İyilik ile Kötülüğün Ötesi
Nietzsche’nin dahiyane eleştirilerinin ilki, yani, hiyerarşik olarak birinci öncelikli olanı, iyilik ve kötülükle ilgili betimlemeleri ve anlamlandırmalarıdır. Bu bağlamda sorunsallaştırdığımız kavram; SumMum Bonum’dur.
Summum bonum’un; Grek ve bir miktar farklı bağlamları olsa da Latinlerden bu yana; en yüksek-en yüce iyilik, en kutsal iyilik, en güzel-tatmin edici iyilik gibi anlamları vardır. Böyle yazılınca kavram bomboş görünüyor. Ama hem pagan hem tek tanrılı dinler açısından kutsal bir çehresi, hem somut hem soyut bir anlam alanı, hem uhrevi hem de dünyevi boyutları var. En önemlisi de bu kavram, hem tahakküm edici hem de özgürleştirici bir misyon yüklü. Açıklamaya çalışalım:
Summum bonum, bütün insanların mutlu olacağı bir dünya tasarımını anlatıyor. Gerçekten de bazı insanların mutluluğunun alternatif maliyeti, başka bazı insanların mutsuzluğu mudur? Örneğin bu alternatif maliyet, bireysel ihtiraslar ise onları köreltelim. Özel mülkiyet ise ortadan kaldıralım, iktidar güdüsü ise yok edelim. Tatmin olma ihtiyacı ise herkese her şeyi eşit dağıtalım. İlgi, sevgi, şefkat, hoşgörü v.s. arzuları ise önyargılarımızdan ve bağlılıklarımızdan arınalım ve hepimiz, her birimize önkoşulsuz davranalım.
Buna benzer pek çok teori var ama hiçbir otorite, bugüne kadar herkesin mutlu olduğu bir yaşamı, bu dünyada bahşedemedi. Çünkü her şeyden evvel hiçbir teori, şuna cevap bulamadı: Mutluluk bahşetmeyi hak eden insani araz nedir; ruh mu, beden mi? Çok farklı kavramlarla ifade ediliyor ama bütün teorilerin odak noktası; ruh ve beden. Ruh mu tatmin ve teskin edilirse insan mutlu olur yoksa beden mi? Ya da her ikisi birden olabilir mi? En yüksek iyilik bir hedef olabilir ama acaba bizim hangi araz’ımız ile en yüksek iyilik mertebesine erişebiliriz.
Pagan Olanın da Ülküsü Var: Pagan açısından en yüksek iyilik, herhangi bir canlı varlık gibi insanın beslenme, neslini devam ettirme ve güvenlik ihtiyaçlarını en tatminkar düzeyde karşılamaktır. Mutluluğunun sınırları bu üçgen içindedir. Çabası, mücadelesi ve savaşlarının bu üçgen içinde kalması doğaldır. Dolayısıyla bedensel haz, mutluluğunun rotasıdır. Geçmişte kalmamıştır; lümpen burjuva dolayımıyla tevarüs eden bu pagan rotaya, bugün de sadakatte kusur işlenmediği söylenebilir.
Kayıtsızca üretim ile pervasızca tüketim çılgınlığının ve her ne pahasına olursa olsun sahip olma hırsının temelinde, bedensel haz rota- ile ilintili bir mutluluk amacı bulunmaktadır. Bu mutluluk arzusu tam anlamıyla pagan kültürün mirasıdır. En önemli meşrulaştırma mekanizması ise, müntesibini baştan ayağa teçhiz eden rızık kavramıdır. Herkes, her türlü nefsaııi tatminsizliğini, rızık kavramı ile gerekçelendirip meşrulaştırabilmektedir.
Takdis Edilen En Kutsal iyilik: İnsanların dünyevi meşguliyetlere düşkünlüğünü hazmedemeyen erdemli kişi, kuşkusuz ki her zaman vardır ama biz onların hepsini Sokrat’ın şahsında tecessüm ettirebiliriz. Sokrat, bildiğimiz kadarıyla, bedenine düşkün insanların sefaletini ve bedenlerini beslemek için bu denli çabalayanların acziyetini vurgulayan en önemli filozoftur.
Ona göre insanlar, ruhlarını beslemeyi beceremediği sürece, insan olma mertebesine yükselmiş olamazdı. Dolayısıyla her bir nefsa- ni tatminle, tatminsizlikleri tahrik olan insanların yaşadığı bir dünyada en yüksek iyiliğin tezahür etmesi elbette mümkün değildi.
Nitekim Eflatun, Sokrat gibi bir bilgeyi öldüren bu sefillerin, kendi kendini yönetmesine cevaz veren yönetim tarzlarına tevessül edilmemesi için gerekli yönetim teorisini kurmuştur. Eflatun’un yönetsel teorisi, kurulabilecek en kamil ve tutarlı teoridir ve yönetim mekanizması, uygulanması gereken ilahi bir vaaz gibidir.
Sonuçta da hemen bütün imparatorlukların en sağlam epistemolojik mesnedi olmuştur ve onların meşruiyet zeminini oluşturmuştur. Bu meşruiyet sonradan, tek tanrılı dinlerin muhtelif renklerine büründürülmüş olsa da, sütun ve çatıları, Eflatun’un formüle ettiği şekliyle kalmıştır. Artık, en yüksek iyiliği tecelli ettirebilecek yegane güç, bu dünyanın dışındaki bir otoritedir. Bu otorite, bedensel hazların tümüyle disipline edilmesini, diyete tabi kılınmasını ve ruhların ziyadesiyle beslenmesini vaaz eden bir hükümranlık (domination) merkezidir.
Bu vaaz vesilesi ile insanlar arasındaki summum bonum, oldukça muhkem bir hiyerarşi mekanizması haline gelmiştir. Hatta en yüce iyiliğin önündeki engellerin itlaf edilmesine de bu vaaz cevaz vermiştir. Zira her bir insan için en yüksek iyiliğin ne olduğuna ve bir toplumun en yüce iyiliğe nasıl kavuşacağına dair rota, bedensel hazlarla değil, vaazla takdir edilmiştir. Artık mutluluğa erişmenin yolunu, bu vaazların takdir ettiği rota belirlemektedir. Modernizm de, tohumlarını bu rota sayesinde saçmıştır ve aynı rotayı, kendine mal ederek yoluna devam etmiştir.
Modern Sununum Bonum: Ticari kapitalizmin dinamiklerinden birisi; toplumun belirli bir kesiminin çok çalışıp, çok para kazanıp, bedensel hazlar için hiç para harcamamasıdır. Diğer dinamik ise, bir başka toplumsal kesimin bedensel hazları için sürekli israf etmesidir.
Kapitalin (ya da paranın) belirli ellere veya havuza transferi ve orada birikmesi böyle gerçekleşmektedir. Aksi takdirde, yani israf ile tasarruf, bu anlamda bir arada olmadığı takdirde, ekonomik terakümü temin etmek ve ticari kapitalizmi var etmek mümkün değildir.
Demek ki, çok çalışan ve dini vaaz gereği tasarruf eden de mutmaindir, nefsi için har vurup harman savuran da. Acaba bu şekilde, yani toplumun geniş kesimlerinin bu tarz yaşam biçimiyle elde ettikleri mutluluk, en yüksek iyiliğin tecellisi anlamına gelir mi? Elbette gelmez. Bu durum bir toplumun hem bedensel hem de ruhsal olarak tatminsizliğine delalet etmektedir.
Çalışkan insanların gıpta ettiği insanlar gibi para harcayamaması, “cimri, hasis hacı emmi” tiplemelerine maruz kalmaları patolojik bir durumdur. Diğer yandan, dünya nimetlerinin tadını çıkaran insanların her geçen gün bu nimetlerden mahrum kalmaları da onlarda bir başka patolojik halet-i ruhiye yaratmaktadır.
Modern teorisyenler, bu patolojiye karşı, her iki taraf nezdinde de aydınlık bir yarın umudu vaaz etmek zorundaydı. Bu aydınlık yarın yeni pozitif dünyadır. Yeni pozitif dünyaya rağbet gösterilmesini vaaz eden muharrik gücün gerisinde, bu iki patolojinin müstesna bir yeri olduğuna kuşku yok. Telkin şudur:
Bugün yaşananlar yaşanacak olan güzelliklerin alternatif maliyetidir. Toplumun her bireyi en yüksek iyilik katına nail olma şansını elde ettiğinde, yeni pozitif dünya ütopya ya da cennetine tüm insanlığın nail ve vasıl olma yolculuğu sona ermiş olacaktır. Dolayısıyla, modernizm için summum bonum, modern özneye bir tür gökkuşağı hazzı telkin etmektedir.
Bu büyüyü, iyilik ve kötülük tasavvuru ile Nietzsche bozdu, Nietzsche, Aristo’nun kategoriler teorisinin tahakküm amacına hizmet etmekten başka bir işe yaramadığına inanmaktadır. Çünkü ona göre iyilik ve kötülük birer kategoriden ibarettir.
Bu kavramsal kategorilerin dış dünya gerçeklikleri tarafından test edilmesi, denetlenmesi mümkün olmadığından, kim bir şeye “bu iyi” derse ya da “kötü” derse, o şey iyi veya kötü olarak bilinmekte ve zamanla bu kategoriler benimsenmekte, içselleştirilmekte, tarihsel-toplumsal gerçeklik haline gelerek, nesiller boyu tevarüs etmektedir.
Oysa ilk defa tanımlayanlar, bu kavramlara, kendi çıkar, ideoloji, amaç ya da en azından keyiflerine göre bir anlam yüklemiş olabilirler. Bu işlemin metodolojik bir ilke haline getirilmesinin sonucunda, alternatif olma potansiyeli taşıyan tüm ihtimaller ortadan kaldırılmaktadır.
Summum bonum teorileri böyledir. Biz neyin iyi, neyin kötü olduğuna inandırıldığımızda, artık, bu inancımıza bir soy kütüğü tahsis ederiz. Kuşaklar boyu tevarüs edip gelen bu soy kütüğü (kavramlara yüklenen anlamların sürekli teyit ve tahkim edilmesi sonucunda oluşan anlam arşivi), hakimiyetini (episte- molojik tahakküm), asırlar boyu devam ettirir.
Sözgelimi; “insanlar ölür-Sokrat insandır – Sokrat da ölür” tümdengelim ilkesini ele alalım. İlk öncülden itibaren diğerleri totolojiden ibarettir. Ama bu totoloji, analitik bir metodoloji kurmakta ve oluytu- rulan bu kategorilerle zihinler teslim alınmaktadır. Tümevarım yöntemiyle de benzer bir totoloji öngörülmektedir. “Sokrat’ın öldürüldüğüne tanık oldum, gözlemledim. Demek ki Sokrat ölümlü. O halde bütün ölümlüler insandır”.
Bu kategorileri oluşturulduğunda, dış dünya gerçekliği bu kategoriler ile algılanmakta ve artık algılar nesiller boyu organize edilmektedir. Oysa ki, başka bir alternatif metodoloji hayal edilseydi, örneğin anoloji yapılsa ve “Sokrat öldürüldü, neden başka biri değil de Sokrat öldürüldü, suçu neydi, bu suç ona neden ve kimler tarafından isnat edildi?” diye tahkikat başlatılsa, ihtimallerin hiyerarşisini çıkartılsaydı, muhtemelen, şöyle bir sonuca varılacaktır: Sokrat gibi ulu bir bilgenin öldürülmesi kutsal bir işleme dönüştürülmekte ve katledilmenin iç yüzü gizlenip, cinayet aklanmaktadır.
Gerçek şu ki, Grekler, kendi yavan yaşamlarım sorgulayan ulu kişileri sevmiyorlar ve onları öldürüp, onlardan kurtulmayı tercih ediyorlar. Sokrat’ın ölümlü olma gerçeğine ilişkin Aristo mantığındaki vurgulama, belki de, Grek’lerin, sevmediklerini acımadan öldürmeleri gerçeğini ters yüz etmek amacına hizmet etmektedir. Ters yüz edilerek gerçekleştirilen kategorileştirme ile, bizim algılarımız organize edilmek istenmektedir. Nasıl anlatılmak isteniyorsa, olayın öyle anlaşılması temin edilerek, müteakip nesillere olayın gerçekliği ters yüz edilmiş haliyle aktarılmakta, onların da algılarının organize edilmesi amaçlanmaktadır.
Bu tarz kategorileştirmelerle, gerçekliklerin ters yüz edilmesi, summum bonum teorileriyle temin edilmektedir, iyiler kötü, kötüler iyi kategorilerine dahil edilerek, gerçekte iyi olanın kötü, kötü olanın da iyi olması algılattırılmakta ve nesiller boyu tevarüs ettirilmektedir. Nesiller boyu tevarüs eden iyi ve kötü kategorileri bir süre sonra, bütün kuşku ve sorgulama girişimlerine karşı kendisini teçhiz etmektedir.
Bu teçhizat, mutlak iyiler ve mutlak kötüler olarak yerleşik hale gelmektedir. Biz; iyi olanı ona atfedilen iyi nitelikleriyle, kötü olanı da ona atfedilen kötü nitelikleriyle algılıyor ve müteakip nesillere bu algımızı miras bırakıyoruz. Böylece bizim algımız organize edildiği gibi, biz de, bu kategorilere duyduğumuz sadakat aracılığı ile, bizden sonrakilerin algılarını organize etmiş oluyoruz.
Kant’ın teorisinde, bütün bunların yanı sıra, başka bazı tutarsızlıklar da görülmektedir. Aristo’nun kategoriler teorisi, çok basit olmakla birlikte, Kant’ın teorisine göre daha tutarlı ve daha kuşatıcıdır. Oysa Kant’ın teorisinde bazı çelişkiler göze batmaktadır.
Numen, öznenin bilme isteğidir. Fenomen ise bilinme isteğini tatmin edecek olan dış dünya gerçekliğine ilişkin bir emare, yani parametredir. Numenin bilme isteği “voluntarist”tir. Onu bilmeye yöneltmek, teşvik etmek gereksizdir. Numen bilmeye gönüllü, istekli, sabırsız, en önemlisi de yansız ve iyi niyetlidir. Fenomen ise, olanca saflığı ve masumiyeti ile bilme isteklerine cevap vermek için bilinmeyi beklemektedir.
Dolayısıyla, tek taraflı değil, bilme eylemi iki taraflı bir tatmin eylemine vesile olmaktadır ki, sununun bonum’un rotası budur. Yani bu bilme ve bilinme isteklerinin var edeceği tatmin, eninde sonunda bizi, en iyiye, en güzele, en yüceye, en erdemliye ulaştıracaktır. Evrensellik iddiasını içeren bu kategorileştirme Aristo’nunkinden çok daha çekici ve inandırıcıdır.
Zira bilen özne, kutsal bir görev yükümlenmekte, bu kutsal görevin ifasına katkı sağladığı için bilinen nesneye de belirli bir değer yüklenmektedir. Yani bilme işlevi, sadece ruh tarafından ifa edilmiş olmamakta, beden de katkı vermektedir.
Ne var ki, şayet özne bir insan varlığı ise, hem bilen özne hem de bilinen nesne olmak zorundadır. Bu çelişkiyi Fouca-ultdan asırlar önce Farabi fark etmiştir. İnsan varlığının hem bilen özne hem de bilinen nesne olduğunu ilk defa vurgulayan Farabi, kategorik bakışı nedeniyle, insanın bakış açısının körelebi- leceğini dile getirmektedir. Bu körelmişlik, ontolojik birer gerçeklik olan (ilahi ayetler) dış dünya gerçeklikleri ile denetlenerek giderilebilmektedir.
Ancak insan varlığı, kendi var ettiği episte- molojik gerçeklikleri, başka insan varlıklarının var etmiş olduğu epistemolojik gerçekliklerle denetlemek istediğinde (sözgelimi bir kuralın ona esin teşkil eden başka bir kural ile denetlenmesi), körelmişlik kesif bir hal almakta ve insanın tüm diğer duyularını da köreltmektedir. İnsan varlığı böyle durumlarda “faal aklı” imdada çağırmak zorundadır.
Nietzsche’nin de Kant ile ilgili fark etmiş olduğu çelişki budur: Numen bilme eylemini tamamlayan bir özne değildir. Fenomen de bilinmesi gerekenleri tüm çıplaklığı ile sergileyen bir nesne değildir. Yani bilme isteği ile bilinme isteğinin buluşması ile sağlanan tatmin, ucu açık bir serüvendir. Son bulmaz ve son bulması demek, Numen’in bilme isteğini kaybetmesi demektir. Sorun şu ki; bilinen son şey, bilinecek en son şey değilse, bir şeyin en iyi, en güzel, en yüce, en erdemli, en kutsal olduğuna biz nasıl karar verebiliyoruz?
Bugün çok iyi dediğimize, yarın çok kötü diyebiliriz. Bu durumda; bugün iyi dediklerimizle işlediğimiz amellere ve ona ilişkin ilmihalimize (davranış kalıpları) ve hatta itikadımıza (kurallar), yarın kötü deme ihtimalimiz var ise şayet, bugün kulu kölesi olduğumuz en yüksek iyiliğe – erdeme, yüceliğe iyi diyenler, bizi kendisine kul köle kılmak için bu kategorileri uydurmuş olmuyorlar mı?
Nietzsche’nin, muhtemeldir ki içinden çıkamadığı soru bu olmalı. Doğduğumuzda veya yaşamaya başlar başlamaz, bizim için en iyinin ve en kötünün ne olduğu kucağımıza bırakılmaktadır. Artık en iyi ile en kötü kategorileri, hayatımız boyunca, değerlendirmelerimiz için hazır beklemektedir. Üstelik modemite en iyi olanın her birini, kurumsal mekanizmalar olarak öyle bir kutsadı ki, bizim bunlara alternatif tahayyül etme cesaretimiz bile yok edilmiş oldu. Sözgelimi parlamenter temsili demokratik siyasal sistem ya da demokrasi veya siyasal özgürlükler, sosyal devlet, insan hakları, sivil toplum, hümanizm, serbest piyasa, girişim özgürlüğü, özel mülkiyet hakkı vs…
Bunlardan başka, summum bonum olup olmadığına dair hiçbir alternatif fikrimiz yok. Bundan kuşku duymaya hakkımız yok. Böyle bir ihtimali düşünme şansımız bile yok. Çünkü kategorilerin esareti zihnimizi öylesine tutsak almış durumda ki, tüm duyarlılıklarımızı alternatiflere kapatmayı hem daha güvenli buluyoruz hem de çok kolay olduğu için işimize geliyor. Yani, bütün bir alem için tahayyül edilen ve tasavvur edilip kategorileştirilen “en iyi”ler, bizim için de veya Müslüman alemi için de “en iyi” midir, bunu bilmiyoruz. Ama öyle olduğundan eminiz.
Kısacası Nietzsche’e göre iyi ve kötü birer kategoriden ibarettir. Kategorilerin dış dünyada herhangi bir karşılığı yoktur. Sadece üreticisinin zihninde var olan bir gerçekliktir. Sözgelimi “pos pıyıklı solcu insanlar iyidir, sarkık bıyıklı sağcı insanlar kötüdür” şeklinde, kategorilerimizi sağcı veya solcu ideolojik etiketler ile yaftalayıp, zihnimizdeki farazi insan varlıklarını iyi – kötü değer yargılarıyla donattığımızda, artık, dış dünyadaki sağcı ahmet veya solcu mehmet’in nasıl bir insan olduğuna dair herhangi bir nitelemeye gerek duymaksızın, onları saflara ayırır, farazi olarak saflaştırdığımız insanlara karşı lehte veya aleyhte bir tavır geliştirir ve vaziyet alırız. Yaşadığımız hayatta birbirimize ilişkin kanaat ve yargılarımız, birbirimize karşı tavır ve davranışlarımız bu şekilde oluşmaktadır.
İktidar sahipleri tam da bu eğilimlerimizi organize ederek bize köle ahlakını benimsetmeye muktedir olmaktadır. Hangi konuda ne düşünmemiz, nasıl yargılamamız, kimi – kimleri nasıl etiketlememiz, ne şekilde değerlendirmemiz, ne türden değer yargılarıyla dış dünyadaki gerçeklikleri görmemiz ve bilhassa neyi nasıl algılamamız gerekiyorsa, buna uygun kategorileri bize sunmakta, bu kategorileri içselleştirmemizi sağlamakta, en kötüsü de, içselleştirdiğimiz bu kategorileri nesiller boyu tevarüs ettirmemizi temin ederek, bize benimsetilen köle ahlakını kalıcı hale getirmektedirler. “… çünkü … iyi ile kötünün ötesindeki iyi ile kötünün bizatihi kendisi sadece birer ara gölgelerdir. … geçen bulutlardır sadece … birer kavramdan ibarettir” (Nietzsche 2014a: 172).
İyi ve kötü icad edilmiş, tasarlanmış birer tahayyül olmasına karşılık “ … iyilik erişilmez kutsal bir değer olarak yüceltilmektedir” (Nietzsche, 2015b :114). Köle ahlakına mesnet teşkil etme nedeni bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü iyi olan elit olandır, iyilikseverlik yüce bir değerdir. İyinin ve kötünün ötesinde başka bir şey yoktur. Bu tatlı iyimserlik sayesinde insanların direnci kırılmakta ve bütün insanlık decadance maruz bırakılmaktadır. İyi ile kötü kategorilerinin gerçekle ilgisinin olmadığını ve onların birer kuruntudan ibaret olduğunu bilmek (Nietzsche 2014a: 208) demek; kategorilerin dolayımıyla kurulan yapay dünyayı yıkıp yok etmeye yönelik tahrip edici bir direnç ortaya koymak (Nietzsche 2014a: 125) demektir. s
5.2.2. Köle ve Efendi Ahlakı
Nietzsche, hegomonik baskı dışında başka bir işe yaramayan mevcut ahlaki kurallar ile ilgili tüm kategorileri ret ettikten sonra, iki ahlak türünden söz etmektedir. Bunlar köle ahlakı ve efendi ahlakıdır. Köle ahlakı; güç ve otorite arayışı içinde olan, belirli bir hükmediciye tabi olmadan yaşamını sürdüremeyen, zayıf ve güçsüz insanların sürü ahlakıdır. Bu tür ahlakı benimseyenler belirli bir otoriteye bağlandıkları takdirde kendilerini güvende görmektedirler. Aksi takdirde, yani hükmedecek otoriteden yoksun kaldıkları takdirde, onlar, kendilerini tatminsiz, güvensiz, günahkar hissetmektedirler. Onay almadıkları ve boyun eğme duygusunu tatmadıkları takdirde, kendilerini terk edilmiş ve zavallı hissetmektedirler. Modernite bireyin köle ahlakına duyduğu eğilimlerini kurumsal mekanizmalarla tatmin etmektedir. Dolayısıyla kurumsal mekanizmalar, köle ahlakına yatkın insanların tanrıları olarak iş görmektedir.
Sürekli talimatlar yayan kurumsal mekanizmalar, kasten yüceltilmiş değer kodları vadederek, köle haline getirilen bireylerin kendilerini onurlu ve değerli hissetmelerini sağlamakta ve hegemonik amaçların sindirildi- ği davranış kalıplarını onlara bu yolla benimsetmektedir. Kendisini yalnız ve kimsesiz hissetmeyen modern birey, benimsetilen ahlak kodlarına sığınıp, sürü psikolojisine gönüllü olarak intisap ederek yaşamını sürdürmektedir, insani pek çok duygu ve hatta içgüdüsel enerji, iktidar kaynaklarının emrine amade toplumsal kontrol mekanizmaları tarafından baskılanmaktadır. Köle ahlaki böylece, insanın kendisini değerli, güvenli ve onurlu hissetmesini sağlayan sahte öznenin inşasının etkin bir aygıtına dönüştürülmektedir. Modern birey kendisini köleleştiren bu tarz ahlaki kodların şifresini çözmeye muktedir olamadığı için, toplumsal varlığı içinde bir sürü üyesi olarak yaşamakta ve bu şekilde yaşamanın mutluluk için bir zaruret olduğunu zannetmektedir.
Efendi ahlakı ile Nietzsche, tüm bu köleleştirici mekanizmaların işlevlerinin farkında olma halini anlatmaktadır. Efendi ahlakını benimsemiş üst insan; sezgileri, fevkinde olma güdüleri ve hatta içgüdüleri, ortalama insanların üstündeki fark etme ve algılama zekasıyla, modern yaşamın rasyonel atmosferiyle işlemselleştirilmiş olan hegemonyayı anlayabilmektedir. Dolayısıyla modernitenin simgesel/kategorik zindanlarının dışındaki dünyanın varlığından haberdar olan, modernitenin her şeyi sarıp sarmalayan rasyonel putlarını yerle bir eden, bireyi köleleştiren kavramların hegemonik anlam alanlarından farklı bir anlam dünyasını algılayabilen, hükümranlık kurmak amacıyla çeşitli otoriteler tarafından var edilen epistemolojik alemin dışında kalmış bir ontolojik/doğal alemin varlığını hayal edebilmeyi başaran üst insanın bu meziyetleri, efendi ahlakının ne olduğunu ortaya koymaktadır.
Esasında, her birey hem efendi hem de köle ahlakını benimseme eğilimini kendi içinde barındırmaktadır. Ama dış dünyada ona sunulan farazi gerçeklikler, onun içinde barındırdığı köle veya efendi ahlakından birisini benimsemesini, benimsediği ahlak türüne tabi olmasını temin etmektedir. Modernite, yüceltilerek kutsanan köle ahlakının bütün insanlığa benimsetildiği bir döneme, zaman aralığına denk düşmektedir. Modernite önce bütün insanlığı ahlaklı olmaya zorlamıştır. Oysa ki, bize dayatılan ahlaki kuralların dışında bir gerçeklik alemi olduğunu anlayabilmemizin yegane yolu, bize dayatılan bu ahlak kurallarını tanımamak, onlara uymamaktır. Yani bize dayatılan ahlaki kuralları ahlaksız (Jaspers, 2008, 232) kanaat ve davranışlarımızla boşa çıkartabilseydik, modernizmin manipülatif ahlaki dayatmalarından kendimizi korumak mümkün olurdu. Oysa buna fırsat bulma şanşımız olmamıştır. Çünkü modernite varlığını öteki üzerine inşa etmiştir.
Ötekileştirmeyi en yüce değer olarak vaaz etmiş ve kendisinden farklı olana hoşgörüyü tümüyle ortadan kaldırmıştır. Modern köle ahlakını, kendisi gibi olmayana, kendisinden farklı olana kızgınlık/öfke/hınç (resentment) duymak şeklinde formüle etmiştir. Buna uygun iyi ve kötü kategorileri üretmiş, iyi olanın yanında yer almayı ve kötü olanla savaşmayı yüce bir değer olarak benimsetmiştir. Güçsüz ve zayıf insanlara, iyinin yanında yer aldıklarında güvende olacakları telkininde bulunarak, sürü güdüsünü harekete geçirmiştir. Bu şekilde harekete geçen modern birey, iyi olan ile kötü olan arayışı içinde olmuş, efendisinin iyi dediklerinin yanında saf tutmuş, kötü dediklerinden nefret edip ona kızgınlık/hınç/küskünlük duyguları beslemiştir. Kısacası bütün yaşamını, ona telkin edilmiş olan hıncını besleyen etkilere, körü körüne/mekanik ya da önceden programlanmış reaktif tepkiler vermeye adamıştır.
Dolayısıyla, modern insani resentment ve reactivity karak- terize etmektedir. Kutsanmış / yüceltilmiş bu iki kavram, modern köle ahlakını tanımlayan / betimleyen / çerçeveleyen anahtar kavramlardır. Bu iki kavram aynı zamanda, bireylerin, modern egemen odakların köleleri haline getirilmiş olduğu gerçeğini gün yüzüne çıkarmaktadır. Zira kendisinin iyi olduğunu efendisine kanıtlamak isteyen modern birey; hem ne kadar köle ahlakını benimsediğini göstermek için çırpınmaktadır. Hem de efendisinin kötü dediği ve efendisi tarafından iyi etiketine layık bulunmayana karşı hınç besleyerek ve talimat aldığında reaktif tepkiler göstererek, efendisinin güvenini kazanmakta, tazelemekte ve kendisini bu yolla arındırarak, güvende olduğu hazzını daim kılmaya çalışmaktadır.
Sonuçta modern dönemlerde bireyler, kendileri için takdir edilmiş farazi evreni sorgulamayan, kutsanan ve yüceltilen değerleri asla eleştirmeyen, kendisi gibi olmayan ve kendisi gibi düşünmeyen insanlara hiçbir hoşgörü göstermeyen bir ahlakı şuursuzca benimsemiştir.
Efendi ahlakını anlatan en doğru kavram kayıtsızlıktır. Efendi, egemen odakların tavsiye ve telkinlerine kayıtsız kalarak kendisini korumaktadır. Efendi ahlakı, farklı olanın farkına varma hazzında kendini belli etmektedir. Efendi ahlakında iyi ile kötünün efendi tarafından anlaşılması ve tanımlanması salık verilmektedir. İyi ile kötünün ne olduğuna karar vermesi için efendinin bir başkasına ihtiyacı yoktur. Çünkü onun zihnine; öteki ya da hasım veya kötü ile yaftalanması gereken bir imge sindirilmiş değildir. Efendinin, ona vaaz edilen iyi ile kötünün ötesinde bir görüş alanı, algı kapasitesi ve değerlendirme /değer yükleme performansı bulunmaktadır. Dünyaya, kendisine özgü bir bakış açısı ile bakmaktadır. Kendisini gördüğü, anladığı gibi başkalarını da görmeye anlamaya çalışmakta, kendisine saygı duyduğu gibi başkalarına da saygı duymaktadır. Köle ahlakına sahip olanların da güçlü olma isteği vardır ama onların buna cesareti yoktur. Efendi güçlü olma isteğini belli eder ve (Nietzsche, 2010: 127) bu amaç için çaba sarf etme cesaretine sahiptir.
Nitekim köle kendisinden olmayana yönelik hınç, kıskançlık, düşmanlık beslediği gibi, güçlü olana karşı da aynı resentment duyguları besler ama mücadele cesareti yoktur. Oysa efendi, sadece kendi kendisine itaat ettiği için hinç duygularının esiri olmaz ve emredilen olduğu için (Nietzsche, 2010 126) kölenin hıncı sürekli tahrik edilirken, emre amade olmadığı için efendi kendisi- ne saygısını kaybetmez. Köle ahlakını benimsemiş olanlarda olduğu gibi; dışlanma ve sürüden atılma korkusu, ayaklarının üzerinde duramama kaygısı, vaaz edilen ahlak kurallarına uymadığında ahlaksızlıkla suçlanma ve kendini güvende hissetmeme telaşı, efendide yoktur.
Sonuç olarak, geçmişte olduğu gibi günümüzde de bütün insanlar; özgür ruhlular ve bağımlı ruhlular olarak iki ana safta yer almaktadır. Modern dönemlerde, her bireyde var olan bağımlılık ruhu tahrik edilip, yüceltilerek insanlar köleleştirilmekte; özgür ruhlar bastırılarak silikleştirilmekte ve insanların efendi olma istekleri köreltilmektedir. Bunun temin ve tahkim edilmesi için de artık, belirli bir otoriteye, iktidar odaklarına, egemenlik merkezlerine ihtiyaç kalmamıştır. Zira modern dönemlerde benimsetilmiş olan yaşam tarzı, efendiliği buharlaştırarak, köleliği yüceltmektedir.
Söz verebilen, verdiği sözde durabilen, sorumluluk alabilen, özgür, güçlü, değerler yaratan, sorgulayan her soylu kişi, karakteri gereği buyurma hakkına sahip bir efendidir. Sıradan, bağımlı, zayıf, itaat eden, değerlere kayıtsız şartsız uyan, kendine güvenmeyen, baskıcı davranışlara rıza gösteren insanlar da köledir. Köle yaşam biçimini modernite, yaşıyor olmanın icapları haline getirerek masumlaştırmıştır. Bu aynı zamanda endüstriyel kültürün zorunlu bir sonucudur. İnsanların yaşamlarını sürdürmeleri için ayak uydurmak sorunda oldukları bir düzendir. İnsanlar çalışmak zorundadır ve bir nesne olarak kendilerini pazarlamaya mecburdur.
İşyerlerindeki emreden – emredilen ilişkisini, kendi özgür iradelerinin tümüyle dışında, bir dünya sistemi olarak insanlar hazır bulmaktadır. İşçi, işveren, tüccar, esnaf, memur ve her ne iş ile meşgul ise, bu mekanik sistemin bir vidası olarak konuşlandırılmış durumdadır. Bu sistemde kölelik veya efendilik bir tercih değil, zorunluluk, yaşamın sakınılması imkansız bir sonucudur. Bu sistemin icaplarına uygun olarak köle ahlakını benimsemekte zorlanmayanlar, yaşamlarından son derece mutludur. Bağlılıkları ve bağımlılıkları onların güvenlik kuleleridir. Bu sisteme ayak uyduramayan, efendi ahlakına sahip, özgür ruhlu insanlar için ise bu hayat bir cehennemdir. Köle ahlakını benimseyen “nesneleşmiş uşak”lar paraya, refaha, konfora kavuşmakla birlikte; sistem içinde hiçbirşeyleşerek / yoksunlaşarak/ yoksullaşarak varlıklarını sürdürmekte ve varlıklarının enerji kaynağı olarak ihtiras – garez – kızgınlık – hınçlarını (resentment) kullanmaktadırlar. Efendi ahlakını benimseyenler ise, kayıtsız davranarak ve sistem tarafından da yok sayılıp değersizleştirilerek, ahlaksız sayılarak sisteme direnmeye çalışmaktadırlar.
Bu sistem, yani endüstriyel çarkın böyle işlemesi, insan varlığını, modern decadance sarmalına mahkum etmiş durumdadır. Bunun hızlandırılması, daha kesif bir hal alması lazımdır. Zira bugünkü modern decadance, istikbaldeki soylu bir aydınlığı müjdelemektedir.
…
Prof.Dr.Cengiz Anık – Modern Düşüncenin Bunalımı ve Doğu,syf:265-278