Kadere Karşı Cüz’i İrade Meselesi
Soru: Mademki kader vardır, Cenab-ı Hak benim kaderimde ne yazmış ise o olur; benim cüz’i irademin ne faydası vardır?
Faydası ve zararı vardır ki Cüz’i İradenin olduğundan bahsedilir. Kader, Allah Teala’nın ilminin bir çeşididir. İlim ise olaylar nasıl olacaksa o oluşa öyle bağlanır. Yoksa olay meydana geldikten sonra İlmullah(Allah’ın ilmi) ona bağlanır demek değildir. Zira Allah’ın ilmi ezelidir; geçmişi, şimdiki ve gelecek zamanları kuşatmıştır. özetle ezelden ebede bakan bir ayna misalidir. Zira Allah’ın ilmi zamansızdır. Zaman ortadan kaldırılınca, dava hallolur. İlmullah aynası yukardan aşağı bakar, geçmiş ve gelecek her ne varsa kemâliyle (en mükemmel şekilde) içine alır. Bundan dolayı cebir (zorlama) yoktur. Kader manen der ki: “ Ey insan, sen neyi talep edersen, ben onu sana müyesser ederim (kolaylıkla ortaya çıkarırım). Şu kadar ki bazı yerlerde İlm-i İlahi (Allah’ın İlmi), cüz’i irademize bağlanmıştır.
Şu halde Cüz’i ihtiyariyemiz, kaderin var ve hakim olmasını takviye (kuvvetli) eder, iptal etmez. Şayet cüz’i irademizi iptal ederse, o zaman mes’uliyetimizi (sorumluluk) kaldırır. Halbuki kadere iman asla ruha sıkıntı vermez, bilakis rahatlık verir. İnsan bir yönüyle bütün kainatla alakadar olduğundan, eğer kadere iman etmezse geçici ve küçük serbestiyetten dolayı, büyük bir yükü ruhun omzuna yükleyebilir. Kadere teslim olmak o kadar lezzetlidir ki “ Her kim ki kadere iman ederse, şüphesiz kederden emin olur” denilmiştir. Kalbinde Kadere İman şubesini yıkan kimse intihar etmeye mahkumdur. Demek cüz’i irade insanı intihara götürür. İşte akıl böyledir. Kadere iman ise insanı intihardan kurtarır. En azından izzet (başarı) zamanında, “ kaderimdir” demekle; zillet zamanında “Kaderimdir” demekle kul, rahata kavuşur; izzetten dolayı mağrur (kibirli) olmaz; zilletten dolayı mağmum (kederli) olmaz.
(İsmail Çetin, Ehl-i Sünnetin Nazarı İ’tikadın Ölçüsüdür, s.460-461)
1 -Cüz’i ihtiyârî’ye veya İradeye İnanmak imanın cüzlerinden midir?
Cevab: Evet. Kulun, her hayrı şerden ayırt etmesi ve hayrı yapmakla mağruıiyet ve enaniyete sapmaması için, cüzi irade imanın cüzlerinden sayılmıştır. Binaenaleyh cüzi İradeye, mesuliyetten kurtulmak için inanmak farz olmuştur. Kul İki şeye İnanmak mecburiyetindedir: Birincisi Allah Teâlâ’nın her şeyi yarattığına, İkincisi kulun cüzi iradesine.. İzahı gelir.
2-Mademki Allah Teâlâ her şeyi yaratır; şerri de yaratır demektir. O’nun şerri yaratması, şer değil mİ?
Cevab: Ekmel-ul-ulemâ’nın dediği gibi, halk-ı şer, şer değil; kisb-i şer, şerdir. Nazarımızda cüz’î bir şer, Allah Teâlâ’nın nazarında küllî bir hayrı kuşatabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın şerri yaratması, şer değildir. Mesela hâkim’in hırsızın elini kesmesi şer değildir; şer, hırsızın hırsızlık etmesidir. Mademki Allah Teâlâ kulunu yaratmış, ne gibi şerleri işleyeceğini de bilmiştir. Bizce bu hikmet gizlidir.
Bir nakışçının çirkin nakşı işlemesi, çirkinlik değil; çirkinlik nakşın nefsindedir. Bir fotoğraf makinasının kişinin fotoğrafını çirkin çekmesi, makinanın çirkinliğini değil, fotoğrafı çekilenin çirkinliğini ortaya koyar. Kader-i İlâhî de böyle.
3-Hiçbir suçu olmadan, belaya tutkun kimseler bulunuyor. Allahın bunları böyle sakat yaratmasında ne gibi hikmetler vardır? Sonra sakat doğan çocuğun suçu neymiş?
Cevab: Kainattan bir zerreyi ele alıp, her şeyi ona kıyas etmek doğru değildir. Bir hâkim nazarımızda suçsuz bir kimseyi kâtil diye hapsederse, her ne kadar açıkta kâtil değilse bile muhakkak gizli bir katlin suçundan dolayı hapsetmiştir. Dolayısiyle hâkimin hapsetmesi zulüm değildir. Böylece Allah Teâlâ’nın, kati işleyebilecek bir kimsenin elini koparması da zulüm değildir. Allah Teâlâ ilm-i ezelîsinde kulun nasıl yapacağını bilir. Bildiği gibi yaratır; bildiğim gibi değil.
Hem mesela bir hakîmin, nazarımızda ayağı sağlam olan bir kimsenin, kanser yahud kangren vardır demekle ayağını kesmesi çirkin değildir, zulüm de değildir; şefkatin ta kendisidir. Takdîr-i İlâhiye de böyle. Kaldı ki Allah Teâlâ’ nın, bir ferdi belaya tutkun olarak göstermesinde birçok hikmetleri vardır.
Mesela belaya tutkun olmayan kimsenin, nimetinin kadrini bitmesi’ böyle bir ferdin göstermesiyle başkasının ibret alması; ve o başkanın rahim ve şefkat denizlerini akıtması; ve böylece Allah Teâlâ’nın Kendi merhametini kulunun aklına getirmesi, birer hikmetlerdir. Soru soranın kıyası fâsiddir; külü cüz’e kıyas etmektir.
Mesnevî-i Nahîfi’den bir beyt:
Havf eder nişi hacamattan püser,
Müşfik iken şâd olur mâder peder,
Nimcan alır Huda yüz can verir,
Yâda gelmez lütfeder İhsan verir.
Çocuk, şırıngadaki ilaçtan, ilaçta gizlenmiş şifâdan habersiz olduğundan, iğneden feryad eder. Anası babası bundan haberdar oldukları için, şefkat ve merhametlerinden dolayı iğneyi zerkederler. Evet, Allah Teâlâ bazan kulundan yarım canı alır; yerine yüz can verir; hesaba sığmaz lütuf ve ihsanda bulunur, işte O’nun lütuf ve ihsanından bihaber kimseler, yukardaki soruyu sorarlar.
Hafızları görüyoruz. Zekalarını görüyoruz. Kendi kendimize deriz ki, hafızın gözü olsaydı, neleri bulacaktı.. Hafızın nazar günahından haberimiz yoktur.. O hafızayla Kur’an’ı ne kadar kolay ezberlediğinden haberimiz yoktur. El-Hâsıl hikmetini bilmek gerekir.
4-Mademki cüz’i ihtiyârî bir emr-i i’tibârîdir ve insanın elinde meylden başka bir şey yoktur, Mu’ciz-ul-beyan olan Kur’an neden insanların cüz’î iradesini hedef ederek ona büyük ehemmiyet vermiştir?
Cevab: Ekmel-ul-ulemâ’nın dediği gibi, kibrit çöpünün ateşi yok denilebilecek kadar az olduğu halde, bir mahalle değil, bir şehrin yakılmasına kâfi gelir. Cüz’î irade de, cüz kelimesiyle vasıflansa dahi haddizatında fayda ve zarar bakımından rolü çoktur. Demek tesiri vardır. Onun için insan dînen sorumlu tutulmuştur. Sonra insanın cüz’î iradesiyle sorumlu tutulmasında beşer ve İlâhî kanun müttefiktir. Kulun mağrûriyete kapılmaması için kendisine bir cüz’î irade verilmiştir. Allah Teâlâ Zülcelal Hazretleri, dünya ve ahirette faydayı celbetmeyi, zararı defetmeyi cüz’î iradeye bağlamış; Sünnetullah böyle câri olagelmiştir. Eğer kulun iradesi her yerde geçerli olsaydı, ne kimse hastalanır ve ne de kimse ölürdü. O zaman nizam bozulurdu.
5 -Cüz’i ihtiyâriye’nin varlığına delil var mı?
Cevab: Evvela cüz’î iradenin manasını bilmeliyiz. Cüz’î irade, küllî iradeden yani tabiî kanunlardan insanlara yönelmiş olan sebeblere mutabakat ve muvafakat göstermek veya göstermemektir. Herkes kendi nefsinde mutlak bir şekilde bu cüz’î iradeyi hisseder. Bunu hissettiği gibi, cüz’î iradesinin geçersiz olduğu yerleri de hisseder. Bu vicdânî delil olduğu gibi, ayet ve hadislere baktığımızda birtakım fiiller, kullara nisbet edilmiştir. Bu nisbet dahi naklen de cüz’î iradenin varlığına delildir.
6-Madem ki kader vardır,» Cenâb-ı Hakk benim kaderimde ne yazmış ise o olur; benim cüz’î irademin ne faydası vardır?
Cevab: Faydası veya zararı vardır ki ondan bahsedilir. Ekmel-ul -ulemâ’nın dediği gibi, kader Allah Teâlâ’nın ilminin bir çeşididir. İlim ise, olaylar nasıl olacaksa o oluşa öyle bağlanır. Yoksa olay meydana geldikten sonra ilmullah ona bağlanır demek değildir. Zira Hâlık’ın ilmi ezelîdir; geçmişi, şimdiki ve gelecek zamanları kuşatmıştır. Hâsılı ezelden ebede bakan bir ayna misalidir. Zira Allah Teâlâ’nın ilmi zamansızdır. Zaman ortadan kaldırılınca, dava hallolur, ilmullah aynası yukardan aşağı bakar, geçmiş ve gelecek her ne varsa kemâliyle içine alır. Binaenaleyh cebir yoktur. Kader manen der ki; “Ey insan, sen neyi taleb edersen, ben onu sana müyesser ederim.”
Şu kadar ki bazı yerlerde llm-i İlâhî, cüz’î irademize bağlanmıştır. Şu halde cüz’i ihtlyâriyemiz, kaderin var ve hakim olmasını takviye eder, iptal etmez. Şayet cüz’î irademizi iptal ederse, o zaman mes’uliyetimizi kaldırır. Halbuki kadere iman asla ruha sıkıntı vermez, bilakis rahatlık verir, insan bir cihetle bütün kainata alâkadar olduğundan, eğer kadere iman etmezse muvakkat ve küçük serbestiyetten dolayı, büyük bir yükü ruhun omzuna yükleyebilir.
Kadere teslim olmak o kadar lezzetlidir ki “Her kim ki kadere iman ederse, şübhesiz kederden emin olur” denilmiştir. Kalbinde kadere iman şubesini yıkan kimse intihar etmeye mahkumdur. Demek cüz’î irade insanı intihara götürür, işte akıl böyledir.. Kadere iman ise insanı intihardan kurtarır. En azından izzet zamanında, “kaderimdir” demekle; zillet zamanında “kaderimdir” demekle kul, rahata kavuşur; İzzetten dolayı mağrur olmaz; zilletten dolayı mağmum olmaz.
7-Allah beni veyahud seni, biz gelmeden evvel, iyi ve said mi yazmış; yoksa şakî ve kötü mü yazmıştır?
Cevab: Müslim ve Tirmizî ve başkasının da tahric ettikleri İmran bin Hasin’den gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e birisi sordu: Ya Rasûlallah, cennet ehli, cehennem ehlinden farklı olarak bilinmiş mi? Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
“Evet” buyurunca, “Öyleyse ne için amel edenler çalışıyor?” denildi:
‘’Çalışın.Herkese,ne maksadla yaradıldıysa onun için imkan verilmiştir.” buyurdu.
Yani saadet için yaratılanlara, hayrı işlemek imkanı; şakilere de şekâvet işleme imkanı verilmiştir. Bu imkanla kimi cennete iştiyakla iştihâlanır; kimisi de cehennem için.. Ben veya sen, kolaylıkla hayr işliyorsak, cennetliyiz; iştihalanıp şer işliyorsak cehennemliyiz. Demek her bir şahıs için de bu husus malumdur.
8 – Allah’ın bana yazdığı kaderi ben değiştiremez miyim?
Cevab: Hayır, değiştiremezsin.. Bu soruyu tevcih edenler ekseriyet ehli küfürden olur. Daha evvelden Hazreti Rasûl-u Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem’e, mücadelelerinde müşrikler bunu sormuşlardı. Dediler ki: “Kader yoktur, biz yaptıktan sonra kader yazılır. Amelimizi, hareketimizi Hazreti Vacub-ul-Vücud yazmamıştır.” Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, İbnu Mâce ve Müslim’in tahric ettikleri Ebî Hureyre’den gelen bir rivayette, Mekke müşrikleri Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e kaderde mücadele etmek İçin gelmişlerdi. Bunlardan kimisi: Biz kaderimizi değiştiririz; kimisi: Kaderimiz yazılmamıştır, dediler. Bunun üzerine Ra-sûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e şu ayet-i kerimeler inmiştir:
“Şübhe yok ki günahkârlar (dünyada) sapıklık ve (ahirette) çılgın ateşler içindedirler. O gün onlar yüzleri üstü ateşte sürüklenirler. (Onlara) Tadın cehennemin dokunuşunu (denilir). Şübhesiz ki Biz her şeyi bir takdir ile yarattık. Ve Biz’im emrimiz (başka değil) birdir, bir göz kırpması gibl(süratli)dir.” [Kamer,47-50]
Ayet-i kerîmedeki, günahkârlar kelimesinden murad,”Allah Teâlâ bizim kaderimizi yazmamış; kaderimizi değiştirebiliriz’’ diyenlerdir. Hadîs-i şerifte bunlara hüsamâ denilmiştir. Bunlardan kimisi, takdîri inkar eder; kimisi de açıktan inkar etmeksizin, kaderimizi değiştirebiliriz demekle inkar ederler. Böylelerine Kaderiyye ismi verilmiştir.. Demek Allah Teâlâ Zülcelal Hazretleri ilm-i ezelîsinde, her bir olayı muayyen bir vakte, sebeblere tâbi’ tutarak tesbit etmiştir. Kurân-ı Hakîm’de de bunu “Şübhesiz ki Biz her şeyi bir takdir ile yarattık.” buyurmakla beyan etmiştir.
“Kuvvetli mü’min, Allah’a zayıf mü’minden daha hayırlı, daha makbuldür. Ama her birinde hayr vardır. Sana fayda veren şeye çok gayret göster. Allah’tan yardım dile ve aciz Olma. (A’zamî tedbirin aleyhinde gelerek) Başına bir şey gelirse: ‘Şöyle yapsaydım, şöyle olurdu.’ deme. Lâkin: ‘Allah’ın kaderi; O ne dilerse yapar.’ de. Çünkü muhakkak “eğeri (kelimesi) şeytanın amelini açar.” mealindeki hadîs-i şerifte Rasûlullah sâllallâhu aleyhi ve sellem;
“(A’zamî tedbirin aleyhinde gelerek)
Başına bir şey gelirse: ‘Şöyle yapsaydım, şöyle olurdu.’ deme. Lâkin: Allah’ın kaderi; O ne dilerse yapar.’ de. Çünkü muhakkak lağeri (kelimesi) şeytanın amelini açar.” buyurmakla bu hususta üstün bir ölçü vermiştir.
Ve kulun iradesiyle dahi olan şeylerin kaderle olduğunu beyan etmiştir. Bu şeri bir delildir. Şatibi diyor ki: “Neden, eğer, keşke” kelimeleri, kadere İnanç şubelerini bozar. Hadis-i şerif bu kelimelerden bizi sakındırmıştır. Çünkü bunlar kalbe kasaveti getirir; şübheye düşürür; ve böyiece kadere İnancı zayıflatır.’’ Bazı ekâbir demişlerdir ki:
“Sonra” kelimesi gibi bunlar da şeytanın amelidir.
Her şeyin Allah Teâlâ’nın takdiriyle olduğuna, hissi ve akli deliller de vardır.
a]Mesela bir sofi şöyle diyebilir: Halık Teâlâ’nın İradesi ve yaratması olmasaydı, her istediğimi yapabilirdim; amma İş öyle değildir.
Azmimin fiile geçmemesi, Rabb’imin halk ve kudretini gösterdiği gibi, birçok yerlerde azmim olmadığı halde birçok işleri de yapmamda O’nun tasarrufunu görürüm. Demek İrademde müstakil değilim. Aynı zamanda birçok yerlerde maksada ulaşmam, benim kesbimi de gösterir, öyleyse kul, kendisine verilen kudret ve cüz’i İradesiyle fiilinde müstakil sayılamaz. Bu hissî ve vicdâni bir delildir.
b]Eğer kulun fiili, kendisindeki irade ve güçle vuku bulsaydı, bizzarûre fiilinin teferruatını bilecekti. Çünkü fiilinde muhtar idi. Muhtarın ihtiyârı ilminin dalıdır. Halbuki fiilinde bilgisi yoktur. Mesela beş dakika yürüyen bir kimse, yüz metre kasdettiği mesafede kaç adım attığını, kaç nefes aldığını, ayaklarının nasıl adım attığını teferruatıyla bilemediği gibi, beş dakika konuşan bir kimse, konuşmasının nerden geldiğini, harflerin mahreçlerinden nasıl çıktığını, ses tonunun hangi derecede olduğunu bilemez; ilmi ve aklı buna yeterli gelmez. Binaenaleyh bu kimsenin hareket ve konuşmasının hey’etini, vad’ını, kemiyetini bilememesi, onun fiilinin faili olmamasını gösteriyor.
Bu kimsenin fiilinin, hem kendisinin hem de Rabb’inin kudretiyle meydana geldiği de denilemez. Çünkü bu şirktir. İki âmilin bir mamulde aynı anda, iki vuranın vuruşlarının aynı anda bir yere vukuu muhal olduğundan, iki failden birisinin muattal, âciz, diğerinin fa’âl ve güçlü olmasını gösterir. Bu sıfat ise Allah’a mâhsustur; kul acizdir, muattaldır. Öyleyse, kulu yapan Allah Teâlâ, kulunun fiilini de yapar.
“Gerçek şu ki, ilk başlayan O’dur; (sonunda da yoktan) iade edecek yine O’dur. O (tevbe eden mü’minleri) çok yarlıgayan, (dostlarını) çok sevendir. Arşın sahibidir. (Zat’ında, Sıfatında ve Fiilinde de) Pek yücedir. Ne dilerse hakkıyla, yerli yerinde tam yapandır.” [Buruc,13-16] buyrulmuştur. Kudretine nisbeten bütün kainatı var etmesi, yok etmesi mümkündür; yaratmada ortağı yoktur.
Demek kul kaderini değiştiremez. Bazı ehli ilim, eğer Allah Teâlâ Kendisi fazi u kereminden değiştirmeyi isterse, değiştirebilir dediler. Yalnız başkasının yalvarışı veyahud icbârıyla değiştirmez. Bunlara göre de, ilmullah’ta olan değil, levh-i mahfuzda veyahud alın yazısında kul nazarında olan değişmedir. Ecel-i mübrem ve gayrı mübrem dedikleri budur.
9-İnsan varolmadan evvel levh-i mahfuzda, veyahut alnında hakîkaten kaderi yazılmış mıdır?
Cevab: Evet, yazılmıştır. Fakat yazmıştır demek, yaptırır demek değildir. Bu yazıyı görüp okuyanlar, yazının var oluşunu ikrar ederler. Mademki yazıdır, okur yazarlığı olan yazıyı okuyabilir. Okur yazarlığı olmayanın yazıyı inkar etmeye hakkı yoktur.
“Şübhesiz ölüleri ancak Biz diriltiriz, önden gönderdikleri işleri (yaptıkları hayr ve şerleri; ve geride) bıraktıkları eserleri yazarız. Zaten Biz her şeyi apaçık bir kitab(levh-i mahfuz)da sayıp yazmışızdır.” mealindeki Yâsîn sûresi 12‘nci ayette, her iki yazının varoluşu tasrih edilmiştir.
Hâsılı mukadderat ilmullah’ta sabit olduğu gibi levh-i mahfuzda da yazılmıştır. Aynı zamanda cenine ruh üfürûldûğünde melekler Rabb’lerinden aldıkları emr üzere ceninin alnında da yazarlar.
10-Kulun iradesi dahilinde olan fiildeki, Hâlık’ın yaratma fiilini ve kulun kisbini izah eder misiniz?
Cevab: Bu meselede müslümanlar arasında öteden beri mücadeleye geçen üç taife var:
a]Birincisi Kaderiyye’dir. Müslümanlardan Kaderiyye taifesi diyorlar ki: Allah Teâlâ’nın bahşettiği kudretle yani yapabilme terkedebilme gücüyle kul müstakildir; kendi fiilini kendisi yapar; Allah Teâlâ ona müdahale etmez. Şer yaparsa, Allah onun cezasını, hayr yaparsa mükafatını vermeye mecburdur.
Bunlar tekfir edilmezlerse de, bid’ate girmişlerdir. “Kul fiilinde müstakildir” deyişleri bid’attir; fakat “kulda mevcud olan güç yani iradesi, Allah Teâlâdan kendisine verilmiş” dedikleri için kafir değiller. Çünkü onlar Mecûsîler gibi iki Hâlık’a inanmadılar; kulun, Hâlık’ın kudretiyle fiilini yaratmasına inandılar.
b] ikincisi Cebriye taifesidir. Bunlara Mürcie de denilmiştir. Diyorlar ki: İnsanın kalbinde iman olduktan sonra, ma’siyet ona hiçbir zarar vermez. Küfür de olduktan sonra, hiçbir taat fayda vermez. Zira kul, isyanında ve itaatinde makhur ve mecburdur. Bundan dolayı ma’siyeti işler veyahud taat işler. Hasılı mü’minden azab tehir edilmiştir. Filan vurdu demek, taş vurdu demek gibidir. Çünkü kulda hiçbir irade, ihtiyar ve kisb söz konusu değildir.
Bunlara göre Allah Teâlâ mü’min kuluna ceza vermezmiş. Hatta daha ileri gidenlerine göre kafir de olsa, Allah kulunu yakmazmış.
Ümmetin kısm-ı a’zamîsi bunları tekfir etmiştir. Fakat essah olan; ehli bid’atten sarih bir küfür görülmediği müddetçe kafir olmazlar.
c]Bu iki taifeye karşı çıkan Ehli Sünnet velCemaat, ne kulu fiilinde müstakil görürler, ne de mecbur görürler. Ehli Sünnet velCemaat bu hususta iki meseleyi esas tutmuşlardır:
Birincisi, insanın iradesi dahilinde ve haricinde bütün hâdisler ve havâdisler, Allah Teâlâ’nın fiili, yaratması ve icadıyla var otur, yaşar ve yok otur. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başka yaratıcı yoktur.
İkincisi kulda da bir cüz’î irade vardır. Cûzi iradesinden dolayı fiilini kesbeder. izahı şöyledir:
1-“Hakîkaten Allah sizi de, sizin yapagelmekte olduğunuz şeyleri de yaratmıştır.’’mealindeki ayet-i kerimeye mebnî, Ehli Sünnet velCemaat ittifakla, “Allah Teâlâ bizi de, kendi elimizle yapmakta olduğumuz masnûumuzu da yaratmıştır” dediler. işte bu ayet-i kerimedeki ‘u’ harfi, harf-i mevsul olsun ve isterse mâ-i mevsufe olsun farketmez. Nitekim Allâme Teftezânî diyor ki: «Yani: “Allah Teâlâ sizi de, sizin yontmuş olduğunuz ve elinizle yapmış olduğunuz putunuzu da yaratmıştır.”
Eğer ‘’ma’’ , harf-i masdariye ise, amelinizi de yaratmış demektir, ki bu takdirde zamirin hazfına ihtiyaç yoktur. Eğer harf-i mevsul ise, mamulünüzü de yaratmıştır demek olur. Bu takdirde mevsûie râci’ olabilecek zamir mahzuftur. Çünkü biz “Kutun fiili, kul gibi, Allah Teâlâ’nın mahlukudur” deriz. Fiilin masdar manası olan îkâ’ ve icadı değil, bilakis masdardan hâsıl olan manayı kasdediriz, ki o da îkâ’ ve icadın müteallakıdır; müşahade edilen hareket ve sükunlar gibi.. Bu noktadan aktı kayan kimse, ayet-i kerîmedeki ‘’ma’’ harfinin mevsul olması halinde Ehli Sünnete delil olmayacağını zanneder.»
ibn-ul-Himam buna ilaveten: «Yahud da ‘’ma’’ harfi, ismi mevsuldür. Yani Allah Teâlâ İbrahim aleyhissellem’ın kavmini yarattığı gibi, kendi elleriyle yapmış oldukları yontma fiilini de yaratmıştır. Çünkü Arab dilinde fiilden, masdarla hâsıl olan mana kasdedilir. Masdar ise, masdarın lafzından mefül-ü mutlak olan fiilin hakikati kasdedilir, ki bu fâilin fiilidir. Binaenaleyh ayet bu hususta ise de, manası umumdur. Yani Allah Teâlâ kulunu yarattığı gibi, kulun sanatını da yaratmıştır.»
İbnu Ebî Şerif buna ilaveten:« ‘’ma’’ harfi, masdariye de olsa, mevsul de olsa mana değişmez. Putperestin tahtayı yontmakla saneme çevirmesi, fiili, fâil-i hakîkî olan Allah Teâlâ’nın taht-ı tasarrufundan çıkarmaz.»
Hâsılı kelam Allah Teâlâ; insanı, insanın sanatını yani masnûunu ve sanat işini de yaratmıştır. Zeyd bardağı yaptı deyişimizde, Isnadda mecaz olur. Yani Zeyd, bardağın yapılmasına vesile oldu; hakikatte Allah yaptı demek istenmiştir.
Ebû Dâvûd ve Tirmizî ve imam Ahmed’in tahric ettikleri bir hadiste Ubbâde bin Sâmid oğluna şöyle demiştir: “Oğulcağızım, takdirde başına gelen belanın başkasına çarpmayacağına, sana çarpmayacak belanın başına gelmeyeceğine kesin bir bilgiyle inanıncaya kadar imanın hakikatinin tadını tadamazsın. Çünkü ben Rasulullah saiiallâhu aleyhi ve sellem’den şunu dediğini işittim:
“Gerçekte Allah Teâlâ, önce kalemi yarattı. Ona: Yaz dedi. Kalem:
Ne yazayım, ey Rabb’im dedi. Bunun üzerine: Kıyamet kalkıncaya kadar, her şeyin kaderlerini yaz buyurdu.” Oğulcağızım, Rasûlullah’tan şunu da dediğini işittim: “Bundan başkası üzere ölen, Benden değildir.”
2-Allah Teâlâ’nın her şeyi yaratması, kulunun cüz’î iradesini ortadan kaldırmamaktadır. Mesela Allah Teâlâ, ilmi, iradesi ve kudretiyle her şeyi yaratmıştır, binaenaleyh kulun cüz’î iradesi dahilinde olan işini de yaratmıştır deyişimizde; fiile azmini bağlayan kul, azmiyle birlikte Allahın mahlukudur; ancak kulun azmi, kisb cihetiyle kendisine isnad edilir. Mesela kudret, kulun vasfıdır; haik yani yaratmak Rabb(in vasfıdır, kulun kisbidir. Hareket, Rabb’in yaratmasıdır; kulun vasfı ve kisbidir. Eskiler bunu dile getirerek şöyle dediler: Kul azdı da Allah yazdı. Azmak kulun kisbidir, yapmak Allah’ın fiilidir demek istemişler.
Kulun azmasına, Eş’arîler kisb, Mâturîdîler cüz’i ihtiyârî ismini vermişler. Aslında ikisinin manası birdir. Yani kulun, kendisine yönelen tabiî sebeblere muvafakat etmesi yahud etmemesidir, ister ismi kisb olsun, ister irade olsun, ister cüz’i ihtiyâriye olsun, aslı budur. Şu kadar vardır ki, Eş’arîler El-Bakara sûresinin son ayetinden bu ismi aldılar. Mâturîdîler ise, örfen isti’mâl edilen kelimeyi nazarı itibare almışlardır. Kisb kulun sıfatı olduğu için, kul fiilinde müstakil değildir. Halk yani yaratmak, Allah’ın fiilidir ve o müstakildir.
Maksad şudur: Kulun müdahalesi olmaksızın Allah Teâlâ’nın icad ettiği şey, mücerred Kendi iradesiyle olduğundan O’nun sıfatıdır. Bu kabilden sıfata, fiilidir denilmez. Kulun cüz’i ihtiyâriyesi, kudreti, gücü, yani iradesinin, kisbinin müdahalesi olduğu şeyleri yaratması; Allah Teâlâ’nın sıfatı ve fiili, kulunun da kisbidir.
İşte Mu’tezile, Allah Teâlâ’nın buradaki fiilini; Cebriyeler ise kulun kisbini inkar ettiler. Ehli Sünnet velCemaat ise, ikisini de isbat ettiler. Bu isbattan sonra da, imam Eş’arî: «Kulun kudreti, gücü, fiile bağlanır, amma tesirsizdir. Çünkü kulun fiili, sadece Allah Teâlâ’nın takdiriyle yani kudretiyle vuku bulmuştur. Elbette iki kâdirin kudretiyle fiilin vukuu muhaldir. Mesela elinin biri felç, diğeri sağlam olan bir kimsenin, iki elinin hareketi de Allah’ın yaratmasıyla, kudretiyle var olmuştur. Kul sağlam olan elinin hareketinde muvafakat gösterdiği için, muhtardır. Diğer elinin hareketi gayrı ihtiyârî olduğundan, ondan sorumlu değildir. Sağlam elinin hareketinin ismi makdurdur; kul ondan sorumludur. Felçli elinin hareketi mukadder ve gayrı makdurdur; onda sorumluluk yoktur.» demiştir.
Cumhûr-u ehli hadis, sofiler, Eş’ariy’le müttefiktirler. Dediler ki: “Kul için fiile bağlanan bir kudret vardır; fiilin vukuunda ve vuku bulmamasında tesirsizdir. Hakîkî tesir Bârî Teâlâ Zülcelal Hazretleri’nindir. Buna cebr-i evsat denilmiştir. Imâm-ul-Haremeyn El-İrşad adlı eserinde bu sözü tercih etmiştir.
Eş’arîlerin bir kısmı da: “Kulun kudreti tesirlidir” dediler. Tesirli olduğu takdirde, ne mikdar tesir gösterebilir diye ihtilaf ettiler. Kâdı Ebû Bekr El-Bâkıllânî dedi ki: «Kulun ihtiyârı, yani gücü, fiilin has olan vasfında tesir eder. Mesela hareket bakımından namaz kılmak yahud gasbetmek yahud mal çalmakta kulun ihtiyârı, fiilinin vasfında tesirlidir; fiilin kendisinde değildir, işte kisb dediğimiz budur. Amma fiilin aslı ise, yani ibdâı, icadı, Allah’a mahsustur.» Şehrestânî de bunu tercih etmiştir. Ebû ishak El-Esfirâinî de cüz’î bir farkla böyle demiştir.
İmâm-ul-Haremeyn er-Risâlet-un-Nizâmiyye adlı eserinde: “Kulun hâdis olan kudreti, fiilin icadının aslında tesir eder.” demiştir. Mu’tezileden farkı şudur: Kulun yaptığı şey, Allah’ın takdiriyledir; kul tam müstakil değildir. Zannımca, muşârun ileyh, Eş’ari’yle Mu’tezile arasında bir köprü kurmak istemiştir. Fakat, “Kul Allah Teâlâ’nın ezelde takdir ettiği şeyle yapıyor” demesiyle Mu’tezileden ayrılmıştır.
İmam Ebû Mansur Mâturîdî diyor ki: «Kulun yapmış olduğu fiilinin aslı, Allah Teâlâ’nın kudretiyledir. Taat ve ma’siyetle vasıflanması, kulun kudretiyledir.» Demek kulun, fiilinin vasfında tesiri vardır, aslında yoktur. Fiilin aslında yoktur demekle de, imamın bu sözü Mu’tezileden tamamen ayrılmıştır. Mâturîdî meşâyıhın cumhûrunun mezhebi de budur. Nitekim et-Tevdîh adlı eserde şöyle yazılmıştır: «Meşâyıhımız, icad ve tekvin vasfını kuldan nefyederler. Mükevvin ve Hâlık, Allah Teâlâ’dan başka yoktur. Ancak diyorlar ki: Kul için nisbet ve izâfe edilen herhangi bir güç vardır; ancak kul bu gücüyle işini yapmak veya yapmamakta müstakil değildir. Allah dilerse yapar, dilemezse yapmaz. Et-Telvih’te Bâkıllânî’ nin de bunu tercih ettiği yazılmıştır.
Netice-i meram, Ehli Sünnetin ittifakıyla kulun azmi, azması, muvafakat göstermesi, ihtiyârı yani seçmesi ve kisbi vardır. Bundan dolayı sorumludur. Emr ve yasaklar, buna tevcih edilmiştir. Bununla birlikte, kul da, fiili de Allah Teâlâ’nın icadı ve yaratmasıdır.
Ebû Dâvûd’un tahric ettiği Enes radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Üç haslet imanın yarısındandır:(1)-Lailaheillallah diyenden imtinadır; (yani) onu bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz ve bir amel sebebiyle onu islamdan çıkarmayız. (2)Cihaddır; (yani onun) zamanı, Allah Beni gönderdiğinden İtibaren, ümmetim deccalle savaşıncaya kadardır. Hiçbir zalimin zulmü, hiçbir âdilin adaleti, cihadı kaldırmaz. (3)Kaderlere imandır.“