01 Haziran 2018

Ergenekon, Masonlar, Çerkesler -1- Erol Karayel



Ergenekon, Masonlar, Çerkesler -1-
Erol Karayel
Giriş
“Ergenekon Terör Örgütü Davası İddianamesi”nde yer alan hususlar Türkiye’nin gündemini sarsmaya devam ediyor.
Geçtiğimiz ay ve günlerde yapılan bazı açıklamalarda Ergenekon yapılanmasında Çerkes kökenlilerin yoğun olarak yer aldığı ve Çerkes örgütlerinin Ergenekoncuların “ilgi alanında” bulunduğu iddia edilmişti.
Sonrasında iddianame kurcalandıkça konu Çerkesler açısından da ilginç bir hale gelmeye başladı.
Merak ettik, gerçekten Çerkesler ve Çerkes örgütlerinin “Ergenekon Terör Örgütü”yle bir ilgisi var mıydı?
Varsa bu ilgi veya ilişkinin boyutları neydi?
Bu konudaki mini araştırmamızı ve sonuçlarını okurlarımızla paylaşacağız. Ancak bu örgüt karşısında Çerkeslerin ve Çerkes derneklerinin durumunu anlamak için önce Ergenekon örgütünü iyi tanımamız lazım. Yoksa pek çokları gibi, “Deli saçması! Bu kadar farklı dünya görüşündeki insan, nasıl oluyor da bir örgütün çatısı altında birleşebiliyor” sığlığında yaklaşımlar kaçınılmaz olur.
Sabırsız okurlar için şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, -kaba tabirle- koyunlar, keçiler, danalar… hepsi aynı çoban tarafından güdülüyor: Mason Locaları.
Ve loca mensupları Çerkes örgütlenmeleri içerisinde de oldukça aktifler.
Sözü buraya getirdikten sonra filmi en başa sararak izlemeye başlayalım.
TAPINAKÇILAR
Konuya, Türkiye’nin ilk nükleer fizik profesörü Ahmed Yüksel Özemre’nin kaleme aldığı "İlim, Din, Medeniyet (Düşünceler), Pınar Yayınları, İstanbul 2002” adlı kitabından uzunca bir alıntı yaparak girmek, meseleyi kavramamızı kolaylaştıracaktır:
“Papa II. Urbano'nun çağrısı üzerine toplanan 1. Haçlı ordusu 1099 yılında Kudüs'ü aldı. Kudüs'ü 88 yıl Hıristiyanlar yönetti (Kudüs 1187 yılında Selahaddin Eyyübi tarafından geri alınmıştır). İşte bu yıllarda Haçlılar "Mukaddes topraklarda" hızla örgütlendi. Bu örgütler arasında gönüllü kuruluşlar da vardı. Bunlardan biri de 1118'de kurulan “Mesih'in Fakir Şövalyeleri” adlı örgüttü. Kurucusu bir Fransız asilzadesi idi. Bu gönüllü kuruluşun amacı, Kudüs'e giden yolları savunmak ve Kudüs'ü ziyaret edecek olan hıristiyan hacıları korumaktı. Yani hem dini, hem de askeri misyonu vardı.
1125 yılında Kudüs'ün yeni hıristiyan kralı, Hazret-i Süleyman'ın mabedinin bulunduğu yer olarak bilinen Mescidü'l-Aksa'yı bu örgüte tahsis etti. Bu olaydan sonra örgüt, Tapınak Şövalyeleri adını aldı ve hem dini, hem de askeri bir tarikat olarak resmen tanınması için Papalık makamına başvurdu. Bu istek Papalık tarafından 1129 yılında kabul edildi.
Tarikat sadece Kudüs ve civarında değil, güney Fransa ve Paris'te de kısa sürede örgütlendi. Bunun için gerekli parayı da Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ticarete aracı olarak elde ettiler, bankerliğe de el attılar. Öyle ki Fransa kralının resmi bankacısı oldular, hatta krala borç verme konumuna geldiler.
Tapınak Şövalyeleri, Hasan Sabbah'ın Haşhaşiler örgütü ile de temas kurdu. Bu temas sayesinde de bir örgüt olarak nasıl gizli kalacakları ve örgüt üyelerinin birbirlerini tanımak için işaretleşme kodu kullanmaları hakkında fikir sahibi oldular. Ve kendilerine uyguladılar. Kudüs müslümanlar tarafından geri alınınca, Tapınak Şövalyeleri merkezlerini Paris'e taşıdılar. Seine nehri kıyılarında, Louvre Sarayı'nın yakınında yüksek bir kale inşa ettiler. Bugün bu kale yok ama burası hala Tapınak Mahallesi diye anılıyor.
Tapınak Şövalyeleri'nin Geçici Sonları
Bu kale ya da mabed, ticaret ve bankerlik faaliyetleri sayesinde gitgide zenginleşen örgütün hazinelerinin korunduğu esrarengiz bir yer halini aldı. İngiltere ile savaştan yeni çıkan ve bu örgütten aldığı borcun faizini ödeyemeyen Fransa'nın üst düzey yetkililerinin hırsları kamçılanıyordu. Kral, uzun süren baskılara dayanamadı ve13 Ekim 1307'de bütün şövalyeleri tutukladı. Suçları; dinden çıkmak, İsa'ya hakaret etmek, rezil ayinler düzenlemek, homoseksüel olmak ve Baphomet adını verdikleri bir puta tapmaktı. Bu ağır suçlamalar karşısında Papa'ya da tarikatı kapatmaktan başka seçenek kalmıyordu. Ancak Fransa kralı Filip bu operasyondan ümit ettiği hazineye erişemedi. Hazine çoktan kaçırılmıştı. Tapınak Şövalyeleri'nin üstad-ı azamı ile üç yardımcısı ise yedi yıl sonra, 18 Mart 1314'te son kez mahkemeye çıkarıldılar ve yakılarak idam edildiler.
Tapınak Şövalyeleri'nin Yeniden Dirilişi: Masonlar
Fransa Krallığı'nın zulmünden İngiltere ve Orta Avrupa'ya kaçanlarla daha sonra bunlara katılanlar "Serbest Masonlar" adı altında tarih sahnesine tekrar çıktılar. Son üstadlarının talimatıyla, inşa edilmekte olan kilise ve katedrallere başvurarak hiçbir loncaya bağlı bulunmayan duvarcı olduklarını beyan edip işe girdiler. (Fransızca'da duvarcı, "maçon" (mason diye okunuyor); bir yere bağlı olmayan, hür, serbest ise "franc" (fran diye okunuyor) demek. Franc-maçon da serbest masonlar anlamına geliyor.)
Serbest Masonlar'ın Fransa Krallığı'ndan intikam almak için Avrupa genelinde örgütlenmeleri zaman aldı. 17. yüzyıldan itibaren toplumun, sivil ve askeri idarelerin köprü başlarını tutmaya, saraylarda önemli mevkiler elde etmeye, kralların harimine kadar sızmaya başladılar. Fransa'yı artık başka bir hanedan yönettiği halde, ataları olan Tapınak Şövalyeleri'nin intikamını almaya kararlıydılar. İntikam sadece hanedanlardan değil, Kilise'den de alınacaktı. İşte nesilden nesile geçen, yeminle korunmuş olan amaçları budur.
Duvarcı Masonlar'ın sayıları bir ara azalmaya başlar. Bunun bir nedeni duvarcıların, Tapınak Şövalyeleri'nin bekar kalmak için yemin etmiş dindar üyeleri olmalarıdır. Diğer nedeni de katedrallerin ve büyük kiliselerin inşaatlarının azalmasıdır. Çare olarak, bizzat duvarcı olmamakla birlikte Tapınak Şövalyeleri'nden miras kalan idealleri benimseyenler de "duvarcı olarak" "Kabul Edilmiş Masonlar" unvanıyla bu hınç ve intikam kervanına dahil edildiler.
Serbest ve Kabul Edilmiş Masonlar ilk toplantılarını 1717'de İskoçya'da yaptılar. Amaçları başta Fransa hanedanı olmak üzere bütün hanedanların egemenliklerine son vermek ve kilisenin gücünü kırmaktı. Avrupa'nın her yerinde özellikle de Fransa'da pek çok Mason locası büyük bir gizlilik içinde faaliyete geçti.
Tapınak Şövalyeleri'nin gecikmiş intikamı
Serbest ve Kabul Edilmiş Masonlar, Mabed Şövalyeleri'nin varisi olarak Fransa Krallığı'ndan ve Kilise'den intikam almak için 65 yıl Fransız İhtilali'nin altyapısını hazırladılar. Özellikle Paris'te pek çok yeni loca açıldı. Yazar, filozof, bilim adamlarından vara-yoğa itiraz eden, inatçı ve saldırgan tipler özenle seçilerek mason yapıldı.”
İhtilal öncesi Fransa’nın toplum yapısına göz attığımızda çok büyük eşitsizlikler görüyoruz. Nitekim bu eşitsizlikler masonlar tarafından ustaca değerlendirilmiştir. İhtilal öncesinde soylular ve papazlar sınıfı büyük imtiyazlara sahipti. Fransa Kralı XVI. Louis yaptırmış olduğu Versailles sarayında lüks içerisinde yaşıyor ve her türlü israfı yapmaktan geri kalmıyordu. Kilise, halkı sürekli taassup içinde tutuyor ve krala ihaneti en büyük suç sayıyordu. Ülke küçük derebeyliklere bölünmüştü ve ağır vergiler halkı iyice fakirleştirmişti. Köylüler çalışmak ve vergi vermekten başka hiçbir hakka sahip değillerdi. Ticaretle meşgul olan ve şehir merkezlerinde oturan burjuvalar ise aşırı zengin olmuşlardı.
Masonlar bu tabloyu fırsat bilip Fransız ihtilalinin altyapısını oluşturan anti-monarşik ve anti-Kiliseci düşünceleri yoğun şekilde yaydılar. Nitekim Fransa Büyük Şark Locası’nın 1971-1974 yılları arası Üstad-ı Azamlığını yapan Fred Zeller, hatıralarında devrim öncesi Masonik faaliyetlerden söyle söz ediyor:
“1789 devrim öncesi Fransa'sında masonlar, geleneklerle açıkça çatışan fikirlerle ihtirasla uğraştılar ve bunu loca haricinde de yaydılar... Voltaire'in ölümünden kısa süre önce üyeleri arasında devrin en meşhur filozoflarının yer aldığı Dokuz Kızkardeşler Locası'nın, mevcut düzeni yıkacak fikirlerin yayılmasında payı büyük oldu... Masonlar, yarım asır boyunca sabırla, yavas yavas devam eden bu gizli, yasak tartışmalarla, milli bilince yerleşik düzeni değiştirme ümit ve azmini aşıladılar.” (Fred Zeller, Hatıralar, sayfa 14-15.)
Bütün Avrupayı sarsan bu ihtilalin hazırlayıcılarından Montesqiue, La Fayetta, Mirabeau, Marat, Danton, Volter, J. J. Rousseau, Robespiyer, Diderof, d’Albert ve diğer isimlerin hepsinin mason olması Zeller’in sözlerini doğrulamaktadır.
“14 Temmuz 1789 günü patlak veren ihtilal 10 yıl sürdü. Kral ve kıraliçe idam edildi. Kilisenin mallarına el konuldu. "Hıristiyanlıktan Arındırma Yasası" kabul edildi. Bundan böyle devlet artık laik oldu. Takvim ve yılbaşı, hıristiyan kökenli oldukları gerekçesiyle değiştirildi. "Akıla tapınma" devletin resmi dini oldu. Hatta "Tanrıça Akıl" adına Paris'te resmi ve görkemli ayinler bile düzenlendi.
Masonlar, hanedandan ve kiliseden intikamlarını almışlardı; peki, bundan sonra neyle meşgul olacaklardı?
İlk Serbest Masonlar duvar örmedeki becerilerine göre çırak, kalfa, usta şeklinde üçlü derecelendirmeye tabiydiler. Ancak duvarcılığın yapılamaması ve masonların sayısını arttırmak için duvarcı olmayanların da localara kabul edilmesi, mason idarecileri farklı ve esrarengiz stratejilere yöneltti. Masonik dereceler 3'ten 33'e yükseltildi ve 4. ila 33. derecelere felsefi derece denildi. Yani, bundan böyle ilk üç dereceye giren Mavi Localar masonların avamına, diğer dereceleri içeren Kırmızı Localar masonların havassına ve 33. dereceden ancak bazı masonların girebildikleri Kara Loca da masonların hassülhavassına (yani kaymağın kaymağına) hitap edecektir. Ama bu kast sistemi, eşitlik ve demokrasiyi savunan masonluğun dejenere olmasının da bir göstergesidir.
Artık masonların değişmez idealleri de kalıplaşmıştır.
1) Masonluğun otoritesi hariç olmak üzere bütün şahsi otoritelere karşı savaş ve bunun doğal sonucu olarak da cumhuriyetçi idare sisteminin (masonların denetiminde kalması şartıyla) her ülkede hükümran olması,
2) Masonluğun oluşturduğu din hariç olmak üzere dini her otoriteye karşı savaş,
3) Büyük Fransız İhtilali'nden her yerde, özellikle de eğitimin her kademesinde hayranlıkla söz edilmesi,
4) Her konunun laiklik, akılcılık ve eşitlik ilkeleri içine alınmasının temini.
Tapınak Şövalyeleri tarikatı da, onun varisi olan Serbest ve Kabul Edilmiş Masonlar tarikatı da musevi-hıristiyan medeniyetinin bir ürünüydü ve geçmişlerine, tarihlerine yönelik efsaneler de doğal olarak bu medeniyetten doğdu. Örneğin masonluğun kökenini gizlemeye yönelik meşhur Hiram Usta Efsanesi gibi pek çok efsane Tevrat, Talmud, Kabala kökenli musevi unsurlar olarak masonluğa girdi. Ancak bunlara bakıp da masonluğun, yahudiliğin bir uydurması olduğunu söylemek hiç de isabetli değildir.
Başlangıçta, yani masonluk henüz üç derecelikken dini ritüellerin varlığından sözetmek mümkündü. Ancak 33. dereceden masonun 1) hiçbir dini inancı olmayan, ama 2) hangi itikat olursa olsun o itikadın samimi taraftarıymış gibi görünmesini beceren bir insan portresi çizmesi gerekmekteydi.” (Ahmed Yüksel Özemre; İlim, Din, Medeniyet (Düşünceler), Pınar Yayınları, İstanbul 2002”
2. Bölüm: Tanzimat Döneminde Mson Faaliyetleri
Ergenekon, Masonlar, Çerkesler -2-
Erol Karayel
“Ergenekon Terör Örgütünün” Çerkes STK’larına yönelik plan ve çalışmalarını konu aldığımız seri yazımızın giriş bölümünde, doğru bir analiz yapabilmek için örgütü tanımamız, hedef ve metotlarını iyi bilmemiz gerektiğini ifade etmiştik.
Bu maksatla, Ergenekon’un bugünden geçmişe uzanan ayak izlerini sürmüş, karşımıza ezoterik kökleriyle mason localarının çıktığını söylemiştik. Sonra da bulgularımızı geçmişten günümüze doğru kronolojik bir sırayla aktarmaya başlamıştık.
Yazımızın ikinci bölümünde ise bu uluslararası örgütün yaşadığımız topraklardaki faaliyet ve etkilerini ele alacağız. Konuyu bu kadar kapsamlı tutmamızın sebebi, daha da özetlememiz halinde Çerkes örgütlerinin nasıl bir teşkilat tarafından ”kancalanmaya” çalışıldığının tam anlaşılamayacak olmasıdır. Bu bölümde locaların Tanzimat dönemi sonuna kadarki (1876) faaliyetlerini mercek altına alacak, devamında ise Cumhuriyet dönemine kadar olan masonik aktiviteleri gözden geçireceğiz.
Örgütü bütün boyutlarıyla tanıdığımızda Çerkes camiasındaki bazı kişi ve kurumların duruş ve davranışlarının nasıl anlam kazandığını da hep beraber göreceğiz.
Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz.
OSMANLI'DA MASON FAALİYETLERİ
Fransa’dan İskoçya'ya kaçan Tapınakçılar tarafından bugünkü şekliyle örgütlenen masonluğun ilk yayılma alanı da İskoçya ve İngiltere oldu. Yüzyıllar boyunca yer altında faaliyet gösteren masonluk, İngiltere'de, dini otoriteye karşı giriştiği mücadeleden zaferle çıktığı kesinleşince, 1717 yılında "yer üstü"ne çıkarak varlığını tüm dünyaya duyurdu. Mason locaları bundan sonra Kıta Avrupası'nda da hızla gelişti.[1]
22 Ağustos 1703 Çarşamba günü tahta çıkan Sultan Üçüncü Ahmed'in saltanat yılları, Osmanlıdaki Batıcılık hareketinin başlaması ve masonluğun Osmanlıya da sızmaya başladığı tarihtir. Gözlerin Batı'ya çevrildiği ve yalnızca ordunun ıslahıyla Avrupa'nın tekniğine ulaşılacağının hayal edildiği süreç o tarihlerde başlamıştır. [2]
Masonluk Osmanlı’ya beşiği olan İngiltere’den geldi. İngiltere Mason Locası Maşrık–ı Azamı (Üstadı) Lord Montagu Osmanlı Başkentine Büyükelçi olarak atandığı yıllarda (1716–1718) İstanbul’da masonluğun temellerini atmıştır. [3]
Osmanlı Devleti sınırları içinde ilk mason locası ise Lale Devri’nin zevk çılgınlığı içerisinde kurulmuştur. 1721 yılında Galata’da, Arap Camii civarında[4] Fransız masonlarına bağlı olarak açılan bu ilk locayı, kendisine humbaracılar kuvveti (Topçu Birliği) meydana getirmek vazifesi verilmiş olan ve sonraları "Humbaracı Ahmet Paşa" (1675-1747) olarak anılacak olan Kont dö Bonval adlı Osmanlıya sığınmış bir Fransız faaliyete geçirmiştir. Kont dö Bonval pek çok gayrimüslimin yanı sıra bazı gafil Müslümanları da locaya kayda muvaffak olmuştur. Bunlar arasında bilâhare Sadaret (Başbakanlık) makamına kadar yükselebilen Yirmisekiz-zâde Mehmed Said Paşa, matbaayı getiren Macar dönmesi İbrahim Müteferrika da vardır. [5]
Bu loca 1748’de I. Mahmud tarafından kapattırılmış ve Masonluk da yasaklanmıştır.[6]
Mason locaları tekrar III. Selim'in saltanatı döneminde (1787-1807) ortaya çıkarak yaygınlaşmıştır.[7]
Humbaracı’nın Fransız masonlarına bağlı olarak açtığı bu ilk mason locasını, daha sonraki yıllarda İngiliz, İtalyan ve Polonyalılar hesabına kurulan diğer mason locaları takip etmiştir. [8]
Osmanlı İmparatorluğu'nda İngiltere Büyük Locası'na bağlı olarak kurulan ilk loca ise "Oriental Lodge"dur. İstanbul'da Hollanda Konsolosluğu'nun karşısında kurulduğu anlaşılan bu locanın kuruluş tarihi belli değilse de 1856 yılına kadar faaliyette kaldığı[9] bilinmektedir. Öte yandan, İskoçya locasından izin alınarak Halep ve İzmir'de;
Bu localara bağlı olarak Hama ve Humus'ta;
Cenevre büyük locasına bağlı olarak İstanbul'da;
1784'te Polonya locasına bağlı olarak yine İstanbul'da bir loca daha kurulmuştur.[10]
Masonik faaliyetler Tanzimat dönemine kadar yaklaşık 100 yıl süreyle çok sessiz ve yavaş sürmüştür. [11]
FRANSIZ İHTİLALİ
Birinci bölümde de ifade ettiğimiz gibi 1789 Fransız İhtilali mason organizasyonudur. Türk masonlarının yayın organı Mimar Sinan dergisi bunu açık biçimde söyle ifade etmektedir:
"1789 Fransız İhtilali mason düşünürler tarafından hazırlanmıştır. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik ilkesini benimseyen İnsan Hakları Beyannamesi, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot gibi üstadlarımızın ilham ve irşadlarıyla yayınlanmıştır."[12]
Yine diğer bir masonik kaynakta, “Fransız Devrimi'ni ateşleyen ayaklanmanın planının, 1782 yılında Wilhelmsbad'da toplanan Büyük Masonik Konvansiyon'da yapıldığı iddia edilmektedir. Konvansiyona katılanlar arasında devrimin önemli liderlerinden Comte de Mirabeau da vardı. Mirabeau, Fransa'ya döner dönmez Konvansiyon kararlarının detaylarını Fransız locaları içinde organize etti”[13] denilmektedir
FRANSIZ İHTİLALİNİN OSMANLIYA ETKİLERİ
Fransız İhtilali başladığında bu olayı Fransa’nın iç sorunu olarak gören Osmanlı Devleti’nde Avrupa ölçülerine göre bir adaletsizlik, eşitsizlik, siyasi ve sosyal bozukluk mevcut değildi. Bu dönemde Fransa’da Kral, kilise ve aristokrasinin halkı hiçe sayan iktidarı hüküm sürüyordu ve Osmanlı’da ise böyle bir manzara yoktu.[14]
Mason Organizasyonu “Fransız İhtilali’nin en önemli mesajı, milletlerin kendi kaderini kendisinin belirlemesi prensibinin uluslararası camiaya yerleşmesi oldu. Fransa’nın 1797’de Yedi Adalar’a el koyup Yunanlıları bağımsızlık için kışkırtmasıyla milliyetçilik prensibi ve ihtilalin önemi ancak anlaşılabildi. Osmanlı ülkesinde bu dönemde ihtilal yanlıları kahvehanelerde broşür dağıtıyor, hak, özgürlük ve eşitlik nutukları atıyorlardı.”[15]
Fransa, ihtilalden çok kısa bir süre sonra yayılmacı politikalar içerisine girdi. 1798’de Osmanlı ülkesi olan Mısır’ı işgal etti. Fransızlar gittikleri bütün yerlerde milliyetçilik akımlarını yayıyorlardı. Türkçe, Rumca, Ermenice’ye tercüme ettikleri milliyetçiliğe ve Cumhuriyete dair eserleri özel adamları Akdeniz adalarına gönderdi. Fransa’nın çabaları sonucu, önce Osmanlı milleti olan gayr-i müslim Hıristiyan teba, sonra da müslüman teba devlete karşı isyan etti. Fransızlar daha sonraları Cezayir’i işgal edip, bunun yanı sıra Mısır’da Kavalalı M. Ali Paşa’ya destek vererek, Vali’nin devletine karşı cephe almasına sağladılar.[16] Osmanlı ordusu Nizipte Kavalalı Mehmet Ali Paşa kuvvetlerine mağlup oldu. İki gün sonra da Kaptan-ı derya Fevzi Ahmet Paşa Osmanlı donanmasını Mısıra götürüp teslim etti.[17]
Rusya ise Balkanlarda Osmanlı aleyhine propaganda yaptığı gibi, Kırım’a girerek, Kırım’da yaşayan Türklere bağımsızlık vaad etmiş, girişmiş olduğu türlü entrikalarla Kırım’ı Osmanlı’dan ayırarak ilhak etmişti… [18]
Artık büyük devletler Osmanlı’nın içişlerine müdahale ediyor ve her taraftan Osmanlıyı çökertmeye çalışıyorlardı.
TANZİMAT DÖNEMİ
Osmanlıyı dağıtan uygulamaların tamamı devletin tepe noktalarına kadar sızan masonlardan geldi.
Babasının ölümü üzerine 16 yaşında tahta çıkmak durumunda kalan I. Abdülmecid’e tecrübesizliğinden istifade ederek 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı ilan ettirildi. Mason Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanan ve okunan, Osmanlı Devletinin yıkılma ve yok olma devrine açılmış bir gedik olan Tanzimat Fermanı devlete ve millete çok pahalıya mal oldu. [19]
Sultan Mahmut’un açtığı ileri medeniyet yolu üzerine engel olarak oturan Tanzimat adamları, Avrupa’nın ilmini ve tekniğini almak yerine sathî taklitler üzerinde durdular. Böylece ilim ve teknikte ilerleme durdu. Avrupa’nın yaşayışına hayran olarak yetişen yeni nesiller taklit modasına kurban gittiler. Memleket şartlarını ve ihtiyaçlarını anlamadan rejim davasına kapılan tanzimat devri adamları, mason localarının yönlendirmesiyle daha sonra ihtilalci olarak gayr-i müslimlerle birleşmiş ve buhranları artırarak, devleti sarsmaktan başka bir işe yaramamıştır.[20]
Tanzimat Fermanı, dört husus gerekçe gösterilerek ilan edilmişti:
- Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa meselesinde Avrupa'nın desteğini almak,
- Avrupa'nın Osmanlının iç işlerine karışmasını önlemek,
- Fransız ihtilalinin milliyetçilik etkisini azaltmak,
- Gayri Müslimleri devlete bağlamak. [21]
Ve bütün bu gerekçeleri oluşturan zaten masonlardı. İçerideki masonlar da bu gerekçelere istinaden Tanzimatı ilan ettiler.
1839 Tanzimat Fermanı Masonluğun Osmanlı topraklarında ilk ciddi çıkış denemesidir.[22] Belirttiğimiz gibi ilk mason locaları biraz daha gerilere gitmekle beraber pek etkili olamamış, iyi bir örgütlenme ve ciddi bir faaliyet içine girememişlerdir. Bu fermanı yayınlanmasından sonra İmparatorluğun yönetimine egemen olan masonlar, misyonları gereği modernleşmeyi dinden uzaklaşma şeklinde kurgulamış, şer’i hukuku dışlayarak sistemde boşluklar oluşturmak suretiyle planlı bir şekilde Osmanlı imparatorluğunun sonunu hazırlamışlardır.
Bir mason belgesinde Tanzimat şöyle ifade ediliyor: “Ruhunu Fransız Devrimi’nden alan Tanzimat Hareketi, o ruhun can damarı “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” ilkelerini, dinin ve otoritenin tek hâkimi olan Padişahın elinden söküp alamamıştır. Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik ilkeleri halk içindir; insanlar içindir. Ancak halkın bir kamuoyu oluşturabilmesi, o halka bu yolda öncülük edecek insanların varlığına bağlıdır. İşte bu insanlar nasıl Batı’da Masonlar olmuş ise, Osmanlıda da Masonlar olmuştur. Aydınlık Çağı’nı yaşamayan Osmanlıya geç de olsa bu çağı Masonlar yaşatmaya başlamıştır ”[23]
Tanzimat Dönemi, 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Şerif'inin okunmasıyla başlar,1876'da II. Abdülhamit'in tahta çıkması ve Meşrutiyet'in ilanıyla sona ermiş kabul edilir. Tanzimat çağının sadrazamlık(başbakanlık) yapan önde gelen üç siyasi lideri ise 1839-1855 döneminde Mustafa Reşit Paşa (1800-1858), 1850'lerin başından 1871'e kadar da Âli
Paşa(1815-1871) ve Keçecizade Fuat Paşa(1814-1868)'dır.[24] Ve ne tesadüftür(!) ki ülkeyi yöneten bu üç ünlü devlet adamı da loca mensubu birer masondur.
Bu dönemde masonluğun ön plana çıkardığı asıl kişi Tanzimat Fermanı'nın mimarı olarak bilinen Mustafa Reşit Paşa’ydı. Reşit Paşa Paris'te altı kez olağanüstü elçilik yapmış ve altı kez de sadrazamlık makamına gelmiştir.
Masonik kaynakların bildirdiğine göre, Mustafa Reşit Paşa, ilk kez Londra'da masonlarla bağlantı kurmuş ve 1830'lu yıllarda tekris edilerek (Erginleştirilerek) örgüte katılmıştır.[25]
Reşit Paşa İngiliz elçisi Lord Stratford Canning'in samimi dostuydu ve bu dostluk da İngiltere'de Masonluğa girdikleri günlerden başlıyordu.[26]
İngiliz Elçisi Lord Staratford’un Sultan Abdülmecid'le de arası çok iyiydi, hatta özel görüşmelerinde neredeyse tüm isteklerini Sultan'a söylüyor, kabul ettiriyordu. Salt elçi değil, Osmanlı hükümdarının koruyucu meleği idi sanki. Kabine atamalarında bile etkili oluyordu. İngiliz gazeteleri aynen şöyle yazmakta sakınca görmüyorlardı: Sultan demek İngiliz Elçisi demektir![27]
Bu dönemde Osmanlı tahtında devlet idaresinde tecrübesiz bir padişahın bulunmasını fırsat bilen İngilizler harekete geçerek, Osmanlı Devletine tam destek olmak vaadiyle mason Mustafa Reşit Paşayı sadrazamlığa(Başvekilliğe) getirtmişlerdir(1846). [28]
Mustafa Reşit Paşa'nın, ünlü ateist Fransız düşünür Auguste Comte ile kurduğu yakınlık da ilgi çekicidir. Ateizmin ve din aleyhtarlığının doruk noktasında olan Auguste Comte, Mustafa Reşit Paşa'yı etkisi altına almaya çalışmış, hatta bu yakınlık Padişahın Reşit Paşa'yı ilk Sadrazamlığı döneminde görevden almasına sebep olmuştur. Şu sözler Comt’un Reşit Paşaya söyledikleridir: “Osmanlılar yakın bir gelecekte Tanrı yerine hümaniteyi benimsemek sureti ile bu büyük gayenin hedefine en kısa yoldan ulaşacaklarını göreceklerdir."[29]
Pozitivizmi ve diğer her türlü materyalist felsefeyi bir din gibi benimseyen masonluk, bunları önce elitlere, sonra da onlar aracılığıyla kitlelere empoze etmek için sistemli bir mücadele yürütmüştür.[30]
Masonluğun Osmanlı ve Türkiye içindeki misyonunu da asıl olarak bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Örgüt, bir tür "dine karşı propaganda ve din ahlakına karşı mücadele" birliği gibi çalışmıştır.[31] Pozitivizmi ve diğer her türlü materyalist felsefeyi bir din gibi benimseyen masonluk, bunları önce elitlere, sonra da onlar aracılığıyla kitlelere empoze etmek için sistemli bir mücadele yürütmüştür.
Türkiye Masonlarının yayın organı Mimar Sinan Dergisi'ne göre “Türkiye tarihinin en büyük Başbakanı Mustafa Reşit Paşa”, ilerleyen yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünün öncüsü olacaktır.[32]
Yine Mimar Sinan dergisi, Mustafa Reşit Paşa'dan şöyle söz eder: "135 yıl önce Gülhane Meydanı'nda Hattı Hümayun'u tam bir cesaretle okuyarak insanlık ve millet yolunu aydınlatmak üzere yaktığı nurun aydınlığını hala görmekte olduğumuz büyük kardeşimiz Koca Reşit Paşa'nın hatırası önünde saygı ile eğiliyoruz." [33]
1839 dan 1856’ya kadar varılan batılılaşma süreci Osmanlıya sadece hesapsız borç getirdi. III. Selim, batı tarzı kalkınma modeli istemediğinden tek kuruş borç alamamıştı ama III. Selime verilmeyen borçlar, bu Tanzimat ricaline sebil edilmiştir.[34]
Mustafa Reşit Paşa ve yetiştirmelerinin, Osmanlı Devleti içinde kendilerinin yıllardır yapamadığı tahribatı kısa zamanda gerçekleştirdiğini gören İngilizler, Mısır meselesinin hallinden sonra Osmanlı Devletinin başına yeni gaileler açtırmakta gecikmediler. Mustafa Reşit Paşa, İngiliz ve Fransız desteğini alarak 4 Ekim 1853’te Rusyaya harp ilan etti. Ancak Osmanlı Devleti, Rusya ile savaş yaparken İngilizler, dünyadaki ikinci büyük İslam devleti olan Gürganiye Devletini yıktılar.
Hindistan, İngilizlerin sömürgesi durumuna geldi.[35]
Türkiye masonluğunun bu birinci döneminde Masonlukla ilgili gelişmelerin belirgin hal almasının Kırım Savaşı yıllarında olduğu kabul edilmektedir. 1853 yılında başlayan Kırım Savaşı'nda Osmanlı topraklarının çeşitli bölgelerinde bulunan Fransızlar, İngilizler ve Sardunya Krallığı emrindeki İtalyanlar birçok loca açmışlardı. Yasaklanmış olmasına rağmen birçok Müslüman asıllı Osmanlı vatandaşı bu localardaki toplantılara düzenli olarak katılmışlardı.[36]
1856 ISLAHAT FERMANI VE MASONLAR
Tüm planlar Osmanlı’yı parçalamak için yapılıyordu. 1839 yılındaki fermanın ardından, 28 Şubat 1856’da mason sadrazam Ali Paşa Osmanlı Devleti’nin başına büyük sıkıntılar açacak olan ve gayr-i müslimlerdeki istiklal ateşini körükleyecek olan Islahat Fermanı’nı yürürlüğe koydu.
“Kırım Harbinin son yıllarında hazırlanan Islahat Fermanı Paris Antlaşmasının imzalanmasından altı hafta önce bu tarihte, Bâb-ı Âlî’de bütün bakanlar, yüksek memurlar, şeyhülislâm, patrikler, hahambaşı ve cemaat ileri gelenleri önünde okunarak ilân edildi ve Paris Antlaşmasını hazırlayan devletlere bildirildi. Bilindiği gibi Kırım Harbi’nde, İngiltere, Fransa ve Avusturya Osmanlı İmparatorluğunu Rusya’ya karşı desteklemişti. 1856 Paris Konferansı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğunu Rusya’nın müdahalelerine karşı korumanın bedeli ve Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Devletleri ailesine katılmasının şartı olarak Avrupa Devletleri birtakım şartlar ileri sürdüler. Bu şartlar Islahat Fermanının esasları olarak Mason Ali Paşa ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri arasında kararlaştırılmıştı.”[37]
Bu ferman yayınlandığında, Fransız elçisi bile, “Osmanlı Devleti’nin bu kadar fedakarlıkta bulunacağını hiç ummuyorduk” diyerek hayretini ifade etmiştir.[38]
Nitekim fermanın ilanı üzerinden henüz bir yıl geçmeden ülkenin dört bir yanında isyanların patlak vermesi üzerine Ali paşa görevinden istifa etmek zorunda kalmıştır. Birbirlerine düşmanlık gösterilerinde bulunan, ancak Osmanlıyı batının kuklası yapmak gayesinde birleşen mason Mustafa Reşid ile mason Ali Paşa “biraderler”, oturdukları koltuğu nöbetleşe doldurarak devletin bu en önemli mevkiini ellerinde tuttular. [39]
Fermanın uygulaması pek çok yerde büyük tepki gördü. 1858’de Cidde’de ayaklanma baş gösterdi. Eflak, Boğdan ve Karadağ’da bağımsızlık hareketleri başladı.[40] Ali Paşanın bilhassa beşinci sadareti döneminde (1867) Belgrad’ı Sırplara teslim etmesi ve Girit’te hıyanet derecesine varan imtiyazları (ıslahat adı altında gerçekleştirerek adanın elden çıkmasına sebep olması), aleyhinde büyük bir infialin doğmasına sebep oldu. [41]
Osmanlı’nın 1856 Islahat Fermanıyla gayrimüslim tebaaya verdiği çok geniş haklara rağmen Avrupalı devletlerin isteklerinin ardı arkası kesilmek bilmedi.
Devletin içine düştüğü feci durum sebebiyle, üzüntüsünden tüberküloza yakalanan Sultan Abdülmecid 25 Haziran 1861'de vefat etti.
Sultan Abdülmecid devri, Sultan II. Mahmud’un açtığı yenileşme yolunun, Mason Reşit Paşa ve yetiştirmeleri eliyle bozulduğu ve Avrupa’nın her bakımdan taklide başlandığı bir devir olarak tarihe geçti.[42]
İngiliz Obediyansının dışında kurulan ilk yabancı “büyük loca” da Islahat fermanının hemen sonrasında 1857 yılında İzmir'de kurulan Grand Lodge de Turquie'dir. Fransa orijinli bu büyük locaya bağlı olarak her biri ayrı dilde faaliyet gösteren altı loca bulunuyordu. Türkçe olarak çalışan locanın adı "Orhaniye Locası"ydı. Türkiye'deki masonik yayınlar bu locayı ilk milli(!) Mason locası olarak kabul ederler.[43]
SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİNDE MASONLAR
Sultan Abdülmecid’in 25 Haziran 1861’de ölümü sonrasında tahta Abdulaziz Han çıktı. Sultan Abdulaziz'in tahta çıkması ile başlayan Avrupa ülkeleri ile iyi ilişkiler, masonlar için daha rahat faaliyet gösterebilme döneminin de başlangıcı oldu.
İlk resmi loca da 1861 yılında İstanbul’da Mısırlı Prens Abdulhalim Paşa tarafından kurulmuştur. Prens Abdulhalim masonluğa ilk olarak 1845 yılı civarlarında, Fransa’da Saint-Cyr’deki tahsîlini tamamlayıp memleketine döndüğünde intisâb etmişti. O sıralar Mısır tahtının meşrû vârisi idi.[44] Bu zatın iki oğlu Abbas Halim ve Said Halim Paşalar da masondu.
Prens Abdulhalim bu locaya Raşit Paşa, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa, Süleyman Paşa’yı da katmıştı. Sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, Berlin
Büyükelçisi Sadullah Paşa, o dönemin ünlü gazetecisi ve edebiyatçı Şinasi Bey gibi birçok yazar, devlet adamı, gazeteci ve zengin Osmanlı tüccarları bu locanın aktif üyeleriydi.
Bu sırada devletin durumu son derece karışıktı. Malî sıkıntı son haddinde idi. Karadağ, Hersek ve Girit’te büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Avrupa devletlerinin müdahalede bulunacaklarını anlayan Sultan Abdülaziz yayınladığı bir fermanla onların Tanzimat konusundaki endişelerini, nispeten, ortadan kaldırdı.
1862’de Karadağ bölgesinde çıkan isyanı serdar-ı ekrem Ömer Paşa kumandasında gönderdiği bir ordu ile anında bastırdı. Mısırda son yıllarda Osmanlı Devleti’ne karşı bağlılığın azaldığının farkında olan Sultan Abdülaziz, bu bölgeye bir seyahat düzenlemişti.[45] Mehmed Ali Paşa’nın büyük oğlu İsmail, Hidivlik verâset kânûnunun değiştirilmesi ve dolayısıyla da kendisi ve neslinin Mısır’ın hükümdarları olması husûsunda Abdülaziz’i iknâ etmeye muvaffâk oldu. Fakat Bu durum tabiî ki Prens Halîm’in bir sonraki Hidiv olma ümidlerini suya düşürdü. Bunun üzerine tahtı ele geçirmek amacıyla yeğeni İsmâil’e karşı siyâsî bir kampanya başlatmak için mason localarını kullanmaya karar verdi. Hem Fransız hem de İngiliz üstatlarıyla işbirliği yaparak, 1867’de Fransız te’sîrindeki Mısır Maşrıq-ı A’zamlığı’nın ve Mısır Bölge Maşrıq-ı A’zamlığı’nın da üstâd-ı a’zamı seçildi.[46] Böylece, Osmanlı devlet politikasını etkilemek için Masonluk’tan doğrudan yararlanma girişimleri çağı da başlamış oldu.[47]
YENİ OSMANLILAR
1865 yılında Masonların kontrolündeki Yeni (Genç)Osmanlılar hareketi ortaya çıktı.[48] Yeni Osmanlılar, “devletin mutlakıyetten (Padişahın kayıtsız şartsız hakimiyetinden) meşrutiyet yönetimine (yasama yetkilerinin halktan seçilmiş Mecliste olması) geçmesini, Fransa’da yayılan çağdaş fikir ve akımların, Osmanlı’da da uygulanmasını istemekteydiler.[49] Montesquieu ve Rousseau gibi Fransız devriminin kavramcılarını benimsemişlerdi. [50]
Genç Osmanlıların görüşleri Türk aydınları arasında da giderek yaygınlaştı. Yeni Osmanlılar Beyoğlu’nda Fransızca olarak yayınlanan Courrier d’Orient gazetesini ilgiyle izlemekteydiler. Gazetenin sahibi ve yazarı Jean Pietri ile yakın ilişki içindeydiler.[51]
Mason kaynakları Genç Osmanlıları şöyle anlatıyor: “Bütün Genç Osmanlıların hürriyetin insanın en doğal hakkı olduğu konusunda ve çeşitli edebi türlerde çok sayıda yazıları vardır. Kardeşimiz Şinasi’nin şiirleri ise, masonik alegoriden esinlenen ve zamana göre yürek isteyen dizelerle doludur.
Kardeşimiz Ziya Paşa’nın “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm” deyişi, toplumun kendi durumunun bir muhasebesini, bir sorgulamasını yapmayı başlatacaktır. Bu devirde, Batı Medeniyeti ile Osmanlı değerleri arasında en ayrıntılı karşılaştırmayı yapan Kardeşimiz Ahmet Mithat Efendi olmuştur. Onun gazete ve dergi makaleleri ve ders kitapları dışındaki yüzden fazla eseri arasında, bu sorunlardan söz etmediği kitabı hemen hemen yok gibidir.[52]
“1867 ile 1869 yılları arasında, Müslümanların git gide daha çok Masonluğa girdikleri görülüyor. Bunda, genç Fransız avukatı Louis Amiable'in etkisi de olsa gerek: Louis Amiable, 1863'te kurulup Fransa Maşrıkı Azamı'na bağlanan Doğu Birliği Locası'nın 1865'te başkanı olmuştu. Louis Amiable, Osmanlı toplumunun seçkinleri arasında yoğun bir üye kaydı kampanyası başlattı, başarılı oldu. Doğu Birliği'nin 1865'te sadece üç Türk üyesi varken, 1869'da, toplam yüz kırk üç üyenin elli üçü Türk’tür.”[53]
Hareketin gerek fikir ve gerekse gizli çalışma safhaları, örgüte mensup kişilerden bazılarının Avrupa’ya kaçarak orada yürüttükleri açık faaliyetler ve nihayet Meşrutiyetin kuruluşuna varan çeşitli çalışmalar 1876 yılına dek sürer. Yeni Osmanlılar, özellikle de Avrupa’da Genç Osmanlılar adı altında anılacaktır. “Yeni Osmanlılar ya da Genç Osmanlılar olarak anılan kişilerin çalışmalarının ruhu nereden kaynaklanıyordu? Bu bir avuç insanın hemen hemen hepsinin de Mason oluşu, ülkelerine yönelik bir davada bir araya gelerek kenetlenmeleri ve aydınlığı hedef alan mücadeleler içine girmeleri, yalnızca bir rastlantı olarak mı değerlendirilebilirdi?” sorusunun soran masonlar cevabını yine kendi web sitelerinde veriyor: “Hayır! Bunun bir rastlantı olmadığını yalnızca en iyi bilen ve hisseden değil, kesin olarak böyle olması gerektiğine inanan masonlardır.”[54]
"Peki İngiltere, Fransa ve Avrupa'daki diğer büyük mason locaları niye Osmanlı topraklarında loca açma gereksinimi duydu?
Çünkü, Osmanlı topraklarındaki çıkar paylaşımı bu birlikteliği doğurmuştur. Localara seçilen isimler de yetkin isimlerdir ve bu isimler iktidara getirilecek ve büyük localardakilere diyetler ödeyeceklerdi. Bu durumda alış veriş tamamlanacak mıydı? Hayır, devam edecek seçilen yetkinler iktidarda kalabilmek için diyet ödemeye devam edecekler. Bu diyetler bağlı oldukları büyük locaların çıkarları doğrultusunda imtiyazlar olarak ödenecek; içeridekiler bu işbirliği sayesinde gücü ve iktidarı paylaşırken, büyük locadakiler de çeşitli haklar ve imtiyazlar elde edecekti.[55]
Abdülaziz Han 21 Haziran 1867’de Fransa, İngiltere, Belçika, Prusya ve Avusturyayı içine alan bir geziye çıktı. Sultanın bu gezisi genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münasebetler iyileşti. Abdülaziz Han, gece gündüz çalışırken içte batı hayranı ve mason devlet adamları her türlü siyasi desiselerle nizam ve intizamın bozulmasına gayret sarf ediyorlardı. Hepsi mason olan Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Süavi gibi yazarlar halkı Padişaha karşı düşmanlığa teşvik ederken, Mütercim Rüştü, Hüseyin Avni ve Mithat paşalar da Padişahı devirmenin hesapları içerisindeydiler.[56] Mason kuşatması altında bulunan Abdulaziz’in Başyaveri Mehmed Rauf Paşa, Başmabeyincisi Namık Paşazade Hüseyin Cemil Paşa bile birer masondu. [57]
14 sene 11 ay beş gün tahtta kalan Sultan Abdülaziz bu süre içerisinde meşrutiyet fikrine başta sıcak baksa da, sonraları değişip bu fikri savunanlara karşı çıktı. Döneminin önde gelen masonları Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa ile padişahlığının ilk dönemlerinde sıcak ilişkiler kurduysa da bu şahısların gerçek yüzlerini gördükten sonra kendilerine karşı sertleşmiştir. [58]
Abdulaziz Han’ı kontrol altında tutan mason birader Sadrazam Ali Paşa’nın 1871 Eylül’ünde ölümü ve yerine yumuşak başlı Mahmut Nedim Paşa’nın sadrazamlığa gelmesi Masonlar’da endişe meydana getirdi. [59]
Bu arada 1 Temmuz 1872’de Hasköy’de, Osmanlı ülkesindeki ilk Mason mabedinin temeli atıldı.[60]
20 Ekim 1872’de Osmanlı saltanat ve hilafetinin veliahtı Şehzade Murad (V. Murad) Ziya Paşa’nın etkisiyle Proodos (Terakki) locasında tekris edilerek (erginliğin tescili) mason oldu.[61]
Bu dönemde, mason olmak giderek aydın ve entelekentelektüel olmakla eş değer kabul edilmeye başladı. Abdülmecid’in Murad dışında iki oğlu, Nureddin ve Kemaleddin de Masonluğa girdiler. Devlet Şurası Başkanı Edhem Paşa, Mısır Valisi Mehmed Ali'nin torunu ve Genç Osmanlılar hareketinin önderlerinden Prens Mustafa Fazıl Paşa,Hünkar Yaveri Mahmut Paşa, Mevlevi Şeyhi Ataullah Efendi, Polis Müdürü Said Mehmet, Müşir Fuad Paşa, Pertev Paşa, Raşit Paşa, Süleyman Paşa, Namık Kemal, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa, “Gafil ne bilür” diye başlayan mehter marşının şairi ve Kafkas Cephesi kahramanı Ahmet Muhtar Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Şeyhülislam Hayri Efendi, Müderris Mahmut Esad Efendi, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa, Sadrazam Ahmet Vefik Paşa, Sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, Berlin Büyük Elçisi Sadullah Paşa, Namık Kemal ve daha niceleri hep loca mensubu oldular.
Mütercim Rüştü, Hüseyin Avni ve Mithat paşa gibi gözlerini iktidar hırsı bürümüş mason devlet adamları, 1875’te patlak veren Bosna-Hersek isyanı ile ardından çıkan Rus harbini fırsat bildiler. [62]
Masonlar kendi yayın organlarında o günleri şöyle anlatıyor: “Genç Osmanlılarla daha örgütün kuruluş yıllarında ilişkide olan ünlü devlet adamı Kardeşimiz Mithat Paşa, yabancı devletlerin müdahalesini kaldırmak, Meşrutiyetin gerçekleşmesini hızlandırmak için daha fazla beklenilmemesi gerektiğine işaret eder. Osmanlının özellikle de Avrupa kısmında koşullar, gitgide güçleşmektedir. Devlet borçları 10 yılda 25 milyondan 250 milyona çıkmıştır. Meşrutiyetin önündeki engel padişahtır. Mithat Paşa bu sırada Kabineye memur edilir. Seraskerliğe Hüseyin Avni Paşa(mason), Şeyhülislâmlığa ise Hayrullah Efendi(mason) getirilmiştir.”[63] Mithat Paşa, döneminde birçok Yahudi ve masonu devlet içersine önemli makamlara getirmiştir.[64]
Ülkede “meşruti yönetimin gelmesini isteyenlerin” oluşturduğu özgürlük havası içerisinde Abdülaziz'in tahttan indirilmesi konusunda kamuoyu oluşturuldu. Mithat Paşa'nın kışkırtmaları sonucu üniversite öğrencileri 10 Mayıs 1876 tarihinde bir protesto yürüyüşü düzenler. Bundan bir süre sonra, 30 Mayıs 1876 salı günü sabaha doğru, saray Hüseyin Avni Paşa komutasındaki askerlerce basılır ve Sultan Abdülaziz kansız bir şekilde tahttan indirilir.
Avni Paşa üç gün sonra, güvenlik gerekçesiyle saray bahçesine yerleştirdiği adamlarına verdiği emirle, Sultanın bileklerini kestirerek öldürtür. Hadiseye intihar süsü verilmeye çalışılır. Sultanın cenazesi 5 Haziran 1876 günü babası Sultan II. Mahmud Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedilir.[65]
MASON KUKLASI ŞEHZADE V MURAT
Abdulaziz Han’ın ölümü sonrasında Şehzade Murat, şimdi İstanbul Üniversitesi olan o zamanki Harbiye Nezareti binasında tahta geçirilir. Tarih 30 Mayıs 1876’dır ve herkes mutludur. Nihayet Osmanlı için konuşulan o tüm güzel şeyler, tasarlanan reform hareketleri ve nihayet Meşrutiyet hazırlıkları gün ışığına çıkacak, insanlar özledikleri o aydınlık ve hür ortama kavuşacaklardır.[66]
Mithat Paşa, Anayasa Tasarısı’nı hazırlamak işini ele alır. Genç Osmanlılardan Namık Kemal ve Ziya Paşa gerekli tasarıyı hazırlayacak komisyona memur edilirler.[67]
Murat tahta çıkalı henüz dört gün olmuştur ki, Fer’iye Sarayı’nda kapalı tutulan eski Padişah Sultan Abdülaziz’in, bir makasla “kol damarlarını keserek intihar ettiği” haberi gelir. Murat bu habere kahrolur. Zaten nazik yapılı bünyesi, müthiş bir ruhi sarsıntıya uğramıştır. Bu bir intihar mıdır, yoksa cinayet mi? Murat gerçeği ancak Hüseyin Avni Paşa’nın söyleyebileceğini bilir ama ne yazık ki hemen ardından o da öldürülmüştür. Abdülaziz’in eşlerinden birinin kardeşi olan Çerkez Hasan Mithat Paşa’nın konağını basmış ve tabancasıyla içerde toplantı halinde bulunan kabine üyelerinden önüne gelenin üzerine ateş açmıştır. Bazı paşalar, muhafızlar ve hizmetkârlar hayatlarını kaybederler. Bu olay da onu çok hırpalar. Sultan Murat buhrana girer. 1 Temmuz 1876 günü Sırbistan ve Karadağ, Osmanlıya savaş açarlar. Zaten sarsılmış olan Kabine, açıklara yeni nazırlar getirerek, askeri harekâtı düzenlemek zorunda kalır. Bütün bu karmaşa içinde Murat iyice bunalmış, ruhi çöküntüye uğramıştır. Bu durumda tahta geçecek tek isim II. Abdülhamit’tir. Nitekim 31 Ağustos 1876’da Osmanlı tahtına çıkan Abdülhamit, top sesleri eşliğinde tebrikleri kabul edecektir. [68]
MASONLARIN YÖNETİMİNDEKİ TANZİMAT DÖNEMİ(1839-1876) NE GETİRDİ?
Gerek 1839 Tanzimat ve gerekse de 1856 Islahat fermanıyla devletin çöküşünün toplumsal ve ekonomik nedenleri araştırılmadan, bazı batı kuruluşlarını ve anlayışını devlete getirmekle devletin kurtarılabileceği dikte edilmiş; din, devlet ve toplum hayatından tamamen çıkartılmaya çalışılmıştır. Yayınlanan fermanlarla toplum ve devlette derin yarılmalar oluşmuş, İslami dünya görüşü ve bu anlayışla kurulan kuruluşların paralelinde bir de batı taklitçisi kuruluşlar türemiştir. Bu iki ayrı görüş ve kuruluşlar arasındaki çatışmalar sonucunda toplumun içinde daha büyük sorunlar çıkmış, çöküşü önleyeceği düşünülen ıslahat fermanları tam tersi yönde sonuçlar vermiştir.[69]
Masonların yönetimi ellerinde tuttukları bu dönemde “Batı'nın ekonomik desteğine, vereceği borçlara ihtiyaç duyan Osmanlı Devleti, bunları ancak batı devletlerine çeşitli imtiyazlar tanımak koşuluyla elde edebilmiştir. Bu imtiyazlar sayesinde Osmanlı
topraklarına giren yabancı sermaye ve yatırımları, sahip olduğu imkan ve güçle yerli sanayii büyük ölçüde öldürmüştür. Böylece Osmanlı Devleti yarı sömürge bir devlet haline gelmiş, bütün ekonomisi ve zenginlik kaynakları Batılı devletlerin eline geçmiştir.”[70] Müsebbibi şüphe yok ki mason yöneticilerdir.
Gelecek Bölüm: 1. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Masonlar
Masonlar, Ergenekon, Çerkesler -3-
Erol Karayel
Osmanlı Rus Savaşlarında Yahudi-Masonlar
İlk masonlarda Yahudi yoksa da, on sekizinci asırdan sonra Yahudiler masonluğa girmeğe ve orada müstesna mevkileri ele geçirmeğe muvaffak oldular. Farmasonluk Yahudiler için siyasi, sosyal ve kültürel davalarının tahakkukunda büyük bir vasıta oldu.[1] Viyanalı mahkeme reisi Holzinger, “Viyana’da her 100 mason arasında muhakkak ki 102 Yahudi vardır” [2] sözleriyle localardaki Yahudi yoğunluğuna nükteli bir şekilde dikkat çekmiştir.
19. yüzyılda, Osmanlı da, Çarlık Rusyası da Yahudilerin üzerine hesap yaptığı ve yönetimlerine müdahale ettiği ülkelerdir.
Peki, Yahudilerin Osmanlı ve Çarlık Rusyası ile ne alıp veremediği vardı?
“Çarlık Rusya'sında ortaçağdan beri Yahudilere karsı bir husumet mevcuttur. Ortodoks Hıristiyanlar, Yahudilerin İsa'nın düşmanı olduğuna ve bunların Hıristiyanları Yahudileştirmek istediklerine inanırlardı. Bu nedenle Çar, Hıristiyanlığın koruyucusu olarak Yahudi tüccarların topraklarına girmesine çoğu zaman izin vermezdi.
Polonya'nın büyük bir kısmının Rusya topraklarına katılmasıyla, burada bulunan büyük Yahudi nüfusu Rusya sınırları içerisinde kaldı. Yüz binlerce Yahudi'nin Rusya'nın yönetimi altına girmesi Rus Yöneticiler tarafından "Yahudi sorunu" olarak ele alındı.” [3]
1804 yılında I. Alexander, Yahudileri asimile etmek ve onların mallarına el koymak için bir girişimde bulundu. Bu dönemde Yahudiler kamu ve ekonomik hayattan dışlanırken, devlet okullarına da alınmadılar.
Bizim aşağıda ele alacağımız dönemi kapsayan 1880'li yıllara gelindiğinde Yahudiler ciddi surette dışlanmaya ve ayrımcılığa maruz kaldılar. 1881 yılında II.Alexander'ın bir suikasta kurban gitmesi ve bu olaydan Yahudilerin mesul tutulması üzerine Yahudileri hedefleyen yeni bir şiddet dalgası boy gösterdi. 1882 Mayıs Kanunu ile Yahudiler Anti−Semitik hareketlere maruz kalmaya başladılar. Sonuçta meydana gelen olaylar birçok Yahudi'nin malına ve canına mal oldu. Bu tarihlerde Yahudilere karsı girişilen boykot ve pogromlar neticesinde birçok Yahudi basta ABD olmak üzere çeşitli ülkelere göç etmiştir. 1882
tarihinde başlayan bu göç dalgasıyla 1914 tarihine gelinceye kadar 2 milyonun üzerinde Yahudi Rusya'yı terk etmiştir. [4]
Yahudilerin diğer toplumlar tarafından dışlanması Siyonist fikirlerin gelişimine sebep olmuştur. Siyonizm hareketi, aslında Avrupa'daki Yahudi düşmanı (antisemitist) hareketlere ve özellikle devletlerin Yahudiler üzerindeki baskılarına bir tepki olarak ortaya çıktı.[5] Siyonizmin ana hedefi de, dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış olan Yahudileri bir araya getirecek bir yurt bulmak ve böyle bir yurt üzerinde bir Yahudi devleti kurmaktı.[6]
Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Yahudilerin en önemlilerinden biri Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşayan Yasef Nasi’dir. “Osmanlı sarayında çok önemli görevlere ulaşmış Yasef Nasi siyasal siyonizmden 350 yıl önce İsrail ülkesinde özerk bir Yahudi kolonisi kurmayı tasarlamıştır.” [7]
Yasef Nasi, Tiberya'ya Sultan tarafından muhtariyet verileceğini umuyor, burada büyük bir Yahudi yerleşim merkezi kurma hayali besliyordu." [8]
"Nasi bütün Yahudileri, imtiyazını aldığı Tiberya'a göçe çağırdı."[9] "Yasef Nasi, Tiberya'nın etrafını kale duvarları ile çevirmiş, fakat yeterli sayıda Yahudiyi buraya toplayamamıştır. Bunun üzerine padişahtan Kıbrıs Krallığını istemiştir." [10]
19. Yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirilen Dünya Siyon liderleri toplantısında çeşitli tekliflerden sonra planlanan Yahudi devletinin Filistin toprakları üzerinde kurulması ve Yahudilerin gruplar halinde bu topraklara yerleştirilmesi için çalışılmasına karar verildi. [11]
Kendilerini Osmanlı topraklarında gayet rahat hisseden Yahudiler başlangıçta siyonizm hareketine fazla ilgi göstermediler. Hatta II. Abdülhamid, Rusya'da zulüm gören Yahudileri kabul ederek İstanbul ve Anadolu'ya yerleştirmiştir. [12] Ancak Siyonizm düşüncesini teşkilatlı bir şekilde sahneye çıkaran Yahudi önderleri, zaman içerisinde Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudilerin ileri gelenlerini de yanlarına alarak belirlemiş oldukları hedef doğrultusunda çalıştırmaya başlamışlardır. [13]
Siyonizmin belirlemiş olduğu hedefe ulaşılabilmesi için, ilk olarak Filistin topraklarını elinde tutan Osmanlı yönetimine yanaşılması yolu denendi. Aşağıda anlatılacağı gibi bu yoldaki bütün çabalar boşa çıktı ve Sultan II. Abdülhamid Siyonistlere hiçbir taviz vermedi. [14]
Siyonistler, Osmanlı'dan Filistin'de bir toprak koparma çabalarının tümünün başarısızlıkla sonuçlandığını görünce Osmanlı devletini yıkma girişimlerini başlattılar. İşte aşağıda bahsedeceğimiz İttihad ve Terakki Cemiyeti, Jöntürkler (Genç Osmanlılar) Hareketi hep Osmanlı devletini yıkma girişimlerinin ürünleridir. [15]
Yahudiler bu yapılanmaları oluşturmada ve yönetmede masonluğu taşeron olarak kullanmışlardır.
19. yüzyılın siyonist fikirlerin henüz programlı bir şekle dönüşmediği dönemlerinde, Yahudi diasporasının % 65’inin yaşadığı fakat Yahudileri baskı altında tutan Çarlık Rusyası ile “vaat edilmiş toprakları” elinde tutan ve Yahudi yerleşimine izin vermeyen Osmanlı imparatorluğu Yahudiler için “halledilmesi gereken problemler” durumundaydı.
Hem Osmanlı ve Rus ülkelerindeki iç karışıklıkların; hem de 1855 ve 1877’deki Osmanlı-Rus savaşlarının arkasında, Yahudiler, Yahudilerin kontrolündeki İngilizler ile Osmanlı ve Rusya’daki mason locaları vardır.
Nitekim Abdülhamit Han hatıralarında, “İngiltere, tıpkı Osmanlı ülkesinde yaptığı gibi, Rusya'da da Çar'ı meşrutî idareye zorlamak için ayaklanmalar düzenliyordu” [16] sözleriyle üzerlerine oynanan oyunu deşifre etmektedir.
Yunan Genelkurmay Başkanlığı’ndan Albay Leonidas Duvas tarafından kaleme alınan ve 11 Mart 1949 tarihinde “Gizlidir- Yalnızca Kurmay Subaylara Mahsustur” kaydıyla yayınlanan yüz yirmi sekiz sahifelik “İdimurgi Tu İslavo Komonistiku” adındaki eserin 15 ve 25’nci sahifeleri arasında yer alan bilgiler ilgi çekicidir:
“19’ncu asır yalnız Osmanlılar için değil bütün dünya milletleri için hengamelerle dolu bir asırdır. Yahudilerin ve uşakları Farmasonların devletleri teşkilatlandırdıkları, ihtilallere ve tedhişlere mali yardım yaptıkları dönemin başlangıcıdır bu asır...
Siyon liderleri bu asırda Filistin'e hakim olmak ve milli bir hükümet kurmak için azimli kararlar almışlardır. (Bu maksatla) Paris’te “Alliance Universelle Israelite - Dünya Yahudi Dayanışması” komitesi kurulmuştur. İlk hedefleri Osmanlı imparatorluğunu tarih sahnesinden silmektir. Bunu yapabilmek için de Osmanlı imparatorluğu’nun rakipleri olan Rus Çarlığı, Alman Kayzerliği ve Büyük Britanya imparatorluğunu, Osmanlılara karşı kışkırtmak ve aralarında mevcut olan istikrarlı siyaseti iptal etmek zaruri idi...” [17]
Yine Makedonya Halk Meclisi’nin 8/4/1954 Tarih ve 1180 sayılı kararıyla o günkü Yugoslavya Makedonyası’ndaki ilkokullarda okutulan Yordan Dimovski ile Spasef Cucek adlarındaki tarihçilerin kaleme aldığı tarih kitabındaki şu ifadeler de aydınlatıcıdır:
“Irk itibariyle Slav menşeinden olan halk topluluklarını, Slav Birliği fikri etrafında toplayıp, Slav birliğini tahakkuk ettirmek ve İslam alemini mütemadi surette bunaltmak için Hırvat papazlarından Georbio Kriyaniç (Slav alemine farmasonluğu sokan Yahudi asıllı 33 dereceli mason) 1654’de pan-Slavizm fikrini ortaya koymuştur. Denebilir ki, uyuşuk Slavlara yeni bir hareket bahşeden bu adam olmuştur. Georgia Kriyaniç, 1654’de Slav birliği fikrini va’z etmesine rağmen uzun müddet bu ideal ele alınmamıştır. Nihayet Çar I. Nikola, Moskova’da 1843’de Birinci Slav Birliği Kongresini toplamıştır. Çar Nikola’yı bu harekete sevk eden Osmanlı İmparatorluğu’ndaki siyasi, iktisadi, kültürel hareketlerdir. Sultan Abdulmecid tarafından “Gülhane”de ilan edilen ıslahatçı “Tanzimat-ı Hayriye Fermanı” biz balkanlardaki Slavlara geniş faaliyet imkanları bahşederken, Osmanlı İmparatorluğunu da nihai bir çöküşe sevk ediyordu.
Nihayet Çarlık şuna kani oldu ki, Slav birliği resmen ele alınmalıdır. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen parlamenter hareket arzusu, Osmanlı birliğini yıkacak ve Slav Birliği’ne Balkanlarda ve Kafkaslarda jeopolitik, jeo teknik tavizler verecektir. 1845’de Moskova Üniversitesi’nde Çarın resmi emriyle M. Soliev, Katkov, Khomyakov ve Aksakov (Bu Slav politikacılarının hepsi 33 dereceli masondur) adlarındaki Slav birliği mütefekkirlerince, hudutlara ilişkin plan ve projeler tanzim edilmeğe, bu fikirler münevverlere empoze edilmeğe başlandı.” [18]
Bir mason organizasyonu olan 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte milliyetçi duygular çok öne çıkarılmıştı. İslami esaslara göre yönetilen Osmanlının o tarihlere kadar milliyetçilikten kaynaklanan sorunları yoktu. Çünkü, yönetimin umdelerini koyan ve renkler ve ırklar üstü olan İslam; insan iradesi dışında ve yaratılıştan gelen, dolayısıyla idealize edilemeyecek farklılıklar olarak kabul ettiği renkler, ırklar veya benzer bütün farklılıkları, iman ve evrensel ahlaki değerler potasında eritiyor; bir değerler sistemi olarak birleştiriyordu. [19]
Farklılıklar hiçbir zaman şemsiye görevi gören ortak değerlerin önüne çıkmıyor; daha geri planda “ait olduğu çevrelerin bir değeri olarak” yaşıyor, varlığını sürdürüyordu.
Fransız ihtilali sonrasında Yahudiler ve taşeronu masonlar Osmanlı toplumundaki bu ahengi hedef aldılar. Milliyetçi refleksleri kışkırttılar. Meydana gelen istikrarsızlıklarından da kendi lehlerine sonuçlar devşirdiler.
Osmanlı Devleti'nin yönettiği topraklarda ilk milliyetçilik hareketleri, Balkanlar'ın Hıristiyan unsurlarında görülmüştür. [20]
Vatan, millet, hürriyet ve eşitlik gibi istismar edilen yüce kavramlar, klasik Osmanlı sistemini sarsmış, Batılı ülkelerin de yönlendirmeleri ile Hıristiyan unsurlar arasında milliyetçilik ve ayrılıkçılık hareketleri görülmüş, çözülme ilk olarak bu unsurlardan başlamıştır.
Osmanlının parçalanmasını hızlandıran kavmiyetçi hareketleri Yahudiler taşeronları masonlar üzerinden kışkırtmışlardır. Hatta daha sonra ele alacağımız gibi Türk milliyetçiliğinin teorisyenleri arasında önemli sayıda Yahudi dönmesi vardır. İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin "milli iktisat" politikasının teorisyeni, Cumhuriyet döneminde de CHP'nin ideologlarından olan Tekin Alp (Mois Kohen) bunlardan biridir. Pantürkist (aşırı Türkçü) olarak bilinen Tekin Alp (Mois Kohen), Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün sağ kolu durumundaydı.[21]
Bu ön bilgiden sonra Albay Leonidas Duvas’ın raporundan Yahudi ve masonların Rusya’daki faaliyetlerini okumaya devam edelim:
“Slavların Balkanlara, Ege’ye ve Akdeniz’e inebilmesi ve Akdeniz havzasına hakim olması için Osmanlı İmparatorluğunu ortadan kaldırmak İcab ediyordu... Çarlık tarafından Osmanlılara karşı vaki olan 1855 ve 1877—78 harpleri bu maksatla yapılmıştır. 1867’de
Moskova’da 33 dereceli Farmason Slav Yahudisi Panslavist Polit'in başkanlık ettiği Moskova’daki ikinci Slav Birliği Kongresi’ne Baltık, Kafkasya, Silezya ve Balkanlardan gelen 75 delege iştirak etmiştir ki, bunlardan 65’ini 33 dereceli Farmason Yahudiler teşkil ediyordu.” [22]
“Çarlığın “OHRANA” servisi ile Büyük Britanya’nın “Secret Intelligence Service (Gizli Haberalma Servisi)”i İstanbul, İzmir, Selanik, Manastır, Beyrut ve buna benzer vilayet merkezlerinde Farmason locaları açmış ve birçok gafil aydını milli menfaatleri aleyhine kullanmıştır. Biz Yunanlılar da İstanbul’daki “PRODOS” Farmason Locası’ndan, Balkan ve 1. Dünya Harbi yıllarında azami derecede istifade etmişizdir.” [23]
Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz Makedon tarihçiler ise şunları söylüyor: “Osmanlı İmparatorluğuna “Hasta Adam” teşhisi koyulduğunda, bu hasta adamı bir an evvel öldürmek lehimizde idi. Zira milli hedefimize vasıl olmak için yıllardan tasarruf yapmak zaruri idi. Bu zaruret İstanbul’daki Jön Türklerle, Çarlığın kıymetli sefiri İgnatyev ile sıkı bir surette işbirliğini elzem kıldı.” [24]
Sultan Aziz yıllarında İstanbul nezdinde sefirlikte temayüz eden Prens İgnatyef de 33 dereceli bir Farmason idi. [25]
Burada ismi geçen Nikolay Pavloviç İgnatyev 1864'te İstanbul'a büyükelçi olarak atanmıştı. Panslavizmden büyük ölçüde etkilenmiş olan İgnatyev bu görevi sırasında, Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyan Slavları kurtarmak umuduyla, özerk Sırbistan Prensliği'nin Osmanlılara karşı açtığı savaşı (1876-1877) ve Bulgarların başlattığı ayaklanmayı (1876) desteklemiştir. [26]
“Bu küstah Farmasonu adice hareketlere teşvik edenler İstanbul’daki Yahudi dönmeleriyle, jön Türk namındaki Masonlar olmuştu.” [27]
İgnatyev, Rusya'nın zaferiyle sonuçlanan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra imzalanan ve Rusya açısından daha olumsuz koşullar içeren Berlin Antlaşması'nın (1878) imzalanmasını engelleyemeyince istifa etmek zorunda kaldı ve Rusya’ya döndü. III. Aleksandr'ın tahta çıkmasından sonra, içişleri bakanlığına getirildi. Bu görevi sırasında Yahudilere karşı sürdürülen Pogrom'lara (Planlı katliamlar) (1881) göz yummasıyla dikkat çekti. [28]
Şüphe yok ki İgnatyev bu pogromlara kayıtsız kalmakla kendisine localardan verilen görevi yerine getiriyordu. Çünkü bu tür katliamlar Yahudiler arasında Siyonist fikirlerin gelişmesi ve Osmanlı elindeki Filistin topraklarına dönüş arzusunun artmasına katkı sağlıyordu.
“Birçok jön Türk OHRANA servisi tarafından maddeten takviye edilerek, İmparatorluğa karşı faaliyetleri artırıldı. Birçoklarının Avrupa’ya firar etmesine azami derecede yardım edildi. Böylelikle Osmanlı Birliği baltalanmış oldu…” [29]
“Osmanlı imparatorluğu günden güne mukadder akibeti olan çöküşe gidiyordu... Balkanlarda Orta Şark’ta, Anadolu’da imparatorluğun bütün vilayetlerinde yabancılara hizmeti mukaddes vazife olarak" kabul eden Farmasonlar tarafından localar kurulmuştu. Bu merkezlerin her biri gece gündüz hiç durmaksızın çalışıyor, huzur ve sükunu ihlal edici faaliyetlerini imparatorluğun en küçük kasabalarına kadar yayıyorlardı.” [30]
Bütün bu çalışmalar sonucu “1876 yılının Nisan ayında başlayan Bulgar İsyanları bütün Orta Dağ bölgesine yayılmıştı. Bu dönemde bölgeye Rusya tarafından Kafkasya'daki yurtlarından zorla atılmış birçok Kafkasyalı (Çerkes, Abaza, vs.) Müslüman yerleştirilmişti. Ruslar gibi Slav olan Bulgarlarla, Ruslardan büyük eziyet çekmiş Kafkasyalı Müslümanlar arasında karşılıklı katliamlar yaşandı. Osmanlılar bu isyanları kısa zamanda bastırdı. Ancak batı dünyasında Osmanlı Devleti'nin bu isyanların bastırılmasında kullandığı yöntemler büyük eleştirilere neden oldu. [31]
Bulgarların uğradığı katliamlar tek taraflı olarak yansıtıldı. Müslümanların uğradığı katliamlar ise göz ardı edildi.[32] İngiliz meclisinde eline Kuran-ı Kerim’i alarak "Bu kitap müslümanların elinde oldukça, biz onlara hakiki hakim olamayız. Ya bu kitabı müslümanların elinden almalıyız; ya da müslümanları ondan soğutmalıyız" [33] diyen İngiltere eski başbakanı William Ewart Gladstone (Yahudi), bilim adamı Charles Darwin (Yahudi), yazar Oscar Wilde(Mason) ve yazar Victor Hugo (Mason), İtalyan siyasetçi Giuseppe Garibaldi (Mason) gibi etkili kişiler Osmanlı Devleti aleyhinde tek taraflı yazılar yazarak Avrupa'da Bulgarların lehinde bir kamuoyu oluşmasını sağladılar.”[34]
II. Abdülhamid Döneminde Masonlar
Tüm bu kargaşanın ortasında, V. Murat’ın bunalıma girmesi II. Abdülhamid’in önünü açtı. Abdülhamid Han 31 Ağustos 1876’da, mason Mithat Paşa ve ekibine anayasayı ilân edeceğine dair söz vererek tahta çıktı.[35]
Abdülhamit'in cülusundan sonra, Abdülaziz Han’ı halleden ekibin başında yer alan mason Mithat Paşa, localardan aldığı gücü kullanarak ilk Osmanlı Kanun-ı Esasî'sini (anayasa) hazırlayan encümenin başına geçti. 17 Aralık 1876'da yine bir mason olan Rüştü Paşa’nın istifası üzerine de sadrazamlığa (başbakanlığa) atandı.[36]
Bu arada Balkanlardaki karışıklıklar üzerine İngiltere'nin öncülüğüyle İstanbul'da bir konferans toplanmasına karar verilmişti. Tersane Konferansı adıyla tarihe geçen ve 23 Aralık 1876'da gerçekleşen bu toplantıya Prusya, İngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devletleri katıldı. Osmanlı delegasyonu bu konferansta mason Sadrazam Mithat Paşa'nın önderliğinde bir heyetle temsil edildi. Osmanlı delegasyonu Avrupa devletlerinin önerdiği barış koşullarını reddederek, büyük bir felakete dönüşecek olan Osmanlı-Rus Savaşının yolunu açarken; tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamit'i de konferansın toplandığı gün (23 Aralık 1876) ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasi'yi ilan etmeye ikna ettiler. [37]
Mithat Paşa bütün istediklerini elde etmesine, yaptırmasına rağmen rahat durmuyordu. Abdülhamit Han hatıralarında Mithat paşa’nın densizliklerini anlatırken şunları söylüyor:
“Bu sıra devlet'in başında büyük gaileler vardı. Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydik. Ruslar, savaş açmak üzereydiler. Tersanede toplanan yabancı devletler Ruslarla birlik olmuş, Sırbistan ve Karadağ’a toprak verilmesini, Bulgaristan’a muhtariyet adı altında İstiklâl tanınmasını istiyorlardı. Girit karışıktı. İstanbul bile her gün yeni bir karışıklığa sahne oluyordu; Mithat Paşa takımının Fatih ve Beyazıt medreselerinden ayaklandırdığı çömezler, Saray kapısına kadar geliyor ve «Yaşasın Kanun-u Esasî, Yaşasın Mithat Paşa» diye bağırıyorlardı. «Kanun-u Esasi» çıktığına, Mithat Paşa Sadrazam olduğuna göre, bunlara ne gerek vardı? Her gün yeni bir fitne ortalığı altüst etmekteydi. Giderek Mithat Paşanın tutumu da bana güven vermemeğe başladı. Bu dönemde bir savaştan o kadar çekindiğim halde, adım adım savaşa gittiğimizi görüyordum. Tersanede toplanan büyük devletler Hariciye vekillerinin konferansı, Devletimize verilmiş bir ültimatomla son buldu. Ya dediklerini harfi harfine yapacak, ya da Rusya ile savaşta karşı karşıya kalacaktık. Mithat Paşa, İngilizlerle Fransızların bizimle birlik olacaklarını söylerken; İngiliz Hariciye Vekili Salsbery, elçilikten gönderdiği özel bir memurla bana, “Ruslarla savaşı kabul ettiğimiz takdirde, hiç bir yardımda bulunamayacaklarını” açıkça bildiriyordu.
İyice bunalmıştım, fakat sabrederek olayların önüne geçmeğe çalışıyordum. Mithat Paşa, büyük devletlerle uyuşmaya yanaşmıyordu. Heyeti Vekile'de büyük devletlerin tekliflerini red etmeyi kararlaştırdılar; Bu savaş demekti. Kendisini hemen Saray'a çağırttım ve böyle, vebali ağır bir kararı büyük devletlere bildirmeden önce, Devlet ileri gelenlerinden bir umumi meclis toplamasını kendisinden istedim, İsteksizce kabul etti ve böyle yaptı.
Öyle yaptı ama el altından da istediği kararı almak için hazırlıklar yapmayı ihmâl etmedi. Nitekim kendisinden sonra ilk sözü, emmim Abdülâziz’in Hâl'inde işbirliği yaptığı, eski Sadrâzam Mehmet Rüştü Paşa (Mason E.K.) aldı ve «Erbab-ı namus için tek yol vardır, ben konferans tekliflerinin katiyen reddedilmesine taraftarım» deyip çıktı.
Bir toplulukta, eski sadrâzam gibi bir devlet büyüğü işi kahramanlık edebiyatına dökerse, gerisinin nasıl sökün edeceği bellidir. Karar, Mithat Paşanın istediği gibi çıktı. Osmanlı Devleti böylece, savaş halinde olduğu Sırbistan ve Karadağ' dan başka, Rusya, İngiltere, Avusturya - Macaristan, Almanya, Fransa ve İtalya ile de savaş haline girmiş oldu.” [38]
Hatıralarının bir başka bölümünde de şunları söylüyor Sultan Abdülhamid:
“İngiltere, her türlü fitneyi, masonluk kanalından yürütmeğe devam ediyordu. Mithat Paşa, bir yandan Saray buhranı yaratmak, bir yandan ülkeyi savaşa sürüklemek felâketi içinde bulunması yetmiyormuş gibi, bir yandan da müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilâyetlere azınlıktan Valiler tâyin etmek, ordunun temeli olan Harbiye Mektebi'ne Rum talebe almak gibi akıl almaz işlere koşulmuştu. Bunlar, o gibi işlerdi ki, maazallah devleti temelinden yıkabilirdi. Ben bu kararnameleri imzalamadım. Bunun üzerine bana bir mektup gönderdi. Edeb'den ve edebiyat'dan uzak bu mektubunda hatırımda kaldığına göre «Kanun-u Esasî'yi ilândan maksadımız, Saray'ın istibdadına hâteme (son) vermek, zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmektir» diyordu. Bütün işlerimi bıraksam da Mithat Paşanın yanlışlarını düzeltmeğe çalışsam, bunu başaramayacağımı iyice anladım. Osmanlı mülkü temelinden sallanıyordu. Bütün bunların üstünde de
Sadrâzam'ın, ister masonluğundan gelsin, ister daha hususi sebeplerden gelsin, körü körüne İngilizlere bel bağladığını görüyordum. Artık duramazdım; Kanun-u Esasî'nin bana verdiği hakka dayanarak kendisini Sadrazamlıktan uzaklaştırdım ve sınır dışı ettirdim.” [39]
Sadrazamlığı iki ay bile sürmeyen fakat bu kadar kısa sürede ülkeyi savaş durumuna sokmayı beceren meşrutiyetin mimarı mason Mithat Paşa’nın sürgüne gidiş tarihi 5 Şubat 1877’dir.
Sadrazam Mithat Paşa masondu, kendinden önceki sadrazam Mehmet Rüştü Paşa da masondu, kendinden sonra göreve gelen İbrahim Ethem Paşa da mason oldu…
Hepsi de ya tam gafil, ya tam işbirlikçiydi.
Abdülhamid Han bu durumu yıllar sonra şu sözlerle ifade ediyor: “Ceddi Azizim Selim Han (Selim III) «Yabancıların elleri ciğerlerimin üstünde geziniyor, aman biz de yabancı devletlere elçi gönderelim ve onların ne yapmakta olduklarım bir an önce öğrenmeğe çalışalım» diye feryat etmişti. Ben bu yabancı elleri ciğerlerimin içinde duyuyordum. Sadrazamlarımı, vezirlerimi satın alıyorlar ve mülküme karşı kullanıyorlardı!” [40]
Meşrutiyet’in İlanı ve 93 Harbi
Kanuni Esasi’nin ilanından 4 ay sonra 19 Mart 1877'de Meclis-i Mebusan (seçilmişler) ve Âyan Meclisi (padişah tarafından atananlar) üyelerinden oluşan ilk meclis açıldı ve I. Meşrutiyet dönemi başladı. [41]
Balkanlardaki karışıklıklara İstanbul’daki toplantıda bir çözüm yolu bulunamaması üzerine Tersane Konferansı’na katılan devletler Londra`da bir araya gelerek, 31 Mart 1877`de Londra Protokolü`nü imzaladılar. İstanbul Tersane Konferansı`ndaki tekliflerin hemen hemen aynısı olan bu kararların 10 Nisan 1877'de Mithat Paşa’nın yerine gelen ve yine bir mason olan Sadrazam İbrahim Ethem Paşa hükümeti tarafından reddi üzerine harekete geçen Rusya, “Avrupa hukukunu ve imparatorluktaki Hıristiyanlar`ı savunma”[42] iddiasıyla 24 Nisan 1877`de Osmanlı İmparatorluğu`na savaş açtı. "93 Harbi" olarak bilinen ve Osmanlı kamuoyunun zafer bekleyerek girdiği savaşta Rus orduları, Balkan ve Tuna Orduları Başkomutanı mason Süleyman Paşa yönetimindeki Osmanlı Ordularını Balkanlarda; yine mason localarının kontrolü altına girmiş Bektaşi tekkesine mensup olan Ahmet Muhtar Paşa başkomutanlığındaki Osmanlı ordularını da Kafkas cephesinde bir dizi ağır yenilgiye uğratarak, doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamamı ile İstanbul surlarına kadar bütün Trakya'yı işgal etti. [43]
Bu savaş ortamında meclis de icrayı baskı altında tutmaya çalışıyordu. Düvel-i Muazzama'nın bu meclisin açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istedikleri belli olmuştu.
Azınlık milletvekillerinin her bir grubu arkasına bir Avrupa devletini alarak, üyesi olduğu kavmin bağımsız devletinin kararını çıkartmak için uğraşmaktaydı. 240 üyeden sadece 60-70 kadarının Türk asıllı olduğu düşünülürse, gayrimüslimlerin meclis üzerindeki etkileri daha iyi anlaşılabilir. [44]
Mebusan Meclisinde hükümetin politikalarına yöneltilen ağır eleştiriler ve oluşturulan baskı üzerine, Abdülhamid meclisi 18 Şubat 1878’de süresiz olarak kapattı.
Böylece Birinci Meşrutiyet sona erdi.
93 Harbinin Mesulü Masonlar
Osmanlı-Rus Savaşı 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos (Yeşilköy)'de karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları geri alındıysa da, Tersane Konferansı’nda Mithat Paşa’nın karşı çıktığı(!) kararlar bu sefer ağır bir yenilgi sonrası savaş tazminatıyla birlikte Osmanlıya yüklenmiş, Romanya ve Karadağ’a bağımsızlık verilirken, Bulgaristan’da da Almanya ve Avusturya himayesinde özerk bir prenslik oluşturulmuştu. [45]
II. Abdülhamid'in karşı olmasına rağmen mason Midhat Paşa, mason Damad Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen Osmanlı-Rus savaşı, Osmanlı Devletinin ağır yenilgisiyle sonuçlanmıştı.
Abdülhamid Han yıllar sonra yazdığı hatıralarında 93 harbini şöyle değerlendiriyor: “93 Muharebesi, içimde kırk yıl durmadan kanamış bir yaradır. Önlemek için çok uğraştım, muvaffak olamadım. Sonra kazanmak için didindim, gece uykularımdan, gündüz huzurumdan oldum, kazanamadım. Tarihin şaşırmadan karar verebileceği bir hadisedir bu... On binlerce okka evrak arşivlerdedir. Yazılmış sayısız kitap ortadadır. Bu savaşın içine zorla itilmiş bir Padişahın nasıl çırpındığını, tarih şaşırmadan yazacaktır. Bu sebeple müsterihim. (…)Mithat Paşa ve taraftarları — çok yanlış olarak — İngilizlere güvenip o kadar ileri gitmişler, öyle bir savaş tohumu serpmişlerdi ki, buna karşı durmak, neredeyse vatan hainliği haline gelmişti. Savaşı önleyemeyeceğimi anladıktan sonra, savaşa hazırlanmaya başladım.” [46]
Uzman tarihçiler mason paşaların ısrarı olmasa, “belki Karadağ`a biraz toprak verilip, ıslahat çalışmaları yapılarak barış sağlanabilirdi “ [47] dedikleri bir savaştır 93 harbi.
(93 Rus Harbinde Osmanlı'nın Plevne'deki kuvvetlerinin komutanı yine bir mason olan Gazi Osman Paşa idi. Gazi Osman Paşa'yı herkes Plevne fatihi olarak bilir. Bu masonluğu sebebi ile yapılan bir abartıdır. Çünkü Gazi Osman Paşa bir savunma savaşı verdi ve sonunda teslim oldu; hiçbir savaşını kazanamadı. Tutsaklıkla son bulan bir savunma savaşının, bir kalenin komutanıdır. Türk tarihini bilmeyen bir yabancı Gazi Osman Paşa
için yazılanları okuyacak olursa, Paşa'nın Plevne'de Rus kuvvetlerini bir meydan savaşıyla dağıtıp, Moskova önlerine varıp, Makedonya'yı kuşatmış bir fatih sanır.
Osman Paşa örneklemesi hiçbir meydan savaşı kazanmamış olan Kazım Karabekir Paşa için de geçerlidir. Gazi Osman Paşa ile Kazım Karabekir Paşa hangi meydan savaşını kazanmışlardır da bu yaygın ve belirli odaklar tarafından sürekli olarak beslenen abartılmış ünlerine kavuşmuşlardır? Hiçbir özellikleri yoktur. Her ikisinin de ortak özelliği Farmason olmalarıdır. Bu masonların başarı ile uyguladıkları bir yöntemdir; denetimleri altında olan sıradan bir gazeteci yazarı ya da politikacıyı hak etmediği biçimde varlıklı, ünlü kıldıktan sonra, onun mason olduğunu açıklar ya da dedikodusunu yayarlar ki kendi lehlerine bir etki doğursun.)[48]
Masonların İhtilal Girişimi ve Sıkıyönetim Devri
Bu arada Abdülhamid’in tahta geçmesinden sonraki gelişmelerden rahatsız olan İngiltere, Saray’da tutulan Mason V. Murat'ı Padişah; sürgünde bulunan Mason Mithat Paşa'yı da sadrazam yapmak istiyordu.
Genç Osmanlılardan mason Ali Suavi tarihe “Çırağan Baskını” olarak geçen başarısız darbe girişimini tezgahladı. 20 Mayıs 1878’de Çırağan sarayına 150’yi aşkın kişi ile yapılan ve 60 baskıncının ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe[49] Türk yakın tarihinde önemli bir rol oynayacak olan "masonik darbe" kavramının da ilk önemli örneğiydi. [50]
Genç Osmanlılardan mason Ali Suavi tarihe “Çırağan Baskını” olarak geçen başarısız darbe girişimini tezgahladı. 20 Mayıs 1878’de Çırağan sarayına 150’yi aşkın kişi ile yapılan ve 60 baskıncının ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe [49] Türk yakın tarihinde önemli bir rol oynayacak olan "masonik darbe" kavramının da ilk önemli örneğiydi.[50]
Diğer bir girişim de Cleanthi Scalieri tarafından olur. Ancak bu girişim de daha hazırlık aşamasındayken duyulur ve bastırılır. Şevket Süreyya Aydemir, Çırağan Vak’ası ve Scalieri olayı sanıklarının idama mahkûm olduklarını, ancak daha sonra idam kararının değiştirilerek, çeşitli yerlere kalebent olarak gönderildiklerini yazar. Scalieri’nin kaçarken bu komploya ait evrakı da beraber götürdüğünden ve bunlar üzerinde daha sonra bir yayın yapılmadığından, Scalieri olayının esasının ve mahiyetinin bir sır olarak kaldığından söz eder.[51]
Bu olaydan sonra II. Abdülhamid hafiye denilen gizli teşkilâtını kurarak idareyi daha sıkı ele aldı. 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatını kurdu. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Abdülhamid'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid'e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Abdülhamid Han hatıralarında bu durumu şu sözlerle ifade ediyor: “Evet, jurnal sistemini ben kurdum, ben idare ettim. Fakat vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimeti ile gırtlaklarına kadar dolu oldukları halde, Devletime ihanet edenleri tanımak, takip etmek için!.. Kendi devletini yıkmak, kendi Padişahının canına kast etmek karşılığı, yabancı devletten para alan Sadrâzamları gördükten sonra!...” [52]
Abdülhamid dağılmakta olan İmparatorluğu ayakta tutmak için yegane çözümün pan-İslamizm olduğunu görmüştü ve İmparatorluk bünyesindeki tüm Müslümanları İslam kimliği ile bir arada tutmayı hedefliyordu. Bu ise, Osmanlı'nın zaafiyetlerini İslam'ın kendisinde gören ve kurtuluşu Batı pozitivizmini ve sekülerizmini ithal etmekte bulan Jön Türkler açısından kabul edilemez bir durumdu. Bu muhalefet grubu, Abdülhamid'i ve onun İslam birliği amacını baltalamak için on yıllar süren bir çaba içine girdiler. Abdülhamid, karşısındaki bu masonik cephe ile sabırlı bir mücadele yürütmüştür. (Bu mücadele hiçbir zaman abartıldığı gibi "kanlı" değil, aksine son derece ılımlı yürütülmüş, rejim muhalifleri sadece sürgün edilmişlerdir.) Yıldız İstihbarat Teşkilatı da bu sebeple hayata geçmiştir.[53]
Bugün yapılan bütün eleştirilere rağmen Abdülhamid'in, devleti pıtrak dikeni gibi saran siyonistler ve batılı devletlerle işbirliği halinde olan masonlara karşı aldığı bu istihbarat tedbirleri Osmanlı Devleti'nin ömrünü 30-40 yıl daha uzattığında çoğunluk hemfikirdir.
Osmanlı Hazinesindeki Hortum: Galata Bankerleri
On altıncı yüzyılın başlarında Portekiz ve İspanya’dan sürülen Yahudiler, Osmanlı ülkesine yerleşerek İmparatorluğun ticaret ve para işlerinde söz sahibi olmaya başladılar. İstanbul ve diğer önemli liman olan Selanik, daha ziyade Yahudilerin hakim oldukları birer bankerlik merkezi haline geldi.
Tanzimatın ilanıyla azınlıklara tanınan imtiyazlar neticesinde Galata Bankerleri, faaliyetlerini genişletme ve imparatorluğun mali işlerini tamamen kontrol altına alma imkanı buldular. Galata Bankerlerinin Osmanlı İmparatorluğunda siyasi hayata da karıştıkları görülür.[54]
Tanzimat fermanını hayata geçiren mason Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın Yahudi Abraham Kamondo’yu kendine banker yapması bunlardan ilk örneği teşkil eder.[55]
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında dış ticaretin açık vermesi ve dolayısıyla kağıt paranın altın karşılığı olarak değerinin düşmesi, ithalatın güçleşmesine yol açmıştı. Bu dönemde Osmanlı Hükümeti ile anlaşan iki banker Fransız J.Alléon ve İtalyan Teodor Baltazzi (Baltacı olarak bilinir, Yahudi), kredi operasyonları ile ithalatı rahatlatmış ve bir yandan da Abdülmecid Han’ın güvenini kazanmışlardı. Hatta, bu iki banker kambiyo kurunu sabit tutmak amacıyla İstanbul Bankası adıyla bir banka da kurmuşlardı.
1877-78 Osmanlı-Rus Harbinde Galata Bankerleri, Osmanlı İmparatorluğuna kredi yardımında bulunmuşlardır. Bankerler, Rusların İstanbul’a girmeleri halinde bütün varlıklarının ve alacaklarının silinip gideceğinden endişe ederek bu işgali önlemek ve gerekli parayı bulmak için bütün servetlerini ortaya koymuşlardı. Bunun karşılığında da Osmanlı Devletinin gelirleri teminat gösterilmişti. [56]
Düyûnu umûmiye ve Siyonistler
Borç yükünün altından kalkılamayacak duruma gelmesi üzerine, 1881 senesinde mühim bir hadise vuku bulur. Borç-faiz sarmalına giren Osmanlının dış borçlarının ödenmesi için kurulan ve adına Düyûnu umûmiye (Bütün borçlar) denilen kuruluş teşekkül ettirilir. 1878 harbi sonrasında masraflar, daha önceki yâni Sultan Abdülmecid’le, Sultan Abdülaziz döneminin borçlanmalarına eklenince, borçlar, faizi, faizin faizi ile birlikte 252 milyon Osmanlı altını seviyesini çıkmıştı. Mâliye uzun zaman içinde olsa da, bu borcu tasfiye ede-cek duruma sahip değildi. Karşısında alacaklı olarak, İngiltere, Fransa ve de harp tazminatı alacaklısı Rusya durmaktaydı. Sultan Hamid Aralık 1881'de yayımladığı Kararname ile borçların tediye edilebilmesi için tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık sigara tekelleri ve imtiyaz sahibi olan bâzı eyâletlerin fiks olan vergilerini Düyunu Umûmiye'ye bıraktı. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar verdikleri borçları, muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun karşılığında 252 milyon altın borcun, 146 milyonu Türkiye lehine siliniyordu. Böylece ödenecek miktar 106 milyon Osmanlı altınına inmiş oluyordu.[57]
Abdülhamid Han’ın ustaca manevrasıyla yürürlüğe soktuğu 1881’deki bu Muharrem Kararnamesi ile hemen hemen bütün devlet gelirleri “Düyun-ı Umumiyye” yönetimine bırakılınca, Yahudilerin ağırlıkta oldukları Galata Bankerlerinin piyasası hemen hemen tamamen ortadan kalkmış oldu. Bunlardan bir kısmı memleketi terk etti, bir kısmı da hükümetle ve siyasetle ilgisi olmayan ticari faaliyetlere yönelmek zorunda kaldı.[58]
Siyonistler İşbaşında
Siyonizmin babası Thedor Herzl, Osmanlının bu borç yükünün altında ezilir halinden istifade etmek istedi.
Herzl, Sultan II. Abdülhamid’e giderek Filistin topraklarından yüksek ücretle arazi almak istediklerini ifade etti. Alınacak arazinin bedelinin peşin ödeneceğini, yanı sıra Osmanlı’nın mali yapısını da düzenleyeceklerini, onu Duyun-u Umumiye’den kurtaracaklarını ve dış dünyada Osmanlıya olan mali güvensizliği gidermek için çalışacaklarını ifade etti. Fakat Sultan'dan her görüşmede şiddeti daha da artan bir red cevabı aldı.[59] Bu talep ve buna verilen cevabın nelere mal olduğunu ileriki satırlarımızda göreceğiz.
Ama önce İttihat ve Terakki hareketinin Siyonist kontrolündeki mason localarının içine nasıl doğduğunu bir hatırlayalım.
Jön Türkler’den İttihat ve Terakki’ye
Avrupa'da Meşrutiyet ve Cumhuriyet idarelerinin kurulduğu, bu uğurda hükümdarlarla halkın mücadele ettiği devrede, Osmanlı’da da, memleketin kurtuluşunu meşruti idarede gören bazı gençler birleşerek Avrupalıların "Jön Türkler" veya "Genç Osmanlılar" dedikleri Yeni Osmanlılar Cemiyetini 1866'da daha Abdülaziz döneminde gizli bir teşkilat olarak kurmuşlardı. Başlıca üyeleri Mehmed Bey(mason), Reşat Bey(mason), Nuri Bey(mason),
Ayetullah Bey, Namık Kemal(mason), Refik Bey(mason), Ziya Paşa(mason), Ali Suavi(mason) ve Agah Efendi(mason) idi. Bu cemiyetin kurulduğu ortaya çıkınca da Mehmed Bey, Nuri Bey ve Reşat Bey Avrupa'ya kaçmışlardı.[60]
Yine bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi Mustafa Fazıl Paşa’yı bütün haklarından mahrum etmişti. İkbal küskünü olan bu paşa da, Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesilmişti. İntikam için, Jön Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük çapta destekledi. Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle, Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları çoğalıyordu. Jön Türkler bu yayınlarından, mükemmel bir fikir sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar. Fikirleri “Osmanlı Devletine meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupaî tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir. Ancak bunların sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar. Çoğu, ihtilâl ve kanlı mücadele istedi, bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü.
Abdülaziz’in Avrupa’yı ziyaretinden sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştı. Bir kısmı İstanbul’a dönüp Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldı. Bazıları da yayıncılık faaliyetlerine devam etti. Birinci Meşrutiyetin ilanı ile tekrar canlanan Jön Türkler (Yeni Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce, İkinci Abdülhamid Han tarafından kapatıldılar. Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti sona erdi.(1877)
Yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları sayıları yüze varan dergi ve gazete ile İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsında Devlete karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları Fransız ve İngiliz hükûmet çevrelerinden destek görmüşlerdi.[61]
Jön Türkler'in hemen hepsinin Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından paraca desteklendiği ve Fransız Mason Locaları'nda tekrîs edilmiş, Fransız İhtilâli'nin hayrânı kimseler oldukları bugün delilleriyle ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Masonluk İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Norveç ve İsveç krallarının zâten mason olmaları hasebiyle orada ihtilâlci uygulama bulamayacağını bildiğinden Jön Türkleri kendisi için nîmet bilip onlara Osmanlı'yı yıkmak üzere gerekli desteği sevinçle sağlamıştır.[62]
Jön Türkler daha teşkilatlanmaya gitmeden önce mason olmuşlardır. Araştırmacı Orhan Koloğlu bu konuda şunları söylüyor: “Önce, Ramsaur’un Masonluk’tan yararlanmanın Cemiyet’in kuruluşundan sonra düşünüldüğü fikrine katılmadığımıza işaret etmeliyiz… Vardığımız kanı, daha Cemiyet kurulmadan, masonluk içinde bunun fikriyatı yapılırken, localardan nasıl yararlanabileceği düşüncesinin belirmiş olduğu yolundadır. Cemiyete alınanla masonluğa alınan arasındaki farklar, giriş farklılıkları, Cemiyet’in karma yapısı (mason olan ve olmayan), gizli evrakın büyük bir güvence altına alınması, özellikle
Cemiyet’in bazı şubelerine hafiyelerin sızmasına karşılık bunların hiç tehlikeye düşmemesi, önceden tasarlanmış ve mükemmel bir örgütlenmenin gerçekleşmiş olduğunu gösteriyor. Bu da mason localarının görevlerinin önceden saptanmasıyla mümkündü.” [63]
Jön Türk hareketi ilerleyen yıllarda İttihat ve Terakki hareketine dönüşmeye başladı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ilk nüvesi 1889'da Askeri Tıbbiye Mektebi'nde kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı gizli örgütle oluşturuldu.[64] Bu örgütün kurucularının (İshak Sükûti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmed Reşid ve Hikmet Emin)[65] tamamı masondu.
Cemiyetteki teşkilatlanmadaki örneği de yüzyıl başında kurulmuş olan İtalyan Karborani pre-mason teşkilattır. 1889 öğretim yılından önceki devredeki yaz tatilinde İbrahim Temo, Napoli’de bir arkadaşıyla beraber bir Mason locasına gitmiş ve orada Karborani adlı örgütün teşkilatlanması hakkında bilgiler edinmişti.[66]
“Carborani; önce İtalya’da, sonra da Fransa’da siyasî bir program dahilinde kilise etkisini yok etmeyi, yeni bir yönetim kurmayı ve tüm toplumsal kurumları laikleştirmeyi hedefliyordu.” [67]
İlk dönemlerde “Terakki ve İttihat” adını taşıyan bu Jön Türk uzantısı teşkilat üzerinde Karborani etkisi, elemanların kodlanmalarında kesirli sayılar kullanılmasından da anlaşılır. Şöyle ki; her hücreye ve hücrelerdeki her üyeye birer sayı verilmektedir. Mesela, yedinci hücrenin dördüncü üyesi 7/4 olarak bilinmektedir. İbrahim Temo 1/1 numaralı üyedir. Böylece sadece kendi çevrelerindeki kimseleri tanırlar.[68]
“Cemiyete katılmak isteyen adaya, önce büyük bir sır açıklanacağı bildirilir ve güvenilirliği araştırıldıktan sonra yemin ettirilir. Bundan sonra, kabul safhası gelir. Üye adaylarının gözleri bağlanır, bilinmeyen bir odaya götürülür ve gözleri açıldığında aday kendini loş bir odada, kara maskeli üç yabancı karşısında bulur. Burada yemin eder, kılıca elini basar. Bu yeminde sırları gizleyeceği ve cemiyete ihanet edenleri, yakınları ve sevdikleri bile olsalar öldüreceği gibi hususlar vardır. Haberleşme kuryeler arasında sağlanır.
Görüldüğü gibi bu tür bir katılım töreni Mason localarına katılım törenini andırmaktadır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılırken edilen yeminde bulunan şu ibareler de dikkat çekicidir:
‘Şimdiki hükümetin zulüm pençesine düşerek tutuklandığım halde dahi yine namusum üzerine yemin ederim ki, etlerimi kemiklerimden ayıracak bir işkenceye maruz kalacak olsam da Cemiyetin sırlarını ve üyelerden hiçbirinin ismini haber vermeyeceğim. Şayet bu sözü vermeme rağmen hıyanet içinde olursam, alçaklık edenlere nerede bulunursa bulunsunlar takibe memur edilen Cemiyet zabıtaları tarafından ve Cemiyet tarafından verilecek idam cezasına karşılık şimdiden kanımı helal eylerim, vallahi ve billahi.’
Hareket, Askerî Tıbbiye öğrencileri arasında hızla yayılır. Kısa zamanda da İstanbul’daki diğer devlet okullarına süratle sızar.
1892 yılı içlerinde, yani kuruluştan üç yıl sonra II. Abdülhamit Cemiyetten haberdar olur. İlk olarak okul komutanı Ali Saip Paşa görevinden alınır. Birçok öğrenci sorguya çekilir, bir kısmı gözaltına alınır. Ayrıca olayları protesto eden öğrencilerden bazıları da tutuklanır.
Zamanla dernek, okul dışına taşar ve üye sayısı artar.
Okullardaki faaliyetler sürmektedir, fakat fişlenmiş olan kıdemli öğrenciler kurtuluşu yurtdışına çıkmakta bulmuşlardır. 1894-1895 yılları arasında yurtdışına kaçan öğrencilerin çoğu Paris’te örgütlenirler. Bunların arasında Selanikli Nazım gibi okulu ve örgütlenmeyi yürütenler de vardır
Bu arada, Ahmed Rıza isminde her yönüyle Batılı görünüşlü olan bir genç de Paris’e gelmiş, kısa bir sürede de İttihat ve Terakki’nin Paris şube başkanı olmuştur.”[69]
Mason olan Ahmet Rıza beyin önderliğindeki bu grup Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı örgütü kurdu ve 1895'ten itibaren Osmanlıca ve Fransızca yayımlanan Meşveret adlı gazeteyi çıkarmaya başladı
1896'da yapılan kongrede, daha liberal ve İngiliz yanlısı görüşleriyle tanınan liberal Mizan gazetesinin editörü Dağıstan doğumlu Mizancı Murat Bey cemiyet başkanlığına getirildi.[70]
“1896 sonbaharında Jön Türk liderlerinden geri kalanların hepsi Cenevre ve Paris gibi Avrupa merkezlerinde toplanmıştı.
Mizancı Murat Bey, Cemiyetin merkez komitesinden, faaliyetlerini Avrupa’da sürdürme emri almıştır. Böylece Avrupa’ya gelir gelmez, Mizancı Murat Bey, Ahmed Rıza aleyhtarı üyelerin başına geçmiş, İ.T. Cemiyeti Cenevre kolu başkanı seçilmiştir
Faaliyetler bu minvalde devam ederken, hiç beklenmedik bir gelişme olur: Avrupa’daki bütün İttihat ve Terakki mensupları Abdülhamit’e karşı savaştan vazgeçtiklerini açıklarlar.
Temelden bir yöntem değişikliğine karar vermişlerdir. Ülke içinde yasal yollardan mücadele etmenin tek çıkar yolu budur. Bu tür bir geri adım, İstanbul’daki faal üyelere büyük bir şaşkınlık verir.
1897 yılında Jön Türk hareketinin çökertilmesinde en büyük pay sahiplerinden biri Ahmed Celaleddin Paşa’dır. 1897 yılında Avrupa’ya gönderilen Ahmed Celaleddin Paşa, buradaki girişimleriyle cemiyeti pasifize etmeyi başarmıştır. Fakat cemiyet, Celaleddin Paşa’dan, Padişah’ın kendilerine bazı imtiyazlar tanıması için garanti istemiştir. Böylece
başta Mizancı Murat Bey olmak üzere mücadeleden vazgeçerler. Mizancı Murat Bey, Ağustos 1897’de İstanbul’a geri döner.
1897 yıkımı, örgüte büyük bir darbe vurur ve uzun süre kendine gelemez.”[71]
Siyonistler Atağa Geçiyor
“Padişahlık görevini yürüttüğü 33 sene boyunca masonlukla büyük mücadele veren Abdülhamid'e diğer bir tepki Siyonistlerden gelmişti. 1897 yılında ilk olarak siyasi bir yapıya sokulan Siyonizmin vazgeçilmez hedefi olan Yahudi devletinin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif edilmiştir:
"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat ırmağından Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ın izniyle Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak bastığınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tevrat, Tekvin Bölümü 12/25)
Siyonistler kendilerine Tevrat tarafından vaad edilen bu topraklara ulaşmak amacıyla 19. yüzyıl sonlarında resmi girişimlere başladılar.
1897’de toplanan 1. Siyonist Kongresi'nde Yahudi lider Theodor Herzl, Yahudi devletinin sınırlarını şöyle açıklamıştı:
Kuzey sınırımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar uzanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır. “
Basel'de yapılan ilk Siyonist kongrede çizilen hayali sınırlar Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunuyordu.
Theodor Herzl bu toprakları ele geçirmek için birçok kez İstanbul'a geldi. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik olarak zor durumda olduğu biliniyordu. Herzl, Sultan Abdülhamid'in bu zor durumundan yararlanarak Filistin'i para karşılığında ele geçirmek istiyordu. Fakat Abdülhamid'in tepkisi Theodor Herzl'in tahmin ettiği gibi olmadı.
Filistin topraklarına göz dikince 1893 yılında beş milyon altın teklif eden Siyonistler Sultan Abdülhamid'den olumsuz cevap almalarının yanı sıra saraydan kovulmuş ve çıkarılan bir fermanla Filistin'e yerleşmeleri yasaklanmıştır.” [72]
Sultan, Filistin'in tamamını arzı-i şahane ilan edip, bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin'de vazifelendirdi. Kafkas ve Balkanlardan gelen bir kısım Müslümanları da Filistin'e yerleştirdi. [73]
Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine Yahudilerin tek çıkış yolu onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı. Herzl "Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz" diyordu. Bunun için de ilk hedef Abdülhamid'in tahttan
indirilmesiydi. Siyonistlerin Abdülhamid'e karşı mücadelesi de böyle başlamış oluyordu... [74]
Siyonist Konferansı’nda 3 önemli karar alınır:
- Sultan II. Abdülhamid en kısa zamanda tahtından indirilecek.
- Osmanlı Devleti yıkılacak
- 100 sene içerisinde Türkler (Müslümanlar) bütün idari mekanizmalardan uzaklaştırılacak, yani İslam yok edilecek.[75]
Siyonistler Abdülhamit’i tahttan indirme istikâmetinde hareket ederek, İttihatçıların başlattığı muhalif cereyanı bütün güçleriyle sonuna kadar desteklemiş ve bilhassa da Mason örgütleri aracılığıyla onlarla açık bir işbirliğine girmişlerdir. [76]
Basel’de yapılan istişarelerde Sultan II. Abdülhamid’in Tahttan indirilmesi ve Osmanlı’nın yıkılması projesinin yürütücüsü olarak, İtalyan Mason Locaları Üstad-ı Azam’ı Yahudi Emanuele Carasso (Emanuel Karasu) seçildi.
Carasso bu görevi aldığı zaman önce Selanik’e yerleşti. Çünkü incelemelerinin sonunda, orada İspanya’dan gelen ve çoğu Yahudilikten dönme olan insanlarla bu işi yürütebileceği kanaatine ulaşmıştır. Emanuele Carasso ortama uyarak, Emin Karasu ismini aldı. Bu işleri başarmak için öncelikle Selanik’te mason locası açtı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurdu. Bölgedeki bütün tanınmış insanları, bürokratları ve devlet erkanını kandırarak hem mason yaptı, hem de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yerleştirdi.
O sıralarda Osmanlı’nın iç problemleri had safhadaydı. Basın yayının çoğu dönmelerin ve Yahudilerin elindeydi. Bunlar, Emanuele Carasso’ya yardım olsun diye İttihat ve Terakki Cemiyetini Osmanlı’nın kurtuluş reçetesi gibi gösteriyorlardı. Bu sebeple birçok Osmanlı aydını da ilk zamanları bu cemiyete üye olmuşlar ancak daha sonra “Yahudi oyununu” fark ederek cemiyeti terk etmişlerdir.[77]
II. Abdülhamid Han masonluğun ve ardından gelen Siyonizm tehlikesinin farkında olarak, mümkün mertebe faaliyetleri takip ettirip, tahribatına mani olmaya çalışıyordu.
Örneğin, 1861 yılında okumuş Ermeniler tarafından Fransız büyük Maşrık'ına bağlı olarak İstanbul'da kurulan mason locası Ser (Ermenice sevgi demek) Mahfil'in tarihimizde büyük bir rolü vardır. Sadrazam Mithat Paşa, Sadullah Paşa, Namık Kemal, Şair Ziya Paşa, Şinasi, Ali Suavi ile Ali Haydar Bey hep bu mahfilin mensubu birer önlüklü masondular. Bu Ser locası Sultan Abdülhamid'in baskısına dayanamayarak 1892'de kapanmıştı. [78]
Balkanlar Karışıyor
Arz-ı Mevud’u hedef seçerek bütün kollardan harekete geçen Siyonistler Balkanları da karıştırdı... Sırp ve Bulgar çetelerini Osmanlıya karşı örgütleyip saldırttılar.
Yunanlı Albay Leonidas Duvas’ın yukarıda bahsettiğimiz raporundaki şu ifadeler oldukça açıklayıcıdır:
“Teodor Herzl, Çarlığın “OHRANA” servisi vasitasiyle Makedonya’da 1893’de 23 dereceli Farmasonlardan GÖÇE DELÇEF'in delaletiyle “V.M.R.O” (Viteşna Makedonska-i Odrinska Revolütsionna Organizatsiya) namında Balkanların en müessir anarşist teşkilâtını kurmaya muvaffak oldu, “V.M.R.O.” komitesi müstakil bir “Balkan Makedonya hükümeti” teşkil etmek gayesiyle kurulmuştu. Mezkûr komitenin liderliğini yıllarca Göçe Delçef yapmıştır. 1903’te Makedonya’da vücuda getirdiği ihtilâlde muvaffak olamamış ve Türk zabitleri tarafından öldürülmüştür.
Göçe Delçef Türkler tarafından öldürülünce yerine yine 33 dereceli Farmasonlardan DAMYAN GURİYEF geçmiş ve arkadaşının intikamını almak için 2 Ağustos 1903’te ikinci bir ihtilâl hareketi tertip etmiştir. Anarşistler bir müddet için Makedonya’nın dağlık bölgelerine hâkim olmuşlar ve Kuruşova kasabasında müstakil bir Makedonya hükümeti kurmuş ve başta başvekilleri 33 dereceli Farmason Nikola Karev olduğu halde, Kuruşova’daki «Ayı taş» mevkiinde üç bine yakın ihtilâlciyi müsademede kaybederek geçici bir zaman için tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
Balkanlarda, Osmanlı Türk İmparatorluğunakarşı vakî olan tedhiş, terör, katliâm ve mahallî isyan hareketleriyle Pan Slavist hareketleri tanınmış Siyonistler dikte etmişlerdir. Balkanlarda, tarihte ilk defa Pan-Slavist doktrini tanzim edip tatbiki cihetine giden 33 dereceli Farmason Papaz GİYAVON KAVİÇ'dir. Balkanlarda “Slav Birliği” teorisi meşhur Farmason Slav papazı tarafından 1894’te va’z edilmiştir.
Siyonizm çok eski tarihî bîr nazariye olmakla beraber, metodlu faaliyetini sahneye, İkinci Sultan Abdülhamid'in saltanatta bulunduğu yıllarda koymuştur. İkinci Sultan Abdülhamid yılları, anarşistlerin, yer yer Yahudiler ve Farmasonlar tarafından teşkilâtlandırıldıkları yıllardır. Paris, Viyana, Londra ve Moskova’daki Farmasonlar, Balkanlardan ve Rumeli’den daha kat'î bir sonuç almak için, yeni yeni teşkilâtlar kuruyorlar. Bu meyanda 33 dereceli Farmason YANİ SANDASKİ’nin kurmuş ve yıllarca başında bulunmuş olduğu “İLİDEN” teşkilâtı da diğer teşkilâtlar gibi Türkleri yıllarca taciz etmiştir. Mamafih Nevyork’taki «B'nai B'rith» Siyonist konseyinin yine Makedonya’da kurduğu Varnalı felsefe doktoru 33 dereceli Farmason Federaliç’in “Federalist” komitesi de Türklere oldukça zayiat verdirmiştir.
Mezkûr yıllarda Bulgar erkânı harbiyesinin Makedonya’ya gönderdiği Farmason komitacılardan ve subaylardan Borides Sarafof, Mihailoviski ile Yahkof çok korkunç teşkilât vücuda getirmekle temayüz etmişlerdi.
İkinci Sultan Abdülhamid Han, yalnız hayalperest Jön Türklerle değil; Balkanlardaki yüzlerce anarşist teşkilâtının mensupları, yüzlerce komitacı ile Çarlığın kışkırttığı Slavcılarla zarurî bir mücadelede idi. Karşısında Farmasonların ve Yahudilerin idare etmekte oldukları “Entellijans Servisi” ile “OHRANA”nın binlerce tecrübeli casusu
İmparatorluğun vilâyetlerini için için kaynaştırıyor ve Meşrutiyet hareketiyle millî muhtariyet ve arkasından mutlak bir istiklâl elde etmek istiyorlardı.” [79]
Jön Türkler Tekrar Canlanıyor
Bu arada, Jön Türk hareketinin yeniden canlanması, 1899’da Damat Mahmut Paşa’nın iki oğluyla birlikte Paris’e gelmesi ile olmuştur.[80] II. Abdülhamid’in eniştesi olan Damat Mahmut (muhtemelen masondur), Bağdat Demiryolu imtiyazını İngilizlere söz verdiği halde Sultanın bu imtiyazı Almanlara vermesi üzerine darılıp oğulları Prens Sebahattin ile Prens Lütfullah’ı aldığı gibi Paris’e gelir.[81]
“Çok geçmeden Damat Mahmut Paşa’nın ölmesi sonrasında oğlu Prens Sabahaddin(mason), Avrupa’nın değişik ülkelerinde bulunan Jön Türklerin bir araya getirilerek Paris’te bir kongre toplanmasını teklif eder. 1902’de ilk Jön Türk Kongresi yapılır.
Bu toplantılarda genel olarak iki görüş ortaya çıkar:
-Birincisi, sadece yayın yoluyla ve propagandayla devrimin yapılamayacağıdır. Devrimi kendi yöntemlerine uygun olarak yürütebilmek için askerî kuvvetleri de devrim çalışmalarına katmak gerekmektedir.
-İkincisi, devrimi gerçekleştirebilmek için yabancı devletlerin yardımını sağlamak zaruridir. Bu öneri daha çok azınlık temsilcilerince yapılmıştır.
İki öneri de kongrede kabul edilmişse de, mason Ahmed Rıza ve ekibi yabancı devletlerin işe karıştırılmasına kesinlikle karşı çıkarlar. Bu yüzden Jön Türk Kongresi onları birleştireceğine ikiye böler. İki grup arasında tam bir rekabet başlar.
Ahmed Rıza pozitivist ve Türkçü iken; Prens Sabahaddin ve çevresi adem-i merkeziyetçi, liberal ve bireyci görüşlere sahiptir.
1906... Bu yıldan sonra Abdülhamit idaresine karşı yürütülen muhalefet iyice şiddetlenir.
Bu yılın Eylül ayında yedisi subay, üçü sivil on memur “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”ni kurarlar. İçlerinde Enver, Talat ve Cemal Paşaların da bulunduğu subayların büyük bir çoğunluğu bu cemiyete üye olurlar. 1908 darbesini asıl gerçekleştirecek olanlar, bu cemiyetin kadrosunda bulunan genç subaylardır.”[82]
Mustafa Kemal de İttihat Terakki’ye Dahil Oluyor
Bu dönemde kurulmuş olan bir başka örgüt de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Yafa ve Kudüs’te kurdukları “Vatan Cemiyeti”dir. Bu cemiyetin üyelerinin büyük bir çoğunluğunu, Doğu Akdeniz’deki 5. Ordu subayları teşkil etmektedir.
Fakat üyeler, teşkilatın daha uygun bir yere taşınmasını düşünürler. Sonunda Selanik şehrinde karar kılınır. Burası kozmopolit bir yerleşim bölgesidir. Halkın çoğu Yahudi dönmesidir ve Masonluk burada çok yaygındır.
Bu iş için Selanik’e giden Mustafa Kemal 4 ay boyunca raporlar alır. Bu dört ay, Selanik’te faaliyetler içinde geçer, yeni subayların teşkilata kazandırılması çalışmaları yapılır,
Selanik’te bir komite oluşturulduktan sonra Mustafa Kemal, Yafa’da aldığı görevin başına döner. Bunun ardından, tarihler 1907’yi gösterirken Mustafa Kemal tayinini Selanik’e aldırır ve 1908 ihtilalini hazırlayacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti 3. Ordu’yla temasa geçtiğinde de bu cemiyete üye olur.”[83] Mustafa Kemal Şubat 1907'de cemiyete üye olmuş, 22 Eylül 1909 tarihinde Trablusgarp delegesi olarak cemiyetin genel kongresine katılmıştır.[84] Diğerleri gibi Mustafa Kemal’de bir masondur.[85] Bu hususu yazımızın 4. bölümünde geniş şekilde ele alacağız.
1907 Eylül'ünde Paris'te yapılan ikinci Jöntürk Kongresi'nde Jöntürk hareketi İttihat ve Terakki Komitesi adını alır. Teşkilat, Vatan ile bazı başka muhalif grupları da bünyesine katar. 1907'de toplanan II. Jön Türk Kongresi'ne tüm muhalif gruplarla birlikte Taşnaksutyun adıyla bilinen Ermeni Devrimci Federasyonu da katıldı. Bu kongrede, II. Abdülhamit yönetimine karşı bir ihtilal örgütlenmesi kararı alındı.[86]
Jön Türklerin İki Üssü Paris ve Selanik
Paris’teki Jöntürklerin, buradaki Mason localarına gittikleri bilinmektedir. Mustafa Turan bu bilgilere destek vererek, Paris ve Cenevre’deki Jöntürkler’in Fransa Maşrık-ı Âzamının himayesi altına girdiklerini yazmaktadır.[87]
Abdülhamid Han da bu konudaki tespitini şöyle ifade ediyor: “Ahmet Celalettin Paşa'nın Mısır'da Ali Kemal Bey'den aldığı bir mektubu görmüştüm. Bu mektup her halde Yıldız evrakı arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu mektupta Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sükuti, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım, Dr. İbrahim Temo'nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu locaların yardımı ile yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu localar eliyle para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını gönderiyordu.
Avrupa'da, Mısır'da çeşitli namlar altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha önce de söylediğim gibi, memlekete ciddi bir zarar vermediler. Fakat Mason Locaları, bütün takiplerimize rağmen, «İttihat ve Terakki»ye bağlı subayları harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak haline geldiler. İşte Jön Türk'ler ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin hikâyesi de budur.” [88]
Bunları idare eden İngiliz Masonluğunun Fransız kanadı, Osmanlıyı yıkmak için herşeyi yapıyordu. Dönmelerin hakim olduğu Selanik'te teşkilatlandılar. Dörtlü bir slogan buldular. Bu sloganlar Fransız ihtilalini yapan Masonların sözleri idi: "Hürriyet, müsavat, uhuvvet ve adalet", yani Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet... Sloganlarını da Fransızca
yazdılar. Liberte, Egalite, Fraternite ve Justice... Meşrutiyet yerine de Constitution (yapı, bina) kullandılar. Çünkü bu kelimeleri kullanmakla münevver(!) oluyorlardı. Bu duyguları istismar ettiler.[89]
“Jöntürkler Selanik’te bulunan ve kapitülasyonlar nedeniyle dokunulmazlıklara sahip olan İtalyan, İspanyol ve Fransız localarının bulunduğu mekânlarda toplantılarını rahatça yapmaktaydılar ve bu localara kayıt olmakla II. Abdülhamid karşısında güvenliklerini daha da artırmaktaydılar. Dönemin şahitlerinden Kâzım Nâmi de benzer şekilde, locaların hareket için ne kadar önemli olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Mason locası, toplantılarımızı gizlemeye vesile oluyordu.”
Yine aynı şekilde Makedonya’da birçok kazada kaymakamlık yapan ve Jöntürk Hareketi’ne mensup olan Süleyman Kâni de Selanik’te Masonlar’ın harekete yaptıkları yardımlardan bahsetmektedir.
Benzer bilgileri Tahsin Paşa da hatıratında vermektedir. Tahsin Paşa’nın yazdığına göre, “Selanik’te mason cemiyetine mensup ve maruf bir takım zevatın bunlara yardım etmekte oldukları ve masonluğun gayet hafî ve fakat son derece kuvvetli teşkilatından ihtilâlciler çok istifade” etmişlerdir.
İsmail Hami Danişmend, Jöntürk - Mason irtibatının çok farklı bir boyutuna işaret etmektedir. Posta-Telgraf Başkâtibi Talat Bey, Askerî Rüşdiye Müdürü Tâhir Bey, Fransızca öğretmeni Nakî Bey, Mithat Şükrü ve Ömer Nâci Bey gibi Jöntürkler özellikle de 1904 yılından itibaren Mason localarında propaganda faaliyetlerine başladıktan sonra Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuşlardır.
Şükrü Hanioğlu ise bu cemiyetin “iki önemli mason locası örgütlenmesine” dayandığını belirtmektedir. İleride görüleceği gibi, 1906’da kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurulması, 1908 ihtilâli yolunda çok önemli kilometre taşlarından biridir. İtalyan Iacovella, eserinde İsmail Hami Danişmend’in verdiği bu bilgileri destekler veya daha doğru bir tabirle tamamlar mahiyette şu ilginç nokta üzerinde durmaktadır:
İtalyan masonluğunun Büyük Üstadı E. Nathan, yardımcısı E. Ferrari’yi, “Türkiye’deki locaların yirmi yıllık “uykularından” uyanmaları” ve bunları cesaretlendirmek için 1900 senesinin sonbaharında İstanbul, İzmir ve Selanik’e göndermiştir.
Bu ziyaretlerin ardından Makedonya locası yeniden canlandırılmıştır. Ferrari yıllar sonra vermiş olduğu bir konferansta, bu gezisi sırasındaki faaliyetlerini anlatarak, bunların neticesinde “Jön Türkler topluluğunun ajitasyon örgütünün ilk grubunun” kurulmuş olduğunu iddia etmiştir. İacovella bu bilgileri verdikten sonra kendi kanaatini belirtirken, Makedonya locasının canlanışı ile İttihâd ve Terakkî Cemiyeti’nin doğuşu arasındaki bağlantının “olayların ve belgelerin ışığında,
hiçbir kuşkuya yer bırakmadığı” şeklindeki ifadeye yer vermektedir.
Ferrari’nin belirttiği “ajitasyon örgütü” 1906 da kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti olsa gerekir. Nitekim Şerif Mardin’in de Jöntürkler arasında “siyasî masonluk” konusuna 1906’da rastlandığını ifade etmesi, bu bilgilerle paralellik arz etmektedir.
Bu yöndeki bilgilere bir destek de Alman Friedrich Wichtl’dan gelmektedir. Wichtl, Masonluk ve Masonlar’ın dünya siyasetindeki etkinliklerini ele aldığı kitabında Jöntürkler ve Jöntürk İhtilâli üzerindeki Masonlar’ın rolü hakkındaki şunları demektedir:
“Jöntürkler Sultan II. Abdülhamid’i çoktan devirmeyi kararlaştıran Masonlar’dan yardım görmüşlerdi. Rahatlıkla çalışabilecekleri ve yardım alabilecekleri pek çok Mason locası Selanik’te bulunmaktaydı. Bunlar Avrupalı diplomatların koruması altındaydı. Jöntürkler, ihtilâli hazırlayabilmek için bu localara girmişlerdi. Loca üyeleri, Jöntürklerin gizli komitesini kuvvetlendirmişlerdi.
Türk hükümeti, bu gizli faaliyetleri öğrenmesine rağmen, hafiyeler localara girme müsaadesine sahip olmadıkları için her hangi bir müdahalede bulunamıyorlardı. Jöntürkler, ihtiyaten İtalyan Elçiliği himayesinde olan İtalyan Büyük Şark locasına müracaat ediyorlardı. Bu arada pek çok Mason’un Jöntürk hareketine girmelerinden dolayı, İttihat ve Terakkî hemen hemen sadece Masonlardan oluşur hale gelmişti. Bunlar arasında en önemli yerleri Yahudiler işgal etmekteydi. Bu gerçeklerden dolayı “Giornale d’İtalia” Masonluğu Jöntürk Hareketi’nin ana merkezi olarak adlandırmaktaydı. Makedonya kolordusundan pek çok subay da Mason olmuşlardı.
Mason üstadlarından Kemalettin Apak, Masonluk’un, İttihâd ve Terakkî Cemiyeti’ne yapmış olduğu bu desteği “hizmet” olarak ifade etmektedir.
Kemal Karpat ise Mason localarının ve Selanik’te meskûn olan Musevilerin İttihâd ve Terakkî’nin özellikle de “ideolojisi ve siyasetinin biçimlenmesinde” önemli rol oynadıklarını belirtmektedir.”[90]
Paris'te yayınlanan Le Temps gazetesinin 20 Ağustos 1908 tarihli sayısında, Selanik'teki iki önemli İttihatçı, yani Refik Bey ve Binbaşı Niyazi ile yaptığı röportajda verilen bilgiler, masonluğun bu hareket içindeki etkisini gösteren bir başka belgedir.
Mülakatı yapan gazeteci İttihad-ı Terakki'nin 1905 ila 1908 tarihleri arasında masonluktan ne kadar yardım gördüğünü ve etkilendiği sorusuna verilen cevap ilginçtir ve şu şekilde özetlenebilir. “Masonluk ve bilhassa İtalyan masonluğu bize manen destek oldu. Selanik'te Müteaddit localar faaliyette idi. Hakikatte İtalyan locaları İttihat Terakki'ye yardımcı oldular ve bizleri korudular. Çoğumuz mason olduğumuz için genelde teşkilatlanmak için localarda toplandık. Üyelerimizi de genelde localardan seçmeye çalışırdık. Localardaki faaliyetlerimizden İstanbul şüphelenmeye başladı ve birkaç hafiye localara sızmayı başardı.[91]
“Baruh Kohen adındaki Volter’ci, özgür fikirli bir düşünür, 1880′den 1905′e kadar, Selânik’te bir havari gibi, fikir özgürlüğü vaaz etti. Havariliğini bazı arkadaşları ile kurduğu,
İskoç Ritine bağlı bir İtalyan mason locasında sürdürdü. Bu loca bir kaç yıllık faaliyetten sonra kapandı. 1901 Kasım’ında “Macedonia Risorta” adıyla yeniden açıldı ve her inançtan insanları içinde topladı. İttihat ve Terakki’ye yataklık eden loca budur.” [92]
İlhami Soysal da masonluk ile İttihatçılık arasındaki ilişkiye ayrıntılarıyla değinmiştir: “Selanik'teki Makedonya Rizorta Locası ve Veritas Locası başlangıçta içindeki Türkler azınlıkta olmasına karşılık giderek Türklerin denetimine geçmiş ve İttihat Terakki Cemiyeti'nin bir noktada kaynakları olmuşlardı. İttihat Terakki Cemiyeti'nin önderleri Talat Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Kazım Paşa, Manyasizade Refik, Kazım Nami Duru, sonradan Muş milletvekili olan Binbaşı Naki, Drama Jandarma Komutanı Hüseyin Muhittin, Maliye müfettişi Ferit Aseo, Makedonya Rizorta locasındandırlar. Emmanuel Karasu, sonradan Bahriye nazırı olacak Cemal Paşa, Faik Süleyman Paşa, İsmail Canbolat, Gümülcine Mebusu Hoca Fehmi Efendi, Mustafa Doğan, sonradan Babıali baskınında vurulan Mustafa Necip ise Veritas locasında uyanmışlardır. Sonradan Sadrazam olacak Talat Paşa ile Binbaşa Naki Bey hem Makedonya Rizorta Locası'nda hem de bu Veritas Locası'nda çalışmalara katıldılar.”[93]
“Selânik’te, 1903 Yılında tek olan “Macedonia Risorta” nın yanına, 17 Eylül 1904′te Fransız “Veritas”, 1906′da İtalyan “Labor et Lux”, 1907′de Yunan Büyük Doğusu’na bağlı “Philippos”, İspanyol Büyük Doğusu’na bağlı “Perseverencia” ve Romanya Milli Büyük Locasına bağlı “Steaoa Saloniculiu” locaları kuruldu.”[94]
Siyonistler ve Jön Türkler
İttihat Terakki Cemiyeti'nde önemli bir etkiye sahip olan gruplardan biri Selanikli Yahudi kökenliler, yani dönmelerdi. Bu isimler Abdülhamid'i devirmek için uluslararası finans çevrelerinden yardım sağlamaktaydılar. [95]
Siyonistler, Sultan II. Abdülhamid, Filistin'deki emellerinin önüne âdeta heykel gibi dikilip gerçekleşmesine müsaade etmeyince, Theodor Herzl liderliğinde onu tahttan indirme kararına varmışlar ve aynı amaç peşindeki İttihatçıların "1908 Meşrutiyet Hareketi" ile hemen arkasından tertipledikleri "31 Mart Vak'ası'nda" aktif görev alan unsurlardan birisi olmuşlardı. Abdülhamid, Herzl'i kovması münasebetiyle Başkâtibi Tahsin Paşaya söyledikleriyle sanki başına gelecekleri tahmin etmişti: "Göreceksin, beni bu adam devirecek. Eğer o deviremezse kimse beni deviremez." [96]
İttihat ve Terakki üyesi Avram Galanti şunları anlatıyor:
"Emaneul Karasu, Jön Türkler hareketine ilk iştirak edenlerden biri olmuştur. En mühim vazifesi, Selanik ile İstanbul arasındaki haberleşmeyi temin etmekti. Hükümetin hiçbir şekilde dikkatini çekmeden bunda muvaffak oldu ve cemiyete en çok hizmet edenlerden biri olmuştu. Nissim Ruso Jöntürkler ile münasebette bulunarak Siyonizm için çok büyük faydalı hizmetler ifa etmişti. Ruso, ahaliyi ihtilale devam etmek için ilan yaptırılanlardan biri, 23 Temmuz 1908'in sabahında bir kahveye giderek ahaliyi Abdülhamid aleyhine isyan
etmeye açıkça davet eden ilk isyancı başı ve o günün akşamında ihtilal komitesinin arzularını tebliğ etmek için Hüseyin Hilmi Paşa'ya giden heyetin sözcüsü idi."[97]
“ "Rafael Benuziyar, bir Yahudi olup Selanik'te eczacı idi. Onun eczahanesi Jöntürkler'in mülakat yeri idi. Nitekim bu kişi vasıtasıyla haberler gelir giderdi. Sonra 22 Temmuz akşamı yani Meşrutiyet'ten bir gün evvel duvarlara bildiri yapıştıranlardan biri olmuştur" diyerek Selanik Yahudiler'in Jöntürkler üzerinde ne derece tesirli olduğunu ifade etmiştir.
Avram Galanti bizzat kendi çalışmaları neticesinde Mısır'da Jöntürk hareketine destek verdiğini, bu cemiyetin İstanbul'dan kaçan Yahudiler'den teşükkül ettiğini ve isminin Mısır cemiyet-i İsrailiyesi olduğunu anlatıyor. Yahudiler Para ile satın alamadıkları topraklara, İttihad ve Terakki'nin kanunlarıyla burunları dahi kanamadan sahip oldular.” [98]
"Türk masonları o kadar gafildiler ki, her masonun kendi milletine hizmet ettiği gerçeğinden habersizdiler. Mesela Yahudiler Filistin'de bir Yahudi devleti kurmak için masonluğu bir alet olarak kullanıyorlardı. Bunların başı Emanuel Carasso idi. Rumlar da Envar-ı Şark = Doğu'nun ışığı isimli Bizans Devleti'ni canlandırmaya yönelik bir loca kurmuş ve siyasi faaliyete girmişlerdi. Ermenilerin kurduğu Ser Locası ise , Bağımsız Ermenistan için çalışıyordu. Beyrut'taki mason localarına gelince: buradaki localar Hıristiyanlar'in yönetiminde idi. Arap ayrılıkçı hareketini tahrik eden bunlar, Araplar'ı Hiristiyanlar'la birlikte Türk hakimiyeti ve despotizmine karşı mücadeleye çağırıyordu.”[99]
II. Meşrutiyet’in İlanı
Abdülhamid'e muhalif grupların arasında başı İttihat Terakki Cemiyeti üyeleri çekiyordu. İttihatçılar tarafından astırılan bildiriler Abdülhamid'e yapılan uyarılar niteliğindeydi. Bu bildirilerle Abdülhamid'e karşı savaş ilan edilirken, Makedonya ve Selanik'teki Mason localarının tam desteği alınmıştı. [100]
1908'de İttihat ve Terakki yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandılar.[101] II. Abdülhamid, 3 Temmuz 1908 tarihinde Resneli Niyazi Bey’in isyanıyla başlayan ihtilâl sürecinde birkaç başarısız karşı teşebbüsün ardından çok fazla direnmedi.[102] Gereksiz yere kan dökmemek için[103] 24 Temmuz 1908'de Anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet’i ilan etti. [104]
Abdülhamid, İttihatçıların tehditleri üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştı. Çünkü bazı İttihatçılar, yanlarına Balkanlar'da yaşayan azınlıklara mensup askerleri alarak dağda kurdukları çetelerle devletin merkezleri olan Yıldız ve Babıali üzerinde baskı yapmaya başlamışlardı. İttihatçılar tarafından küstah bir dille çekilen telgraf neticesinde Abdülhamid'in Meşrutiyet'i ilan etmekten başka bir ihtimali kalmamıştı. Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, bu olayın ayrıntılarını şöyle anlatıyor:
“Serez'deki Makedonya Locası'nın azasından olan Serez mutasarrıfı Reşit Paşa kardeşimiz, Meşrutiyet ilanı günü Serez'den İstanbul Yıldız Sarayı'na, İkinci Sultan Abdülhamid'e
telgraf çekerek "iki saate kadar Meşrutiyet ilan edilmediği ve cevap verilmediği takdirde ahali tebdili biat edecektir" demişti. Abdülhamid bu telgrafı alınca telaşlanmış ve müsvedde halinde olan bu cevabı tebyiz bile ettirmeden her tarafa telgraf çektirerek İkinci Meşrutiyet'i tamim mecburiyetinde kalmıştır (Türkiye'de Masonluk Tarihi, Kemalettin Apak, s.39).[105]
“1908 yılında Abdülhamid'e zorla kabul ve ilan ettirilen İkinci Meşrutiyet'in nurlu meşalesini tutan eller ve öncüler birer masondu..." sözleri de Kemalettin Apak’a aittir.[106]
Tanzimat hareketiyle büyük mesafe kat eden masonluk İkinci Meşrutiyetle hedefine ulaşmıştır![107]Necip Fazil Bey rahmetlinin ifadesiyle: “Meşrutiyet, bir takım fikirsiz Makedonya kabadayılarının ruhuna gem takmış ve kör hamlelerini istismara yol bulmuş teşkilâtlı Yahudilik, Masonluk ve Dönmeliğin eseridir!..” [108]
Meşrutiyetin ilanıyla birlikte 1908'le 1914 arası İstanbul, emperyalistlerin, mason örgütlerini kullanarak birbirlerini yedikleri bir savaş alanına dönmüştür. Paul Dummout bu konuda şunları yazar: "Fransız Obediyansına bağlı biraderler kendilerini göstermekte gecikmediler. 24 Temmuz 1908’'de, yani anayasanın yeniden yürürlüğe girmesinden daha bir hafta geçmeden Prodos Locasının eski bir üyesi Marakyan, Grand Orient'a İstanbul'da bir loca’nın acilen kurulmasını dileyen bir yazı gönderiyordu. Orient'a gerekçe olarak da ihtilal hareketine İngiliz ve Almanların el koymasını gösteriyordu: “Mevcut Alman ve İngiliz locaları Türk gençliğine el koymadan önce onları Fransız bayrağı altında toplamanız gerekiyor. Alman politikasının kötü olduğunu bildikleri için canı gönülden iştirak edeceklerdir. Bu gençliğin bizim Doğu'nun ulusları içindeki büyük rolünü, gelişen yeni durumu göz önünde bulundurarak değerlendirmeliyiz... özgürlük ve yasal hakların özgürce kullanılması büyük bir sömürü alanı açacak. Fransa’nın bu ülkede (Türkiye) bir dakika kaybetmeden yerini alması gerekir... "[109]
1908 devrimi, büyük nispette Filistin emperyalizmi peşinde koşan Siyonizm'in de bir mahsûlüydü. Söz konusu tezi Yahudi kaynakları da te'yid etmektedir: "Türkiye'deki Meşrutiyet İnkılâbı'nı en çok alkışlayan ve destekleyen Siyonistler olmuştu." "Filistin'deki Siyonistler, Yafa şehrinde mavi ve beyaz bayraklarla yürüyüş yaparak Jön Türk İhtilâli'ni kutlamışlardı.
Meşrutiyetin ilanına en fazla sevinenlerin başında da Siyonistler geldi. Zirâ, 1904'te ölen Herzl'in sağ kolu Max Nordau, buna şöyle tercüman olmuştu: "Eğer Herzl olsaydı, hürriyetin ilanı için 'bu benim beraatım' derdi!” “[110]
“…24 ve 25 Temmuz’da Selânik’te yapılan büyük gösteriler sırasında bütün obediyanslara bağlı masonlar yan yana bayrakları ile sokaklarda yürümüşler ve herkesçe vatanın kurtarıcıları arasında alkışlanmışlardır. Aralarında en fazla alkış alanlar, başta Emanuel Carasso olmak üzere Macedonia Risorta locasının üyeleriydi. Programda Carasso’nun bir nutku da vardı”[111]
İttihatçılar İşbaşına Geçiyor, Kaos Başlıyor
Meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde birleştirici olduğunu îlân eden İttihatçılar, cemiyetlerinin ismini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirip, mason Prens Sebahaddîn grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdular. Partinin Selânik’teki merkez-i umûmî üyelerinden tamamı mason olan Ahmed Rızâ, Talât, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmâil Hakkı, Dr. Bahaeddîn Şâkir ve Nâzım beyler hükûmetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Tecrübesizliklerinden dolayı kabîneleri doğrudan doğruya kurmak yerine, kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler.
4 Ağustos 1908’de kurulan meşrûtiyetin ilk kabînesi olan Saîd Paşa hükûmeti, İttihat ve Terakkînin baskısına dayanamayarak 13 Ağustosta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defâ kurulan Said Paşa hükûmeti ise beş gün dayanabildi. İttihat ve Terakki iktidar olmamıştı ama hükûmeti ve hükûmetin icrâatını kendileri tâyin ediyordu.
21 Ağustosta İttihat ve Terakkinin baskısıyla Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu. Hükûmetlerdeki istikrarsızlık, İttihat ve Terakkinin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetlerini fırsat bilen Bulgarlar, 5 Ekimde bağımsızlık îlân ettiler. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhâk etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı.
İttihat ve Terakki Bölünüyor
Meşrûtiyetin îlânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddîn Bey grubu, İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 târihleri arasında İttihat ve Terakkinin kongresi gizli olarak toplandı ve cemiyetin siyâsî fırka (parti) hâline geldiği îlân edildi.
Gayri müslim ve Türk olmayan unsurların da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihat ve Terakki kazandı.”[112]
İttihat ve Terakki Hükümet’e
Emanuel Carasso, Nesim Ruso, Nesim Mazliyah 1908 seçimlerinde Meclis-i Mebusan'a seçilmiş ünlü siyonist ittihatçılardı. Ve bu kişiler siyonistlerin Osmanlı şubesini de açan kişilerdi. [113]
Emanuel Carasso, Selanik'teki Mason locasının Üstad-ı A'zamı, İtalyan tabiiyetine bağlı bir Yahudi ve Osmanlı mebusu idi. Talat Paşa, Cavid ve Cahid Beyler ve benzeri kişileri mason usulü vaftizleyerek masonlaştıran adamdır. Siyonizm'e hizmet etmiş ve Osmanlı mebusluğu maskesi altında icra-ı faaliyet göstermiştir.[114]
17 Aralık 1908’de Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın konuşmasıyla yeni seçilen meclis-i meb’ûsan açıldı. Sadrâzam Kâmil Paşanın hükûmette bâzı değişiklikler yapması İttihat ve Terakkinin Bâbıâlî’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihat ve Terakki ile
Sadrâzam’ın arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da meclis-i mebûsânda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rızâ, Talat, Câvit ve Enver Bey gibi ittihatçıların faaliyetleri sonucu Kâmil Paşa hükûmeti düşürüldü. Sadrâzamlığa mason Hüseyin Hilmi Paşa getirildi.[115]
Dünya Siyonist Teşkilatı başkanı David Wolfsohn, bu dönemde İstanbul'a gelerek İttihatçılar nezdinde, Abdülhamit’in koyduğu, Filistin'e göç yasağının kaldırılması yönünde girişimlerde bulunacak ve netîcede mason Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, Mayıs 1909'da göç serbestiyetini tanıyacaktı. Mason-siyonist İttihatçılar Emanuel Carasso, Nesim Ruso, Nesim Mazlıyah'ın bu konuda büyük gayretleri olmuştu. Dahası, İttihatçıların başını çeken Ahmed Rıza, Enver Paşa, Talat ve Nazım Beyler de Filistin'e Yahudi göçünün Osmanlı'ya yarar sağlayacağı gibi garip kanaatler taşıyorlardı. [116]
Ahmet Rıza "Rusya'dan olsun, Romanya'dan olsun Yahudileri karşılamaya hazırız; yeter ki onlar sermayelerini alarak ülkenin ekonomisine katkıda bulunsunlar" [117] diyordu.
31 Mart Hadisesi ve Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi
Siyâsî rakiplerine karşı tedhiş yoluna başvuran İttihatçılar, Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci Postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenâze töreni İttihatçıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyân etti.[118]
İttihat ve Terakkinin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahânesiyle tasfiye etmesi orduda huzursuzluklara yol açtı. Pâdişâha ve hilâfet makâmına karşı olan saygısız hareketleri de, sağduyu sâhibi Müslüman ahâlide nefret uyandırıyordu.[119]
Derviş Vahdeti'nin yayımladığı ve yer yer Prens Sabahaddin'in ademi merkeziyetçi görüşlerine de yer veren Volkan Gazetesi, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yayın organı durumuna geldikten sonra özellikle din adamları ve İttihat ve Terakki'nin uygulamalarından zarar gören alaylı subaylar üzerinde etkili oldu.[120]
Bu gelişmeler üzerine İttihat ve Terakki, Pâdişâha sâdık Birinci Orduya güvenmeyerek Selânik’teki Üçüncü Ordudan avcı taburları getirtti.[121] Fakat şeriatı korumak adına İstanbul’a getirilen Avcı Taburları, ülkede Şeriat hükümlerinin uygulanmadığını, subayların dinlerine, imanlarına küfrettiklerini, “Askerin namazı talimdir” diyerek namazdan, “Pislik her yerinizden çıkmadı ya” diyerek gusülden men edildiklerini de görünce(!) 12 Nisan’ı 13 Nisan 1909’a bağlayan gece İstanbul’da subaylarına karşı ayaklanma çıkarttılar. (Rumi takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu ayaklanma 31 Mart Olayı olarak bilinir) . Sonradan öğrenileceğine göre bu isyancı askerilerin arasında kıyafetlerini değiştirip asker kılığına girmiş bazı dönme subaylar da yer almıştır. Enteresandır ki böyle bir kargaşa ortamında ortalığı yatıştıracak subayların hiçbirisi meydanda yoktur. Çünkü subay kadrosu içinde egemen olan İttihat ve Terakki’nin de istediği zaten böyle bir kargaşadır. [122]
“Askerler kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Yine ilginçtir ki, mason Hüseyin
Hilmi Paşa hükümeti de ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti.
Aradığı fırsatı bularak İstanbul'un denetimden çıktığını gerekçe gösteren İttihat ve Terakki asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi.”[123] Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavud yağmacılar da Hareket Ordusu’nun içinde yer alıyordu.
Komutanı Mahmut Şevket Paşa olan bu orduda Mustafa Kemal de kurmay heyetinde görevli olarak bulunuyordu.[124] Oyunu sezen Sultan İkinci Abdülhamîd Han Müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verir. 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yâdigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler.[125]
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve ayaklanmacıların önderleri(!) divan-ı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı.[126]
Abdülhamid’in tahttan indirildiğine dair kararı kendisine bildirmek için dört kişi belirlenir: Yahudi asıllı mason Emanuel Carasso, Arnavut ayrılıkçı Esat Toptani, Rum asıllı Aram Efendi ve mason olan Gürcü Arif Hikmet Paşa…[127]
Tarihçilerin kaydettiğine göre bu tahttan indirme olayında II. Abdülhamit’in en çok gücüne giden olay, Halife-i Müslimîn olan bir padişaha tahttan indirildiğini, bir Yahudinin, bir Rumun, bir Arnavutun haber vermesidir. O padişah ki, birkaç yıl önce Yahudilerin, Osmanlı Devleti’nin tüm borçlarını silme karşılığında, Filistin’de yerleşme taleplerini reddetmiştir.[128]
İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı lekeleyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdârı saydığını görerek öldürmeye de cesâret edemediler. Hemen o gece kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selânik’e götürdüler. Oradaki Alâtini köşküne hapsettiler.[129]
İhtilâlci Masonluk böylece Osmanlı Devleti’nde de kazanmıştır.
Hiç şüphe yoktur ki 31 Mart ayaklanmasını, Abdulhamid'e Filistin nedeniyle husumet besleyen Siyonistler, Yahudi kontrolündeki İngiltere ve mason locaları üzerinden kontrol ettikleri İttihat ve Terakki birlikte gerçekleştirmiştir.
1909 yılının Mayıs ayında, II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinin hemen akabinde İtalyan Masonluğu üstad-ı Azamı Jön Türkler'e daha sonra Roma'da "Rivista Massonica" dergisinde tamamı yayınlanacak bir kutlama mesajı göndermiştir. O zamanın İtalyan Mason Locaları üstad-ı azamı Ettore Ferrari, Osmanlı İmparatorluğu'nda meydana gelen
değişimi büyük bir hayranlıkla izlerken şu sözleri sarf etmekteydi: "Selanik ve İstanbullu sevgili kardeşlerim, Masonlar'ın misyonunu fevkalade bir şekilde yerine getirirken, isminizi tarihe yazdınız.”[130]
Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası Üstadı ve locanın resmi yayın organı Tesviye Dergisi'nin editörü Celil Layiktez, 2008 yılında dünya masonlarına 'İslam Ülkelerinde Masonluk' başlıklı İngilizce bir makale yayınladı. Makalesinde, Osmanlı Devleti'nde masonluğun nasıl kökleştiğini anlatan Layiktez, 2. Abdülhamit'in tahttan indirilmesine giden süreçte masonların oynadığı rolü değerlendirerek "Hareket Ordusu, masonlar tarafından örgütlendi ve yönetildi" diye yazıyordu. Layiktez, ayrıca "Sultan Abdulhamit'e tahttan indirildiğini tebliğ eden heyettekilerin tamamı masondu" diyerek biraderleri adına darbeye sahiplendi.[131]
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Selanik’teki Yahudi gazeteleri, ”Israil’i ezen” sultandan kurtuldukları için sevinçli yazılar yazdılar. Zira, Abdülhamid, Siyonist lider Theodor Herzl’in Musevilere kırmızı pasaport isteğini iki defa reddederek, siyonistlerin Filistin’deki emellerine mani olmuştu. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Hamburg’daki 9. Siyonist Kongresinde Yahudi başarısının doğurduğu sevinçle kutlanmıştı.[132]
“31 Mart'ın sahneye konmasında en fazla çabayı, İttihatçıların "akıl hocası ve hâmisi" olan, Selanikli (Rizorta Mason Locasının Üstatı Azamı) Yahudi asıllı Emanuel Carasso'ya düşmüştü. Carasso'nun yüklendiği misyonla alakalı "Avcı Taburlarında Mızıkacı" olan görgü şâhidi Mustafa Turan, şu müthiş bilgileri vermektedir: "Emanuel Carasso, İtalyan Bankasından aldığı 400 bin liralık altını dört teneke içerisinde Metroviçeli (Necip Draga) isminde zengin bir adama vermiş, o da İttihat Terakki'den Eyüp Sabri Bey'e iletmişti. Bu para 31 Mart'ın tertibinde sarf edildi. Emanuel Carasso, bu hâdiseyi müteaddit defalar iftihar makamında, "Sultan Hamid'e 5 milyon altına yaptıramadığımız işi biz İttihatçılara 400 bin liraya yaptırdık" diye övünmüştür."
Cevat Rifat Atilhan ise, Siyonistlerin 31 Mart'taki rolüyle ilgili şu mühim malumatı aktarmaktadır: "New York'taki B'nai B'rith Servisi (Siyonist kuruluş), asıl ismi Grunzenburg olan Mikael Brodin ile 45 Siyonisti, 22 Şubatta İstanbul'a gitmek üzere yola çıkarmıştı ki, hoca kıyafetine girerek ihtilâlde en faal grup bunlar olmuştur.” “[133]
İlk zamanlarda İttihad ve Terakki komitesi üyesi olan ve daha sonra onlara karşı cephe alan Miralay Sadık Bey, İttihadçıların safında olduğu dönemde İttihad ve Terakki komitesinin kongresine gönderdiği raporunda, "Sultan Abdülhamid'i hal' ettik ama bunun birkaç türedinin sivrilmesi ve halkın da yeni baştan bu türedilerin esiri olması için yapmadık. Bugün Siyonistler nazarında Osmanlı Devleti'nin çökmesi, hiç değilse Kudüs'ün ve Filistin'in bizden kopması istenmektedir. Masonlar da onlarla beraberdir. Buralarda bir Yahudi hükümeti kurmak istiyorlar"[134] diye feryat ediyordu ama ne çare ki ba’del harab-ül Basra.
İttihad ve Terakki komitesi, İhtilalden sonra da geniş ölçüde Mason ve Yahudi karakterini muhafaza etmişti. Meclis'i Mebusan reisi Ahmet Rıza Bey'in yemin sırasında, Anayasının koyduğu "Allah" lafzını kullanmayı reddetmesi bunun tezüharüdür. [135]
Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen,kendisiyle yapılan bir gazete söyleşisinde ilginç itiraflarda bulunarak Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamların da katıldığını söylemişti. İbrahim Şen sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz” dediğini aktarıyor.[136]
İttihat Terakki Terörü
Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifâ edince Tevfik Paşa sadrâzam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da Ermeni ihtilâli oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran Ermeniler; İttihat ve Terakkinin seyirci kaldığı hâdiselerde 1850 Müslüman-Türk’ü öldürdüler.[137] Halkın bir araya gelmesiyle Ermeni isyânı bastırıldı. Adana’ya vâli tâyin edilen İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden mason Cemâl Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için Ermenilerle birlikte hareket ederek yüzlerce Müslümanı asıp kesti.
31 Mart vakasından ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihat ve Terakki, bütün fırkaları lağvederek muhâlif olanları tevkif ettirdi.
İki sene örfî idare (sıkı yönetim) ilan edilerek, darağaçları kuruldu. Askerî mahkemelerdeki subayların çoğu farmasondu. Bu arada hiçbir kabahatleri olmadığı hâlde, sâdece cemiyete karşı oldukları zannedilen birçok zâbit de tutuklanarak Bekirağa Bölüğüne hapsedildi. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da îdâm edildi. Eski devre âit devlet adamlarından pek çok kimse çeşitli yerlere sürüldü.[138]
“Meclis’e verilen emirle çok sıkı bir basın kanunu çıktı ve Selanikli bir Yahudi Basın Bürosu Müdürü yapıldı. İstediği gazeteyi ”yeni rejimi tenkit -ki buna gericilik deniliyordu-” suçuyla kapatabiliyor, sahibini veya yazı işleri müdürünü askerî mahkemeye sevk edebiliyordu.
Devlet tamamıyla Yahudi ve Masonların eline geçti. Osmanlı Telgraf Ajansı Bağdatlı bir Yahudi emrinde başlatıldı. Selanikli bir Yahudi’nin Adalet Bakanlığı’na danışman getirilme teşebbüsünde bulunuldu. İstanbul’daki İttihat ve Terakki Başkanı Selanikli bir Yahudi ve masondu. Başka bir Selanikli Yahudi mason belediye başkanı oldu. Mısırlı mason Prens Halim Paşa, belediye başkan yardımcısı oldu. Ayni zamanda eski polis teşkilatının yerine polis ve jandarmayı kontrol eden teşkilatın başına da Selanikli bir mason Yahudi getirildi.”[139]
İttihat ve Terakki erkânının devlet işlerini doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrâzam oldu.
İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve mâcerâcı Talat Bey de, bu kabînede dâhiliye nâzırlığına getirildi. İttihat ve Terakkinin keyfî baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidârdan sonra tekrar istifâ etti. [140]
“Bu arada eski İngiliz locası La Turquie’ye yeni yeni kişiler gelmeye başladı. Bu yolla bir İngiliz teşkilatına girdikleri telkin ediliyor, İngiltere kralının bu locayı desteklediği belirtiliyordu. İttihatçıların ordu üzerindeki nüfuzunu muhafaza edebilmesi için, subaylar, bilhassa genç subaylar mason yapılıyordu. Bu subaylar Makedonyalı Niyazi’nin doğum yeri olan Resne’den alınan isimle Resna locasına katılıyordu. Cemiyetin (İttihatçıların) milletvekili ve senatörlerinin çoğu ise İçişleri Bakanı Talat Bey ve Maliye Bakanı Cavit Bey’in mensup oldukları La Constitution locasına katılıyorlardı. Bazı muhalif milletvekilleri, bilhassa Araplar, kenara itildiklerini politik entrikalardan uzakta kaldıklarını fark edince Uhuvvet-i Osmaniye, Muhibban-ı Hürriyet gibi localara girdiler. Ayrıca Arnavtuluk’taki bir milyona yakın Bektâsî zaten masonluğa yakın teşkilat ve düşünce sahibi idi ve mason olma isteğini gerçekleştirdiler. İstanbul’daki ve diğer yerlerdeki bütün mason locaları, Selanik ve Makedonya’daki farmason ağı gibi temel olarak Yahudiler tarafından yönetilmektedir. Diğer unsurlar yoktur.”[141]
Sultan ikinci Abdülhamid hanın tahttan indirilmesiyle din işlerine de fesat karıştı. İttihat ve terakki fırkasına kayıtlı olan cahiller, hatta masonlar, din işlerinde yüksek mevkilere getirildi. İlk iş olarak, sultan Abdülhamid Han’ın son Şeyh-ül-İslamı Muhammed Ziyaüddin efendi, vazifesinden alındı. Bu yüksek makama 1910’da Musa Kazım efendi getirildi. Bu zat, koyu ittihatçı ve mason idi. Bunun gibi, İslamiyet'e uymayan hareketlerinden ve sapık yazılarından dolayı ikinci Abdülhamid Han tarafından Irak’a ve Fizan'a sürülmüş olan bölücü kimseler, İstanbul’a getirilip, kendilerine din işlerinde vazifeler verildi. Bu cahil ve partizan kimseler, bozuk, sapık din kitaplarının yazılmasına, yayılmasına, önayak oldular.[142]
Mason olan Musa Kazım Şeyhülislamlık görevine getirildiğinde Şair Eşref gerek Jöntürkler'e, gerekse İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne Yahudi kökenlilerin hakimiyetini dile getirmek için çok anlamlı bir dörtlük söylemiştir. Bu dörtlüğünde şöyle diyor:
"Avdetiler ile hükümetimiz,
Benzedi devlet-i Yehuda'ya,
Bab-ı fetvayı da çıfıtlık edip
Verdiler en-nihaye Musa'ya"
Açıklaması:
"Hükümetimiz Dönmeler yüzünden, adeta Yehuda devletine dönüştü. Fetva makamını da Yahudilerin kontrolüne sokup, sonunda Musa'ya verdiler." Sadâret makâmına getirilen Roma sefiri mason Hakkı Paşa kabînesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmûd Şevket Paşa, harbiye nâzırı olarak vazîfe aldı. Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihat ve Terakki, Sadâ-yı Millet Gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü.
Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın Balkan siyâsetinin esâsı olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekâbete son veren İttihat ve Terakki, güyâ Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilâfı gidermek bahânesiyle kiliseler kânûnunu çıkardı. Netîcede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiçbir ihtilâf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifâkı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi, Yunan kralına bağlılık yemîni etti. [143]
Türk Büyük Locası Yeniden Yapılanıyor
Meşrutiyet'in ilanından sonra masonların yapmış oldukları propagandalar sayesinde devlet kademesinde mason olmayanların Avrupa ülkelerinde itibar görmeyeceği inancı yaygınlaşmıştı.
Ayrıca memleketin her yerine, Elazığ'dan Malatya'ya varıncaya kadar İttihat Terakki kanalıyla localar açılır olmuştu. Az zamanda yalnız İstanbul'da 24 loca açılmıştı. Bütün memleketteki locaların sayısı 58'e ulaşmıştı (Türkiye'de Masonluk Tarihi, Kemalettin Apak, s.39).
Ancak mason localarında bir karmaşa vardı, yeniden düzenlenmesi gündeme geldi.
Yüksek Konsey’in Kurulması (Şurayı Ali Osmani):
Eski ve kabul edilmiş İskoç Riti’nin bazı yüksek konseylerinin 1907 yılında Brüksel’de toplanan konvanında Osmanlı Yüksek Şurası’nın yeniden canlandırılması kararlaştırılmıştı ve gerekenin yapılması için Mısır Yüksek Konseyi görevlendirilmişti. Konsey ise Mısırlı Prens Aziz Hasan Paşa’yı yetkilendirmişti. Ayrıca Belçika Yüksek Konseyi üyelerinden Joseph Sakakini de Aziz Hasan Paşa’ya yardımcı olmak üzere görevlendirilmişti.
Meşrutiyetin ilanından sonra çalışmalarına başlayabilen Aziz Hasan Paşa ve Joseph Sakakini, ulusal alt yapıyı kurmak için çoğu Osmanlı Meclisi Mebusanı üyelerinden olan 12 yüksek dereceli masonun ritin 33 ve sonuncu derecelerini almalarını sağladı. 3 Mart 1909’da Şurayı Ali Osmani yeniden örgütlendi. “Amir-i Hakim-i Azam” (komandör) olarak Aziz Hasan Paşa seçildi. Diğer kurucular arasında Mehmet Talat Sai Paşa, Davit J. Kohen, Mithat Şükrü Bleda, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Maliye Nazırı Mehmet Cavid, Fuat Hulusi Demirelli vardı. Böylece örgütlenmeyi sağlayacak ilk adım atılmış oldu. [144]
Türk Ulusal Obediyansının Kurulması(Maşrık-ı Azam-ı Osmani):
Yüksek Konseyin Ulusal Obediyansın kurulması Osmanlı Yüksek Şurasının çağrısıyla olmuştur. 1 Ağustos 1909 tarihinde yapılan toplantıya 7 yerli locanın temsilcileri ile İstanbulda çalışan yabancı locaların temsilcileri katılmış, Maşrık-ı Azam-ı Osmani kurulmuştur. Maşrık-ı Azam-ı Osmani bundan üç ay sonra da Şuray-ı Aliyi Osmani’ye bağıtlanmıştır. Bu anlaşma uyarınca Şuray-ı Aliyi Osmani, Maşrık-ı Azam-ı Osmani’yi masonluğun ilk üç derecesinde yapılacak çalışmaların tek düzenli ve egemen yönetici otoritesi olduğunu kabul etmiştir.[145]
Maşrık’ı Azam-ı Osmani Heyeti'nde (Büyük Loca Yönetim Kurulu) görev alan bazı ünlü masonlar şunlardı: Talat Paşa (Büyük Üstat), General Galip (Büyük Üstat Yardımcısı-Kaymakam),Dr. Mehmet Ali (Büyük 1nci Nazır), Edvard De Nari (Büyük 1nci Nazır yardımcısı-Bisanzio Risorta Saygıdeğeri), Osman Fehmi (Büyük 2nci Nazır), Nadra Moutran (Büyük 2nci Nazır yardımcısı), Rıza Tevfik (Büyük Yasalar Sözcüsü), M. Noradungyan (Büyük Yasalar Sözcüsü yardımcısı), Osman Talat (Büyük Sekreter), Casanova Solon (Büyük Sekreter yardımcısı), Dr. Modiano (Büyük Hazine Üstadı), Dr. Suhami (Büyük Yardım Üstadı), Rafael Ricci (Büyük Tören Üstadı), Algrante Viktor ve Tevfik Bey (Büyük Soruşturucular)[146]
İstanbul’da çalışan İngiliz Obediyansına bağlı masonlar ise Osmanlı Masonluğunun oluşum çabalarından rahatsız olmuş, hiç bir katkı sağlamamışlardır. 1. Dünya Savaşı sonrasında ise, Türk Locaların çalışmalarına gelmeyi de kesmişler, hatta İstanbul’da İngiliz Obediyansına bağlı locaların çalışmalarına da katılmaz olmuşlardır.[147]
Sebebi de, İngiliz-Yahudi ortaklığının yıllarca uğraşarak mason localarıyla İmparatorluğu kendi emperyal amaçlarına uygun bir konuma getirmeye çalışmasına rağmen hasatı Almanların kaldırmasıdır. İttihatçıların subay kadrolarının Alman politikalarını kendileri için ehveni şer görerek İngilizlere karşı tavır almaları, İngiliz masonlarının biraderlik ilişkilerini bir kenara atarak gerçek yüz ve niyetini ortaya çıkartmalarını sağlamıştır.
İngilizler Osmanlı masonlarının bu tavrını tüm alanlarda yanıtladılar; bu yanıtlardan biri de Türk Suprem Konseyi (Yüksek Konsey) ile Büyük Locasını “düzensiz” sayarak tanımamalarıdır. Bu tavır Türk masonlarını dünya mason hareketinin dışında bıraktı ve yalnızlığa mahkum etti.
Türk masonları içine yuvarlandıkları yalnızlığı yıllarca belli etmemeye çalıştılar. İngilizlerin Türk mason örgütlerini “düzensiz” kabul etmelerinin biricik nedeni, İttihatçıların 1910'lardan sonra politika değiştirerek, İslâmcı ve Türkçü politikalara yönelmeleri, Teşkilat-ı Mahsusa ile Kuzey Afrika'dan Hindistan'a kadar geniş bir coğrafyada Anglosaksonları vurmalarıdır.
İttihat Terakki içerisinde maliye nazırı Mehmet Cavit'in (Yahudi dönmesi) başa geldiği gibi bu politikaları değiştirmek istedi ise de bir şey yapamadı. İngilizler Türk masonlarını Türk Ordusunu denetleyemedikleri için cezalandırıyordu; Türk masonları kendilerine verilen temel görevi başaramamışlardı, cezalandırılmaları gerekirdi ve cezalandırıldılar. [148]
Orhan Koloğlu bu noktada şu önemli tespiti yapıyor:
“Masonluğun, fikirlerin popülarize edilmiş şeklinden ileri gidememiş olan İttihatçıların doktrin ihtiyacını ilk adımda karşılaması doğaldı. Gerçekten akılcılık, özgürlük, insanlık, kardeşlik ve hoşgörü İttihatçıların da işini görecek, Osmanlı’yı parçalamadan vatan ve devleti kurtarmanın formülü olabilecekti. Özellikle Masonluğun savaş ve şiddete karşıtlığı, İttihatçıların da işine uygundu. Böylece, “Anasır” arasında birleştiricilik, bütünleştiricilik rolünü üstlenebilirdi… Masonluğun temsil ettiği beynelmilelciliğin (Balkan Savaşı sayesinde) iflâsıyla “İttihad-ı Anasır” suya düşünce, İttihatçılara ulusçuluğa yönelmekten başka seçenek kalmadı.”[149]
İttihat Terakkideki Türkçülüğü Cumhuriyetle de bağlantılı olduğu için yazı serimizin 4. bölümde ele alacağız.
Trablusgarp İtalyanlara Nasıl İkram Edildi?
İtalyan masonlarının Türk masonlarla birlikte Libya'nın İşgalini hazırlamaları çok dramatiktir. ” 24 Temmuz 1908 devriminden hemen sonra, 33. Dereceden Büyük Üstat olan Yahudi kökenli Metr Salem adlı mason İtalya'ya gider. Orada Roma belediye başkanı olan; yine Yahudi kökenli 33. Dereceden mason Nathan'ın başkanlığındaki bir İtalyan heyetiyle gizli toplantılar yapar. Metr Salem İtalyan Hükümeti'nin ödediği on binlerce altın liranın bir kısmı ile İstanbul'a döner. Bu altın liraları kimlere dağıtır bilinemez ama Metr Salem istediklerini elde eder; çünkü İstanbul'da masonlar bir kez daha devleti işgal etmişlerdir. Trablusgarb’daki askerlerin silahları tüfeklerine kadar tamir ve bakım için İstanbul'a getirilir; askerlerin de büyük bir kısmı Yemen'e gönderilir (Bu sırada, harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa’nın emriyle). Trablusgarb'da ağır silahları olmayan bir avuç asker hazır kalır; artık her şey hazırdır. İtalyanların bile korkmadan savaşabileceği bir ortam hazırlanmıştır. Bu durumun doğuracağı yıkımı, durumu gören Trablus valisi ve komutanı İbrahim Paşa İstanbul'a anlatmaya çalışır ama sonuç alamaz. Şeyh'ül İslam Cemalettin Efendi anılarını derlediği kitabında bu olayı şöyle anlatır: "İbrahim Paşa, bu olaydan doğacak zararları İtalya'nın Trablusgarb hakkındaki niyet ve teşebbüslerini bütün açıklığıyla harbiye nezaretine duyurarak oradaki askerin naklinin, Trablusgarb 'ın İtalyanlara tesliminden başka bir şey olmayacağını bildirdi, feryat ettiyse de kimseye dinletemedi.Polazzo Guistiniani'nin (İtalyan Mason Topluluğu) Büyük Üstadı Ettore Ferrari 1908 devrimini kutlar bayram yaparken, ihtilalcilere ve Türk halkına Rivista Massonica (Mason Dergisi) övgüler yağdırmış, masonların Türklere yaptığı iyilikleri sayıp dökmüştü. İki buçuk yıl sonra 33. Dereceden mason İtalyan Meşrikı Azamı aynı Ettore Ferrari, İtalyan askerlerinin Trablusgarb'a çıkarma yaptıkları, İtalya ile Osmanlı İmparatorluğunun savaşa girdiği 29 Eylül 1911 tarihinde gene bir bildiri yayınlıyor ve şunları söylüyordu:"Vatanın renkleri (bayrak) Trablusgarb'a doğru yelken açıyor. Yöneticilerin icraati hakkında tüm biraderlerin her zaman saygılı olan kişisel düşünceleri ne olursa olsun, ülkenin büyüklük, güçlülük ve özgürlük idealini her şeye yeğleyen masonluğun görevi sivil egemenlik ve insancıl gelişme mücadelesinde görev alan üç renkli bayrağımızın zafer güneşiyle kucaklaşmasını umarak, dingin bir ruh ve sağlam bir vicdanla olayların gelişmesini beklemektir. "[150]
Ve bir not: İtalyanların harb îlânını bildiren ültimatomu geldiğinde, İttihatçıların hâriciye nâzırı, İtalyan sefîri ile satranç oynamaktaydı.[151]
Trablusgarb da bu şekilde elden gider.
İşbaşında bulunduğu sürede; Çırağan Sarayı yangını, Bâbıâlî yangını, Arnavutluk İsyânı, Girid’in Yunanistan’a iltihâkı, Tarblusgarb’ın İtalyanlarca işgâl edilmesi gibi felâketlerin vukû bulduğu mason Sadrazam Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifâ etmek zorunda kaldı. Yerine Âyan Reisi Küçük Saîd Paşa sadrâzam oldu.[152]
Muhalif Parti: Hürriyet ve İtilaf Fırkası
İttihat ve Terakkinin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı, dışarıda uyguladığı tâvizci politika sebebiyle muhâlefet gittikçe büyüdü. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedîd hareketi de muhâlefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhâlefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve Îtilâf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki mebus seçiminde başarı göstermesi, İttihat ve Terakkiye karşı muhâlefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’ûsân’daki hâkimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihat ve Terakki, kânûn-i esâsîde değişiklikler yaparak hükûmetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükûmetle meclis-i meb’ûsânın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükûmetler ard arda istifâ etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle meclis-i meb’ûsân feshedilerek tekrar seçime gitme karârı alındı.[153]
1912 Seçimleri
“Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihat ve Terakkinin çeşitli tedhiş hareket ve hîleleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihat ve Terakki elde etti. Mecliste ekseriyeti elde eden İttihat ve Terakki, hükûmete kendi adamlarını getirmek sûretiyle baskıyı iyice arttırdı.
Muhâlefetin desteğiyle, ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı olan subaylar tarafından Halâskârân-ı Zâbitân Grubu kuruldu. Bu grub, hükûmete gizli tehdid ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Saîd Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti.
Bu sırada meydana gelen bâzı iç ve dış hâdiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihat ve Terakki iktidâra tâlib olmayınca, 21 Temmuzda mason localarının kontrolünde olan Bektaşiliğe müntesip Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti kuruldu.
Aslında İttihat ve Terakkiye karşı bir tepki hükûmeti olan Gâzî Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti, bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahâneyle meclis-i meb’ûsânı feshettirdi.[154]
Bu sırada meclis dışında kalan İttihat ve Terakkinin tahrik ve teşvikleriyle “Harp İsteriz!” diye gösteriler başladı.
Balkan Harbi Felaketi
“Osmanlılar, Trablusgarb’ta savaşırlarken, Sırbistan’ın başkenti Belgrat’taki Rus elçisi harekete geçerek, Balkanlarda Osmanlı Devletinin elinde kalan son toprak parçalarının Sırbistan ile Bulgaristan arasında paylaşılması için teşebbüste bulundu. Buna karşılık Sırbistan, Bulgaristan’ı bir tarafa iterek kendi menfaatlerini temin için Babıali ile anlaşmaya uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan zamanın İttihat ve Terakki hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsait teşebbüslerine aldırış bile etmedi. Üstelik, İkinci Abdülhamid Han'ın Balkan ülkelerinin birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilafı, çıkarılan ittihad-ı anasır kanunuyla halledildi. Bu durum ise, Bulgaristan ve Yunanistan’ın arasındaki ihtilafı çözdüğü için, şimdi her ikisi için de ortak düşman Osmanlı Devleti olmuştu. Neticede kısa bir müddet için önce Sırbistan ve Bulgaristan arasında kurulan ittifaka Karadağ ve Yunanistan da katıldı. Böylece
Balkanlarda Osmanlı Devletine karşı harekete geçme hazırlıkları tamamlanmış oldu.
Bu sırada Türk ordusu subayları iki partiye ayrılmış durumdaydı. Hükümet ise, Rusların Balkanlarda savaşa müsaade etmeyeceği hususundaki yalan teminatına inanmıştı. Nitekim Sofya elçiliğinden hariciye nazırı olan Asım Bey, 15 Temmuz’da, Meclis-i Mebusan'da; “Balkanlardan imanım kadar eminim!” tarihi cümlesini ihtiva eden bir nutuk söyleyerek, harp ihtimalinin bulunmadığını iddia etmişti. Ayrıca Asım Beyin yerine gelen yeni Hariciye Nazırı Ermeni Gabriel Noradingiyan da Rusya’nın teminatının kesin olduğunu hükümete bildirmişti. Bu inandırıcı teminatlar neticesinde Rumeli’ndeki en iyi 120 tabur asker terhis edilmişti.
Balkan devletleri ittifaktan sonra Osmanlı Devletine isteklerini bildirdiler. Bu ittifaktan haberi olmayan İttihatçılar, yukarıda belirttiğimiz gibi savaş için yüksek öğrenim talebesini kışkırtarak, Babıali önünde “Harb” diye bağırtmış ve hükümet aleyhinde nümayiş yaptırmışlardı. Harbin kolay geçeceğini zannediyorlardı. Halbuki müttefikler, Türkiye’ye karşı uygulayacakları savaşı ve taksim projelerini en ince teferruatına kadar tespit etmişlerdi.
8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği, Osmanlı Devletine savaş açtı. Onu 18 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, birkaç gün sonra da Yunanistan takip etti.
İkmal ve Levazım Teşkilatının bozulduğu Osmanlı ordusu, seferberliğini çok geç yapabildi. Terhis edilip Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile yeniden silah altına alamadı.
Savaşı idare kabiliyetinden mahrum Nazım Paşa’nın hiçbir hazırlığı olmayan orduyu, hemen Bulgarlara karşı taarruza geçirmesiyle hezimet başladı ve artık arkası alınamadı. Osmanlı orduları, Bulgarlara karşı bütün Trakya’yı bırakarak, Çatalca’ya kadar çekilmek zorunda kaldığı gibi, Sırbistan’a karşı Kumova'da yenilmişti. 6 Kasım’da Preveze’yi alan Yunanlılar, büyük kuvvetlerini Selanik üzerine gönderdiler. Selanik’i savunmakla görevli jandarma paşası Tahsin Paşa, tek silah atmadan, muazzam kolordusunu bütün silahları ile
beraber Yunanlılara teslim etti. Bütün Kuzey Arnavutluk da Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi.
Selanik’in düşmesinden 8 gün önce, artık “Hakan-ı sabık” diye anılan Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul’a getirilmişti. Sultan Abdülhamid Han’ı Selanik’ten almaya, nazırlarından Vezir Damat Germiyanoğlu, Arif Hikmet ve Damat Çavdaroğlu Mehmed Şerif paşalar gitmişlerdi. Sultan Abdülhamid Han'ın, muhafızlarının yanında, ikisi de bilgin ve değerli eserler sahibi damatlarıyla konuşması meşhurdur. Gazete okuması yasak olduğu için, kulaktan aldığı bilgi dışında, siyasi durumu etraflı bir şekilde bilmeyen “Sabık Hakan”, dört Balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya’da kiliseler meselesinin İttihatçılar aracılığıyla ortadan kaldırıldığını öğrenince, Balkanların ittifakını bununla izah etmiş, fakat ittifakın öğrenilmesi karşısında elçilerin, ataşelerin ne iş yaptıklarını sormuştur. “Allah, bu hallere sebep olanları, Kahhar ismiyle kahretsin; devleti batırdılar!” diyerek büyük bir teessürle gemiye binmiştir.
Selanik’i ele geçiren Yunanlılar, daha sonra Ege adalarından Bozcaada, Limni, Somatraki ve Taşoz adalarını işgal ettiler.
22 Ekim 1912 tarihinden beri Şükrü Paşa kumandasında Edirne’yi müdafaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik olduğu için silah, mühimmat noksanlığı ve açlık gibi sebeplerle teslim olmak zorunda kaldılar.
Üst üste gelen mağlubiyetler üzerine Osmanlı Devleti, Bulgaristan’a müracaat ederek ateşkes istedi. Böylece 3 Aralık 1912’de imza edilen ateşkes antlaşması (mütareke) ile silahlı çatışma durmuş oldu. “[155]
Ordunun siyâsete sokulması ve subayların İttihatçı-îtilâfçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan Harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğramıştı.
Kısa bir müddet sonra Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’nın sadrâzamlıktan istifâ etmesi üzerine Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu.[156]
2500 yıllık Türk tarihinin büyük felaketlerinden biri olan Balkan Savaşında Türkler, Anadolu’dan sonra ikinci anayurt haline gelmiş olan Rumeli’ni 550 yıl sonra bıraktılar.
93 Harbi 'nde görülen göç ve göçmen felaketinin daha şiddetlisi, Balkan Harbinde cereyan etti. Yüz binlerce Türk, bütün varlıklarını bırakarak, eriye eriye, İstanbul’a eriştiler ve Anadolu’ya dağıldılar. [157]
İttihat ve Terakki Darbe Yapıyor
Yeni hükûmet döneminde Balkan Harbinin felâketi netîceleri devâm etti. Kâmil Paşa hükûmetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihat ve Terakki, normal yollardan iktidâra gelemeyeceğini anlayınca hükûmete karşı darbe plânladı.
23 Ocak 1913’de Bâbıâlî baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidâra el koydu. Sadrâzam Kâmil Paşanın zorla istifâ ettirilmesi üzerine, İttihatçı olan Mahmûd Şevket Paşa (mason) sadârete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmûd Şevket Paşa da, 11 Haziran 1913’te İttihatçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmûd Şevket Paşa’nın ölümünden sonra yine mason olan Saîd Halîm Paşa’nın sadrâzam olmasıyla İttihat ve Terakki tam iktidar oldu. İttihat ve Terakkiye faal olarak bizzât hizmet eden Saîd Halim Paşa hükûmetinin bütün üyeleri İttihatçı idi.
Saîd Halîm Paşa’nın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşa’nın bir buçuk senelik sadâret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve hapis korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve nâmus emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı moda olmaya başladı.[158]
İttihat ve Terakki’nin Osmanlıya Son Darbesi: Dünya Harbine Giriş
Bu arada dünya bir savaşa gidiyordu. 1910 yılında bütün dünya İngiltere ve Fransa'nın Yahudi sermayedarların desteği ve teşviki ile büyük bir savaşa hazırlandıklarını biliyordu.
İngilizler, Fransızlar ve Ruslar yaygın ve büyük bir savaşa çok önceden karar vermişlerdi ve Osmanlı toprakları üzerindeki kendi egemenlik bölgelerini belirlemişlerdi; Osmanlı istese de istemese de savaşa girecekti.[159] Özellikle Abdülhamid’in hilâfet müessesesini fevkalâde bir maharetle gerçek fonksiyonuna oturtması, bir sömürgeler imparatorluğu olan İngiliz İmparatorluğu’nu oldukça rahatsız etmiş ve kendisini de, İslâm’ı da, hilâfet müessesesini de onlar için birinci hedef haline getirmiştir. Son bir–bir buçuk asırda petrolün çok büyük önem kazanması ve onun da ekseriyetle Müslüman topraklarında bulunması bu rahatsızlığı katlamıştır.”[160] İngilizler ve Yahudiler Osmanlı topraklarındaki petrolü ve Filistin'i istiyorlardı ve yarım yüzyıldır mason örgütleri yoluyla Osmanlı içinde büyük bir titizlikle çalışmalar hazırlamışlardı.” [161]
“Dolayısıyla, petrol adına çıkarılan Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler için Osmanlı Devleti’nin yenilip dağılması hayatî önem arz ediyordu. Bu konuda, Lloyd George’un yazdıkları yeterince fikir veriyor: “İngiliz İmparatorluğu için Türkiye ile savaşın özel bir önemi vardır. Osmanlı halifesi, İslâm dünyasının başı idi ve İngiliz İmparatorluğu içinde her yerden fazla Müslüman bulunuyordu. Bu yüzden, bizim Türkiye ile savaşımız nazik bir işti. Türk İmparatorluğu, bizim Doğu’daki büyük ülkelerimizin (Hindistan, Birmanya, Malezya, Brunei, Hong–Kong ve Avustralya ile Yeni Zelanda dominyonları) deniz ve karayolları üzerinde yer alıyordu. İçinden imparatorluğumuzun ana can damarı olan Süveyş su yolunun geçtiği Mısır, Türk tesiri altında idi. Dolayısıyla imparatorluğumuzun gidiş–geliş yolları ve Doğu’daki prestijimiz bakımından Türklerin bize savaş ilan eder etmez, yenilip itibarlarını kaybetmeleri çok önemliydi.”[162]
Trablusgarb’ın yitirilmesi ile aklı biraz başına gelen İttihat ve Terakki'nin yöneticileri çaresizlik içerisinde Almanlarla anlaştı; eğer Almanlar savaşı kazanacak olursa, büyük bir olasılıkla İmparatorluk parçalanmaktan kurtulabilirdi.
1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihat ve Terakki, İngiliz ve Yahudilerin tezgahına gelerek Osmanlı Devletini Harb-i Umûmî diye bilinen Birinci Dünyâ Harbine soktu. Avrupa’daki Yahudi-mason locaları Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Harbi'ne girmesini büyük bir memnuniyetle karşıladılar. Çünkü Osmanlı devletinin yıkılması, Filistin'de bir Yahudi Devletinin ortaya çıkması demekti.[163]
Hiçbir mecbûriyet yokken firasetsiz Talât, Enver ve Cemâl gibi İttihat ve Terakki paşalarının çeşitli hülyâlarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devâm etti.
Son savaş Filistin cephesinde oldu. “Filistin cephesinde 3 ordumuz vardı. Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci Ordulardan mürekkep olup “Yıldırım Ordularını alan bu kuvvetlerin Cephe komutanı Liman Von Sanders’ti. Dördüncü Ordu Komutanı Mersinli Cemal Paşa, Sekizinci Ordu Komutanı Arapgirli Cevad Paşa, Yedinci Ordu Komutanı ise M. Kemal Paşa idi. Cephe umumi Karargahı Nasıra’da bulunuyordu. Dördüncü Ordu’nun merkezi Salt, Yedinci Ordu’nun Nablus, Sekizinci Ordunun ki ise Tul-i Kerem Kasabalarıydı. 31 Ağustos 1918’de bu cephede o kadar ani bir çöküş vukua geldi ve bu hal o derece süratli bir hezimete yol açtı ki, kilometrelerce geride bulunan Ordu Kumandanları bile canlarını güçlükle kurtarabildiler. Gerçekten Devletimizi “ Mondros Mütarekenamesini” imzalamaya mecbur bırakan bu hezimet esnasında Sekizinci Ordu Komutanı Cevad Paşa, Karargahından kalpağını bile alamadan kaçıp kendini Şam’a zor atmış ve burada 3. Kolordu Komutanı İsmet Paşa’yı(mason) tellal bağırtarak aramaya mecbur kalmıştı. Bu hezimet, Yedinci Ordu Kumandanı M. Kemal Paşa’nın sağ ve solundaki Dördüncü ve Sekizinci Ordulara haber vermeden ani bir şekilde ric’at etmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu suretle merkezi durumdaki 7. Ordunun ani ve habersiz ric’ati ile cephede açılan boşluktan saldıran İngilizler sağ ve soldaki Yedinci ve Dördüncü Orduları arkadan kuşatarak, yetmiş beş bin esir ve üç yüz yetmiş beş adet top ele geçirmiştir. ”[164]
“Dağılmış ordular tekrar toplanarak Mustafa Kemal Paşa “Umum Cenub Orduları Kumandanı” sıfatıyla cephe kumandanı tayin edildi. Fakat bu unvan da Onun Halep civarında yeni bir müdafaa hattı teşkil ederek, düşmanı durdurmaya çalışmasını temin edemedi. Karargahını ikiyüz kilometre daha geride bulunan Adana’ya çekti.
İşte tam bu sırada mukavemet imkanını kaybeden Osmanlı Devleti, Yıldırım Orduları Cephesi’ndeki bu hezimetin tevlid eylediği yılgınlıkla “Mondros Mütarekenamesini” imzalamaya mecbur kaldı.”[165]
1914-1918 yılları arasında devâm eden Birinci Dünyâ Harbinde pek çok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce vatan evlâdı şehid düştü. Savaşın mağlûbiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrâzam Talat Paşa istifâ etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında Sultan Abdülhamîd’den devr alınan üç kıtaya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtirâs ve cehâlet ile târihin sînesine gömen ve birinci derecede mesul olan İttihat ve Terakki, iktidardan uzaklaştı. Şahsî ihtirâs ve ikbâl için bir milleti harbe sokarak en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz
bırakarak şehid olmalarına sebeb olan İttihat ve Terakkinin ileri gelenleri, birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları bir memleketi, birkaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak tamamı mason olan Enver, Talat ve Cemâl paşalar ile doktor Bahaaddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesini imzâ ettikten bir gün sonra, gece yarısı koca Osmanlı Devletini yıktıktan sonra, ihânetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar.[166]
Savaştan yenilgiyle çıkan Osmanlı bir çok toprağını kaybettiği gibi, savaş sonunda imzalanan Mondros Ateşkes anlaşmasıyla adeta itilaf devletlerine teslim olmuştu.[167]
Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kânunuyla Balkanlardaki Hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devletinden kopmasına sebeb olan, Bâbıâlî Baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idâre eden, Sarıkamış fâciâsında on binlerce Müslüman-Türkün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal Seferini açarak Filistin ve Sûriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ Harbi müddetince Anadolu’da halkı açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemâl Paşa da Tiflis’te Ermeniler tarafından öldürüldü.[168]
İktidarda kaldığı 10 yıldan sonra (1908-1918) İttihat ve Terakki 1918’de yaptığı bir kongre ile kendi kendini feshetti.
1908-1918 yılları arasında 24 kez hükümet değiştirilmiş, milleti temsil ettiği söylenen Meclis-i Mebusan, İ.T.’ciler tarafından tam 4 kez darbeye maruz kalarak feshedilmiştir.
İ.T.’nin bu çirkin geleneği maalesef Cumhuriyet devrinde de sürecek, 1960’tan 2009’a gelinceye kadar defalarca askeri müdahaleler yaşanacaktır.
Çünkü ileride Cumhuriyeti kuracak olan kadro, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 2.dereceden adamlarıdır. Cumhuriyete renk verecek olan ideoloji de İ.T.’nin ideolojisidir.[169] Bunları da bir sonraki bölümde ele alacağız.
Gelecek Bölüm: Milli Mücadele ve Cumhuriyet Döneminde Masonlar
Masonlar, Ergenekon, Çerkesler -5-
Erol Karayel
MİLLİ MÜCADELE’YE DOĞRU…
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Andlaşması, Osmanlı açısından son derece ağır bir yenilginin kâğıt üzerinde resmileştirilmesi demekti.
“Bu andlaşmayı, Mustafa Kemal Paşa’nın, Sadrazam Tevfik Paşa’ya çektiği meşhur “Bahçe Telgrafı”yla, “Muhakkak bu insanı Bahriye Nazırı yapın” diye tavsiye ettiği “Rauf Orbay” (mason e.k.) imzalamıştır; ki padişah Mehmet Vahidettin Han’ın “Aksi ve sert maddelerle karşılaşırsan asla imzalama ve derhal geri dön” diye telkin ve ihtarda bulunmasına rağmen… Şimdi bazı çehreler ve çevreler bu andlaşmadan dolayı memleketin parçalanmasının faturasını bu zavallı padişahın omuzlarına yüklüyor. Halbuki ülkenin parçalanmasına sebep olan bu andlaşmayı imzalayan Rauf Orbay ilerleyen zamanlarda Meclis Başkanı ve hatta Başbakan olacaktır… Bu da tarihin bir cilvesi”[1] olsa gerek…
Mondros Andlaşmasıyla birlikte “yenilmiş Osmanlı ordusu büyük ölçüde silahsızlandırılarak tasfiye edildi. İstanbul, İngiliz emperyalistleri tarafından 13 Kasım 1918’de fiilen işgal altına alındı. Ayrıca emperyalist güçler, Yunanlıların Batı Anadolu Bölgesi'nde nereleri işgal edeceklerini içeren haritalar çizmiş, Yunanlılar da işgal hazırlıklarına başlamışlardı. Fransızlar ve İtalyanlar da işgal hazırlığındaydı.
Tüm bu gelişmeler karşısında, İstanbul Hükümeti emperyalist güçlerin ardı arkası kesilmeyen isteklerine, dayatmalarına boyun eğmekten başka çıkar bir yol bulamıyordu.
Gelişmeler karşısındaki tepki, Anadolu'da halktan ve halkın tepkilerine sahiplenen halk önderlerinden gelenlerden ibaretti. Ege'de Ethem Bey, Demirci Efe, Yörük Ali; Çukurova'da ise Salih Bey'in faaliyetleri örnek olarak verilebilir.(…)
Ethem bey, Milli Micadeleye katılımını hatıralarında şöyle aktarıyor:
“Umumi Harbin neticesi olarak en ağır şartlarda Mondros Mütarekesi kabul ettirilmesine rağmen, galip devletler, mütareke hükümlerini bozmaya başlayınca, İzmir'de teşekkül eden gizli cemiyetin kararı ile ben ilk isyan bayrağını tam 2,5 yıl önce açmıştım.”
Ethem Bey, bu sözleri 1921 yılının ilk ayında söylediğine göre, 2,5 yıl önce derken kastettiği zaman 1918 yılının 2. yarısıdır. Gizli Cemiyet ise Teşkilat-ı Mahsusa olmalıdır.”[2]
Mustafa Kemal, 7. Ordu Komutanı iken 1917 yılının son günleriyle 1918 Ocak ayının ilk günlerini kapsar şekilde Veliaht Vahdettin'le birlikte Almanya'ya gitmiş ve İttihatçı fikirlerini saklayarak kendisiyle yakınlık tesis etmişti. Bu yakınlıktır ki sonraki günlerde kendisine üst görevler verilmesini sağlamıştır. Filistin bozgunundan sonra Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirilen Mustafa Kemal daha sonra “bu ordunun kaldırılması üzerine İstanbul’un işgal edildiği 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezareti’nde (Bakanlığında) göreve başlamıştı.”[3]
Bugün hiç bahsedilmez ama Mustafa Kemal’in o günlerdeki fikirleri çok farklıdır. Mustafa Kemal, 13 Kasım 1918 gününden itibaren - İngiliz işgal kuvvetleri Kumandanı General Harrington’un da içinden çıkmadığı- Pera Palas'ta ikamete başlar. [4]
Bu dönemde Mustafa Kemal,” İngilizlerin Daily Mail Gazetesi'nin muhabiri G. Ward Price'ı aracı yaparak General Harrington'la görüşmek ister. Price, Pera Palas'ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında , "Mustafa Kemal, “yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini" bildirmemi rica etti.” diyor ve Mustafa Kemal’in ağzından şunları aktarıyor: "Bu harpte yanlış cephede savaştık, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik... Biliyoruz, partiyi kaybettik... Anadolu'nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum... Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir."
Anadolu'da İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması gerektiğini söyledikten sonra Mustafa Kemal, bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğunu gazeteci aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletiyor: "Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya, idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim..."”[5]
“Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde işgalci İngilizlerin tebrik edilip alkışlandığını da, 17 Kasım 1918'de aynı gazetede çıkan söyleşisinde "İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı" mesajını verdiğini de, ertesi gün çıkan Vakit gazetesinde ise "Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini" söylediğini de hatırlamamız gerekir. “[6]
Mustafa Kemal’in kendi ifadesiyle "imparatorluğu tarafsız bir devletin mandası ile koruma" çabası, Sivas Kongresi sonralarına kadar sürmüştür.
“Bu tarihten itibaren olaylar kronolojik olarak şöyle gelişti:
- Vahdeddin, İttihat ve Terakki baskısından kurtulduktan sonra, İstanbul’da idareyi tamemen kendi ellerine almak, ülkeyi Meşrutiyet'le değil, ağabeyi Sultan 2. Abdulhamid gibi Mutlakiyet'le yönetmek istemiştir... Sebebi de açıktı. 1. Meşrutiyet ülkeye hürriyet değil, 93 Harbi'ni getirmiş, Ruslar’ın Yeşilköy’e kadar gelmesine yol açmıştı. Bu yüzden Sultan 2. Abdulhamid Meclis'i feshetmiş ve 1908 yılına kadar yeni felâketler oluşmasını önlemişti... 2. Meşrutiyet ise Trablus Harbi'ni, Balkan Harbi'ni ve 1. Cihan Harbi'ni getirmiş ve ülkeyi 10 yılda perişan etmişti!.. İşte bu yüzden Sultan Vahdeddin 18 Aralık 1918'de Meclis'i feshetti !..”[7]
- 4 Mart 1919’da Damat Ferid Paşa (mason e.k.) sadarete (başbakanlığa), Hürriyet ve İtilaf Fırkası da iktidara geçer.
- Mondros Ateşkes Andlaşması gereğince Osmanlı kuvvetlerinin 1914 yılındaki sınırın gerisine çekilmesi gerekiyordu. Andlaşmanın imzalanmasından sonra Tebriz’de bulunan Birinci Kafkas Kolordusu Komutanı Kazım Karabekir Paşa da diğer komutanlar gibi İstanbul’a çağrılmıştı. Karabekir, Boğazda işgal kuvvetlerini görünce Tekirdağ’a çıkan tayinini Erzurum’daki 15. Kolordu komutanlığına aldırttı (24 Şubat 1919). Erzurum’a
gitmeden önce bir çok resmi ve sivil şahsiyetle görüşen Karabekir, 11 Nisan 1919’da Mustafa Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde görüşerek kendisini Anadolu’ya davet etti. Mustafa Kemal bu çağrıyı cevapsız bıraktı ve Karabekir’e muvaffakiyetler dileyerek evinden uğurladı.[8]
Emperyalist isgal sürecinin başlangıcındaki tablo bu idi.
1919 yılının Mayıs ayının başına gelindiğinde Yunanlıların İzmir’i işgal edeceklerine dair şayialar vardı. Padişah Vahdeddin de zihninde tasarladığı planın tatbikine girişti. Almanya seyahati sırasında ittihatçı kimliğini başarıyla saklayan ve kendisiyle yakınlaşan Mustafa Kemal’i,
“asayiş-i dahiliyenin iadesi” zahiri maksadıyla ordu müfettişi sıfatıyla Anadoluya göndermeye karar verdi. Ve aradığı fırsatı da çok kısa sürede buldu. “İngilizlerin, Samsun dolaylarındaki Rum çeteleri ile Türkler arasındaki çatışmaların önüne geçilmesini istemelerini” fırsat bilerek, Mustafa Kemal’i çok geniş yetkiler ve bol para ile 9. Ordu müfettişliğine atadı.
Fakat Mustafa Kemal günlerce yola çıkmadı, çeşitli temaslarda bulunarak İstanbul’da oyalandı. Hatta hükümet 6 Mayıs 1919’da yazdığı bir tezkere ile kendisinden acele etmesini istemek zorunda kaldı.[9]
“Bu arada İtilaf Devletleri Yüksek Konseyinin 7 Mayıs 1919'da aldığı karar uyarınca 15 Mayıs 1919'da İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi. İşgal tüm Türkiye'de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı.”[10] “Yunanlıların İzmir’e asker çıkarttığı ve giderek Ege Bölgesinde irili ufaklı çatışmaların ve direnişlerin yaşandığı bu günlerde, M. Kemal ve daha sonra Ankara ekibini oluşturacak olan kimselerin büyük çoğunluğu, kah İstanbul'daki hükümet değişiklikleri ile kâh sarayla, kâh İngilizlerle pazarlık içerisinde kendilerine çıkış yolları aramakla meşguldü.”[11]
İki adet araba, para v.s. gibi bir takım taleplerde bulunan Mustafa Kemal İzmir’in işgale uğramasından bir gün sonra ancak İstanbul’dan ayrılabildi.
“Mustafa Kemal tam İstanbul’dan ayrılacağı gün İngilizler tarafından yakalanıp tevkif edileceği şayiası çıkmıştı. Tuhafı şu ki hadi Mustafa Kemal el çabukluğuna getirip tevkif olunmadan gemiye bindi diyelim, amma Merzifon ve Samsun havalisinde İngiliz askerleri yok muydu? Neden onu tevkif edip İstanbul’a geri göndermediler de geri çağırması için Bab-ı Ali’ye tazyik icra etmeye koyuldular? Doğrusu bu bir muammadır?” [12]
“Padişahın beklediği oydu ki, Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da sivil bir hareket başlatsın, bu yolda halkı teşkilatlandırarak müstevlilere karşı koysun. Ama şimdi o, gizlice firari değil, bir yanına gösterişli askeri zabitlerini alarak, sırtına da görkemli askeri üniformayı geçirerek "Yâverân-ı Hazret-i Şehriyârî" ünvânının verdiği övünme ile Anadolu'ya geçiyordu. Resmi tarihler her ne kadar çürük Bandırma Vapuru ve İngilizlerden habersiz Samsun’a geçiş hikayeleri ile doluysa da, artık Bandırma Vapuru’nun, devletin en yeni
gemilerinden biri olduğu ve Mustafa Kemal Paşa ile beraberindeki askerlerin ise İngiliz vizesi ile gemiye bindikleri belgelenmiştir.(…) Eğer İstanbul Hükümeti’nin Anadoludaki asker ve sivil idare üzerinde olabilecek tasarruflarına, üreyen ve türeyen halk teşkilatları fiili bir muhalefette bulunursa, hükümetçe yetkili kılınan Mustafa Kemal Paşa bunları tepeleyecektir. Anadolu’da, hakkında böyle düşüncelerin olduğu Mustafa Kemal Paşa nitekim Havza’dan çektiği telgrafta: “Nâzik olan vaziyet-i umûmiye”den bahs ettikten sonra “Hükümeti müşkül bir mevkîe sokacak herhangi bir ahvâlden ictinâb edilmesi (kaçınılması)”nı istiyordu.”[13]
“Tam Mustafa Kemal Samsun’a ayak bastığı gün harekete geçen İngilizler, General Milne imzasıyla Harbiye Nezareti’ne bir yazı göndererek, O’nun Anadoluya niçin gönderildiğini sormuşlardır. Harbiye nezareti bu yazıya verdiği 24 Mayıs 1919 tarihli cevapta, “mütareke hükümlerinin süratle tatbikini sağlamak” gibi bir maksad takip edildiği bildirilmişse de, İngilizler tatmin olmayarak, 6 Haziran 1919 tarihli yazılarıyla, “Mustafa Kemal Paşa ve Erkanı’nın derhal İstanbul’a çağrılmasını istemişlerdir.
Bu kati ifade karşısında bile direnmek ve Mustafa Kemal Paşa’yı geri çağırmamak isteyen Harbiye Nezareti, 8 Haziran 1919’da İngiliz talebini bir kez daha cevaplandırmışsa da İngilizler nokta-i nazarlarında ısrar ettiklerinden işgal altındaki Harbiye Nezareti bu emrivakiye mecburen boyun eğmiştir.”[14]
Burada sorulacak birinci soru, İngilizlerin eğer M. Kemal’i tutuklamaya niyetleri var ise, görevlendirilmesinden sonra günlerce İstanbul’da kalmasına rağmen niçin tutuklamadıklarıdır?
İkincisi ise, “…artık Erzurum’a ulaşmış bir Mustafa Kemal’in İstanbul’ a dönmeyeceğini Harbiye Nezareti kadar İngilizler de elbette biliyorlardı. O halde Anadoludaki harekat ile İstanbul hükümetinin arasını açmaktan ve bunları karşı karşıya getirmekten başka hiçbir netice vermeyecek olan bu tazyiklere İngilizler niçin başvuruyorlardı?”[15]
Bu soruların cevabı pek çok konuya da açıklık getirecektir.
Mustafa Kemal Samsun’a çıktığı gün Anadolu’da mukavemet çoktan başlamıştı. Ethem bey Salihli civarında, işgalin önünde barikat görevi görecek bir cepheyi zaten oluşturmuştu. Balıkesir, Gönen, Kirmasti, Bandırma ve Bursa'da sözünü geçirdiği Çerkeslere haber gönderip çağırmış ve kuvvetlerine katmıştı. İttihatçı diye İstanbul hükümetince peşine düşüldüğünden Akhisar bölgesinde dolaşan Serenli Parti Pehlivan da Ethem'in hizmetine girmişti. Ethem'in oluk oluk kan akıtarak oluşturduğu Salihli cephesi, o sıralar Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle uğraşan M. Kemal ekibinin ciddi bir nefes almasını sağladı. Çünkü Salihli cephesi ile birlikte, her geçen gün biraz daha genişleyen işgal cephesinin önüne önemli bir set çekilmiştir.(…) Anadolu'nun ağırlıkla Ege Bölgesi olmak üzere çesitli yörelerinde Kuvva-yı Milliye adı altında başlayan yerel direnişler kendiliğinden giderek güçleniyordu. [16]
Ancak bu direnişler, merkezi bir önderlikten yoksundu.
Mustafa Kemal’in tek hedefi vardı: Bu direniş merkezleri nezdinde kendisini tek otorite haline getirmek….
Bu stratejiyle işe koyuldu.
…VE “BİRADERLER” HALK HAREKETİNİN BAŞINA GEÇİYOR
“Mustafa Kemal 25 Mayıs 1919 Günü Havza’ya ulaştı ve burada uzun süre bekledi. Yüklenmiş olduğu misyona yönelik, özellikle Erzurum, Trabzon ve Sivas’tan gelecek tepkileri bekliyordu.”[17]
Bu arada mahalli teşkilatlanmalarla Anadolu direnişi de yükseliyordu.
O’nu Şişlide’ki evinde ziyaret ederek Erzurum’a davet eden Kazım Karabekir ise 3 Mayıs 1919’dan beri Erzurum’daydı ve Erzurum Kongresi’nin yapılması için çalışmalar yürütüyordu.
Bu tarihlerde Erzurum’un 22 Nisan’dan beri şehirde bulunan ilginç bir konuğu daha vardı: Yahudi kökenli Lord Curzon’un yeğeninin kocası İngiliz ajanı yarbay Alfred Frederick Rawlinson.[18]
Bu İngiliz ajanı, denetçi sıfatıyla doğu bölgesinde yaklaşık iki buçuk yıl faaliyet göstermiştir.[19] Görevli bulunduğu Bakü’den Erzurum'a “Türk milliyetçileri” ile asgari anlaşma şartlarını sağlamak üzere gelmişti.[20]
Karabekir de, Rawlinson’un mütareke ahkamının uygulanıp uygulanmadığını kontrol için Erzurum’a gönderildiğini, ancak İngiliz ajanın asıl vazifesinin “gelecek üzerine pazarlık” olduğunu kısa mülakatı sırasında kavramıştır.[21]
6 Haziran 1919’da General Milne imzasıyla Harbiye Nezaretine verilen notada “Mustafa
Kemal Paşa ile maiyeti erkânının vilâyetlerde isbat-ı vücut etmelerinin arzu olunmadığını” belirterek Mustafa Kemal Paşa ile beraberindekilerin derhal İstanbul’a dönmelerinin sağlanması isteniyordu.[22]
Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, İngilizlerin talebini kabul eden Hükûmetin kararına uyarak 8 Haziranda Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğine hitaben yazdığı yazı ile Mustafa Kemal Paşadan “Maiyet-i âliyelerindeki istimbotlardan biri ile buraya teşrifiniz rica olunur” diyerek İstanbul’a dönmesini istemişti.[23]
Hakkında bu yazışmalar yapılırken Mustafa Kemal Paşa, 11 Haziran 1919’da 15’inci Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’ya bir yazı göndererek, İstanbul’a dönmesi hususunda Harbiye Nezareti’nden aldığı emri ve bu arada Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa’nın açıklamasını bildiriyor ve “milletin hukuk ve istiklâlini ta’yin uğrunda
milletle beraber çalışmak” arzusunu şu sözleriyle dile getiriyordu.: “Vermiş olduğum kararın milletin hukuk ve istiklâlini temin uğrunda millet ile beraber çalışmaktan ibaret olduğunu zatı biraderlerine evvel ve ahır arz etmiştim. Bu gâye milletin sinesine iltica ederek vazife-i namus ve vicdani ifaya fedakârâne devam etmeyi amirdir.“[24]
Bu yazışmalar sürerken, Mustafa Kemal Erzurum Kongresi’nin toplanma kararını öğrenince memnuniyetini Kâzım Karabekir’e telgraf ile bildirir. Ayrıca 22 Haziran’da Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak kongrenin toplanacağını yurdun dört bir yanına duyurur. [25]
Mustafa Kemal 27 Haziran 1919’da Sivas’a geldiğinde, 23 Temmuz 1919’da toplanacağı açıklanan Erzurum Kongresi’ne bir an önce iştirak etmenin ve kongreden Anadolu Halk hareketinin lideri olarak çıkmanın yollarını arıyordu. O bu arayışlar içindeyken vatanı kurtarmanın gerçek öncüleri İstihlas-ı Vatan Cemiyeti’ni kurarak çoktan kolları sıvamışlardı bile.[26] Cemiyet Deli Halit Bey’in(Paşa) projesidir. İstihlâs-ı Vatan Cemiyeti 1918 Yılı Kasım'ında kurulmuştur. Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu 13 Kasım 1918 - 16 Mayıs 1919 arasındaki altı aylık sürede, bu cemiyet ve ondan zuhur edecek oluşumlar Milli Mücadele’nin çekirdeğini oluşturmuştur zaten.
Bu arada İngiltere'nin Kafkasya'daki istihbarat sorumlusu General Beach de 21 Haziran 1919’da Erzurum'a gelir, kendisini Rawlinson misafir eder. General Beach, Rawlinson’la birlikte 2 Temmuz tarihinde Karabekir’le bir görüşme gerçekleştirir.[27]
Pazarlık masasında yeni başlayacak dönem vardır.[28]
Ve pazarlık tamamlanır.
Ertesi gün 3 Temmuz'da Mustafa Kemal Vilayatı Şarkiye Müdafaayı Hukuki Milliye Cemiyeti'nin kongresine katılmak için Erzurum'a gelir. Mustafa Kemal’in şehre gelmesinin ardından aynı gün General Beach Erzurum’dan ayrılıp Tiflis’teki karargahına yönelir.
Erzurum’da 2 ve 3 Temmuz tarihlerinde meydana gelen bu trafik ve gerçekleşen görüşmeler oldukça mühimdir. Detaylarıyla incelenmesi gerekir.
Bütün bu gelişmeler sonrasında, yukarıda anlattığımız gibi İngilizlerin baskısıyla İstanbul Hükümeti M. Kemal Paşa’yı azlederek İstanbul’a çağırmak zorunda kalır (7 Temmuz 1919).
Mustafa Kemal ise bu emre şiddetle karşı çıkarak askeri görevden istifa ettiğini ve bundan sonra sivil bir kişi olarak göreve devam edeceğini açıklar.(9 Temmuz)
Bunun üzerine İstanbul Hükümeti yine İngilizlerin baskısıyla kendisini tutuklamak için Kâzım Karabekir Paşa’yı görevlendirir.
Haberi alan Mustafa Kemal, bulunduğu mekanda moralsiz bir şekilde Rauf Bey’le birlikte sonucun ne olacağını beklemeye başlar.
“Makam ve rütbe olmaksızın, güvendiği komutanların tavrının bile ne olacağı belli değildir. Her ne kadar Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa, zaman zaman ona mütemadiyen destek olacaklarını ifade etmiş olsalar da yine de Mustafa Kemal için bütün bunlar belirsizlik düşüncesini ortadan kaldırmıyordu.”[29]
Bu sırada Karabekir yanında bir manga askerle Mustafa Kemal’in bulunduğu binaya yönelir. Mustafa Kemal kaygıyla beklerken, Karabekir odaya girerek Mustafa Kemal’i saygıyla selamlar ve şunları söyler :
- “Kumandamda bulunan zabitan ve efradın hürmet ve tazimlerini arza geldim. Siz bundan evvel olduğu gibi bundan böyle de muhterem kumandanımsınız. Kolordu komutanına mahsus araba ile maiyetinize bir takım süvari getirdim. Hepimiz emrinizdeyiz Paşam.”[30]
Mustafa Kemal, Karabekir’in boynuna sarılarak bu eski arkadaşını birkaç kez öper.
Böylece “biraderler” böylece sırt sırta verir ve “mücadelelerine” başlarlar.
Peki bu sırada Ravlinson ne yapmaktadır?
İngiliz işgal komutanlığının Osmanlı hükümetine çıkarttırdığı Mustafa Kemal’in tutuklanması yönündeki emrin uygulanmasını takip etmekte midir?
Hayır, etmemektedir. Ravlinson baştan savma bir iki uyarı dışında hiç bir şey yapmaz.
Görünen odur ki, İngilizler İstanbul yönetimini, Anadolu insanının gözünde küçük düşürecek davranışlara zorlarken, karşı çıkar göründükleri Mustafa Kemal ve kadrolarını da gizliden gizliye desteklemektedir?
Acaba niçin?
Bunlar hala cevabı bilinmeyen sorulardır.
Ravlinson ve “İngiliz işgal yönetimine bayrak çeken” Mustafa Kemal aynı şehirde kalmakta ve görüşmektedirler.
MANDACILIK VE KONGRELER DÖNEMİ
- 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi yapılır ve Mustafa Kemal amacına ulaşır. Erzurum Kongresi'nde seçilen temsilciler kurulunun başkanlığına getirilir. Alınan kararları da bir bildiriyle açıklar.
“Rawlinson, Kongrenin son günü Mustafa Kemal ile üç buçuk saat süren bir görüşme yaptıklarını ve Mustafa Kemal'in kendisine o gün kabul edilen "Milli Misak"[31] hakkında bilgi verdiğini ve ertesi gün son şeklini kendisine telleyeceğine söz verdiğini de kaydeder.
Mustafa Kemal ile Rauf Bey'in evinde görüşmüşler ve Rauf Bey de bir ara görüşmelere katılmıştır. Kuvay-ı Milliyecilerin emelleri ve gelecekle ilgili konular görüşülmüştür.”[32]
“İstanbul’daki İngiliz işgal komutanlığı, 5 Ağustos'ta Rawlinson'a ve ekibine, bütün adamlarını Türk toprakları dışına çıkarması ve kendisinin Kars'ta kalması bildirmiştir.(…) Ravvlinson ve ekibi 7 Ağustos Akşamı Sarıkamış'a ulaştığında, bir telgrafla İstanbul'a çağrılmış, 14 Ağustos'ta İstanbul'a ulaşan İngiliz subayı, Beyoğlu'ndaki genel karargaha gidip Doğu illerindeki durumu etraflıca anlatarak, Milli Misak'ın bir kopyasını İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı'na vermiştir. (…) Rawlinson 28 Ağustos'ta Londra'da da Harbiye Bakanı ve diğer yetkililerle görüşerek değerlendirmelerini arz eder. (…)”[33]
- Ardından 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresi'nde, Erzurum Kongresi'nin kararları onaylanır.
Tam burada bir parantez açıp değerli araştırmacı Mustafa Armağan’ın yazdıklarına bir göz atmamız yerinde olacaktır:[34]
“Sivas Kongresi tutanakları incelendiğinde 11 Eylül'deki kapanışa doğru “manda” tartışmasının kızıştığı görülür. Özellikle Kara Vasıf, Rauf (Orbay) ve Refet (Bele) beyler tarafından (ki üçü de masondur- e.k.) ciddi ciddi gündeme getirilen Amerikan mandacılığının o günlerde pek bir taraftar bulduğunu gözlemliyoruz. İster taktik gereği, isterse samimi olarak istensin, Amerika gibi güçlü ve tarafsız bir devletin yardımının arzulandığı açıktır. Nitekim Sivas Kongresi kararlarından 7. madde, manda konusundaki tartışmaların net bir yansıması olarak karşımıza çıkar:
“Madde 7. Milletimiz asrî gayeleri tebcil ve fenni, sınai ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Binaenaleyh devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklali ve vatanımızın tamamiyeti mahfuz kalmak şartıyla altıncı maddede musarrah hudud dahilinde milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi devletin, fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız...” (Nutuk, I, s. 67)
Şimdi bu maddede masumane bir edayla bize bakan “her hangi devlet” hangisidir veya hangisi olabilir?
Uluğ İğdemir’in yayına hazırladığı ve Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı Sivas Kongresi tutanaklarını inceleyince görüyoruz ki, bu devlet, kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri’dir. Ancak Mustafa Kemal, Nutuk’da bunu sert bir dille inkâr etmiş ve hatta “manda”nın söz konusu olmadığını söylemiştir (yumuşatılmış ifade ‘müzâheret’tir). Ona göre bu madde, ecnebi sermayeye yönelik bir davetten ibarettir.
Ancak gerek Rauf Orbay’ın hatıralarına, gerekse Kâzım Karabekir’in yazdıklarına bakıldığında, bu “herhangi devlet”in ABD olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Peki Gazi Mustafa Kemal, 1927’de, 8 yıl önceki bu önemli ayrıntıyı neden unutturmak çabası içine girmiştir? İnkılap tarihçilerimizin zahmet edip cevaplandırması gereken çetin
bir sorudur bu. Kendi payıma, bu sorunun cevabını, yine onunla alakalı bir başka ayrıntı üzerinden vereceğim. Yani 9 Eylül 1919 tarihli o meşhur mektup üzerinden. Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikri o kadar taraftar toplamıştır ki, başlarda mandaya taraftar olan Rauf Bey son anda fren koyup da, önce bir mektup yazılarak bir ABD heyeti davet etme fikri kabul görmese belki de tamamen mandacı bir karar çıkacaktır. Doğrusu Sina Akşin’in hayret ettiği kadar var: Mandacılığa karşı olduğunu bildiğimiz Başkan Mustafa Kemal, kürsüye çıkıp bu gidişe dur dememiş, işi oluruna bırakmayı tercih etmiştir. Nitekim kongre kararıyla Amerika’ya bir telgraf çekilmiş ve “ABD Kongresi üyelerinden oluşan bir kurul”un Anadolu’ya gelerek incelemelerde bulunması istenmiştir. Amaçlardan biri de, yaklaşan Sevr barış görüşmelerinde Amerika’nın tarafsız bir ülke olarak yakınlığını sağlamaktır. Mektupta ABD Senatosuna “Üyelerinizden oluşan bir komiteyi Osmanlı imparatorluğunun her köşesine göndermenizi diliyoruz” denilmektedir.
Ve telgraf haline getirilerek çekilen mektubun altında 5 imza birden vardır. Kimler mi imzalamıştır bu mektubu? Bakalım beraberce: Sivas Milli Kongresi adına Mustafa Kemal Paşa (mason e.k.), Başkan Vekili Rauf Bey(mason e.k.), İkinci Başkan Vekili İsmail Fazıl Paşa (mason Ali Fuad Cebesoy’un babası e.k.) ve iki divan kâtibi... Bu mektup ABD Senatosu tarafından yayınlanmış olup, gerek Rauf Orbay, gerekse Kâzım Karabekir oradan alarak hatıratlarında kullanmışlardır. Şimdi sıra geldi meselenin bam teline dokunmaya.
BU MEKTUP YAZILDI MI YAZILMADI MI?
Nutuk’taki ifade aynen şöyledir. 1927 baskısını kullanıyorum:
“Efendiler, pek uzun ve münakaşalı devam eden bu manda müzakeresi, taraftarlarını iskât edecek [susturacak] mutavassıt [orta yolcu] bir çare ile hitam buldu [sona erdi]; hem de bu çareyi teklif eden yine Rauf Bey oldu... Bu teklif ittifâk-ı ârâ [oybirliği] ile kabul olundu. Kongre divan riyasetinin [başkanlığının] imzalarıyla bu yolda bir mektup tesvid olunduğunu [müsveddesinin hazırlandığını] hatırlıyorsam da, bu mektubun gönderilebilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamıyorum. Esasen bu mektuba suret-i mahsusada [özel olarak] ehemmiyet atf etmiş değildim.” (s. 68)
Kongre başkanı ve başkan vekillerinin imzaladıkları ve bir yabancı devletin senatosuna çekilen telgrafın gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamayan Gazi'nin, aynı Nutuk’un 92-94. sayfalarına aldığı Kâzım Karabekir’e yazdığı bir cevapta bu mektubun yazıldığını ve kendisinin imzaladığını gayet güzel hatırladığını görmekteyiz. Mektupta geçen ifadeleri şöyledir Mustafa Kemal’in:
“Yalnız Amerika senatosuna yazılan ve malumunuz olan bir mektuba kongre kararıyla 5 kişi vaz’-ı imza etmiştir [imza atmıştır] ki, bu meyanda bendenizin de imzam vardır.” (s. 92)
Kaldı ki, gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlayamadığı mektubun hemen arkasından, yani sadece 10 gün sonra, ABD Kongresi’nin Sivas’a inceleme yapmak ve rapor tutmak maksadıyla gönderdiği General Harbord’la görüşen de Mustafa Kemal’den başkası değildir
(bu görüşmede Rauf Bey de tercümanlık yapmıştır). Dolayısıyla mektubun gönderilip gönderilmediğini en azından onun doğurduğu bu ziyaretten hatırlayabilirdi. Ancak ben Gazi’nin, bu biraz kafa karıştıracak ayrıntıyı Nutuk’un resmi tarih oluşturma amacını göz önünde tutarak hatırlamak ve hatırlatmak istemediğini düşünüyorum.
Nereden mi çıkartıyorum bunu? Şaşıracaksınız belki ama yine gerçek bir hazine olan Nutuk’tan.
Zamanın Matbuat Cemiyeti Başkanı olan Velid Ebuzziya, bir söyleşi yapacaktır Mustafa Kemal’le. Mustafa Kemal Paşa’nın Tasvir-i Efkâr gazetesi adına 13 Ekim 1919’da yollanan 21 sorudan sadece 12 numaralı soruya cevap vermediği dikkatlerden kaçmaz. Bu soru ise tahmin edebileceğiniz gibi, General Harbord’la görüşmesinde ne konuştukları üzerinedir. (“General Harbord ile ne mülakat ettiniz?”) (Nutuk, 1927 baskısı, cilt II, s. 145-146.)
Epeyce şaşırtıcı değil mi? Bütün sorular içinden sadece Amerikalı General ile yaptığı görüşme hakkındakini cevapsız bırakan Mustafa Kemal, aynı kitapta Harbord’u gönderen ABD Senatosu'na yazdığı ve altında imzası bulunan mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlayamadığını söylemekteydi.
Neydi işin sırrı acaba?
Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı tarihi yeniden yazılırken bazı ayrıntılar neden atlanmıştı?”
Neyse…
Sivas’ta 16 kişilik Heyeti Temsiliye belirlenir. Erzurum Kongresi'nde "Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Heyet-i Temsiliyesi” ne seçilen 9 kişi olduğu gibi listede kalırken, yurdun öteki bölgelerinden seçilen 7 yeni üye listeye ilave edilerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Heyet-i Temsiliyesi” haline dönüştürülür.
İstanbul üzerinden gelip “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Heyet-i Temsiliyesi”ne giren ve kontrolü elinde tutan ekibin hemen tamamının İttihat Terakkici ve mason olması dikkat çekicidir:
1.Mustafa Kemal Paşa, Mason
2.Hüseyin Rauf Bey, Mason
3.Eyyüpzade İzzet Bey
4.Hoca Raif Efendi
5.Hacı Salihzade Servet Bey
6.Sadullah Efendi
7.Hacı Fevzi Efendi
8.Hacı Musa Bey
9.Bekir Sami Bey, Mason
10.Refet Bey, Mason
11.Kara Vasıf Bey, Mason-Bektaşi
12.Mazhar Müfit Bey,
13.(Tambi)Ömer Mümtaz Bey
14.Hüsrev Sami Bey, Mason
15.Hakkı Behiç Bey
16.Ratipzade Mustafa Bey
Sivas ve daha sonra Ankara'da, Mustafa Kemal yönetiminde kurulan Anadolu hükümeti, olumsuz şartlarda bir barış antlaşmasını kabul etmeyeceğini bildirir ve direniş hazırlıklarına başlar.[35]
Anadolu’da gerçekleşen bu gelişmeler 02 Ekim 1919’da Damat Ferit hükümetinin istifasını doğurmuştur. Bu istifayı müteakip, Anadolu hareketiyle uyumluluk sergileyecek olan Ali Rıza Paşa (mason e.k.) hükümeti kurulmuş ve ilk iş olarak da tarihe “Amasya Mülakatı” olarak geçen, Mustafa Kemal ile Amasya’da önemli bir görüşme yapılmıştır (20 Ekim 1919). Bu görüşmenin temel konusu, Osmanlı Mebuslar Meclisi (Meclis-i Mebusan)’nin toplanmasını kararlaştırmak olmuştur.[36] Bu mecliste Mustafa Kemal’e Erzurum milletvekilliği verilir (7 Kasım 1919).[37]
“Bu arada Londra'da hükümet ve askeri yetkililerle görüşmelerde bulunan Rawlinson, Lord Curzon'la ikinci defa görüşerek, 20 Ekim'de Londra'dan hareketle, 6 Aralık'ta Trabzon'a ve yirmi gün sonra da tekrar Erzurum'a ulaşır. Albay Rawlinson Londra'dan ayrılmadan önce Lord Curzon'la yaptığı son görüşmede Curzon'dan; "mümkünse Mustafa Kemal'i tekrar ziyaret etmesi ve imkansız olarak görülen Misak hükümleri dışında partisinin barış için ne gibi şartları kabule hazır olduğunu açık olarak tespit etmesi talimatını almıştır. (…) 26 Aralık'ta Erzurum'a gelen Rawlinson, eski İran konsolosluğu binasına yerleşmiş, 28 Aralık'ta Kazım Karabekir ile bir görüşme yapmıştır. Almış olduğu talimatları Karabekir'e bildirmiş, Mustafa Kemal ile görüşmek isteğini yinelemiştir. Karabekir, Mustafa Kemal'in Sivas'a, oradan da Ankara'ya gittiğini söylemiş, Ankara'da Milli Hükümeti kurmakta olduğunu, teklifini kendisine ileteceğini, ancak kış sebebiyle Ankara-Erzurum yolculuğunun mümkün olmadığını bildirmiştir. Aynı görüşmede Rusya
hakkında konuştuklarını da belirten Ravvlinson, Karabekir'in Avrupa ile bir anlaşmazlık çıktığında Türklerin, ister istemez Bolşeviklerin kollarına atılacağını saklamamakla birlikte, Müttefikler ve özellikle İngiltere ile dostluk kurmayı daha çok istediğini söylemekten çekinmediğini de kaydetmiştir.
20 Kolordu Kumandanlığı aracılığıyla Kazım Karabekir durumu ve görüşmeyi teferruatlı bir şekilde 28 Aralık 1919'da, Mustafa Kemal Paşa'ya şifre telgrafla bildirmiştir. Bu telgrafta özetle; Rawlinson'un görünürde XIII. ve XV. Kolordularda Mütareke şartlarının yerine getirilip getirilmediğini araştırdığı, asıl amacının ise, dikkat çekmeden Karabekir'den sonra Mustafa Kemal ile görüşmek olduğu belirtilmiş, Curzon'un, Türkiye'de şimdiye kadar kuvvetli bir hükümet görmediklerinden barışın mümkün olamadığını, milletin güvenini kazanan Mustafa Kemal Paşa'nın barış konferansında bulunmasını istediklerini söylediği ve konunun kendisine yazılmasını rica ettikleri yazılmıştı. Ayrıca Ravvlinson'un, İngiltere'de pek çok partinin Türkiye'nin varlığı ve bağımsızlığına taraf olduğunu, Asya'daki müstemlekelerinin huzurunun buna bağlı olduğunu İngiliz Hükümeti'nin de kabul ettiğini, onun için diğer devletlerin Türkiye'yi taksim planlarına İngiltere'nin izin vermeyeceğini bildirdiği de belirtilmişti. Rawlinson'un ağzından İngiltere’de, birçok fedakarlıktan sonra Türkiye'nin İngiltere'nin düşmanları tarafına geçmesinden korkulduğunu, yanında getirdiği mühendisle Erzurum ve Gümüşhane bölgesinde maden işletmesi ve demiryolu inşası ile Türkiye'ye külliyetli paralar dökeceklerini ve memleketi mamur hale getireceklerini de söylemiştir. Ancak Ravvlinson hatıratında bu konulardan bahsetmediği gibi; Karabekir'in Ravvlinson'un sorduğunu iddia ettiği "Cumhuriyet mi padişahlık mı? İstanbul ülkeyi yönetmeye devam edecek mi? Anadolu'nun İstanbul'dan yönetilmesi mümkün mü? Halifelik idareden ayrılacak mı?" gibi sorulara da değinmemiştir. Bu telgrafa Ankara'dan verilen cevapta ise; Rawlinson'un ancak resmi yetkili olması durumunda kendisiyle görüşülebileceği cevabı verilmiştir.”[38]
Bütün bu görüşmelerin ve beyan edilen düşüncelerin satır aralarından okunan mesaj, İngilizlerin bütün planının Hilafetin ve İstanbul yönetiminin tasfiyesi üzerine kurulduğu, yerine de “yörüngede bir Anadolu yönetimi”nin oluşturmaya çalışıldığıdır.
Bu arada Mustafa Kemal, milletvekili atandığı ve Ankara’da toplanmasını istediği Meclis (Meclis-i Mebusan) İstanbul'da toplanınca (12 Ocak 1920) bu oturuma katılmaz.
Mustafa Kemal'in katılmadığı bu son Osmanlı Meclisi misakı milli (milli yemin) ilkelerini kabul eden meclistir (17 Şubat 1920).
Bilindiği gibi Misak-ı Milli, bugünkü Türkiye toprakları dışında güneydoğuda, Trakya’da ve Kafkasya hattında daha geniş sınırları kapsıyordu.[39]
- 5 Nisan 1920’de yeniden sadrazamlığa getirilen Damat Ferit Paşa, Anadolu'daki ulusal hareketi "isyan"; bu hareketi yönetenleri de "eşkiya" diye niteleyerek, "hilafet ordusu" adı altında toplanan muvazaalı birliklerini Mustafa Kemal’e bağlı kuvvetlerle savaşmak üzere Anadolu'ya gönderdi. Çerkes Ahmet Anzavur komutasındaki birlikler gösterdikleri kısmi başarıların ardından Çerkes Ethem birlikleri tarafından tamamen dağıtılmıştır.
- 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali üzerine, işgal kuvvetlerinin baskısıyla Vahdettin Han 11 Nisan 1920'de meclisi mebusanı feshetmiş ve bundan sonra memleketi saltanatı boyunca kararnamelerle idare etmiştir.
OLAYLARIN PERDE ARKASI
“Kont Sforça, bu mütarekeden bahsederken (Mondros mütarekesi), İngilizlerin kara ordusuna karşı mutedil davrandığını söylüyor. Donanmanın hemen teslimi istendiği halde kara ordusunun ilgasından veya hemen terk-i silah etmesinden bahsedilmiyormuş. Bilakis sadece seferberliğin ilgası taleb olunurken, dahilde asayişin temini ve hududların muhafazası bunun için lazım gelen ordu miktarı terhisten istisna ediliyormuş!.. Kont Sforça bunda gizli bir maksad görüyor ve diyor ki: “İngiltere hükümeti, Osmanlı devletinin mirasçıları arasında şimdiden bir ihtilaf görüyor ve mutad olan ikiyüzlü siyasetiyle şunu istiyor: Eğer müttefiklerin talebleri İngilizleri sıkacak bir şekil alırsa, henüz mukavemet kabiliyeti olan Türkleri kendi menfaatleri için kullanabilir bir mevkiye koyabilsinler.” [40]
“Bu durumdan anlaşılıyor ki, daha mütarekenin imzası günü, yani padişahın Anadolu’da bir kuvvet teşkilini hayalinden bile geçirmediği bir zamanda İngilizler (Kont Sforça’nın fikrine göre) bu kuvvetin teşkilini düşünmeye başlamışlar, hatta bunun için Mustafa Kemal Paşa’yı, Sultan Vahideddin’den evvel bulmuşlardır. Sultan Vahideddin ve Sadrazam Ferit Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı, “Memlekette büyük şöhreti vardır. İtimat edilecek namuslu bir adamdır” diye İngilizlere karşı müdafaa edip Anadoluya göndermeye çalışırken, Mustafa Kemal Paşa’da İstanbul’da İtilaf Kuvvetleri İleri gelenleri ile münasebette bulunuyor ve onlardan talimat alıyordu.”[41]
Sanki gizli bir el Mustafa Kemal’i koruyor Anadoludaki mücadele gücünü kontrolü altına alması için çalışıyordu.
Mesela, “Üçüncü Ordu Kumandanı Cevad Paşa tarafından tayin edilen miralay Selahaddin Bey’i Anadoluya bir İngiliz gemisi götürmüştü.”[42]
Niçin?
“Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a muvasalatı sırasında Sadrazam Ferit Paşa ve Erkanı Harbiye Reisi Cevad Paşa’ya yazarak Samsun müfettişliğine Hamid Bey isminde bir zatı tayin ettirmiştir.[43] Bu zatın daha sonra Dahiliye Nazırı ile arası bozulduğu için azline karar verildiği halde, İngilizler yerinde bırakılması için İstanbul hükümetine müracaat etmişlerdir”[44]
Niçin?
“25 Eylül 1919 tarihinde yani daha Kuvay-ı Milliye’nin herhangi bir mevcudiyeti görülmeden General Salliklad, Fuat Paşa nezdine, bir erkan-ı harb binbaşısı ile İngiliz kontrol zabitanından mürekkep bir heyeti Eskişehir’e gönderdi. Bu hey’et “İngilizlerin
Ahval-i Dahiliye’ye ve Kuvay-ı Milliye’ye katiyen müdahale etmeyeceklerine “ dair söz verdi.[45]”[46]
Niçin?
1919 yılı yazında Sultan Vahideddin Anadolu’daki isyanı bastırmak üzere güvenilir kuvvetlerinden iki fırka teşkil edip Anadoluya sevk edileceğini söyleyince, İtilaf Devletleri mümessilleri buna asla müsaade etmediler. “ Bu mütareke şartlarına aykırıdır, terhis yerine yeniden silahlanma mı yapacağız?[47] dediler.
Niçin?
“Yine aynı tarihlerde İngilizler Merzifon’da bulunan İngiliz kuvvetlerinin geriye alınması halinde, “Kuvay-ı Milliye’nin memnun olup olmayacağını” sordular. Kuvay-ı Milliyece”Pek memnun oluruz” cevabı verildi. Onlar da hemen Merzifon’daki kuvvetlerini ağırlıkları ile birlikte evvela Samsun’a, oradan’da İstanbul’a çektiler.[48]
Niçin?
Dagobert Von Mikusch bu hususa dikkat çekerek, “Hakikaten şayan-ı hayret bir şey” diyor ve ilave ediyor: “Galipler General’e (Yani Mustafa Kemal’e) hazırlıklarını yapması için lazım gelen bütün rahatı ve kafi vakti verdiler ki, bunun neticesi kendi sulh muahedelerinin bozulmasını mucip olacaktı.”
İngiliz siyasetinin zahir görünüşüne zıt düşen ve örnekleri çoğaltılabilecek bu hadiseler, niçin ve nasıl oluyor da bu tarzda cereyan ediyordu?
Dagobert Von Mikush’a bakarsanız: “Mustafa Kemal’in İngilizlerle gizli bir anlaşma yapmakta olduğunu ve bu anlaşmanın daima da gizli kalacağını”[49] kabul etmek gerektir. Anlaşılmaktadır ki, Mustafa Kemal Paşa, harici görünüşe rağmen “İngiliz siyasetine uygun bir harekat tarzı” takip etmiştir.”[50]
Niçin?
“Erzurum ve Sivas Kongreleriyle Büyük Millet Meclisi’nin ilk zamanlarında “Makam-ı Hilafet” ve hatta Sultan Vahideddin’in şahsına hududsuz bir surette bağlı gözüken M. Kemal Paşa, kendini sağlama aldıktan sonra artık meydan okumaya başlamıştır. Bu devredeki beyanlarının hakim manası şudur: “Halife ve O’na bağlı olanlar düşmanlarla beraberdirler, binaanaleyh haindirler.” İngilizlerin bu ifadeye mukabeleleri de “Halife bizimle, hatta Yunanla beraberdir!” tarzında oluyordu, ki bu da mefhum-i muhalif yoluyla aynı kapıya çıkıyordu.
Gerçekten İngilizler Padişah’ı hain gösterebilmek için bir takım hareketlere icbar ediyorlardı. Halifenin İngiltereye karşı güya bir muvazaa silahı olarak başvurduğu “Kuvay-ı İnzibatiye”[51] ve mahud “fetva”lar[52] gibi…”[53]
“Dikkat edilirse İstanbul’daki silah depolarının kapılarına Hindli Müslümanları koyarak “din kardeşliği” saikasıyla Kuvay-ı Milliyeciler’in bu depolardan, Anadolu harekatını muvaffak kılacak silahları kaçırmalarına göz yummak da İngiliz siyasetinin bir gafleti değil, mahirane bir surette ortaya çıkarılmış bir siyasi taktiği idi. O kadar ki, İngilizler Kuvay-ı milliye ile ilk temas hattı olan Eskişehir havalisindeki kuvvetlerini de bu Hind Müslümanlarından seçmiş bulunuyorlardı!...
Diğer taraftan, Mustafa Kemal Paşa da İstanbul Hükümeti, Hilafet ve Saltanat Makamı ile Anadolu’nun arasını açmak için hudutsuz bir gayret sarfetmişti. Çünkü bu devleti ele geçirmeyi çoktan kafasına koymuştu” [54]
Dünya’da masonluk, Yahudiler, İngiltere ve ABD’nin çıkarlarını korumak ve geliştirmek için kullanılmaktadır. 19. yy ortalarından sonra Osmanlı ülkesinde de ciddi şekilde örgütlendiler. Kısa sürede Osmanlı Hükümetinde söz sahibi olanların büyük çoğunluğu Masonluğa geçti.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de yönetim hep masonların elinde oldu. Türkiye’de katı laiklik ve ateizmden kaynaklanan “Atatürkçülük” söylemlerinin arkasında da hep bu mason çevreler vardır.
BİR MASON DAYATMASI: SEVR ANLAŞMASI
İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı Devleti'ne uygulanacak barış şartlarını hazırladı. 22 Nisan'da Osmanlı Hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi.[55]
Bu durum karşısında Mustafa Kemal, ertesi gün 23 Nisan 1920'de Ankara'da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni toplayıp, meclisin seçtiği 11 kişilik icra vekilleri heyetinin başkanlığına geçti (24 Nisan 1920).[56]
30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderilen bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğu bildirildi.[57]
“Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da (1920) İtilaf Devletleri Türk Milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdiler. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi.”[58]
Bu ilerleyişten ürken İstanbul hükümeti 22 Haziran'da İstanbul'da toplandı ve Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Eski maarif nazırı (milli eğitim bakanı) Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik
Bey (Mason) ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey'den oluşan bu heyet, 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı.[59] Ankara'daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı.[60]
ABD'nin Hazırladığı Sevr Haritası“ABD, Osmanlı’nın parçalanmasını ve paylaşılmasını esas alan Sevr anlaşması üzerinde Anadolu’nun doğusu, kuzey Irak ve Kafkasya’nın önemli bir kısmını “kontrol bölgesi” olarak gösteren haritayı hazırladı. Sevr bir mason dayatmasıdır ve Osmanlı’nın önemli petrol kaynaklarını elde etmek istiyordu. ABD’nin mason Başkanı Woodrov Wilson’un da onay verdiği harita üzerindeki kartal görünüşlü devlet mührünün aynı zamanda “masonluğun”da simgesi”[61] olduğu gözlerden kaçırılmamalıdır.
Ayrıca Sevr’i imzalattıran Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın da hem İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesi, hem de bir mason[62] olduğu da unutulmamalıdır.
“Sevr’in yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebusan'ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin'e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı olduğundan antlaşma mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne de hiç gelmedi. Dolayısıyla antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girmedi.
Saltanat Şurası'nda yaşananlar ise günümüzde hala tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr muahedesini bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir. Saray Başmabeyncisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir.
Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir: “Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’a salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâra bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayandan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”[63]
ANADOLU AYAKLANMASI…
ETHEM BEY VE İNÖNÜ
1918-1920 tarihleri arasında iki yılı aşkın bir süre ile Anadolu'da tek önemli vurucu güç Ethem Bey’in Kuvva-yı Seyyare’si idi. Ethem Bey, Ankara'da Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa ile istişare ederek İngiliz ve Yunan birliklerinin ilerlemesine karşı koyuyordu. Düzenli ordunun olmadığı dönemlerde TBMM'ye karşı girişilen ayaklanmaları (Anzavur, Düzce, Yozgat) hep o bastırdı. Gözde bir gerillacı ve halk kahramanı idi.
Mart 1920’de 9-10 saat süren bir yoğun çatışma sürecinin ardından Anzavur Ahmet'in kuvvetlerini büyük bir bozguna uğrattıktan sonra Genel Kurmay Başkanı İsmet İnönü ile Ethem bey arasında geçen şu telgraf konuşması Ethem Bey’in ahemmiyetini ortaya koymaktadır:
“İnönü: Merhaba Ethem Bey! Nasılsınız, iyisiniz inşallah. Gazanız mübarek olsun.
Ethem: Merhaba Efendim. Teşekkür ederim. Ben iyiyim. Siz nasılsınız?
İnönü: Genel durumumuz iyi değil. Mustafa Kemal Paşa ve Reşit Bey yanımdalar. Makine başındayız. Size genel durumu izah ederken bazı acı haberler de vereceğim.
Ethem: Söyleyiniz efendim. Acı da olsa gerçeği bilmek daha iyidir.
İsmet Bey: Sizinle şu görüşmeyi temin edebilmek için çok zorluğa uğradık. Bazı yerlerde şimendifer tellerinden yararlandık. Birçok yerde itibarımız yoktur. Merkezde ise kuvvetimiz kalmadı... Bulunduğunuz yerde ikinci derecedeki işleri tümen komutanı Kâzım Bey'e bırakarak, Geyve Boğazı'nda Ali Fuat Paşa'nın yardımına koşmanızı rica ederiz.
Ethem: Yarın Geyve'ye hareket edeceğim…”[64]
Ethem, dediği gibi yapar. Geyve'ye ulaşır ulaşmaz hemen bir taarruz planı yapar. Çerkez Ethem'in kuvvetleri ile İstanbul hükümetinin gücü olan Kuvva-yı İnzibatiye Kuvvetleri arasında, Geyve Boğazı'nın gerisinde şiddetli bir çatışma yaşanır. Kuvay-i Seyyare büyük bir başarı kazanır.[65]
Bütün isyanlardaki tablo budur: Çaresiz ve aciz Ankara imdat ister; Ethem bey yetişir ve tehlikeyi bertaraf ederek işleri yoluna koyar…
“Ethem, isyanları büyük bir maharet ve sür'atle bastırırken başarısız bazı kumandanların kıskançlık ve rekabet hislerine hedef olmaktan da kurtulamaz. Birinci çatlak burada ortaya çıkar.
Ethem Bey Yozgat isyanını(Aralık 1920) bastırdıktan sonraki araştırmalarında isyanların Ankara Valisi Yahya Galip'in kötu idaresinden doğduğunun anlaşıldığını, valinin derhal Yozgat’a gönderilerek mahallinde muhakemesini ister. Fakat Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Nutuk’ta anlattığına göre, bunun hükümet üzerinde bir nüfuz denemesi ve selahiyetini aşmak gibi gördüğünden kabul etmez. Ethem’de ısrar etmez. Fakat burada çatlak derinleşir. Çünkü, bazı mebuslar Yozgat'ta Ethem'in; Ankara'ya dönüşümde Mustafa Kemal'i Meclis'in kapısında asacağım gibi sözler söylendiğini duymuşlardı. Bu da Nutuk’ta söz edilir. Bunun üzerine Ethem Bey, Yozgat'ta iken İsmet Paşa'dan aldığı çok acele kayıtlı bir telgrafla Yunan Cephesi’ne çağrılır. Aniden Yunan taarruzu başlamıştır. “Ethem Bey, kısa zaman içinde Alaşehir Ovası’na kadar olan sahayı düşmandan temizler ve Mustafa Kemal Paşa'dan bir tebrik telgrafı alır.
Daha sonra Gediz'de münferit halde bulunan bir Yunan kuvvetine taarruz planı yapılır. Bunu o zaman Alanyund istasyonunda bir araya gelen (Ethem’de dahil) kumandanlar kararlaştırmıştır. Bu taarruzu nizami kuvvetlerle Ethem'in kuvvetleri müştereken yapmıştır. Ethem Bey o dönemde yaptığı işlerde Ali Fuat Paşa ile istişarelerde bulunmaktadır.
Ancak çatlak bu taarruzla daha da derinleşir. Çünkü Erkan-ı Harbiye Reisi (İsmet Paşa) buna taraftar değildir ve Gediz muharebesinden sonra mühim bir münakaşa başlar. Çerkez Ethem ve arkadaşları nizamiye kıtalarının vazifelerini yapmadıklarını ve Kuvva-yı Seyyareye yardımda bulunmadıklarını; buna karşılık nizamiye kıt'a kumandanları da Kuvva-yı Seyyare'nin ciddi muharebeye girişmediğini iddia etmektedir. Bu münakaşa gittikçe büyür. İşte bugünlerde Ali Fuat Paşa Ankara'ya alınır.”[66] “Fuat Paşa, Çerkes Ethem ile yakınlığından dolayı ve Gebze yenilgisinden sorumlu tutulur ve cephe görevinden alınarak ve Moskova’ya büyükelçi olarak tayin edilir.”[67]
“Ali Fuat Paşa'dan boşalan Garp Cephesi ikiye ayrılarak Kuzey kısmına Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği uhdesinde kalmak üzere İsmet Bey (Paşa); Güney kısmına da Dahiliye Vekilliği uhdesinde kalmak üzere Refet Bey tayin olunur.
Herşey Garp Cephesi’ne İsmet Paşa'nın gelmesiyle başlar. Daha evvel cephede ihtilaf değil tam bir uyum ve intibak vardır. Ethem hatıratında şu kanaatini söyler: "Ben zannediyorum ki, Ali Fuat Paşa'nın Garp Cephesi Kumandanlığı’ndan ayrılmasının hakiki sebebi, İsmet ve Refet beylerin benim için düşündüklerini tatbik etmeye Mustafa Kemal Paşa'yı ikna etmeleri ve vaziyeti müsait bulmalarıdır." [68]
İsmet Bey ilk olarak Çerkez Ethem’in yetkilerini kısar. Ethem’in emrindeki kuvvetleri teftiş etmek ister. Ethem Bey, kendi kuvvetlerini teftiş ettirmez. Daha sonra cephe komutanını atlayarak doğrudan doğruya Meclis Başkanı ile haberleşmeye başlar.
“Ethem Bey, her türlü ayrılık ve huzursuzluğun İsmet Paşa ile başladığı hususunda ısrar eder. Hatta kendisine (ÇERKEZ) lakabının takılmasının bile İsmet Paşa'dan sonra olduğunu söyler. Halbuki ırkçılık gayreti gütmediğini belirtir ve: "Hepimiz Osmanlı idik. Eğer milliyet ve ırk tefriki yapılmaya kalkışılsa idi yedi göbek seceresi karışmamış, vatanda kim kalırdı" der.
Garp cephesindeki değişiklikten sonra, kumandanı olduğu "Kuvva-i Seyyare"yi çok ustaca bir programla tasfiye etme planının tatbikata konulduğunu gören Ethem Bey, kendisine ilk planda İsmet Paşa'nın muhatap olacağını düşünerek görüşmek ister, Eskişehir'e gelir. O akşam ziyaretçi kabul etmeyeceğini bildiren İsmet Paşa'nın makam odasına gider ve kapıyı vurmasıyla girmesi bir olur. Aniden Ethem'i karşısında bulan İsmet Paşa’ya, "Samimiyetten eser kalmayan müşterek mesaimize son vermeye geldim. Niçin böyle yapılıyor, anlayamıyorum. Aleyhimize gizli-açık birçok tedbirlere başvuruluyor. Ricam şudur: Eğer kendinize ait olmasını istediğiniz, fakat açıkça ifade edemediğiniz hususlar varsa bunları işte karşı karşıyayız, cesaretle söyleyiniz." der.
İsmet Paşa Ethem'i çok başarılı şekilde teskin eder: "Allah fesatcıların cezasını versin." diyerek başlar: "Ethem Beyefendi, itimad ediniz ki ben sizin gibi arkadaşlarımın mevcudiyetine güvenerek Garp Cephesi Kumandanlığı’nı aldım. Ordu içinde menfi propaganda yapanları teker teker araştıracağım ve cezalandıracağım. Ben bu hizmeti
beraberce yürüteceğimize samimiyetle inanıyorum. Sizin de aynı hisde olduğunuzu çok iyi biliyorum.” diye bitirir konuşmasını.”[69]
Ethem’i o an idare eden İnönü, kendisini savuşturduktan sonra Ethem'in birliklerinin kesin olarak disiplin altına alınması yönündeki kararını icraya geçer emrindeki kuvvetleri Kuvva-yı Seyyare’nin üstüne sürer.[70]
“Batı cephesinin harekete geçtiğini gören Ethem T.B.M.M. Reisliğine, Meclisi de aşağılayan ve Mustafa Kemal'in Bilecik'ten dönerken Ankara'ya götürdüğü İstanbul Hükümetinin temsilcilerinin hemen serbest bırakılmasını isteyen bir telgraf çeker.
Bunu üzerine Meclis de Kuvvay-i Seyyareye tavır alır.
Batı Cephesi komutanlığı Ethem ve Tevfik Beylerin vatana ihanet suçu işlediklerini öne sürerek teslim olmalarını ister. Düzenli ordu İsmet Bey ve Refet Bey' in (Bele) komutasında 1921 yılı ocak ayında Kuvayı Seyyare'nin tuttuğu Gediz-Kütahya üstüne yürür.”[71] “Kısa bir zaman sonra Ethem Bey ve kuvvetleri arkadan nizami kuvvetlerle, önden de Yunan ordusu ile sıkıştırılmaya başlanır. Ethem Bey kıskacın gittikçe daralmakta olduğunu görür. Bunun üzerine kardeş kanı dökmemek için emrindeki kuvvetleri, arkadan gelen İsmet Paşa'nın gönderdigi nizami kuvvetlere teslim olmaları hususunda ikna eder. 'Silahlarını, toplarını, malzemelerini teslim mevzuunda da Parti Pehlivanı vazifelendirir. Kendisi çaresizlik içinde kalır ve neticede görünen akibetten kurtulmak için mebus Reşit Bey'in de kendilerine katılmasıyla iki kardeşiyle birlikte Uşak'ta Yunanlılarla görüşür ve kendisine bir koridor açılarak geçiş müsaadesi verilmesini ister. [72] Yunanlılar, sonradan riayet etmeyecekteri bir geçiş protokolünü imzalarlar. Ethem gibi bir kumandanın cepheyi terketmesi onlar için arayıp da bulamayacakları bir nimettir.”[73]
İşin doğrusu, “… ordunun seyyar birlikler etrafında örgütlenmesi, Kuvayı Seyyarelerin güçlendirilmesi Çerkes Ethem’e, ordunun muntazam birlikler halinde örgütlenmesi ise Mustafa Kemal’e ciddi bir siyasal güç sağlayacaktı. Böylece Mustafa Kemal ordudaki gücüne dayanarak Ankara üzerinde etkili olmaya çalışan/çalışacak tüm alternatif güç odaklarını bertaraf edebilecek yeni, potansiyel alternatif siyasal güçlerin ise ortaya çıkmasını engelleyebilecekti. İşte bu nedenle de gerek ordu, gerekse de Ankara üzerinde siyasal güç sahibi olmayı hedefleyen her iki önder de orduyu, Milli Mücadele içersinde kendi siyasal güçlerini maksimize edecek tarzda örgütlemeye çalışıyorlardı. Özetle, siyasal ve sosyolojik olarak olayı analiz ettiğimizde, Milli Mücadele’nin askeri ve siyasal örgütlenmesi konusunda fikir ayrılığında olan ve bu anlamda birbiriyle çatışan iki gücün olduğunu ve bu çekişme ve çatışmadan Mustafa Kemal’in galip çıktığını söylemek mümkündür.”[74]
Görünen o ki, bu tarihe kadar savaş meydanlarında olmayan Ankara hükümeti, kendinde biraz güç görünce, kontrol edemeyeceği mücadele önderlerini tasfiyeye başlamıştır.
HİÇ OLMAMIŞ BİR SAVAŞ: 1. İNÖNÜ SAVAŞI
Resmi tarihe göre, daha sonra İsmet İnönü, Çerkes Ethem'in arkasında bırakıp gittiği kuvvetlerin de büyük yardım ve desteğiyle 1.İnönü savaşını kazanmış ve Yunanlılar geri çekilmek zorunda kalmıştır (10 Ocak 1921).
Ancak “gerçek tarihte 1. İnönü Zaferi diye bir şey yoktur… Tamamen İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasından sonra uydurulmuş, hayali bir meydan muharabesidir… O tarihlerde Yunanlılar ile meydana gelen çatışmalar da, aslında başkalarının gayreti ile kazanılmıştır. Ali Fuat Paşa Moskova’ya gidip, Sivastapol’daki 5 milyon mavzer fişeğini alıp, kaçakçılar vasıtasıyla 24 saatte Sakarya Nehri ağzına taşıtmıştı. Eğer Ali Fuat Paşa bu cephaneyi yetiştirmeseydi, Yunanlar tüfeklerini omuzlarına asıp istedikleri yere gidebilirlerdi… Çünkü ordumuzun atacak mermisi yoktu!.. Mermiler oradan kağnılarla cepheye yetişmiş, 2 gün sonra 1. İnönü Savaşı diye bilinen çatışmalar başlamıştır!.. Ama İnönü ovasında iki büyük ordunun kıyasıya döğüşmesi gibi bir şey olmamıştır. (9.1.1921)” [75]
Olaylar şöyle gerçekleşmiştir: ” İsmet bey, Ethem Bey’i tepeleme konusunu kafasına öyle takmıştı ki, Bursa’daki Yunan kuvvetlerine karşı sadece bir piyade tümeni bırakarak, iki piyade tümeni ve bir süvari tugayını Kütahya yönünde toplamıştı… Yine Uşak’ta bulunan Yunan ordusunun karşısında da yalnız bir tabur bırakarak iki piyade tümeni ve yedi süvari alayını da Kütahya’ya çekmişti. Türk güçlerinin birbirine girmesi üzerine Yunan generali Meneta, Çerkez Ethem’in işini kolaylaştırmak üzere 4 günlük mütareke aktetti… Bu suretle serbest kalan Ethem’in güçleri Gediz’e giren İsmet Paşa’nın askerlerine saldırdı. (8.1.1921) Yunan ordusu dinlenirken, İsmet Bey’in iki tümeni bozularak Kütahya’ya doğru çekilmeye başladı… Çerkez Ethem onları kovalarken Yunan uçakları da durumu fırsat bilerek İsmet’in ordusunu bombalamaya girişti… İsmet Bey ancak Alanyunt, Kütahya dolaylarında sırtını demiryoluna dayayarak ve taze kuvvetler alarak bir savunma hattı kurabildi… Ethem ise geceden yararlanarak 150 kişilik bir süvari birliğini İsmet Bey savunma hattının arkasına geçirmişti… Çatışma sürdükçe İsmet Bey’in birliklerinden Ethem Bey’in saflarına sığınanların sayısı arttı. Aynı gün öğleden sonra İsmet Bey’in askeri talihi parlamadan sönmek üzere iken, Refet Bey’in süvarileri yetişti… Çerkez Ethem’in sağından ve arkasından saldırdılar. Lâkin kurt bir savaşçı olan Ethem bunu düşünmüş, tedbirini almıştı… Refet Bey’in güçlerini püskürttü. Ancak bu sırada Ethem’in Yunan güçleri karşısında bıraktığı taburdan haber geldi… Uşak ve Bursa’daki Yunan birlikleri İnönü’ye doğru saldırıya geçmişlerdi… İsmet onların önünü açık bıraktığı için fırsatı değerlendirmek istiyorlardı!.. Çerkez Ethem bunun üzerine İsmet’le uğraşmayı bırakıp Gediz yönüne çekildi… İsmet bir kere daha paçayı kurtardı!.. Çekilen Ethem güçlerini savaşmadan takibe başladı… Bu arada Yunan birliklerinin İnönü’ye doğru yürüdükleri haberini aldı. Aklı başından gitti!.. Çünkü hemen bütün ordu Ethem’in peşinde ve Gediz civarında idi… Eğer Yunan ordusu hızlı bir yürüyüş temposu tutturursa, İnönü’ye varır, Eskişehir’i ele geçirebilirdi!.. Böylece Ankara yolu onlara açılmış olurdu! İsmet, bunun üzerine yine karar değiştirdi… Kestirmeden gidebilmek için yazın bile üstü karlarla örtülü Murat Dağı’nı dolaşarak İnönü’ye inmeye karar verdi… Türk askerleri toplarla, bütün ağırlıklarla 18 saatlik zorlu bir yürüyüşle menzile vardıklarında, düşmanın henüz gelmemiş olduğunu görerek sevindiler… İsmet’in düşman önünde bıraktığı 24. Tümen gibi küçük
kuvvetlerin direnmesi ve yavaş yavaş gerilemesi, Yunan ordusunu engellemiş, Türk birliklerine zaman kazandırmıştı!...
Türk ordusunda 8.500 er, 417 subay, 6.000 tüfek, 18 hafif, 48 ağır makinalı tüfek, 28 top vardı… Arkadan gelen bazı taburlarla asker sayısı biraz daha arttı. Yunan ordusunda ise 15.816 er, 427 subay, 12.000 tüfek, 270 hafif, 80 ağır makinalı tüfek ve 72 top vardı.
Yunanlar İnönü yönündeki ilk saldırıyla birlikte önemli bazı tepeleri ele geçirdiler… Albay İsmet Bey’in yürüyüşü engellemek için yaptığı saldırılar etkisiz kaldı. Durumu Ankara’ya bildirdi… Mustafa Kemal hemen müdahale ederek cepheyi belirli bölgelere ayırdı. Orta cepheyi zayıf bulduğu için bir alay daha gönderdi.
Ne varki, İsmet’in tanzimiyle orta cephede zayıf kalmış birlikler, yoğun sisten düşman askerlerinin kendileriyle kanatlar arasına sızdığını farkedemediler ve birden Türk ordusunun sağ ve sol kanadı arasındaki bağlantı koptu!… Durum ancak sis kalkınca fark edildi… Bunun üzerine İsmet Bey ÇEKİLME emri verdi!.. Yunan kuvvetleri bizim askerlerin İnönü ovasında bıraktığı siperlere girdiler, ancak yeni savunma hattına saldıramadılar… Onlar da yıpranmıştı!..
8 Ocak’ta çatışmadan çekinen İsmet, 11 Ocak 1921′de RİCAT (geri çekilme) emri vermeye hazırlanıyordu ki, güneş doğduğunda Yunan birliklerinin çekilmekte olduğunu gördüler!.. Düşman daha fazla savaşmaktan vazgeçerek, ölülerini, bir kısım silah ve malzemeyi harp sahasında bırakarak batıya doğru harekete geçmişti!..
Bu bakımdan eğer bir “zafer” varsa, bu zafer İsmet Bey’e değil; cephane yetiştiren Ali Fuat Paşa’ya, Karadeniz takalı denizcilere, kağnılı köylülere, o soğukta çıplak ayak düşmana direnen 24. tümene ve isimsiz askerlere, ve yetişip İsmet’i Çerkez Ethem’in elinden kurtaran Refet Bey’e mal edilmelidir.”[76]
“23 Ocak 1921`de Çerkez Ethem kuvvetleri İzzettin Paşa(Çalışlar) komutasındaki güçler karşısında kesin yenilgiye uğradı ve dağıldı. Ethem bir süre Sındırgı Bölgesi`nde dolaştı. Ordu birliklerinin kendisini yakalamak için baskıları artınca yukarıda belirttiğimiz şekilde kendi adamlarını serbest bıraktı ve bir geçiş koridoru isteyerek Yunanlılara teslim oldu. Çerkez Ethem bu hareketiyle ilgili olarak şu yorumu yaptı: `Beni ihanetle itham edenlere soruyorum: Ben ne zaman, hangi tarihte ve mevzide esasen müdafaa ettiğim cepheden bir adım dönmüşümdür, bir tek kardeş kanı dökmüşümdür?`”[77]
Ethem Bey Niçin Tasfiye Edildi?
Çerkez Ethem gibi değerli bir insanla ordusu, Yunan savaşının en kritik günlerinde silahla bertaraf edilmese, kendisi Yunan kollarına itilmese, olmaz mıydı?..
Başka bir çare yok muydu?
Hele İsmet’in, Ethem kuvvetleri Yunan ordusu ile savaşırken onlara arkadan saldırması ve topa tutmasını nasıl yorumlamak lazım?
Ethem Bey’in tasfiyesinde rol alan aktörlerin hepsinin, yani Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy’un mason olmalarını nasıl yorumlamalıyız?
Masonik hegomonya, iktidarı ele geçirip ülkede kendi sistemini inşa ederken, ayaklarına dolaşma ihtimali bulunan kontrol dışı güçleri de tasfiye mi ediyordu?
BİR BELEŞ ZAFER DAHA: 2. İNÖNÜ SAVAŞI
“Bu arada Yunanistan’da seçimler oldu… Kralı sürmüş olan Venizelos’un partisi yenildi, Kral ülkesine geri döndü… İngilizler’in desteğini alan Yunan ordusu bir daha taarruza geçti. Böylece 2. İnönü savaşı başladı (23.3.1921).
Güçlendirilmiş Yunan ordusunda 41.1150 tüfek, 750 ağır, 3134 hafif makinalı tüfek, 220 top ve 2.000 kılıç vardı… Türk Ordusu’nda ise 30.108 tüfek, 235 ağır, 55 hafif makinalı tüfek, 102 top ve 4.000 kılıç vardı.
Savaş 7-8 gün sürdü… Türk ordusu sürekli savunmada kaldı, elindekini korumaya çalıştı… Karşı saldırılar ancak düşman ilerlemesini durdurmak amacıyla yapılıyordu…
İki tarafta iyice yıpranmıştı.
İsmet Bey Yunan ordusundaki durgunluğu bir genel saldırı hazırlığı diye yorumlayarak “TAM RİCAT” emri verdi ve bu kararını 31 Mart’ta Ankara’ya telgrafla bildirdi!..
Telgrafı yemek yerken alan Mustafa Kemal, “Okumaya gerek yok, savaşı yitirmişiz!” dedi.
Oysa aynı anda Yunan ordusu da savaştan bıkmış, yenemiyeceğini zannederek geri çekilmeye başlamıştı!.. O sırada cephede, ön saflarda olan bir subay, Yunanlıların çekildiğini görüp, İsmet Paşa’ya haber göndermiş, “Aman geri çekilme emrini geri alınız!. Birlikleri ileri sürün, çünkü Yunan çekiliyor!” dedi.
İsmet gene tereddüt etti.. Ama sonunda buna uydu ve böylece “zafer” kazanılmış oldu!..
İsmet Bey 1 Nisan günü çektiği telgrafta şöyle der: “Saat 6.30′da Metristepe’den gördüğüm durum: Artçı olduğu sanılan bir düşman müfrezesi sağ kanat grubunun saldırısıyla gayrımuntazam çekiliyor… Düşman savaş meydanını silahlarımıza bırakıyor…” Sanki silahlarıyla bir şey yapmış gibi!..
Görüldüğü gibi, 2. İnönü Zaferi de haksız yere İsmet’e mal edilir. Refet Paşa’ya göre, İnönü zaferinin gerçek kahramanı cephedeki haberi getiren o subay, yani Miralay Fethi Bey’dir… “[78]
İNÖNÜ’NÜN ALTINTAŞ BOZGUNU
“2. İnönü Muharebesinden sonra Garp Cephesi kuvvetleri 15 piyade ve 4 süvari tümeni gibi muazzam bir kuvvete yükseltilmişti… İsmet “paşa” olmuş, ancak yüklendiği bu büyük vazifenin önünde şaşırmış ve aldığı yanlış savunma tedbirleriyle ordusunu, tekrar toparlanan düşman ordusu karşısında adeta baştan muvaffakiyetsizliğe mahkum etmişti!..
Nitekim Yunan Kralı’nın İzmir’i ziyareti ve verdiği destekle 80.000 kişiye ulaşan Yunan ordusu Bursa’ya girdi… Hemen ardından Eskişehir-Afyon cephesinde, Altıntaş’da ağır bir yenilgi aldık!..
Bu mağlubiyet İsmet’in saplantısındandır!.. Yunan’ın tekrar İnönü’den saldıracağı hesabına göre askeri düzen aldı, siper kazdırıp tahkimat yaptı.
Halbuki bu savaştan 2 ay önce Temps gazetesinde General Delarcl adında bir Fransız çok açık şekilde, “Yunanlılar büyük bir hücum yapacaklar!.. Böyle büyük bir hücum için silah, cephane ve erzak gereklidir. Bunun için muhakkak hücumu Afyon’dan yapacaklardır… Çünkü İzmir’den oraya tren var.” diye yazmıştı.
İsmet Paşa, Afyon yönünden taarruz başlamasına rağmen bunu aldatmaca sandı… Güneyi boş bıraktı… Solda Deli Halit Paşa, onun sağında Albay Nazım’ın kuvvetleri vardı, hepsi kırıldı… Ancak 5 gün dayanabildiler. İsmet yine de takviye güç göndermedi.
Halbuki Fevzi Çakmak, Mustafa Kemal’e ve İsmet’e “saldırının Afyon üzerinden olacağını” söylemişti… Albay Nazım şehit düştü. Nazım’ın sağında Çolak Kemal’in kuvvetleri de kırıldı.
İsmet kendisi zor kaçtı!..
Neden sonra İsmet uyandı, ama gene bir hata yapıp birlikleri mağlubiyetin üzerine gönderdi, sanki onlar da yenilsin diye!…
Halbuki saldıran Yunan’ın soluna yüklenmesi gerekirdi.
Gerçekte Altıntaş muharabesinde 13 fırkamız hiç çarpışmamış, oradan oraya koşturup durmuştur!.. “[79]
“10 Temmuz 1921'de Yunanlılar bir genel saldırıya geçince, Mustafa Kemal Garp Cephesi karargâhına giderek, İsmet Paşa'ya, orduyu Sakarya'nın doğusuna geçirme buyruğu verdi.”[80]
“Ordunun büyük kayıplar ile Sakarya gerisine çekilmesi, Ankara’da gizlenmesi mümkün olmayan bir sarsıntı yaratmıştı!… 23.7.1921 - 5.8.1921 tarihleri arasında Meclis’te gizli celseler, uzun toplantılar yapılmıştı… Bu Mağlubiyet üzerine, Yunan kuvvetleri Polatlı’ya
yaklaştığı için aileler Kayseri’ye gönderildi… Ancak erkeklerden Milli Eğitim Bakanı mason Hamdullah Suphi Tanrıöver ile mason Yunus Nadi dışında kaçan olmadı… Olsaydı, bütün Millet paniğe düşerdi!.. Çünkü 125.000 kişilik ordu dağılmış, geriye 25.000 kişi kalmıştı!..
Yunan ordusu 5 fırka ile zafer kazanmıştır… Eğer İsmet saldırıda ısrar etseydi, o ordu da yenilir, elimizde hiç kuvvet kalmazdı!.. Bereket bundan çabuk vazgeçip “topyekün çekilme” emri verilmiştir!.. (25.7.1921)
Bu savaşta askerlerimiz öyle bir kaçtılar ki, köprüleri demiryolunu bile imha edemediler… Oralardaki sığır ve koyun sürülerini sürüp getiremediler… Bu yüzden Sakarya Savaşı’nda Yunan hem kolay asker sevk etti, hem de beslendi… Bu sürüler olmasa Sakarya’da 20 gün duramazlardı. Oysa Yunanlar Sakarya’dan kaçarken, tren hattını hallaç pamuğu gibi atmışlardı da, aylarca tamir edememiştik.
İsmet’in bu savaştaki hatası Divan-ı Harp’lik, hatta idamlıktır!..Üstelik Sakarya’ya varınca, “gösterilen mevzide durmadılar” diye iki teğmeni idam etmiştir… Halbuki bütün ordu, bütün komutanlar kaçmıştı.
Sabahattin Selek bu hezimetin sonuçlarını şöyle anlatır:
“1921 Temmuz ayında Türk ordusu Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybederek Sakarya gerisine çekilmiştir… Yunan birlikleri Polatlı’ya kadar gelmişti.”
İsmet’in bu mağlubiyeti üzerine hakkında bir araştırma komisyonu kurulmuş, ancak o “Mustafa Kemal’in emirlerini uyguladığını” söyleyerek kurtulmuştur!..
Ayrıca Meclis’te İsmet’i Divan-ı Harb’e sevketmek istiyenler olmuş, Mustafa Kemal İsmet’i korumak için kendini siper etmiştir. Nutuk’ta da bu mağlubiyeti geçiştirmiştir. Inkilab Tarihi kitaplarında falan “stratejik geri çekilme” diye yutturulmak istenir.
Kütahya-Eskişehir yenilgisi, kaybedilen topraklar ve şehirler, tehlikenin Ankara yakınlarına gelmesi Meclis’te sorumlu aranmasına yol açmıştı… Tenkitler Mustafa Kemal Paşa üzerinde yoğunlaşıyordu…
5 Ağustos’da Başkumandanlık Kanunu çıkartıldı”[81] ve Mustafa Kemal olağanüstü yetkilerle, Büyük Millet Meclisi Orduları Başkomutanlığı’na getirildi.[82]
Sakarya Meydan Muharebesi öncesi ordunun ihtiyacını karşılamak ve Sakarya Savaşı'na hazırlanmak için “M. Kemal Başkomutanlık Kanunu'nun kendisine tanıdığı yasa yapma yetkisini kullanarak 7-8 Ağustos 1921'de, halkı maddi ve manevi bütün kaynaklarıyla Milli Mücadele'ye katılmaya çağıran "Tekalif-i Milliye Emirleri"(Milli Yükümlülük Emirleri)ni yayınladı. Toplamı on maddedir. Buna göre:
- Her ilçede bir tane Tekalif-i Milliye Komisyonu kurulacak.
- Halk, elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim edecek.
- Her aile bir askeri giydirecek.
- Yiyecek ve giyecek maddelerinin %40'ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.
- Ticaret adamlarının elindeki her türlü giyim eşyasının %40'ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.
- Her türlü makineli aracın %40'ına el konacak.
- Halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının %20'sine el konacak.
- Sahipsiz bütün mallara el konacak.
- Tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri ordunun emrinde çalışacak.
- Halkın elindeki araçlar aylık 100 km. askeri ulaşım yapacaklar.”[83]
Mustafa Kemal, meşhur İstiklal Mahkemelerinin 2. Dönem faaliyetlerine Tekalif-i Milliye vergi kanunlarının uygulanması için başladığını Nutuk’ta şu sözlerle belirtmektedir: “Efendiler, emirlerimin ve bildirdiklerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklal Mahkemeleri'ni Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir, bölgelerine gönderdim.” [84]
İstiklal Mahkemeleri görev süresince bütün ülkede devlet terörü estirmiş, sudan sebeplerle yüzlerce insanın hayatına son verilirken, Mustafa Kemal’e en küçük muhalefet gösteren kadrolar bu mahkemeler kanalıyla tasfiye edilmiştir.
“İstiklâl Mahkemelerinin ilk üç yıllık süresi içinde (1920-1923) yargıladıkları insan sayısı 60.000’i buldu. Bunlardan 3000’i îdam, 2000’i kalebentlik ve kürek cezâlarına çarptırılmış, 10.000 kadarı berâat etmiş, diğerleri de para ve hapis cezâlarına çarptırılmışlardır. İstiklâl Mahkemeler çalışmalarının bu ilk devresine âit dosyaların âkıbeti meçhuldür. Bu devrede kurulan yirmi üç İstiklâl Mahkemesinden hangilerinin dosyaları mevcut, hangilerinin ki kayıp bilinememektedir.
Ancak İstiklâl Mahkemeleri hakkında o devirde görev yapmış olanların yayınladıkları hâtıratlardan bilgi sâhibi olunabilmektedir. Bunlardan İbrâhim Arvas’ın hâtıratına göre: “Elazığ’da çeşitli suçlarla mahkemeye sevk edilenler îdam cezâsına çarptırılıyor ve sonra da 500 altın getirmesi karşılığında serbest bırakılıyordu. Bu sûretle Şark İstiklâl Mahkemesi Reisliğinden Ankara’ya dönen Ali Saib Bey’in yanında 60.000 altını olmuştu.(…) İstiklâl Mahkemelerince verilen îdâm cezâları Kolordu komutanlıklarınca tasdik edilerek infaz edilmiştir. Halbuki bu tasdik yetkisi 1924 Anayasasının 26. maddesine göre açıkça TBMM’ye âit bir yetkidir.
Netice îtibâriyle bu mahkemeler gerek kuruluş, gerekse çalışma düzenleri îtibâriyle Anayasaya açıkça aykırıydılar. Mecliste bir çok hukukçu bulunduğu halde mahkeme üyeliğine özellikle hukukçu olmayan kimselerin seçilmiş olması izâhı mümkün olmayan bir durumdur.”[85]
Sonraki bölümlerde bu konuya tekrar temas edeceğiz.
SAKARYA SAVAŞI
İsmet Paşa uğradığı mağlubiyetle sebep olduğu karışıklıklara rağmen, kendisine Sakarya Savaşı’nda görev verilmiştir. “Mustafa Kemal Yunan ordusunun 23 Ağustos 1921'de yeniden başlattığı genel saldırıya karşı, aralıksız 22 gün 22 gece süren çetin Sakarya Meydan Savaşında cepheyi bizzat yönetip, Sakarya'nın doğusundaki bütün Yunan birliklerinin geri çekilmesini sağladı.”[86] “Yirmi küsur gün süren Sakarya Savaşı’nda, Müşir (Mareşal) Fevzi (Çakmak) Paşa askerleri gayrete getirmek için siperlerde sürekli olarak yüksek sesle Fetih sûresini okumuştur.”[87]
Mustafa Kemal 19 Eylül 1921'de Büyük Millet Meclisi tarafından müşirliğe (mareşal) yükseltildi ve "gazi" unvanı verildi.[88]
Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra Eskişehir-Kütahya-Afyon'un doğusundan geçen bir hatta güçlü biçimde mevzilenen Yunan ordusunu kesin yenilgiye uğratmayı tasarlayan Mustafa Kemal 26 Ağustos 1922 sabahı "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!" komutuyla Büyük Taarruz'u başlattı ve ilk Türk birliklerinin 9 Eylül'de İzmir'e girmeleriyle, üç buçuk yıldır işgal altındaki Anadolu toprağı düşmandan temizlenmiş oldu.[89]
“Ne Sakarya Savaşı’nda, ne de Büyük Taarruz’da en ufak bir rolü olmayan İsmet, Zafer’den sonra Mudanya Mütarekesi’ni yapmakla görevlendirildi… Orada kendisine İngilizler tarafından “Edirne ile birlikte Karaağaç’ı da alacağımız” söylenmiş, ancak gaflet gösterip bunu yazdırmadığı için, daha sonra Lozan’da bir belge ibraz edememiştir!..”[90]
Milli mücadele 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile sona erdi.
MALTA SÜRGÜNLERİ
Bu bölümü bitirmeden önce Milli Mücadelenin kadrolarını oluşturan Malta sürgünlerinden de birkaç satırla bahsetmemiz gerekir.
“Malta sürgünleri, İstanbul'un işgali sonrasında, 1919-1920 yıllarında işgal kuvvetlerince tutuklanarak bir İngiliz sömürgesi olan Malta'ya sürülen (veya gıyabında tutuklama kararı çıkarılarak sürgüne gönderilecekleri bildirilen) 145 Türk devlet adamı, asker, idareci ve aydın için kullanılan terimdir.
Tutuklama ve sürgünler, Mart 1919'da, Irak cephesinden çekilişi yürütmüş Ali İhsan Sabis Paşa ile başlamış ve Ekim 1920'ye kadar sürmüştür.”[91]
Misak-ı Milli’nin kabulü üzerine 16 Mart 1920'de İstanbul Müttefiklerce resmen işgal edilmiştir. İngiliz işgal kuvvetleri meclisi basar ve kısmi tutuklamalarla birlikte meclisin kapatılmasını sağlar ve bazı milletvekilleri tutuklanarak Malta Adası’na sürülür (18 Mart 1920).
Bu son tutuklamalarla birlikte tamamı İttihat ve Terakki mensubu ve hemen hemen tamamı mason olan ve Cumhuriyet döneminin kadrolarını teşkil edecek pek çok isim Malta’da toplanmıştır. Hüseyin Rauf Orbay, Ali İhsan Sabis , Ali Fethi Okyar , Mehmet Arif Bey(Ayıcı), Mithat Şükrü Bleda , Faik Kaltakkıran, Mersinli Mehmet Cemal Paşa, İsmail Canpolat , Şükrü Kaya , Kara Kemal Hasan Tahsin Uzer, Org. İsmail Cevat Çobanlı, Kara Vasıf (Vasıf Karakol), Ali Çetinkaya, Ali Sait Akbaytogan, Celal Nuri İleri, Aka Gündüz, Süleyman Nazif, Mustafa Abdülhalik Renda, Ali Cenani, Yakup Şevki Subaşı, İlyas Sami Muş, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Kazım Fikri Özalp, Mürsel Bakü, Yunus Nadi Abalıoğlu, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Ziya Gökalp bu isimlerden bazılarıdır.
Bu son “tutuklamalar üzerine, İtilaf Komiseri ve İngiliz gizli servis görevlisi Ravvlinson da rehin olarak Erzurum'da tutuklanmıştır. (…)Bu gelişmelerden sonra Türk-İngiliz ilişkileri Malta'daki Türklerle Anadolu'daki İngilizlerin mübadelesi konusunda yoğunlaşmıştır. Ravvlinson da kendisinin serbest bırakılması konusunda Karabekir'e mektuplar yazmış ve bu gerçekleşirse barış için Türk çıkarlarını koruyacak kişinin de kendisi olacağını beyan etmiştir. Durumu Heyet-i Temsiliye'ye bildiren Karabekir, Erzurum İngiliz temsilcisinin, sürekli kendisine "beni bırakın arabuluculuk edeyim" şeklinde mektuplar yazdığını, 31 Mart tarihli olanın İstanbul İngiliz Karargahına da yazıldığını ve bunun üzerine, Ravvlinson'un arabuluculuk yapmasının kabul edildiğini bildirmiştir.
Kazım Karabekir durumu Ankara'ya bildirmiş ve Ravvlinson'un isteklerinden Mustafa Kemal'i haberdar etmişti. Karabekir mektup trafiğini 18 Temmuz 1920'de de TBMM'de mübadele ile ilgili ilk tartışma yapılmış, Mecliste Ravvlinson'un arabuluculuk görevini üstlenmeye hazır olduğunu bildiren mektup okunmuştu. (Bkz. TBMM Zabıt Cerideleri II, s.335).”[92]
“İngiltere’nin Malta’daki Türkleri bırakma işi de hemen anlaşmadan sonra gerçekleşmemiş, İngilizler Yunan saldırısının sonucunu beklemişlerdir. “II. İnönü zaferinden” sonra Türk-Yunan savaşında göstermelik bir tarafsızlık ilan ederler. Böylece Türklere bazı ödünler verilmesinin benimsediği havasını yayar. Londra’da yapılan anlaşma şartlarını yerine getirme konusunda ayak sürüyen İngilizler, Yunan saldırısı başarısız olunca Ankara ile yakınlaşmaya çalışır. 41 kişilik bir sürgün grubu Malta’dan 30 Mayıs 1921 günü serbest bırakılır. Bunların dördü daha önce çeşitli yollardan kurtulduğu için bu grupta 37 kişi vardır. Bunlar İngilizlerce ılımlı görülenlerdir.
29 Eylül’de Rumbold ile Hamit Bey görüşmeleri tekrar başlattı. Bu oturumda Malta’daki Türklerin tamamının salıverilmesi ve görüşmelerin resmi temsilcilerle yapılması
kararlaştırıldı. 1 Ekim 1921 günü yapılan toplantıda Rumbold bütün sürgünlerin geri verileceğini açıkladı.”[93]
İnebolu’ya gönderilen mübadeleye tabi şahıslar listesi de şöyle belirlenmişti. Bunlar Türk tarafının listeleriydi ve İngilizlere teslim edilecek İngiliz tutsakları; Trabzon’daki Yarbay Rawlinson ve üç arkadaşı ile Zonguldak’taki 17 aileden başka, İnebolu’daki Yüzbaşı Chambell olmak üzere 24 kişi, İngilizlerden teslim alınacak Türkler ise tahminen 13 mebus, 12 mülki memur, 25 asker olmak üzere toplam 59 kişiydi.”
Londra Konferansı'nda başlayan resmi sürecin bazı aksaklıklara rağmen yürümesi ve İngiltere'nin Malta'daki Türkleri bırakmayı kabul etmesi sonucu mübadele anlaşması yapılmış ve 2 Ekim'de, üç gün sonra mübadele edilmek üzere Trabzon'a hareket edileceği bildirilmiş, 14 Ekim'de Trabzon'a gelen kafile dul bir Rum olan Madam Kosvekis'in evine yerleştirilmiş, 31 Ekim öğleden sonra limana gelen bir İngiliz zırhlısı ile İnebolu'ya götürülmüş ve 1 Kasım 1921 tarihinde İnebolu'da mübadele gerçekleştirilmiştir.
Burada da İngilizlerin bir takım soru işaretleri oluşturan tavırlar dikkat çekmektedir.
“İngilizler o kadar mahirane bir siyaset takip ettiler ki: İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı basıp dağıtmaları bile mebusların Ankara’ya gitmeleri ve bu suretle İstanbul’u çökerterek orasının takviyesini temin içindi. Hatta Ankara’ya kaçacak mebusların pek çoğunu “heyet-i Nasiha” namı altında yine kendileri götürmüşlerdir.”[94]
“Hakikaten İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasında Ankara’nın kuvvetlenmesini ve siyasi faaliyetlerin merkezi haline gelmesini istemek gibi anlaşılması güç bir İngiliz siyasetinin dahli olduğundan şüphe yoktur. Ancak ehemmiyetli olanı şudur ki, İngilizler bu hareketi M. Kemal Paşa ve Rauf Orbay ile anlaşarak yapmışlardı. Rauf bey bu anlaşmayı, adeta ifşa edercesine şöyle ifade etmektedir: “Rauf Bey’in bu işte de üzerine aldığı “Anadolu’da Milli Meclis’in ve dolayısıyla Milli Hükümet’in kurulmasını temin için İngilizler’i İstanbul’da toplanacak meclis’i basmağa tahrik için gerekirse nefsini feda etmek” vazifesini yine bir büyük fedekarlık…”[95]”[96]
“Daha ehemmiyetli olanı şudur ki, Rauf bey Anadolu’da milli bir kıyam hazırlayan Erzurum ve Sivas Kongrelerinin “Heyeti Temsiliye” namı verilen icra heyetine dahil olduğu ve bu bapta Mustafa Kemal Paşa’dan sonra ikinci derecede faal bir şahsiyet bulunduğu halde 12 Ocak 1920’de İstanbul’da açılan Meclis’i Mebusan’a “Sivas Mebusu” sıfatıyla girmiştir. İngilizler Kuvvayı Milliyecilere yardım edenlerin idam edileceklerine dair sokaklara çarşaf gibi ilanlar asmış bulundukları halde M. Kemal Paşa’nın bu en yakın arkadaşını daha İstanbul’a adım attığı anda tevkif etmek yerine O’na manidar bir hareket olarak Meclis’in dağıtılmasına kadar dokunmadılar!.. Malta dönüşünde İstanbul’a uğrayan bir gemiden çıkmayarak İnebolu’dan M. Kemal Paşa’nın yanına gitmesine de ses çıkarmadılar.
Aynı şekilde İsmet Paşa da –zorla götürülmüş olsa bile- bir kere Ankara’ya iltihak ettikten ve bu iltihak alayişli bir surette efkarı umumiyeye ilan edildikten sonra elini kolunu sallayarak İstanbul’a gelip
Ankara’ya dönmüştür. Bu manidar ziyarete de İngilizler seyirci kalarak O’nu tevkif etmeyi acaba niçin düşünmemişlerdir.” [97]
İstanbul-Ankara rekabetinde Ankara bu Malta sürgünlerinin İngiliz esirler ile trampesi başarısıyla çok önemli derecede prestij kazandı.
Ayrıca Milli Mücadele’nin başına geçen Mustafa Kemal, alt kadroları için asker ve sivil bir çok eleman kazandı.
GELECEK BÖLÜM: Lozan’da Mason ve Yahudiler
Masonlar, Ergenekon, Çerkesler -6-
Erol Karayel
ekarayel@superonline.com
LOZAN GÖRÜŞMELERİ
İtilaf Devletleri, 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümetini, Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler.
Mustafa Kemal, Lozan’a baş temsilci olarak İsmet Paşa’nın (mason) gönderilmesini uygun buldu. Bunun üzerine İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığına getirildi ve çalışmalar hızlandırıldı.
TÜRK DELEGASYONU SABATAYCILARIN KONTROLÜNDE
Ancak burada Lozan konusuna girmeden önce kısa bir geriye dönüş yapmamız gerekiyor. “1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması görüşmelerinde dile gelen “Hasta adam” tanımlaması, 1876’dan sonra “ölmekte olan adam”a dönüşür... Dünya kamuoyu, Osmanlı Devleti’nin hızla Anadolu merkezli ulusal bir devlete doğru gittiğini tartışmaktadır. Yeni devletin yönetim modeli, ideolojisi, sınırları, ekonomi politikası, dinlere bakışı... genel olarak belirmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin geleceğini iyi görmeyen Sabetaycılar bu ortamdan çıkış yolu ararlar. Sonunda batı tipi okulların önemini keşfederler ve açtıkları okullarda cemaati hızla eğitmeye başlarlar. Bu şekilde Sabetaycılar yeni kuşakları Batı’daki gelişmeleri izleyebilecek şekilde eğiterek Osmanlı Devleti’nin geleceğine yatırım yaparlar.
Mason Localarının özellikle İtalya ve Fransa’daki Maşriki Azamlık arşivlerine bakıldığında, loca üstadlarının ve sefirliklerin de yakından izlediği Sabetaycılar, İttihatçılarla başlayan yükselişlerini Lozan‘da iyi bir noktaya getirirler ve antlaşmanın yürütücü kadrosu olmayı başarırlar.
Bu noktayı gözden kaçıranlar, Sabetaycıların Türkiye Cumhuriyeti’nde elde ettikleri ayrıcalığı kavrayamazlar ve hatta milli mücadelenin ünlü paşaları arasındaki anlaşmazlıklara da bir anlam veremezler… ”1
Bu arada saltanatın kaldırılmasından ve VI. Mehmet'in (Padişah Vahdettin) İstanbul'dan ayrılmasından sonra Lozan görüşmelerinden iki gün önce TBMM 18 Kasım 1922'de Abdülmecit Efendi’yi halife olarak seçmişti.
Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922’de başladı.2Baş temsilcinin İsmet Paşa olduğunu yukarıda belirttik. Heyettekiöteki murahhaslar Rıza Nur (mason e.k.) ile Hasan Saka (mason e.k.) idi.
Hasan Saka maliye uzmanı olarak katıldı ama maliyeden anlamazdı. Reşit Saffet Atabinen (mason e.k.) kâtipti, görevini hiç yapmamıştır.3
“Danışmanlar da Münir Ertegün (dönme/Mason e.k.), Zekai Apaydın, Mustafa Şeref Özkan, Veli Saltık, Prof. Tahir Taner (Mason e.k.), Şükrü Kaya (Mason e.k.), Senüyiddin Başak, Dr. Nihat Reşat Belker, Yahya Kemal Beyatlı, Ruşen Eşref Ünaydın (mason e.k.), Nusret Metya, Şevket Doğruer, Hüseyin Pektaş (Robert Kolej öğretmeni-Bektaşi e.k.), Cavit Bey (İttihatçı maliye bakanı-Sabataycı/mason e.k.), Fuat Ağralı, Hikmet Bayur, Şefik Bekman, Zühtü İnhan (Mason e.k.) idi.
İlk toplantıya İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransız Başbakanı Puancare ve İtalya Başbakanı Mussolini katıldı. Ayrıca İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Romanya, Sırbistan temsilcileri de vardı.
Ayrıca danışmanlar getirmişlerdi. Bu temsilciler arasında İtalya adına görev yapan Yahudi Metr Salem de vardı. Bu Metr Salem Osmanlı’da Talat Paşa'nın has adamı iken, şimdi karşımıza geçmişti.
1900'lerde Osmanlı Yahudileri ve Selanik dönmeleri gizlice İtalyan tâbiyetine girerler, başları sıkışınca da İtalyanlar onları kurtarırdı.
Abdülhamid'e hâlledildiğini tebliğ edenlerden Emanuel Karasu, Metr Salem de öyle idi. Şimdi Metr Salem'in maskesi düşmüş, İtalyanlar'a açıktan hizmet ediyordu.
Ayrıca görüşmeleri takip eden Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın (dönme/mason e.k.), Kızılay Başkanı Hamit Hasancan da oradaydı. Bunlar gayr-ı resmî olarak, Türk heyetini Batılılar lehine etkilemeye çalışmışlardır.
Türk Heyeti Lozan'a tamamen hazırlıksız gitmişti.(…) Ellerine hiç bir dosya verilmemişti!.. Bütün verilen, "10 maddelik bir Bakanlar Kurulu talimatı" idi!.. Bir tek kâğıt parçasına İsmet Paşa tarafından yazılmıştı. Kemal Tahir bu hazırlıksız gidişi, ağır şekilde eleştirir...”4
Lozan delegasyonundan Rıza Nur durumlarını şöyle anlatıyor:
"Bizde ne bir hazırlık var, ne bir dosya var. Hiçbir şey yok. Lord Curzon gibi bir takım resmî diplomatlar burada. Bunların mükemmel dosyaları vardır. Ne yapacağız!.. Heyet-i Vekile bize giderken bir içtimada avuç içi kadar kâğıda sığan bir tâlimat verdi. Mustafa Kemal, İsmet ile beni bir kenara çekti ve dedi ki: "Esaslarınız budur, baktınız ki hatta (...) alamıyorsunuz, sözlerinden dönüyorlar, uğraşmayın, (...)sulhu yapın, icap ederse, (…)hiç uğraşmayın!"
Mustafa Kemal'in şifahî direktifi bu idi, hayret ettim. (…) Bu adamın fikri ne idi? Bilmem! Galiba ne olursa olsun, sulh istiyordu.”5
LOZAN’A DAMGASINI VURAN ADAM: HAYİM NAHUM
Türk heyetinin hiçbir hazırlık yapmadan gittiği Lozan’ın en önemli aktörlerinden biri hiç şüphesiz ki Osmanlı ülkesinin baş hahamı Hayim Nahum’dur.
“Hayim Nahum isimli müthiş şahıs aslen Manisalıdır; korkunç bir Yahudi dehasına sahiptir, bir aralık Paris’te de hahambaşılık etmiştir.
Hahambaşının sahneye çıkışı, Yahudi metodunun en korkuncuyla, Amerika’ya gitmek ve orada üniversite üniversite dolaşarak Türkler lehinde (!) konferans vermek suretiyle başladı. Böylece, daha evvel Ermeniler tarafından zehirlenmiş bulunan Amerikan umumî efkârı, Hayim Nahum gibi bir Yahudilik otoritesinin lehteki propagandasıyla düzelmeğe başlıyor ve hâdise Türkiye’de görülmemiş bir hayret, hassasiyet ve minnet uyandırıyordu.
Hayim Nahum, bir eşine âlemde rastlanmamış bir "suret-i hak" tertibiyle Türk milletini göklere çıkarıyor, istiklâlin bu tarihî millete ait en tabiî hak olduğunu bildiriyor, medeniyet âleminde Türkün parlak mevkiinden bahsediyordu. Halbuki bu şefkat ve himaye maskesinin altında, Türkün maddî vücudunu serbest bırakıp kalbini ve onun merkezindeki ruhunu yiyecek kanlı sırtlan dişleri pırıldıyor, fakat henüz kimse bunu fark edemiyordu. Hahambaşı Hayim Nahum, Amerika’ya hareketinden evvel, Beyoğlu’nda, Tünelin yukarısında BENEBERİT isimli Mason karargâhında, tam bir Yahudi genekurmayı olan bu yerde, Alber Karasu, Nesim Mazilya, dişçi Sami Günzberg, fotoğrafçı Vaynberg gibi, Türkiyedeki gizli Yahudilik hükümetini teşkil eden insanlara şöyle demişti:
- 'Gayelerimizin üçü de istihsal olunmuştur. Sıra dördüncüsüne gelmiştir.6 Bunun için de en mükemmel bir fırsat doğmuştur. İşte Anadolu’da millî bir Türk mukavemeti peydahlanmış ve ilk neticeyi almış bulunuyor. Bu hareketin başındaki zat, bizim, bütün şahsî fikir ve temayüllerini tanıdığımız bir kimsedir. Son derece ileri görüşlü, ananeye zıt kafalı bir zattır. Ruhunda, garp medeniyetine karşı çözülmez rabıta ukdeleri vardır. Fevkalâde tesir ve telkin kabiliyetindedir. Türk milleti gibi uysal bir kitleye her türlü yenilikleri sindirecek bir şef olmak kabiliyeti yalnız bu zattadır. İşte bizim de plânımız, şimdi, bu müstesna kabiliyet ve istidatları vaat eden zata, İslâm birlik ve şuurunu çözdürmek olmalıdır. Bu ân, Türkiye’de din hâkimiyet ve timsalini yıktırmak için en bulunmaz tarihi fırsat dakikasıdır.”
Âzasını teker teker saydığımız ve bilâhere biri rejimin alâyiş fotoğrafçılığını, öbürü de rejim şefinin dişçiliğini yapan iki malûm şahısla beraber Yahudi meclisi, bu fikirlere tamamen iştirak etmiş, aralarında gerekli bütün plânlar tespit olunmuş ve bunun üzerinedir ki, Hayim Nahum isimli zata Amerika seferi düşmüştür. Fakat hâdiseden, tertibattan, görüşülen şeylerden ve alınan kararlardan hiç kimsenin, hattâ bahis mevzuu büyük zatın da haberi olmamıştır. Böylece Hayim Nahum, bir gölge gibi sinsi, vapura bindiği gibi Amerika’ya çekip gitmiştir.
Hayim Nahum, her şeyden evvel Amerika’daki Yahudilik merkezleriyle temas edip bunların mütalâa, tasvip ve himayesini temin ettikten sonra, daha evvel bildirdiğimiz, Türkiye lehindeki konferanslar serisine geçmiştir. Ve işte bu harikulâde melek haslet(!) ve Türk dostu(!) zatın beklenmedik propagandaları üzerinedir ki, Hayim Nahum ismi, Türk matbuatının minnet ve şükranla baş köşesine geçirilmeğe başlanmıştır.
Hayim Nahum, Amerika’da işini bitirir bitirmez, plân icabı, hemen Londra’ya geçti ve aynı propagandaya orada da devam etti.
Fakat iş kuru bir propaganda ile bitecek soydan değildi. Propaganda, ancak zemini hazırlayabilirdi. Bu zemine atılacak temel için bir devlet eli lâzımdı. Hayim Nahum ise bu devlet elini, daha plânının en başında hesaba katmıştı.
Hayim Nahum, Londra’da Lord Curzon ile temas aradı ve temin etti. O zaman ki, İngiliz politikasının nâzımı mevkiinde bulunan bu Lord, nesebinin bir tarafıyla Yahudi idi. Hahambaşı, dâvayı aynen kabul etmek için bütün şartlara malik bulunan Lord'u, ancak Türkiye’ye bazı ivazlar (bedeller e.k.) vermek ve istiklâlini kabul etmek mukabilinde ona İslâmiyet’e arka döndürtmenin mümkün olacağı mevzuunda ikna etti. Böylece Türkiye’de, İslâm âlemi üzerinde nüfuz ve ehemmiyet ifade edecek hiçbir vasıf kalmayacaktı. Hayim Nahum, İngiliz Lordu’na, milyarlarca Sterling ve yüz binlerce insan feda ederek elde edilemiyecek bir kazancı, basit ve bedava bir formülle takdim ediyordu. Hayim Nahum'un son sözü şu oldu:
- Türkiyenin mülkî tamamiyetini kabul ediniz; onlara, ben, İslâmiyet temsilciliğini attırmayı kabul ve taahhüt ediyorum!
Lord Curzon, Hahambaşının bu teklifi karşısında o kadar heyecana düştü ki, bir İngiliz politikacısına yakışmayacak bir tarzda hislerini belli eden bir taşkınlık gösterdi, elini hararetle uzatıp teklifi kabul ve Hayim Nahum'u tebrik etti.
Bunun üzerine Hayim Nahum, derhal koşar adımla Lozan’ın yolunu tuttu.
İsmet Paşa Lozan'daydı ve o güne kadar hemen her devletle anlaşmış olduğu halde bir türlü İngilizlerle anlaşmanın çaresini bulamamıştı. Şüphesizdir ki, Ankara’yla beraber hiç bir tertipten haberdar değildi.”7
Lozan’da ismi resmi listelerde görünmeyen, Osmanlı Yahudilerinin Başhahamı olan bu zatı İsmet Paşagayri resmi danışman olarak yanına alır.
Peki nereden tanıyordu onu?
İsmet Paşa Harbiye'nin Topçu sınıfında okurken, Hayim Nahum onun Fransızca öğretmeniymiş.8
“İSMET YAHUDİNİN DOLABINA GİRDİ”
Lozan görüşmelerine katılanlardan Dr. Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinde onun müdahalelerinden şöyle söz ediyor:
"Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Nahum bizim otelde görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet'le görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet'e yanaşmış. Yaman Yahudi!.. Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor. Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: "İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır." diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet'in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor. Ne diye kandırdı da bilmem, bu sadedil (saf) İsmet, Yahudi’nin dolabına girdi."9
Lozan da, “Osmanlı borçları, Türk - Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapütülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapıldı. Ancak kapütülasyonların kaldırılması, İstanbul’un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştı. Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923’te görüşmeler kesildi.”10
“TÜRKİYE İSLAMLA ALAKASINI KESSİN”
“Görüşmelere ara verilirken İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Curzon nihayet baklayı ağzından çıkarır ve en mânidar sözünü söyler. Der ki:
'Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.'
Lozan'da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye'yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:
'Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an'ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda Türk milletine beslediğimiz -yâni İsmet'in beslediği- kat’i azim inkâr edilemez bir delildir.'
Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk baş murahhasının, yâni İsmet'in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat'î azimle ne kast ettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.”11
RAUF ORBAY:”HALİFELİĞİN KALDIRILMASINI İSMET'E NAHUM KABUL ETTİRDİ”
Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye'de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay'ın belirttiğine göre hahambaşı Hayim Nahum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir'e şunları söylemişti:
"İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Nahum Efendi'nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.
Peki, ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat'i ifadeler, ve İslam âlemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu?" 12
Lozan'da İsmet Paşa'nın yanından ayrılmayan Nahum efendi, görüşmelere verilen ara sonrasında Mustafa Kemal ile İzmir İktisat Kongresi esnasında (17 Şubat 1923) görüşerek, Lord Curzon’un görüşmelerin sonunda serdettiği “Ancak hilafetin kaldırılması ile sulhün mümkün olabileceği” mesajını kendisine iletir.
Bu andan itibaren Mustafa Kemal’in tavrı değişir.
Halbuki Lozan görüşmelerinin yapıldığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu'da yaptığı konuşmalarda hilafet müessesesinin korunacağını ifade ediyordu. İşte bugünlerde Ankara'daki Meclis-i Mebusan'da (Mebuslar Meclisi'nde) yaptığı konuşmada söyledikleri:
"Türkiye'nin vazifesi makam-ı hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir davayı mahsustur (özel davadır). Bunu makam-ı hilafet olarak nihayetine kadar göstermek ve onun kurtarılmasına çalışmak bizim için hayırlı bir davadır. Bizim için bu dava Âlem-i İslam nazarında fevkalade takviye eden bir meseledir. Bunu sarsmak doğru değildir."13
02. 11. 1922 tarihinde Bursa’da, Le Petit Parisien Muhabirine verdiği demeçte de, ”Hilâfeti muhafaza edeceğiz. Şu şartla ki, Büyük Millet Meclisi ve millet, hilâfetin dayanacağı bir mesnet ve kuvvet olacaktır.“ ve ” Esasen bu mesele yalnız Türkiye’ye ait olmayıp bütün islâm alemini ilgilendiren bir meseledir.”14 derken;
18.01.1923 tarihinde İzmit halkıyla konuşmasında “Bütün İslâm aleminin gerçek kurtuluşuna kadar varlığını korumayı görev bildiğimiz hilâfet makamı Türkiye Devleti’nin ne istiklâli, ne idaresi ve ne de hakimiyeti ile zıtlık teşkil etmez.”15 diyordu.
7 Şubat 1923’te İzmir’e giderken Balıkesir Zağanos Paşa Camii minberine çıkarak cemaate hutbe irad eden Mustafa Kemal, Hayim Nahum’la 17 Şubat’ta yaptığı görüşmeden ve Lord Curzon’un mesajını aldıktan sonra tamamen hilafet müessesesinin aleyhine dönmüştür.
“DİN ÖLDÜRÜLECEKTİR”
Mustafa Kemal, İzmir’de Hayim Nahum’la görüşüp, İzmir İktisat Kongresi’nin açılışını yaptıktan sonra Ankara’ya dönmek üzere yola çıkar. Bu tarihte İnönü de Lozan’dan yola çıkmıştır. Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su o günleri şöyle yazıyor:
“Konferansın birinci bölümünde Türk baş murahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve durumu büyüğüne, yani Mustafa Kemal'e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa'dan Ankara'ya götüren tren, devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir'den Ankara'ya götüren trenle Eskişehir'de buluşuyor (18 Şubat 1923 e.k.). Bir arada ve baş başa seyahat... Sonra Ankara’da gizli meclis toplantıları (27 Şubat 1923 e.k.)… Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet’in beraber içtimaları ve karar: "Din öldürülecektir."16
" ... Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk için her şey yapılacaktır. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti), bundan böyle bu millette İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip (haçlı e.k) kumandanlarından daha hevesli olduğunun örneklerini vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir."17
İzmir İktisat Kongresi yeni Turkiye Cumhuriyeti için bir dönüm noktasıdır. Ali İhsan Sabis bu görüşmeden sonra yorgun olduğu gerekçesi ile askerlerin de terhis edildiğini yazar. 18
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile 23 Nisan 1923'te tekrar başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923'e kadar devam etmiş ve bu tarihte Lozan Barış Antlaşmasının imzalanması ile sonuçlanmıştır.
“SEVR'İN ADI DEĞİŞTİ LOZAN OLDU”
"Lozan mutlak hezimettir” diyerek iki cilt kitap yazan Kadir Mısıroğlu şunları söylüyor. “Musul-Kerkük ve Süleymaniye`yi Lozan`da kaybedilenler arasında gösteriyoruz, ancak; aslında 1926 yılında Ankara Anlaşması`yla kaybedildi. Konuya ilişkin Lozan`da lehte ve aleyhte bir karar alınmadı, muallakta bırakıldı. Daha sonra İngiliz ve Türk taraflarının ikili görüşmeleri neticesinde Ankara Antlaşması ile dönemin Irak manda idaresine bırakıldı. (..) Lozan Antlaşması`nın 16. Maddesi`nde, `Unutulmuş bir arazi, yer ve ada varsa Türkiye onun üzerinde hak iddia edemez` denilmektedir. Bu maddeyle Türkiye, Ege`deki 2000 adayı kaybetmiştir. Lozan bir imparatorluğun yağmasıdır. Türk'ün şahsında İslâm'dan intikam alınarak, bütün bir İslâm dünyasının başsız bırakılmasıdır." 19
“MUSUL MUSTAFA KEMAL'İN KARARIYLA İNGİLİZLER'E GEÇTİ”
(Burada bir parantez açarak biraz ileriki yıllara uzanıp Musul'un nasıl elden çıktığına bakmakta fayda var. Bakalım ki, T.C.'nin mason kadrolarının, Lozan yağmacılarının heybelerini nasıl elleriyle doldurduklarını görelim.
“1927 yılında İngilizlerin Irak’taki Baba Gürgür petrol kuyularından gümbür gümbür petrol fışkırmaya başlayınca bizi bir yıl önce kandırdıkları ayan beyan hale gelmişti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, kurt İngiliz diplomatların blöfünü yutmuş, Musul petrollerini onların tahmininden de ucuza kapatmıştı. Ancak anlaşmanın üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra petrolden “hisse” değil de, gelirden “kâr payı” almanın korkunç tuzağına düştüğümüz görülünce içeride homurtular da yükselmeye başlayacak ve bugüne kadar devam edecektir.
İşte Lozan’ın eksik bıraktığı maddelerden birisi daha karşımızdaydı. İttihatçılardan başlayarak göz göre göre bir dizi hata işlemiş ve sonuçta Musul sözde Irak’a dahil edilmiş, böylece güney sınırlarımızı kesinleştirmiştik.
Sultan II. Abdülhamid’in petrol sahasını ailesinin şahsi mülkü haline getirmek suretiyle “bir işgal durumunda kurtarma çarelerine başvurmasına” karşılık, İttihatçılar bu statüyü değiştirerek petrol sahasını hanedanın şahsî mülkü haline sokmuş, 1924’te ise hanedan yurtdışına çıkarılırken vatandaşlıktan da çıkartılınca Türkiye’nin elinde hiçbir kozu kalmamıştı. Öyle ya, kendi kanunumuzla vatandaşlıktan çıkardığımız hanedanın petrol sahalarındaki emlakinin hakkını nasıl savunacaktık?
En son olarak da uluslararası bir araştırma komisyonunun 1925 yılında Birleşmiş Milletler’e verdiği raporda “Türkiye Musul üzerindeki hukukî haklarından vazgeçmedikçe Musul’un bir başka devlete verilmesi imkânsızdır” demesine rağmen, yani Musul üzerindeki hakkımız tarafsız bir komisyonca da teslim edildiği halde elimizdeki kozları yeterince değerlendiremeden görüşmeleri sonuçlandırmıştık.
Artık Musul da, petroller de sözde Irak’ın, gerçekteyse İngiliz ve sonra da Amerikan petrol şirketlerinin kasalarını dolduran yağlı payı olmuş, kuyulardan gürül gürül çekilen petrolün kasalara akıttığı altınların şakırtısı ta Ankara’dan duyulur olmuştu. Türkiye’de meydana gelen her homurtuya içeride bir karışıklık çıkararak cevap veren emperyalizm, bu defa da Nasturi ayaklanmasına başvurmuş, güneydoğu sınırımızda yeni çıban başları icat etmeye koyulmuştu.
Henüz ikinci yaşına basmış bulunan Türkiye Cumhuriyeti, isyanı bastırmak için General Cevad Çobanlı’nın emrindeki Yedinci Kolordu’yu Diyarbakır’daki birliklerle de takviye ederek bölgeye sevk etmiş, hemen hemen tam mevcutlu bir ordu haline getirmişti. Operasyonun başına da Kurtuluş Savaşı’nın unutulmaz komutanlarından Cafer Tayyar Eğilmez getirilmişti. Gören görüyordu. Bu tam tekmil ordu, herhalde sadece sınırlarımızın içinde bulunan bir avuç Nasturi isyancıyı bastırmak için düzenlenmiş değildi. Hedef daha büyüktü. İsyan bahane edilerek ve bir oldu bittiye getirilerek Musul’a kadar sarkılacaktı.
Fırsat bu fırsattı. (...)Yedinci Ordu, Nasturi harekâtını büyük bir hızla tamamladı. Tamamlamakla kalmadı, sınırı geçerek Musul’a kadar sarktı.
Tabii harekâta şiddetli bir tepki veren İngiltere, Ankara’ya Musul’un derhal boşaltılması için sert bir nota verdi. Notalar birbirini kovalıyordu. İlkin bu tepkileri duymazdan gelen Ankara, işin ciddileşmekte olduğunu anlayınca Cafer Tayyar Paşa’ya Musul’u boşaltması emrini verdi. CaferTayyarPaşa, Raif Karadağ’a (Petrol Fırtınası, 1979, s. 209) bizzat anlattığı hatıralarında Ankara’dan gelen emirden şoke olduğunu belirtmiştir. Paşa, ‘bu fırsat bir daha ele geçmez’ deyip ısrarla Musul’da kalmak istiyor, Ankara’ya çektiği cevabî telgraflarında İngilizlerin başının belada olduğunu, bizimle uğraşamayacaklarını, notalarının da blöften ibaret olduğunu boşu boşuna haykırıyordu.
İngilizler gerçekten de blöf mü yapıyorlardı? Gerçekten de Irak’ta Araplara verdiği bağımsızlık sözünü tutmayan (ne ilginçtir ki, tutmayacağını bir tek Iraklılar bilmiyordu) İngiltere’ye karşı milliyetçi bir tepki dalgası yükselmekteydi. Kandırılmış Irak halkının İngiltere’ye güveni azalmıştı ve İngiltere, böyle sıkışık bir konumda Türkiye’ye açacağı savaşın nelere mal olacağını gayet iyi biliyordu.
Bu durumu içeriden teşhis eden CaferTayyarPaşa telgraflara direniyor, birliklerini inatla geri çekmek istemiyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa kendisini bizzat Ankara’ya çağırdı. Uzun müzakerelerden sonra birliklerin geri çekilmesine karar verilmişti. CaferTayyarPaşa’nın Raif Karadağ’a anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa’yla aralarında şiddetli tartışmalar geçmişti. Kendisi 'Musul’un Türk olduğunda ısrar ediyor ve boşaltma yoluna gitmek istemiyordu. Gazi ise yeni kurulan devletin İngiltere’yle arasının açılmaması ve yeni badirelere sürüklenmemesi için Paşa’yı tahliye hususunda sıkıştırıyordu.'
Bu uzun ve çekişmeli geçen müzakereler sonucunda karar verilecek ve ancak geri çekilmeyi kabul etmeyen Cafer Tayyar Paşa görevinden alınarak Musul boşaltılabilecekti.”20)
Lozan'a İsmet İnönü'yle beraber katılan ve bir dönem bakanlık yapan Dr. Rıza Nur, "Lozan Türk zaferinin bedeli değildir. Eksiktir, noksandır, kusurludur. Oluk gibi akan Türk kanı ve zafere bağlanan Türk ümidinin karşılığı olmamıştır."21diyor.
“Rıza Nur eserlerinde ayrıca, Lozan'daki heyetle birlikte iken Atatürk ve İsmet İnönü arasında -kendisi de heyette olduğu halde içeriğini bilmediği-çok gizli telgraf yazışmaları olduğunu, bunların Lozan'daki bazı önemli kayıplarımızı ve Lozan'ın gizli kalmış yönlerini de açıklayabileceğini öne sürmektedir.”22
“LOZAN'IN GİZLİ MADDELERİ?”
“İçinde bir çok Yahudi’nin olduğu İttihat ve Terakki'nin 1907 yılında aldığı kararları Lozan fiilen hayata geçirmiş ve İslâmî yaşayışa, İslâmî anlayışa büyük bir darbe vurulmuştur.
Lozan'ın bazı maddeleri gizlidir. Ek 17. maddenin bilhassa gizli madde olarak İslâm aleyhine olduğu artık bilinmektedir.
Özellikle Ek 17. maddenin sır olarak kalmasının ve açıklanmamasının sebebi İsmet İnönü'dür. İnönü Türkiye'de İslâmî anlayışın yok edilip öldürülmesi sözünü vermiş olabilir. Ve İnönü'nün talebiyle bu gizlilik hala sürmektedir. Özellikle Devrim adı altında yapılan değişiklikler bu taahhüdün doğru olduğunu göstermektedir."23
“Lozan muahedesi imzalandıktan sonra İngiltere'de Avam kamarasında muhalifler Lord Curzon'a "Türkler'in istiklalini neden tanıdın" diye hakaretlere varan ifadeler kullanmışlardır. Lord Curzon kürsüye gelerek: "Siz yanılıyorsunuz. İşte asıl bundan sonra Türkler bittiler. Bir daha eski güçlü günlerine kesinlikle kavuşamayacaklardır. Zira biz onları (Türkleri) Lozan anlaşması ile ruhen, imanen öldürdük. Türkler İslâm'dan uzaklaştırılacaklar. Bunun için İsmet İnönü bize söz verdi"24 demiştir.
Nitekim yıllar sonra Siyasal Bilgiler Dergisi'nde yayınlanan bir yazısında İnönü, "Avrupalılar kendilerine verdiğimiz sözü tutamayacağımızı zannettiler"25 diyebilmiştir.
Dr. Rıza Nur'un (Lozan'ın ikinci murahhas üyesi) şu sözü manidardır: "Lozan'da Türkiye'nin dokuz yüz yıllık (Selçuklu ve Osmanlı) hesabını bitirip tasfiyesini yaptık."26
“Doğrusu Trakya için zahmet çekmedik, kolay aldık, sadece Dimetoka'yı boşuna kaybettik. Fakat İsmet Lozan'da Musul için daima bana:
- 'Canım, gel şunu bırakalım da, sulh yapalım' der beni zorlardı.
- 'Olmaz, bütün mukavemetleri yapalım.' derdim.
'Canım, sonra boca ederiz, sulhu kaçırırız' derdi. Boca onun tâbiridir. Ne yapsın efendisinin emrini icra ediyor. İhtimal İngilizler, Trakya ve İstanbul için de Musul gibi yapsalardı onları da vermek isteyecekti. Bereket versin İngilizler bunlara hiç itiraz etmediler.”27
Yücel Hacaloğlu Lozan'ı şöyle değerlendiriyor:
“ - Kıbrıs, kati olarak Lozan'da İngiltere'ye verilmiştir. Musul ve Kerkük Misak-İ Milli'ye dahil olduğu halde alınmamıştır. Yunanistan'ın Anadolu'da icra eylediği zulüm yanına kâr kalmış. Hesap sorulmamıştır.
- Yüzde 68'i Türk ve Müslüman olan Batı Trakya'da plebisite (halk oylamasına) gidilmesi temin edilememiştir.
Hatay ve havalisi (Antakya dahil) tamamen Türklerle meskun olduğu halde Fransızlara peşkeş çekilmiş, bilahare Antakya'yı kurtarmak mümkün olmuştur.” 28
“LOZAN'DA İSLAMLA HESAPLAŞILDI”
“(Lozan imzalanıp yurda dönüldükten sonra) Müslüman gruplar en ufak ve meşru dini davranışlarında şiddetli cezalara çarptırılmış ve susturulmuştur. İnönü ve ekibi İslâm ve onun masum taraftarlarını çok ağır baskılara maruz bırakırken, Hıristiyanlar ayinlerini, gulgulelerini sokaklara taşıdıklarında (hoş görmüş) kimse ses çıkarmamıştır.”29
“Karabekir'in hatıralarında belirttiğine göre Nahum Batılı ülkelere 'Türklerin İslami bünyesini değiştirerek onların Protestanlığı kabul etmelerinin kolaylaştırılacağını' anlatmıştır.
Gerçekten de Lozan sonrası gelişmeler çok ilginçtir. Batılılara ve azınlıklara bir cok imtiyazlar verilirken, okullardaki İslam tarihi, Osmanlı tarihi kaldırılarak Yunan Medeniyeti tarihi konmuş, Maarif Vekaleti Batı klasiklerini tercüme ettirerek, ardından ders kitaplarını Yunan ve Batı düşüncesi doğrultusunda yenileyerek bu emele hizmet edilmiştir.”30
Peki niçin millet manevi değerlerinden uzaklaştırmaya çalışılıyordu?
Bu sorunun cevabını Necip Fazıl şöyle veriyor: “Gizli Yahudi kurmaylar emrindeki Avrupa'nın politikası şu ince (döviz-düsturla) ifade olunabilir: Yabancı medeniyetleri garba özendirip kendi kendilerinden uzaklaştırmak; böylece onların, başkalarını kendilerine benzetmesi tehlikesine mâni olmak; maksat yerine gelince de gerçek terakkinin işte bu olduğu medihleriyle pohpohlamak ve mukabil millî cereyanları irtica, gerilik damgası altında suçlandırmak…
Garbın işte bu plânı, bir Yahudi buluşuyla ve Türk milletinin en nazik ânında, hikâyesini arz ettiğimiz şekilde işlemiş ve sene 1923'ten itibaren sular işbu noktadan akmaya başlamıştır. Yarının tarihçisi bu hakikati görecek.”31
“MİSAK-I MİLLİ SÖZDE KALDI”
“Misak-ı Milli ABD Başkanı Wilson’un ilkelerine dayanarak Arapların kendi kaderlerini belirlemeleri tezini savunuyordu. Fakat sonradan bir el Misak-ı Milli metninde ufak bir ‘rötuş’ yapmıştır. 1. maddenin Mebusan Meclisi’nde kabul edilen asıl şeklinde ”Mondoros Mütarekesi hattının “içi ve dışında” aralarında din ve amaç birliği bulunan ve birbirlerine saygılı ve özverili Osmanlı-İslam çoğunluğun yaşadığı toprakların bölünmesi kabul edilemez” denilmekteydi. Sonradan Yeni Dünya Düzeni’ni tehdit eder gözüken, belki de Osmanlı yayılmacılığını hatırlatan “dışında” (haricinde) kelimesi metinden jiletle temizlendi (inanmazsanız inkılap tarihi kitaplarınıza bakın).
Sonuçta Misak-ı Milli hedeflerine tam olarak varılamadan Lozan’da masaya oturuldu. Ancak biz Lozan’ın hemen yalnız Türkiye sınırları içindeki kısmıyla ilgilendiğimiz içindir ki, yüzyıllar boyu yönettiğimiz toprakları nasıl bir çırpıda bıraktığımızın hesaplaşmasını henüz yapmış değilizdir.
Mesela Filistin toprakları için Lozan’da ne yapılmıştır?
Hiç…
Hatta görüşmeler sırasında Filistinli kardeşlerimiz TBMM kapısında günlerce, ‘Bizi İngiliz kurtlarına teslim etmeyin’ diye yalvar yakar dolaşmışlardı. Aldıkları cevap, önce oyalama, sonra da kendi başınızın çaresine bakın, olmuştu.
TBMM her ne kadar Misak-ı Millî’ye Arap halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını ilke olarak koymuşsa da, bu yönde bir yapılanmaya gitmeden sorunu, Hilafet meselesinde olduğu gibi, rakiplerin manevra alanlarını daraltmaya ve işbirliklerini baltalamaya dönük bir strateji olarak ele almıştı.
Lozan’ın asıl tartışmamız gereken boyutu, Ortadoğu’nun paylaşılması ve sınırların yeniden çizilmesi karşısında aldığı uysal tavırdır. Ancak can yakıcı gerçek feryatta: Lozan zaferiyle (! e.k.) diğer Arap topraklarında olduğu gibi Filistin’de de Sevr’in bütün istekleri olduğu gibi kabul edilmiştir.Üstelik Sultan Vahdettin Sevr’i imzalamadığı için o zamana kadar onaylanmamış olan Filistin’deki İngiliz manda rejimi, İsmet Paşa’nın Lozan’daki imzasıyla resmiyet kazanmış, böylece İsrail’in kuruluşuna giden yolda en büyük engellerden biri daha bertaraf edilmişti.
Bir de Lozan’da Sevr’i paramparça ettik demiyorlar mı, neden bahsettiklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Kabul edelim ki, Misak-ı Milli’yi tam olarak gerçekleştiremeyen Lozan, artık yabancısı olduğumuz Osmanlı toprakları konusunda Sevr’in hafifletilmiş bir versiyonudur. Zaten ilk ciddi muhalefet partisi Terakkiperver Fırka’nın bir hedefi de, Lozan’daki başarısızlıkların hesabını sormak değil miydi? Rauf Orbay’ın deyişiyle 'Misak-ı Millimizin tamamen tahakkuk edemediğini millete açıkça söylemek civanmertlik ve hakikatçiliğine sahip olacaktık… Bir tahammülsüzlük ve sebepsiz endişe, halledilmemiş milli meselelerimizin üzerine nisyan örtüsünü çekti ve bu meselelerimiz geçen zamanla halledileceği yerde gözlerden ve dikkatlerden uzak olarak kangrenleşti.'
Terakkiperver Fırka, topluma Lozan’ın bir Pirus zaferi olduğunu anlatacak, kazandırdıkları kadar kaybettirdiklerinin muhasebesini yapacak ve telafi yollarını arayacaktı.
Kapatıldı.
İyi mi oldu?
Kangren artık beynimize ulaşmak üzere. Misak-ı Milli diye diye Türkiye sınırlarını kendimize bir arslan kafesi haline getirdik.”32
Kemal Tahir ise “Yol Ayrımı” isimli eserinde bu dönemi bakın nasıl analiz ediyor:
“Düşündün mü hiçbir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir?
Bir dünya imparatorluğu yüzyıllar boyu yüzlerce nesillerin birleşik gayretiyle kanları canları malları pahasına doğmuş kökleşmiş gelişmiş yaşatılmıştır.
Tarihin bir döneminde herhangi bir nesil tek başına bu tasfiyeye karar verebilir mi? `Veririm` derse bu kararın meşruluğu hangi vesikalarla ispatlanır?
1908`in padişahçı ittihatçıları imparatorluğu yıktılar;
1923`ün Kuvay-ı Milliyecileri bir dünya imparatorluğunun miras hesaplarını tasfiyeye oturdular.
Peki neydi tasfiye edilecek miras?
700 yıllık bir imparatorluk... 1908`de ittihatçıların ele geçirip on yılda yıktığı imparatorluk tam dört milyon üçyüz seksen üç bin kilometre kare toprağa sahipti.
Nüfusumuz kırk üç milyonu aşkındı.
Bu toprak üzerinde malımız olan yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi.
Buna dört yüz yıllık hilafetin bütün dünya İslamları üzerindeki manevi haklarını katmıyorum.
Tasfiye edilen miras Osmanlı`nın sırf kılıç gücüyle aldığı tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı.
Evet oturuldu masaya...
Karşımızda yirmi iki devlet...
Tasfiye beş buçuk ayda tamamlandı.
Mahzenler dolusu arşivleri düşün...
Delegelerimiz incelediler mi bunları?
Kılı kırk yardılar mı?
Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri yani asıl uzmanlar bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara...
Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harrington`un teşekkürünü hatırlarım.
Demek dört milyon küsur kilometre karelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde.
Buna tasfiye denmez mirası reddettik.
Kurtuluş iki türlü olur:
Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun ki gerçek kurtuluş budur;
Ya da haklarından birçoklarını vererek kurtulursun!
Bu da kurtuluştur ama öyle pek öğünülecekkasınılacak çeşitten sayılmaz.
Hele rejim değişmelerinin tarihsel haklardan vazgeçmekle hiçbir ilintisi olamaz.
Sözgelimi Bolşevikler Çarlık İmparatorluğu`na pekala sahip çıktılar.
Nitekim Fransa cumhuriyetçileri de kendilerinden önce çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu rejim değiştirdik bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar.
Dünyada çok az milletin eline geçmiştir bizimki kadar büyük tarih birikimi... Eğer her millet ilk zorlukta yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa dünyada tarih diye bir şey kalmaz.
Neden sana yenik düşmüş gibi geldi bir tek adam karşısında koca bir iktidar?...
Hem de askeri bir zafer kazanarak gelmiş bir iktidar?
Çünkü Anadolu-Yunan savaşı belletilmek istendiği gibi bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu-Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri hem de küçüklerinden biridir.
Böyle bir savaşı kazanmak bin yıllık tarihin biriktirdiği hesabı kapatmaya yetmez ki iktidarı gerçek iktidar olsun.
Bu savaşa İstiklal savaşı da haşa denemez!
Çünkü biz hiçbir zaman milli devletimizi yitirmedik. Siz Cumhuriyet çocukları `gözümüzü zaferde açtık` avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde, beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!..
Biz er geç Batıyla ister istemez hesaplaşmak zorundayız.
Bunu gerçekten yapmadıkça batıya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz...”33
Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş anlaşmasıdır.
İtilâf Devletleri'nin İstanbul'u boşaltmaları (2 Ekim 1923), Ankara'nın başkent olması ve Halk Fırkası'nın kurulmasının ardından, 29 Ekim 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin cumhuriyeti ilan etmesiyle Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildi.
GELECEK BÖLÜM: Cumhuriyeti Masonlar Kurdu
Masonlar, Ergenekon, Çerkesler -7-
Erol Karayel
ekarayel@superonline.com
CUMHURİYETİ MASONLAR KURDU!
Lozan'da Yahudi ve Masonların nasıl bir rol oynadıklarını önceki bölümde özetledik.
Nesta H. Webster eserinde1, “Jön Türkler hareketi, İtalyan Büyük Doğu'sunun direktifi altında, Selanik Mason Locaları tarafından başlatılmıştır. Aynı makam, daha sonra Mustafa Kemal'in başarıya ulaşmasında da yardımcı olmuştur.” 2 diyerek mason localarının Osmanlı'dan Cumhuriyete geçişte ve Cumhuriyet döneminde oynadığı role özlü bir şekilde işaret etmektedir.
Aynı şekilde, 1920 yılında Londra'da yayınlanan Morning Post gazetesi de, “Kesin olarak söyleyebiliriz ki, Türk İhtilali hemen hemen tümüyle bir mason-Musevi komplosudur.” 3 ifadesiyle bu rolü teyid etmektedir.
MUSTAFA KEMAL'İN MASONLUĞU
Peki Mustafa Kemal mason muydu?
Evet, Mustafa Kemal bir masondu.
Hem de “Şevket Süreyya Aydemir'in tanımlamasıyla, 'O bir cilacı değil, bir yontmacıydı'.“4
Sadece o değil,Milli Mücadele'nin ileri gelen tüm paşaları ve Cumhuriyetin kuruluşunda görev alan kadroların hemen hemen tamamı hem İttihat ve Terakki Partisi kökenliydi, hem de masondu.
Mustafa Kemal, mason olmak için ilk başvurusunu, 1905 Kasım'ından 1907 Ekim'ine kadar görevli kaldığı Şam'da yapmıştır. Mimar Sinan dergisinin 1998 yılı 109. sayısının 16 sayfasında Semih Tezcan “Mim Kemal Öke ve Atatürkle Diyalogu” başlıklı makalesinde, Büyük Üstad Mustafa Hakkı Nalçacı'nın torunu Ümit Nalçacı'dan rivayeten, Atatürk'ün Şam'da görevliyken Mason olmak için yaptığı başvurunun kabul edilmediğini yazmaktadır.5
“Mustafa Kemal 13 Ekim 1907'de (Şamdaki görevini tamamlayarak) Selanik'e döner. 29 Ekim 1907'de İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girer. Üye alımları ya Ömer Naci'nin evinde, ya da mason locası Macedonia Risorta'nın bekleme odasında yapılmaktadır. İkinci mekanda subaylar önce tekris edilerek mason, sonra yemin ettirilerek Cemiyet üyesi yaptırılmaktaydı.”6 diyen mason yazar Tamer Ayan, üye listelerinde yer alan isimlerden bazılarını sıraladıktan sonra bir sonraki sayfada konuyla ilgili değerlendirmesini şöyle yapmaktadır: “Atatürk çevresindeki, hem ittihatçı, hem mason olan asker ve sivil arkadaşlarının etkisiyle, “önce mason, sonra ittihatçı” kuralına uygun olarak önce Macedonia Risorta locasında mason olmuş ve bunu takiben de İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne 1907 yılında 322 numara ile üye yapılmıştır.”7
Yazar Cemal Kutay ise daha somut bir bilgi verdiği “Atatürk'ün Son Günleri (İstanbul-1981)” isimli kitabında, ”Mithat Şükrü Bleda'nın evinde, Talat Bey ve Kazım Nami Duru tarafından 196 matrikül numarasıyla tekris edildiğini; ama daha sonra toplantılara katılmadığını”8 yazmaktadır.
Yine araştırmacı Bilal Şimşir, “İngiliz Gizli Belgeleri'nde Atatürk” adlı çalışmasında, 20 Ocak 1921 tarih ve sayı 35, İstanbul Genel Karargahı'ndaki General Harington'dan İngiltere Savunma Bakanlığı'na gönderilen “Şifre Tel No:1,9821-Gizli” kayıtlı evrakta, Mustafa Kemal hakkında derlenen bilgilerde, “1907'de Selanik'e atanınca, İttihat ve Terakki'ye ve İtalyan Mason Locası'na girdi”9 denildiğini aktarmaktadır.
“1965-66 yıllarında Hollanda Grand Orienti araştırmacı üstadlarından Lowensteijn, ünlü Türk masonlarını araştırmaya koyulup, İstanbul'daki Obediyansa bir yazıyla baş vurarak bilgi ve belge ister. Kendisine 'Türkiye Büyük Locası Büyük Sekreteri Nafiz Ekemen' imzalı bir yanıt gelir. Anılan yazıda Kargotich (Kargaliç) adlı eski bir Yugoslav masonun, Atatürk'ün Makedonya'da bir locada mason olduğu ve kalfa derecesine kadar yükseldiği hakkındaki ifadesi önemle aktarılır. Kargatovich'in, Yugoslavya Büyük Locası yıllığında Mustafa Kemal'in Masonluğu hakkındaki bilgileri okuduğunu kesin bir şekilde dile getirdiği belirtilir.”10
Mustafa Kemal'in uşağı olan ve “Atatürk'ün Uşağı İdim” adlı bir de kitabı bulunan Cemal Granada da, 17 Kasım 1970 tarihli Yeni Gazete'de Necmi Onur'un kendisiyle yaptığı röportajda, Mustafa Kemal'in mason locası deneyimini kendi ağzından dinlediği şekilde
nakletmektedir. Granada, İzmir'deki Naim Palas Oteli'nde Recep Zühtü, Kılıç Ali, Tahsin Özer ve Salih Bozok, Mahmut Esat Bozkurt'un da hazır bulunduğu Atatürk'ün sofrasındaki bir sohbet toplantısını şöyle anlatır:
“...Ondan sonra masaya oturuldu ve masonluk üzerine çeşitli konuşmalar yapıldı.
- Atatürk mason olduğunu söyledi mi gerçekten?
- Anlatacağım. Konuşmalarda hedef Mahmut Esat Bey'di. Gazi konuşanların maksadını biliyordu. Biliyordu ama görmezlikten geliyordu. Nihayet konuşmalar (masonluğu) daha kötüleyici bir hal alınca Gazi elini masaya vurarak
- Biliyor musunuz , ben de mason oldum, dedi ve konuşmasına şöyle şöyle devam etti:
- Bir gün iki arkadaşımla geziyorduk. Bunlardan biri beni kolumdan tutup, önünden geçtiğimiz mason cemiyetine soktu. Hatırladığıma göre mermer merdivenlerden aşağı indik. Karşımıza bir salon çıktı. Orada tanımadığım kimseler bizi oturttular, kahve ikram ettiler. Tekrar kalktık, gene merdiven indik, gene bir salona geldik. Burası daha geniş ve kalabalıktı. Bir takım adamlar kılıçlı bir merasim yapıyorlardı. Ben gördüklerimden hiç ama hiçbir şey anlamıyordum. Arkadaş herhalde biliyordu. Beni kolumdan tutmuş, bir bakıma talimat veriyordu. Zannedersem kılıçların arasından geçip bir kitaba el bastık. Ondan sonra dışarı çıktık. İşte benim masonluğum bu kadar. Bu olaydan sonra bir daha ne kimseyi gördüm, ne konuştum, ne de o binaya gittim. Zaten şimdi o binayı çıkaramam.” 11
Bu röportajı kitabına aktaran Sevenler Mason Locası üyesi Üstad-ı Muhterem Tamer Ayan, anlatılanları mason gözüyle değerlendirerek, “...bu masonik tören, tekristen çok, sanki bir masonu uyandırma veya tebenni törenine benziyor”12 der ve buradan hareketle Atatürk'ün daha önce mason olduğu çıkarımını yaparak ekler:“Sanki, Selanik'te 1907'de tekris edilip, 1909'dan'dan sonra devam etmeyerek ara verdiği masonluğa daha sonra İstanbul'a geldiğinde yeniden tebenni ederek intizama dönmesi gibi!”13
“Bu bilgilerden anlaşıldığı üzere, M. Kemal gençliğinde arkadaşlarının etkisiyle Masonluğa girmiş ve yemin etmiştir. Bilindiği kadarıyla masonluk yemini eden bir kişinin masonluktan ayrılması mümkün değil. Kılıçlarla ve kafa kesme işaretleriyle yapılan yemin töreni ile ölene kadar masonluk kabul ediliyor. Ayrılmak isteyenler ile emirlere uymayanlar bir şekilde yok ediliyor. Bugüne kadar mason olupta ayrılmış bir kimse bulunmaması bunun delili sayılabilir.”14
Mason yazar Tamer Ayan da masonluktan ayrılmanın mümkün olmadığını teyid eder mahiyette şunları söylemektedir: “Atatürk bir önlüksüz Mason değil; Nur-u ziya ile teşerrüf etmiş bir masondur. Bir süre sonra devam etmeyerek gayrı muntazam olması veya istifa etmesi onun mason sıfatını geri almaz; sadece uykuya yatırır. Çünkü, 'Mason olunmayacağı, mason doğulacağı' kuralının devamı 'Mason doğanın mason öleceğidir' “15
Mustafa Kemal'in mason olduğu, ayrıca pek çok ülke yayınında da açıkça yer almıştır.
“Atatürk'ün sağlığında Türkiye’de yasaklanan “Bozkurt” adlı kitabında Armstrong, Mustafa Kemal’in mason olduğunu yazmıştır.
Jürgen W. Diener, Beyaz Zambaklar dergisinin 1938 Mart tarihli 38. sayısında Mustafa Kemal’in mason olduğunu yazmıştır. Diener onun Makedonya (Risorta et Veritas) locasına mensup bulunduğunu bildirir.
G. Gamberini de “Mille Volti di Massoni” adlı 1975 tarihli çalışmasında, dünyanın bin ünlü masonu arasında Mustafa Kemal’e de yer vermektedir.
1988’de, Hamburg’da Atatürk’ü anma töreninin yapıldığı mason locasının duvarlarındaki dünyaca ünlü masonlar listesinde onun da adı bulunuyordu.
1932’deki “Beynelmilel Masonlar Birliği AMİ”nin Büyük Konvan’ının dönemin diktatörü Mustafa Kemal’in tam kontrolündeki İstanbul’da toplanması anlamlıdır. O toplantıda dünyanın en üst kademe masonlarının Cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal’e gönderdikleri “bağlılık mesajları” onu kendilerine yakın saydıklarının delilidir.
Diğer yandan Mustafa Kemal’le Mütareke yıllarında İstanbul’da tanışan mason Kont Sforza da “Modern Avrupa’nın Kurucuları” adlı kitabında onun mason olduğunu yazar. “Mustafa Kemal; Yüksek Komiser Sforza'nın kendisini davet ederek: ‘Ekselans, bir tehlike karşısında sefarethanenin emrinize hazır olduğunu ben de söyleyebilirim’ dediğini zikretmektedir. Bunun hakkında Sforza da şunları söylüyor: ‘İstanbul’daki bazı Britanya ajanları ilk işgâl günlerinde (onu) Malta’ya göndermeyi tasavvur etmişlerdi. Bu tasavvur öğrenilir öğrenilmez Mustafa Kemal’in dostları gelerek tehlike vukuunda kendisine İtalyan sefarethanesinde bir ilticagâh bulunabilip bulunamayacağını bana sordular. Ben İtalya’nın, eski kahraman bir hasmı korumayı şüphesiz reddetmeyeceği cevabını verdim. Bu cevabım… Mustafa Kemal’in tevkifine ait her türlü projeden vazgeçilmesi için kâfi geldi.”Mustafa Kemal’in “dostları” kimlerdir ve mason üstadı olan Sforza’ya nasıl ulaşmışlardır?
Sforza’nın yazdıkları dışında, Daniel Ligou’nun mason Ansiklopedisi’nde ve daha pek çok kaynakta Mustafa Kemal’in mason olduğu belirtiliyor.”16
Mustafa Kemal'in masonluğuyla ilgili internet üzerinden ulaşılabilecek masonik kaynaklardan bazılarını da şöyle sıralayabiliriz:
* http://www.calodges.org/no406/FAMASONS.HTM#c
* http://xoomer.alice.it/kxxbar/massoni.html
* http://abbey.lodge.org.uk/famous-masons.html
* http://www.durham.net/~cedar/famous.html
* http://rsmasons.netfirms.com/famous.html
* http://www.esoteria.org/documenti/pe...i/massoni1.html
* http://www.franc-maconnerie.org/menu...ebrites-fm.html
* http://www.masonicgathering.net/notable_masons.html
* http://www.angelfire.com/ga/fdl746/famous.html
* http://www.durham.net/~cedar/famous.html
* http://www.oddball.fsbusiness.co.uk/100famousmasons.html
* http://abbey.lodge.org.uk/famous-masons.html
* http://www.esoteria.org/massoneriaregolareitalia.html
* http://space.tin.it/lettura/kxxbar/massoni.html
* http://www.sasasa.it/massoneria/scelserodiessere.html
* http://www.esonet.org/dizionario/m04.html
* http://www.esoteria.org/massoni1.html
* http://www.esonet.org/dizionario/g07.html
* http://www41.homepage.villanova.edu/...ert/garcia.html
Bu noktada sorulan soru şu: Şayet Mustafa Kemal masonsa, localar niçin ona hala açıktan sahip çıkmamaktadır?
Ayrıca, locaların onun zamanında (1935) kapatılmış olmasını nasıl izah etmek lazım?
Bu hemen akla gelen soruların birincisini mason yazar Tamer Ayan, yakın tarihte yayınlanan ve yukarıda alıntılar yaptığımız “Atatürk ve Masonluk” adlı kitabının önsözünde kısaca şöyle cevaplandırmaktadır: “Eski mason yöneticileri, Atatürk'ün mason olduğu ortaya çıktığı takdirde, bu sıfatının Atatürk'e zarar vereceğini düşündüklerinden(...). 'Ya Atatürk'ün mason olduğunun duyulması ona zarar verirse?', 'Ya da, Atatürk düşmanlarının eline kötüye kullanabilecekleri yeni bir koz verilirse?'”17kaygısıyla sessiz kalmayı yeğlemişlerdir.
Nitekim Atatürk'ün mason olduğunun anlaşılmasının tepki yaratmasından endişe duyanlar arasında, bu konuda belgesel araştırmalar yapan ve önemli ip uçları yakalayan mason araştırmacı Osman Zeki Koylan da vardır. “Koylan, dönemin büyük üstadına gönderdiği (...) Atatürk'ün masonluğuna ilişkin bazı verileri, hatta kendisine göre kanıtları içeren 12 Ekim 1981 tarihli önemli mektubunu, bu konuda duyduğu endişeyi, aşağıdaki cümlelerle dile getirerek bağlar: 'Netice itibarı ile: bize karşı umumi bir antipati devam ettiğinden, Atamızın intisabı konusunun harice intikalini asla tecviz etmiyorum (onaylamıyorum). Mamafih localara tamimini takdirinize arz ederim... Yıllarca araştırmalara rağmen bir türlü çözümlenmeyen bu meçhulü gün ışığına çıkarmak bana nasip oldu.”18 diyerek hem Mustafa Kemal'in masonluğunu belgelediğini; hem de bu bilginin dışarıya (haricilere) açıklanmasının isabetli olmayacağını söyleyerek birinci sorumuzun cevabını vermektedir.
Sonraki bölümde detaylarıyla anlatacağımız, mason localarının Mustafa Kemal'in şefliği döneminde kapanması (1935) mevzuuna gelince...
“Araştırmacı “Suat Parlar, çalışmasında (Türkler ve Kürtler, s: 496-497) Mustafa Kemal’in mason olduğuna dair kuvvetli iddialar bulunduğu, en azından masonluğu felsefe olarak
benimsediği bilindiği halde, 1935’de mason localarını niçin kapattığı meselesine eğiliyor. Oysa dönemin önde gelen bir çok devlet adamının mason olduğunu ve bunu da Mustafa Kemal’in bildiğini söylüyor. Misal olarak, mason localarına kapatma talimatını gönderen devrin içişleri bakanı ve CHP genel sekreteri Şükrü Kaya’nın mason olmasını gösteriyor. Yine TBMM Başkanı Kâzım Özalp’in, Danıştay Başkanı Reşit Mimaroğlu’nun, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın, hattâ Başvekil Celal Bayar’ın mason olduklarını belirtiyor ve şu hükmü veriyor:
- Devletin en önemli kurumlarının başında zaten masonlar varken, (locanın) malvarlığı konusunda alınacak tedbirler, sembolik olmaktan öte bir anlama sahip değildi!”19
Atatürk'ün özel hekimi ve yakın arkadaşı olan Büyük Üstad Mim Kemal Öke'nin Mason Derneği'nin 1949 yılındaki büyük kongresinde yaptığı ve Türk Mason Dergisi'nin birinci sayısının 12-14. sayfalarında yayınlanan konuşmasında bu konuyla ilgili olarak söyledikleri aydınlatıcıdır: “ Memleketin siyasi akışları bir an için bizim mesaimizi men etmişti. Bu yalnız bizim değil, Türk Ocakları, Kadınlar Birliği vesaire gibi teşekküllere de teşmil edilmişti. Bu tatili mesai bir kapanış değil, bir ima üzerine olmuştur. Atatürk mason teşekkülü için çok büyük iltifatta bulunmuş, Ankara'daki binaya her yıl 3 bin lira yardım etmişlerdir.Bugün başımızdakiler de aynı yardımda bulunmuşlardır.Atatürk memleketimizi ziyarete gelen tanınmış şahsiyetleri bu lokalde kabul ve ziyaret etmiştir. Mason teşekkülünü Atatürk kapattırmamıştır. Siyasi ahval o zaman böyle bir imayı mecburi kılmıştır.
O zaman başkanlıktan Mareşal Fevzi Çakmak'ın emri üzerine ayrılmıştım. Mareşal askerlerin bu kabil teşekküllerde bulunmamalarını emretmiştir. Ortalığı karıştırmak, şahsi taassuplarını kullanmak isteyen baykuşlara bu kürsüden tekrar ediyorum: Bu teşekkül Atatürk'ün ruhunu tazib etmemiş, taziz etmiştir.” 20
Mason Yazar Tamer Ayan da bu konuyu ele alarak, “Eğer Atatürk masonlara yapılan suçlamalara inansa, hatta inanmak değil şüphe bile etse; üzerine titrediği rejimin selameti için Masonluğu kanun yoluyla kapatmaz, hatta masonları İstiklal mahkemeleri veTakriri Sükun Kanunları gibi olağanüstü yöntemlerle sindirmez miydi?” diye sorarak şu hükmü veriyor: “(...) Atatürk, ülkeye ışık veren bu pencereyi tuğlayla ördürüp iptal ettirmemiştir; ancak kamuoyunu ve rejimi masonluğun aleyhine yönlendiren ve şartlandıran antimasonik baskı ve propagandanın, masonluğa telafi edilmez ölçüde zarar vermesini önlemek amacıyla, sadece perdelerinin ev sakinlerinin eliyle kapatılmasını ve oturanların da tatile çıkmasını sağlamıştır. Özetle Atatürk masonluğu yasaklatmamıştır. Bilakis böylesi bir ılımlı çözümle zulümden kurtarmıştır.”21
“Atatürk sadece Mason derneklerini değil tek parti ideolojisi dışındaki tüm kurum ve kuruluşları kapatmıştır. Mesela Mason localarının kapatıldığı dönemde “Hamallar Derneği” bile kapatılıyor. Devrimlerin kısa sürede sonuç vermesi için tüm sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine 1948 yılına kadar ara veriliyor. Mason localarının kapatılmasından “Atatürk Masonluğa Düşmandı” sonucunu çıkarmak (kulağa hoş gelse de) objektif değildir. Zaten Mason locaları kapatılmış olsa da Halkevleri binalarında ve Beyoğlu’ndaki çeşitli lokallerde faaliyetlerine devam ettiler.”22
CUMHURİYETİN MASON KADROSU
“Türkiye Cumhuriyeti masonlar tarafından kurulmuştur. “Atatürk'ün yakın çevresinde oluşturduğu Cumhuriyet kadrosunun önemli ve etkin bir bölümü, yani yakın mesai ve ideal arkadaşları ve dostları masondur. Örnek olarak ilk mecliste 40 kadar milletvekili masonun ve yüksek düzey devlet görevlisinin bulunduğu söylenir. Bir bakıma yönetim ve devrimlerin gerçekleştirilmesi masonlara emanet edilmiştir.”23
Mustafa Kemal’in masonluğundan yukarıda bahsettik. Aynı şekilde ikinci adam İsmet İnönü de masondu. Osmanlı döneminde genç bir subayken Edirne gizli Mason cemiyetinin en faal üyelerindendi.24 Nitekim, Mustafa Kemal’in sağlığında -taktik icabı- kapatılmış olan mason locaları onun Milli Şeflik döneminde yeniden açılmıştır.
Milli mücadele ve Cumhuriyet döneminde görev alan masonlardan diğer bazı isimler şunlardır (Bazılarının tekris tarihleri ve dereceleri parantez içinde verilmiştir):
Fethi Okyar,Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, General Kazım Karabekir, Orgeneral Fahrettin Altay(sabataycı), ilk hükümetin İçişleri Bakanı General Refet Bele (1922), Ali İhsan Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa(1909-33 derece), Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan Saka(1923-33 derece), İçişleri Bakanları Şükrü Kaya(1924-33 derece) ve Mehmet Cemil Uybadın(1929-33 derece), Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh (1910) ve Tevfik Rüştü Aras(1910- 33 derece), Sağlık Bakanları Rıza Nur(1923-), Adnan Adıvar,Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim Bakanları Reşit Galip, Hasan Ali Yücel (1925), İnönü ve Bayar hükümetinde eğitim bakanı Saffet Arıkan, Ekonomi Bakanı Sırrı Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas Gürer (Atatürk’ün yaveri 1918), Atıf Bey,Reşit Saffet Atabinen, Memduh Şevket Esendal, Mithat Cemal Küntay (1909), Hilmi Uran,Tevfik Fikret Sılay,Nafi Cevat Akkerman(1928), Ahmet Ağaoğlu, Mustafa Necati (1925), Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ( 33 derece) ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul Valileri Muhittin Üstündağ(1917, 33 derece), Lütfü Kırdar(1924), Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu (1933), Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa, Abdurrahman Şeref, Dr. Akil Muhtar Özden, Abdullah Cevdet, Maliye Nazırı Cavit Bey, Teşkilatı Mahsusa kurucularından ve yöneticilerinden Eşref Sencer Bey, Edip Servet Tör (1927-30 derece), Enver Paşa’nın amcası Halil Kut Paşa, Hüseyin Cahit Yalçın (1909), Halil Şerif Bey, Dahiliye Nazırı İsmail Canpolat Bey, Karakol Cemiyeti’nin kurucularından Kara Kemal Bey,Kazım Nabi Bey, Kazım Nami Duru (1906), Mehmet Reşit, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil Paşa,OsmancıklıNuri, Dr. Nihat Reşat Belger, Sait Halim Paşa, Şemsettin Günaltay,Küçük Talat,Prof. Veli Bey, Yusuf Akçura, Hasan Cemil Çambel,Hüseyin Kadri Bey, Fuat Hulusi Demirelli (1928), Fazıl Ahmet Aykaç(1921), Hüseyin Haşim Sanver, Ahmet Emin Yalman (1917), Mehmet Emin Yurdakul (1930- 32 derece), Reşat Nuri Güntekin (1921), Yunus Nadi Abalıoğlu (1923), Ömer Rıza Doğrul (1926), Mümtaz Faik Fenik (1929), Dr. İsmail Hurşit Gün (1909), Hakkı Şinasi Paşa, Muhip Nihat Kuran,Fuat Süreyya Paşa, Ömer Besim Akalın (1910), Nurettin Ramih Ener (1910), Neşet Ömer İrdelp (1911), Hamdi Suat Aknar (1918), Fethi Erden(1928), Rasim Adasal (1931), Faik Sabri Duran (1914), Mustafa Şefik Tunç
(1924), Vasfi Reşit Seviğ (1921), Kerim Erim (1929), Niyazi İsmet Gözcü,İbrahim Necmi Dilmen(1928), Servet Yesari (1906), Reşat Erer(1908), Hayrullah Örs (1926), Ahmet Salih Korur (1933), Ekrem Tok (1933), Hilmi Uran,Mithat Şükrü Bleda(1903), Atatürk'ün özel doktoru Mim Kemal Öke(1925), Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreteri ve Türkiye’nin ilk Washington Büyükelçisi Muhtar Tahsin, halefi Münir Ertegün, Büyükelçi Celal Tevfik Karasapan(1925) v.d.nin birer mason olmaları, masonik inançların milli mücadele dönemi ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ne denli etkin olduğunu göstermektedir.
Şunu belirtmekte fayda var: Masonlar Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda da aktif rol almış, oldukça üst makamlara kadar yükselmiş ve çoğu zaman da devlet politikasını belirleyici roller oynamışlardır. Bu isimlerin mason localarına üye olmaları tamamının masonik felsefeyi her şeyiyle benimsedikleri, illa ki birer militan mason oldukları şeklinde anlaşılmamalıdır. Ama dahil oldukları biraderlik ilişkisiyle tamamının kullanıldığından şüphe yoktur. Nitekim sonrasında bütün önde gelen isimler tasfiye edilerek bu “biraderlik hukukunun” ne kadar samimiyetsiz olduğu da ortaya çıkmıştır.
CUMHURİYETİN PARADİGMASI?
Önceki bölümlerde çok milletli bir yapıya sahip olan ve gelişmelere ayak uydurup kendini yenileyememesi sebebiyle ciddi bir krize giren Osmanlı imparatorluğunun, Yahudi, dönme ve masonlar marifetiyle milliyetçilik girdabına çekilerek kısa sürede dağıtıldığını, Türkçülüğün bu süreçte bir Yahudi ve mason projesi olarak aktive edildiğini söylemiştik. Evet, Türkçülüğün temelleri Osmanlı dışından gelenler tarafından atılmış, içeridekiler tarafından yükseltilmiştir. İçeridekiler ise Rusya orijinliler ve Selanik orijinliler olmak üzere iki gruptur.
“Türkçülük Osmanlı’da iki kaynağa dayanır: Biri Rusya sınırları içinde veya Rusya’nın tehdidinde olan Türkçülüktür. Musa Carullah Bigi, Şihabeddin Mercani, Hüseyin Feyzhani, Abdullah Tukay, Hüseyinof kardeşler, G. İbragimov, Ahundzade Mirza Feth Ali, İsmail Gaspıralı, Hüseyinzade Ali Turan, Ayaz İshaki, Mehmet Emin Resulzade, Sadri Maksudi, Fatih Kerimov, İlyas Alkyin, Cafer Seydahmet, İbrahim Ahmedov, Hasan Ata Gaveşi, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi Togan, Yusuf Akçura… gibi kişiler bu ekolün en ünlü düşünce aksiyon adamlarıdır. Kuzey - Şimal Türkçüleri diyebileceğimiz bu kişiler, genel olarak “İslamcı Türkçüler”dir. Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü ekolu bu kaynağın fikirlerine çok yakındırlar ve Mustafa Kemal’i belli ölçüde de etkilemişlerdir.
Türkçülüğün diğer kaynağı ise Müslümanlığı kabul edip Osmanlı Devleti’nde görev alan aslen Yahudi Polonya – Macaristan milliyetçileri ve onların devamı denebilecek Selanik merkezli “İslamsız Türkçüler”dir. Selanikli olmasalar da Selanik’te oluşan ekolü benimseyenlerin büyük çoğunluğu aynı zamanda Sabetaycı veya Karaimcidir. Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay, Necip Fazlı, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Tekin Alp, Vala Nurettin, Yaşar Nabi Nayır, Hüseyin Cahit Yalçın, Celal Nuri İleri, Faruk Nafiz Çamlıbel, Burhan Belge, Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi, Doğan Nadi, Simaviler… bu akımın etkili
temsilcileridir. “İslamsız Türkçülüğü” savunan düşünce ve aksiyon adamları, ellerindeki yayın gücü ile daha etkili bir kamuoyu oluşturabilmişlerdir.”25
“Özellikle 1910’lu yıllarda Ziya Gökalp'in ilk Türk sosyologu olarak önerdiği fikirler, yeni devletin kurucularınca o dönemde yakından izlenildiğinden bilinmektedir. Bu yüzden fazla bir arayış gerektirmeden devlet dizayn edilirken Ziya Gökalp’in fikirleri ilk referans kaynağı olur. Çünkü Ziya Gökalp, bütün teorik hazırlığını İkinci Meşrutiyet’ten sonra tamamlamıştır.”26
“Ziya Gökâlp, Osmanlı’nın meşrutiyet dönemlerinde şekillendirdiği önceleri ”Turancılık” olarak ayakları pek yere basmayan ütopik devlet projesini, İttihatçılar, özellikle Enver Paşa’nın bu uğurda verdiği başarısız bir sınavdan sonra, gerçeğe daha yakın “Türkçülük” ile sınırlar.”27
“Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar olan dönemde Gökâlp, Türkçülüğün, hars ve medeniyetin, saltanat ve hilâfetin kaldırılması, dinin, ibadetin, bir ölçüde lâikliğin nasıl olması gerektiği, Osmanlıca’nın terk edilerek saf bir Türkçe meydana getirilmesi, musiki ve diğer sanatlar, hukuk, ekonomi, kılık kıyafet ile hemen hemen yeni bir devletin şekillenmesinde yapılması gereken her şeyi kendi bakış açısından bütün detayları ile anlatır.
Bütün bunları söylerken de, toplumda temel düşüncenin “Hak yok; vazife vardır” sloganıyla anlattığı şekilde olmasını istiyordu. Yani bireyin söz hakkının olmadığı, kendisine sunulan ölçüde bir fonksiyonel serbesti çerçevesinde, bir makine aksamı işlevinde bir görevdi bu.”28
“... Ziya Gökalp, masonlarla ilişkisi açısından en şaşırtıcı isimlerden birisidir. Babasını erken yaşta kaybeden Gökalp, girdiği gençlik buhranı sonunda intihara kalkışır. Bunu engelleyen Abdulah Cevdet Bey, onu masonlarla tanıştıran kişidir. Kendisi de mason olan Abdullah Cevdet Bey'in dışında Diyarbakır İdadisi'nde okuduğu yıllarda 'taabiye' hocası olan Rum asıllı mason doktor Yorgaki Efendi de onun hayatını derinden etkiler.
Gökalp'in düşüncelerinin şekillenmesinde Fransız Sosyoloji okulu'nun kurucusu olan Fransız Yahudisi Emile Dukhaim'in büyük etkisi de olur. Fransa'da öğrenim gördüğü yıllarda hocası Durkhaim'den çok etkilenen Gökalp, Osmanlı Mebusan Meclisi'nde milletvekilliği yaptığı dönemde İttihatçıların önde gelen masonlarıyla yakın temaslarda bulunur. Muhafakazar bir aileden gelen Ziya Gökalp, eşi Vecihe Hanım'la evlendikten sonra İstanbul'dan ayrılarak azınlıkların ve gayr-i müslümlerin yoğunlukta olduğu Büyakada'daki büyük bir köşke taşınır ve masonlarla ilişkileri iyice pekişir.”29
“On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı içerisinde güçlenen Türkçülükakımından etkilenenlerden birisi de Mustafa Kemal Atatürk idi. Bu devrin Türkçü akımlarını savunan düşün adamlarının kaleme aldıkları eserlerin Mustafa Kemal Atatürk tarafından çok dikkatle okunduğu görülmektedir.”30
Atatürk’ün düşünce dünyasında Ziya Gökalp ve onun fikirlerinin ne kadar önemli olduğunu şu anekdot oldukça net anlatır:
“…Mütareke günleriydi. Mustafa Kemal ile Mussolini’nin damadı Kont Sforza, Pera Palas’ta karşılıklı oturmuş sohbet ediyorlardı…
…Kont Sforza, sohbetin sonlarına doğru Mustafa Kemal’e en ilginç soruyu sordu:
- Bu fikirlerinizin, görüşünüzün kaynağı kimdir? Başarınızın sırrı nedir?
Mustafa Kemal hiç düşünmeden cevap verdi:
- Benim etimin, kemiğimin babası Ali Rıza Efendi, duygularımın babası Namık Kemal, düşüncelerimin babası Ziya Gökalp’tir….” 31
Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüz hatıralarında, Mustafa Kemal'in, Namık Kemal'i, "Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği ses" olarak tanımladığını yazarlar.32
“Ziya Gökalp, Cumhuriyetle birlikte —büyük bir uyum kabiliyeti göstererek— Turancı hayallerini terketmiş ve «(Türkçülük fikrine) resmiyet veren ve onu fiilen tatbik eden ancak Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir» diyerek Türkçülüğün programını yazmaya başlamıştır.”33
Kemal H. Karpat’ ın Webster’ den alıntıladığı görüşe göre; Cumhuriyet’ in kuruluş yıllarında, yani yapılanma safhasında mutlak anlamda “...Gökâlp’in teorileri Kemalist Türkiye’nin politikası olmuştur…”34
“Cumhuriyet’in, Din, Dil, Hukuk, Eğitim v.d. devrimlerine esas teşkil eden fikirlerin ana ekseninde, bazen de bütün detaylarında Gökâlp’in etkisi açık bir şekilde görülür. Lâiklik, Türkçe Kuran, Türkçe Ezan, Türkçe ibadet gibi kavramlara yüklediği anlamlar ile Mustafa Kemâl’in bu konulardaki görüşleri birebir örtüşür.”35
“Mustafa Kemal, Hüseyinzade Ali, Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Yusuf Akçura gibi Türkçülerin çalışmalarından etkilenerek İran ve Afganistan üzerinden SSCB sınırlarında kalan Türkî Cumhuriyetlere uzun süre mesaj yüklü yayınlar ileterek Türkçülük idealinin yakın takipçisi olduğunu kanıtlamıştır. Türk Dili ve Türk Tarihi araştırmalarına verdiği desteklerle ise çığır açmıştır.”36
Gökalp 1923'te Ankara'da Matbuat Müdürlüğü tarafından yayımlanan Türkçülüğün Esasları, sh: 6 ve 10'da Türkçülük akımının “esin” kaynaklarının, Fransız tarihçisi Deguignes ile İngiliz David Lumley ve Yahudi tarihçi Leon Cahun olduğunu bizzat ifade etmektedir.37
Mustafa Kemal, eserinin basımından iki ay sonra Gökalp'i milletvekili adayı göstermiştir.
“Ancak Milli Mücadele’den sonra Pan Türkizm önemli engellerle karşılaştı, çünkü Mustafa Kemal, Pan Türkizm’in, 17 Aralık 1925 tarihli Tarafsızlık ve Dostluk Anlaşması ile yeni bir evreye giren Türk-Sovyet ilişkilerini tehlikeye düşüreceğini düşünüyordu.
Sovyet Devrimi’nden sonra Türkiye’ye sığınmış bulunan Azerilerin 1927-1931 arasında çıkardığı Yeni Türkistan, Odlu Yurt, Yeni Kafkasya ve Azeri Türk gibi dergiler birer birer kapatıldıktan sonra ırkçı Türkçülüğe yönelik resmi tavır, Sovyetler ve Almanya ile ilişkilerin sarkacında bir uçtan bir uca değişti durdu.”38
“…Atatürk’ün Türkçülüğünün fikir babası, 1930’lara kadar Ziya Gökâlp’ti. Fakat o tarihten sonra (belki daha önceden de) Atatürk, ’asrî’ci Abdullah Cevdet’e yanaşmaya başlamıştı. A. Cevdet39 ise katı maddeci, din düşmanı ve Batı’cıydı…”40
Bu aslında teorik altyapının aslına rücû etmesiydi. Abdullah Cevdet, Meşrutiyet dönemlerinde “materyalist” düşüncenin önde gelen isimlerinden biriydi. ”…İslâm Topraklarında ‘çağdaş uygarlığın’ nasıl yayıldığını merak edenler; Abdullah Cevdet’in en iyi öğrencilerinden birisinin de Ziya Gökâlp olduğunu hatırlarlarsa mesele kalmaz…” 41
IRKÇILIK DEVLET İDEOLOJİSİ OLUYOR
Ancak “Cumhuriyetin ilk yıllarında, İttihatçı Türkçülüğü hâlâ etkindi. Ergenekon destanları söyleniyor; bozkurt resmi taşıyan pullar, banknotlar basılıyordu. 1930'da 257 şubesi olan Türk Ocakları ise, savaş öncesi ideoloji ile savaş sonrası ideoloji arasında bir halka teşkil ediyordu. Bununla beraber 1920'lerin sonunda, tarihi kökenimiz ve ulusal kimliğimiz konusunda yeni bir görüşün ilk ifadelerine rastlıyoruz.”42
“1929'da Budapeşte'de bir konferans veren Reşid Safvet (Atabinen) Bey, Atatürk'le Türkçülüğün «tam bilinç aşamasına» ulaştığını ve Anadolu Türkleri için somut bir program halini aldığını söylüyordu. Konferansçı, «artık bilimin kabul ettiği gibi» Çin'de, Mısır'da, Mezopotamya'da vb. kurulan en eski uygarlıkların temellerini Türklerin attığını ileri sürüyor ve bu ulusun «bazı dejenere hanedanların» mirasına layık olmadığını ilave ediyordu.”43
“İsmet İnönü, erken Cumhuriyet döneminde şu açıklamayı yapmıştır: 'Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel, o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır'. İnönü bu sert üslubunu ilerleyen yıllarda da devam ettirmiştir: 'Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.' İzmir Ödemiş’te seçmenlere hitap eden dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, İnönü’yle aynı minval üzere bir uyarıda bulunmuştur: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi
olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!' ”44
Mahmut Esat Bozkurt'un bu sözleri Cumhuriyet Gazetesinin 19 Eylül 1930 tarihli nüshasında şöyle yer alır: "Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir", "Türk devleti işlerini Türklerden başkasına vermeyelim. Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır", "Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşmen de dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. "
“Mart 1931’de Mustafa Kemal, Pan Türkist ideolojinin yuvası olan Türk Ocakları’nı Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) bağladı. ”45
“1932’de Afet İnan, Mehmet Tevfik Bıyıklıoğlu, Samih Rıfat, Hasan Cemil Çambel, Sadri Maksudi Arsal, Reşit Galip, Yusuf Akçura ve Şemseddin Günaltay’ın geliştirdiği Türk Tarih Tezi ırkçılık akımı için iyi bir çerçeve oluşturulmuştu.”46
“Genç Cumhuriyet, kendini Osmanlının devamı olarak görmediğinden, Osmanlı imgesi altında yok olan Türk milletinin köklerini, Osmanlı öncesi Türkleri referans alarak gün ışığına çıkarmayı hedefliyordu. Bu girişimin amacı; yeni kurulan devletin, aslında çok eski zamanlara dayanan ve gurur duyulacak bir milletin tarihine sahip olduğunu ortaya çıkarmaktı. Türk ırkının Mısır, Anadolu, Ege ve Mezopotamya’da büyük uygarlıklar kuran brakisefal ırka mensup olduğu iddiası, bu tezin temel yapı taşını oluşturmuştur. 1932’de gerçekleştirilen Birinci Türk Tarih Kongresi’nde dile getirilen resmi tez; Osmanlı öncesine dayanan güçlü bir ulusal bilinç oluşturmaya ve bu bilinci arkeolojik çalısmalarla temellendirmeye dayalı iki amaca hizmet etmekteydi.”47
“30’lu yıllara damgasını vuran Türk Tarih Tezi ve onun yan ürünlerinden birisi olarak bizzat Mustafa Kemal tarafından ortaya atılan Güneş Dil Teorisi ile oluşturulmaya çalışılan düşünce sistemi, eskinin Türkçü-Turancı anlayışına göre çok daha uçuk ve mesnetsizdi. Bu tezler, Türklerin tarihteki yeri ve ulusal kimliği ile ilgili “yepyeni” bir bakış açısı getiriyordu: “Dünyadaki yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk ana yurtlarıdır ve o kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir.” Oysa zamanın tarihçileri ve arkeologları, uygarlığın beşiğinin Mezopotamya olduğunu söylüyorlardı.
Bu durum karşısında tezlerini geliştirme ihtiyacı hisseden milli tarihçiler, daha da ileri giderek ve icatlar yaparak bu kez de Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın kadim halkları olan Hititleri ve Sümerleri proto-Türkler (Türklerin öncülleri) olarak ilan ettiler. Bu anlayışa göre Orta Asya’dan Anadolu’ya iki ayrı göç dalgası olmuştu. İlk dalgayla gelenler eski Anadolu halklarıyla kaynaşmış ve antik çağların Hitit, Sümer uygarlıklarını oluşturmuşlardı. Bu uygarlıkların yıkılmasını izleyen uzun süreçte aynı coğrafya üzerinde farklı uygarlıklar kurulmuş ve Anadolu halkı da bunlarla karışmıştı. 1071’de Anadolu’ya Türklerin tekrar gelmelerinden sonra aradaki bağ kurulmuş, arada geçen binlerce yıllık süreçteki kopukluk aşılmış ve yeni Türk devletinin kurulmasıyla da Anadolu asıl sahibini
tekrar bulmuş oluyordu. Üstelik bu son göç dalgasıyla gelen Türklerin saflığının bozulmadığı iddiası da, tarih tezinin önemli bir ayağıydı. Böylece Anadolu halkının çoğunluğunun bu “saf” Türklerden oluştuğu iddia edilerek diğerleri azınlık kabul ediliyordu.”48
“1937'de toplanan İkinci Türk Tarih Kongresinde bütün açıklığı ile ifade ediliyordu. Prof. Afet İnan, en özlü bir biçimde, bu tezi şöyle ifade etmiştir :«Dünyadaki yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya'daki Türk ana yurtları ve o kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir»49
Irkçı Türk Tarih Tezi ve Güneş - Dil teorisi ne Batı, ne de Türkiye'de fazla benimsenmemiş, kısa bir süre sonra unutulmuştur. Fakat 1930'larda yönetici kadroları bu gibi arayışlara sürükleyen etkenler hakkında biraz düşünmek gerekir.
“...1930'larda yeni tarih arayışlarını hazırlayan psikolojik ortam, Atatürk ve yakın çevresinin uygarlık anlayışından kaynaklanıyordu. Ziya Gökalp'in aksine, Atatürk «hars» ve «medeniyet» ayrımı yapmıyor, Batı uygarlığını iyi ve kötü taraflarıyla bir bütün olarak görüyordu.
Osmanlı Devletinden tamamen ayrı temellere dayanması istenen Yeni Türkiye, tüm Batılı kurumları benimseyecekti, Gerçekten 1930'lara gelene kadar gerçekleştirilen reformlarla, devlet aygıtı Batılı bir görünüm kazanmıştı. Ancak bu yeni durum, tutarlı bir tarih anlayışından yoksundu. Tam aksine, meşrutiyetçi Türkçülük, Batı modelini benimseyen Yeni Türkiye'ye uymuyordu. Orta Asya efsaneleri ile Moğollarla ve Tatarlarla ırk bağları kurarak Avrupa'ya yaklaşamazdık. Oysa Batı antropolojisinde ve filolojisinde, Türkleri evrensel uygarlığa sokacak bazı tezler vardı. Zaten Avrupa'nın ürünü olan bu tezleri benimsemek ve bütün dünyaya ilan etmek yeterdi. Oysa, yapılan şey bunları çok aştı. Tüm ırk ve ulusların kökenini Türk sayan yeni yaklaşım, yeni Cumhuriyeti yakın tarihinden de koparıyor ve Osmanlı devletine realist bir yöntemle eğilmeye olanak vermiyordu. Atatürk'ün desteklediği, fakat imzalamadığı bu görüş, İkinci Dünya Savaşından sonra terkedildi.”50
“Kendi tarihlerini yazmayan, uygarlıklarının bol miktarda nesnel ürünlerini geriye bırakmayan ulusların tarihini, başka ulusların tarihine dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihi, efsaneler ve destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam etmiştir. Bir çok tarihçi, efsaneleri bilimsel gerçeklermiş gibi aktarmışlardır. Mesela şu Bozkurtlar meselesi de araştırılması gereken bir diğer husustur. Cumhuriyet dönemine kadar kimsenin bilmediği bozkurt masalları, hiçbir yerde rastlanmayan bozkurt figürleri acaba kimlerin eseridir? İsrail’in 12 kabilesinden biri olan Benjamin’in sembolü kurttur. Türkçülerin kullandığı bozkurt figürü ile Benjamin kurtu arasındaki benzerlik sadece bir tesadüf mü?”51
“Irkçılık o zamanki yönetimin en önemli meselesidir. Prof. Dr. Mazhar Osman (Uzman), 1939’da verdiği bir konferansta “Birçok çepheden yapıya muhtaç vatanı da soyu bozuklarla doldurmak, darülacezeler, bimarhane ve hapishaneler için nesil yetiştirmek de
hiç şayanı temenni değildir. Onun için sağlamları çoğaltmağa teşvik ve mecbur etmeliyiz, çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz” 52 diyerek; ileride İstanbul Valisi olacak olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay ise “Evlenirken en kıymetli servet olarak ruh, beden sıhhati aramak suretiyle Türk cemiyetine nesilden nesile en kıymetli miras olarak zinde çocuklar hediye etmek milli bir vazifedir. Almanya gibi bazı memleketler ırk hıfzısıhhasının emrettiği bu lazimeyi kısırlaştırma adı verilen bir kanunla tatbike çalışıyorlar. Demokrat memleketler irşat ve vesaya ile evlenme istişare odaları tesis etmek suretiyle vatandaşları aydınlatmak yoluyla hedefe varmaya çalışıyorlar. Bizim de bu ciheti göz önünde bulundurmamız lazımdır”53diyerek Nazi ırkçılığına özendiklerini ağızlarından kaçırıverdiler.”54
CUMHURİYETİN TÜRKÇÜ YAHUDİLERİ
“Tarihleri boyunca toplumlarını, “vaat edilen topraklar” ile ciddi bir dünyevi motivasyonla besleyen Yahudi egemenleri, aynı zamanda süreklileştirilmiş bir mağduriyet psikolojisini de diri tuttular. Yahudi halkının tarih boyunca büyük acılar çektiği ne kadar gerçek ise, bu toplumun egemenlerinin sözü edilen siyasetleriyle bu halkı sürekli hedef kılmakla buna neden teşkil ettikleri de o denli gerçektir. Öyle ki tarihin çoğu döneminde sıradan bir Yahudi dahi etnik ve dini kimliğiyle ortaya çıkamaz hale gelmiştir. Bu da beraberinde Yahudilerde, uzun tarihi süreçler boyunca bazı özellikler geliştirmiştir. Daha çok 17. yüzyılda ortaya çıkan Sabetaycılıkta somutlaşan takiyyecilik bu özelliklerden en belirgin olanıdır. Zamanla oluşan tepkiler yüzünden kendi gerçek kimliğiyle yaşam olanağı bulamayan Yahudiler, onların deyimiyle “kendisini kendisine saklayarak” girdikleri her ortamın rengine bürünmüşlerdir. Bir gelenek haline gelen bu tutumda zamanla o kadar ustalaşmışlar ki iktidarlara ve halkların kaderine yön vermek onlar için bir alışkanlık ve yaşam biçimi halini almıştır. Girdikleri ortamda ilk ve temel hedefleri hep “üst” yani iktidar odağı ve kurumları olmuştur. Bunu pratik beceri kadar zihinsel yaratıcılık ve gelişen analitik zekâları sayesinde gerçekleştirmişlerdir. Bu yaşam tarzını kanıksamışlar hatta meşru bir hak olarak görmüşlerdir. Çoğu toplumun değer yargısında “ilkesizlik”, “gayrı ahlakilik” vb. nitelemelerle adlandırılan davranış biçimleri, Yahudi egemen gerçekliğinde bir “hak” ve var olma tarzı olarak benimsenmiştir. Öte yandan büründükleri ortamın öğelerinden daha fazla onlardan olunmuş ve onları onlardan daha fazla savunmuşlardır. Fakat işin özünde bunu onlar için değil kendileri için yapmışlardır ve bu durumu karşı taraf çok sonradan fark etmiştir. “Kraldan kralcı” deyiminin özünü ortaya koyan tipik tutum en fazla Yahudi gerçekliğinde vardır. Fakat o kral, hep sonradan neye uğradığını şaşırmıştır. Yahudiliğin “Türk” rengine bürünerek Türkçülüğü geliştirmesi bu davranış tarzının en çarpıcı örneklerinden biridir. Türk milliyetçiliğini Türklerden önce Yahudiler geliştirmiş ve bunu Ortadoğu’daki tarihi amaçlarının bir parçası olarak ele almışlardır. Osmanlı yönetiminde Türklük hor görülen ve aşağılanan bir kimlik iken bu devletin son dönemlerinde Yahudiler tarafından öne çıkarılarak, kendi stratejilerinin bir bileşeni kılınmıştır. Bu yönüyle resmi ya da devletleştirilen Türklük özü itibariyle bir Yahudi – Siyonist icadıdır.” 55
MOİZ KOHEN
Ziya Gökâlp teorilerini oluştururken ve onun yamakları buna bir takım ilâveler yaparken, mutlak anlamda Osmanlı ile hesaplaşmalarını gerektirecek bir aykırı kimlik taşımamaları da mümkün değildi. Bu kimlik de : “…Şeyhülislâm da mason olacaktır-Musa Kâzım Efendi gibi- en büyük mürşid sayılan Ziya Gökâlp de mason olacaktır.” 56
“Gökalp Ekim 1924’de öldü. Kendisini Gökâlp’in yetiştirmesi olarak takdim eden İttihad ve Terakkî erkânı içinde görülen Yahudi dönmesi Tekin Alp, yani nâm-ı diğer Moiz Kohen daha sonra Cumhuriyet döneminde de ideologluğunu devam ettirecek ve Kemalizmin en önemli kitabını o yazacaktır…” 57
“Moiz Kohen Türkleşme akımının ileri saftaki neferlerindendi. Bir hahamın oğluydu kendisi de hahamlık eğitimi almıştı. Selanik Alyans Okulu’ndan yetişti. İsmini Munis Tekinalp diye değiştirdi. ”58
“Tekin Alp, Selanik mason örgütü üyesi, 1908’de İttihat ve Tarekki’ye üyesi, 1909’da Hamburg’da Dünya Siyonist Konresi’nde Selanik delegesi, 1915’de Türkismus und Pantürkismus, 1928’de Türkleştirme, 1936’da “Kemalizm” (Türkiye’de bir ilk), 1944’de Türk Ruhu adıyla kitaplar yayınlamış, bütün yazılarında Gökalp çizgisini savunmuş, milliyetini “Türk” olarak ifade etmiştir.”59
“Yazar, gazeteci, avukat ve tüccardı. Pek Kemalist ve kimilerine göre de pek fırsatçıydı.”60
“Yakın zamanda hakkında yazan Liz Behmoaras, “Kitabımda da belirttim. Kohen’in yaptıklarında her şey iç içe. Çıkar da var, ülkesine hizmet isteği de, inanç da...”61 diyor.
Aynı makalede bu tartışma şöyle yürütülüyor: “Diğer taraftan Tekin Alp’in Türkçülük fikrini benimsemiş olmasını da fazla büyütmemek gerekir. Bu hükme; ‘Müşterek Vicdan’ başlıklı makalesindeki şu cümleler üzerine varıyoruz: ‘Fransa’da Fransız, İngiltere’de İngiliz, İtalya’da İtalyan olan bir Musevî’nin Türkiye’de hemen Türk olmaması için hiçbir sebep yoktur.’ Bir başka cümlesinde aynen şu ifâdeyi kullanıyor: ‘Yahudi, kendini Osmanlı hissetmesine rağmen Yahudi olarak kalabilecektir.’
Bunun anlamı açıktır: ‘Şeklen Türk görünsen bile, aslında Yahudi’sin!’ Bir başka cümlesinde ise şu tehlikeli hedefi gösteriyor: ‘… ve merhum Theodor Herzl’in dileği olan; Yahudilerin kendi toprakları olmasını istiyorsak, bu topraklar Türkiye’dir.”62
“1935’e gelindiğinde, Türkiye’de Tekin Alp’in “Yeni Türk” olarak adlandırdığı bir yeni millet doğmuştur. Yeni bir târihe, “Allah”tan vazgeçip, “Tanrı” diye adlandırdığı yeni bir yaratıcıya inanan yeni bir millet. Yeni Türk başka bir kafaya, başka bir devlete, farklı bir ekonomiye ve yeni bir dile sâhiptir.Tekinalp’e göre bu yeni Türk’ün soyadını da değiştirmesi yerindedir; İslam adlarını bırakıp Türk adları alacaktır artık. Yaban’ın, kendini sürgüne attığı o köyde bulamadığı her şey “Kemalizm” olarak var olmaktadır.
Tekin Alp “Kemalizm”de laik bir ulus yaratmaktan söz ediyordu ancak lâiklikten ne anladığını ise söylemiyordu. İslamdan arındırılmış bir Türklük istediği bellidir. Yer yer
Kemalizmi yeni bir din olarak algılama eğilimi de sezilen Tekinalp’i heyecanlandıran şeyin sadece düşünsel olmadığı bellidir. “O; Türklüğe etnik açıdan değil, kültürel açıdan bakıyor, kültürümüzü de Cumhuriyetle başlatıyordu. O’na göre Osmanlı Devleti’nin varlığı, Türk Kültürü ile bağdaşmayan İslâmiyet’in gölgesi altında kalmıştı. ‘Bu gölgeden uzaklaştıkça aydınlanma gerçekleşecektir’ diyordu.”63
“Tekin Alp pek çok açıdan Türklüğü ve Türk Milleti'ni Gökalp'ten etkilenmesi ile tanımlamışsa da din kurumunu İslamiyet'e bağlamamış, Türklerin İslam öncesi inanış biçimleri ile tanımlamıştır. Bu aslında kendince Türkler ile Yahudilerin ortak bir noktada birleşmeleridir.Türkler özüne dönmekte Yahudilerde bu özü benimsemektedirler. Aynı zamanda Tekinalp için yeni cumhuriyetin ideologu demekte doğru olacaktır.”64
“Ziya Gökalp’in Türkçülüğü-tabir maruz görülsün- bir nevi teslisden ibaretti. Düsturu şu idi: ’Türk milletine, İslam ümmetine, Avrupa medeniyetine mensubum.’ Yani Türkün milli vicdanını asırlarca müddet boyunduruk ve esaret altında tutan şeriat zihniyeti hâlâ vaziyetini muhafaza ediyor, henüz uyanan Türk milli vicdanını, rüşeym halinde iken, ilk fırsatta boğmağa hazır duruyordu. (..) Muhitin ve o devirdeki ahvâl ve şerâitin Ziya Gökalp Türkçülüğüne tahmil ettiği bu üç manevi kuvvet arasındaki zıddıyet ilk aksülâmel hareketi ile patlak vermekte gecikmeyecekti; ve hiç şüphe yok ki, şeriat devi, bu zayıf ve narin vücudlu iki nevzadı, bir lâhza içinde yutacakdı.”65
Bu satırlar, Tekin Alp’in, Gökalp’çi formülasyonunu, İslamlaşmak ilkesine konjonktürel ve dolayısıyla geçici bir değer muamelesi yaparak, Kemalizme uyarlar. Keza aynı satırlar, onun Türk inkılabını din-laiklik üzerinden yorumladığının işaretlerini taşır. Nitekim Atatürk’den bahsederken isim tercihini, İslâmî çağrışımlara sahip Mustafa Kemal yerine Kamâl Atatürk’den yana yapmaktadır. Laiklik salt tek tek bireylerin dinle ilişkilerinin hafiflemesi değil, Türkiye cumhuriyetindeki bütün Türklerin milliyetlerini perdeleyen dini örtünün kaldırılması anlamında milli bir siyasettir. Kendi ifadesiyle ‘yeni Türk, ancak bir tek manevi kuvvete itaat etmektedir: Milliyet aşkı’66 - ”67
“Tekin Alp için Lozan muahedesi ile İstiklal harbinin birinci kısmı biter, manevi İstiklal harbi başlar. Bu kez mücadele edilecek düşman, fesler, Türk kadınlarının gözlerini örten bu kalın ve siyah örtüler, içlerinde binlerce meczubun döndüğü şu tekkeler, ekonomik ve mali esaret, Bizans’ın levanten muhitlerinden devşirme ifadelere sahip bir nesir, teokratik şeriat rejimidir.”68
“Tekin Alp için Kemalizm diriliş ve teceddüd hareketi, revolution (s.11), inkılâb, hususi bir rejim ve sistem (s.21)dir. Ayrıca o, sosyalizm, solidarizm, faşizm gibi sonu izm’le biten tabirlerde olduğu gibi ‘hususi ve hususiyeti haiz fikirler ve prensipler üzerine müesses bir rejim manası’ na sahip bir ideolojidir (Alp 1936:17). Kemalizme bir emsâlsizlik de refakat etmektedir; mesela kemalizm bir ihtilal hareketi iken o bütün ihtilal hareketlerinde mündemiç olan ‘vahşet haline avdet ve yıkıcılık’tan münezzehtir.69 Kemalizm bir ideolojidir; fakat sadece o faşizm ve komünizmin aksine bânisi Kamâl Atatürk’ün ismini taşımaktadır.70 ”71
Kohen'den "yeni Amnetü": "Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemâl’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına îmân ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şehadet ederim.”, "Kemalizm, bidayetten bir tek tanrıya tapmıştır: millicilik.”72
Moiz Kohen’in Türkçülük hareketini istismar etmekle bir taşla iki kuş vurmak istediği üzerinde durulmuştur: Bir yandan, ırk duygularından hareketle Türklerle Arapları birbirlerine düşman edip, Türklerin ilgi alanını Filistin üzerinden uzaklaştırarak burada Yahudileri serbest bırakmaya çalışmak; diğer yandan ise, gelişen Türkçülük hareketini "İslam düşmanı" bir konuma sokarak Türkleri İslam’a düşman etmeye çalışmak.
Yalçın Küçük'ün aktardığına göre Tekin Alp, Dünya Yahudi Kongresi'nde osmanlı delegesi olarak Türkiye'de bir ibrani devleti ya da "ibraniyeti yoğun" bir devlet kurmaktan bahsetmiştir. "1906'yla 1926 arasındaki en önemli kavga siyonistlerle benim rezervist dediğim, bu kitapta alliancist denilenlerdir. Moiz Kohen'in 9'uncu Siyonistler Kongresi'nde Osmanlı delegesi olarak konuşmasını yayımladım. 'Burası vaat edilmiş toprak' diyor. Bunlar Osmanlı, ya da kurulacak devleti, adı olmasa da güçlü bir ibraniyeti olan devlet olarak söylüyor. Siyonistler ise ayrı bir devlet istiyor. Bu kendi içlerinde bir kavgadır. "Kohen aynı zamanda “Araplar bizi arkamızdan vurdu” sloganının mimarıydı.”
Tekin Alp, 1956 yılında Fransa’nın Nice şehrine yerleşti. Aynı yıl iki defa Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na yazılı olarak başvurdu ve konsolosluk görevi istedi. Militanlığını yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi değil, Demokrat Parti iktidardaydı. İsteği reddedildi. 1961 yılında Nice şehrinde öldü ve vasiyeti üzerine oradaki Musevî mezarlığında toprağa verildi. Dediği gibi, “kendisini Türk hissetmesine” karşın hep “bir Yahudi olarak” kaldı. Bir kısım Yahudimiz için Türklükle Yahudilik arasındaki mesafe bu kadar kısaydı.”73
AVRAM GALANTİ
Avram Galanti (sonradan Soyadı Kanunu gereğince Bodrumlu soyadını almıştır)’yiise Türkçülük militanlığında Munis Tekinalp’ten geri kalmamamıştır.
“Galanti'nin Türkçülük çalışmaları Kahun ve Vambery’nin çalışmalarına göre daha sistematik ve daha derindir. Üniversitelerde profesörlük yapan Galanti Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bir dönem CHP’den, bir dönem de bağımsız olmak üzere iki defa milletvekilliği yapmıştır. Türk ırkçılardan çok daha ırkçı bir “çizgi” tutturan Galanti, Türkiye’deki tüm halkların asimilasyonunu savunmuş, bugünkü “tek”çi anlayışın teorisyeni olmuştur. Türkçü görüşlerini birçok kitapta dile getiren bu Yahudi, Mustafa Kemal hakkında yazdığı yazılarında onu adeta göklere çıkarmıştır. Galanti bir yazısında da Tevrat’tan yola çıkarak, Yasef’in oğullarından Togarma’nın Türkler olduğunu dile getirir ve bu biçimde Türklükle Yahudiliği kendince birleştirmeye çalışır.”74
Yalçın Küçük'ün aktarımıyla Galanti'nin Mustafa Kemal hakkında yazdıkları şöyledir: "Otuz beş asır evvel yaşamış İbrani peygamber ile, elyevm yaşayan Türk peygamber arasında dünya işlerinde büyük bir müşabehet vardır. Musa, büyük bir seciye sahibi idi. Mustafa Kemal de, büyük bir seciye sahibidir. Musa, Mısır'da esarette inleyen İbranileri kuvvetli pazu ile kurtardı. Mustafa Kemal de, esarete alınmak istenen Türkleri dahi kuvvetli pazu ile kurtardı. Musa, esaretten kurtardığı İbranilere hayatın ehemmiyetini anlatarak, hayat-ı içtimaiyelerini dünyevi kavanin ile tesbit, takviye ve tersin etti. Mustafa Kemal de, esaretten kurtardığı Türklere, hayatın ehemmiyetini anlatarak hayatı içtimaiyelerini dünyevi kavanin ile tespit, takviye ve tersin ediyor. Musa, beni beşerin saadeti için çalıştı. Mustafa Kemal de, beni beşerin saadeti için çalışıyor. (...) Musa, ilahi peygamber olmakla beraber, dünyevi, sosyalist ve hatta biraz komünist bir peygamberdir" vaazı karşında tereddüde düşecekler için, "Tevrat meydandadır" yollu buyurduktan sonra, "Mustafa Kemal, peygamberlik sahasında Musa'ya benziyor" kelamı ile damgayı vuruyor. ”75
Türkçü Galanti aynı zamanda Siyonisttir. Basel Programı’nı yürürlüğe koyan Theodor Herzl'in, önündeki en büyük engel olan II. Abdülhamid Han’ın aşılması için uygulamaya koyduğu plan çerçevesinde “Mısır Cemiyet-i Israiliyesi”ni kurarak, Sultan’a karşı faaliyetlerin artmasını sağlamıştır.76
Kohen ve Galanti...
İkisi de Türk değildir.
Peki, bu kişiler Türk değildi ama neden Türkçü idiler?
Bu soru önemli ve anahtar mahiyetindedir.
“Meselenin ilginç bir boyutu ise Türkçülüğün bu Yahudi – Siyonist karakterinin Cumhuriyet tarihi boyunca gizlenmesidir. Okullarda okutulan tarih kitaplarında ve yayınlanan diğer eserlerde sanki Türk milliyetçiliği, Siyonistlerin stratejik programlarının bir ürünü değil de kendi iç dinamiklerinden ortaya çıkmış gibi anlatılır. Bu yaklaşımın kendisi dahi Siyonist – takiyyeci tarzdır.”77
MÜBADELE VEYA SABATAYCILARIN YENİ CUMHURİYETE TRANSFERİ
“Sayıları 1,5 milyonu geçen Yunanlı Rum, Yunanistan’ın önce İzmir’i sonra da Ege’yi işgal ettiği yıllarda işgal kuvvetlerine verdikleri destekten utanarak ve başlarına geleceklerden de korkarak Türkiye’den kaçar gibi giderler. Endişeli de olsa, Rum işgal güçlerine destek vermediği için kendinden emin, işinde gücünde ve kötülük yapmadığından dolayı da tepki görmeyeceğini düşünen az sayıdaki Rum ise Türkiye’de kalır.(...) Yunanlılar işgalin ilk gününden beri Türk Ortodoks Hıristiyanlar ile işbirliği yapmak istemiş ama başarılı olamamıştır. Çok önemli teklifler sunmalarına rağmen Türk Ortodoksları ikna edememişlerdir. (...) Papa Eftimci olarak da adlandırılan bu insanlar, Müslüman Türklerden önce Orta Anadolu’ya yerleşmiş, Ortodoks Hıristiyanlığı seçmiş, Türkçe konuşan Türklerdir. İşte Yunanlıların Eskişehir’e kadar geldikleri günlerde Yunanlıların önemli tekliflerini reddeden Türk Ortodoksların 72 metropolü 1921’de Kayseri’de bir araya gelerek kongre düzenlemişler ve oy birliği ile Milli Mücadeleyi destekleme kararı
almışlardır. Nutuk’ta övgü ile anılan Papa Eftim, hem cemaatin, hem de kongrenin lideridir…(...) Bu insanlar tercihlerini Kuvvayı Milliye’den yana yaptıklarından, kazanan taraftadırlar ve yeni devletin geleceğinde söz sahibi olacakları beklentisindedirler.”78
“Dış basında ilk gündeme geliş biçimiyle Mustafa Kemal Paşa, Padişah ve gayrımüslim karşıtı mıydı sorusu, zamanla gerçek olmuştur. 1922’de Saltanatı kaldırmış, 1923’de Lozan imzalanınca da ilginç bir şekilde çoğu Milli Mücadeleyi destekleyen Anadolu’daki Papa Eftim Cemaati’nin üyeleri Rumlar mübadele kapsamında Yunanistan’a gönderilmiştir.”79
“II. Lozan görüşmelerinde mübadeleyi teklif eden, Dr. Rıza Nur’dur. Görüşmeler sırasında Türkiye’nin her tezine itiraz eden Lord Curzon, ilginç bir şekilde bu teklifi hemen kabul eder ve Türkiye ile Yunanistan arasında mübadele konusu karara bağlanır. Kısa süre sonra da Türk Ortodoks Rumlar trenlere bindirilerek Yunanistan’a gönderilmeye başlanır. Türk Ortodokslar, Milli Mücadeleyi destekledikleri için Yunanistan’a gittiklerinde başlarına nelerin geleceğinden emindirler; bu nedenle de gitmek istemezler. Yalvarırlar, yakarırlar, fakat sonuç alamazlar. Aldıkları cevap çok açıktır: “Türksünüz ama Müslüman değilsiniz!”
Mustafa Kemal’e başvururlar, araya girenler olur ve sadece Papa Eftim ve ailesi için ayaküstü istisnai bir kanun çıkarılır ve yaklaşık 70 kişi kurtarılır. Mübadele ile Ankara, Yozgat, Kayseri, Niğde, Konya, Nevşehir, Eskişehir... gibi illerden yaklaşık 100 – 120 bin kişi Yunanistan’a gönderilir.
Mübadeleye kadar Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde 6.500 civarında Sabetaycı yaşadığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Mübadele ile ne kadar Sabetaycının geldiği ise tam olarak bilinmemektedir. 20.000 ile 100 bin arası farklı sayılar ileri sürülmektedir.
Lozan Antlaşması’nda yer alan İstanbul dışındaki Hıristiyanların mübadelesi maddesi, bir yandan Anadolu’yu Müslümanlaştırırken, diğer yandan da iyi eğitimli ve Sabetaycılar ile rekabet edebilecek Hıristiyanları da önce Anadolu’dan, sonraki yıllarda da İstanbul'dan uzaklaştırmıştır.”80
Mübadelenin amacı bellidir: Sabataycıları yeni Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmak; muhtemel rakiplerini devre dışı bırakmak.
Başarılı da olunmuştur.
GELECEK BÖLÜM: DEVRİMLER
[status draft]
[nogallery]
[geotag on]
[publicize off|twitter|facebook]
[category araştırma]
[tags TARİH, Ergenekon, Masonlar, Çerkesler, KAFKASEVİ STRATEJİ MERKEZİ]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...