02 Temmuz 2018

Siz Hiç Gerçekleri Bindörtyüz Yıl Sonra Keşfedilen Hak Din Görmediniz mi?



Siz Hiç Gerçekleri Bindörtyüz Yıl Sonra Keşfedilen

Hak Din Görmediniz mi?


caner
Fikret ÇETİN
(Kısa bir Osman Caner Taslaman Zihniyeti Analizi)
Bir din düşünün ki hak din olsun! Bir din düşünün ki Allah’ın gönderdiği son din olsun! Ve yine bir din düşünün ki bütün insanlara gönderilmiş olsun. Bir din düşünün ki kendisine inananlara‘Sizler insanlar için var edilmiş en hayırlı ümmetsiniz’(Âl-i İmran, 3/110) diye seslensin. Ve bir din düşünün ki mensuplarını, sâir insanlar hakkında şâhit olmaları adına en mutedil bir ümmet olma makamına yerleştirsin (el-Bekara, 2/143). Ve nihâyet öyle bir din düşünün ki; ne idüğü, ne dediği aradan bindörtyüz yıl geçtikten sonra anlaşılabilsin.
Dinimizi yalnız Kur’an’dan almak gerektiğini salık veren; aklına bir türlü sığıştıramadığı hadisleri, postmodern aklının anlayabildiği kadarıyla Kur’an’a arz etmeyi tavsiye eden, kırık-dökük Arapçalı yarım hocalara biraz kulak verirseniz, size anlattıkları İslam’ın yukarıdakinden pek bir farkı olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Tereddüt etmenize hiç gerek yok; böyle bir dini, ne söylediğine hiç bakmadan, ne getirdiğini hiç dikkate almadan inkâr edebilirsiniz!
Emevîlerin elinde câhiliye Araplarının şirkine bulandırılan İslam’ın saf akidesi; Abbasîlerin sultası altında tamamen politize edilen İslam’ın âdil hukûku; Osmanlıların mârifetiyle ‘atalar kültü’ne çevrilen İslam’ın tertemiz ruhu, kendi özüne dönebilmek, Hz. Peygamber zamanındaki orijinal hâline geri gelebilmek için, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, şeyhler ve dervişler ülkesi olmayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği modern ilahiyatçıların zuhûrunu; fikri hür, vicdânı hür ekran hocalarının çıkışını beklemek zorundaydı.
Recim cezasının bir hurâfe olduğunu, mürtedin öldürülmesinin din hürriyetine uymadığını, el kesme cezasının insanlığa sığmadığını, namaz kılmayanın cezalandırılmasının ibâdet özgürlüğüne ters düştüğünü, kaderin kaçak bir îman maddesi olduğunu, mezheplere uymanın ruhban sınıfını putlaştırmak demek olduğunu, kadının şâhitlikte ve mîrasta erkeğin yarısı olarak muâmele görmesinin eşitliğe aykırı olduğunu; poligaminin aslında ilkel bir pederşâhî toplumun kalıntısı olduğunu, cehennem azâbının sonsuz olmasının Allah’ın merhametine uymadığını, Hıristiyanlar da fenâ insanlar olmadığına göre onları cennetten mahrum etmenin Allah’ın sonsuz rahmetini tekeline almak olduğunu; İslam’ın bu hurâfelerle zinhar alâkasının olmadığını ispat edecek büyük zihinler; Allah’ın dinini ilk indiği gerçek hâline döndürecek yüce zekâlar, uydurulmuş dini kaldırıp, indirilmiş dini bize gökten yeniden armağan edecek Kur’an’a adanmış cins kafalar zâten ancak postmodern çağda; Atatürk’ün Türkiyesi gibi seküler bir habitatta yetişebilirdi.
Böylece İslam’ı orijinal hâliyle anlayabilmek bir Hz. Peygamber devrine, bir de modern Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanmış birkaç şanslı hocasına nasip olabiliyordu. Evet, İslam’ın işte böylesine acayip bir târihi; apaçık olmasına rağmen yalnız indiği zamanda; bir de -ne büyük bir kısmettir ki- şimdilerde İstanbul’da, boğazın mavi sularına nâzır kimi lüks konaklarında yeni yeni anlaşılabilen Kur’an adında bir kitabı vardı.
Son zamanlarda Kuran’ı anlamak kendisine nasip olmuş bu mahzûz şahsiyetlerden birisi de Caner Taslaman… Bilim adamlığı portresine din adamı imajını da monte etmekle ülkemiz şartlarında eşine az rastlanabilecek bir başarıya imzâ atmış; böylelikle ne İslam’dan ne de modernitenin, bilim ve çağdaşlığın insanlığa bahşetmiş olduğu kazanımlardan vazgeçme niyetinde olan yeni nesil Türk vatandaşlarının birdenbire gözdesi oluvermiş; biraz daha geç kalındığı takdirde İslam’la olan bağının âkıbeti hususunda ciddî mânâda endişe edilebilecek kalabalıkların yanmış bağırlarına âdeta su serpmiştir.
Nasıl olmasın ki, ‘körün istediği bir göz; Allah vermiş iki göz’ misâli, millet duygularına tercüman olacak aydın ve modern din hocası ararken, Allah hem de bilimsel konuşanından göndermiştir. O mâdem ki big bang teorisini bilimsel olarak açıklayabilmektedir, bu durumda hangi hadisin mevzu olduğunu da elbette ki o bilir. O mâdem ki kuantum fiziğini, parçacık teorisini, Cern deneyini en iyi bilen müslümandır; şu hâlde Hanefi mezhebi, âyet tefsiri, İslam târihi ve dahi İslam’la alâkalı her ne varsa hepsi ondan sorulur. Bu genç yaşına rağmen, bir yandan bilimsel çalışma ve araştırmalar yaparak profesörlük makamına yükselmekle kalmamış; akademik meşgaleler onu Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelâm, Usûl-u Fıkıh, Felsefe, Târih ve bilumum İslamî ilimlerde uzman olmaktan alıkoymamıştır. Bugüne kadar kendisine tevcih edilen herhangi bir soruya veya soruna ‘bilmiyorum’ cevabı verdiğinin bilinmiyor oluşu da bu kanaati kuvvetlendiren sağlam bir karinedir.
Evet, belki biraz trajikomik ama günümüz Türkiyesi’nde İslam’ın ne olduğunu açıklama işinin, henüz Kur’an’ın orijinal metnini hatasız okumayı beceremeyen hocalara kaldığı acı bir gerçek… Kendisini tipik bir Kur’ancı’dan farklı ve câzibedar kılan tek bâriz tarafı modern bilim eğitimi almış olması olan Caner Taslaman, konuştuğu İslamî ilimlerin hemen hepsinde ferdî okumalar yapmakla elde ettiği genel kültürden öte bir birikime sahip olmadığı her hâlinden belli olsa da, bilim adamı kimliğinin kendisine kazandırmış olduğu pozitif imaj, onu otomatik olarak bu sahaların da uzmanı yapıveriyor. Maamâfih, o bu imajını bilim adamlığına yakışmayan bir üslûpla, uzmanı olmadığı Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi sahalarda züccaciye dükkânına giren fil misâli hoyratça kullanıyor. ‘Bilmediği şey hakkında konuşmamak’ gibi Kur’anî bir fazileti benimsemek yerine, imaj uğruna, kendisine sorulan her suâle sahasının en yetkini edâsıyla cevap veren Taslaman’ın devirdiği çamları sayabilmek bile kolay bir iş değil artık.
Hâlbuki insan, Modern Fizik gibi zor sahalarda uğraş vermiş bir bilim adamından, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi –tıpkı Fizik’te olduğu şekilde- herhangi birisinde ihtisas sahibi olabilmek için uzun bir süre ve ciddî bir özveri gereken İslamî ilimlerde de bilimsel bir tavır sergilemesini bekliyor. En azından tasdikten önce tasavvurun hakkını vermesini… Yargılamadan önce anlamaya çalışmasını… Fakat o, böyle yapmak yerine hedef tahtasına oturttuğu Hadis, Fıkıh gibi ilimlere, gündemdeki sıcak gelişmelerin yedeğinde mütemâdiyen saldırıyor. İyi derecede yabancısı olduğu bu ilimlere her bulduğu fırsatta çamur atmakla muvazzaf bir militan gibi, görevini bihakkın yerine getiriyor. Bir yandan itibar ve haysiyet pahasına şöhret devşirirken; diğer taraftan kendisini tâkip edenlerin uhrevî vebâlini de yükleniveriyor.
Meselâ, DAİŞ’in yaptıklarından sünneti karalamak için malzeme çıkarabiliyor. Ama iş Kur’an’a gelince akan suların hepsi duruveriyor ve ortalıkta hiçbir problem görünmüyor. Bizce, DAİŞ gibi gurupların hadislerden beslendiğini düşünen Taslaman’ın temsil ettiği bu dogmatik zihniyet biraz daha cesur olmayı başarmalı ve İslam’dan istifâ etmiş mülhid Arapların açık yüreklilikle dile getirdiği gibi “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün”(et-Tevbe, 9/5) misâli kapı gibi âyetler önümüzde dururken; suçu hadislerde bulmaya çalışmak gibi bir kolaycılığa teşebbüs etmemeli; bu kadar ucuza fikir adamlığı satmaktan vazgeçmelidir.
Kur’an’da yer alan bu tarz mutlak âyetlere gelince onların kendi özel şartlarında anlaşılması gerektiği gibi açıklamalarla durumu idâre etmeye çalışan bu zavallı zihniyet; söz hadislere gelince özel şartları derhal unutup uydurma jokerini hemen masaya koyuveriyor. Evet, âyetlerin özel şartları vardır ama hadislerin özel şartları yoktur. Âyetler birbiriyle veya vâkıayla çatışıyor gibi göründüğünde hemen telif edilebilir; ancak hadisler birbirleriyle veya âyetlerle çatışıyor gibi göründüğünde derhâl çöpe atılır. Çünkü mesele, özel şart meselesi filan değil fırsatını bulmuşken hadislere sataşma kurnazlığıdır.
Benzer bir davranış geçenlerde Diyânet’in -bana göre bir kıllet-ı fekâhet eseri olarak- gâyet nâzik ve hususî bir mesele hakkında fetva neşr ve ta’mim etmek gibi bir tâlihsizliğe imzâ attığında da müşâhede edildi. Mevzu hakkında yeniden hızlı bir okuma yapma ihtiyacı hissetmişe benzeyen Taslaman, bu ülkede en nihâyet devlet bazında yapabildiği kadarıyla dini temsil etmeye çalışan bir kuruma yapılan linç kampanyasına –ki kimlerce yapıldığı herkesin mâlumu- karşı çıkmak yerine âdeta arka çıkmış; yangına körükle gidercesine sosyal medyada “mezhepler ensest ilişkiye kapı açıyor” gibi yavan bir başlıkla paylaşım yapacak kadar kepâze bir üslûbu, oportünist bir tavrı sergilemekten ar etmemişti. Burada da amaç Diyânet yahut da fetvâsı değil; elverişli bir pozisyon bulmuşken mezheplere çatmaktan geri kalmamaktı. Çömez bir ateistin Kur’an’a saldırma mantığıyla Taslaman’ın Hadis ve Fıkıh’a saldırma tarzı arasında muhtevadan öte pek bir fark bulunmuyor. İkisinde de aynı şartlanmışlık, aynı sathîlik, aynı kompleks, aynı acelecilik, aynı heyecan ve aynı amatörlük…
“Kuran’da çocuklarınız size haram kılındı diyor; evlilik yoluyla meydana gelsin gelmesin ayırt etmiyor… Şafiî ve Mâlikî nasıl olur da kişinin zina mahsulü çocuğuyla evlenmesini câiz görüyor?!”
Hukuk’un ve dahi Şeriat’ın diline, yapısına ve felsefesine bu derece yabancı olan bir şahıstan şu meseleye serinkanlı bir şekilde yaklaşmasını beklemek elbette ki hayal olur. Filhakika, problemi kendi nosyonu çerçevesinde tartışsa buna diyecek bir lafımız olamaz! Nitekim Hanefî mezhebi bu hususta Şâfiî mezhebinden farklı düşünür ve konuyu enine boyuna tartışır. Fakat hukûkun, kendisine has normları çerçevesinde ele alınmasının lüzûmunu anlayabilmek için, çift yarık deneyiyle, kuarklarla, higgs bozonlarıyla meşgul olmak yetmez; zahmet edip hukuk metinlerine nasıl yaklaşılması gerektiğine dâir yorumbilimin muhtevasına da az çok âşina olmak icâp eder. İnsan duygularıyla aklını birbirinden nerede ayırması gerektiğini iyi bilmelidir. Her ilmin kendisine has metotları, felsefeleri vardır. Bir limit problemini duygularınızla çözemezsiniz.
Bir hukukî meseleyi vicdânlara atıf yaparak çözmek her zaman doğru netice vermeyebilir. Modern toplumda yetişmiş bir kadının vicdânı –hele biraz da feminist damarı okşanmışsa- Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kadının mîrastan erkeğin yarısı kadar pay almasıyla alâkalı hükmü kabul etmeyebilir. Kezâ, modern kadın, “(Borcu yazmada) erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek yoksa bu durumda râzı olduğunuz şâhitlerden bir erkek ile iki kadını… Ola ki kadınların biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın diye…” (el-Bekara, 2/282) âyetini duyunca şâhitlik hususunda erkekle bir tutulmamasını bir türlü içine sindiremeyebilir. Yâhut erkeğin birden fazla eşe sahip olmasına cevaz veren âyet karşısında kadının niçin birden fazla eşe sahip olamadığını sorgulayarak eşitlik talebinde bulunabilir. Aynı şekilde, eşlerin geçimsizliği durumunda son çâre olarak kocanın karısını dövmesine izin veren âyeti işitince, “câmiye gideceğime morçatıya giderim; istemem böyle dini” de diyebilir. Görüldüğü üzere, sınırlarını zabt u tâyin edemeyeceğimiz vicdânlara referansla hukukî meseleleri ele almak birçok yerde problemi çözülmez bir hâle sokacaktır. Oysa hukukun ana gâyesi problem çözmek; anlaşmazlıkları gidermektir. Çoğu kez yanılan, dış tesirlerin altında kalan hissiyat hukuka yön veremez.
Gelin bizler Taslaman’ın vulgarize üslûbunu bir kenâra bırakalım ve meseleyi bir de soğukkanlıca ve insafla ele alarak İmam Şâfiî gibi bir âlimin ne demek istediğini biraz anlamayı deneyelim: Hukuk, kendi sisteminin imkânları ölçüsünde vâkıaya mutâbık hüküm vermeye çalışır. Vâkıadaki bir gerçekliği ispat etmekle, hukûkî bir olguyu ispat etmek birbirinden farklı şeylerdir. Evinize bir hırsız girdiğini ve belli miktarda paranızı çaldığını düşünün. Sizin bu hırsızı görmüş olmanız, o kişinin sizin nezdinizde hırsız olması için yeterlidir. Peki sizin onu görmüş olmanız hukuk katında da o kişinin hırsız adını alması için yeterli midir? Elbette ki hayır. Hâdise mahkemeye intikâl ettiği takdirde hâkim sizin “Gözlerimle gördüm, biliyorum” demenizle yetinmeyecek, iddiâ sahibi olarak sizden delil talep edecektir. Çünkü hukuk delil-ispat sistemi dâhilinde işler. Hattâ dâvânın hâkimi o hırsızı çalarken görmüş olsa bile; kendi gördüğüyle değil; dosyadaki delillere göre karar vermekle yükümlü olacaktır.
Aynı şekilde, bir çocuğun biyolojik olarak size âit olduğunu düşünmeniz, hukûken de o çocuğu size âit yapmaya yetmez. Neseple alâkalı bir dâvâ mahkemeye intikâl ettiğinde, hukuk çocuğun kime âit olduğunu hangi delile binâen tespit edecektir? Şimdiki bilim ve teknik imkânlarının olmadığı bir zamandan bahsettiğimizi unutmayalım. İşte “nesebin hukukî açıdan ispat edilebilmesi nikâhın olması şartıyla mümkündür” derseniz; bir çocuğun vâkıada size ait olmasının, hukûken de illâ ki size âit olmasına yetmeyeceğini pek tabii anlayabilirsiniz. Dolayısıyla size âidiyeti hukûken ispat edil(e)meyen bir çocuk artık sizin çocuğunuz olmayacak; bu hükümden teferru eden evlilik, mîras velâyet ve nafakayla alâkalı birçok medenî hukuk meselesi bu zeminde çözüme kavuşacaktır.[i]
Hukuk kendisine has bir felsefe muvâcehesinde işlediği için birçok fizikî delil, hukuk nezdinde delil olarak itibar görmez. Aynı şekilde hukukun itibar ettiği yemin gibi bazı uygulamalar kimi zaman vâkıa ile tetâbuk da etmeyebilir. Bu ayrımdan ötürü mâsum birçok insan hapishânelerde çürürken; birçok câni de sokaklarda rahatça dolaşmaktadır. Bu durum, haddi zâtında hukûkun bir kusuru değil; belki bilgi eksikliğimizden neşet eden beşerî bir problem; insanoğlunun bu fâni âlemdeki yazgısının bir cilvesidir. Problemin can alıcı noktasının insana mahsus bu bilgi eksikliği olduğuna işâret eden önemli bir delil de, Şafiî fukahasının –yaşayan bir peygamberin haber vermesi gibi- kesinlik ifâde eden bir bilgi elde edilmesi durumunda böyle bir evliliğin haram olacağına dikkat çekmiş olmalarıdır. Nitekim İmam Şafiî de (Allah ondan râzı olsun) bu ihtimâle ve bâzı mezheplerin haram görüşünde olmalarına binâen böyle bir evliliği hoş görmediğini velâkin hukuk/fıkıh açısından (nesebin hukuken sâbit olmamasından dolayı) bu tarz bir akdi feshedemeyeceğini de dile getirir. Dolayısıyla, iki kişinin arasında nesep alâkasının ispat edilmediği durumda hukuk, evlenmeye de kanûnen bir engel görememe hususunda mâzurdur. Tıpkı, sizin kesin sûrette hırsız olduğunu bildiğiniz kişiyi yeterli delil bulamadığında serbest bırakıp sizden çaldığı paraları âfiyetle yemesine engel olamamakta mâzur olduğu gibi…
Ama siz sakın Caner Taslaman gibi “Bu ne biçim hukuk! Benim evimden gözlerimin önünde paramı çalan hırsızı cezalandırmadığı gibi, paramı âfiyette yemesine de müsaade ediyor, bırakın bu hukuku Kur’an’a uyalım!” diyerek öfkenize, heyecanınıza yenik düşüp de yok yere hukuku suçlamayın! Yargılamadan önce neyin niçin böyle olduğunu anlamak hususunda biraz emek sarfedin! O zaman fark edeceğiz ki; bizden önce yaşamış bu ümmetin büyük ulemasına, imamlarına, fikir adamlarına öncelikle hürmet duymak; onları ciddîye almak; mahkûm etmeden önce ne dediklerini anlamak için biraz çaba sarfetmek zorundayız.
Öyleyse burada sorulması gereken temel soru şudur: “Kur’an-ı Kerim “evlatlarınız” derken acaba örfî veya lügâvî mânâsıyla kişinin çocuğundan mı bahsetmektedir; yoksa hukukun (şeriatın) ‘çocuk’ ismini verdiği evlattan mı bahsetmektedir?”
Evet, probleme bir ilim adamına yakışır şekilde böyle de yaklaşabilirsiniz; ya da şartlanmış olduğunuz sâbit fikri mutaassıbâne savunma hırsı içinde, itibarını iki paralık etme pahasına da olsa, sağa sola ölçüsüzce saldırmayı da seçebilirsiniz. Bizler birinci yaklaşımı tercih ediyor ve kimseye haksızlık etmemek adına meselenin hakkını vermek gerektiğini düşünüyoruz. Fizikle fazla iştigal etmesinden olsa gerek, olgusal gerçekliklerle itibarî gerçeklikleri birbirine karıştıran Taslaman’ın kimlerle aşık attığına biraz daha dikkat etmesi gerekiyor. Bu ayrımın farkına varamayıp sonra da ensest ilişkiye kapı açtıkları iddiasıyla mezhepleri karalamaya aklı sıra bir gerekçe bulduğunu vehmeden bu kompleksli zihin yapısının; heyecanlı, genç bir ateistin, küçükken kimsesizler yurduna verilmiş iki öz kardeşin, büyüdüklerinde -kardeş olduklarını bilmedikleri bir hâlde- evlenmelerini takdir ederek ensest ilişkiye kapı açan bir Tanrı’yı inkâr etmek için yeterli bir delil bulduğunu zannetmesi karşısında ne diyeceği merak konusudur. İmam Şâfiî’nin meseleyi ele aldığı hukuk felsefesine hiçbir atıf yapmadan, mevzuyu “ensest ilişkiye kapı aralamak” şeklinde ajite etmek, bir bilim adamından değil, ancak orta sınıf bir gazetenin köşe yazarından sâdır olabilir.
Eğer Usûl-u Fıkıh literatürüne göz atabilecek bir altyapısı olduğunu bilsem hakikat-i şeriyye, hakikat-i örfiyye, hakikat-i lügaviyye ve elfâz-ı menkûle’ye dâir bahisleri biraz çalışmasını söyleyeceğim ama heyhât… Ayrıca İlm-i hilâf ve Cedel adıyla mâruf bir ilim de vardır. Bugüne kadar Taslaman bu sahada yazılmış bir tek eser duymuş mudur veya eline bu konuda tek bir kitap alıp okumuş mudur, bilmiyorum. Ancak İmam Şafiî’nin görüşünü reddedeceğim derken güzel ve de basit bir müsâdarehatâsına düştüğüne işâret etmekle yetinelim. Görünen o ki, allâmemizin İlm-i Mantıkla da arası pek iyi değil.
Evet, Caner Taslaman’ın “Kur’an çocuklarla evlenmeyi haram kılıyor, bu kadar basit” diyerek düşünmeye bile ihtiyaç duymadan meseleyi on saniye içinde hallettiği yöntem, İmam Şâfiî gibi bir fıkıh ve dil dehâsının aklına bir ömür boyu nasıl gelmez, akıl alır gibi değil! Üstelik Kur’an’ın bu âyeti apaçık karşımızda dururken… Mesele sadece bu kadarla kalsa keşke… İmam Şâfii’den sonra gelen Müzenî, Kaffâl, Sayrafî, Mâverdî, Beyhakî, Şirazî, Cüveynî, Gazzâlî, Râzî, Rafiî, Nevevî, Beydâvî, İzz b. Abdisselam, İbn Dakik, Subkî, Ensârî gibi –Taslaman’ın bir çoğunun adını ilk defa duyuyor olması kuvvetle muhtemel olan- her biri devrinin en büyük fıkıh otoritesi konumundaki bu âlimler yüzyıllar boyunca bu apaçık Kur’an âyetini nasıl olur da bir türlü anlayamazlar? Hayret doğrusu! Ee ne diyelim, aşk olsun size; topunuz bir Caner Taslaman kadar olamadınız.
Oysa bütün ömrünüzü Usûl-u Fıkıh, Nahv, Sarf, Hadis, Lügat, Belagat, Tefsir, İlm-i Hilâf, Cedel, Âdâbu’l-Bahs ve Münâzara gibi boş işlerde harcayacağınıza; hakikat, mecaz, vad’ nakil, tahsis, mutlak, mukayyed, müşterek, izmar, mücmel, müfesser, nas, zâhir, hafi, müşkil, muhkem, müteşâbih, mefhûm, mantûk, âmm, hâs, tenkîh-i menât, takrîr-i menât, işâret-i nas, delâlet-i nas, iktizâ-i nas, mefhûm-u muhâlefet, mefhûm-u muvâfakat gibi saçmalıklarla tüketeceğinize; kendi asrınızın imkânlarına göre suyun kaldırma kuvveti hakkında biraz düşünseydiniz, az da olsa yer çekimi üzerinde kafa yorsaydınız, ısınan havanın niçin yükseldiğini bir kerecik olsun merak etseydiniz, su dolu bardağın içine konulan kaşığın neden kırıldığıyla azıcık ilgilenseydiniz, sonrasında Kur’an’ı açıp okuduğunuzda çocuklarla evlenmenin haram olduğunu hemen anlar ve ensest ilişkiye kapı açmazdınız. Geldiğimiz bu noktada İslam âlemi, Taslaman gibi bir zekâyı ancak bin dörtyüz sene sonra yetiştirebildiğine mi yansın; yoksa bunca yüzyıldır apaçık olan Kur’an’ı bir türlü anlayamamasına mı, bilemiyorum. Ne diyelim, Allah’ın takdiri ve Ümmet-i Muhammed’in mâkus tâlihi…
Gülelim mi ağlayalım mı bilemiyorum… Kur’an üzerinde kafa yoran ilk müslümanın gâliba kendisi olduğunu vehmeden bu haddini bilmez ukalâca tavır, İslâm’ın târih ve mîrasını anlamaya çalışmak konusundaki lâubâliliğiyle, müsteşriklere bile rahmet okutuyor.
Yarım bildiği –belki de hiç bilmediği- Arapçasıyla bu meselelerin klavye başında sosyal medyada iki dakikada çözebileceğinin canlı bir örneğini göstermekle, ‘İslam âleminin beklediği Mehdi olabilir mi ki’ sorusunu da akıllara getiren bu heyecanlı beyefendi, Şafiî mezhebinin işini bitirdikten sonra Hanefî mezhebine de ayar vermeyi ihmâl etmiyor. Burada konu hakkında Hanefî mezhebine yöneltmeye yeltendiği bayağı itirazlarla ilgilenmeyeceğim. Bunun yerine bu konuda nasıl bir bakışa sahip olduğunu ele veren, kendisiyle şahsım arasında cereyan etmiş kısa bir münâzarayı aktarmakla iktifâ edeceğim:
Bundan birkaç ay önce Fatih Altaylı’nın sunduğu bir televizyon programında dile getirilen iddialara binâen, Faruk Beşer mezkûr programa katılan Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Caner Taslaman üçlüsünün argümanlarını eleştiren “Bir cübbeliye karşı üç cübbesiz” başlığıyla bir yazı kaleme almış; orada bu zihniyetin “Ebû Hanife ne anlar Kur’an’dan!” diyebilecek kadar ileri gittiğini söylemişti. Her nedense Taslaman bu ithamı üzerine alınmış ve “programda ne zaman böyle bir şey söyledik”şeklinde bir çıkışla itiraz etme ihtiyacı hissetmişti. Faruk Beşer iddiasında her ne kadar muayyen bir şahsı hedef almamışşa da sanki Abdülaziz Bayındır’a telmih yapar gidiydi[ii]. Her neyse; Taslaman da, Beşer’e cevap sadedinde kaleme aldığı bir yazıda onu açık olmaya dâvet etmiş ve recim cezası, namaz kılmayanın cezalandırılması, mürtedin katledilmesi hakkında ne düşündüğünü îlân etmesini talep etmiş; aklı sıra onu köşeye sıkıştırmıştı.
Şahsen bu açık olma çağrısı üzerine Caner Taslaman’la irtibata geçmiş ve kendisini aynı şekilde açık olmaya çağırmıştım. Sorum çok netti: “İmam Ebu Hanife’nin görüşleri mâlum. Kendisi evlinin zina ettiği takdirde recmedilmesi, mürtedin katledilmesi, namaz kılmayanın hapsedilmesi görüşünde. Buna göre sizce Ebu Hanife Kur’an’dan anlıyor mu?” Bu açık soruma karşılık kendisi lafı dolandırmayı tercih etmiş; “Ebu Hanife ne anlar Kuran’dan demekle bunlara katılmamanın farklı şeyler olduğunu söylemişti.” Ben de ikinci bir defa“mürtedin öldürüleceğini, namaz kılmayanın hapsedileceğini, zina eden evlinin recmedileceğini söyleyen bir insanın size göre Kur’an’dan anlaması mümkün (mü)dür o hâlde?” diye sormuştum. Bunun üzerine “Bana göre kesinlikle mümkün değil. Bu ancak hadis ve fıkhın otoritesini, Kur’an’ın üzerine çıkarmakla mümkün” şeklinde bir cevap vermişti. Son olarak “Bu önermelerden Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anlayan bir insan olduğuna inanmadığınız sonucu çıkmaz mı?” diyerek kendisini bunu açık açık söylemeye davet ettiğimde ise cevap vermeyip susmayı yeğlemişti. Evet, Faruk Beşer’e açık olma çağrısı yapan Taslaman aynı dâvet kendisine yapıldığında susmayı tercih etmiş; ben Ebu Hanife’nin doğru bir Kur’an anlayışına sahip olduğunu düşünmüyorum deme cesâretini gösterememişti. Lâkin belli ki, İmam Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anladığını pek düşünmüyordu. Peki kendisi İmam Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anlamadığı kanaatinde ise şu durumda kime niçin itiraz ediyordu?
“Kur’an’a arz edilmemiş Hadis ve Fıkhın insanı perişanlığa götüreceğini” dile getiren Taslaman’ın Kur’an’a bakarak vardığı netice işte böyle bir şey: İmam Ebu Hanife’si, İmam Şafiî’si, İmam Mâlik’i, İmam Ahmed b. Hanbel’i Kur’an’dan anlamayan bir İslam… Ve bu dört câhilin peşine bin ikiyüz senedir takılmış bütün bir ümmet-i Muhammed… Allah’ın “Sizler insanlar için var edilmiş en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmran, 3/110) diyerek hitâp ettiği ümmet, Taslaman’a göre umarım bir elin parmaklarından oluşmuyordur… Hangi neticenin perişanlık olduğunun takdirini sizlere bırakalım. Fakat başkası sormasa bile, kişi kendi kendisine sormaz mı acaba diye merak ediyor insan: Mensup olduğum dine benim gibi inanan başka biri var mı?Bunu kendi kendisine hiç sormamış olma ihtimâline binâen biz soralım: Onbeş asırlık târihinde İslam’a senin gibi inanan her asırdan bir kişi sayabilir misin? Ya da daha kısaca söyleyelim: İslam’ı, Kur’an’ı senin anladığın gibi anlayan bir tek sahabî var mı? Yoksa İslam, anlaması târihte ancak sana nasip olmuş bir hak din mi?
Fikret Çetin
[i] Bu meseleyi İmam Şafiî’nin Kur’an, Sünnet ve derin bir hukuk felsefesi zemininde nasıl ele aldığına muttali olmak isteyenler için bkz. el-Ümm 5/164 vd
[ii] Nitekim o, kendisine yöneltilen bir soru zımnında, mezhep imamlarının Kur’an’la alâkalalarının olmadığını dile getirmişti. Bu konuda Abdülaziz Bayındır’a katılmasam da, korkmadan çekinmeden düşüncesini açık bir şekilde ifâde etmesi sebebiyle kendisini tebrik ediyor; bu hususta kendisiyle aynı fikirde olanları da aynı cesur tavra dâvet ediyorum.
Reklamlar
Report this ad
Report this ad

Mustafa İslamoğlu’nun Ebu Hanife Anlayışına Eleştiriler

Yakup ALTUĞ
mustafa-islamoğlu51-440x250

Mustafa İslamoğlu; biraz modernist, biraz akılcı, biraz yenilikçi bir din anlayışına sahip olmasıyla dikkatleri çeken bir kişi. Ama tüm vasıflarının yanında en çok hadis konusundaki eleştirileri ve hadis kaynaklarını muteber kabul etmemesiyle dikkat çekiyor. Hadis kaynaklarının ne kadar güvenilir olduğu, hadislerin nasıl ortaya çıktığı, müslümanların dini anlayışları için ne ölçüde bağlayıcı oldukları topyekün ayrı bir konu olduğu için biz bu konuya direkt değinmeyeceğiz. Ama bu konuları merak edenler için yeterli bilgi edinebilecekleri linkleri dipnot kısmına ekliyorum. (1)
Mustafa İslamoğlu’nun genel olarak hadisleri ve hadis kaynaklarını güvenilir bulmadığı hepimizce malumdur. Bu yüzden bu konuda herhangi bir delillendirme girişiminde bulunma ihtiyacı hissetmiyorum. Bu yazıda daha çok Mustafa İslamoğlu’nun Ebu Hanife etrafında geliştirdiği fikirlere, özellikle kendisinin hadis ve ehl-i hadis karşıtı anlayışının, İmam Azam’ın hadis konusundaki titizliği ile birebir örtüştüğü yönündeki görüşüne tenkidler üzerinden gideceğiz inşallah.
EHL-İ HADİS KİMDİR, EBU HANİFE’YE KARŞI TUTUMLARI NASILDIR?
Rasulullah (S)’in vefatından sonra hadisler gerek sözlü gerek yazılı olarak nakledilmeye başladı.(2) İlk yıllardan itibaren gerek Medine’de, gerekse Mekke’de Hz. Peygamberin hadisleri daha kolay iletilme imkanı bulduğu için Medine ve Mekke gibi kadim topraklarda hadislere karşı özel bir hassasiyet gelişti. Öyle ki, cüz’i miktarda hadis öğrenebilmek için kısıtlı imkanlara rağmen uzun yollar aşıldı ve çok büyük emekler verildi. Neticede hadislere karşı olağanüstü bir dokunulmazlık duygusu beslendi. “Rasulullah dedi ki” ile başlayan cümlelerin ardından susulup dinlenmesi gereken, yorum yapılması asla kabil olmayan bir hassaslık süreci başladı. Hadislere karşı duyulan bu dokunulmazlık ve önem, Ashab-ı kiram’ın Rasulullah’tan aldığı saf, temiz, pak imanın ve akidenin yara almadan uzun süre korunmasını sağladı. Bu hadis hassasiyeti anlayışının ve ehli-i hadis şeklinde tanınan ulemanın öncülerinden biri İmam Malik b. Enes (R)’tir.
Hadislerin korunması konusunda gösterilen bu titizlik ve hassasiyet, İslam yayıldıkça yeni coğrafyalarda kaybedilmeye başlandı. İran, Kufe, Basra, Bağdat gibi beldelerin kurulması ya da fethedilmesi; Hristiyanlık, yahudilik, mecusilik, zerdüştlük, şamanizm, mithracılık, manicilik gibi farklı paganist/ezoterik din ve inançlara mensup kitlelerin İslam’a girmesini sağladı. Lakin İslam’la şereflenen bu kitleler, İslam’a girmekle birlikte geçmişteki inanç ve hayat tarzlarını topyekün terk edemediler. Dolayısıyla; 1. yüzyılın sonları ve 2. yüzyılın başlarından itibaren Allah’ın sıfatları, kadere iman, aklın dindeki yeri, ahiretle ilgili mefhumlar, müteşabih ayetler, Allah’ın mahiyeti gibi konular ilk defa bu coğrafyalarda sorgulanmaya başlandı. Bu sebeple ana gövde olan Ehl-i Sünnet’ten kopmalar ve ilk fırkalaşmalar buralarda baş gösterdi; mutezile, mürcie, cebriyye, kaderiyye, cehmiyye, şia, müşebbihe, mücessime, muattıla gibi bid’at ekolleri bu coğrafyalarda filizlendi. Daha önceleri, duyulduğu zaman bile tüyleri diken diken eden bu anlayışlar yerleşip yayıldıkça, sünnete ve hadislere karşı hassasiyet zamanla kayboldu. Hicaz beldelerinde, Mekke’de, Medine’de Ashab-ı kiram’dan devralınan saf ve temiz iman büyük bir hassasiyetle korunurken, aynı anda Irak beldelerinde, Kufe’de, özellikle Basra’da iman darbe aldı, akide zedelendi. Zihinsel fitneler baş gösterdi. “Rasulullah dedi ki” ile başlayan cümlelerin ardından umursamaz tavırlar görülmeye başlandı. Güvenilmez insanların hadisler uydurduğu ve fitneler çıkarmaya çalıştığı zamanlar gelmişti.
İbn-i Ebû’l-Hadîd, Nehcü’l-Belâga şerhinde bu konuyla ilgili şunları söyler: “Rafıziler hep Irak’ta Kufe sakinlerinden çıkıyor. Irak toprağı her zaman heva ve hevesine uyan (ehl-i sünnet dışı olan bid’at fırkalar sık sık ehl-i heva, yani hevasına tabi olanlar şeklinde isimlendirilir) acayip inanç sahiplerini ve türlü mezheb erbabını yetiştirmiştir. Bu iklimin insanları, her şeyi sorgulamak isteyen bir görüşe sahip olurlar. İnançların ve düşüncelerin aslını araştırırlar. Mezheblere karşı gelirler. Kisralar zamanındaki mani, disan, mazdek gibi inançlar hep burada çıkmıştır. Halbuki Hicaz’ın toprağı böyle bir toprak değildir. Hicaz halkının zihinleri de onların zihinlerine benzemez.”
 
İmam Azam’ın yaşadığı çağın ve coğrafyanın şartlarını, kendisinin de bu şartlar içinde edindiği konumu şu vaka ile tesbit edebiliriz: “Ebu Hanife hacc için sık sık Mekke’de bulunur, orada Ata bin Ebi Rebah’la görüşürdü. İlk tanışmalarında Ata ona sordu: “Sen nerelisin?”
Ebu Hanife: “Kufe ahalisindenim.
Ata: “Dinlerini ayrı ayrı bölüp fırkalara dağılan diyardanım desene…”
Ebu Hanife: “Evet oradan.”
Ata: “Sen hangi sınıftansın?”
Ebu Hanife: “Ben selefe ve ashaba dil uzatmayan, kadere iman eden, günahından dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen sınıftanım.”(3)
İşte böyle bir ortamda ve bu şartlarda Kufe’de İmam Azam’ın hadis ve özellikle ravi konusunda titiz ve seçici davranması, bid’at fırkalara karşı Ehl-i Sünnet itikadını sağlamlaştırmak ve yerleştirmek adına Ashab-ı kiramın gerek duymadığı bir uygulama olan Ehl-i Sünnet kelamına yönelmesi, Medine ekolü diyebileceğimiz ehl-i hadis tarafından hadislere ve selefin görüşlerine karşıt bir tutum gibi anlaşıldı. Bunun üzerine İmam Azam “hadis inkarcısı, mutezili, akılcı, sünnet karşıtı” gibi şiddetli tenkidlere maruz kaldı. Bu tenkidlere; İbn Ebi Duad, Kadı Abdülcabbar, Zemahşerî, Ebu Ali el-Cübbaî gibi amelde Hanefi mezhebine tabi olsa da itikadda bid’at fırkalara dahil olan insanların varlığı ve çokluğu da kaynaklık teşkil etti. Böyle kişiler baz alınarak onların anlayışları Hanefi mezhebine ve Ebu Hanife’ye mal edildi. Şartlar itibariyle problemli bir coğrafya olduğu için buralarda Hanefi mezhebine mensup olan bazı bid’atçıların varlığının duyulması, bu bid’at akımlarının doğrudan Ebu Hanife’ye isnad edilmesine yol açtı.
İmam Azam; kendisini yeni bir fıkıh usulü, Ehl-i Sünnet kelamı, hadis ravisi konusundaki seçiciliği gibi Ashab-ı kiram’ın ihtiyaç duymadığı uygulamalara zorlayan bu şartlar itibariyle içinde kaldıkları vaziyeti el-Âlim vel-Müteallim’de şöyle anlatır:
” ‘Hz. Peygamber’in ashabı için kafi olan senin için de kafi değil midir?’ dediklerinde, ‘Evet, ben onların durumunda olsaydım, onlar için mümkün olan benim için de mümkün olurdu, bana kafi gelirdi.’ şeklinde cevap veririz. Oysaki ashabın şartları ile bizim şartlarımız birbirinin aynı değildir. Biz, bizimle adeta savaşan, kanımızı dökmek isteyen kimselerle karşı karşıyayız. O halde çevremizde doğrunun  ve hatalının kim olduğunu bilmemiz, canımızı ve ırzımızı müdafaa etmemiz şarttır. Hz. Peygamber’in ashabının hali(o gün için Medine ekolünün tavizsiz anlayışı diyebiliriz), kendileriyle savaşan kimse olmayan, silah taşımaya ihtiyaç duymayan bir kavmin hali gibidir. Halbuki biz, bizi vuran ve kanımızı helal sayanlarla karşı karşıyayız.”
İmam Azam, kendisine yöneltilen eleştirleri cevaplandırırken; bid’at fırkaların bu kadar yerleştiği bir zamanda imanı ve itikadı korumak adına geliştirdiği ihtiyatlı tavrı, kendileriyle savaşanlara karşı ellerinde tedbir icabı olarak silah bulunması gerekenlere benzetiyor.
EBU HANİFE İLE HADİS EHLİNİN MÜNASEBETİNE İSLAMOĞLU’NUN BAKIŞI
İmam Azam Ebu Hanife (R)’ye ehl-i hadisin içinden çok muteber İslam alimlerinin ve zatların tenkitleri olduğu doğrudur. Yer yer İmam Azam’ın mutezile, kaderiyye, cebriyye, cehmiyye, hatta mürcie gibi bid’at itikadlı anlayışları ve ekolleri sahiplendiğini söyleyen hadis alimleri olmuştur. Bu tenkidlerin ve ağır eleştirilerin sebeplerine yukarıda biraz değinmiştik.
İmam Azam Ebu Hanife hadis ravisi konusunda normalin üstünde bir titizlik ve seçicilik gösterirdi. İmam Azam’ın böyle bir tutum sahibi olduğuna ulemadan bazı istisnalar dışında bir itiraz gelmemiştir. Kendisi zaman zaman hadislere dair hakiki/sahte ayrımını çok iyi yapabilen bir hadis sarrafına benzetilmiştir. İmam Azam’ın bu seçiciliği karşısında gösterilen tavırları üç ana başlıkta sayabiliriz.
1- İmam Azam’ın hadislere kıymet vermediğini, daha çok akılcı ve rasyonalist anlayışla hareket ettiğini, bunun yanlış olduğunu ve bu sebeple İmam Azam’ın tehlikeli sularda yüzdüğünü düşünenler. (Medine ekolünün hadislerden taviz vermeyen duruşunu bu kategoride değerlendirebiliriz.)
2- Aynı şekilde İmam Azam’ın hadislere kıymet vermediğini fakat bunun yanlış olmadığını, tam aksine doğru ve olması gereken bir tavır olduğunu düşünenler (ki Mustafa İslamoğlu ve Yaşar Nuri Öztürk gibi modernist/reformist ilahiyatçıların düşüncelerini de bu kategoride değerlendirebiliriz.)
3- İki düşünce arasında orta yolu bularak; İmam Azam’ın yaşadığı zamanın ve coğrafyanın şartlarından dolayı böyle bir titizlik göstermesinin hayırlı ve gerekli olduğunu, ama aynı zamanda Medine ekolünün hadislerden taviz vermeyen duruşunun da ümmet için gerekli olduğunu düşünenler.
Müşebbihe, mücessime gibi ehl-i hadis içindeki uç ekolleri de birinci kategoriye dahil edebiliriz. Fakat maksadımız bir muayyen düşünceye yönelik inşa edilmiş olan tenkitler olduğu için bu uç ekolleri konumuz haricinde değerlendirmenin isabetli olacağını düşünüyoruz. Ayrıca İlk iki kategori, ümmet içerisinde azınlık teşkil etmekle birlikte biz ağırlıklı olarak ikinci kategorideki düşünceleri ele alacağız.
Ehl-i hadisin İmam Azam’a yönelik tenkidlerine Mustafa İslamoğlu gibi yaklaşacak olursak şöyle bir sonuca ulaşırız:Mustafa İslamoğlu’na göre İmam Azam’ın hadis anlayışı, kendisinin hadis anlayışıyla birebir örtüşmektedir. Ona göre ehl-i hadis (yani İslamoğlu’nun tabiriyle hadis ideolojistleri) başta İmam Şafii, İmam Evzai, İmam Sevri ilh. olmak üzere, neredeyse bütün hadis alimleri Rasulullah (S)’ın Kur’an haricindeki sözlerini de vahiy kabul ederek (4) büyük bir hataya düşmüşlerdir. Bu hata sonucunda Kur’an’a tamamen aykırı olan bir İslam anlayışı icad etmişlerdir. Devlet gücünü de arkalarına alarak ve devlet idaresine sığınarak icad ettikleri bu sünnetçi ve Kur’an’a aykırı anlayışı korumaya çalışmışlardır. Bunu korumak için de sünnetçi anlayışın zıddı olan Ehl-i reyi ve ehl-i reyin bir numarası olan Ebu Hanife’yi itibarsızlaştırma çabasına yoğun bir şekilde girişmişler, Ebu Hanife’ye hakaretler yağdırmışlar, onu ve geliştirdiği fıkıh usulünü yerden yere vurmuşlardır. (5) Mustafa İslamoğlu, kendi hayal dünyasına ait olan bu kurguları, sözümona İmam Azam’ı müdafaa sadedinde zikreder.
İmam Azam’a yöneltilen eleştirileri bu cihetle anlayarak kötü niyetli bir itibarsızlaştırma ve tahkir çabası şeklinde görmek ne kadar doğrudur? İmam Azam’a doğru bir din anlayışını layık görüp, ona yöneltilen eleştirileri de tüm hadis ulemasına mal ederek yanlış din anlayışları kefesine koyduktan sonra İmam Azam’la hadis literatürünü ve ehl-i hadisi karşı karşıya getirmek; kendi sahip olduğu hadis karşıtı anlayışı İmam Azam’a giydirerek onun üzerinden hadis ve ehl-i hadis eleştirisi yapmak doğru bir tavır mıdır? Bunu tesbit edebilmek için meseleye İmam Azam’ın açısından bakmayı faydalı görüyorum.
İmam Azam’dan önceki dönemlerde yaygın olarak kabul edilen bir anlayışa göre, kulun amelleri de imanın bir parçası kabul ediliyordu. İmam-ı Azam’a çağdaşları ve muahhar ulema tarafından yöneltilen eleştirilerin, genel hat itibariyle bu mesele etrafında yöneltildiğini görüyoruz. Zira İmam Azam’dan önceki bu anlayışa göre iman artıp azalabilir, her günah imanı azaltır, her ibadet de imanı arttırırdı. Buna göre imanın tarifi; “kalp ile tasdik, dil ile ikrar, beden ile tatbik” şeklindeydi ve dolayısıyla ameller de imanın bir parçasıydı. O kadar ki, kişinin amellerindeki günahlar kişiyi dinden çıkarabilecek boyutlara bile varabilirdi. O zamanın hayat standartları ve şartları içinde değerlendirecek olursak böyle bir anlayışın geniş kitlelere hakim olması normal karşılanabilir. İslam’ın devlet nezdinde tatbik edildiği ve halk nezdinde kamil olarak yaşandığı bir ortamda, amelin imanın bir parçası olmadığını kimsenin düşünmemiş olması şaşırtıcı değildir. Zira Müslümanlardan, imana zarar verebilecek ölçüdeki amel bozuklukları çok sık sadır olmamaktaydı.
Amelin imanın bir parçası olmadığına, imanın amellerle artıp azalmadığına dair müşahhas bir ictihada ilk defa İmam Azam Ebu Hanife (R)’de rastlıyoruz. (6) Günahın imanı azalttığı ve hatta iman dairesinden çıkardığı kabul edildiği takdirde günün birinde Müslümanların mü’min vasfı kazanmalarının çok zor bir hal alacağını farkeden İmam Azam, amelleri imandan ayırma ictihadına yöneldi. İmam Azam bu ictihadı yaparak tabiri caizse İslam ulemasının büyük bir bölümünü karşısına alıyordu. Buna göre imanın tanımı “kalp ile tasdik, dil ile ikrar”dan ibaret oluyordu. İman ibadetlere ya da günahlara göre artıp azalmıyordu, sabitti, ya vardı ya da yoktu. Kişinin işlediği günah onu dinden çıkarmıyordu. Sadece imanının kuvvetini ve kalitesini azaltıyordu. İbadetler de aynı şekilde imanın kuvvetini ve kalitesini arttırmakla birlikte miktarını arttırmıyordu. Böyle bir ictihadın neticesi olarak İmam Azam, her ne kadar bu ictihadını sayısız ayet, hadis ve sahabe kavliyle delillendirse de kimi çevrelerde Kur’an’ın ve sünnetin bazı nasslarıyla çelişiyor ve peygamberi adeta yok sayıyor gibi algılandı. Kur’an’a ve bil hassa sünnete/hadislere aykırı ictihad yaptığı dedikoduları dilden dile dolaşan İmam Azam Ebu Hanife, kendisine yöneltilen “akılcı, hadis inkarcısı, aklı nassın üstünde tutan, bid’atçı” şeklindeki itirazlara el-Âlim vel-Müteallim’de şöyle cevap vermektedir:
“Peygamberi yok saymak, ancak ‘Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum.’ diyen kimsenin sözü ve yalanlamasıdır. Lakin bir kimse ‘Ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’an’a da muhalefet etmedi’ derse, bu söz o kimsenin Hz. Peygamberi ve Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmesi; Allah’ın Resulünü Kur’an’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle belirtilir: ‘Eğer Peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mani olamazdı.(7)’ Allah’ın peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur’an’a muhaliftir. Çünkü Allah Kur’anı Kerim’de; ‘Zina eden kadın ve erkek … (8)’ ayetinde zani ve zaniyeden (zina günahını işleyen günahkarlardan) iman vasfını kaldırmamıştır. Keza, ‘Sizden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de … (9)’ ayetinde Allah “sizden” derken Yahudi ve Hristiyanları değil, Müslümanları kast etmektedir. O halde Kur’an-ı Kerim’in hilafına Hz. Peygamber’den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamberi reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına batıl bir söz rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham, Hz. Peygamber’e değil nakleden kimseye racidir. Hz. Peygamberin söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların aynen Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamberin, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allah-u Teala “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. (10)’ buyurmaktadır.”
 İmam Azam bu sözleriyle hadis inkarcısı, mutezile, mürcie, cehmiyye, akılcı, sünnet karşıtı, bid’atçı olduğu yönündeki eleştirilere çok net cevap vermiş oluyor. Hadislerle yani Hz. Peygamber’in söylediğini duyduğu ya da duymadığı sözleriyle hiç bir problemi olmadığını, olamayacağını ikrar ediyor. Aynı zamanda kendisinin direkt hadisleri değil güvenilmez gördüğü hadis ravilerini tenkid ettiğini açık bir şekilde izah ediyor. Bu da onun hadis usulcülerinin işi olduğu üzere rical ve sened tenkidiyle de bizatihi ilgilendiğini gösteriyor.
Burada dikkatleri çeken esas nokta, İmam Azam’ın sahihlik ölçüsünde Kur’an’a uyumlulukla birlikte sened ve ravi kritiğinin de önemli bir yeri olmasıdır. Halbuki aşağıda birkaç örneğini göreceğimiz üzere Mustafa İslamoğlu’nun herhangi bir hadis hakkında sened ve ravi kritiği yaptığı, şahsi kanaatime göre kolay kolay görülebilecek bir şey değildir. Mustafa İslamoğlu alışılageldik şekilde doğrudan mana kritiği yaparak -kendi deyimiyle hadisleri Kur’an’a arz ederek- hadislerin büyük bir bölümünün Kur’an’a aykırı olduğu gerekçesiyle sahih olamayacaklarını iddia eder. Bunun aksine İmam Azam’ın fıkhının temel ölçütlerinden biri sened ve rical kritiğidir. Bu ise İmam Azam’la İslamoğlu’nun hadis anlayışları arasındaki en bariz farklardan biridir. Mustafa İslamoğlu’nun kabul ettiği “Kur’an’a uyumluluk” mefhumu ile İmam Azam’ın “Kur’an’a uyumluluk” mefhumu arasındaki devasa farklara da aşağıda değineceğiz inşallah.
İslamoğlu’nun Kur’an’a aykırı olduğunu iddia ettiği hadisler, esasen Kur’an’a değil İslamoğlu’nun Kur’an’dan anladığı şeye aykırıdır. Yüzlerce, binlerce yıllık emek ve zahmet bunun isbatıdır. 1300 senelik mesai boyunca hadislerin Kur’an’a aykırı olduğunu ilk görebilen kişinin Mustafa İslamoğlu olma ihtimalini okuyucunun muhakemesine bırakıyorum.
Hadis ilmine vukufiyeti ve hadislere verdiği ehemmiyet her halinden belli olan İmam Azam’ın talebesi İmam Ebu Yusuf’un konuyla ilgili şu sözleri de calib-i dikkattir:
“Ebu Hanife bir ictihad yaptığı zaman ben o ictihadı destekleyen hadisleri bulur ve Ebu Hanife’ye götürürdüm. Bazılarını kabul eder, bazılarını da (kendi ictihadını desteklediği halde) kabul etmez, ‘bu hadis sahih değil’ ya da ‘maruftur’ derdi.”(11)
Elde ettiğimiz netice itibariyle İmam Azam; Mustafa İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi ehl-i hadis’e tamamen karşı bir duruşla ehl-i rey ekolünü benimsemekten beridir. Ayrıca fıkıh kitapları, İmam Azam’ın Kur’an’dan sonra şer’i delil olarak sünneti ve sahih hadisleri benimsediğine dair malumatla doludur. İmam Azam kendi fıkıh usulü hakkında şunları söylemektedir:
“Ben Allah’ın kitabıyla hüküm ve fetva veririm. Kur’an’da bulamazsam Rasulullah (S)’ın sünnetine sarılırım. Orada da hüküm bulamadığım zaman Sahabilerin sözlerine bakarım, onların sözlerine göre ictihad yaparım. Ashabın ictihadlarında ihtilaf varsa uygun gördüğümü alırım, uygun görmediğimi almam. Lakin onların kavlinin dışına çıkmam. Fakat iş İbrahim en-Nehai, Şa’bi, İbn Sirin, Ata bin Ebi Rebah, Said bin Müseyyeb’e gelince, onlar nasıl ictihad yapmışlarsa ben de öyle ictihad yaparım. Onlar da ictihad yapmış kimselerdir, ben de.” (12)
İmam Azam’ın Ata bin Ebi Rebah, İbrahim en-Nehai, Şa’bi gibi dirayetli zatları güvenilir gördüğü için onların naklettikleri hadisleri kabul ettiği, fakat aynı zamanda Cabir b. Yezid el-Cufi gibi kişileri güvenilir bulmadığı için naklettikleri hadisleri kabul etmediği malumdur. Bu bağlamda İmam Tirmizi,  İmam Azam’ı büyük bir cerh-tadil otoritesi olarak sayar. (13) Bu ise İmam Azam’ın hadis usulünde sened ve rical tenkidine çok büyük ölçüde başvurmasının bir tezahürüdür.
İmam Azam aynı zamanda ictihad ve fetvalarında kıyasa çok başvurduğu için de eleştiri hedefi olmuştur. Akla gereğinden fazla önem atfettiği, nassın önüne aklı koyduğu, mutezileye kaydığı yönündeki eleştirilere bu cihetten bakmak mümkündür. Daha sonra İmam Tahavi Şerhu Meâni’l-Âsâr’da, İmam Zeylei Nasbu’r-Râye’de ve İmam Murtaza ez-Zebidi Ukûdu Cevâhiri’l-Munîfe fî Edilleti Mezhebi’l-İmam A’zâm Ebî Hanîfe kitabında, İmam Azam’ın ictihadlarının hangi nasslara ve delillere dayandıklarını göstermişlerdir. Ayrıca konumuzla alakadar olmak üzere, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed de el-Asar adlı eserlerinde İmam Azam’ın rivayet ettiği hadis-i şerifleri toplamışlar, bu eserler de bilahare “Müsned-i Ebu Hanife” adı altında telif edilmiştir. Kitabın elimizdeki baskısında bulunan hadis sayısı 519’dur ve İmam Azam bunların 26’sını Ebu Hureyre (R)’den rivayet etmiştir.
İSLAMOĞLU’NUN SÜNNET ALGISI VE İMAM AZAM
İslamoğlu, 28 Aralık 2013 tarihli ve “Vahyin Hakemliğinde Sünnet ve Hadis Algımız” adlı konferansında Rasulullah (S)’in sünneti hakkında şunları söyler:
“Sünnet, Kur’an’a paralel bir asıl mıdır? Yani dinin iki tane rayı var, biri Kur’an, biri Sünnet? Yok böyle birşey, bu dine iftiradır. Bu Allah’a iftiradır. Bu peygamberimize iftiradır. Bir Kur’an var, bir de sünnet var, yok ya? Öyle mi? Kim çıkardı bunu? Nereden çıktı bu? Peki niye yok dedik? Çünkü Kur’an dinin teorik kaynağıdır, peygamber dinin pratik kaynağıdır. Kur’an’ın dışında bir sünnet olabilir mi? Olması için peygamberimizin Kur’an dışında bir kaynağı olması lazım veya kendisi kaynak olması lazım. Kendisi kaynak mı? O zaman rasul ne demeye geliyor? Elçiyi siz elçi olmaktan çıkarır da gönderenin yerine koyarsanız Hristiyanların İsa’ya yaptığından ne farkınız var?”
 
Okuyucuyu Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize yöneltilen bu galiz hakaretlere muhatap kılmaktan dolayı özür beyan ederek İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerinin sünnet anlayışını El-Âlim vel-Müteallim’den alıntı yaparak izah edelim. İmam Azam:
“Rasulullah (S) bütün işlerde Allah’ın emrine muvafık olmuştur. Yeni birşey uydurmamış, Allah’ın buyurduğundan başka birşeyi ona nisbet etmemiştir. Bunun içindir ki Allah-u teala; “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” buyurmuştur. Çünkü o, peygamberi, yarattığı bütün cinlere ve insanlara önder, farz ve sünnetleri için de emin kılmıştır. Yine bu nedenledir ki Allah-u teala; “Peygamber size ne verirse onu alın, size neyi yasaklarsa ondan uzak durun.” buyurmuştur.”
 
İmam Azam’ın sünneti vurgulamak üzere zikrettiği bu ayetlerden, Kur’an’da Allah’ın kendisinin bizleri sünnete yönlendirdiği ve Kur’an’la birlikte sünnete de sarılmamızı istediği anlaşılır. Nitekim İmam Azam da böyle anlamıştır. Yine İmam Azam er-Risale’de şöyle der:
 
“Bilmelisin ki size öğretilen ve sizin de başkalarına öğrettiğiniz en değerli şey, sünnettir. Sen kendisinden öğrenilen ve başkalarına öğretmek gereken sünnet ehlinin kimler olduğunu bilmelisin. Yemin ederim ki Allah rızasından uzak olan bir şeyde, onu yapan için en ufak bir mazeret bahis konusu olamaz. İnsanların sonradan uydurdukları şeylerle de hidayete ulaşılamaz. Aslolan Kur’an-ı Kerim’in getirdiği, Rasulullah’ın sünnetinde emrettiği ve insanlar fırkalara ayrılmadan önce Ashab-ı Kiram’ın yapmakta devam edegeldikleri şeylerdir. Bunun dışındakiler ise bid’attir ve sonradan uydurulmuştur.”
 
İmam Azam’ın, İslamoğlu’nun aksine Rasulullah’ın sünnetine verdiği kıymet, yalnızca bu sözlerinden de anlaşılabilir. Aynı zamanda menakıb, fıkıh, müsned ve asar kitapları, onun sünnete verdiği kıymetin sayısız delilleriyle doludur. En önemlisi de şu ki; sadece, Hanefi fıkhının ve usulünün İmam Azam’dan tevatüren nakledilmiş olan İslam anlayışında sünnetin de vahyin bir çeşidi olarak görülmesi, dinde hüccet kabul edilmesi ve sünnete sımsıkı sarılmanın gerekliliği bile, İslamoğlu’nun facia denebilecek sünnet algısını yerle yeksan etmek için yeterlidir.
EHL-İ HADİS’TEN İMAM EVZAİ’NİN İMAM AZAM’A KARŞI TUTUMU VE İSLAMOĞLU’NUN BAKIŞI
Mustafa İslamoğlu, ehl-i hadisten bazı kişilerin; ona göre ehl-i reyin bir numarası olan İmam Azam’ı sapıklıkla, bid’atla ve hatta küfürle itham ettiklerini söyler. Kendisi bu ithamları, hadislere mesafeli olduğunu söylediği İmam Azam’ı ve ehl-i rey’i itibarsızlaştırmak ve kendi çarpık din anlayışlarını yerleştirmek için yaptıklarını iddia eder. İşte İslamoğlu’na göre kendi fikriyatının önderi olan İmam Azam’ı itibarsızlaştırmaya çalışan hadis ideolojistlerinden(!) biri İmam Evzai (R)’dir.
İslamoğlu, İmam Evzai’ye edep sınırlarını zorlayan eleştiriler yöneltirken, bir taraftan da İmam Evzai’nin İmam Azam’ı tekfir ettiğini, katli için cevaz verdiğini ve İmam Azam’ın bid’at sahibi olduğunu söylediğini iddia eder. (14)
İmam Evzai; İmam Azam hakkında dolaşan dedikodulara bir zaman için inanmış, fakat İmam Azam hakkındaki düşüncelerini daha sonra tebdil etmiştir. Olayın aslını teb’a-i tabiin’in büyüklerinden olan Abdullah b. Mübarek’ten okuyalım:
“Kendisini daha önce Beyrut’ta gördüğüm İmam el-Evzai’yi ziyaret edip görmek üzere Şam’a gelmiştim. Bana, ‘Ey Horasanlı, Ebu Hanife diye anılıp Kufe’de ortaya çıkan bu bid’atçi adam kimdir?’ dedi. Bunun üzerine eve dönüp, Ebu Hanife’nin kitaplarına eğildim. Onlardan bir takım esaslı meseleler çıkardım. Üç gün burada kaldıktan sonra tekrar İmam el-Evzai’ye gittim. Caminin müezzin ve imamlığını yapan el-Evzai’ye elimde kitap ile varmıştım. Bana, ‘Bu kitap neyin nesi?’ diye sordu. Ben de kitabı kendisine verdim. Kitapta “en-Nu’man İbn Sabit dedi ki …” diye not koyduğum meselelerden birine baktı. Ezan okunduktan sonra, henüz ayakta iken, kitabın başından biraz okudu ve kitabı kolunun altına aldı. Sonra namazı kıldırdı, namazdan sonra da kitabı baştan sona okudu. Bana dönerek, ‘Ey Horasanlı, bu en-Nu’man İbn Sabit kimdir?’ diye sordu. Ben; ‘Irak’ta kendisiyle karşılaştığım bir üstaddır.’ dedim. Bunun üzerine el-Evzai bana, ‘Bu zat alimlerin en üstünüdür, git ve kendisinden çok şey sorup öğren’ dedi. Ben de, ‘İşte bu zat, senin daha önce kendisine bid’atçi dediğin Ebu Hanife’dir’ diye karşılık verdim.” (15)
“Daha sonra İmam Evzai ile Ebu Hanife Mekke’de bir araya geldi, İbn Mübarek’in Evzai’ye verdiği kitaptaki konuları müzakere ettiler. Ebu Hanife konuları daha da açtı. Ayrıldıklarında Evzai, İbn Mübarek’e: ‘Ebu Hanife’nin ilminin çok ve aklının mükemmel oluşuna gıpta ettim. Allah Teala’dan onun hakkında söylediklerimden dolayı affımı istiyorum. Apaçık bir yanlışın içerisindeymişim. Sana gelince İbn Mübarek, sakın Ebu Hanife’den ayrılma!’ dedi.” (16)
Mustafa İslamoğlu’nun kendi düşüncesini desteklemek için meselenin sadece başlangıcına itibar ederken sonrasında İmam Evzai’nin İmam Azam’ın görüşlerini görünce onu tazim ve tebrik ettiğini saklaması, kendi düşüncesini haklı çıkarmak adına tarihi hakikatleri çarpıtmaktır. İmam Azam hakkındaki önceki düşüncelerinden vazgeçerek Allah’tan affını dileyen İmam Evzai’nin İmam Azam hakkında ölüm fetvası verdiğini 21. yüzyılda bile dillendiriyor olmak Mustafa İslamoğlu’nun güvenilirliğine ve samimiyetine zarar vermektedir. Tarihi gerçekleri saptırmak yoluyla Ehl-i hadisi İmam Azam’ın üzerine saldırtmakla yine bir hadisleri ve ehlini kötüye çıkarma çabasına şahit oluyoruz.
İMAM ŞAFİ’NİN İMAM AZAM’I İTİBARSIZLAŞTIRAN EHL-İ HADİSİN ÖNCÜSÜ OLDUĞU İDDİASI
Mustafa İslamoğlu, kendi deyimiyle Kur’an’la birlikte Rasulullah (S)’in sözlerini de vahiy kabul eden ve ehl-i rey ile İmam Azam’ı itibarsızlaştırmaya çalışan sünnetçi anlayışın öncüsü olarak İmam Şafii’yi görür. Mustafa İslamoğlu’na göre İmam Şafii, uydurma hadislere sahih muamelesi yapan, hadislere sünnet muamelesi yapan, sünneti de aynı Kur’an gibi vahiy olarak gören, dolayısıyla Kur’an’ın yanına çarpık bir din anlayışı getiren bu akımın öncüsüdür. (17)
İslam ümmetinin müttefekun aleyh kabul ettiği bir görüş vardır ki, o da Rasulullah (S)’in ağzından din adına çıkan sözlerin ayet olup olmadığına bakılmaksızın vahiy olduğudur. Onun dini beyan sadedinde aktardığı hiçbir şey kendi hevasından kaynaklanmayıp, Allah’ın ona bildirmesi ve vahyetmesi suretiyledir. Vahiy, Peygamber Efendimizin ağzından Kur’an ayetleri suretiyle sadır olursa buna vahy-i metluv, Kur’an ayetleri haricinde sadır olursa (tebliğler, hadis-i şerifler vs.) buna da vahy-i gayr-i metluv denir. Her ikisi de vahiy olmakla birlikte; vahy-i metluvun yani Kur’an ayetlerinin taabbüdi özelliği vardır. Yani kendisiyle ibadet edilebilir. Lakin gayr-i metluv olan vahyin ibadet edilebilirliği yoktur.
Kur’an’ın bize bildirdiği üzere Rasulullah (S) hevasından konuşmaz, yalnızca kendisine vahyedileni bildirir. Binaenaleyh, hadis-i şeriflerin de vahiy kapsamında olduğunu kabul eden tek alim, İmam Şafii değildir. Ümmetin kabul ettiği ve görüş birliğine vardığı bir ictihadı İmam Şafii’nin üzerine yıkıp eleştiri odağı haline getirmek kabul edilemez. Hadisleri vahiy, dolayısıyla sünneti hüccet ve delil kabul etmenin, çarpık bir din anlayışı olmadığına; tam aksine Kur’an’ı doğru anlamakta sünnetin rehberliğinin mutlak bir ihtiyaç olduğuna dair dipnotlarda yeterli kaynak bulunmaktadır.
Hakikatte İmam Şafii, İmam Azam’ı itibarsızlaştırmaya çalışmak şöyle dursun, yukarıda bahsettiğimiz, hadislerden taviz vermeyen Medine ekolü ile bid’at fırkaların arasında güvenilmez insanların yaşadığı şehirlerde hadisler konusunda ihtiyatlı davranan Hanefi ekolü arasında bir denge kurmuştur. Medine’de İmam Malik’ten ehl-i hadisin anlayışını öğrenmesi, Bağdat’ta da İmam Muhammed’den İmam Azam’ın önde geldiği ehl-i rey anlayışını öğrenmesi, ona bu sentezi yapacak genişlikte ve derinlikte bir ufuk kazandırmıştır. Çağlar sonra en büyük mezheblerden birine dönüşecek olan İmam Şafii’nin anlayışı hadislerden azami miktarda istifade etmekle birlikte Ebu Hanife’nin fıkıh ekolünden de büyük ölçüde etkilenmiştir. İmam Şafii’nin şu sözü meseleyi aydınlatmaktayken onu İmam Azam’ı itibarsızlaştıran zihniyetin öncüsü olarak göstermek insaf dışıdır:
“Bütün alimler, fıkıhta İmam Azam Ebu Hanife’nin çocukları gibidir.”(18)
HADİSLERİN VAHİY OLUP OLMADIĞI, NESH MESELESİ VE EBU HANİFE İLE İSLAMOĞLU’NUN BAKIŞLARI
Mustafa İslamoğlu, Kur’an’a doğru bir şekilde yaklaşıldığı zaman nesh müessesesine ihtiyacın olmadığını düşünür. Ona göre nesh müessesesi yanlıştır, gereksizdir. Bazı alimlerin Kur’an’a yanlış ve yüzeysel baktıkları için Kur’an’da bazı çelişkiler olduğunu sanmaları üzerine nesh müessesesini icad ettiklerini iddia eder.(19) Hangi ayetlerin hangi ayetleri nesh edeceğine dair alimlerin kendi hevalarına göre karar vermek durumunda olduklarını düşünür. Kur’an’daki bazı hükümlerin iptal olduğu söyleminin doğrudan söylendiği takdirde şiddetle reddedileceğini; fakat bu söylemin nesh adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldığını söyler.(20)
Ayetler arasında nesh olabileceği konusunda alimler ittifak halindedir. İmam Azam da bu ittifaka dahildir. Sadece mutezileden Ebu Müslim el-İsfehani’nin ayetler arasında neshin vaki olmadığını söylediği, hem Ehl-i Sünnet kaynaklarında, hem de bazı mutezile kaynaklarında belirtilmiştir.(21)
Meselenin, İmam Azam’ın ve İslamoğlu’nun hadis anlayışları arasındaki farkla alakası şudur ki; İmam Azam ayetin ayetle, hadisin hadisle, hadisin ayetle ve hatta ayetin hadisle neshini caiz görür. İmam Azam’a göre mütevatir ve meşhur olan hadisler ve sünnetler Kur’an ayetlerini neshedebilir. Çünkü İmam Azam’a göre sünnet ve Rasulullah’a ait olan hadisler de vahiydir. İmam Malik de bu görüştedir. İmam Şafii ve İmam Ahmed, sünnetin ayeti neshedebileceğini caiz görmemiştir. (22)
İmam Şafii ile ilgili başlıkta belirttiğimiz üzere İmam Azam da, sünneti ve sahih hadisleri vahiy olarak görmektedir. Bunun delili Necm suresinin 3-4. ayetleridir. Hatta İmam Azam, İmam Şafii’den daha da ileri giderek mütevatir seviyesine ulaşmış hadislerin ayetleri nesh etmesini caiz görür.
Mustafa İslamoğlu, hadisleri vahiy olarak gören anlayışın İmam Azam’ın hadis anlayışına ters olduğunu, Kur’an’a aykırı bir İslam anlayışı olduğunu söyler. Halbuki İmam Azam’ın kendisi de hadisleri vahiy olarak kabul eder. Hatta hadislerin ayetleri nesh edebileceği anlayışıyla İmam Şafii’den daha da ileridedir. Buna rağmen İslamoğlu, hadisleri vahiy olarak gören anlayışın öncüsü olarak İmam Şafii’yi görür ve bu anlayışın İmam Azam’ın başını çektiği ehl-i reyin anlayışına zarar verdiğini ve zıt olduğunu söyler. Sadece Rasulullah(S)’e ait olan hadislerin vahiy olup olmadığı hakkındaki görüşleri bile; şahsi kanaatime göre İmam Azam ile Mustafa İslamoğlu’nun hadis anlayışlarının ayrı dünyaların anlayışları olduğunu söylemek için yeterlidir.
CİBRİL HADİSİ VE KADER KONULARINDA İMAM AZAM’IN GÖRÜŞLERİ
Mustafa İslamoğlu, Kur’an’da amentünün sıralandığı ayetlerde “kadere iman” umdesinin yer almadığını söyler. Kadere iman meselesinin hicri 2. yüzyılda çıkmış bir polemikten ibaret olduğunu, imanın bir şartı olmadığını, hatta kadere imanın iman şartı olarak sayılmasının Allah’a ve peygamberine iftira atmak olduğunu düşünür. Çünkü ona göre Allah dahi kadere iman şartı koymamışken, insanın bunu koyması Allah adına dine hüküm koymaktır. Ona göre Allah imanın şartlarını 5 olarak sayarken (ki Kur’an, imanın şartlarını 5 yahut 6 şeklinde numaralandırma yoluna gitmez, bu yalnızca kulların kabulüdür) birilerinin(!) bu 5 şartı 6’ya çıkarmaları Allah’a iftira atmaktır. İslamoğlu, kadere iman etmenin gerekliliğine vurgu yapan diğer ayet ve hadisleri görmezden gelir. Ona göre kadere iman umdesi İslam’a hadis ideolojisti olan insanlar tarafından sonradan katılmıştır.
İslamoğlu’na ait olduğu belirtilen twitter hesabından 07.06.2014 tarihinde atılan tweetlerdeki şu ifadeler, onun kader hakkındaki görüşlerini açık seçik ortaya koyar: “Kur’an’da dinin tamamlandığı söylenmişken kadere imanı iman esaslarına eklemek; “Allah’ım sen dini eksik bıraktın biz tamamlıyoruz.” demektir. Temel iman esasları arasında Allah’ın saymadığı kadere imanı ilave ederek saymak, Kur’an’ı inkar etmektir. Kur’an, Bakara suresi 177. ayette ve Nisa suresi 136. ayette temel iman esaslarını sayarken, kadere imanı bunlar arasında saymamıştır.” Görüldüğü üzere İslamoğlu’na göre kadere iman, iman esasları arasında Allah tarafından değil, Kur’an’ı inkar edenler tarafından konmuştur. Kadere imanı, temel iman umdelerinden sayan kişi ona göre Kur’an’ı inkar ediyordur. Bu tesbite göre kadere imanı temel iman esaslarından biri olarak gören bir peygamber, onun ashabı ve on dört asırlık milyarlık bir İslam ümmeti Kur’an’ı inkar etmiş demektir.
Mustafa İslamoğlu; kadere iman konusunun Kur’an’a değil sadece iman şartlarının sayıldığı ve Cibril hadisi (23) olarak meşhur olmuş hadise dayandığını, diğer birçok sahih hadis hakkında söylediği üzere tüm sahih kaynaklar tarafından rivayet edilen Cibril hadisinin de uydurma olduğunu söyler. Çünkü hadisin muhtelif varyantlarında ve senedlerinde farklılıklar vardır. Buhari’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği varyantta imanın şartları arasında kadere iman şartı yoktur. Müslim’in Hz. Ömer’den rivayet ettiği varyantta ise kadere iman şartı vardır. Ayrıca Müslim’in Ebu Hureyre’den getirdiği diğer bir rivayette ise kadere iman şartı yine vardır. Ebu Hureyre ve Hz. Ömer’den getirilen rivayetlerin senedleri de birbiriyle aynı değildir. Hadis ve usul-i hadis ilimlerinde, insan eseri oldukları için normal karşılanan bu farklılıkları, Mustafa İslamoğlu hadisin uydurma olduğuna delil olarak sayar. İbn Ömer (R)’in kendisine kadere imanla ilgili yöneltilen bir soru üzerine bu hadisi babasından duyduğu şekliyle zikrettiği gerçeğini yok sayar. Ona göre aynı hadisin iki varyantı arasındaki kelime ve sened farklılıkları, imanla dalga geçmek ve Allah ile peygamberi adına iftira atmaktır ve hadisin uydurma olduğunu söyleyebilmek için yeterli sebeplerdir. Hadisi nakleden ravilerin güvenilirliği ve ashab-ı kiramın kader konusundaki hassasiyeti onun için anlamsızdır. Ayrıca Buhari’nin Ebu Hureyre (R)’den rivayetinde kadere iman umdesinin olmamasına itibar ederken öte yandan Buhari’nin “kader” konusunda özel bir bölüm ayırmış olmasına önem vermez. (24)
Cibril hadisi diye şöhret bulmuş olan bu hadis, Buhari ve Müslim’den önceki jenerasyonlardan Abdürrezzak, Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, İbn Ebî Şeybe (R) gibi hadis alimlerinin eserlerinde de rivayet edilir. Ve hemen hemen her rivayette ve varyantta kadere iman umdesi dışında da pek çok farklılıklar vardır. Bazı varyantlarda imanın şartları hiç sayılmamışken, bazı varyantlarda İslam’ın şartları sayılmamış, bazısında ise kıyamet alametleri eksik tutulmuştur. Bunun temel sebebi hadis ilmiyle biraz iç içe olan herkesin takdir ve tahmin edeceği üzere şudur: Hadisin söylendiği anda ve ortamda konuşulan konu ne ise, ravi o konu bağlamında hadis üzerinde özetlemeye ve sadece konuşulan konuyla alakalı olan kısmını nakil yapmaya yönelir. Buna hadis ilimlerinde “ihtisar” (özetleme, kısaltma) denir. Ravi hadisin bir kısmını zikretmezken, o an müzakere edilen konu çerçevesine girmiş olan kısmını zikreder. Bu durum, ravi tarafından bazen bilinçli olarak yapıldığı gibi bazen de ravide aranan şartlardaki yetersizlikler sonucu da görülebilir. İrfandan ve ahlaktan nasibini almış olan ilim ehli, bunu böyle bilir. Hadisin kamil bir metnine ulaşabilmek için, tüm sahih varyantları eksiğiyle-fazlasıyla değerlendirmek gerekir. Ravinin o an konuşulan bağlam etrafında yaptığı bu tercih ve özetleme, İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi hadisin kamilen o rivayetten ibaret olduğu, diğer varyantlardaki farklılıkların yalan ve uydurma olduğu ve Allah adına iftira atıldığı manasına asla gelmez. İslamoğlu’nun bu görüşünden çıkarılacak sonuç olsa olsa onun hadis ilimlerindeki bilgisizliğini ve yetersizliğini ilan etmesidir.
Kettani, Nazmu’l-Mutenâsire’de bu hadisin mütevatir olduğunu söyler. Kanaatimizce burada kasıt manevi tevatürdür. Diğer bir kanaate göre sahabe tabakasında ahad iken, sahabi sayısına ve hadisin daha sonra kazandığı şöhrete dayanarak meşhur ya da manevi mütevatir diyenler de vardır. İmam Suyuti, El-Ezhar kitabında bu hadisi 8 ayrı sahabeden getirmiştir. Bu sahabiler; Ebu Hureyre, Hz. Ömer, Ebu Zerr, Enes ibn Mâlik, Abdullah ibn Abbâs, Abdullah ibn Ömer,  Ebu Âmir el-Eş’arî, Cerîr el-Becelî’dir. (25) Farklı kaynaklarda bu hadisi rivayet eden sahabi sayısı artarak 11’e, tarik sayısı ise 100’e yakın sayılara çıkmaktadır.
Meselenin konumuzla alakalı kısmı şu ki, İmam Azam Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ebsât adlı eserinde imanın ne olduğunu açıklarken Mustafa İslamoğlu’nun uydurma dediği ve İslam akaidinin temel taşlarından biri olan bu hadisi, Müslim’in rivayet ettiği şekliyle; Alkame b. Mersed, Yahya b. Ya’mer, Abdullah ibn Ömer, Ömer b. Hattab (R) ve Rasûlullâh (S) zinciriyle rivayet etmektedir. Ayrıca Harisî ve Haskefî’nin rivayetine göre İmam Azam, ilim tahsil ettiği kendi isnad zinciri olan Hammad b. Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehâî, Alkame b. Kays, Abdullah ibn Mes’ud (R) ve Rasûlullâh (S) yoluyla da bu hadisi getirir. Sened ve ravi isimlerini de bir hadisçi mantığıyla tek tek zikretmektedir. Tabi ki kadere iman umdesini de bu hadisi delil göstererek imanın şartlarından biri olarak görmüştür.
Yine İmam Azam, kendisinin rivayet ettiği ve delil olarak kullandığı hadislerin toplandığı Ebu Nuaym tahrici olan Müsned-i Ebu Hanife kitabında yine Abdullah ibn Ömer kanalıyla Hz. Ömer’den aynı hadisi aynı senedle rivayet etmiştir. Bu varyant da yine kadere iman umdesinin dahil olduğu bir varyanttır. Bu rivayeti İmam Azam’dan; -İmam Muhammed ve İmam Züfer dahil- beş talebesi almıştır.
Söz konusu rivayetlerin senedlerinde, özellikle Alkame b. Mersed ve Yahya b. Ya’mer arasında inkıta (kopukluk) olduğuna dair iddialar doğru kabul edildiği takdirde rivayetlerin sıhhati zayıflamaktadır. Lakin lafızlar arasındaki mutabakat ve İmam Azam’ın Fıkhu’l-Ekber’de yaptığı iman tarifi, bu hadisten istifade ettiği kanaatini ve rivayetlerin sıhhatini güçlendirmektedir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel, Ukayli ve Mervezi’nin sahih senedle Alkame b. Mersed, Süleyman b. Büreyde, Yahya b. Ya’mer yoluyla bu hadisi getirmeleri, aradaki kopukluğu tamamlamak adına fikir vermektedir. Kısacası İmam Azam’ın, Cibril hadisini imanın tarifini yaparken delil olarak almış olma ihtimali yüksektir, almıştır denebilir. Aksi yönde, İmam Azam’ın İslamoğlu gibi bu hadisi Allah’a iftira atmak olarak gördüğüne dair en küçük bir delil dahi elimizde yoktur, tarihte de hiç var olmamıştır.
Hadisçilerin işi kabaca; hadislerin geliş yollarını incelemek, cerh-ta’dil ilimlerine dayanarak ravilerin ve sened zincirinin son derece ayrıntılı analizini yapmak, güvenilir veya güvenilmez olan ravileri sebepleriyle birlikte belirtmek, hangi ravinin kimden hangi hadisi nakletmesinin zaman ve mekan şartları itibariyle mümkün olup olmadığını tespit etmek ve hadisi her yönüyle aydınlatmaktır. Hangi sebepten ötürü hangi hadisin tercihe şayan olduğunu, hangisinin tercih edilmemesi gerektiğini, aralarındaki sahihlik farklarından ötürü hangisinin amel edilmeye ve esas alınmaya daha uygun olduğunu belirlemek ise fakihlerin veya akaid imamlarının işidir. Konumuz olan Cibril hadisi de hadis ve usul-i hadis alimleri tarafından şaz, muzdarip, münker gibi hadis tasniflerine ve analizlerine tabi tutulup fakihlerin atölyesine havale edilmiştir. Çağların en büyük fakihi ve akaid imamlarının sertacı olan İmam Azam Ebu Hanife (R) bu meslek müfredatları dahilinde Cibril hadisinin Hz. Ömer ve Abdullah ibn Ömer kanalıyla gelen kadere imanın bulunduğu varyantını esas alarak delil kabul etmekte, en azından onun iman tarifi ile bu hadisteki iman tarifi çelişmemektedir. İslamoğlu ise bu inceliği gözardı ederek hadisi uydurma ve Allah’a atılmış bir iftira saymaktadır. Bu da, İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi, İmam Azam’ın hadis anlayışının onunkiyle çok da benzer olmadığına dair çok açık bir delildir.
EHL-İ REY MESELESİ VE SAHİH HADİSLERLE AMEL EDEBİLME
Mustafa İslamoğlu, kendisinin de İmam Azam gibi ehl-i rey olduğunu “O da ehl-i rey, ben de ehl-i reyim.” ifadeleriyle belirtir. Buradan onun kendisini ilimde İmam Azam’la eş tuttuğu gibi bir yorum çıkarılmaya müsait olsa da biz bunu İmam Azam’la hadis anlayışlarının aynı olduğunu iddia ettiği yönünde alıyoruz. Hadis anlayışlarının aynı olmadığını yukarıdaki konular vesilesiyle ve dipnotlardaki kaynaklarla kısmen göstermiştik.
İmam Azam’a ve bazı diğer mezheb imamlarına dayandırılan “Sahih hadis ne ise benim mezhebim odur.” ya da“Benim mezhebimdeki bir hükme aykırı bir sahih hadis bulursanız, benim hükmümü terk edip o sahih hadisle amel ediniz.” tavsiyesini, yine önceki örneklerde olduğu gibi kendi anlayışını yerleştirmek için kullanmaktadır.
İslamoğlu, kendisinin Hanefi olduğunu söyler. Propogandasını yaptığı ya da savunduğu sayısız fetva ve görüşünde ise İmam Azam’a ve Hanefi mezhebine muhalefet eder. Bu muhalefet yetkisini ona yukarıdaki sözünden dolayı bizzat İmam Azam’ın verdiğini iddia eder ve mezhebin görüşlerine muhalefet etme tavrını İmam Azam’a isnad edilen yukarıdaki söze dayandırır. Mezhebin hükmünü terk edip ona zıt olan sahih hadisle hükmetmeye ehliyetli olduğunu iddia eder ama öte yandan hadis kaynaklarının sahihliğini her platformda tartışmaya açmakta, İmam Azam’a zıt bir hükmü esas alırken daima Kur’an’ı kullanmakta, hadis kaynaklarını kullanmamaktadır. Bu ise, sahih hadislerle amel etme ehliyeti olduğunu ve ettiğini iddia eden İslamoğlu adına bir tezattır.
İmam Azam’ın bir fetvasına ya da ictihadına zıt bir sahih hadis gördüğümüzde, İmam Azam’ın fetvasına değil o hadise uyabilir miyiz? Bunu yapabilmek için öncelikle o hadisin İmam Azam’a ulaştığından ve İmam Azam’ın o hadisten haberdar olduğundan kesinlikle emin olmalıyız. Emin olduğumuz takdirde o hadisin İmam Azam’ın sahihlik kriterlerine uygun olup olmadığını belirlemeliyiz. Uygun olduğu takdirde ise o hadisin yine İmam Azam’ın kriterlerine göre “amel edilebilir” bir hadis olduğundan da emin olmalıyız. Tüm bu kriterlerden emin olunduğu takdirde fetvaya zıt olan o hadisle amel edilebilir lakin hadise ait olan bu şartları sağlamak bugün için imkansızdır. Zira genel kriterlere göre sahih olduğu halde İmam Azam’ın kriterlerine göre nisbeten sahih olmayan hadisler de vardır. Öte yandan, İmam Azam’ın kriterlerine göre sahih hadislerin bulunması ve onların amel edilebilirliğinin belirlenmesi işlemi, bizzat İmam Azam’ın talebeleri İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer ilh. tarafından ve daha sonraları İmam Tahavi, İmam Debusi, İmam Pezdevi, İmam Serahsi gibi hanefi alimleri tarafından icra edilmiştir. İmam Azam’ın ictihadı belli iken Hanefi mezhebinde tatbik edilen fetvanın ona zıt olduğu nice mesele bu işlemlerden ve çalışmalardan kaynaklanmıştır. (26) Netice olarak günümüzde Hanefi mezhebinin hükmüne zıt olan sahih hadislerle amel etmemize gerek kalmayacak kadar ciddi bir çalışma ve emek sarf edilmiştir.
Sahih hadisleri İmam Azam’ın fetvalarına tercih edebilecek kadar kendini ehliyetli gören kişilerin Hanefi olduklarını söylemeleri, mezhebe ittiba mantığına terstir. Mustafa İslamoğlu gibi bu ehliyeti kendinde gören insanların kendilerine “Ben neden Hanefiyim?” diye sormaları icap eder. Çünkü keyfi uygulamalarla sahih hadislerden ya da ayetlerden kendi mezhebinin aksi yönde hükümler çıkarmak, o mezhebe ittiba ettiğini söyleyen kişi adına tezattır. Zira ayet ve hadislerden kolaylıkla hüküm çıkarabilecek kadar ilmî derinliği ve ehliyeti olan birisinin mezhebe tabi olması söz konusu değildir. Bu ehliyete sahip olunmadan hüküm çıkarma işine girişildiği takdirde, tearuz halindeki hadisler karşısında bocalama ve tıkanıp kalma kaçınılmazdır.
Tarihte gelmiş ve geçmiş nice ehliyetli ve dirayetli Hanefi alimleri de, sahih hadisleri mezheblerinin hükmüne tercih edecek kadar ileri derecede bir ehliyeti kendilerinde görmemişlerdir. Buna rağmen Mustafa İslamoğlu’nun kendinde bu ehliyeti ve liyakati buluyor olmasını okuyucunun yorumuna bırakıyorum.
NÜZUL-İ İSA MESELESİ VE İMAM AZAM’IN GÖRÜŞÜ
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin görüşüne göre Hz. İsa’nın öldürülmediği, kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği ve Rasulullah (S)’ın şeriatıyla hükmedeceğine dair bilgiler, Kur’an, sünnet ve icma’ ile sabittir. Bu konuda ümmet içinde görüş ayrılığı yoktur. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın yeryüzüne inişi sarahat cihetiyle değil, delalet cihetiyle zikredilir. Hz. İsa’yla ilgili ayetler, onun kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği bilgisi ihmal edilerek (ya da inmeyeceği varsayılarak) asla anlaşılamaz. Aksi halde Hz. İsa ile ilgili ayetler hakikatle çelişir. (27) Peygamber Efendimizden gelen Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili bilgiler ise hadis alimlerinin ittifak ettiği görüşe göre mütevatirdir. Bu rivayetler iki yüzden fazla sahabi tarafından bize ulaşmıştır. Bu ise hadisler açısından ortalama bir ravi sayısının çok üzerindedir. (28)
İmam Azam el-Fıkhu’l-Ekber’de bu konuyla ilgili şunları söyler:
“Deccal’in, ye’cüc ve me’cüc’ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa’nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alametlerinin hepsi haktır, olacaktır.”
Mustafa İslamoğlu, Hz. İsa’nın yeryüzüne inişinin Kur’an’da var olmadığını söyler. Yine Kur’an’dan çıkardığı hükme göre Hz. İsa’nın öldüğünü, kıyamete yakın yeryüzüne inmeyeceğini düşünür.(29) Dolayısıyla İmam Azam’ın da içlerinde olduğu tüm Ehl-i Sünnet alimlerinin ve İslam ümmetinin yüzyıllardır kabul ettiği sahih haberlere itibar etmez.
Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili hadisler, İslam alimleri tarafından mütevatir olduğu tesbit edilmiş az sayıdaki haberlerden biridir. Hz. İsa’nın nüzulüne dair olağanüstü sayıda haberin iletilmiş oluşu bu sonucu doğurmuştur. Dolayısıyla nüzul-i İsa hadisleri, sahihlik açısından en üst seviyede sıhhate ulaşmış sayılı hadislerdendir. Mustafa İslamoğlu’nun, sahihliğinde ve tevatüründe bu kadar delil bulunan ve ittifak edilmiş olan Hz. İsa’nın nüzulü hadisi üzerinde bile İmam Azam’la buluşamıyor olması, fakat aynı zamanda İmam Azam’la aynı hadis anlayışına sahip olduğunu iddia etmesi abesle iştigaldir.
SONUÇ
İmam Azam Ebu Hanife (R) tarih boyunca hakkında olumlu ya da olumsuz en çok fikir beyan edilmiş İslam alimidir. Ona yukarıda belirttiğimiz ithamları yönelten İslam alimlerinin bir kısmı, düşüncelerinde hata ettiklerini henüz İmam Azam hayattayken fark etmiştir. Bir kısmı ise İmam Azam’dan daha sonra yaşamış olduklarından dolayı İmam Azam’ın içinde yaşadığı şartlara tam olarak vakıf olamadıkları için ona bu tür ithamlarda bulunma ihtiyacı hissetmişlerdir. Biz deriz ki; İmam Azam’ın bid’at fikirler ve fırkalar içinde, şartlar icabı bu denli dikkatli ve temkinli bir anlayış geliştirmesi de; İmam Malik ve İmam Şafii gibi hadis ehli alimlerimizin hadislerden taviz vermeyen sağlam duruşları da İslam akaidi ve istikbali açısından gerekli ve hayırlıdır. Aralarında birtakım reddiyeler sadır olmuş olan bu anlayışlar, ileride ümmete rahmet olarak geri dönmüştür. Ama günümüzde, bu anlayışların aralarında devasa bir çatışma ortamı varmış gibi lanse ederek ve bu çatışma ortamında bazı kişilerin kendi zihniyetlerine aykırı olan tarafı doğrudan haksız bularak hadis kaynaklarına ve hadis ehline olan güveni sarsmaya yönelik çalışmaları dikkatimizden kaçmamaktadır.
İmam Azam’la alakalı kaynaklar hakkıyla incelenip irdelendiğinde ulaştığımız sonuç şudur: Mustafa İslamoğlu hadis ideolojistlerinin(!) Kur’an’ı anlamakta büyük engeller çıkardığını ve Kur’an’a aykırı bir İslam anlayışı geliştirdiğini, İmam Azam gibi ehl-i reyi itibarsızlaştırma çabasına giriştiğini iddia eder ama vaka bunun tersidir. Zira Mustafa İslamoğlu’nun iddiaları doğru kabul edildiği takdirde, Kur’an’a aykırı bir İslam anlayışı geliştiren çevrelerin zirvesinde İmam Azam Ebu Hanife’nin bulunduğu görülür.
Mustafa İslamoğlu kendi hadis anlayışını İmam Azam’ınkiyle aynıymış gibi göstererek kendi fikirlerini İmam Azam üzerinden imal etmeye çalışmaktadır. Kendisinin problemli olduğu bazı din alimleri ve bazı anlayışlarla sanki İmam Azam arasında da büyük bir problem varmış gibi lanse etmektedir. Bütün hadis alimlerini aynı kefeye koyup İmam Azam’la aralarında savaş varmış gibi göstererek hadis alimlerine ve hadis kaynaklarına olan güveni sarsmak, ahirette mesuliyeti mucibdir. İmam Azam Ebu Hanife, onun telakki ettiği bu zihniyetten beridir.
İmam Azam hakkında birçok platformda imal-i fikr eden Mustafa İslamoğlu’nun, henüz İmam Azam’ın toplamda 100 sayfayı bulmayan kısacık eserlerine dahi vakıf olmaması kendisi adına devasa bir eksikliktir. Bu şekilde insanlara İmam Azam’ı doğru bir şekilde anlatıp öğretebilmesi bana pek mümkün gelmiyor açıkçası. İnsanları yanlışa sürükleme tehlikesi varken konuşmayıp susabilmek büyük bir erdemdir, zor bir meziyettir. Çünkü beyan, sihirdir…
Yüce Allah, dilediğini hidayete ulaştırır. Allah-u teala’dan niyazımız, bizi sırat-ı müstakim üzere sabit kılması ve kalplerimizi kaydırmamasıdır. Vallahu alem…
Selametle…
DİPNOTLAR
(2) Bu konuda İslam tarihindeki ilk yazılı hadis kaynakları olarak başta Abdullah ibn Amr (R)’ın “Sahife-i Sadıka”sı olmak üzere diğer sahabilerin Rasulullah’tan duydukları hadisleri yazılı olarak kaydettikleri kitapçıklar örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca bkz: Buhari, İlim 39; Ebu Davud, İlim 3
(3) Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 96.
(4) Necm 3-4
(5) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_2129_24_sunnet-tasavvurumuz.htmlhttp://www.youtube.com/watch?v=ehVRbOBJnUQ
İmam Azam’a yöneltilen eleştirilerin ayrıntılı kritiği hakkında bilgi edinmek için bkz: İmam Muhammed Zahid el-Kevseri – Te’nibü’l-Hatib
(6) Büyük günah işleyenlerin ahiretteki durumları, o dönemde en çok tartışılan konulardan biri olmuştu. Hariciler büyük günah işleyenlerin kafir olacağını söylerlerdi. Mutezile, büyük günah işleyenlerin mü’min ya da kafir olmadığını, ikisi arasında bir mevkide olduğunu söyledi. Mürcie, küfür halinde ibadetlerin fayda etmeyeceği gibi, iman halinde de günahların zarar vermeyeceğini söyledi, hatta bazıları daha ileri giderek “iman kalben tasdikten ibarettir, dil ile ikrar etmeye de gerek yoktur, zahiren puta tapsan da kalben iman ettiğin sürece cennete gidersin.” dediler. En doğru görüş İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman, Ebu Hanife gibi Ehl-i Sünnet alimlerin tuttuğu görüştür. Ayrıca bkz: Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal; el-Fıkhu’l-Ekber, Aliyyu’l-Kârî Şerhi, s. 355. vd.
(7) Hakka 45-47
(8) Nur 2
(9) Nisa 15
(10) Nisa 80
(11) Muvaffak el Mekkî, Menâkibü’l İmâmi’l A’zâm Ebî Hanîfe s. 95-96.
Ayrıca İmam Azam’ın hadis anlayışı için bkz: http://ihsansenocak.com/Content.aspx?ID=109
(12) Zebîdî – Ukûdu Cevâhiri’l-Münîfe, s. 1; ayrıca bkz: Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, s. 397.
(13) Ukaylî, ed-Duafa, 1/196.
(14) http://www.youtube.com/watch?v=w7IKc4Rw_eE , ayrıca bkz: 4 no’lu dipnot
(15) et-Temimi, et-Tabakatu’l-seniyye, I, 97
(16) Esad Muhammed Said es-Sağirci, el-Fıkhu’l-Hanefiyyu ve Edilletuhu, Daru’l-Kelimi’t-Tayyib, Dımeşk, 2000, I, 8; Ayrıca bkz. İbn Hacer Heysemî, Hayratu’l-Hısan, s. 33.; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 8.
(17) http://www.youtube.com/watch?v=_aDkL8z1Erg, ayrıca bkz: 13 no’lu dipnot
(18) Muvaffak Mekki, Menâkibü’l İmâmi’l A’zâm Ebî Hanîfe s. 394.
(19) İslamoğlu bu alimlerin hangi alimler olduklarını açıklamamaktadır.
(20) www.youtube.com/watch?v=aICO23m3lHA
(21) er-Râzî, Mahsûl, I/III, 460.; eş-Şevkânî, İrşâdu’l-Fuhûl, 313.;  es-Sübkî, İbhâc, II, 227.; Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu’temed, I, 370.
(22) Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, s. 265.
(23) Buhari, İman, 37; Müslim, İman 1,5,7
(24) Mustafa İslamoğlu – Kader Risalesi Şerhi, s. 105 vd. ayrıca bkz: http://www.youtube.com/watch?v=PhzHH0q3qQ8
(25) Kettani, a.g.e., 13 İman: “Şeyh Murtaza el-Hüseynî (ö. 1205/1790) ”Ukûdu’l-Cevâhiri’l-münîfe fi Edilleti Mezhebi’l-İmam-ı Ebi Hanîfe” adlı kitabında bu konu ile ilgili altı hadis imamından yada bazı hadis imamlarından  rivayet ettiği hadislerden elde ettiği kadarıyla bu hadise dair sözü tamamlamış ve bu hadisin geliş yollarını ifade eden farklılığı anlatmıştır. Daha geniş  bilgi için bu kitaba başvurabilirsiniz.”
ayrıca bkz: Dr. Bekir Tatlı, Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslami Bilimler Hadis Anabilim Dalı Doktora Tezi, Ankara, 2005 (25) Bunun en temel örneği; namazda Arapça dışında bir dilde kıraat yapma meselesidir. İmam Azam’ın bir dönem için buna kerahetle cevaz vermiş olmasına rağmen müftabih olan görüş İmameyn’in görüşüdür, o da bunun caiz olmadığı yönündedir, fetva buna göredir. Bkz: İmam Serahsî, El-Mebsût, I, 37.
(27) Nisa 157-158-159, Ali İmran 54-55,  Zuhruf 61 ilh.
(28) Kettani, a.g.e., 292 Kıyamet Alametleri
(29) http://www.youtube.com/watch?v=TM2uKaYmNcc

Mustafa İslamoğlu’nun Ebu Hanife Anlayışına Eleştiriler

islamo
Mustafa İslamoğlu; biraz modernist, biraz akılcı, biraz yenilikçi bir din anlayışına sahip olmasıyla dikkatleri çeken bir kişi. Ama tüm vasıflarının yanında en çok hadis konusundaki eleştirileri ve hadis kaynaklarını muteber kabul etmemesiyle dikkat çekiyor. Hadis kaynaklarının ne kadar güvenilir olduğu, hadislerin nasıl ortaya çıktığı, müslümanların dini anlayışları için ne ölçüde bağlayıcı oldukları topyekün ayrı bir konu olduğu için biz bu konuya direkt değinmeyeceğiz. Ama bu konuları merak edenler için yeterli bilgi edinebilecekleri linkleri dipnot kısmına ekliyorum. (1)
Mustafa İslamoğlu’nun genel olarak hadisleri ve hadis kaynaklarını güvenilir bulmadığı hepimizce malumdur. Bu yüzden bu konuda herhangi bir delillendirme girişiminde bulunma ihtiyacı hissetmiyorum. Bu yazıda daha çok Mustafa İslamoğlu’nun Ebu Hanife etrafında geliştirdiği fikirlere, özellikle kendisinin hadis ve ehl-i hadis karşıtı anlayışının, İmam Azam’ın hadis konusundaki titizliği ile birebir örtüştüğü yönündeki görüşüne tenkidler üzerinden gideceğiz inşallah.
EHL-İ HADİS KİMDİR, EBU HANİFE’YE KARŞI TUTUMLARI NASILDIR?
Rasulullah (S)’in vefatından sonra hadisler gerek sözlü gerek yazılı olarak nakledilmeye başladı.(2) İlk yıllardan itibaren gerek Medine’de, gerekse Mekke’de Hz. Peygamberin hadisleri daha kolay iletilme imkanı bulduğu için Medine ve Mekke gibi kadim topraklarda hadislere karşı özel bir hassasiyet gelişti. Öyle ki, cüz’i miktarda hadis öğrenebilmek için kısıtlı imkanlara rağmen uzun yollar aşıldı ve çok büyük emekler verildi. Neticede hadislere karşı olağanüstü bir dokunulmazlık duygusu beslendi. “Rasulullah dedi ki” ile başlayan cümlelerin ardından susulup dinlenmesi gereken, yorum yapılması asla kabil olmayan bir hassaslık süreci başladı. Hadislere karşı duyulan bu dokunulmazlık ve önem, Ashab-ı kiram’ın Rasulullah’tan aldığı saf, temiz, pak imanın ve akidenin yara almadan uzun süre korunmasını sağladı. Bu hadis hassasiyeti anlayışının ve ehli-i hadis şeklinde tanınan ulemanın öncülerinden biri İmam Malik b. Enes (R)’tir.
Hadislerin korunması konusunda gösterilen bu titizlik ve hassasiyet, İslam yayıldıkça yeni coğrafyalarda kaybedilmeye başlandı. İran, Kufe, Basra, Bağdat gibi beldelerin kurulması ya da fethedilmesi; Hristiyanlık, yahudilik, mecusilik, zerdüştlük, şamanizm, mithracılık, manicilik gibi farklı paganist/ezoterik din ve inançlara mensup kitlelerin İslam’a girmesini sağladı. Lakin İslam’la şereflenen bu kitleler, İslam’a girmekle birlikte geçmişteki inanç ve hayat tarzlarını topyekün terk edemediler. Dolayısıyla; 1. yüzyılın sonları ve 2. yüzyılın başlarından itibaren Allah’ın sıfatları, kadere iman, aklın dindeki yeri, ahiretle ilgili mefhumlar, müteşabih ayetler, Allah’ın mahiyeti gibi konular ilk defa bu coğrafyalarda sorgulanmaya başlandı. Bu sebeple ana gövde olan Ehl-i Sünnet’ten kopmalar ve ilk fırkalaşmalar buralarda baş gösterdi; mutezile, mürcie, cebriyye, kaderiyye, cehmiyye, şia, müşebbihe, mücessime, muattıla gibi bid’at ekolleri bu coğrafyalarda filizlendi. Daha önceleri, duyulduğu zaman bile tüyleri diken diken eden bu anlayışlar yerleşip yayıldıkça, sünnete ve hadislere karşı hassasiyet zamanla kayboldu. Hicaz beldelerinde, Mekke’de, Medine’de Ashab-ı kiram’dan devralınan saf ve temiz iman büyük bir hassasiyetle korunurken, aynı anda Irak beldelerinde, Kufe’de, özellikle Basra’da iman darbe aldı, akide zedelendi. Zihinsel fitneler baş gösterdi. “Rasulullah dedi ki” ile başlayan cümlelerin ardından umursamaz tavırlar görülmeye başlandı. Güvenilmez insanların hadisler uydurduğu ve fitneler çıkarmaya çalıştığı zamanlar gelmişti.
İbn-i Ebû’l-Hadîd, Nehcü’l-Belâga şerhinde bu konuyla ilgili şunları söyler: “Rafıziler hep Irak’ta Kufe sakinlerinden çıkıyor. Irak toprağı her zaman heva ve hevesine uyan (ehl-i sünnet dışı olan bid’at fırkalar sık sık ehl-i heva, yani hevasına tabi olanlar şeklinde isimlendirilir) acayip inanç sahiplerini ve türlü mezheb erbabını yetiştirmiştir. Bu iklimin insanları, her şeyi sorgulamak isteyen bir görüşe sahip olurlar. İnançların ve düşüncelerin aslını araştırırlar. Mezheblere karşı gelirler. Kisralar zamanındaki mani, disan, mazdek gibi inançlar hep burada çıkmıştır. Halbuki Hicaz’ın toprağı böyle bir toprak değildir. Hicaz halkının zihinleri de onların zihinlerine benzemez.”
İmam Azam’ın yaşadığı çağın ve coğrafyanın şartlarını, kendisinin de bu şartlar içinde edindiği konumu şu vaka ile tesbit edebiliriz: “Ebu Hanife hacc için sık sık Mekke’de bulunur, orada Ata bin Ebi Rebah’la görüşürdü. İlk tanışmalarında Ata ona sordu: “Sen nerelisin?”
Ebu Hanife: “Kufe ahalisindenim.
Ata: “Dinlerini ayrı ayrı bölüp fırkalara dağılan diyardanım desene…”
Ebu Hanife: “Evet oradan.”
Ata: “Sen hangi sınıftansın?”
Ebu Hanife: “Ben selefe ve ashaba dil uzatmayan, kadere iman eden, günahından dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen sınıftanım.”(3)
İşte böyle bir ortamda ve bu şartlarda Kufe’de İmam Azam’ın hadis ve özellikle ravi konusunda titiz ve seçici davranması, bid’at fırkalara karşı Ehl-i Sünnet itikadını sağlamlaştırmak ve yerleştirmek adına Ashab-ı kiramın gerek duymadığı bir uygulama olan Ehl-i Sünnet kelamına yönelmesi, Medine ekolü diyebileceğimiz ehl-i hadis tarafından hadislere ve selefin görüşlerine karşıt bir tutum gibi anlaşıldı. Bunun üzerine İmam Azam “hadis inkarcısı, mutezili, akılcı, sünnet karşıtı” gibi şiddetli tenkidlere maruz kaldı. Bu tenkidlere; İbn Ebi Duad, Kadı Abdülcabbar, Zemahşerî, Ebu Ali el-Cübbaî gibi amelde Hanefi mezhebine tabi olsa da itikadda bid’at fırkalara dahil olan insanların varlığı ve çokluğu da kaynaklık teşkil etti. Böyle kişiler baz alınarak onların anlayışları Hanefi mezhebine ve Ebu Hanife’ye mal edildi. Şartlar itibariyle problemli bir coğrafya olduğu için buralarda Hanefi mezhebine mensup olan bazı bid’atçıların varlığının duyulması, bu bid’at akımlarının doğrudan Ebu Hanife’ye isnad edilmesine yol açtı.
İmam Azam; kendisini yeni bir fıkıh usulü, Ehl-i Sünnet kelamı, hadis ravisi konusundaki seçiciliği gibi Ashab-ı kiram’ın ihtiyaç duymadığı uygulamalara zorlayan bu şartlar itibariyle içinde kaldıkları vaziyeti el-Âlim vel-Müteallim’de şöyle anlatır:
” ‘Hz. Peygamber’in ashabı için kafi olan senin için de kafi değil midir?’ dediklerinde, ‘Evet, ben onların durumunda olsaydım, onlar için mümkün olan benim için de mümkün olurdu, bana kafi gelirdi.’ şeklinde cevap veririz. Oysaki ashabın şartları ile bizim şartlarımız birbirinin aynı değildir. Biz, bizimle adeta savaşan, kanımızı dökmek isteyen kimselerle karşı karşıyayız. O halde çevremizde doğrunun  ve hatalının kim olduğunu bilmemiz, canımızı ve ırzımızı müdafaa etmemiz şarttır. Hz. Peygamber’in ashabının hali (o gün için Medine ekolünün tavizsiz anlayışı diyebiliriz), kendileriyle savaşan kimse olmayan, silah taşımaya ihtiyaç duymayan bir kavmin hali gibidir. Halbuki biz, bizi vuran ve kanımızı helal sayanlarla karşı karşıyayız.”
İmam Azam, kendisine yöneltilen eleştirleri cevaplandırırken; bid’at fırkaların bu kadar yerleştiği bir zamanda imanı ve itikadı korumak adına geliştirdiği ihtiyatlı tavrı, kendileriyle savaşanlara karşı ellerinde tedbir icabı olarak silah bulunması gerekenlere benzetiyor.
EBU HANİFE İLE HADİS EHLİNİN MÜNASEBETİNE İSLAMOĞLU’NUN BAKIŞI
İmam Azam Ebu Hanife (R)’ye ehl-i hadisin içinden çok muteber İslam alimlerinin ve zatların tenkitleri olduğu doğrudur. Yer yer İmam Azam’ın mutezile, kaderiyye, cebriyye, cehmiyye, hatta mürcie gibi bid’at itikadlı anlayışları ve ekolleri sahiplendiğini söyleyen hadis alimleri olmuştur. Bu tenkidlerin ve ağır eleştirilerin sebeplerine yukarıda biraz değinmiştik.
İmam Azam Ebu Hanife hadis ravisi konusunda normalin üstünde bir titizlik ve seçicilik gösterirdi. İmam Azam’ın böyle bir tutum sahibi olduğuna ulemadan bazı istisnalar dışında bir itiraz gelmemiştir. Kendisi zaman zaman hadislere dair hakiki/sahte ayrımını çok iyi yapabilen bir hadis sarrafına benzetilmiştir. İmam Azam’ın bu seçiciliği karşısında gösterilen tavırları üç ana başlıkta sayabiliriz.
1- İmam Azam’ın hadislere kıymet vermediğini, daha çok akılcı ve rasyonalist anlayışla hareket ettiğini, bunun yanlış olduğunu ve bu sebeple İmam Azam’ın tehlikeli sularda yüzdüğünü düşünenler. (Medine ekolünün hadislerden taviz vermeyen duruşunu bu kategoride değerlendirebiliriz.)
2- Aynı şekilde İmam Azam’ın hadislere kıymet vermediğini fakat bunun yanlış olmadığını, tam aksine doğru ve olması gereken bir tavır olduğunu düşünenler (ki Mustafa İslamoğlu ve Yaşar Nuri Öztürk gibi modernist/reformist ilahiyatçıların düşüncelerini de bu kategoride değerlendirebiliriz.)
3- İki düşünce arasında orta yolu bularak; İmam Azam’ın yaşadığı zamanın ve coğrafyanın şartlarından dolayı böyle bir titizlik göstermesinin hayırlı ve gerekli olduğunu, ama aynı zamanda Medine ekolünün hadislerden taviz vermeyen duruşunun da ümmet için gerekli olduğunu düşünenler.
Müşebbihe, mücessime gibi ehl-i hadis içindeki uç ekolleri de birinci kategoriye dahil edebiliriz. Fakat maksadımız bir muayyen düşünceye yönelik inşa edilmiş olan tenkitler olduğu için bu uç ekolleri konumuz haricinde değerlendirmenin isabetli olacağını düşünüyoruz. Ayrıca İlk iki kategori, ümmet içerisinde azınlık teşkil etmekle birlikte biz ağırlıklı olarak ikinci kategorideki düşünceleri ele alacağız.
Ehl-i hadisin İmam Azam’a yönelik tenkidlerine Mustafa İslamoğlu gibi yaklaşacak olursak şöyle bir sonuca ulaşırız:Mustafa İslamoğlu’na göre İmam Azam’ın hadis anlayışı, kendisinin hadis anlayışıyla birebir örtüşmektedir. Ona göre ehl-i hadis (yani İslamoğlu’nun tabiriyle hadis ideolojistleri) başta İmam Şafii, İmam Evzai, İmam Sevri ilh. olmak üzere, neredeyse bütün hadis alimleri Rasulullah (S)’ın Kur’an haricindeki sözlerini de vahiy kabul ederek (4) büyük bir hataya düşmüşlerdir. Bu hata sonucunda Kur’an’a tamamen aykırı olan bir İslam anlayışı icad etmişlerdir. Devlet gücünü de arkalarına alarak ve devlet idaresine sığınarak icad ettikleri bu sünnetçi ve Kur’an’a aykırı anlayışı korumaya çalışmışlardır. Bunu korumak için de sünnetçi anlayışın zıddı olan Ehl-i reyi ve ehl-i reyin bir numarası olan Ebu Hanife’yi itibarsızlaştırma çabasına yoğun bir şekilde girişmişler, Ebu Hanife’ye hakaretler yağdırmışlar, onu ve geliştirdiği fıkıh usulünü yerden yere vurmuşlardır. (5) Mustafa İslamoğlu, kendi hayal dünyasına ait olan bu kurguları, sözümona İmam Azam’ı müdafaa sadedinde zikreder.
İmam Azam’a yöneltilen eleştirileri bu cihetle anlayarak kötü niyetli bir itibarsızlaştırma ve tahkir çabası şeklinde görmek ne kadar doğrudur? İmam Azam’a doğru bir din anlayışını layık görüp, ona yöneltilen eleştirileri de tüm hadis ulemasına mal ederek yanlış din anlayışları kefesine koyduktan sonra İmam Azam’la hadis literatürünü ve ehl-i hadisi karşı karşıya getirmek; kendi sahip olduğu hadis karşıtı anlayışı İmam Azam’a giydirerek onun üzerinden hadis ve ehl-i hadis eleştirisi yapmak doğru bir tavır mıdır? Bunu tesbit edebilmek için meseleye İmam Azam’ın açısından bakmayı faydalı görüyorum.
İmam Azam’dan önceki dönemlerde yaygın olarak kabul edilen bir anlayışa göre, kulun amelleri de imanın bir parçası kabul ediliyordu. İmam-ı Azam’a çağdaşları ve muahhar ulema tarafından yöneltilen eleştirilerin, genel hat itibariyle bu mesele etrafında yöneltildiğini görüyoruz. Zira İmam Azam’dan önceki bu anlayışa göre iman artıp azalabilir, her günah imanı azaltır, her ibadet de imanı arttırırdı. Buna göre imanın tarifi; “kalp ile tasdik, dil ile ikrar, beden ile tatbik” şeklindeydi ve dolayısıyla ameller de imanın bir parçasıydı. O kadar ki, kişinin amellerindeki günahlar kişiyi dinden çıkarabilecek boyutlara bile varabilirdi. O zamanın hayat standartları ve şartları içinde değerlendirecek olursak böyle bir anlayışın geniş kitlelere hakim olması normal karşılanabilir. İslam’ın devlet nezdinde tatbik edildiği ve halk nezdinde kamil olarak yaşandığı bir ortamda, amelin imanın bir parçası olmadığını kimsenin düşünmemiş olması şaşırtıcı değildir. Zira Müslümanlardan, imana zarar verebilecek ölçüdeki amel bozuklukları çok sık sadır olmamaktaydı.
Amelin imanın bir parçası olmadığına, imanın amellerle artıp azalmadığına dair müşahhas bir ictihada ilk defa İmam Azam Ebu Hanife (R)’de rastlıyoruz. (6) Günahın imanı azalttığı ve hatta iman dairesinden çıkardığı kabul edildiği takdirde günün birinde Müslümanların mü’min vasfı kazanmalarının çok zor bir hal alacağını farkeden İmam Azam, amelleri imandan ayırma ictihadına yöneldi. İmam Azam bu ictihadı yaparak tabiri caizse İslam ulemasının büyük bir bölümünü karşısına alıyordu. Buna göre imanın tanımı “kalp ile tasdik, dil ile ikrar”dan ibaret oluyordu. İman ibadetlere ya da günahlara göre artıp azalmıyordu, sabitti, ya vardı ya da yoktu. Kişinin işlediği günah onu dinden çıkarmıyordu. Sadece imanının kuvvetini ve kalitesini azaltıyordu. İbadetler de aynı şekilde imanın kuvvetini ve kalitesini arttırmakla birlikte miktarını arttırmıyordu. Böyle bir ictihadın neticesi olarak İmam Azam, her ne kadar bu ictihadını sayısız ayet, hadis ve sahabe kavliyle delillendirse de kimi çevrelerde Kur’an’ın ve sünnetin bazı nasslarıyla çelişiyor ve peygamberi adeta yok sayıyor gibi algılandı. Kur’an’a ve bil hassa sünnete/hadislere aykırı ictihad yaptığı dedikoduları dilden dile dolaşan İmam Azam Ebu Hanife, kendisine yöneltilen “akılcı, hadis inkarcısı, aklı nassın üstünde tutan, bid’atçı” şeklindeki itirazlara el-Âlim vel-Müteallim’de şöyle cevap vermektedir:
“Peygamberi yok saymak, ancak ‘Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum.’ diyen kimsenin sözü ve yalanlamasıdır. Lakin bir kimse ‘Ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’an’a da muhalefet etmedi’ derse, bu söz o kimsenin Hz. Peygamberi ve Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmesi; Allah’ın Resulünü Kur’an’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle belirtilir: ‘Eğer Peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mani olamazdı.(7)’ Allah’ın peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur’an’a muhaliftir. Çünkü Allah Kur’anı Kerim’de; ‘Zina eden kadın ve erkek … (8)’ ayetinde zani ve zaniyeden (zina günahını işleyen günahkarlardan) iman vasfını kaldırmamıştır. Keza, ‘Sizden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de … (9)’ ayetinde Allah “sizden” derken Yahudi ve Hristiyanları değil, Müslümanları kast etmektedir. O halde Kur’an-ı Kerim’in hilafına Hz. Peygamber’den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamberi reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına batıl bir söz rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham, Hz. Peygamber’e değil nakleden kimseye racidir. Hz. Peygamberin söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların aynen Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamberin, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allah-u Teala “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. (10)’ buyurmaktadır.”
İmam Azam bu sözleriyle hadis inkarcısı, mutezile, mürcie, cehmiyye, akılcı, sünnet karşıtı, bid’atçı olduğu yönündeki eleştirilere çok net cevap vermiş oluyor. Hadislerle yani Hz. Peygamber’in söylediğini duyduğu ya da duymadığı sözleriyle hiç bir problemi olmadığını, olamayacağını ikrar ediyor. Aynı zamanda kendisinin direkt hadisleri değil güvenilmez gördüğü hadis ravilerini tenkid ettiğini açık bir şekilde izah ediyor. Bu da onun hadis usulcülerinin işi olduğu üzere rical ve sened tenkidiyle de bizatihi ilgilendiğini gösteriyor.
Burada dikkatleri çeken esas nokta, İmam Azam’ın sahihlik ölçüsünde Kur’an’a uyumlulukla birlikte sened ve ravi kritiğinin de önemli bir yeri olmasıdır. Halbuki aşağıda birkaç örneğini göreceğimiz üzere Mustafa İslamoğlu’nun herhangi bir hadis hakkında sened ve ravi kritiği yaptığı, şahsi kanaatime göre kolay kolay görülebilecek bir şey değildir. Mustafa İslamoğlu alışılageldik şekilde doğrudan mana kritiği yaparak -kendi deyimiyle hadisleri Kur’an’a arz ederek- hadislerin büyük bir bölümünün Kur’an’a aykırı olduğu gerekçesiyle sahih olamayacaklarını iddia eder. Bunun aksine İmam Azam’ın fıkhının temel ölçütlerinden biri sened ve rical kritiğidir. Bu ise İmam Azam’la İslamoğlu’nun hadis anlayışları arasındaki en bariz farklardan biridir. Mustafa İslamoğlu’nun kabul ettiği “Kur’an’a uyumluluk” mefhumu ile İmam Azam’ın “Kur’an’a uyumluluk” mefhumu arasındaki devasa farklara da aşağıda değineceğiz inşallah.
İslamoğlu’nun Kur’an’a aykırı olduğunu iddia ettiği hadisler, esasen Kur’an’a değil İslamoğlu’nun Kur’an’dan anladığı şeye aykırıdır. Yüzlerce, binlerce yıllık emek ve zahmet bunun isbatıdır. 1300 senelik mesai boyunca hadislerin Kur’an’a aykırı olduğunu ilk görebilen kişinin Mustafa İslamoğlu olma ihtimalini okuyucunun muhakemesine bırakıyorum.
Hadis ilmine vukufiyeti ve hadislere verdiği ehemmiyet her halinden belli olan İmam Azam’ın talebesi İmam Ebu Yusuf’un konuyla ilgili şu sözleri de calib-i dikkattir:
“Ebu Hanife bir ictihad yaptığı zaman ben o ictihadı destekleyen hadisleri bulur ve Ebu Hanife’ye götürürdüm. Bazılarını kabul eder, bazılarını da (kendi ictihadını desteklediği halde) kabul etmez, ‘bu hadis sahih değil’ ya da ‘maruftur’ derdi.”(11)
Elde ettiğimiz netice itibariyle İmam Azam; Mustafa İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi ehl-i hadis’e tamamen karşı bir duruşla ehl-i rey ekolünü benimsemekten beridir. Ayrıca fıkıh kitapları, İmam Azam’ın Kur’an’dan sonra şer’i delil olarak sünneti ve sahih hadisleri benimsediğine dair malumatla doludur. İmam Azam kendi fıkıh usulü hakkında şunları söylemektedir:
“Ben Allah’ın kitabıyla hüküm ve fetva veririm. Kur’an’da bulamazsam Rasulullah (S)’ın sünnetine sarılırım. Orada da hüküm bulamadığım zaman Sahabilerin sözlerine bakarım, onların sözlerine göre ictihad yaparım. Ashabın ictihadlarında ihtilaf varsa uygun gördüğümü alırım, uygun görmediğimi almam. Lakin onların kavlinin dışına çıkmam. Fakat iş İbrahim en-Nehai, Şa’bi, İbn Sirin, Ata bin Ebi Rebah, Said bin Müseyyeb’e gelince, onlar nasıl ictihad yapmışlarsa ben de öyle ictihad yaparım. Onlar da ictihad yapmış kimselerdir, ben de.” (12)
İmam Azam’ın Ata bin Ebi Rebah, İbrahim en-Nehai, Şa’bi gibi dirayetli zatları güvenilir gördüğü için onların naklettikleri hadisleri kabul ettiği, fakat aynı zamanda Cabir b. Yezid el-Cufi gibi kişileri güvenilir bulmadığı için naklettikleri hadisleri kabul etmediği malumdur. Bu bağlamda İmam Tirmizi,  İmam Azam’ı büyük bir cerh-tadil otoritesi olarak sayar. (13) Bu ise İmam Azam’ın hadis usulünde sened ve rical tenkidine çok büyük ölçüde başvurmasının bir tezahürüdür.
İmam Azam aynı zamanda ictihad ve fetvalarında kıyasa çok başvurduğu için de eleştiri hedefi olmuştur. Akla gereğinden fazla önem atfettiği, nassın önüne aklı koyduğu, mutezileye kaydığı yönündeki eleştirilere bu cihetten bakmak mümkündür. Daha sonra İmam Tahavi Şerhu Meâni’l-Âsâr’da, İmam Zeylei Nasbu’r-Râye’de ve İmam Murtaza ez-Zebidi Ukûdu Cevâhiri’l-Munîfe fî Edilleti Mezhebi’l-İmam A’zâm Ebî Hanîfe kitabında, İmam Azam’ın ictihadlarının hangi nasslara ve delillere dayandıklarını göstermişlerdir. Ayrıca konumuzla alakadar olmak üzere, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed de el-Asar adlı eserlerinde İmam Azam’ın rivayet ettiği hadis-i şerifleri toplamışlar, bu eserler de bilahare “Müsned-i Ebu Hanife” adı altında telif edilmiştir. Kitabın elimizdeki baskısında bulunan hadis sayısı 519’dur ve İmam Azam bunların 26’sını Ebu Hureyre (R)’den rivayet etmiştir.
İSLAMOĞLU’NUN SÜNNET ALGISI VE İMAM AZAM
İslamoğlu, 28 Aralık 2013 tarihli ve “Vahyin Hakemliğinde Sünnet ve Hadis Algımız” adlı konferansında Rasulullah (S)’in sünneti hakkında şunları söyler:
“Sünnet, Kur’an’a paralel bir asıl mıdır? Yani dinin iki tane rayı var, biri Kur’an, biri Sünnet? Yok böyle birşey, bu dine iftiradır. Bu Allah’a iftiradır. Bu peygamberimize iftiradır. Bir Kur’an var, bir de sünnet var, yok ya? Öyle mi? Kim çıkardı bunu? Nereden çıktı bu? Peki niye yok dedik? Çünkü Kur’an dinin teorik kaynağıdır, peygamber dinin pratik kaynağıdır. Kur’an’ın dışında bir sünnet olabilir mi? Olması için peygamberimizin Kur’an dışında bir kaynağı olması lazım veya kendisi kaynak olması lazım. Kendisi kaynak mı? O zaman rasul ne demeye geliyor? Elçiyi siz elçi olmaktan çıkarır da gönderenin yerine koyarsanız Hristiyanların İsa’ya yaptığından ne farkınız var?”
Okuyucuyu Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize yöneltilen bu galiz hakaretlere muhatap kılmaktan dolayı özür beyan ederek İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerinin sünnet anlayışını El-Âlim vel-Müteallim’den alıntı yaparak izah edelim. İmam Azam:
“Rasulullah (S) bütün işlerde Allah’ın emrine muvafık olmuştur. Yeni birşey uydurmamış, Allah’ın buyurduğundan başka birşeyi ona nisbet etmemiştir. Bunun içindir ki Allah-u teala; “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” buyurmuştur. Çünkü o, peygamberi, yarattığı bütün cinlere ve insanlara önder, farz ve sünnetleri için de emin kılmıştır. Yine bu nedenledir ki Allah-u teala; “Peygamber size ne verirse onu alın, size neyi yasaklarsa ondan uzak durun.” buyurmuştur.”
İmam Azam’ın sünneti vurgulamak üzere zikrettiği bu ayetlerden, Kur’an’da Allah’ın kendisinin bizleri sünnete yönlendirdiği ve Kur’an’la birlikte sünnete de sarılmamızı istediği anlaşılır. Nitekim İmam Azam da böyle anlamıştır. Yine İmam Azam er-Risale’de şöyle der:
“Bilmelisin ki size öğretilen ve sizin de başkalarına öğrettiğiniz en değerli şey, sünnettir. Sen kendisinden öğrenilen ve başkalarına öğretmek gereken sünnet ehlinin kimler olduğunu bilmelisin. Yemin ederim ki Allah rızasından uzak olan bir şeyde, onu yapan için en ufak bir mazeret bahis konusu olamaz. İnsanların sonradan uydurdukları şeylerle de hidayete ulaşılamaz. Aslolan Kur’an-ı Kerim’in getirdiği, Rasulullah’ın sünnetinde emrettiği ve insanlar fırkalara ayrılmadan önce Ashab-ı Kiram’ın yapmakta devam edegeldikleri şeylerdir. Bunun dışındakiler ise bid’attir ve sonradan uydurulmuştur.”
İmam Azam’ın, İslamoğlu’nun aksine Rasulullah’ın sünnetine verdiği kıymet, yalnızca bu sözlerinden de anlaşılabilir. Aynı zamanda menakıb, fıkıh, müsned ve asar kitapları, onun sünnete verdiği kıymetin sayısız delilleriyle doludur. En önemlisi de şu ki; sadece, Hanefi fıkhının ve usulünün İmam Azam’dan tevatüren nakledilmiş olan İslam anlayışında sünnetin de vahyin bir çeşidi olarak görülmesi, dinde hüccet kabul edilmesi ve sünnete sımsıkı sarılmanın gerekliliği bile, İslamoğlu’nun facia denebilecek sünnet algısını yerle yeksan etmek için yeterlidir.
EHL-İ HADİS’TEN İMAM EVZAİ’NİN İMAM AZAM’A KARŞI TUTUMU VE İSLAMOĞLU’NUN BAKIŞI
Mustafa İslamoğlu, ehl-i hadisten bazı kişilerin; ona göre ehl-i reyin bir numarası olan İmam Azam’ı sapıklıkla, bid’atla ve hatta küfürle itham ettiklerini söyler. Kendisi bu ithamları, hadislere mesafeli olduğunu söylediği İmam Azam’ı ve ehl-i rey’i itibarsızlaştırmak ve kendi çarpık din anlayışlarını yerleştirmek için yaptıklarını iddia eder. İşte İslamoğlu’na göre kendi fikriyatının önderi olan İmam Azam’ı itibarsızlaştırmaya çalışan hadis ideolojistlerinden(!) biri İmam Evzai (R)’dir.
İslamoğlu, İmam Evzai’ye edep sınırlarını zorlayan eleştiriler yöneltirken, bir taraftan da İmam Evzai’nin İmam Azam’ı tekfir ettiğini, katli için cevaz verdiğini ve İmam Azam’ın bid’at sahibi olduğunu söylediğini iddia eder. (14)
İmam Evzai; İmam Azam hakkında dolaşan dedikodulara bir zaman için inanmış, fakat İmam Azam hakkındaki düşüncelerini daha sonra tebdil etmiştir. Olayın aslını teb’a-i tabiin’in büyüklerinden olan Abdullah b. Mübarek’ten okuyalım:
“Kendisini daha önce Beyrut’ta gördüğüm İmam el-Evzai’yi ziyaret edip görmek üzere Şam’a gelmiştim. Bana, ‘Ey Horasanlı, Ebu Hanife diye anılıp Kufe’de ortaya çıkan bu bid’atçi adam kimdir?’ dedi. Bunun üzerine eve dönüp, Ebu Hanife’nin kitaplarına eğildim. Onlardan bir takım esaslı meseleler çıkardım. Üç gün burada kaldıktan sonra tekrar İmam el-Evzai’ye gittim. Caminin müezzin ve imamlığını yapan el-Evzai’ye elimde kitap ile varmıştım. Bana, ‘Bu kitap neyin nesi?’ diye sordu. Ben de kitabı kendisine verdim. Kitapta “en-Nu’man İbn Sabit dedi ki …” diye not koyduğum meselelerden birine baktı. Ezan okunduktan sonra, henüz ayakta iken, kitabın başından biraz okudu ve kitabı kolunun altına aldı. Sonra namazı kıldırdı, namazdan sonra da kitabı baştan sona okudu. Bana dönerek, ‘Ey Horasanlı, bu en-Nu’man İbn Sabit kimdir?’ diye sordu. Ben; ‘Irak’ta kendisiyle karşılaştığım bir üstaddır.’ dedim. Bunun üzerine el-Evzai bana, ‘Bu zat alimlerin en üstünüdür, git ve kendisinden çok şey sorup öğren’ dedi. Ben de, ‘İşte bu zat, senin daha önce kendisine bid’atçi dediğin Ebu Hanife’dir’ diye karşılık verdim.” (15)
“Daha sonra İmam Evzai ile Ebu Hanife Mekke’de bir araya geldi, İbn Mübarek’in Evzai’ye verdiği kitaptaki konuları müzakere ettiler. Ebu Hanife konuları daha da açtı. Ayrıldıklarında Evzai, İbn Mübarek’e: ‘Ebu Hanife’nin ilminin çok ve aklının mükemmel oluşuna gıpta ettim. Allah Teala’dan onun hakkında söylediklerimden dolayı affımı istiyorum. Apaçık bir yanlışın içerisindeymişim. Sana gelince İbn Mübarek, sakın Ebu Hanife’den ayrılma!’ dedi.” (16)
Mustafa İslamoğlu’nun kendi düşüncesini desteklemek için meselenin sadece başlangıcına itibar ederken sonrasında İmam Evzai’nin İmam Azam’ın görüşlerini görünce onu tazim ve tebrik ettiğini saklaması, kendi düşüncesini haklı çıkarmak adına tarihi hakikatleri çarpıtmaktır. İmam Azam hakkındaki önceki düşüncelerinden vazgeçerek Allah’tan affını dileyen İmam Evzai’nin İmam Azam hakkında ölüm fetvası verdiğini 21. yüzyılda bile dillendiriyor olmak Mustafa İslamoğlu’nun güvenilirliğine ve samimiyetine zarar vermektedir. Tarihi gerçekleri saptırmak yoluyla Ehl-i hadisi İmam Azam’ın üzerine saldırtmakla yine bir hadisleri ve ehlini kötüye çıkarma çabasına şahit oluyoruz.
İMAM ŞAFİ’NİN İMAM AZAM’I İTİBARSIZLAŞTIRAN EHL-İ HADİSİN ÖNCÜSÜ OLDUĞU İDDİASI
Mustafa İslamoğlu, kendi deyimiyle Kur’an’la birlikte Rasulullah (S)’in sözlerini de vahiy kabul eden ve ehl-i rey ile İmam Azam’ı itibarsızlaştırmaya çalışan sünnetçi anlayışın öncüsü olarak İmam Şafii’yi görür. Mustafa İslamoğlu’na göre İmam Şafii, uydurma hadislere sahih muamelesi yapan, hadislere sünnet muamelesi yapan, sünneti de aynı Kur’an gibi vahiy olarak gören, dolayısıyla Kur’an’ın yanına çarpık bir din anlayışı getiren bu akımın öncüsüdür. (17)
İslam ümmetinin müttefekun aleyh kabul ettiği bir görüş vardır ki, o da Rasulullah (S)’in ağzından din adına çıkan sözlerin ayet olup olmadığına bakılmaksızın vahiy olduğudur. Onun dini beyan sadedinde aktardığı hiçbir şey kendi hevasından kaynaklanmayıp, Allah’ın ona bildirmesi ve vahyetmesi suretiyledir. Vahiy, Peygamber Efendimizin ağzından Kur’an ayetleri suretiyle sadır olursa buna vahy-i metluv, Kur’an ayetleri haricinde sadır olursa (tebliğler, hadis-i şerifler vs.) buna da vahy-i gayr-i metluv denir. Her ikisi de vahiy olmakla birlikte; vahy-i metluvun yani Kur’an ayetlerinin taabbüdi özelliği vardır. Yani kendisiyle ibadet edilebilir. Lakin gayr-i metluv olan vahyin ibadet edilebilirliği yoktur.
Kur’an’ın bize bildirdiği üzere Rasulullah (S) hevasından konuşmaz, yalnızca kendisine vahyedileni bildirir. Binaenaleyh, hadis-i şeriflerin de vahiy kapsamında olduğunu kabul eden tek alim, İmam Şafii değildir. Ümmetin kabul ettiği ve görüş birliğine vardığı bir ictihadı İmam Şafii’nin üzerine yıkıp eleştiri odağı haline getirmek kabul edilemez. Hadisleri vahiy, dolayısıyla sünneti hüccet ve delil kabul etmenin, çarpık bir din anlayışı olmadığına; tam aksine Kur’an’ı doğru anlamakta sünnetin rehberliğinin mutlak bir ihtiyaç olduğuna dair dipnotlarda yeterli kaynak bulunmaktadır.
Hakikatte İmam Şafii, İmam Azam’ı itibarsızlaştırmaya çalışmak şöyle dursun, yukarıda bahsettiğimiz, hadislerden taviz vermeyen Medine ekolü ile bid’at fırkaların arasında güvenilmez insanların yaşadığı şehirlerde hadisler konusunda ihtiyatlı davranan Hanefi ekolü arasında bir denge kurmuştur. Medine’de İmam Malik’ten ehl-i hadisin anlayışını öğrenmesi, Bağdat’ta da İmam Muhammed’den İmam Azam’ın önde geldiği ehl-i rey anlayışını öğrenmesi, ona bu sentezi yapacak genişlikte ve derinlikte bir ufuk kazandırmıştır. Çağlar sonra en büyük mezheblerden birine dönüşecek olan İmam Şafii’nin anlayışı hadislerden azami miktarda istifade etmekle birlikte Ebu Hanife’nin fıkıh ekolünden de büyük ölçüde etkilenmiştir. İmam Şafii’nin şu sözü meseleyi aydınlatmaktayken onu İmam Azam’ı itibarsızlaştıran zihniyetin öncüsü olarak göstermek insaf dışıdır:
“Bütün alimler, fıkıhta İmam Azam Ebu Hanife’nin çocukları gibidir.”(18)
HADİSLERİN VAHİY OLUP OLMADIĞI, NESH MESELESİ VE EBU HANİFE İLE İSLAMOĞLU’NUN BAKIŞLARI
Mustafa İslamoğlu, Kur’an’a doğru bir şekilde yaklaşıldığı zaman nesh müessesesine ihtiyacın olmadığını düşünür. Ona göre nesh müessesesi yanlıştır, gereksizdir. Bazı alimlerin Kur’an’a yanlış ve yüzeysel baktıkları için Kur’an’da bazı çelişkiler olduğunu sanmaları üzerine nesh müessesesini icad ettiklerini iddia eder.(19) Hangi ayetlerin hangi ayetleri nesh edeceğine dair alimlerin kendi hevalarına göre karar vermek durumunda olduklarını düşünür. Kur’an’daki bazı hükümlerin iptal olduğu söyleminin doğrudan söylendiği takdirde şiddetle reddedileceğini; fakat bu söylemin nesh adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldığını söyler.(20)
Ayetler arasında nesh olabileceği konusunda alimler ittifak halindedir. İmam Azam da bu ittifaka dahildir. Sadece mutezileden Ebu Müslim el-İsfehani’nin ayetler arasında neshin vaki olmadığını söylediği, hem Ehl-i Sünnet kaynaklarında, hem de bazı mutezile kaynaklarında belirtilmiştir.(21)
Meselenin, İmam Azam’ın ve İslamoğlu’nun hadis anlayışları arasındaki farkla alakası şudur ki; İmam Azam ayetin ayetle, hadisin hadisle, hadisin ayetle ve hatta ayetin hadisle neshini caiz görür. İmam Azam’a göre mütevatir ve meşhur olan hadisler ve sünnetler Kur’an ayetlerini neshedebilir. Çünkü İmam Azam’a göre sünnet ve Rasulullah’a ait olan hadisler de vahiydir. İmam Malik de bu görüştedir. İmam Şafii ve İmam Ahmed, sünnetin ayeti neshedebileceğini caiz görmemiştir. (22)
İmam Şafii ile ilgili başlıkta belirttiğimiz üzere İmam Azam da, sünneti ve sahih hadisleri vahiy olarak görmektedir. Bunun delili Necm suresinin 3-4. ayetleridir. Hatta İmam Azam, İmam Şafii’den daha da ileri giderek mütevatir seviyesine ulaşmış hadislerin ayetleri nesh etmesini caiz görür.
Mustafa İslamoğlu, hadisleri vahiy olarak gören anlayışın İmam Azam’ın hadis anlayışına ters olduğunu, Kur’an’a aykırı bir İslam anlayışı olduğunu söyler. Halbuki İmam Azam’ın kendisi de hadisleri vahiy olarak kabul eder. Hatta hadislerin ayetleri nesh edebileceği anlayışıyla İmam Şafii’den daha da ileridedir. Buna rağmen İslamoğlu, hadisleri vahiy olarak gören anlayışın öncüsü olarak İmam Şafii’yi görür ve bu anlayışın İmam Azam’ın başını çektiği ehl-i reyin anlayışına zarar verdiğini ve zıt olduğunu söyler. Sadece Rasulullah(S)’e ait olan hadislerin vahiy olup olmadığı hakkındaki görüşleri bile; şahsi kanaatime göre İmam Azam ile Mustafa İslamoğlu’nun hadis anlayışlarının ayrı dünyaların anlayışları olduğunu söylemek için yeterlidir.
CİBRİL HADİSİ VE KADER KONULARINDA İMAM AZAM’IN GÖRÜŞLERİ
Mustafa İslamoğlu, Kur’an’da amentünün sıralandığı ayetlerde “kadere iman” umdesinin yer almadığını söyler. Kadere iman meselesinin hicri 2. yüzyılda çıkmış bir polemikten ibaret olduğunu, imanın bir şartı olmadığını, hatta kadere imanın iman şartı olarak sayılmasının Allah’a ve peygamberine iftira atmak olduğunu düşünür. Çünkü ona göre Allah dahi kadere iman şartı koymamışken, insanın bunu koyması Allah adına dine hüküm koymaktır. Ona göre Allah imanın şartlarını 5 olarak sayarken (ki Kur’an, imanın şartlarını 5 yahut 6 şeklinde numaralandırma yoluna gitmez, bu yalnızca kulların kabulüdür) birilerinin(!) bu 5 şartı 6’ya çıkarmaları Allah’a iftira atmaktır. İslamoğlu, kadere iman etmenin gerekliliğine vurgu yapan diğer ayet ve hadisleri görmezden gelir. Ona göre kadere iman umdesi İslam’a hadis ideolojisti olan insanlar tarafından sonradan katılmıştır.
İslamoğlu’na ait olduğu belirtilen twitter hesabından 07.06.2014 tarihinde atılan tweetlerdeki şu ifadeler, onun kader hakkındaki görüşlerini açık seçik ortaya koyar: “Kur’an’da dinin tamamlandığı söylenmişken kadere imanı iman esaslarına eklemek; “Allah’ım sen dini eksik bıraktın biz tamamlıyoruz.” demektir. Temel iman esasları arasında Allah’ın saymadığı kadere imanı ilave ederek saymak, Kur’an’ı inkar etmektir. Kur’an, Bakara suresi 177. ayette ve Nisa suresi 136. ayette temel iman esaslarını sayarken, kadere imanı bunlar arasında saymamıştır.” Görüldüğü üzere İslamoğlu’na göre kadere iman, iman esasları arasında Allah tarafından değil, Kur’an’ı inkar edenler tarafından konmuştur. Kadere imanı, temel iman umdelerinden sayan kişi ona göre Kur’an’ı inkar ediyordur. Bu tesbite göre kadere imanı temel iman esaslarından biri olarak gören bir peygamber, onun ashabı ve on dört asırlık milyarlık bir İslam ümmeti Kur’an’ı inkar etmiş demektir.
Mustafa İslamoğlu; kadere iman konusunun Kur’an’a değil sadece iman şartlarının sayıldığı ve Cibril hadisi (23) olarak meşhur olmuş hadise dayandığını, diğer birçok sahih hadis hakkında söylediği üzere tüm sahih kaynaklar tarafından rivayet edilen Cibril hadisinin de uydurma olduğunu söyler. Çünkü hadisin muhtelif varyantlarında ve senedlerinde farklılıklar vardır. Buhari’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği varyantta imanın şartları arasında kadere iman şartı yoktur. Müslim’in Hz. Ömer’den rivayet ettiği varyantta ise kadere iman şartı vardır. Ayrıca Müslim’in Ebu Hureyre’den getirdiği diğer bir rivayette ise kadere iman şartı yine vardır. Ebu Hureyre ve Hz. Ömer’den getirilen rivayetlerin senedleri de birbiriyle aynı değildir. Hadis ve usul-i hadis ilimlerinde, insan eseri oldukları için normal karşılanan bu farklılıkları, Mustafa İslamoğlu hadisin uydurma olduğuna delil olarak sayar. İbn Ömer (R)’in kendisine kadere imanla ilgili yöneltilen bir soru üzerine bu hadisi babasından duyduğu şekliyle zikrettiği gerçeğini yok sayar. Ona göre aynı hadisin iki varyantı arasındaki kelime ve sened farklılıkları, imanla dalga geçmek ve Allah ile peygamberi adına iftira atmaktır ve hadisin uydurma olduğunu söyleyebilmek için yeterli sebeplerdir. Hadisi nakleden ravilerin güvenilirliği ve ashab-ı kiramın kader konusundaki hassasiyeti onun için anlamsızdır. Ayrıca Buhari’nin Ebu Hureyre (R)’den rivayetinde kadere iman umdesinin olmamasına itibar ederken öte yandan Buhari’nin “kader” konusunda özel bir bölüm ayırmış olmasına önem vermez. (24)
Cibril hadisi diye şöhret bulmuş olan bu hadis, Buhari ve Müslim’den önceki jenerasyonlardan Abdürrezzak, Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, İbn Ebî Şeybe (R) gibi hadis alimlerinin eserlerinde de rivayet edilir. Ve hemen hemen her rivayette ve varyantta kadere iman umdesi dışında da pek çok farklılıklar vardır. Bazı varyantlarda imanın şartları hiç sayılmamışken, bazı varyantlarda İslam’ın şartları sayılmamış, bazısında ise kıyamet alametleri eksik tutulmuştur. Bunun temel sebebi hadis ilmiyle biraz iç içe olan herkesin takdir ve tahmin edeceği üzere şudur: Hadisin söylendiği anda ve ortamda konuşulan konu ne ise, ravi o konu bağlamında hadis üzerinde özetlemeye ve sadece konuşulan konuyla alakalı olan kısmını nakil yapmaya yönelir. Buna hadis ilimlerinde “ihtisar” (özetleme, kısaltma) denir. Ravi hadisin bir kısmını zikretmezken, o an müzakere edilen konu çerçevesine girmiş olan kısmını zikreder. Bu durum, ravi tarafından bazen bilinçli olarak yapıldığı gibi bazen de ravide aranan şartlardaki yetersizlikler sonucu da görülebilir. İrfandan ve ahlaktan nasibini almış olan ilim ehli, bunu böyle bilir. Hadisin kamil bir metnine ulaşabilmek için, tüm sahih varyantları eksiğiyle-fazlasıyla değerlendirmek gerekir. Ravinin o an konuşulan bağlam etrafında yaptığı bu tercih ve özetleme, İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi hadisin kamilen o rivayetten ibaret olduğu, diğer varyantlardaki farklılıkların yalan ve uydurma olduğu ve Allah adına iftira atıldığı manasına asla gelmez. İslamoğlu’nun bu görüşünden çıkarılacak sonuç olsa olsa onun hadis ilimlerindeki bilgisizliğini ve yetersizliğini ilan etmesidir.

Kettani, Nazmu’l-Mutenâsire’de bu hadisin mütevatir olduğunu söyler. Kanaatimizce burada kasıt manevi tevatürdür. Diğer bir kanaate göre sahabe tabakasında ahad iken, sahabi sayısına ve hadisin daha sonra kazandığı şöhrete dayanarak meşhur ya da manevi mütevatir diyenler de vardır. İmam Suyuti, El-Ezhar kitabında bu hadisi 8 ayrı sahabeden getirmiştir. Bu sahabiler; Ebu Hureyre, Hz. Ömer, Ebu Zerr, Enes ibn Mâlik, Abdullah ibn Abbâs, Abdullah ibn Ömer,  Ebu Âmir el-Eş’arî, Cerîr el-Becelî’dir. (25) Farklı kaynaklarda bu hadisi rivayet eden sahabi sayısı artarak 11’e, tarik sayısı ise 100’e yakın sayılara çıkmaktadır.
Meselenin konumuzla alakalı kısmı şu ki, İmam Azam Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ebsât adlı eserinde imanın ne olduğunu açıklarken Mustafa İslamoğlu’nun uydurma dediği ve İslam akaidinin temel taşlarından biri olan bu hadisi, Müslim’in rivayet ettiği şekliyle; Alkame b. Mersed, Yahya b. Ya’mer, Abdullah ibn Ömer, Ömer b. Hattab (R) ve Rasûlullâh (S) zinciriyle rivayet etmektedir. Ayrıca Harisî ve Haskefî’nin rivayetine göre İmam Azam, ilim tahsil ettiği kendi isnad zinciri olan Hammad b. Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehâî, Alkame b. Kays, Abdullah ibn Mes’ud (R) ve Rasûlullâh (S) yoluyla da bu hadisi getirir. Sened ve ravi isimlerini de bir hadisçi mantığıyla tek tek zikretmektedir. Tabi ki kadere iman umdesini de bu hadisi delil göstererek imanın şartlarından biri olarak görmüştür.
Yine İmam Azam, kendisinin rivayet ettiği ve delil olarak kullandığı hadislerin toplandığı Ebu Nuaym tahrici olan Müsned-i Ebu Hanife kitabında yine Abdullah ibn Ömer kanalıyla Hz. Ömer’den aynı hadisi aynı senedle rivayet etmiştir. Bu varyant da yine kadere iman umdesinin dahil olduğu bir varyanttır. Bu rivayeti İmam Azam’dan; -İmam Muhammed ve İmam Züfer dahil- beş talebesi almıştır.
Söz konusu rivayetlerin senedlerinde, özellikle Alkame b. Mersed ve Yahya b. Ya’mer arasında inkıta (kopukluk) olduğuna dair iddialar doğru kabul edildiği takdirde rivayetlerin sıhhati zayıflamaktadır. Lakin lafızlar arasındaki mutabakat ve İmam Azam’ın Fıkhu’l-Ekber’de yaptığı iman tarifi, bu hadisten istifade ettiği kanaatini ve rivayetlerin sıhhatini güçlendirmektedir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel, Ukayli ve Mervezi’nin sahih senedle Alkame b. Mersed, Süleyman b. Büreyde, Yahya b. Ya’mer yoluyla bu hadisi getirmeleri, aradaki kopukluğu tamamlamak adına fikir vermektedir. Kısacası İmam Azam’ın, Cibril hadisini imanın tarifini yaparken delil olarak almış olma ihtimali yüksektir, almıştır denebilir. Aksi yönde, İmam Azam’ın İslamoğlu gibi bu hadisi Allah’a iftira atmak olarak gördüğüne dair en küçük bir delil dahi elimizde yoktur, tarihte de hiç var olmamıştır.
Hadisçilerin işi kabaca; hadislerin geliş yollarını incelemek, cerh-ta’dil ilimlerine dayanarak ravilerin ve sened zincirinin son derece ayrıntılı analizini yapmak, güvenilir veya güvenilmez olan ravileri sebepleriyle birlikte belirtmek, hangi ravinin kimden hangi hadisi nakletmesinin zaman ve mekan şartları itibariyle mümkün olup olmadığını tespit etmek ve hadisi her yönüyle aydınlatmaktır. Hangi sebepten ötürü hangi hadisin tercihe şayan olduğunu, hangisinin tercih edilmemesi gerektiğini, aralarındaki sahihlik farklarından ötürü hangisinin amel edilmeye ve esas alınmaya daha uygun olduğunu belirlemek ise fakihlerin veya akaid imamlarının işidir. Konumuz olan Cibril hadisi de hadis ve usul-i hadis alimleri tarafından şaz, muzdarip, münker gibi hadis tasniflerine ve analizlerine tabi tutulup fakihlerin atölyesine havale edilmiştir. Çağların en büyük fakihi ve akaid imamlarının sertacı olan İmam Azam Ebu Hanife (R) bu meslek müfredatları dahilinde Cibril hadisinin Hz. Ömer ve Abdullah ibn Ömer kanalıyla gelen kadere imanın bulunduğu varyantını esas alarak delil kabul etmekte, en azından onun iman tarifi ile bu hadisteki iman tarifi çelişmemektedir. İslamoğlu ise bu inceliği gözardı ederek hadisi uydurma ve Allah’a atılmış bir iftira saymaktadır. Bu da, İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi, İmam Azam’ın hadis anlayışının onunkiyle çok da benzer olmadığına dair çok açık bir delildir.
EHL-İ REY MESELESİ VE SAHİH HADİSLERLE AMEL EDEBİLME
Mustafa İslamoğlu, kendisinin de İmam Azam gibi ehl-i rey olduğunu “O da ehl-i rey, ben de ehl-i reyim.” ifadeleriyle belirtir. Buradan onun kendisini ilimde İmam Azam’la eş tuttuğu gibi bir yorum çıkarılmaya müsait olsa da biz bunu İmam Azam’la hadis anlayışlarının aynı olduğunu iddia ettiği yönünde alıyoruz. Hadis anlayışlarının aynı olmadığını yukarıdaki konular vesilesiyle ve dipnotlardaki kaynaklarla kısmen göstermiştik.
İmam Azam’a ve bazı diğer mezheb imamlarına dayandırılan “Sahih hadis ne ise benim mezhebim odur.” ya da”Benim mezhebimdeki bir hükme aykırı bir sahih hadis bulursanız, benim hükmümü terk edip o sahih hadisle amel ediniz.” tavsiyesini, yine önceki örneklerde olduğu gibi kendi anlayışını yerleştirmek için kullanmaktadır.
İslamoğlu, kendisinin Hanefi olduğunu söyler. Propogandasını yaptığı ya da savunduğu sayısız fetva ve görüşünde ise İmam Azam’a ve Hanefi mezhebine muhalefet eder. Bu muhalefet yetkisini ona yukarıdaki sözünden dolayı bizzat İmam Azam’ın verdiğini iddia eder ve mezhebin görüşlerine muhalefet etme tavrını İmam Azam’a isnad edilen yukarıdaki söze dayandırır. Mezhebin hükmünü terk edip ona zıt olan sahih hadisle hükmetmeye ehliyetli olduğunu iddia eder ama öte yandan hadis kaynaklarının sahihliğini her platformda tartışmaya açmakta, İmam Azam’a zıt bir hükmü esas alırken daima Kur’an’ı kullanmakta, hadis kaynaklarını kullanmamaktadır. Bu ise, sahih hadislerle amel etme ehliyeti olduğunu ve ettiğini iddia eden İslamoğlu adına bir tezattır.
İmam Azam’ın bir fetvasına ya da ictihadına zıt bir sahih hadis gördüğümüzde, İmam Azam’ın fetvasına değil o hadise uyabilir miyiz? Bunu yapabilmek için öncelikle o hadisin İmam Azam’a ulaştığından ve İmam Azam’ın o hadisten haberdar olduğundan kesinlikle emin olmalıyız. Emin olduğumuz takdirde o hadisin İmam Azam’ın sahihlik kriterlerine uygun olup olmadığını belirlemeliyiz. Uygun olduğu takdirde ise o hadisin yine İmam Azam’ın kriterlerine göre “amel edilebilir” bir hadis olduğundan da emin olmalıyız. Tüm bu kriterlerden emin olunduğu takdirde fetvaya zıt olan o hadisle amel edilebilir lakin hadise ait olan bu şartları sağlamak bugün için imkansızdır. Zira genel kriterlere göre sahih olduğu halde İmam Azam’ın kriterlerine göre nisbeten sahih olmayan hadisler de vardır. Öte yandan, İmam Azam’ın kriterlerine göre sahih hadislerin bulunması ve onların amel edilebilirliğinin belirlenmesi işlemi, bizzat İmam Azam’ın talebeleri İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer ilh. tarafından ve daha sonraları İmam Tahavi, İmam Debusi, İmam Pezdevi, İmam Serahsi gibi hanefi alimleri tarafından icra edilmiştir. İmam Azam’ın ictihadı belli iken Hanefi mezhebinde tatbik edilen fetvanın ona zıt olduğu nice mesele bu işlemlerden ve çalışmalardan kaynaklanmıştır. (26) Netice olarak günümüzde Hanefi mezhebinin hükmüne zıt olan sahih hadislerle amel etmemize gerek kalmayacak kadar ciddi bir çalışma ve emek sarf edilmiştir.
Sahih hadisleri İmam Azam’ın fetvalarına tercih edebilecek kadar kendini ehliyetli gören kişilerin Hanefi olduklarını söylemeleri, mezhebe ittiba mantığına terstir. Mustafa İslamoğlu gibi bu ehliyeti kendinde gören insanların kendilerine “Ben neden Hanefiyim?” diye sormaları icap eder. Çünkü keyfi uygulamalarla sahih hadislerden ya da ayetlerden kendi mezhebinin aksi yönde hükümler çıkarmak, o mezhebe ittiba ettiğini söyleyen kişi adına tezattır. Zira ayet ve hadislerden kolaylıkla hüküm çıkarabilecek kadar ilmî derinliği ve ehliyeti olan birisinin mezhebe tabi olması söz konusu değildir. Bu ehliyete sahip olunmadan hüküm çıkarma işine girişildiği takdirde, tearuz halindeki hadisler karşısında bocalama ve tıkanıp kalma kaçınılmazdır.
Tarihte gelmiş ve geçmiş nice ehliyetli ve dirayetli Hanefi alimleri de, sahih hadisleri mezheblerinin hükmüne tercih edecek kadar ileri derecede bir ehliyeti kendilerinde görmemişlerdir. Buna rağmen Mustafa İslamoğlu’nun kendinde bu ehliyeti ve liyakati buluyor olmasını okuyucunun yorumuna bırakıyorum.
NÜZUL-İ İSA MESELESİ VE İMAM AZAM’IN GÖRÜŞÜ
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin görüşüne göre Hz. İsa’nın öldürülmediği, kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği ve Rasulullah (S)’ın şeriatıyla hükmedeceğine dair bilgiler, Kur’an, sünnet ve icma’ ile sabittir. Bu konuda ümmet içinde görüş ayrılığı yoktur. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın yeryüzüne inişi sarahat cihetiyle değil, delalet cihetiyle zikredilir. Hz. İsa’yla ilgili ayetler, onun kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği bilgisi ihmal edilerek (ya da inmeyeceği varsayılarak) asla anlaşılamaz. Aksi halde Hz. İsa ile ilgili ayetler hakikatle çelişir. (27) Peygamber Efendimizden gelen Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili bilgiler ise hadis alimlerinin ittifak ettiği görüşe göre mütevatirdir. Bu rivayetler iki yüzden fazla sahabi tarafından bize ulaşmıştır. Bu ise hadisler açısından ortalama bir ravi sayısının çok üzerindedir. (28)
İmam Azam el-Fıkhu’l-Ekber’de bu konuyla ilgili şunları söyler:
“Deccal’in, ye’cüc ve me’cüc’ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa’nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alametlerinin hepsi haktır, olacaktır.”
Mustafa İslamoğlu, Hz. İsa’nın yeryüzüne inişinin Kur’an’da var olmadığını söyler. Yine Kur’an’dan çıkardığı hükme göre Hz. İsa’nın öldüğünü, kıyamete yakın yeryüzüne inmeyeceğini düşünür.(29) Dolayısıyla İmam Azam’ın da içlerinde olduğu tüm Ehl-i Sünnet alimlerinin ve İslam ümmetinin yüzyıllardır kabul ettiği sahih haberlere itibar etmez.
Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili hadisler, İslam alimleri tarafından mütevatir olduğu tesbit edilmiş az sayıdaki haberlerden biridir. Hz. İsa’nın nüzulüne dair olağanüstü sayıda haberin iletilmiş oluşu bu sonucu doğurmuştur. Dolayısıyla nüzul-i İsa hadisleri, sahihlik açısından en üst seviyede sıhhate ulaşmış sayılı hadislerdendir. Mustafa İslamoğlu’nun, sahihliğinde ve tevatüründe bu kadar delil bulunan ve ittifak edilmiş olan Hz. İsa’nın nüzulü hadisi üzerinde bile İmam Azam’la buluşamıyor olması, fakat aynı zamanda İmam Azam’la aynı hadis anlayışına sahip olduğunu iddia etmesi abesle iştigaldir.
SONUÇ
İmam Azam Ebu Hanife (R) tarih boyunca hakkında olumlu ya da olumsuz en çok fikir beyan edilmiş İslam alimidir. Ona yukarıda belirttiğimiz ithamları yönelten İslam alimlerinin bir kısmı, düşüncelerinde hata ettiklerini henüz İmam Azam hayattayken fark etmiştir. Bir kısmı ise İmam Azam’dan daha sonra yaşamış olduklarından dolayı İmam Azam’ın içinde yaşadığı şartlara tam olarak vakıf olamadıkları için ona bu tür ithamlarda bulunma ihtiyacı hissetmişlerdir. Biz deriz ki; İmam Azam’ın bid’at fikirler ve fırkalar içinde, şartlar icabı bu denli dikkatli ve temkinli bir anlayış geliştirmesi de; İmam Malik ve İmam Şafii gibi hadis ehli alimlerimizin hadislerden taviz vermeyen sağlam duruşları da İslam akaidi ve istikbali açısından gerekli ve hayırlıdır. Aralarında birtakım reddiyeler sadır olmuş olan bu anlayışlar, ileride ümmete rahmet olarak geri dönmüştür. Ama günümüzde, bu anlayışların aralarında devasa bir çatışma ortamı varmış gibi lanse ederek ve bu çatışma ortamında bazı kişilerin kendi zihniyetlerine aykırı olan tarafı doğrudan haksız bularak hadis kaynaklarına ve hadis ehline olan güveni sarsmaya yönelik çalışmaları dikkatimizden kaçmamaktadır.
İmam Azam’la alakalı kaynaklar hakkıyla incelenip irdelendiğinde ulaştığımız sonuç şudur: Mustafa İslamoğlu hadis ideolojistlerinin(!) Kur’an’ı anlamakta büyük engeller çıkardığını ve Kur’an’a aykırı bir İslam anlayışı geliştirdiğini, İmam Azam gibi ehl-i reyi itibarsızlaştırma çabasına giriştiğini iddia eder ama vaka bunun tersidir. Zira Mustafa İslamoğlu’nun iddiaları doğru kabul edildiği takdirde, Kur’an’a aykırı bir İslam anlayışı geliştiren çevrelerin zirvesinde İmam Azam Ebu Hanife’nin bulunduğu görülür.
Mustafa İslamoğlu kendi hadis anlayışını İmam Azam’ınkiyle aynıymış gibi göstererek kendi fikirlerini İmam Azam üzerinden imal etmeye çalışmaktadır. Kendisinin problemli olduğu bazı din alimleri ve bazı anlayışlarla sanki İmam Azam arasında da büyük bir problem varmış gibi lanse etmektedir. Bütün hadis alimlerini aynı kefeye koyup İmam Azam’la aralarında savaş varmış gibi göstererek hadis alimlerine ve hadis kaynaklarına olan güveni sarsmak, ahirette mesuliyeti mucibdir. İmam Azam Ebu Hanife, onun telakki ettiği bu zihniyetten beridir.
İmam Azam hakkında birçok platformda imal-i fikr eden Mustafa İslamoğlu’nun, henüz İmam Azam’ın toplamda 100 sayfayı bulmayan kısacık eserlerine dahi vakıf olmaması kendisi adına devasa bir eksikliktir. Bu şekilde insanlara İmam Azam’ı doğru bir şekilde anlatıp öğretebilmesi bana pek mümkün gelmiyor açıkçası. İnsanları yanlışa sürükleme tehlikesi varken konuşmayıp susabilmek büyük bir erdemdir, zor bir meziyettir. Çünkü beyan, sihirdir…
Yüce Allah, dilediğini hidayete ulaştırır. Allah-u teala’dan niyazımız, bizi sırat-ı müstakim üzere sabit kılması ve kalplerimizi kaydırmamasıdır. Vallahu alem…
Selametle…
DİPNOTLAR
(1) http://www.youtube.com/watch?v=hjdZ6UORTIM


(2) Bu konuda İslam tarihindeki ilk yazılı hadis kaynakları olarak başta Abdullah ibn Amr (R)’ın “Sahife-i Sadıka”sı olmak üzere diğer sahabilerin Rasulullah’tan duydukları hadisleri yazılı olarak kaydettikleri kitapçıklar örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca bkz: Buhari, İlim 39; Ebu Davud, İlim 3
(3) Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 96.
(4) Necm 3-4
(5) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_2129_24_sunnet-tasavvurumuz.htmlhttp://www.youtube.com/watch?v=ehVRbOBJnUQ
İmam Azam’a yöneltilen eleştirilerin ayrıntılı kritiği hakkında bilgi edinmek için bkz: İmam Muhammed Zahid el-Kevseri – Te’nibü’l-Hatib

(6) Büyük günah işleyenlerin ahiretteki durumları, o dönemde en çok tartışılan konulardan biri olmuştu. Hariciler büyük günah işleyenlerin kafir olacağını söylerlerdi. Mutezile, büyük günah işleyenlerin mü’min ya da kafir olmadığını, ikisi arasında bir mevkide olduğunu söyledi. Mürcie, küfür halinde ibadetlerin fayda etmeyeceği gibi, iman halinde de günahların zarar vermeyeceğini söyledi, hatta bazıları daha ileri giderek “iman kalben tasdikten ibarettir, dil ile ikrar etmeye de gerek yoktur, zahiren puta tapsan da kalben iman ettiğin sürece cennete gidersin.” dediler. En doğru görüş İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman, Ebu Hanife gibi Ehl-i Sünnet alimlerin tuttuğu görüştür. Ayrıca bkz: Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal; el-Fıkhu’l-Ekber, Aliyyu’l-Kârî Şerhi, s. 355. vd.
(7) Hakka 45-47
(8) Nur 2
(9) Nisa 15
(10) Nisa 80
(11) Muvaffak el Mekkî, Menâkibü’l İmâmi’l A’zâm Ebî Hanîfe s. 95-96.
Ayrıca İmam Azam’ın hadis anlayışı için bkz: http://ihsansenocak.com/Content.aspx?ID=109
(12) Zebîdî – Ukûdu Cevâhiri’l-Münîfe, s. 1; ayrıca bkz: Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, s. 397.
(13) Ukaylî, ed-Duafa, 1/196.
(14) http://www.youtube.com/watch?v=w7IKc4Rw_eE , ayrıca bkz: 4 no’lu dipnot

(15) et-Temimi, et-Tabakatu’l-seniyye, I, 97
(16) Esad Muhammed Said es-Sağirci, el-Fıkhu’l-Hanefiyyu ve Edilletuhu, Daru’l-Kelimi’t-Tayyib, Dımeşk, 2000, I, 8; Ayrıca bkz. İbn Hacer Heysemî, Hayratu’l-Hısan, s. 33.; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 8.
(17) http://www.youtube.com/watch?v=_aDkL8z1Erg, ayrıca bkz: 13 no’lu dipnot
(18) Muvaffak Mekki, Menâkibü’l İmâmi’l A’zâm Ebî Hanîfe s. 394.
(19) İslamoğlu bu alimlerin hangi alimler olduklarını açıklamamaktadır.
(20) www.youtube.com/watch?v=aICO23m3lHA
(21) er-Râzî, Mahsûl, I/III, 460.; eş-Şevkânî, İrşâdu’l-Fuhûl, 313.;  es-Sübkî, İbhâc, II, 227.; Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu’temed, I, 370.
(22) Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, s. 265.

(23) Buhari, İman, 37; Müslim, İman 1,5,7
(24) Mustafa İslamoğlu – Kader Risalesi Şerhi, s. 105 vd. ayrıca bkz: http://www.youtube.com/watch?v=PhzHH0q3qQ8
(25) Kettani, a.g.e., 13 İman: “Şeyh Murtaza el-Hüseynî (ö. 1205/1790) ”Ukûdu’l-Cevâhiri’l-münîfe fi Edilleti Mezhebi’l-İmam-ı Ebi Hanîfe” adlı kitabında bu konu ile ilgili altı hadis imamından yada bazı hadis imamlarından  rivayet ettiği hadislerden elde ettiği kadarıyla bu hadise dair sözü tamamlamış ve bu hadisin geliş yollarını ifade eden farklılığı anlatmıştır. Daha geniş  bilgi için bu kitaba başvurabilirsiniz.”
ayrıca bkz: Dr. Bekir Tatlı, Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslami Bilimler Hadis Anabilim Dalı Doktora Tezi, Ankara, 2005
(26) Bunun en temel örneği; namazda Arapça dışında bir dilde kıraat yapma meselesidir. İmam Azam’ın bir dönem için buna kerahetle cevaz vermiş olmasına rağmen müftabih olan görüş İmameyn’in görüşüdür, o da bunun caiz olmadığı yönündedir, fetva buna göredir. Bkz: İmam Serahsî, El-Mebsût, I, 37.
(27) Nisa 157-158-159, Ali İmran 54-55,  Zuhruf 61 ilh.
(28) Kettani, a.g.e., 292 Kıyamet Alametleri

(29) http://www.youtube.com/watch?v=TM2uKaYmNcc

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...