanması Zülkarneyn’in anlaşılması için Kur’an dışı kaynakların konu üzerinde söz sahibi olmasına yol açmıştır. Konuyu “müphem” diyerek tarif etmenin “Allah müphem konuştu!” anlamına geleceği ise gözden kaçırılmıştır.
Oysa, eğer Yüce Allah bir meseleyi ya da kıssasını anlattığı bir kişiliği kapalı tutarsa acaba onu açmaya kimin gücü yetebilir? Allah’ın açmadığını kim açabilir, Allah’ın tanıtmadığını kim tanıtabilir ki? Şu hâlde Allah’ın müphem bıraktığı bir konuyu açmaya kalkışmak, tanıtmadığını tanıtmaya kalkışmak Allah’tan rol çalmak anlamına gelmez mi? Yüce Allah’ın insanlığa en büyük rahmeti hiç şüphesiz Kur’an’dır. Eğer bu Kur’an’da bir kıssa anlatılmış ve o kıssada geçen kişilik hakkında bilgi verilmemiş veya müphem bırakılmışsa bu Yüce Allah’ın göndermeyip yanında tuttuğu bir rahmet anlamına gelmektedir.
Fatır 35/2
مَا يَفْتَحِ اللَّهُ لِلنَّاسِ مِنْ رَحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا ۖ وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِهِ ۚ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Allah’ın rahmetinden bir şeyi kullarına açmasını tutabilen biri asla yoktur. Allah’ın (göndermeyip) tuttuğu şeyi de O’nun ardından gönderebilecek biri de elbette yoktur ve O El Aziz, El Hâkim’dir.
Kapalı olanı açan, anlaşılmaz olanı anlaşılır kılan, bilinmeyeni bilinir kılan, saklanmışı ortaya çıkaran, kelimenin, eşyanın, varlığın doğru anlaşılmasını sağlayan Kur’an’dır. Eksikleri tamamlayan, tutarsızlıkları ortaya koyan, düğümleri çözen, anlaşmazlıkları bitiren, karanlıkları aydınlatan Kur’an’dır. Nasıl olur da bir yaratılmış saymaya hiç kimsenin güç yetiremeyeceği üstün özellikleri olan Kur’an’dan daha açık ve anlaşılır olabilir ki?
Kur’an arkeolojik kazı sonucunda toprak altından çıkmış tarihi bir tablet, onun içindeki ayetler de birtakım uzmanlar tarafından çözülmeye muhtaç çivi yazıları değildir. Kur’an’ın bahsettiği kişiler veya olaylar hakkında bir müphemlik ortaya çıkıyorsa bunun iki kaynağı vardır.
Birincisi; Gerçekten Kur’an meseleyi müphem bir şekilde anlatmıştır ki; böyle bir şeyi söylemek (haşa) Allah’ın ilminin üstünde bir ilme sahip olmayı gerekli kılmaktadır!.. Çünkü; Yüce Allah gönderdiği Kur’an’ın açık ve açıklanmış bir yapıda olduğunu defalarca belirtmiştir.
Hud 11/1
الر ۚ كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ
ELİF! LÂM! RÂ!  (Bu), Ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da Hakim ve Habir olan tarafından ayrıntılı açıklanmış bir kitaptır.
Enam 6/114
أَفَغَيْرَ اللَّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنْزَلَ إِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلًا ۚ
(De ki) “Allah’tan başka bir hakem mi ararım?” Kitap’ı size detaylıca açıklanmış olarak indiren O’dur…
Enam 6/126
وَهَٰذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسْتَقِيمًا ۗ قَدْ فَصَّلْنَا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ
Bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Doğru bilgi elde etmek isteyen bir kavim için ayetleri detaylıca açıkladık.
Araf 7/52
وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَىٰ عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Andolsun ki, inanacak bir kavim için, bir rehber ve bir rahmet olan kitabı bir ilim üzere ona açıklamıştık.
Bu ayetlere rağmen Kur’an’ın bahsettiği kıssalara müphem yani açıklanmamış demek, yukarıdaki ayetleri gönderenin üstünde bir ilme sahip olmayı gerekli kılmaz mı? Bu yüzden müphemliğin Kur’an’dan kaynaklandığını söylemek cidden ağır sorumluluk gerektiren bir yaklaşım biçimidir!  Kur’an’ın içinde Kur’an’ın nasıl bir yapıda olduğunu bildiren yani Kur’an’ı tanıtan yüzlerce ayet vardır ve bu ayetlerin hiçbirinde Kur’an’ın “müphem” özelliğinden hiç bahsedilmemiştir. Tam tersi hiçbir şekilde onda bir müphemliğin olmadığı ve olamayacağı belirtilmiştir. Kur’an’ı müphem şeklinde bir sıfatla nitelemek sanırız hiçbir Mümin’in kabul edebileceği bir şey değildir. Şu durumda Kur’an kıssalarında geçen isimler üzerinde oluşan müphemliğin kaynağı asla Kur’an’ın kendisi değildir sonucunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İkincisi; Müphemlik, Kur’an’ı anlamak için doğru yöntemleri kullanmadıklarından herhangi bir sonuç elde edemeyen ulemanın(!) kendisinden kaynaklanmaktadır… Kur’an’ı daha anlaşılır kılmak için çok erken dönemlerde tefsir yazma geleneğini başlatan ulema, kendilerinden sonrakiler için cidden hatırı sayılır bir müktesebat bırakmıştır. Her birinin kendisine göre belirlediği yöntemlerle yazılmış bu tefsirler, tarih boyunca Kur’an’ı anlamak isteyenler için ana başvuru kaynakları olmuştur. Son yüzyıllarda başlayan Kur’an’a meal yazma geleneği de çok büyük oranda bu kaynaklardan beslenmiştir. Bu tefsirleri yazan müfessirler eserlerini bakış açıları üzerine temellendirmişlerdir. Aynı zamanda müfessirlerin Kur’an’ı anlama metotlarını da ifade eden bu bakış açılarıyla yazılan eserler; rivayet tefsiri, dirayet tefsiri, ahkam tefsiri, bilimsel tefsir, batini tefsir, zahiri tefsir gibi birçok isimle adlandırılmıştır.
Sonradan gelenler tarafından adeta aşılamaz bariyerlere dönüştürülen bu tefsirlerin hepsinin ortak özelliği, Kur’an’a tefsir yazıp Kur’an’ı dikkate almamalarıdır. Kur’an özelliği itibariyle soru sorduran bir kitaptır. Okunan her ayetten onlarca soru çıkarmak mümkündür. Nitekim tefsirlerin yazılma amaçları da Kur’an’dan kaynaklanan bu soruları cevaplamaktır. Fakat, Kur’an’dan kaynaklanan soruların cevabı Kur’an’dan başka her yerde aranmış ama o soruların cevaplarının Kur’an’da olabileceği hiç hesaba katılmamıştır. Ne demek istediğimizin tam olarak anlaşılabilmesi için, çok itibar gören bir müfessirimizin Zülkarneyn kıssasının anlatıldığı Kehf suresindeki ayetleri tefsir etmeye başlamadan önce, Zülkarneyn’in kimliği hakkında oluşan soruya verdiği cevapları aktarmamız yerinde olacaktır.
Alimler, Zülkarneyn’in kim olduğu hususunda şu değişik görüşleri zikretmişlerdir.
Birinci Görüş: O Yunanlı İskender (Filip’in oğlu) idi. Bunun delili şudur: Kur’an Zülkarneyn adındaki o padişahın memleketinin, batının en uç noktasına kadar uzandığını göstermektedir. Çünkü Hak Teala, “Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, güneşi kara bir balçıkta batar buldu” (Kehf 86) buyurmaktadır. Yine Kur’an, onun mülkünün doğunun en uzak noktalarına kadar uzandığını da gösterir. Bunun delili de, “Nihayet, güneşin doğduğu yere ulaştığı zaman, onu öyle bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki” (Kehf 90) ayetidir. Onun mülkü Kuzeyde de en uzak bir yere kadar uzanıyordu. Bunun delili de, Türk kavimlerinden bir topluluk olan Ye’cûc ve Me’cûc’un Kuzey’in en uzak noktasında yerleşmiş olmalarıdır. Yine bunun delili, Kur’an’da bahsedilen o seddin tarih kitaplarında bunun Kuzey’in en uzak yerlerine yapılmış olduğunun söylenmesidir. Binaenaleyh Kur’an’da Zülkarneyn diye bahsedilen bu insanın mülkünün doğu-batı ve kuzeyin en uç noktalarına kadar uzandığına, ayetler delalet etmektedir. Yeryüzünde mamur ve meskûn olan bütün yerler, bundan ibarettir. Böylesine yaygın bir mülkün, fevkalâde bir şey olduğunda şüphe yoktur. Böyle bir mülke sahip olan bir kralın adının, uzun zaman hatırlarda kalması gizli ve bilinmez kalmamış olması gerekir. Tarih kitaplarında mülkü böyle olarak şöhret bulmuş hükümdar ise, sadece İskender’dir. Çünkü babası ölünce o, daha evvel kabileler halinde olan Rumların krallarını emri altında bir araya toplamış, sonra da batının krallarına hâkim olup onları emri altına almış. Böyle el-Bahru’l Ahdar’a dayandı. Sonra Mısır’a dönüp İskenderiye şehrini yaptı ve oraya kendi adını verdi. Daha sonra Şam’a girdi ve İsrailoğullarına yöneldi. Derken Beyt-i Makdis’e geldi ve orada kurban kesti. Sonra Ermenistan’a ve Babu’l Ebvab’a yöneldi. Böylece Irak’lılar, Berberi’ler ve Kıpti’ler ona boyun eğdiler. Daha sonra da Dara oğlu Dara’ya yöneldi ve onu defalarca yendi. Sonunda muhafız kıtası komutanı Dara’yı öldürdü. Böylece İskender İranlıların mülküne de sahip oldu. Sonra Hindistan’a, Çin’e yöneldi. Uzak diyarlardaki milletlerle savaştı. Sonra Horasan’a döndü. Pek çok şehirler yaptı. Irak’a geldi ve Şehrizur’da hastalandı ve orada öldü. Binaenaleyh Zülkarneyn’in bütün dünyaya yahut dünyanın tamamına yakın kısmına sahip olmuş bir kral olduğu Kur’an ile sabit olduğuna ve tarih ilmine göre de, bu vasıfta kral İskender olduğuna göre ayette Zülkarneyn diye bahsedilen şahıs ile Yunanlı Filip oğlu İskender’in kast edildiğini kesin olarak söylemek gerekir.
Daha sonra âlimler, bunun o adı almasının sebebi hususunda şu izahı yapmışlardır.
O, bu lakabı, tıpkı Erdeşir b. Brehmen’in nüfuzunun istediği heryerde geçmesinden dolayı, “Tavilu’l Yedeyn (iki eli uzun) lakabını alması gibi, bu da güneşin iki karn’ına yani doğusuna batısına ulaştığı için iki karn sahibi (Zülkarneyn) diye lakablanmıştır.
Farslılar şöyle iddia etmişlerdir: Büyük Dara, Filip’in kızıyla evlenmişti. Ona yaklaşınca, onun kötü koktuğunu hissetti ve onu babası Filip’e geri gönderdi. Kız ise, ondan İskender’e hamile kalmıştı. Kız babasının yanına döndükten sonra İskender’i doğurdu. Böylece İskender Filip’in yanında kalmış oldu. Filip aslında Büyük Dara’nın oğlu olan İskender’i kendisinin oğlu diye takdim etti. Bunun delil şudur: İskender, Dara oğlu Dara’ya son nefesinde yetişince onun başını kucağına aldı ve “Ey babacığım, bunu sana yapanı söyle, ondan intikamını alayım” dedi. Bu Farslı’ların iddia ettiği şeydir. Onlar sözlerine devamla şöyle derler: “Böyle olması halinde İskender’in babası Büyük Dara, annesi de Filip’in kızı idi. O halde İskender iki farklı asıldan, yani Rum ve Fars asıllarından doğmuş bir çocuktur.” Farslılar bunu, İskender’i kendi krallarının soyundan saymak istedikleri, böylece de, kendi krallarının soyunun dışından böyle büyük bir kralın olmasını kabul edemedikleri için, bu fikri ileri sürmüşlerdir ki bunlar gerçekte tamamen yalandır. Çünkü İskender Büyük Dara’ya tevazu göstermek için babam demiş ve ona ikram etmek için böyle hitap etmiştir.
İkinci Görüş:Müneccim Ebu Reyhan el-Herevi el Buruni “el-Asaru’l Bakiye ani’l Kurunu’l-Haliye” (Geçmiş asırlardan geride kalan eserler) adını verdiği kitabında şöyle der: “Rivayete göre Zülkarneyn, Ebu kerb Şemr b. Ubeyb Efrık’ış el-Himyeri’dir. Çünkü bunun mülkü yeryüzünün doğusundan batısına uzanmıştı. Bu, Himyer şairlerinden birisinin şöyle derken övündüğü kimsedir.
“Zülkarneyn, benden önce yeryüzünde hüküm sürmüş, Müslüman bir kraldı. Beni de yalanlamazdı. Kerim bir kişiden hakimiyet vesilelerini elde etmek arzusuyla, doğu ve batıya ulaşmıştı.”
Ebu Reyan sonra şöyle der: “Bu görüş doğruya yakın görünüyor. Çünkü ezivvayi (başında zû bulunan isimleri) Yemenliler kullanır. Çünkü Yemenli hükümdarların isimleri hep zû iledir. Zu’n-Nadi, Zu-Nüvas, Zü’n-Nun gibi.
Üçüncü Görüş: Zülkarneyn Allah’ın yeryüzüne hâkim kıldığı, salih bir kimse idi. Allah ona ilim ve hikmet vermiş ona heybet elbisesini giydirmiştir. Fakat biz onun tam tamına kim olduğunu bilemiyoruz.
Alimler bu kimseye Zülkarneyn denilmesi ile alakalı olarak şu izahları yapmışlardır.
İbnu’l Kevva’ Hz. Ali (r.a)’ye, Zülkarneyn’in kim olduğunu, bir kral mı yoksa bir peygamber mi olduğu sorulduğunda, Hz. Ali: “O, ne bir kral ne de bir peygamber idi. O, sağ karn’inden (alnının sağ tarafından), Allah’a itaat yolunda vurulmuş ve böylece ölmüş. Daha sonra Allah Teala onu diriltmiş. Sonra bu sefer de, sol karn’inden (alnının sol tarafından) vurulup ölmüş. Derken Allah onu tekrar diriltmiştir. O, böyle salih bir kuldur. İşte bundan dolayı, o, “Zülkarneyn” adını almış ve o mülke sahip olmuş” demiştir.
Onun hayatı boyunca, iki karn (nesil) insan gelip geçtiği için, “Zülkarneyn” (iki karn sahibi) adını almıştır.
Onun başının iki yanı bakırdan olduğu için bu adı aldığı da söylenmiştir.
Onun başında, iki boynuza benzer iki şey olduğu için bu adı almıştır.
Tacının iki boynuzu olduğu için bu adı almıştır.
Hz. Peygamber (as)’den, “O dünyanın iki karnini, yani doğusunu batısını dolaştığı için bu adı almıştır” dediği rivayet edilmiştir.
Onun iki karni, iki saç örüğü olduğu için bu adı almıştır.
Allah Teala, hem nuru hem zulmeti (karanlığı ve ışığı) onun emrine vermişti. Bundan dolayı o yürüdüğünde, ışık önünden onu gideceği yere iletir, karanlık da arkasından uzar gider.
Akranlarını adeta boynuzlayıp yendiği için cesur insanlara, “koç” denildiği gibi, Zülkarneyn de cesaretinden dolayı böyle lakablanmış olabilir.
O, rüyasında kendisinin feleklere (yıldızlara) tırmandığını ve güneşin iki tarafından (karn’inden) tutunduğunu görmüştü. İşte bu sebeple bu adı almıştır.
Nura ve zulmete girdiği için bu adı almıştır.
Dördüncü Görüş: Züikarneyn, meliklerden bir melektir. Hz. Ömer (r.a)´den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer bir adamın “Ya Zülkarneyn” dediğini işitti ve şöyle dedi: “Affet Allah´ım, Demek siz, peygamberlerin isimlerini koymaktan hoşlanmıyorsunuz da, meliklerin isimlerini, (isim olarak) koyuyorsunuz ha!” İşte bu konuda söylenenlerin hepsi bunlardır.
Birinci görüş, zikrettiğimiz şu delilden ötürü, daha açıktır: Böylesine büyük bir kralın, ehl-i dünyaca halinin bilinir olması gerekir. Böylesine hali (herkesçe) biliner büyük kral da, İskender´dir.
Binâenaleyh “Züikarneyn”den murad onun olması* gerekir. Fakat bu görüşte, şöyle güçlü bir müşkil bulunmaktadır: O, Feylesof Aristo´nun talebesi idi ve onun inancı üzere idi. Binâenaleyh (Kur´an´da) Allah´ın onu yüceltmesi Aristo´nun mezhebinin (inanç ve düşüncesinin), hak ve doğru olduğuna hükmetmeyi gerektirir. Halbuki buna imkan yoktur. Allah en iyi bilendir.
Zülkarneyn Nebi mi?
Âlimler, Zülkarneyn´in peygamber olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişler ve bazıları, “O bir peygamber idi” deyip, buna şu birkaç bakımdan istidlal etmişlerdir:
1) Allah Teâlâ, “Doğrusu, biz ona yeryüzünde imkan verdik” buyurmuştur. Bu imkan vermenin, din hususunda imkan verme manasına olması daha evlâdır. Dinde tam manasıyla imkan verme ise, peygamberlik (verme)dir.
2) Allah Teâlâ, “Ona her şeyin vesilesini bahşettik” buyurmuştur. Peygamberlik de, bu her şey cümlesindendir. Çünkü, ´´Ona her şeyin vesilesine bahşettik” ayetinin umûmî manası, Allah´ın ona, peygamberlikle de bir vesîle (imkân) vermiş olmasını gerektirir.
3) Cenâb-ı Hak, “Dedik ki: “Ey Zülkarneyn, onlara azab etmekte, yahut haklarında güzellik (tarafını) tutmakta (serbestsin)” (Kehf. 86) buyurmuştur. Allah Teâlâ´nın kendisi ile konuştuğu kimsenin, bir peygamber olması gerekir.” Diğer âlimler ise, “O, sâlih (iyi) bir zât idi, ama bir peygamber değildi” demişlerdir.[7]
Görüldüğü gibi müfessirimiz, Kur’an’daki kıssadan kaynaklanan Zülkarneyn kimdir? sorusunun cevabı için başvuracak kim varsa başvurmuş, Farslıların, Yunanlıların, tarihçilerin, ravilerin, ulemanın dediklerini delil saymış ama bu sorunun cevabının Kur’an’da olması gerektiğini aklına hiç getirmemiştir. Sonuçta sorulan soruya verilen cevaplar koleksiyonu, meseleyi daha karmaşık ve daha içinden çıkılamaz hale getirmekten başka bir işe yaramamıştır. Ne yazık ki tefsir geleneği işte bu yaklaşım biçimleri üzerinden oluşmuştur. Tefsir geleneğinde Zülkarneyn kimdir sorusuna verilen en insaflı cevap “kim olduğunu bilmediğimiz Salih bir kuldur” şeklinde olmuştur. Kaldı ki bu insaflı açıklama bile içine girilen muammaya engel olamamış, bizzat Kur’an’a iman ettiğini söyleyenler Zülkarneyn kimdir sorusunu sormaya devam etmiş ve kendilerince farklı cevaplar bulmuşlardır. Sonuçta etrafında binlerce efsane ve masalın oluştuğu ama kimsenin kim olduğunu bilmediği devasa bir Zülkarneyn müktesebatı oluşmuştur.
Son yıllarda Zülkarneyn konusu yine gündeme gelmiş ve bu konuda birkaç çalışma kitap olarak da yayınlanmıştır. Bu çalışmalar zamanın değişmesine paralel meselenin fantastik boyutunu zamana uyarlayarak Zülkarneyn kıssasını uzaya taşımış, yapılan yolculukların kapsamını dünyanın doğusu ve batısından güneş sisteminin dışına kadar genişletmişlerdir.
Zülkarneyn insanlığın gündemine Kur’an’ın taşıdığı bir isimdir. Dolayısıyla onun kimliği ve kişiliği hakkında soru soracakların cevap arayacakları yegâne kaynak yine Kur’an olmak zorundadır. Kur’an’ın, bünyesine aldığı ve insanlığa bildirdiği bir kişiliği, kim olduğu bilinmeyen müphem biri olarak bırakması, sonra da ona iman etmekle yükümlü tutması mümkün değildir. Zülkarneyn ve hatta diğer Kur’an kıssaları etrafında oluşan efsanevi anlatımlar, daha en baştan Kur’an’ın bu kişiler ve kıssalar hakkında net olmadığına inanılmasının bir sonucudur. Bu inanç Kur’an kıssalarının ve ayetlerinin birbiriyle kopmaz bağlarla bağlı olduğunun görülmemesi sonucunda oluşmuştur. Bu yüzden Kehf suresinde anlatılan mağara arkadaşları, Musa – bir kul ve Zülkarneyn kıssaları Kur’an’ın diğer yerlerinden kopuk anlaşılmaya çalışılmış ve bilinen efsanevi sonuçlara ulaşılmıştır.
Kur’an’da anlatılan kıssaların Kur’an’ın diğer kıssalarıyla veya ayetleriyle hiçbir bağının olmaması mümkün değildir. Çünkü Kur’an birbirinden kopuk parçalardan oluşmamıştır. Bir kelimesinin Kur’an’daki tüm kelimelerle sıkı bir bağı vardır. Nasıl ki bir vücuttan koparılan el tek başına bir şey ifade etmiyorsa, Kur’an bütünlüğünden koparılan her parça da bir şey ifade etmeyecektir. Kur’an’ın kullandığı kelimelerin, anlattığı kıssaların diğer yerlerle bağının olmadığını düşünmek, bu yönde çıkarımlarda bulunmak kelimenin tam anlamıyla Kur’an’ı parçalamaktır.
Hicr 15/91-92
الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ
فَوَرَبِّكَ لَنَسْأَلَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ
(91) İşte onlar Kur’ân’ı birbirinden kopuk parçalar haline soktular. 
(92) Rabbine yemin olsun ki elbette onlara tamamını soracağız.
Kur’an birbirinden kopuk parçalar olmamasına, tıpkı varlık ayetlerinde olduğu gibi, her ayetin tüm ayetlerle, her kelimenin tüm kelimelerle kopmaz bağlarının olmasına rağmen Kehf süresinde anlatılan Zülkarneyn kıssası Kur’an’da anlatılan hiçbir olay, kişi veya kıssayla bağı yokmuş gibi anlaşılmaya çalışılmıştır. Aslında tüm açmazlar işte bundan kaynaklanmıştır.
Zülkarneyn Kur’an’ın ortaya koyduğu bir şahsiyettir ve kimdir sorusu Kur’an’a sorulmalı ve cevabı da kesinlikle Kur’an’da aranmalıdır. Zülkarneyn’i başka yerlerde aramak boşuna bir gayrettir. Zülkarneyn’in kim olduğunun bulunması, onun kıssasında geçen kelimelere Kur’an’ın yüklediği anlamlarda ve bu kelimelerin Kur’an’ın bütünüyle olan sımsıkı bağlarını keşfetmekte yatmaktadır. Aslında sadece Zülkarneyn değil, Kur’an’ın doğru anlaşılmasının tek yolu Kur’an kelimelerinin Kur’an’daki karşılığını anlamaktan geçmektedir.


SORANLAR KİM?

 YES’ELUNEKE (SANA SORUYORLAR)
Zülkarneyn kıssası sadece Kehf suresinde anlatılmaktadır. Kıssanın, “sana Zilkarneyn hakkında soruyorlar” şeklinde başlaması, bu kişiliğin sorulan bir soru üzerine Kur’an’a konulduğu izlenimi vermektedir. Kıssanın bu şekilde başlaması hakkında soru sorulan kişiden önce, böyle bir soruyu soranların kimliğini tespit etmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü sorulan soru Yüce Allah tarafından dikkate alınmış ve cevaplanmıştır. Bu durumda Yüce Allah’ın dikkate almaya değer görüp sorularını meşru ve haklı bularak cevap verdiği bu kişilerin tespiti en az Zülkarneyn’in kimliğinin tespiti kadar önem kazanmaktadır.
Bu soruyu soranlar kimlerdir ve acaba neyi amaçlamaktadırlar? Bu ayetlerin indiği ortamı düşündüğümüzde (aslında her zaman ve her mekânda), bu soruyu sorabilecek kişileri şu şekilde gruplandırmamızda bir sakınca olmayacaktır.
  • Kur’an’a inanmış mü’minler.
  • Mekkeli veya Mekkeli olmayan müşrikler.
  • Yahudiler
  • Hıristiyanlar.
Soru soracaklar dört grup olmasına rağmen, böyle bir soruyu sormalarındaki amaç nedir? şeklinde bir soru sorulduğunda bu dört grup ikiye düşmektedir.
Allah resulüne olan bağlarını kuvvetlendirmek, Kur’an’a imanlarını daha pekiştirmek için bir şekilde gündeme gelen Zülkarneyn’i daha iyi anlamak ve inanmak için.
Her fırsatta aşağıladıkları ve yalancı olmakla suçladıkları Muhammed (a.s)’i köşeye sıkıştırmak, O’nun insanlara tebliğ ettiği vahiylerin kaynağı ile ilgili şüphe oluşturmak ve bu yolla Muhammed (a.s)’in bir Allah resulü olmadığını ispatlamak yani inanmamaya gerekçe kılmak için.
Kısacası Zülkarneyn kimdir diye soru soranlar ya inanmak ya da inanmamaya gerekçe kılmak için bu soruyu sormuşlardır. Bu soru Muhammed (a.s)’e sorulmuş ama cevap Yüce Allah’tan gelmiştir. Şu hâlde soru soranların Muhammed (a.s)’in genel kültürünü ölçmek için değil, O’nun misyonunu hedefledikleri kendiliğinden anlaşılmaktadır. Yani bu soruyu soranların önemsedikleri kişi Abdullah’ın oğlu Mekkeli Muhammed değil, Allah Resulü Muhammed (a.s)’dir. Hem onu sevenler ve inananlar hem de onu sevmeyip inanmayanlar Resul olmadan önce ne Zülkarneyn ne de başka bir konu hakkında ona soru sormamıştır. Ona sorulan tüm sorular “ben Allah’ın resulüyüm” demesinden sonra başlamıştır. Bu durum Zülkarneyn kimdir sorusu da dahil sorulan tüm soruların O’nun vahiyle yani Allah ile olan ilişkisi üzerine sorulduğunun göstergesidir.
Soru sormanın inanmak veya inanmamak şeklinde iki amacının olduğunu belirtmiştik. İnanmak için sorulan sorularda, soru soran kişi hakikaten sorduğu konuda yetersiz olduğunu bilmekte ve soru sorduğu kişinin de sorduğu soruyu cevaplayabilecek nitelikte olduğunu kabul etmektedir. Sorulacak her sorunun muhatabı sorunun içeriği ile alakalı belirlenir. Mesela; Kafamızda resme dair bir soru belirirse bir ressama, elektrik ile ilgili bir soru için elektrik mühendisine, yıldızlarla ilgili bir soru için ise uzay bilimcilerine başvururuz. Fakat soru soracağımız kişiler hakkında soru sormadan önce kişiyle alakalı olarak bizde cevap alabileceğimize dair bir kanaatin oluşması gerekmektedir. Bu kanaatler sorunun önemine paralel olarak önem kazanmaktadır. Herhangi bir ressamın cevaplayacağı bir soruysa o zaman çok ayrım yapmaz ulaşabildiğimiz ilk ressama sorumuzu sorarız. Ama Picasso’nun bir tablosunu satın almak istiyorsanız ve bu tabloya servet ödemeye hazırsanız size lazım olan herhangi bir ressam değil Picasso uzmanı bir ressamdır. Hatta bu kişinin sadece Picasso uzmanı olması da yetmemekte üstüne sözüne güvenilir dürüst bir insan olması gerekmektedir. İşte bunlar oluştuktan sonra soruları sorar ve verilen cevapların doğru cevaplar olduğuna emin olabilirsiniz.
Tıpkı bunun gibi Zülkarneyn kimdir sorusunu soranlar eğer ona inanmak için sormuşlarsa onlar da Muhammed (a.s)’in soruyu cevaplamada yeterli olduğuna ve şahsi olarak da güvenilir doğru bir insan olduğuna dair kanaatlerin oluşmuş olması da kendiliğinden anlaşılmaktadır.
İnanmamak için sorulanların amacı ise soru sorulan kişinin getirdiği bilgilerin yalan ve uydurma olduğunu, kendisinin cahil ve bilgisiz olduğunu deşifre etmektir. Biraz önce inanmak için soru soranlar hakkında anlattıklarımızın tam tersi bir durum ortaya çıkmaktadır. Soru soran bilgili, kültürlü ve güvenilir, soru sorulan kişi ise yetersiz ve güvenilmez olmaktadır.
Amaç ister inanmak ister inanmamak olsun soru sormanın tek bir amacı vardır, “gerçeğe ulaşmak.” Bu gerçek, soru sorulan kişinin güvenilir ve yeterli olması veya tam tersi yönde tezahür edebilir. Fakat her durumda gerçeği arayan kişi soru soran olmak durumundadır ve sorusu karşısında verilen doğru cevapları kucaklayacak nitelikte olmalıdır. Soru soran açısından bir üçüncü durum daha vardır. Sorduğu soru karşısında hiç bilmediği bir gerçekle karşılaşarak, hayatı boyunca gerçek bildiği şeylerin yalan olduğunu öğrenmek!
Zülkarneyn kıssasının en başında geçen يَسْأَلُونَكَ “yes’eluneke” (sana soruyorlar) ibaresinin kök harfleri سال (s+e+l) dir.  Kur’an’da “sormak, sorgulamak,[8]istemek, beklemek[9], sorumluluk[10]anlamlarında kullanılan bu kelimeden 129 kullanım bulunmaktadır. Fakat Zülkarneyn kıssasındaki gibi 14 kullanım bulunmaktadır.
  • Sana hilalleri soruyorlar; (Bakara 2/189)
  • Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar; (Bakara 2/215)
  • Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar; (Bakara 2/217)
  • Sana içki ve kumarı soruyorlar; (Bakara 2/219)
  • Sana hayra neyi harcayacaklarını soruyorlar; (Bakara 2/219)
  • Sana yetimler hakkında soruyorlar; (Bakara 2/220)
  • Sana kadınların aybaşı hallerini soruyorlar; (Bakara 2/222)
  • Sana kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar; (Maide 5/4)
  • Sana kıyamet saatini soruyorlar; (Araf 7/187)
  • Sana ganimetlerin nasıl pay edileceğini soruyorlar. (Enfal 8/1)
  • Sana ruh hakkında soruyorlar; (İsra 17/85)
  • Sana Zilkarneyn hakkında soruyorlar; (Kehf 18/83)
  • Sana dağlar hakkında soruyorlar; (Ta Ha 20/105)
  • Sana kıyametin ne zaman kopacağı hakkında soruyorlar; (Naziat 79/42)
Bu kadar soru içinde bir insanın kimliği hakkındaki tek soru soru Zülkarneyn ile ilgili olandır.
Konuları itibariyle içinde Zülkarneyn’in kıssasının da anlatıldığı Kehf süresinin Mekke’de inmiş olduğuna dair herhangi bir şüphe yoktur. Surenin içinde, süreye ismini veren Ashab-ı Kehf, bahçe sahipleri, Musa ve bir kul ve nihayetinde konumuz olan Zülkarneyn kıssaları anlatılmaktadır. Kur’an’ın iniş süreci dikkate alındığında galiba ilk defa Allah Resulüne sorulan soru Zülkarneyn hakkında sorulan soru olmalıdır.
Kur’an’ın 23 yıllık nüzul dönemini hakkında çalışma yapanlar, Kehf süresini 10 veya 11 yıla ve iniş sırası olarak 62.sıraya konumlandırırlar. Kur’an’da müspet veya menfi yönde kıssası anlatılan onlarca isim geçmektedir. Bu isimlerden hiçbirinin merak konusu olmaması ama belki de sorulmasa Kur’an’a konulmayacak bir ismin merak konusu olması, üzerinde dikkatli bir şekilde durmayı zorunlu kılmaktadır.
Kur’an’da ismi geçenlerin muhataplarınca nasıl algılandığı veya önceden nasıl bilindiği konusu da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Kur’an’da ismi olumlu geçen 27 ismin tamamı en azından daha önce ilahi vahye muhatap olmuş Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından bilinmektedir. Tevrat ve İncil Kur’an’dan önce indirilmiştir ve Kur’an’da geçen isimlerin hemen hemen tamamı o iki kitapta da geçmektedir. Hatta bu isimlerin hem Kur’an’da hem de Tevrat ve İncil’de anlatılan kıssaları çok benzerdir. Fakat kıssalar benzeşmesine rağmen hemen hemen her isimle alakalı olarak Kur’an’ın söylediği ile Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan ve ne yazık ki tahrif edilerek, değiştirilerek, insan sözü karıştırılarak, gizlenerek ihanete uğramış Tevrat ve İncil’in söyledikleri çok farklıdır.
O iki kitapta Allah her şeyi altı günde yaratmış, yedinci gün istirahate çekilmiştir,[11]
Kur’an ise Allah’ın her şeyi altı günde yarattığını ama O’nun herhangi bir yorgunluğu düçar olmadığını söylemektedir.[12]
O iki kitap ilk yaratılan insanın Adem olduğunu, onun kaburga kemiğinden eşi Havva’nın yaratıldığını, her doğumda ikiz doğan Adem oğullarının kardeş kardeşe çapraz evlilik yaptığını insanlığın bu şekilde türediğini anlatmaktadır. Üstelik Adem’in yasak meyveyi yemesinin sebebinin eşi Havva olduğunu söylemektedir.[13]
Kur’an, Adem’in ilk insan olmadığını ama ilk nebi olduğunu, insanların tıpkı bitki gibi yerden çıkarıldığını, hiç kimsenin ensest ilişki kurmadığını, yasaklanan meyveyi yemenin sorumluluğunun eşit oranda Adem ve eşinde olduğunu söylemektedir.[14]
O iki kitap Nuh’un içki içip kendini kaybeden bir insan olduğunu, evlatları arasında ayrım yaptığını anlatmaktadır[15].
Kur’an Nuh’un Ulu-l Azm olduğunu söylemektedir.[16]
O iki kitap İbrahim’in yeri geldiğinde yalan söyleyebilen biri olduğundan bahseder ama İbrahim’in inşa ettiği Kabe’den tek laf etmez.[17]
Kur’an Yüce Allah’ın İbrahim’e dostum dediğinden ve tüm insanlığa hediyesi Kabeyi inşasından bahseder.[18]
O iki kitap İbrahim soyundan gelen İsmail’i, annesi köle olduğu için bir Allah elçisi olarak görmez ve hatta O’nun soyundan asla bir elçinin gelemeyeceğinden bahseder.[19]
Kur’an İsmail’in hilim ve ilim sahibi bir resul olduğundan ve onun soyundan son elçinin geleceğinden bahseder.[20]
Konuyu uzatmaya gerek yoktur… Denilmek istenen şudur; Ellerinde (muharref) Tevrat ve İncil bulunduran ehli kitap, kendi kitaplarında ismi geçen tüm resullerin Kur’an’da çok farklı anlatıldığını görmekteler, duymaktalar. Kur’an’ın anlattığı İsa, Musa, Davut, Süleyman, İbrahim ve diğerleri onların bildiklerine benzememekte hatta Kur’an onlar hakkında ehli kitabı yalanlamaktadır. Ama buna rağmen hiçbiri merak konusu olmamış ve sormamışlardır. Zülkarneyn hakkında soru soranların onlar olduğunu farz ettiğimiz de gerçekten bu çok garip bir durum olmaktadır.
Soru soranların müşrikler olduğunu farz ettiğimizde ise daha da garip bir durum ortaya çıkmaktadır. Bilindiği gibi Mekke müşrikleri kendilerinin İsmail oğulları olduğunu söylemekte ve İbrahim’in Hanif dinine inandıklarını iddia etmektedirler. Buna rağmen ellerinde İbrahim’den kalma herhangi bir yazılı belgeleri bulunmamaktadır. İbrahim hakkında bildikleri efsanelerden başka bir şey değildir.
Kur’an, müşriklerin soy ve din olarak kendilerini atfettikleri İbrahim’in hikayesini çok detaylı olarak anlatmaktadır. Ayrıca Yahudi ve Hıristiyanların sahiplendiği tüm resullerin de İbrahim soyundan geldiğinden bahsetmektedir. O resullerle İbrahim arasındaki ilişki de uzun uzun anlatılmaktadır. Eğer Zülkarneyn hakkında soru soranlar onlar ise, İbrahim hakkında anlatılan kıssaları merak edip sormamaları, kendi tarihlerinde olmayan ve üstelik davranış olarak kendileriyle terslik arz eden birini sormaları tuhaf hem de çok tuhaf bir durumdur.
İşte bu durum bize Zülkarneyn hakkında soru soranların aslında bir şey öğrenmek amacıyla soru sormadıklarını, tam tersi cevabını zaten bildikleri bir soru sorarak kendi ellerinde bulunan daha eski bilgi ile Kur’an’ın vereceği bilginin nasıl çelişkili olduğunu göstermek amacıyla bir mizansen olduğunu düşündürmektedir.
Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerin Kur’an’ın anlattığı isimler hakkında aldıkları bu anlaşılmaz tavır bizi bu isimler hakkında daha detaylı, daha şüpheci olmaya sevk etmektedir. Tam burada biraz önce sorduğumuz soru daha bir önem kazanmaktadır.
Zülkarneyn hakkında soru soranlar neyi amaçlamaktadır?
Kehf süresinin iniş yılını 23 yıllık nüzul sürecinin 11. yılı olarak kabul edildiğinde ve bu sureden önce inmiş 61 süreyi de hesaba kattığımızda, yaşanan süreçte Kur’an’ın muhataplarının artık anlama, tavır geliştirme, üzerinde düşünme aşamalarını çoktan geçmiş olmaları gerekmektedir. O günün muhatapları arasında Allah resulüne tarihi bir kişiliği soracak ve aldığı cevaba göre iman edecek bir muhatap yoktur. Kaldı ki Zülkarneyn hakkında soru soranlar tekil kişilikler değil bir zümre, bir grup veya bir din mensubu olmak durumundadır.
Kur’an’da Allah resulüne sorulan soruların hepsine baktığımızda sorulan sorular tekil olsa bile, cevapların sadece o çağda yaşamış olanları değil bilakis kıyamete kadar herkesi ilgilendiren cevaplar olduğu rahatlıkla görülecektir. Sana haram ay ve onda savaşmayı soruyorlar, sana neyi infak edeceklerini soruyorlar, sana yetimler hakkında soruyorlar, sana kadınların özel durumlarını soruyorlar gibi sorulara verilmiş cevaplar kıyamete kadar geçerli evrensel cevaplardır.
Hal böyleyken Zülkarneyn hakkında sorulan sorunun ve verilen cevabın da böyle bir özelliğinin olması gerekmektedir. İşte bu durum göz önüne alındığında Zülkarneyn hakkında soru soranların amacının ikna olmak değil, ikna olmamak hatta belki de neden inanmadıklarına haklı bir gerekçe elde etmek olduğu anlaşılmaktadır. Hatta sorularına verilen/verilecek cevap, onlardan sonra, onların inançlarını takip edenlerin de Kur’an’a inanmamalarının gerekçesi olsun diye sorulmuş bir sorudur.
O çağda Kur’an’ın muhatapları olanların Kur’an’a davranışı, ona karşı aldıkları pozisyon bu sorunun kim tarafından ve ne amaçla sorulduğunu ortaya koymaya yeterli olacağı kanaatindeyiz.


MÜŞRİKLERİN TAVRI

Kur’an karşısında hem Mekke hem Medine ortamında en net ve en anlaşılır tavrı müşrikler göstermiştir. Onlar daha baştan bir beşerin resul olamayacağını, olsa bile yanında melekler olması, gökten üzerine hazine yağdırılması, kendisine ait bağlarının bahçelerinin olması gerektiğini söylemişlerdir.
İsra 17/92
أَوْ تُسْقِطَ السَّمَاءَ كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا أَوْ تَأْتِيَ بِاللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ قَبِيلًا
“Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin” (DİB meali).
Müminun 23/24
فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهِ مَا هَٰذَا إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُرِيدُ أَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَأَنْزَلَ مَلَائِكَةً مَا سَمِعْنَا بِهَٰذَا فِي آبَائِنَا الْأَوَّلِينَ
Bunun üzerine kendi kavminden inkâr eden ileri gelenler şöyle dediler: “Bu ancak sizin gibi bir beşerdir, size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bir melek gönderirdi. Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (DİB meali)
Her yönüyle hayranlık uyandıran Kur’an’ın ya başkalarından öğrenilerek yazıldığını ya cinlerin, şeytanların vahyettiğini ya da Muhammed (a.s)’in kendinin uydurduğunu söylemişlerdir.
Furkan 25/4
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَٰذَا إِلَّا إِفْكٌ افْتَرَاهُ وَأَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ آخَرُونَ ۖ فَقَدْ جَاءُوا ظُلْمًا وَزُورًا
İnkâr edenler, “Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular. (DİB Meali)
Bundan başka hem Kur’an’ın bahsettiği tarihi olaylara duyarsız kalıp ilgi duymamış hem de Kur’an’da geçen isimler kendilerini de yakından ilgilendirmesine rağmen hiçbir şekilde ilgi duymamışlardır.
Yasin 36/31
أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ
Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi; onların artık kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? (DİB meali)
Secde 32/26
أَوَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ فِي مَسَاكِنِهِمْ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ ۖ أَفَلَا يَسْمَعُونَ
Yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesilleri helâk etmiş olmamız, onlar için yol gösterici olmadı mı? Şüphesiz bunda ibretler vardır. Hâlâ duymayacaklar mı? (DİB meali)
Kendileriyle de alakalı önceki nesillerin nasıl helak edildiğini anlatan onca ayete rağmen duyarsız ve ilgisiz davranmış, onlar hakkında hiçbir şekilde soru sormamışlardır. Kendileriyle direk bir alakası olmasa da yollarının üzerinde helak edilmiş eski nesillerin yaşadıkları yerlerin kalıntıları olmasına rağmen, onlara bile ilgi duymamış tek bir soru sormamışlardır.
Hicr 15/74-76
فَجَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ سِجِّيلٍ
(74) Hemen onların altını üstüne getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمِينَ
(75) Şüphesiz bunda düşünüp görebilen kimseler için ibretler vardır.
وَإِنَّهَا لَبِسَبِيلٍ مُقِيمٍ
(76) O şehrin kalıntıları hâlâ mevcut olan bir yol üstünde duruyor. (DİB meali)
Onların ilgisizliği sadece Kur’an’da geçen isimler veya tarihi olaylarla sınırlı değildir. Kur’an’ın önerdiği sosyal toplum düzenine, Kâbe ile ilgili anlatılanlara, hatırası hala canlı duran meşhur fil vakasına ve daha birçok şeye de oldukça ilgisiz kalmışlardır.
Bilindiği gibi Mekkeli müşrikler kitabi bir toplum değildi. O çağda siyasi olarak herhangi bir varlıkları olmadığı gibi,daima o günkü süper güçlerin uydusu olmuşlardır. İlmi gelişmişlik seviyeleri son derece geri olmasına rağmen, Kur’an’ın;daha ilk inen ayetlerde insanın ana karnındaki aşamalarından, yeryüzündeki kevni düzenden, gökyüzündeki yağmurun oluşumundan, yıldızlardan, gök cisimlerinin yörüngelerinden ve daha birçok kevni ama insanı birebir etkileyen olaydan bahsetmesine ilgisiz kalmışlardır. Bunun yanında kendi başlarına asla elde edemeyecekleri geçmişe ait bilgiler vermiş ama bunlara da ilgisiz kalmışlardır. Bütün bunlar hakkında tek bir soru sormayan Mekkeli müşriklerin, belki de kim oldukları hakkında hiç bilgilerinin olmadığı bir kişilik (Zülkarneyn) hakkında soru sormuş olmaları çok tuhaf ve pek akla yatkın gelmemektedir.
Diyelim ki Zülkarneyn hakkında soruyu soran onlardır. Bu soruyu sormakla neyi amaçlamışlardır. Sordukları sorunun cevabını aldıklarında bu onların ne işine yarayacaktır. Herhalde “bu soruya cevap verirsen sana inanacağız”dememişlerdir. Kaldı ki Zülkarneyn hakkında sorulan soru cevaplanmış ve bu cevap onların inatlarında herhangi bir değişim meydana getirmemiştir.
Bundan dolayı, Zülkarneyn hakkında soru soranların kesinlikle müşrikler olamayacağı kanaatini oluşmaktadır.
Burada detaylı bir eleştiriye girmeden, genelde Kehf süresinin, özelde Zülkarneyn kıssasının nüzul sebebi olarak anlatılan rivayete de değinmek istiyoruz.
Rivayete göre Allah Resulünün davetini boşa çıkarmak, insanlar arasında Kur’an’a karşı bir şüphe uyandırmak gayretiyle yola çıkan Mekkeli müşrikler, başvurdukları Medineli (Hayber) Yahudilere akıl danışmışlardır. Onlar Muhammed’e sorulmak üzere üç soru hazırlamışlardır. Bu sorular Ashab-ı Kehf kimdir? Zelkarneyn kimdir? Ve Ruh nedir? Şeklindedir. Bazı rivayetlerde üçüncü sorunun olmadığı söylenmiştir. Rivayete göre bu sorularla Mekke’ye dönen müşrikler Muhammed (a.s)’e gelerek bu soruyu sormuşlar ve eğer geçekten Allah elçisi ise bunları cevaplayabileceğini söylemişlerdir. Yine rivayete göre Muhammed (a.s) size yarın cevap vereceğim demiş ama inşallahdemediği için Allah vahiy göndermemiş bu yüzden de müşrikler O’nun Allah Resulü olmadığına hükmetmişlerdir. On beş gün sonra gelen sorularının cevabı ise onları ikna etmeye yaramamıştır.[21]
Rivayete göre, Zülkarneyn sorusunu Yahudilerden ödünç alan müşrikler Zülkarneyn hakkında hiçbir şey bilmemektedirler. Bu onların cevabını bilmedikleri bir soruyu sorduklarını göstermektedir. Nihayetinde sordukları sorunun cevabını almışlardır ama bu cevabın doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu nereden bilecekler? Diyelim ki vahiy onların beklemediği bir cevabı verdi, bu cevaba nasıl karşılık vereceklerdir. Rivayete göre onlar bu soruyu inanmak için değil tam tersi Allah elçisiyim diyen ama kendilerinin yalancı dedikleri hemşerileriMuhammed (a.s)’in nasıl bir yalancı olduğunu ispatlamak için sormuşlardır. Hiç bilmedikleri bir konu hakkında cevabını kendilerinin bile bilmediği emanet bir soruyla bunu yapmış olmaları pek mümkün gözükmemektedir. Kaldı ki sorulan soruya verilen cevaba karşılık herhangi bir itirazlarının olduğu vaki olmamış, Zülkarneyn senin anlattığın gibi değil, sen bilemedin dememişlerdir.
Dediğimiz gibi Kur’an’ın iniş sürecinin tamamı ve Kur’an’da anlatılan müşriklerin en başından beri vahye karşı takındıkları tavır Zülkarneyn hakkında sorulan sorunun sahibinin en azından müşrikler olamayacağını göstermektedir.


EHLİ KİTABIN TAVRI

İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan gelme Mekkeli Muhammed (as)’in ortaya çıkıp “ben Allah’ın elçisiyim” demesi en çok ehli kitabı zorlamıştır. Halbuki vahye inanan, ellerinde ilahi kökenli kitapları olan, onlarca elçiye iman eden de yine onlardır. Dışardan bakıldığında ben Allah elçisiyim diyen Mekkeli Muhammed (as) ile birçok ortak noktaları vardır. Yani yeryüzündeki herkesten daha çok inanmaya en yakın olanlar onlardır.
Ortak konular saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Farklı tezahürleri olsa da Allah’a evlat edindi isnadında bulunsalar da sonuçta onlar da tek ilaha inanmaktadırlar. Belki garip gelecek ama onlar da şirk koşmayı çok büyük bir günah saymaktadırlar. Sadece şirkin tanımı onlarda farklıdır.
Bunun yanında onlar da tıpkı Muhammed (a.s) gibi öğretilerini aynı isimler üzerine temellendirmektedirler. Kur’an’da ismi geçen tüm elçiler (biri hariç) onlar tarafından da elçi olarak kabul edilmektedir. Aradaki anlaşmazlık isimler konusunda değil, o isimlerin içeriği hakkındadır. Aslında bu halledilmeyecek bir problem değildir. Ama ne o zaman ne şimdi ve herhalde ne de gelecekte aynı isimler hakkındaki farklı içerikler halledilmeyecek gibi gözükmektedir.
Tarih ve tefsir kitaplarında Yahudi ve Hıristiyanların Muhammed (as) gelmezden önce bir elçi beklentisi içerisinde olduklarını ama Muhammed (as)’in İshak soyundan gelmediği için çekememezlik ve kıskançlık (belki de ırkçılık) yaparak ona inanmadıkları bilgisi vardır. Hatta bu bilgi neredeyse herkesin bildiği en popüler bilgidir.
Aslında durum bu kadar basit değildir. Yahudi ve Hıristiyanların bir sürü ortak nokta olmasına rağmen neden son elçiye inanmadıkları sorusu esaslı ve çok kapsamlı bir cevabı hak edecek kadar önemli bir sorudur. (Bu soruyu kapsamlı olarak cevaplamayı başka bir çalışmaya bırakıyoruz. Burada biraz değinmekle yetinilecektir.)
Sorduğumuz sorunun cevabı biraz empati yapmayı zorunlu kılmaktadır. Bir an kendimizi 610 yılının şaban ayının son gününde ve coğrafya olarak da Mekke’de olduğumuzu farz edelim. O gün Allah yolunda yürümeye karar veren biri olmuş olsaydık yapmamız gereken tek şey her kelimesinin bozulmamış Allah kelamı olduğu söylenen Tevrat ve İncil’e inanmak olduğudur. Daha Kur’an gelmemiş, elde bulunan vahiylere yapılan kötü muamele ve ihanet deşifre edilmemiştir. Belki ortalıkta kitapların bozulduğu söylemi vardır. Ama bunu söyleyenler iddialarını temellendirecek mukayeseli bir kaynağa sahip olmadıkları için marjinal kalmış ve dışlanmış kişilerdir. Ezici bir çoğunluk elde bulunan Tevrat ve İncil’in tek harfi bile bozulmamış Allah kelamı olduğuna inanmaktadır. Bu durumdamiladi 610 yılının şaban ayının son gününde Allah’a iman etmenin anlamı o kitaplara kesin inanmak olarak karşımıza çıkardı.
O tarihte karar verip inandığımızı ve samimi bir mümin olarak elimize aldığımız Allah’ın kitabı olan Tevrat ve İncil’e sıkı sıkıya bağlandığımızı farz edelim… Artık onu okumak ve ona uymak imani bir zorunluluk olmaktadır. İbadetleri kitabın buyruğuna göre yaptığımız gibi o kitabın Allah elçileri hakkında anlattığı kıssalara da kesin olarak inandığımızı farz edelim. Artık bizim için o kitapta geçen isimlerin kıssaları Allah tarafından anlatılmış kıssalardır. O kıssalar hakkında şüphe duymak imansızlığa denk olduğu ve hiç şüphe etmeden o kıssalara inandığımız için, yaklaşık bir ay sonra ben Allah elçisiyim diyerek ortaya çıkacak Muhammed (as)’e tavrımızı kesin olarak inandığımız o kitap belirleyecektir.
O kitabı açıp okuduğumuzda karşımıza iman etmekle yükümlü olduğumuz şöyle bir pasaj çıkmaktadır.
Avram doksan dokuz yaşındayken RAB ona görünerek, “Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’yım” dedi, “Benim yolumda yürü, kusursuz ol.  Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.” 
Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı, “Seninle yaptığım antlaşma şudur” dedi, “Birçok ulusun babası olacaksın.  Artık adın Avram değil, İbrahim olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım. Seni çok verimli kılacağım. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak. Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım. Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım.” 
Tanrı İbrahim’e, “Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız” dedi, “Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek.  Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak. Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir yabancıdan satın alınmış köleler dahil sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek. Gelecek kuşaklarınız boyunca sürecek bu. Evinizde doğan ya da satın aldığınız her çocuk kesinlikle sünnet edilecek. Bedeninizdeki bu belirti sonsuza dek sürecek antlaşmamın simgesi olacak.  Sünnet edilmemiş her erkek,halkının arasından atılacak, çünkü antlaşmamı bozmuş demektir.” 
Tanrı, “Karın Saray’a gelince, ona artık Saray demeyeceksin” dedi, “Bundan böyle onun adı Sara olacak.  Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak.” 
İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, “Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?” dedi, “Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?”  Sonra Tanrı’ya, “Keşke İsmail’i mirasçım kabul etseydin!” dedi. 
Tanrı, “Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak[ç] koyacaksın” dedi, “Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. İsmail’e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara’nın doğuracağı oğlun İshak’la sürdüreceğim.” Tanrı İbrahim’le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi. 
İbrahim evindeki bütün erkekleri –oğlu İsmail’i, evinde doğanların, satın aldığı uşakların hepsini– Tanrı’nın kendisine buyurduğu gibi o gün sünnet ettirdi. İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı.  Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu.  İbrahim, oğlu İsmail’le aynı gün sünnet edildi.  İbrahim’in evindeki bütün erkekler –evinde doğanlar ve yabancılardan satın alınanlar– onunla birlikte sünnet oldu. (Yaratılış 17/1-27)
Bu pasaj her kelimesinin Allah kelamı olduğuna inandığımız kitabın aktardığı tarihi bilgilerdir. Kutsal kitaba göre İbrahim’in iki evladı vardır. İsmailve bir sene sonra doğacak İshak. İsmail oğulları büyük bir ulus olacak hatta çok geniş egemenlik alanları da olacaktır ama Tanrı ile İbrahim’in taptığı sözleşmeye göre oğlu İsmail’in soyundan herhangi bir resul gelmeyecektir. Yapılan sözleşmeye göre Resullük sadece İshak soyundan gelenlerin hakkı olacaktır. Zaten kitapta İbrahim’den sonraki resullerin hepsinin İshaksoyundan geldiği anlatılmaktadır.
Şimdi yeniden kendinizi 610 yılının şaban ayının son gününde işte bunları söyleyen kutsal kitaba inanmış biri olarak düşünün!.. Bu Kutsal kitaba inanan samimi bir Mümin olarak yaklaşık bir ay sonra ortaya çıkacak olan İsmail soyundan gelme Muhammed (as)’e inanmanız mümkün müdür?
Tabi ki mümkün değildir. İşte Kur’an’ın indiği çağda ve her çağda Yahudi ve Hıristiyanların Muhammed (as)’e ve ona vahyedilen Kur’an’a inanmamalarının ana sebebi budur. Onunla savaşmalarının temelinde ellerinde bulundurdukları ve her harfinin Allah kelamı olduğuna inandıkları kitap yatmaktadır.
Ehli kitap Kur’an’a karşı tavır takınırken ellerinde bulundurdukları kitabı baz almışlardır. O kitap onlara Muhammed (as)’e inanmaları durumunda kâfir olacaklarını söylemektedir. Bunun yanında peyderpey inen Kur’an, durmadan onların ellerinde bulunan kitapları Allah’ın gönderdiğini söylemesine rağmen, Yahudi ve Hıristiyanların kitaba ihanet ettiklerini söylemektedir. Kendi kitaplarında anlatılan tüm isimleri Kur’an da konu edinmekte ama onların kitaplarında bulunanın çok dışında portreler çizmektedir. Kur’an onların değer verdiği isimlere onlardan daha fazla değer vermektedir. Yine onların kitaplarında da konu olan kötü isimler Firavun, Nemrut, Yusuf zamanındaki kardeşler, krallar, kadınlar gibi kişilikler hakkında kötü konuşmaktadır.
Kur’an Tanrının oğlu dedikleri İsa’ya, Nemrut karşısında yiğitçe duran İbrahim’e, Firavuna karşı destansı bir mücadele veren Musa’ya ve diğer isimlere saygısızlık etseydi, kabul etmeseydi, hatta aşağılasaydı Kur’an’a ve Muhammed (as)’e karşı tavır geliştirmeleri daha kolay olurdu. Ama Kur’an onların tüm değer verdiği isimleri ehli kitaptan ayırt ediyor ve daha saygılı davranıyordu. Kur’an, tam tersi onları İsa’dan, Musa’dan, İbrahim’den ayırıp öteliyor hatta dışlıyordu. İşte bu yüzden onlarca ortak nokta olmasına rağmen onların Kur’an’a ve Allah elçisi Muhammed (as)’e inanmaları mümkün gözükmemektedir. Nitekim çok kısa bir zaman içinde halkı müşrik, putperest, Mecusi olan coğrafyalar akın akın İslam’a girmiş ama halkı Yahudi veya Hıristiyan olan coğrafyalar ne o gün ne de ondan sonra İslam’a girmemişlerdir.
İşte bu durumda olan ehli kitabın, Kur’an’a karşı dururken takındıkları tavrın temelini sanıldığından çok daha sağlama almaları gerekirdi. Bunu da, Tevrat ve İncil’de olup Kur’an’da da olan bilgilerin esaslı bir şekilde çelişmesiyle sağlayabilirlerdi. Mesela kendi kitaplarında ve insanlığın hafızasında olan iyi bir ismi Kur’an’ın kötü tanıtması olabilirdi. Veya Onların kitaplarında ve insanlığın hafızasında kötü olarak tanınan birinin Kur’an tarafından iyi olarak tanıtılmasıyla sağlayabilirlerdi.
Kanaatimizce Zülkarneyn hakkında sorulan soru tam da bu arayışla sorulmuş bir sorudur. Ama öte yandan Tevrat ve İncil’de Zülkarneyn isimli ya da sıfatlı birinin kıssası hiç yoktur. Zülkarneyn hakkında nakledilen rivayetlerde müşriklerin Zülkarneyn ile ilgili bilgiyi Yahudilerden aldıkları ve bu bilgi üzerine Muhammed (a.s)’e gelerek Zülkarneyn kimdir sorusunu sordukları anlatılmaktaydı.
Zülkarneyn ile ilgili bilgi Tevrat’ta yoksa, Yahudilerin böyle bir bilgiyi Muhammed (as)’i sıkıştırmak ve hatta Onun Allah resulü olup olmadığının anlaşılması için müşriklere vermesinin hiçbir anlamı kalmamaktadır. Kur’an’dan önce indirilmiş kitaplarda olmayan, kim olduğu efsaneler üzerinden anlaşılan bir kişiliği sormalarının vahiyle veya Muhammed (as)’in Resullüğü ile alakası nasıl kurulacaktır! Farz edelim ki Zülkarneyn, müfessirimiz Razi’nin iddia ettiği gibi İskender’dir ve Hayberli Yahudiler kendilerine gelen Mekkeli müşriklere Muhammed (as)’in resul olup olmadığını anlamaları için İskender kimdir? sorusunu sormalarını söylemişlerdir. Muhammed (as)’in bu soruya vereceği ya da veremeyeceği cevabın onun Resullüğü ile nasıl bir alakası olacaktır. Muhammed (as)’in resul olması demek, alakalı alakasız sorulan her soruya cevap vermesi anlamına mı gelmektedir? Ya da Yüce Allah Muhammed (as)’e sorulan her soruyu dikkate mi almaktadır? Unutulmamalıdır ki, Zülkarneyn hakkında sorulan soruyu dikkate alan ve Zülkarneyn kıssasını Kur’an’ın bir parçası haline getiren Muhammed (as) değil Yüce Allah’tır. Muhammed (as)’in kendisiyle alakalı olsun ya da olmasın, herhangi bir şeyi Kur’an’a eklemesi, Kur’an’ın bir parçası haline getirmesi mümkün değildir.
Hakka 69/44-47
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ
لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ
ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ
فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
(44) Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı,
(45) Elbette onu kıskıvrak yakalardık.
(46) Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık).
(47) Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız. (TDV meali)
Yüce Allah “Zülkarneyn kimdir?” sorusunu dikkate almışsa, bu sorunun amacının kesinlikle vahiy veya vahyi insanlara ileten resulle alakası var demektir. Çünkü bu soruyu soranların amacı; bilmedikleri bir kişiyi vahiy yoluyla öğrenip iman etmek değil, tam tersi resulün gerçek bir resul olmadığını yani onun yalancı bir sahtekâr olduğunu ispatlamaktır. Öte yandan Kur’an’ın ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’den farklı anlattığı resulleri değil de neden Zülkarneyn’i sordukları da dikkate alınmalıdır. Eğer Zülkarneyn ile ilgili Tevrat ve İncil’de herhangi bir şey yoksa, sorulan sorunun da verilecek cevabın da hiçbir anlamı kalmamaktadır.
Kur’an; Tevrat ve İncil’de de geçen; Adem, Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Yunus, İlyas, Eyüp, Zekeriyya, Yahya, İsa gibi resullerin kıssalarını anlatmıştır. Eğer Yahudiler iyi niyetli ve inanmak isteyen insanlar olarak meseleye yaklaşmış olsalardı, anlatılan bu kadar resulü bir kenara bırakıp Zülkarneyn diye birini sormamaları gerekirdi. Kaldı ki onlardan yardım isteyen Mekkeli müşrikler de Zülkarneyn kimdir sorusunu inanmak için değil tam tersi inanmamak için sormuşlardır.
Yahudiler’in inanmamak için Zülkarneyn gibi bir bahaneye ihtiyaçları da yoktur. Çünkü ellerinde bulunan Tevrat’a göre İsmail soyundan herhangi bir elçinin çıkması söz konusu değildir ve Muhammed (as) İsmail soyudur. (İlgili Tevrat pasajı yukarıda aktarılmıştı.) Bunun yanında onlar Muhammed (as)’den önce gelen İsa’yı da inkâr etmiş onun Resullüğüne inanmamışlardı. Ama Muhammed hem İsmail soyudur hem de İsa’nın resul olduğunu söylemektedir. Bu iki bahane bile onların inanmaması için yeterlidir. Şu hâlde ellerinde bu kadar sağlam deliller olmasına rağmen, üzerinde akıl almaz efsanelerin oluştuğu tarihi bir kişiliği sorarak onun resul olmadığını ispatlamaya çalışmaları ve bunu da inanmamalarının gerekçesi haline getirmeleri çok anlamsız ve saçma bir hareket olarak gözükmektedir.
Muhammed (a.s) 63 yıllık ömrünün 53 yılını Mekke’de geçirmiştir. Mekke’de Ona inanan veya inanmayanların hemen hepsinin bir şekilde Onun akrabası olduğu tarihi olarak sabittir. Muhammed (as)’i herkesten daha iyi tanıyan Mekkeli müşriklerin bin bir zahmete katlanarak Hayber’e gitmeleri, cevabını kendilerinin dahi bilmedikleri bir soruyu alıp gelmeleri ve bununla Muhammed (as)’in gerçekten resul olup olmadığını anlamaya çalışmaları gerçek dışı bir şey olarak gözükmektedir. Onların Muhammed (as) Risalet’ini reddetmek için bahaneye ihtiyaçları yoktur. Çünkü daha işin en başında Muhammed (as) onlara Tevrat ve İncil’de de isimleri geçen onlarca resulün kıssalarını anlatmaktadır. Mekkeli müşrikler Muhammed (as) gelmezden önce de ne İsa’ya ne Musa’ya ne de diğer resullere inanmamış, ehli kitabın dinini benimsememiştir. Muhammed (as)’in daha öncesinde inanmadıkları resullerin kıssalarını anlatması bile ona karşı durmaları için yeter sebeptir. İşte tüm bu sebeplerden dolayı, “Zülkarneyn kimdir?” sorusu Müşrikler ve Yahudiler açısından basit bir genel kültür sınavı olmanın ötesinde anlamlara sahip olmalıdır.
Her şeyden önce Zülkarneyn diye adlandırılan kişinin tarihteki bir şahsiyet olmaması, tam tersi onun ehli kitabın tanıdığı bildiği ve hatta ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’de geçen bir kişi olması gerekmektedir. Çünkü eğer bu soru Muhammed (as)’in resullüğünü sınamak için yapılıyorsa, sorulacak sorunun cevabının da ancak vahiyle bilinebilen bir şey olması gerekmektedir. Muhammed (as) “ben Allah tarafından gönderilmiş resülüm” dediğinde, resullüğünün ispatı olarak vahiyleri göstermiştir. Zaten Muhammed (as) hakkında duyulan kuşku da işte bu vahiyler yüzünden olmuştur. O kendisine gelen vahiyleri insanlara ilettiğinde Mekkeli müşriklerden aldığı cevap, bunların vahiy olmadığı tam tersi onu Muhammed (as) uydurduğu, birileri tarafından ona öğretildiği, şeytanların vahyettiği, yabancı dildeki birinden öğrendiği gibi şeyler olmuştur.
Furkan 25/4-5
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَٰذَا إِلَّا إِفْكٌ افْتَرَاهُ وَأَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ آخَرُونَ ۖ فَقَدْ جَاءُوا ظُلْمًا وَزُورًا
وَقَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَىٰ عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
4)İnkâr edenler, “Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular.
5)“(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilerin satırlarıdır. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır” dediler.
Nahl 16/103
وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ ۗ لِسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُبِينٌ
Andolsun ki biz onların, “Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. İma ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’an ise gayet açık bir Arapça’dır. (DİB meali)
Şuara 26/210-212
وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاطِينُ
وَمَا يَنْبَغِي لَهُمْ وَمَا يَسْتَطِيعُونَ
إِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ
(210) O Kur’an’ı şeytanlar indirmemiştir.
(211) Zaten bu onların harcı değildir, buna güçleri de yetmez.
(212) Çünkü onlar (vahyi) işitmekten uzaklaştırılmışlardır. (DİB meali)
Vahiy ve Muhammed (as) hakkında bunları düşünen Mekkeli müşriklerin, daha öncesinde dost olmadıkları ve dinlerine de inanmadıkları Hayber Yahudilerine kadar gidip, “Zülkarneyn kimdir?” sorusuyla dönmelerinin arka planında, bu soruya cevap verememesi durumunda onun yalancı olduğunu ispatlamak değil, tam tersi cevap vermesi durumunda yalancı olduğunu ispatlamak yatabilir.
Mekkeli müşriklerin gelen vahiyler için “eskilerin satırları, başka birilerinden öğreniyor”demelerinin arka planında Kur’an’ın önceki resullerden bahsetmesi yatmaktadır. Kur’an’ın anlattığı resul kıssalarının tamamı yüzyıllardır Tevrat ve İncil’de de anlatılmaktadır. Yani Muhammed (as) insanlığın hiç duymadığı resullerden değil, Yahudi ve Hıristiyanların yüzyıllardır bahsettiği resullerin kıssalarını anlatmaktadır. İşte bu resullerin kıssaları satırlara dökülmüş haliyle sadece Tevrat ve İncil’de bulunmaktadır. Onların Muhammed (as)’in getirdiklerine “esatirul evvelin” (eskilerin satırları)demelerinin sebebi, onun resul kıssalarını Tevrat ve İncil’den iktibas ettiğine inanmalarından dolayıdır. Yani onlara göre Muhammed (as)’in anlattıkları vahiy yoluyla öğrenilmiş bilgiler değil, basitçe önceki kitapların içinden derleme bilgilerdir. Zaten bu yüzden önceki kitapları Muhammed (as)’den daha iyi bilen Yahudilere gitmiş, onlardan Zülkarneyn kimdir? sorusunu almışlardır.
İşte bu yüzden Zülkarneyn’in Yahudiler tarafından çok iyi bilinen ve kesinlikle Tevrat’ta adı geçen bir resul olması gerekmektedir.
Müslüman müfessirlerin Zülkarneyn’in Makedonyalı İskender (Alexandre le Grand İÖ 356-323) olduğunu söylemeleri ciddiye alınıp eleştiri yapılacak bir söylem bile değildir.
Neredeyse her yazımızda değinmeden geçmeyeceğimiz bir şeyi ilke edinmek boynumuzun borcu olmuştur. O da Kur’an’ı anlamanın bir tek yolunun yine Kur’an üzerinden olması gerçeğidir. Kur’an’ı Kur’an’la anlamak piyasada bulunan metotlar arasından bir metot değildir. Bu konuda hiç kimsenin seçme hakkı yoktur. Kur’an Kur’an’dan başka bir şeyle ya da kişiyle asla doğru anlaşılamaz. Kapalı olanı açan, anlaşılmaz olanı anlaşılır kılan, bilinmeyeni bilinir hale getiren, saklanmışı ortaya çıkaran, kelimenin, eşyanın, varlığın doğru anlaşılmasını sağlayan Kur’an’dır. Eksikleri tamamlayan, tutarsızlıkları ortaya koyan, düğümleri çözen, anlaşmazlıkları bitiren, karanlıkları aydınlatan Kur’an’dır. Nasıl olurda bir yaratılmış, saymaya hiç kimsenin güç yetiremeyeceği üstün özellikleri olan Kur’an’dan daha açık ve anlaşılır olabilir ki? İşte bu yüzden Kur’an’ı Kur’an’la anlamak İmani bir zorunluluktur.
Şüphesiz Zülkarneyn ismi Kur’an’ın gündeme taşıdığı bir isimdir. Dolayısıyla onun kimliği ve kişiliği hakkında soru soracakların cevap arayacakları yegâne kaynak yine Kur’an olmak zorundadır. Kur’an’ın bünyesine aldığı ve insanlığa tanıttığı bir kişiliği kim olduğu bilinmeyen bir kişilik olarak bırakması mümkün değildir. Üstelik Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssasının Kur’an’ın diğer kıssalarıyla hiçbir bağının olmaması asla mümkün değildir. Çünkü Kur’an birbirinden kopuk parçalardan oluşmamıştır. Her kelimesinin Kur’an’daki tüm kelimelerle sıkı bağları vardır. Nasıl ki bir vücuttan koparılan el, tek başına bir şey ifade etmiyorsa, Kur’an bütünlüğünden koparılan her parça da bir şey ifade etmeyecektir. Kur’an’ın kullandığı kelimelerinin anlattığı kıssalarının diğer yerlerle bağının olmadığını düşünmek, bu yönde çıkarımlarda bulunmak, kelimenin tam anlamıyla Kur’an’ı parçalamaktır ve Kur’an kendisine böyle bir muameleyi reva görenleri hiç iyi anmamaktadır.
Bunun yanında bizim söyleyeceklerimiz de Zülkarneyn koleksiyonuna eklenen bir resim olarak kalacaktır. Mamafih biz söylediklerimizin/söyleyeceklerimizin Kur’an’ın kendisi olmadığını sadece bizim Kur’an’dan anladıklarımız olduğunu itiraf ediyoruz. Hatta kalın çizgilerle bunun altını çiziyoruz. Kur’an çalışmaları yapanların yazdıklarının başına “Kur’an’a göre” ibaresini eklemeyi de asla tasvip etmiyoruz. İlla da yapılan çalışmanın Kur’an çerçevesinde yapıldığı vurgusu verilmek isteniyorsa “Kur’an’dan bizim anladığımıza göre”şeklinde yapılmasının daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
Gücümüz nispetinde Kur’an kelimelerine Kur’an’dan karşılık bulacak, kelimelerin kullanımları arasındaki farklılıklarının sebebini Kur’an’dan anlamaya çalışacağız. Ama her ne olursa olsun çalışmamız eninde sonunda bizim Kur’an’dan anlayabildiklerimizden başka bir değer taşımayacaktır. Biz ne söylersek söyleyelim ne kadar isabet kaydedersek kaydedelim değer açısından bundan daha öte bir anlam taşımayacaktır. Asla Kur’an değildir, Kur’an’a göre değildir. Sadece Kur’an’dan bizim anladıklarımızdır.

KARN KELİMESİ

Herhangi bir metni anlamanın yolu evvela kelimeleri doğru anlamayı gerektirmektedir. Eğer Zülkarneyn kimdir? sorusunun cevabının peşine düşülecekse en başta Zülkarneyn kelimesinin ne anlama gelindiğinin bilinmesi gerekmektedir. Çünkü bu kelime yapısından da anlaşıldığı gibi bir isim değil, bir unvan veya bir lakaptır. Kelime bir işaret ismi (ذَا-ze)[22]ve tesniye (ikili) bir isimden (الْقَرْنَيْنِ el-karneyn) oluşmuş bileşik bir tamlamadır.
Biraz önce Zel-karneyn kimdir sorusunun cevabının anlaşılabilmesi/bulunabilmesi için en başta kelimenin ne anlama geldiğinin bilinmesi gerektiğini belirtmiştik. Çünkü sorulan kişi ona atfedilen Zel-karneyn unvanı üzerinden tanınmıştır. Öyleyse bu unvanın neden ve hangi sebeplerden dolayı bu kişiye verildiğinin anlaşılabilmesi için, unvanın ne anlama gelindiğinin bilinmesi gerekmektedir. Sonuçta bu kelime isim değil bir sıfat bir nitelemedir. İsimler ile unvanlar arasında şu fark vardır.
Aslında her ismin bir manası vardır fakat kişiye verilen ismin kast ettiği mananın o ismi taşıyan kişide olması şart değildir. Mesela, “Mustafa” ismi anlam olarak “türü arasında en iyisi olduğu için seçilmiş” manasına gelmektedir. Yeryüzünde Mustafa isminde binlerce hatta yüzbinlerce insan bu ismi taşıdığı halde “seçilmiş” olan tek bir kişi yoktur. Hasan ismi güzel anlamında olduğu halde güzel olmayan binlerce insan bu ismi taşımaktadır. Kemal ismi tamama ermiş, olgunlaşmış anlamında olduğu halde olgunlaşmamış binlerce kişi bu ismi taşımaktadır. İnsanlara isim verilmesi o kişide ona verilen ismin manası olduğundan dolayı değil, o ismin manası onda olsun diye daha doğar doğmaz verilmektedir. Adı Abdullah (Allah’ın kulu), Abdurrahman (Rahmanın kulu) olduğu halde Allah’tan başkasına kul olan binlerce insanın olması da bu yüzdendir.
Fakat sıfatlar, unvanlar böyle değildir. Bir kişinin herhangi bir sıfatla nitelenmesi veya ona bir unvanın verilmesi, o unvan ve sıfatın tüm özelliklerinin, nitelenen kişide olmasını zorunlu kılmaktadır. Uzun adam dendiğinde adamın uzun, beyaz gül dendiğinde gülün beyaz olması gerektiği gibi. Mustafa siyahidir dendiğinde Mustafa’nın türünün en iyisi olduğu için seçilmiş olması gerekmemektedir ama siyahi olması mutlaka gerekmektedir. Çünkü bu kişinin Mustafa ismini alması anne-babası tarafından, Mustafa kelimesinin taşıdığı anlamın onda olup olmadığına bakılmadan doğduğunda verilmiştir. Fakat ona siyahi denmesi kesinlikle siyahi olduğundan dolayıdır. Sıfatlar ve unvanlar bir kişinin kendisini değil bulunduğu hali ya da konumunu belirten kelimelerdir.
İnsanların isimlendirilmesi kişinin kendisine verilen ismin manasını hak ettiğinden dolayı değildir ama sıfatlar ve unvanlar sadece kişi o sıfat ve unvanı hak ettiği için verilmektedir. Bir kişiye uzun, kısa, kibar, siyahi, beyaz, asker, komutan, müdür, bakan, onurlu, yönetici, akıllı, muttaki, takva sahibi vs sıfatların verilmesi ancak bu sıfatların nitelenen kişi de olması durumunda geçerlidir değilse iftira ya da yalan olmaktadır. Siyahi olmayan birine siyahi, yönetici olmayan birine yönetici, takva sahibi olmayan birine muttaki, asker olmayan birine asker denmesi yalan ya da iftiradır.
İşte bu çerçeveden sıfat ya da unvan olarak gelen Zel-karneyn kelimesi de bu sıfatla nitelenen kişinin, kelimenin kast ettiği manayı üzerinde taşıması gerekmektedir. Yani eğer Zel-karneyn değilse bu kişinin bu niteleme ile nitelenmesi asla doğru olmayacaktır. Bu kişiye Zel-karneyn sıfatını münasip gören Yüce Allah’tır. Allah asla bir kişiyi onda olmayan bir sıfatla nitelemeyeceği için, yapılması gereken bu sıfatın ne anlama geldiğini tespit etmek ve ardından hangi olaydan dolayı veya niçin ona bu sıfatın verildiğini Kur’an’da bulmaktır.
Birkaç bölüm önce bir müfessirimizden yaptığımız alıntıda Zel-karneyn kelimesinin anlamları hakkında şunlar söylenmişti.
İbnu’l Kevva’ Hz. Ali (r.a)’ye, Zülkarneyn’in kim olduğunu, bir kral mı yoksa bir peygamber mi olduğu sorulduğunda, Hz. Ali: “O, ne bir kral ne de bir peygamber idi. O, sağ karn’inden (alnının sağ tarafından), Allah’a itaat yolunda vurulmuş ve böylece ölmüş. Daha sonra Allah Teala onu diriltmiş. Sonra bu sefer de, sol karn’inden (alnının sol tarafından) vurulup ölmüş. Derken Allah onu tekrar diriltmiştir. O, böyle salih bir kuldur. İşte bundan dolayı, o, “Zülkarneyn” adını almış ve o mülke sahip olmuş” demiştir.
Onun hayatı boyunca, iki karn (nesil) insan gelip geçtiği için, “Zülkarneyn” (iki karn sahibi) adını almıştır.
Onun başının iki yanı bakırdan olduğu için bu adı aldığı da söylenmiştir.
Onun başında, iki boynuza benzer iki şey olduğu için bu adı almıştır.
Tacının iki boynuzu olduğu için bu adı almıştır.
Hz. Peygamber (as)’den, “O dünyanın iki karnini, yani doğusunu batısını dolaştığı için bu adı almıştır” dediği rivayet edilmiştir.
Onun iki karni, iki saç örüğü olduğu için bu adı almıştır.
Allah Teala, hem nuru hem zulmeti (karanlığı ve ışığı) onun emrine vermişti. Bundan dolayı o yürüdüğünde, ışık önünden onu gideceği yere iletir, karanlık da arkasından uzar gider.
Akranlarını adeta boynuzlayıp yendiği için cesur insanlara, “koç” denildiği gibi, Zülkarneyn de cesaretinden dolayı böyle lakablanmış olabilir.
O, rüyasında kendisinin feleklere (yıldızlara) tırmandığını ve güneşin iki tarafından (karn’inden) tutunduğunu görmüştü. İşte bu sebeple bu adı almıştır.
Nura ve zulmete girdiği için bu adı almıştır.[23]
Zel-karneyn kelimesinin anlamları hakkında bu kadar çok seçenek sunulmasına rağmen seçeneklerin hepsinin herhangi bir delile dayanmadığı, ulaşılan sonuçların hepsinin yorumdan başka bir şey olmadığı izaha ihtiyaç duymayacak kadar ortadadır. Zel-karneyn kelimesi Kur’an’ın bir kelimesidir ve bu kelimeye hangi asla dayandığı belli olmayan yorumlarla anlam yüklemek asla doğru bir yaklaşım biçimi değildir. Yüce Allah hiç kimseyi onda olmayan bir sıfatla nitelemez.
الْقَرْنَيْنِ Karneyn kelimesi ق ر ن (k+r+n) kök harflerinden türemiş bir kelimedir ve Kur’an’da bu kökten türemiş 36 kelime bulunmaktadır.
اِقْتِرَانٌ İktiran sözcüğü iki ya da daha fazla nesnenin herhangi bir manada bir araya toplanması anlamına gelişi itibariyle اِزْدِوَاجٌ izdivacun sözcüğü gibidir. (Zuhruf 43/53) İki deveyi (bir iple) bir araya getirdim topladım anlamındaقَرَنْتُ الْبَعِيرَ بِالْبَعِيرِkarentu’l baira bi’l bairi denir. Develerin kendisiyle bağlandığı ip قَرَنٌ karanun şeklinde adlandırılır. Ayrıca (yine fiil olarak) teksir yoluyla قَرَّنْتُهُ karrentuhu da denir (İbrahim 14/49). Filan kişi doğum zamanı itibariyle filanın dengi denmek istendiğinde فُلَانٌ قَرْنُ فُلَانٍ  fulanun karnu fulanin şeklinde, celadet/yiğitlik, kuvvet ve başka durumlarda filanın dengi denmek istendiğinde قَرِنُه  karinuhu ve قِرْنُهُ kirnuhu şeklinde söylenir. (Saffat 37/51) اَلْقَرْنُ Karnu aynı zaman diliminde bulunma açısından bir araya gelmiş topluluk nesil, göbek, kuşak. (Yunus 10/13 – İsra 17/17 – Meryem 19/98) اَلْقَرُنُ El karunu; nefis, bedenle bir arada, toplu bulunmasından dolayı böyle adlandırılmıştır. اَلْقَرَنُ Elkaranu; okluk, sadak, اَلْقِرَان el kiranu; hac ve umreyi ayrıca iki nesneyi cem etmek, قَرْنُ الشَّاةِ وَ الْبَقَرَةِ Karnu’ş şati ve’l bakarati; koyun ve sığırda bulunan boynuz. قَرْنُ الشَّمْسِ Karnu’ş şemsi; doğuşu esnasında, güneşin ilk görünen kısmı ve en üst tarafı ya da güneşin ilk şuası.[24]
Bu kelime Kur’an’da; nesil,[25]arkadaş,[26]bağlanmış,[27]hükmedilen, hizmet altına alınan,[28]yakınlaştırılan, yan yana getirilen,[29]karun isim,[30]şeklinde geçmiştir.[31]
ذِي الْقَرْنَيْنِ Zil-karneyn ve ذَا الْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn kelimelerinin başında gelen ذِي “zi” ve ذَا “ze” Arapça’da esma-i hamse[32] (beş isim) adı verilen gruptaki bir kelimedir. Eril-dişil, müfred (tekil), tesniye (ikili), cem’i (çoğul) formları bulunan bu kelimenin çekimleri şu şekildedir.

Esma-i Hamseden ذُو (zu)’nun çekimi
Cem’i (çoğul) Merfu, Mansub, Mecrur halleri.
Tesniye (ikili) Merfu, Mansub, Mecrur halleri.
Müfred (tekil) Merfu, Mansub, Mecrur halleri.
ذَوُو  – ذَوِي.
ذَوَا  –  ذَوَيْ
ذُو – ذَا – ذِي
Eril
ذَوَاتُ  – ذَوَاتِ.
ذَاوَاتَا  – ذَوَاتَيْ
ذَاتُ   – ذَاتَ  – ذَاتِ
Dişil
Bu kelime Kur’an’da “zi, ze, zu, zave, zavey, zate, zevate, zevatey şeklinde ve sayabildiğimiz kadarıyla 113 defa geçmektedir. ذَا الْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn kelimesinin başında olduğu gibi tekil ve müzekker (eril) haliyle ذُو  “zu” şeklinde 33 kez  ذِي “zi” şeklinde 22 kez, ذَا “ze” şeklinde ise 21 kez olmak üzere toplamda 76 kez geçmektedir.
Kelimenin Kur’an kullanımlarda 33 defa ذُو  “zu” şeklinde (Merfu) gelenlerin  27 tanesi ve ذِي “zi” şeklinde 22 kez (Mecrur) geçenlerin sadece 5 tanesi Yüce Allah’a atfen gelmektedir. Fakat toplamda 21 kez ذَا “ze” şeklinde (Mansub) gelen kullanımlardan hiçbiri Allah’a atfen gelmemektedir.
Yukarıdaki tabloda da gösterildiği gibi; ذُو  “zu” kelimenin “Merfu” hali, ذَا “ze”  Mansub, ذِي “zi” ise Mecrur halidir. Kelimenin bu halleri kullanım amaçlarının farklılığından ve cümle içindeki konumundan dolayıdır. Arapça da bir ismin Merfu, Mansub ve Mecrur oluşunun farklı sebepleri olsa da bu durum aynı zamanda kelimelerin cümle içindeki konumları ve anlamlarından kaynaklanmaktadır.
Kelimenin her üç hali de basit mana da “sahib” anlamına gelmektedir. Zel-karneyn ise “iki karn’ın sahibi” anlamındadır. İşte kelimenin Merfu, Mansub ve Mecrur halleri bir şeye sahipliğin farklı cephelerini göstermektedir. Bu farklılığın ne olduğunun anlaşılması Kur’an’daki kullanımlar üzerinden daha iyi anlaşılacaktır.

KELİMENİN MANSUB (ذَا ZE) KULLANIMLARI

Kelimenin Kur’an’da Mansub olarak 21 kere geçtiğini ve bunlardan tek bir tanesinin dahi Allah’a atfen kullanılmadığını biraz önce belirtmiştik. Kelimenin Kur’an kullanımları şu şekildedir.
  • “Yakınlık sahibi” anlamında ذَاالْقُرْبٰى ze’l kurba şeklinde marife olarak ya da ذَا قُرْبٰىۚ ze kurba nekira olarak 6 kez; (Beled 90/15; Maide 5/106; Enam 6/152; İsra 17/26; Rum 30/38; Fatır 35/18)
  • “Ezilmiş, sömürülmüş, fakir hale getirilmiş, yoksul” anlamında ذَامَتْرَبَةٍۜ ze metrabetin şeklinde bir kez; (Beled 90/16)
  • “Boğazı tıkayan, boğazı kapatıp nefes aldırmayan yiyecek” anlamında ذَاغُصَّةٍ ze ğussetin şeklinde bir kez; (Müzzemmil 73/13)
  • “Evlat ve mal” sahibi anlamında ذَامَالٍ وَبَن۪ينَۜ ze malin ve benin şeklinde bir kez; (Kalem 68/14)
  • “Yük sahibi, kefalet sahibi” anlamında ذَاالْكِفْلِۜ“ze’l kiflin” şeklinde iki kez; (Enbiya 21/85; Sad 38/48)
  • “Güç kuvvet sahibi” anlamında ذَاالْاَيْدِ ze eydin şeklinde bir kez; (Sad 38/17)
  • “Kimmiş o sahib” anlamında مَنْذَا الَّذ۪ي men ze’l lezi şeklinde 5 kez; (Bakara 2/245, 255; Ali İmran 3/160; Ahzap 33/17; Hadid 57/11)
  • “Şiddetli azap sahibi” anlamında ذَاعَذَابٍ شَد۪يدٍ ze azabin şedidin şeklinde bir kez; (Müminun 23/77)
  • “Nun sahibi” anlamında وَذَاالنُّونِ ze’n nun şeklinde bir kez; (Enbiya 21/87)
  • ذَاالْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn şeklinde ise iki kez; (Kehf 18/86, 94)
Bu kullanımların tamamına bakıldığında sahip olunan şeyin hep başkası tarafından verildiği ve bunu başkasına geçirmenin imkanının olmadığı görülecektir. Yani kişi bir şeye sahiptir ama sahip olduğu şeyi kendisi elde etmediği gibi, bir başkasını da sahip olduğu şeye sahip kılması mümkün değildir. Mesela akrabalık, yakınlık sahibi kullanımlarını düşündüğümüzde, hiç kimse kimin akrabası olacağını seçememektedir. Birine akraba olmaktan dolayı birtakım haklar ve yükümlülükler elde etmektedir ama bu aynı haklar ve yükümlülükleri başkasına devretme hakkına sahip değildir. Yani birinin kızı, oğlu, babası, dayısı, amcası veya başka bir yakınlığa sahip olması doğumla ona verilen bir şeydir ve kimse kimin akrabası olarak doğacağını seçememekte ve devredememektedir.
Davut (as)’u niteler şeklinde kullanılan ذَا الْاَيْدِ ze eydin güç sahibi anlamı da öyledir. Davut bu gücü kendisi elde etmemiş ona verilmiştir ve bu gücü kendi kafasına göre birisine devretme hakkına sahip değildir. Çünkü bu güç ona resul olduğu için verilmiştir ve onun resul olması Davut’un bir kararı değil, Yüce Allah’ın bir seçimidir.
Boğaz tıkayıcı özelliği olan yiyecek bu özelliği kendiliğinden almamış o öyle kılınmıştır ve bu özelliğini kendi başına başkasına devretmesi mümkün değildir. Zil Kifl yani sorumluluk, kefalet sahibi kelimesi Meryemin bakımı Yüce Allah tarafından kendisine yüklendiği için Zekeriyya’yı nitelemektedir (3/37) ve Zekeriyya bu kefaleti kendisi almamış Yüce Allah ona yüklemiştir. Bu kefaleti kendiliğinden başkasına devretmesi asla mümkün değildir. “Kimmiş şefaat edecek o sahip veya Allah’a borç verecek o sahip” şeklindeki kullanımlarda da hem elde edilen mal hem elde edilecek şefaat ancak Allah’ın bağışlaması sonunda oluşan/oluşacak olan şeylerdir. Bunun da başkasına devri söz konusu değildir. Çünkü dünyadayken kişiyi mal mülk sahibi kılan sadece Allah’tır. Ahirette de şefaat yetkisi verecek olan da sadece Allah’tır.
Kelimenin Mansub olarak kullanımlarının tamamı bu şekildedir.
Şu halde anlama çalıştığımız  ذَا الْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn kelimesi de Mansup olduğu için aynı özelliklerin onda da olması gerekmektedir. Yani sahip olunan karneyn (ne olduğu belirtilecektir) her neyse, sahip olan kişi bunu kendiliğinden elde etmemiş, o şey bir başkası tarafından ona bağışlanmış, bir başkası tarafından ona verilmiştir. Zaten Kehf suresindeki kıssaya bakıldığında sahip olduklarının Yüce Allah tarafından ona verilmiş olduğu, birkaç defa belirtilmektedir.
Kehf 18/84
إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا
(Allah buyuruyor ki) Yeryüzünde onun konumunu kesinlikle biz belirlemiş ve her şeyin sebebini ona biz vermiştik.
Kehf 18/95
قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيْرٌ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا
Dedi ki “Rabbimin beni bu şekilde konumlandırması en hayırlıdır. Siz gücünüzle yardımcı olun; sizinle onların arasına bir set yapayım. 
Görüldüğü gibi Zel-karneyn sahip olduğu şeyleri kendisi elde etmemiş tam tersi Yüce Allah tarafından ona bağışlanmıştır. Bu aynı zamanda bu kişi sahip olduklarını elde etmek için ne yaparsa yapsın Allah bağışlamadıkça elde edemeyeceği anlamına da gelmektedir. Yani Zel-karneyn olmak, müfessirimizin iddia ettiği gibi kılıçla dünyayı önünde diz çöktürerek elde edilebilecek bir paye değildir. Bu ayetlere rağmen Zel-karneyn Filip’in oğlu Makedonyalı Alaxandre gibi bir açıklamayı getirip, Zel-karneyn olmanın kılıçla elde edilebilecek bir şey olduğunu söylemek hakikaten sözün bittiği yerdir. İşin tuhaf tarafı ne Filip’in oğlu Alaxandre’nin kendisi ne ondan sonra gelen halefleri ne tarihçiler ne Yahudiler ve Hıristiyanlar Zel-karneyn nitelemesini Filip’in oğlu için kullanmamışlardır. Onu Zel-karneyn diye niteleyen, sadece Müslüman Ulema’dır!
ذَا الْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn kelimesinde dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta da ifadenin ikinci kelimesinin marife yani ال takısıyla gelmiş olmasıdır. Bilindiği gibi kelimelerin başında الtakısı olması, o kelimenin tanınan bilinen bir anlama sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Öte yandan kelimenin الْقَرْنَيْنِ el-karneyn şeklinde gelmesi Zel-karneyn kelimesini marife bir isim tamlaması (izafet terkibi) haline getirmektedir. Bu durumda Zel-karneyn kelimesi hem ikinci kelimenin başında ال takısı olmasından dolayı, hem de marife (tanınan, bilinen) bir isim tamlaması olmasından dolayı kesinlikle bilinen, tanınan ve Kur’an’da açıklaması olan şeylerden bahsediyor demektir. Yani Zel-karneyn kelimesinin ne anlama geldiğini anlamak için biraz önce görüşlerini aktardığımız değerli! Müfessirimiz gibi zar atmaya, fal bakmaya, kapı kapı dolaşarak tarihçilere, Farslılara, Yunanlılara, Makedonlara, Yahudilere, Hıristiyanlara ağız açmaya gerek yoktur. Kelimenin yapısı bize Zel-karneyn kelimesinin anlamının açıklamasının Kur’an’da yapılmış olduğunu göstermektedir. Fakat dediğimiz gibi müfessirimiz/müfessirlerimiz Kur’an haricinde her yere bakmaktan, bu kadar açık işaretler olmasına rağmen kelimenin Kur’an’da anlamının olabileceğini akıllarına bile getirememişlerdir.
Arapça’da isim tamlamalarında gelen birinci isim “tamlanan” (muzaf), ikincisi ise “tamlayan” (muzafun ileyh) adı verilen iki isimden oluşmaktadır. Bir isim tamlaması; tamlanan (muzaf) yani tamlamada gelen birinci ismin;
  • Kime ve neye ait olduğunu (كَلبُ الْحَرِسِ; “Bekçinin köpeği” gibi)
  • Hangi şeyden yapıldığını (ثَوْبُ حَرِيرِ; “İpek elbise” gibi)
  • Neye benzediğini belirtmek suretiyle “tamlanan (muzaf) kelimenin anlamındaki bir kapalılığı” giderme amacı taşır (كُوبُ شَاىٍ; “Çay bardağı” gibi).[33]
Bir isim tamlamasını oluşturan muzaf (tamlanan) ve muzafun ileyh (tamlayan) ile ilgili olarak şunlar söylenebilir.
Bir isim tamlaması yapılırken her iki isim başında (ال) takısı bulunan marife bir isimse; birinci ismin (muzaf) başındaki (ال) takısı kaldırılır. Fakat kelimenin başındaki (ال) takısının kaldırılması o kelimeyi nekira (bilinemez) yapmamaktadır. Çünkü ikinci ismin başındaki (ال) takısı her iki isminde bilinir olduğu anlamına gelmektedir. Mesela, isim tamlaması olarak كَلبُ الْحَرِسِ şeklinde gelen bu kelimeler anlam olarak “bilinen o bekçinin köpeği” anlamına gelmektedir.
İzafet terkiplerinde muzafun ileyh (ikinci isim) bir cümlenin temel öğelerinden kabul edilen mübteda, haber, fail, meful gibi müstakil bir görevi üstlenemezler. Muzafun ileyh’in (ikinci ismin) cümlede oynadığı tek rol, kendinden önceki muzaf’ı (birinci ismi) bir biçimde tamlayarak ondaki anlamsal kapalılığı gidermeye çalışmaktan ibarettir. Yani isim tamlamasının asıl amacı birinci ismi daha iyi tanıtmak ve daha anlaşılır kılmaktır. Fakat daha anlaşılır kılabilmesi için ikinci ismin bilinir ve tanınır olması gerekmektedir.
Bu açıklamalardan sonra anlamaya çalıştığımız ذَا الْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn kelimesine tekrar dönecek olursak, ذَا ze muzaf (tamlanan) الْقَرْنَيْنِ elkarneyn ise muzafun ileyh (tamlayan) olmaktadır. Bu tamlamanın yapılış amacı ذَا ze “sahip” kelimesi üzerindeki kapalılığı gidermek, ikinci isim kanalıyla sahip kelimesinden kimin kast edildiğini daha anlaşılır hale getirmektir. Yani hakkında bilgi sahibi olunmak istenen kişiyi daha iyi tanımak ikinci ismin daha iyi bilinmesiyle mümkün hale gelmektedir.
Şu halde الْقَرْنَيْنِ elkarneyn şeklinde marife olarak gelen bu kelime başında (ال) takısı olduğu için “o iki karn” anlamına gelmektedir. ذَا الْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn kelimesi ise “o iki karn’ın sahibi” anlamına gelmektedir. Bu tamlama bize “karn”şeklinde belirtilen şeyi bilmemiz durumunda “sahip” diye tanıtılan kişiyi bilebileceğimizi göstermektedir. O halde tamlamada kast edilen “el karneyn” nedir? sorusu doğru soru olacaktır.
Burada unutulmaması gereken şey ذَا الْقَرْنَيْنِ Zel-karneyn (o iki karn’nın sahibi) tamlamasındaki ذَا “ze” kelimesinin kast ettiği sahipliğin Mansub bir sahiplik yani kişinin kendisinin elde etmediği, başkası tarafından ona verilen ve başkasına devredemeyeceği bir sahiplik olduğudur. Zaten Kehf suresindeki kıssada Zel-karneyn’in sahip olduklarının Allah tarafından ona verildiğini belirten ayetleri biraz önce belirtmiştik. Bu durumda yapmamız gereken işte bu vasıflara uyan iki karn ve bu iki karn’ın kendisine Yüce Allah tarafından verildiği kişiyi aramamızdır.
Aslında aradığımız kişi Kur’an’ın inişinden beri gözümüzün önünde durmaktadır!.. Fakat müfessir ve ulema! tarafından gözlerimize çekilen perdeler yüzünden burnumuzun dibini bile göremez hale geldiğimiz için ibareyi görmüyor, göremiyoruz.
Sad 38/35-39
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَهَبْ لِي مُلْكًا لَا يَنْبَغِي لِأَحَدٍ مِنْ بَعْدِي ۖ إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ
فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاءً حَيْثُ أَصَابَ

وَالشَّيَاطِينَ كُلَّ بَنَّاءٍ وَغَوَّاصٍ
وَآخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ
هَٰذَا عَطَاؤُنَا فَامْنُنْ أَوْ أَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ
(35) Süleyman, “Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet! Şüphesiz sen çok bahşedicisin!” dedi.
(36) Bunun üzerine biz de, istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı,
(37) bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları,
(38) demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları onun emrine verdik.
(39)“İşte bu bizim ihsanımızdır. Artık sen de (istediğine) hesapsızca ver yahut verme” dedik. (DİB meali)
Evet bu kişi Süleyman’dır. O iki karn’a yani görünen ve görünmeyen varlıklara hükmetmiştir. Bu hükmetme becerisini kendisi elde etmemiş Yüce Allah hepsini bağlayıp onun emrine vermiştir. Sad suresinin 38. ayetinde bu açıkça ifade edilmektedir. Yüce Allah görünen ve görünmeyen alemde birçok varlığı zincirleyip onları Süleyman’ın yararlanmasına müsait hale getirmiştir. Üstüne üstlük onların Süleyman’ın emrinden dışarı çıkmamaları için sürekli gözlem ve gözetim altında tutmuştur.
Enbiya 21/82
وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذَٰلِكَ ۖ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظِينَ
Bir de şeytanlardan, Süleyman için dalgıçlık eden ve daha bundan başka işler yapanları da onun emrine verdik. Hep onları zapteden bizdik (DİB meali).
Neml 27/17
وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ
Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen orduları onun önünde toplandı. Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardı. (DİB meali)
Sebe 34/12
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ ۖ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ ۖ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ ۖ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ
Süleyman’ın emrine de, sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay (lık yol) olan rüzgârı verdik. Erimiş bakır ocağını da ona sel gibi akıttık. Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden çıkarsa, ona alevli ateş azabını tattırırız. (DİB meali)
Burada hemen belirtelim ki bu ayetlerin meallerinin kesinlikle harf harf üzerinde durulması gerekmektedir. Çünkü DİB mealinde olduğu gibi diğer meallerde de kelimelere verilen manalar efsaneler üzerindendir. Bu çalışmanın konusu sadece hakkında her türlü efsaneye başvurulan Zel-karneyn’in kim olduğuyla sınırlıdır. Allah dilerse hem Zel-karneyn’in Kehf suresinde anlatılan kıssasını hem de Süleyman kıssalarını ele alacağımız çalışmayı, ilerleyen zamanlarda yayınlayacağız. Bu çalışmayı yaparken Yukarıya aldığımız DİB mealiyle beraber diğer mealleri de inceleyeceğiz. Burada sadece Zel-karneyn ve Süleyman’ın aynı kişilikler olduğu konusu üzerinde durulacaktır.

Ramazan DEMİR

[1]Bkz. Şuara 26/192; Secde 32/2; Yasin 36/5; Zümer 39/1; Mümin 40/2; Fussilet 41/2, 42; Casiye 45/2; Ahkaf 46/2; Vakıa 56/80
[2]Bkz. Rad 13/2, 4; Nahl 16/65-69; İsra 17/12; Ankebut 29/44; Yasin 36/33-38
[3]Bkz. Yunus 10/61; Rad 13/19; İbrahim 14/1; Hud 11/1, 2; Enam 6/105; İsra 17/41, 89; Nahl16/2
[4]Bkz. Zümer 39/27; Rum 30/58; Kasas 28/85; Kehf 18/54; İsra 17/41, 89
[5]Ayette geçen “zikir” kelimesi hatırdan çıkarılmaması gereken doğru bilgi demektir. bkz. R.El İsfahani, El Müfredat ZKR md.
[6]Bahsettiğimiz şekilde konuyu anlatan kitapların ve yazarlarının adının verilmemesi, bu çalışmanın amacının kitap veya tefsir eleştirisi yapmak olmamasındandır.
[7]F. Er Razi, Tefsir-i Kebir c.15.s.247
[8]Bkz. Mearic 70/1; Bakara 2/186; Maide 5/101, 102; Mülk 67/8; Nisa 4/153; Kehf 18/83; Lokman 31/25; Ahzap 33/20; Saffat 37/27, 50; Müddesir 74/40; Hicr 15/92; Tekvir 81/8; Nahl 16/56, 93; Yasin 36/21
[9]Bkz. Şuara 26/109, 127, 145, 164, 180; Yunus 10/72; Bakara 2/61, 177, 273; En’am 6/90; Hud 11/29, 51; Yusuf 12/104; Furkan 25/57; Nisa 4/32; İbrahim 14/34; Ta Ha 20/36, 132
[10]Bkz. İsra 17/36; Furkan 25/16; Ahzap 33/15
[11]Eski Ahit, Yaratılış 2/1-3
[12]Bkz. Kaf 50/38
[13]Eski Ahit, Yaratılış 2/4-25
[14]Bkz. A’raf 7/11-26
[15]Eski Ahit, Yaratılış 9/18-28
[16]Bkz. Ahkaf 46/35
[17]Eski Ahit, Yaratılış 12/10-20
[18]Bkz. Bakara 2/124-144
[19]Eski Ahit, Yaratılış 17/17-27
[20]Bkz. Bakara 2/129 – Meryem 19/54
[21]İbn Kesir, Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsiri.c.10.s.5062
[22]Zu, zi, ze Arapça’da Esma-i Sitte konu başlığı altında toplanan kelimelerdir. Bu kelimenin eril-dişi, Müfred (tekil), tesniye (ikili) ve cem’i (çoğul) şekilleri vardır.
[23]F. Er Razi, Tefsir-i Kebir c.15.s.247
[24]R. El İsfahani, El Müfredat KRN md.
[25]Bkz. Kaf 50/36; En’am 6/6; Meryem 19/74; Müminun 23/31, 42; Sad 38/3; Yunus 10/13; Hud 11/116; Ta Ha 20/51, 128; Furkan 25/38; Kassas 28/43, 45, 78; Secde 32/26
[26]Bkz. 37/51; Nisa 4/38; Saffat 37/51; Zuhruf 43/36, 38; Kaf 50/23, 27; Fussilet 41/25
[27]Bkz. İbrahim 14/49; Furkan 25/13; Sad 38/38
[28]Bkz. Zuhruf 43/13
[29]Bkz. Zuhruf 43/53
[30]Bkz. Kassas 28/76, 79; Ankebut 29/39; Mümin 40/24
[31]Mehmet Okuyan, Kur’an Sözlüğü KRN md.s.679
[32]Bazılarına göre Esma-i sitte
[33]Doç.dr. Hüseyin Günday – Doç. Dr. Şener Şahin, Arapça Dilbilgisi Nahiv Bilgisi s.67

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...