DUA
(Metinde geçen "Allah'tan korkma" lafzını "Allah'ın sevgisini/rızasını kaybetmekten korkma" olarak algılayabilirsiniz) Dua etmemizi isteyen Yaratıcımız, nasıl dua etmemiz gerektiğini de bildirir. Kur’an’ın ayetlerinden anladığımız kadarıyla, dua ederken dikkat etmemiz gereken bazı durumları şöylece sıralayabiliriz: “Allah’a korku ve ümitle dua ediniz.” (A’raf, 56) Yani, reddolunmasından korkar, kabulünü ümit eder bir şekilde isteyiniz. “Beyne’l-havf ve’r-reca” yani korku ve ümit arasında olmak kişinin manevî hayatı için son derece önemlidir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, “bu iki hâl, insanın seyr u sülûkunda iki kanat gibidir.” Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi, sadece korku veya sadece ümit kanadıyla hareket edenler de, kemâlat semasına doğru uçamazlar. Allah’ın celal ve azametini düşünmek, insana lezzetli bir korku verir. Annesinin merhametli tokadından korkup yine annesinin şefkatli sinesine sığınan çocuk gibi, Allah'tan korkan insan O’na iltica eder. Allahın cemâl ve rahmetini düşünmek ise, insanı ümit içinde yaşatır.
“Rabbinize tazarru ile ve gizlice dua edin. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 55) Yani, yalvara yakara, samimi bir şekilde, bütün benliğiniz ile O’na yönelin, O’ndan isteyin. Başkalarına da duyurmayın ki, nefsin hissesi karışmasın.
Tazarru hali, insanın kendini duaya tam vermesini ifade eder. Bunu, duaya tam konsantre olmak şeklinde anlayabiliriz. İnsan bazı dualarında bu hâli yaşar. Bütün hisleri uyanmış, bütün latifeleri hüşyar bir şekilde yalvarır. Böyle bir durumda, istediği şeyleri ruhunun en derinlerinden gelen bir iştiyakla ister. Bu şekilde yapılan dualar, genelde kabul edilir.
Bunun zıddı ise, tam bir gaflet göstergesi olur.Hz. Peygamberin ifadesiyle, “gâfil, boş bir kalbin duasını Allah kabul etmez.” (Tirmizi, Daavât, 65)
Duada haddi aşmak ise, sesi fazla yükseltmek, olmayacak şeyleri istemek gibi durumlardır. Mesela, kişinin “Allahım beni peygamber yap!” veya “Allahım, beni bu dünyada ölümsüz kıl!” demesi, muhali talepten başka bir şey değildir.
“Allahın Esmaü’l- Hüsnası vardır. Onlarla dua ediniz. (A’raf, 180)
“Esmaü’l- Hüsna” “en güzel isimler” anlamına gelir. Yüce Allah, kendi kemaline ünvan olan nice isimlere sahiptir. Bunlar bir rivayette 99, bir başka rivayette 1001 olarak ifade edilmektedir. Mesela, Besmelede “Allah, Rahman, Rahim” isimlerini, en son sure olan Nas suresinde - İnsanların Rabbi - İnsanların Meliki - İnsanların İlâhı isimlerini görürüz. Kur’anın tamamında bu ilahî isimlere sıkça yer verilmektedir.
Malûmdur ki, bir kimse pek çok ünvanlara sahip olabilir. Mesela, güzel yazı yazmasıyla hattat, güzel resim yapmasıyla ressam, yaptığı binalarla mimar ünvanını alır ve o ünvanlarla bilinir. Öyle de, Cenab-ı Hak yaratmasıyla Halık, şekil vermesiyle Musavir, rızık vermesiyle Rezzak şifa vermesiyle Şâfi’dir…
İnsan, Allah’a yalvarırken, istediği şeye uygun olan İlahî ünvanı söylemesi uygun olur. Mesela, günahlarımızın affını isterken “Ya Gaffar” ayıplarımızın örtülmesini isterken “Ya Settar” ismini söyleriz.
Keza, belaların defini isterken "Ey belâları def'eden" (Ya Dafia’l-beliyyat), ihtiyaçlarımızın karşılanmasını isterken “Ey ihtiyaçlara cevap veren" (Ya Kadıya’l- Hâcât) ünvanını söyleriz.
Rızık isterken O’nun Rezzak ismini anar, maddi manevi hastalıklarımız için O’nun Şâfi isminden meded umarız.
İnsanlığa en güzel örnek olarak gönderilen Hz. Peygamber, dualarında sadece “Ya Rabbi, Allah'ım” demez, en güzel isimleri ile Allah’a yalvarırdı. Mesela, şu duasına bakalım:
“Ey kalpleri çeviren Allahım. Kalbimi dinin üzere sabit kıl!” (Müslim, Kader, 17)
***
“O Allah Hayy’dır. Ondan başka ilah yoktur. O halde, dini yalnız O’na has kılarak, halis bir şekilde O’na dua edin!”(Mü’min, 65)
İhlas, dinin en mühim esaslarından biridir. Yapılan bir şeyin sadece Allah için yapılmasını ifade eder. İhlasın zıddı, riyadır, gösteriştir. Sözgelimi, bir din görevlisi insanların önünde dua ederken coşkuyla istese, fakat yalnız dua ettiğinde sönükleşse, ihlastan uzaklaşmış olur.
***
“Allahın lütfundan isteyin!” (Nisa, 32)
Yani, başkalarına verilen servet-makam- ilim gibi şeylere bakıp ta, kıskançlıkla “bu niye ona verildi? Aslında bana verilmeliydi. Ben buna daha layıkım” demeyiniz. Çünkü, belki de onun size verilmemesi hakkınızda daha hayırlıdır. Dolayısıyla siz Rabbinize yöneliniz, O’nun lütuf ve kereminden isteyiniz. O, hakkınızda hayırlı olanı elbette bilir, ona göre verir. O’nun rahmet hazineleri ne biter, ne de tükenir.
Bu meselede, şu esasları göz önünde bulundurmak lazımdır:
- Mülk Allahındır. O, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsana düşen, verilmeyene göz dikmek değil, verilene şükretmektir.
- İnsan eğer şükretse, Allah daha fazla verecektir. Çünkü, tekitli bir şekilde şöyle demektedir: “Eğer şükrederseniz, gerçekten artırırım.” (İbrahim, 7)
- Hayır zannettiğimiz şer, şer zannetiğimiz hayır olabilir. Kur’an şöyle bildirir:
“Bir şey hoşunuza gitmezken sizin için hayırlı olabilir. Sevdiğiniz bir şey de şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Mesela, insan hırs ile mal ister. Fakat Karun gibi bunu kibir ve gurura vesile yapacaksa, ona verilmemesi hayırlı olur. Veya insan ısrarla ilim ister. Fakat ilmiyle dalalete sapacaksa, verilmemesi rahmet olur. Onun için, Allahtan birşey isterken “Allahım, senin lütfundan isterim. Eğer bu istediğim hayırlıysa ver. Değilse, hakkımda hayırlı olanı nasip et!” demeli ve Allaha tam tevekkül etmelidir.
- Allah mutlak adalet sahibidir. Zulümden münezzehtir. Elbette kimin neye layık olduğunu bilir ve ona göre verir.
Vicdanın yalan söylemeyeceğine inanıyoruz; fakat, eserlerde "eğer vicdanı tefessüh etmemişse" şeklinde kayıtlar görüyoruz. Vicdanı haktan uzaklaştıran sebepler nelerdir; bu bozulma nasıl bir vetireden sonra gerçekleşir? Hangi ameller çürümeye yüz tutmuş bir vicdanın yenilenmesine ve canlanmasına vesile olabilir?İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan latîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridatıyla zihin ve ihsas televvünlü his halîtasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah'la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. (01.00)
Geniş bir sistem olan vicdanın rükünlerinden bir tanesi felç olsa, artık vicdan fonksiyonunu eda edemez. Aslında, Hak varlığının hiçbir zaman susmayan bütün şahitleri gibi, vicdan da tek başına hakkı ve hakikati haykıran ilâhî ve semavî bir sadâdır. Fakat bu, vicdanın bizim tarifimize giren vicdan olması itibarıyladır. Yoksa, nefis mekanizmasının altında kalıp ezilmiş bir vicdandan aynı neticeleri beklemek elbette ki mümkün değildir. Evet, bir insan düşünün ki, bütünüyle bir şehvet, kin, öfke, makam ve mansıp sevdalısı hâline gelmiştir. Yaptığı her işinde ruhunu sarmış bu negatif duyguların tesirindedir. İşte, vicdanının elini kolunu bağlamış ve dolayısıyla da onu tesirsiz kılmış böyle bir insana kelimenin tam mânâsıyla "vicdansız" denir. (02.02) Vicdan, kelime olarak "bulmak" mânâsına gelir. İnsan onunla hem kendini hem de Rabbini bulur. İnsanın bir mülk, bir de melekût yanı vardır. İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek daha uygundur.
İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebilirsiniz. Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, belli hikmet ve gayeler için insana verilen kin, nefret, öfke, inat gibi duygular da nefis mekanizmasını meydana getirirler. Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem hâline gelir. (03.45) Vicdanda bir nokta-i istinat ve bir de nokta-i istimdat vardır. İnsan bunlarla acizliğini ve hiçliğini idrak eder. Bu idrakle, Cenâb-ı Hakk'a dayanır; dayanır ve ne isteyecekse O'ndan ister. Ne var ki, hayatında bir kere olsun vicdanını dinlememiş bir insanın, bunu duyup sezmesi mümkün değildir. (05.47) Kalb; göğsün sol tarafında bulunan ve çam kozalağına benzeyen organın dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrâk, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi rûhânî bir latîfedir. Bu rûhânî lâtîfe, cismânî kalb ile sımsıkı alâkalıdır.
Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hukemâsını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, "sanavberî" (çam kozalağı şeklinde) et parçası olan zâhirî kalb ile insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan "latîfe-i rabbâniye" arasında bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde münasebet bulunduğunda şüphe yoktur. (06.27) Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtîfedir. Kur'ân bize: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma..." (Âl-i İmran, 3/8) duâsını öğütlemekte, Peygamber Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle, اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ "Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!" tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır. (08.01) Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir.
Cenâb-ı Hak, "Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)" (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de "Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da yüce Allah'ın zikrettiği "râne" budur." sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan "râne" kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve onun bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. (11.48) İradenin devamlı olarak güçlendirilmesi gerekir. Bunun için dua ve istiğfar, çok ama çok önemli iki faktördür. Üstad Hazretleri, "İstiğfar meyelân-ı şerrin kökünü keser, dua meyelân-ı hayra kuvvet verir." diyerek bu hakikate parmak basar. (16.17) Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad'ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde "hatm" olur, hafizanallah, kalb mühürlenir. Bundan dolayı, "Her günah içinden küfre giden bir yol vardır." Böyle bir mühürlenme ve damgalanmanın kesbi insandan, halk'ı da Allah'tandır. Bu hususu, insanın gaflet ve bir kısım fenalıklara alışması sonucu bir deformasyon şeklinde de yorumlayabiliriz. İman, amel-i salih işlene işlene insan tabiatının bir derinliği haline gelip sübut mührüyle şereflendirildiği gibi, her biri küfrün ayrı bir kapısı sayılan günahlar da tevbe, inabe ve evbe ile giderilmediği takdirde, insanın üst üste ve iç içe kaymalar yaşaması kaçınılmaz olur.
Bu itibarla, böyle bir "hatm"de kat'iyen cebir söz konusu değildir; zira arzu, intihab, ihtiyar insana, mükellefe; böyle bir temayüle halk'la cevap vermek de –isterse vermeyebilir– Cenâb-ı Hakk'a aittir. (18.40) Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre: Amr b. Âs (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz'e gelerek, bağışlanmak şartıyla kendisine biat etmek ve Müslüman olmak istediğini söylediğinde Peygamberimiz, "Bilmez misin ey Amr, İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret, kendisinden önceki günahları yok eder. Hac, kendisinden önceki günahları yok eder." buyurur; İslam'ın, Müslümanlıktan önceki her şeyi silip süpürüp götürdüğünü müjde verir. Demek ki, o dönemde ne kadar çatlama, kırılma, yıkılma ve tahrip olmuşsa, Müslümanlık onların hepsini tamir etmiş.
Zaten İslam, insanlardaki eksiği, gediği, kırığı, döküğü tamir etmek için gelmiştir. Dökülüp yollarda kalanları kaldırıp varmaları gerekli olan noktaya yönlendirmek için gelmiştir. Öyleyse, insanlar Müslümanlığa girdikten sonra cahiliye döneminde bir kambur gibi sırtlarına aldıkları o günahlarla kalmazlar. Allah, onlara rahmetiyle muamele eder ve sırtlarında ağırlık yapan her şeyden kurtarır onları. Hicret, hac ve güzel bir topluluk içinde bulunma da günah kirlerini giderir, vicdanı diriltir ve insanı değiştirir. (24.20) Muhterem Hocamızın, Muzaffer Arslan Ağabey'le tanışması.. Hazreti Üstad'dan selam alışı.. daha çok küçük yaşlarında Peygamber Efendimiz'i rüyada görebilmek için yaptığı dualar.. yetiştiği nezih çevre.. merhum babasından kaynaklanan Ashab sevgisi.. ve "Bu asırda da Sahabe gibi kimseler yaşıyormuş!.." demesine vesile olan hâlis insanlar... (31.25)