Ulusal Hayvanımız: At
Atı Hititler evcilleştirmişlerdi. Kentaur’lar (atadam), Helenlerin gördüğü ilk Hitit atlılarıydı. Romalı Aelianus (-175-235), De natura animalium (Canlıların Doğası Üzerine) adlı eserinde, atlan ürkmemeye alıştırmak için, Perslerin içi saman dolu kuklalar kullandıklarından söz eder. François Rabelais’nin (1494-1553) Cargantua adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şu ilginç öykü yer alır: “Makedonya Kralı Philippos, oğlu İskender’in akıllılığını, bir atı ustaca kullanmasında görmüştü. O at öylesine yaman, azılı bir attı ki, kimse üstüne binemiyordu. Çünkü bütün binicileri yere atıp, kiminin boynunu, kiminin bacaklarını, kiminin kafasını, kiminin çenelerini kırıyordu. İskender, atların gezi ve eğitim yeri olan Hippodrom’da bunları görünce, atın azgınlığının, gölgesini görüp korkmasından ileri geldiğini anlayıverdi. Bunun üzerine ata binip, onu güneşe karşı sürdü. Böylece, gölge arkaya düştü ve at, buyruğuna girdi. ..” Büyük İskender’in (yön. 336-323) savaşlarda bindiği ünlü atının adı ‘Bukephalos’ (“Öküz Kafalı”) idi ve üzerine yalnızca onun binmesine izin verirdi.
Başka bir görüşe göre ise at, yaklaşık İÖ 2700 yıllarında şimdiki Ukrayna’da yaşayan göçebeler tarafından evcilleştirilmiştir. Atın savaş, ulaşım ve tarımın vazgeçilmez bir öğesi durumuna gelmesi, ancak nal, hamut ve üzenginin bulunmasıyla olmuştur. IS 5. yüzyılda Çin ve Moğolistan’da kullanılan metal üzengi, 13. yüzyılda Asya’nın büyük bir bölümünü ellerine geçiren Moğollar’a olağandışı bir askerî üstünlük sağlamıştır.
At, Araplarda her zaman önemli bir konum kazanmış ve ona doğaüstü bir köken de yakıştırılmıştır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, “Burak” adlı atının üzerinde Kudüs’e gelerek oradan Mirac’a çıkmıştır. Arap atı, nispeten yeni bir kökten, ilk olarak 7./8. yüzyılda Yemen ve Suriye ırklarının çaprazlanmasıyla ortaya çıkmıştır.
Hz. Muhammed’in beyaz dişi atının (ya da katırının) adı “Düldül” idi. Kirpi anlamına gelen bu ad, katıra, hızlı yürümesin-den ötürü verilmişti. Hz. Muhammed, savaşlarda bindiği bu hayvanı, daha sonra damadı Hz. Ali’ye armağan etmiştir. Bu hayvan, Hz. Muhammed’e “Afyar” adlı eşekle birlikte Mukavkis tarafından armağan edilmişti. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem döneminde din savaşları sırasında ele geçen ganimetten, savaşa atı ile katılan 3 pay (paylardan ikisi ata, biri savaşçıya), yaya katılan ise bir pay almaktaydı.
Ev hayvanları arasında en önde at geliyordu ve Müslüman yayılmacılığında çok önemli bir rol oynamıştı. Çeşitli at ırklan tanınıyordu. Küçük ve kalın yapılı Türk-Moğol atı, Asya bozkırlarının safkan ürünü idi. İran’dan gelen iri beygir, savaş donanımının ağırlıklannı taşıyabiliyordu. Ispanya’nın fethinden sonra başka ırklarla karıştırılan Berberi atı, Batı Avrupa at ırklarının temelini oluşturdu. İran atlarının Berberi aygırları ile çaprazlanmasından oluşan Suriye atlarının, yeniden Arabistan’ın yüksek yaylalarının atlan ile çaprazlanmasından ise Arap atı oluştu ve bu ırk, öncelikle Mısır’da, Arabistan’da ve İspanya’da yetiştirildi.
Haçlı Seferleri sırasında Batı’daki atların boyu küçüktü ve Arap atlarından farksızdı. Türkler ise, günümüzde hâlâ Moğolların atları gibi, küçük atlara biniyorlardı. Antakya’dan itibaren Haçlıların karşılaştıktan Bağdat ve Kahire kuvvetlerinin süvarilerinde ise büyük boy İran atları vardı ve bu atlar, Batı’nın henüz görmediği biçemde ağır zırhlarla korunuyorlardı.
Marco Polo’nun (1254-1324) Çin gezisinin ardından yayımlanan günlüğüne göre Kubilay Han’ın (yön 1260-1294) 300 000 atlı posta düzeni vardı ve her 40-48 km’de bir istasyon bulunuyordu.
Arapça sıfat-fiil “mubaitir” ve fiil “baitara”dan gelen ve “veteriner” karşılığı olan “baitâr” sözcüğü, bizzat Yunanca “at hekimi” anlamına gelen sözcükten türetilmiştir. Magnesia’lı (Manisa’lı) Theomnestos’un, yalnızca Arapça çevirisi günümüze ulaşan metninin, Arap hayvan hastalıkları tedavi sanatına büyük etkisi olmuştur. Araplar bu eseri, Bithynia’lı (Kocaeli’li) Apsyrtos aracılığı ile tanımışlar ve bu eserden İbn Ahi Hizâm (9. yüzyıl ikinci yansı), Kitab el-Hayl ve’l-Baytara (Atlar ve At Tedavi Sanatı Kitabı) adlı eserinde çok yararlanmıştır, ibn Ahi Hizâm’ın eserinin 1536 yılında Türkçe olarak çoğaltılmış bir kopyası Süleymaniye Kütüphanesi Fatih Bölümü’nde bulunmaktadır. Bu eser, tarım konusunda ünlü bir eserin yazarı olan Ebu Zekeriya ibn el-Avvâm’ın (13. yüzyıl), Türkçe’ye de 1590 tarihinde çevrilmiş olan Kitab el-Filâha (Çiftçilik Kitabı) adlı eserine kaynaklık etmiş ve orada inceden inceye değerlendirilmiştir.3 Ortaçağ’m en büyük veteriner hekimlerinden biri olarak kabul edilen Ebu Bekr ibn Bedr (14. yüzyıl) tarafından kaleme alman Naseri adlı baytamâme, 1563 yılında Hüseyin bin Abdullah tarafından kopyalanmış olup 16.-17. yüzyıla kadar yeri doldurulmayacak bir eser olarak kalmıştır. 13. yüzyılda Memluk Sultanı El-Nâsır Muhammed ibn Kalavun (yön. 1279-1290), atın, kutsal ve saygın bir yaratık olduğunu düşünmekteydi. Çeşitli dönemlerde, atların bakımı, özellikleri ve hastalıklarının tedavisine yönelik olarak “baytamâme” adı verilen eserler kaleme alınmıştır. Atın ayaklan kırılacak olursa, kemikleri bir daha kaynamadığından o at öldürülürdü. 1466 tarihinde Mısır’da yazılan anonim nitelikteki Kitab el-Zerdeka fî Marifet el-Hayl adlı ünlü eserde, atın anatomik çizimlerine yer verilmiştir Dünyanın bilinen ilk resimli hayvan anatomisi kitabı olan bu eserin İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki nüshasında, 1467 yılı dolayında Mısır’da hüküm sürmüş olan Memlûk Sultanı Zahir Seyfeddin Yelbay (ya da Bilbay) olduğu sanılan “Yılbay Mirhâni bây el-Hamzavî” için hazırlanmış olduğu belirtilmiştir. Ortaçağ veteriner hekimliğinin en önemli eserlerinden biri de Yemen’de Resul! Hanedanı’nın beşinci sultanı olan Melik el-Mücahid Ali bin Davud tarafından 14. yüzyılda yazılmış olan baytamâmedir. Bu baytamâme ile Naseri, ünlü bilim tarihçisi George Sarton (1884-1956) tarafından 14. yüzyıl İslâm veteriner hekimliğinin en önemli kaynakları olarak nitelenmişlerdir.’ Osmanlı İmparatorluğu ordusunda 1585 yılında Asya yakasında 40 bin, Avrupa yakasında ise 100 bin at bulundurulduğu söylenmektedir.
Fransız Süvari Subayı olan Lefebvre des Noettes’İn ( 1 7 7 3 – 1 8 2 2 ) , atların koşum konusuna değmen ilk kitap olan L’attelage et le cheval de selle â travers les âges (Çağlar Boyu At) adlı eseri 1931’de yayımlanmıştır. Atlan doğru biçimde koşmanın yolu, hayvanın omuz kürekleri üzerine oturacak keçeli, sert bir hamut yapmak ve nefes almasını engellememekti. Bu tür koşum, Avrupa’da ilk kez 800 yılı dolayında gerçekleşmiştir.
Günümüzde yapılan ölçümlere göre atın çekim gücü öküzünkine eşittir. Ama her türlü hesap yapıldığında (at daha hızlıdır, günlük çalışma süresi daha uzundur, ama daha çok yemekte ve yaşlandığında daha fazla değer yitirmektedir; öküz ise yaşlandığında kasaba gönderilebilmektedir), aynı işin yapılması halinde öküz, rakibi attan % 30 daha pahalıya gelmektedir.
“ÇÖL GEMİSİ”: DEVE
Deve IÖ 2500’lerde Orta Asya’da Amuderya ile Hindukuş dağlan arasındaki bölgede ya da Araplar tarafından evcilleştirildiği ileri sürülmektedir. Tek hörgüçlü Arap develerinden (hecin devesi; “Camelus bactrianus dromedarus”) çok önce Türkler, Orta Asya’nın Gobi ve Taklamakan çöllerinde iki hörgüçlü ve bol tüylü Asya develerini (Baktriya devesi, “Camelus bactrianus bactrianus’’) tanıyorlardı. Bir Afrika atasözü, “ Tanrı önce çölü, ardından da hatasını düzeltmek için deveyi yaratmıştır”der. Sıcak çöller, soğuğa dayanıksız ve dağlık bölgelere hiç yatkın olmayan bir hayvan olan hecin devesinin alanı iken, soğuk çöller ve dağlar, iki hörgüçlü Asya devesine aittir ve bunların paylarına düşen alanlar, Anadolu ve İran’ın yukarı ve aşağısında kalmaktadır. Yakındogu ve Kuzey Afrika’daki uygarlıklar IS 3. ve 7. yüzyıllar arasında tekerli taşıtlarla sağlanan ulaşımdan vazgeçerek, arabalar yerine deveden yararlanmaya başladılar. Tekerleğin icat edildiği bu bölgede onun reddedilmesi, bin yıldan fazla sürdü. Bir yük hayvanı olarak deve, öküzlerin çektiği tipik tekerli taşıtlarla kıyaslandığında açık nedenlerden ötürü tekerli ulaşımdan daha çok tutuldu. Geniş çöllerdeki kum denizinde yol alan “çöl gemisi” deve, gerçekten de öküzden daha çok yük taşıyabilir, daha hızlı hareket edebilir ve daha uzun mesafe katedebilir. Üstelik bütün bunları yaparken daha az yiyeceğe ve daha az suya gereksinim duyar. Devenin yağ deposu niteliğindeki hörgücü, tıpkı küçükbaş hayvanların kuyruk yağı gibi, yeterli besin bulamadıkları kış aylarında onların yiyecek deposu görevini görür. Deve 57 °C sıcaklıkta 17 gün boyu hiç su içmeden yürüyebilir. Tek hörgüçlü Arap devesi, 10 dakikada 95 litre su içebilir. Diğer hayvanlara göre terleme, deri yoluyla buharlaşma ve idrar ile daha az su kaybeder. Kısa yelesi ve bedenine oranla geniş deri yüzeyi sayesinde sıcağa dayanır. Başka hayvanların sindiremediği dikenli bitkileri ve kuru otları yiyebilir. Her türlü engebeli araziyi aşabilir ve ırmakların sığ yerlerinden rahatlıkla geçebilir. Bütün bu işleri yaparken nal ve mıh gibi sorunları da yoktur. Böylece develer için ayrıca yük arabasının fazladan ağırlığını çekmek gibi bir sorun da yoktur. Dayanıklı ve oldukça hızlı bir yük hayvanı olan deve, yüklü halde günde 50 km’ye kadar yol alabilir ve 3-5 beygir yükü (300 kilogram dolayında) kadar ağır yük taşıyabilir. Bir kervanda 12 bine varan sayıda hayvan yer alabiliyordu. Yakındoğu ve Ortadoğu’da, Orta Asya’da ağırlıklı taşımacılık, deve sırtında yapılıyordu. Doğu’da ve Orta Asya’da iki hörgüçlü develerden yararlanılıyor ve bunlar temelde İran ve Horasan’da yetiştiriliyordu. Arap Yarımadası, Suriye ve Mısır’da ise taşımacılıkta tek hörgüçlü deve ve eşek kullanılıyordu. Her iki cins deve zamanla birbirlerinin alanlarına taşmışlar; hecin devesi bir ara Galya’nın (Fransa) kuzeyine kadar yayılmış, Asya develeri ise Balkan ülkelerini fethetmiş ve 1529 tarihinde I. Viyana Kuşatması sırasında Osmanlı ordusunun hizmetinde bulunmuştur. Bir deve kervanın deve başına ortalama 400-500 kg yük hesabıyla 6 bin develik bir kervanda 2400-3000 ton yük taşınabildiği hesaplanır ki 4-5 yelkenli geminin yüküne bedeldir.
Garip görünümlü eğri-büğrü bir hayvan olduğundan deve, kimine göre beceriksizliğin bir simgesidir. Çöl toplumlarında deve yarışı, popüler bir spordur. Çöl toplumları açısından deve, değerli bir kutsal hayvan olarak düşünülür. Ancak, İsrailoğulları’na göre deve, “geviş getirdiği, ama çift tırnaklı olmadığı için”, temiz bir hayvan değildir. Yüzyıllar boyu, devenin hörgücünde su depolandığına inanılırdı. Bu nedenle deve, ağırbaşlılığın, dengeliliğin, sabırlılığın ve ılımlılığın bir simgesi olarak bilinir. Yemeden içmeden günler boyu yol alabilir ve bir yağ dokusu kitlesi olan hörgücü, kıtlık zamanlarında onu besler. Devenin diz çökerek yere oturması, Hıristiyanlıkta, ibadetin simgesi olarak yorumlanmıştır.
“ZIRHLI ŞÖVALYE”: GERGEDAN
Antik dönemlerden sonra canlı bir gergedanı gören ilk Batı’lı, 13. yüzyılın en önemli gezgini olan Venedikli tüccar Marco Polo idi. Çin’den dönerken, bugünkü Endonezya’nın Sumatra Adası’nda bu fil ayaklı ve boynuzlu, manda gibi tüylü bedeni olan hayvanları gördüğünü anlatır. Boynuzlan dışında mitolojinin şık “unicom”lanyla (tekboynuz) bir benzerlikleri olmadığına üzülür.
Ünlü Alman grafik sanatçısı ve ressamı Albrecht (Pierseyahatnamesi 1477 yılında Nümberg’de basılmıştı. Polo, Dürer, 1471’de Nümberg’de doğduğunda matbaa yeni icat edilmiş ve Marco Polo’nun tarihin bu en heyecan verici ve inanılması güç yolculuğunun yer yer ürkütücü öyküsünde, görmüş olduğu filleri, gergedanları, kaplanları ve Uzakdoğu’daki insanların farklı yaşam biçimlerini anlatmıştır. Onun seyahatinden sonra geçen zamanda Avrupa’dan Çin ve Hindistan’a deniz bağlantıları keşfedilmiş ve gemilerle yapılan ticaret iyice artmıştı. Avrupalı sanatçılar, Uzakdoğu’nun çeşitli dekoratif ürünlerini, ipekli kumaşları, porselen ve değerli taşlardan yapılmış figüratif işleri, ince ince tasarlanmış nesneleri işlerlerken, ağzından ateş üfleyen Çin canavarlarını, yarasa benzeri yaratıkları ve benzerleri gibi birçok değişik stilize biyomorfik figürü kendi yapıtlarında esin kaynağı olarak kullanmışlardır.
Gücerat Sultanı II. Muzaffer tarafından Portekiz Kralı I. Manuel’e (yön. 1495-1521) armağan edilen bir fil ile bir gergedan, Hindistan’dan uzun bir deniz yolculuğunun sonunda, 20 Mayıs 1515 tarihinde Lizbon limanına getirilmişti. Lizbon o sıralar Venedik’in yerini almış ve Avrupa’nın kıtalararası ticaret merkezi olmuştu. Böylelikle ilk gergedan Avrupa’ya gelmiş oluyordu. Portekizli kâşiflerin Hindistan’dan getirdikleri hayvancağızın tek resmini, Valentine Ferdinand adlı bir ressam çizdi. Sanatçı, aptal bir hayvan olan gergedanın ikide bir boynuzunu taşlara sürterek bilediğinden söz eder. Bu hayvanı kendi gözleriyle görmemiş olan Albrecht Dürer de ünlü gergedan resmini (Dürer’in yaptığı gergedan resimleri üç adettir) buna bakarak yapmıştır ve bu nedenle resimde anatomik yanlışlıklar yer almaktadır. Ancak Dürer, özellikle üstün hayal gücünü ve sanatçı yeteneğini kullanarak bu resmin bir başyapıt olmasını sağlamıştır. Portekiz Kralı I. Manuel tarafından Papa X. Leo’ya (özgün adı Giovanni de’ Medici) (yön. 1513-1521) armağan edilen ve bütün heybetiyle Roma’ya girdiği sırada hortumunu sallayarak piskopos ve kardinalleri sağa sola savuran fil, insanları neşeye boğmuştu. Yine Manuel’in papaya armağan olarak göndermeyi düşündüğü gergedan, gemiyle Roma sevk edilirken, Cenova açıklarında geminin batması sonucu sulara gömülüp boğulmuş, başka bir bilgiye göre ise gemide ölen gergedanın bedeni doldurularak sergilenmek üzere Lizbon’a geri gönderilmiştir. Dürer’in, canlısını görmeden yaptığı bu gergedan resmi “doğru” değildi. Örneğin resimdeki hayvanın sırtında ikinci bir boynuzcuk vardı; bedeni balık pullarıyla zırh arası, kaplumbağanınkine benzer bir kabuk ile örtülmüştü. Yine de Dürer’in çizimi bilimsel açıdan o zaman için elde edilebilir bilgileri yansıtan gerçek bilimsel bir çizim olup son derece popüler oldu ve birçok yerde gerçek gibi kullanıldı. Aynı yıllarda ve daha sonra yapılan birkaç tane daha doğru ve gerçeğe yakın olan resimle ise kimse ilgilenmedi.158159 Conrad Gesner, dört ciltlik Historia animalium’ unda (1560), diğer bilimsel şekiller arasında Dürer’in gergedan çiziminin bir kopyasına da yer verdi. Ancak 16. yüzyıl ortalannda basımcılar, basacaklan yeni bir esere, daha önce yayımlanmış eserlerdeki kimi resimleri koymayı düşündüklerinde, bir sanatçıya o gravürlerin kopyalarını hazırlatırlardı. Bu bağlamda Gesner’in 1560 tarihli gergedan resmi, Dürer’in ahşap baskı resminin ters imgesi hazırlanarak basılmıştı.
Conrad Lycosthenes’in (1518-1561) Prodigiorum ac ostentorum chronicon… (Alametler ve Kerametler Işığında Tarihsel Notlar…)
(Basel, 1557) adlı kitabında bir gergedan resmi yer almaktadır (Şekil 104). Bu ender kitabın, doğanın tuhaflığı konusunda ilk resimli kitaplardan biri olduğu düşünülebilir ve Rönesans döneminin en zengin illüstrasyonlarından kimilerini içerir. Eser, Ortaçağ’ın boş inanca dayalı ve sanal çeşitli yaratıklarını işlemekte ve buradaki gergedan resminin, Dürer’inkine dayandığı anlaşılmaktadır.
17. yüzyıl başlarında ve ortalannda gergedan resmi, İngilizce kitaplarda değişik iki versiyon halinde yeniden karşımıza çıkar. Biri Jan Jonston’un Historiae naturalis de quadrupedibus (Dörtayaklıların Doğa Araştırmaları Üzerine) (1657) adlı kitabında yer alır ve burada Gesner’deki resmin ters imgesi, dolayısıyla Dürer’in ahşap oymasındaki resmin düz imgesi görülür. Diğer gergedan resmi ise Edward Topsell’in The Historie of Four-Footed Beastes… adlı kitabında yer almaktadır. Ancak Gaspar Schott’un (1608-1666) Physica curiosa, sive mirabilia naturae et artis… (Merak Uyandırıcı Doğa, ya da Doğanın ve Sanatın Harikaları) adlı eserinin 1697 tarihli nüshasındaki resimde gergedan, mekanik ve cansız bir yaratık halinde, et ve kan yerine taş ve çelikten oluşmuş gibi karşımıza çıkar.
Jacob de Bondt, gergedanın, zırha benzer derisi olduğu şeklindeki daha önceki kayıtları düzeltmiş ve kimi Avrupalılar bu hayvandan birkaçını görmüşlerse de, kendisinin bunlardan binlercesini gördüğünü ifade etmiştir.
Stanislaus Reinhard A(c)xtelmeier’in Ebenbild der Natur in den Ungezieffem, Gewâchsen und Thieren von vermischter Arth… (Haşarat, Bitki ve Çeşitli Türde Hayvanlar Halinde Doğanın Betimi) (Augsburg, 1713) adlı eserinin 2. kısmındaki 14. bakır kazıma resim, “Linguam habet acutam” (“Keskin bir dili var”) savsözü altında bir gergedanı göstermektedir. Eserdeki bu hayvana ilişkin doğa bilimsel bilgiler ve gergedanın kökensel olarak Albrecht Dürer’e dek geri uzanan resmi, Conrad Gesner’in Thierbuch…’una (Hayvanlar Kitabı) dayanır. A(c)xtelmeier’e göre gergedan, yalamak suretiyle insanlan, atları, aynca da mızmız insanları ve iftiracıları öldürürdü. Resimde gergedanın yanı sıra yılan, “Alcyon” (yalıçapkını) ve “kara balık” (“Loligo magna”, kalamar) da görülmektedir.
Bemhardus Siegfried Albinus’un (1697-1770) Tabulae sceletiet musculorum corporis humani (İnsan Bedeninin İskelet ve Kas Tabloları) (Leiden, 1747) adlı eserinde Jan Wandelaar (1690-1759) tarafından yapılmış 28 adet tam sayfa gravür yer almaktadır. Çift boynuzlu Afrika ve tek boynuzlu Hint, Sumatra ve Cava türleri bulunan gergedanlann en ağır olanı 4 ton kadardır.
“TULUMBACI”: FİL
Kartaca savaşlannda Hannibal’in (1Û 247-183) ordusunda fillerin kullanıldığı bilinmektedir. Hintliler ve kanlılar da, savaşta fillerden yararlanmışlardır. Büyük İskender’in orduları Hindistan’daki savaşlarda fillerle donanmış düşman ordusunu güçlükle alt edebilmişlerdir. Haçlı Seferleri sırasında ise her iki tarafın ordularının, fillerin üzerine, kale surlanna benzeyen ahşap tahtlar (“mahfe”) kurarak, oradan savaşa katıldıkları da bilinmektedir.
797 yılında Abbasi Halifesi Harun el-Reşid, Charlemagne’a, sahip olduğu “Ebu’l-Abbas” adlı biricik evcil beyaz fili göndermiş, Frank Kralı bundan çok hoşlanmış ve bu fil, zatürreeden öldüğü 810 yılına kadar Aachen’daki hayvanat bahçesinde sayısız ziyaretçinin dikkatini çekmişti. Benzer şekilde “Süleyman” adı verilen bir fil, Portekiz Kralı III. John (yön. 1521-1557) tarafından Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Maximilian’a (1527-1576) armağan edilmek üzere 1551 yılında İspanya’dan yola çıkarılmış, 1552’de Viyana’ya getirilmiş, ama 1554’te ölmüştür. Bir başka olayda ise, “Hanno” ya da “Annone” adlı fil, Portez Kralı I. Manuel tarafından Papa X. Leo’nun 1514 tarihindeki taç giyme töreni vesilesi ile ona armağan edilmiştir.
Timur’un (Timurlenk) (yön. 1369-1405) Hindistan seferi sırasında Hint kralı, fillerini en ön saflara koymuştu. İki ordu karşılaştığında Timur savaşmayı istediği halde yapamadı; çünkü atlar filleri görünce ürktüler ve ilerlemek istemediler. Timur’un danışmanlarından Süleyman Şah, develerin sırtlarına odun yüklenmesini önerdi. Filler yaklaşınca odunlar ateşlenip develer ileri sürülecekti. Bu alevler ve develerin çığlıkları sayesinde filler yenilebilirdi, çünkü filler ateşten korkardı. O zaman Timur, bu şekilde 20.000 deve hazırlattı ve sonunda filleri kaçırttı.
ZÜRAFA: “ZARİF’ Mİ “HIZLI KOŞAN” MI?
“Zürafa” adı, dilimize Arapça’dan geçmiştir. Arapların bu hayvana “zûrafe”, yani “hızlı koşan” adını vermelerine karşılık, onu ilk kez 10 46 yılında gören Romalılar, deveye benzer uzun boynu ve leopara benzer benekleri nedeniyle ona “cameleopard’, yani “develeopar” demişlerdir.166 1415 yılında Çin imparatoru,
Pekin’de, Çin gemileriyle Hint Okyanusu’nun uzak bir limanı olan Malindi’den Çin’e ilk kez getirilen garip bir hayvanı, bedeni geyiğe, kuyruğu ise sığıra benzeyen ve üzerinde lekeler ve kemiksiz etten boynuzlar bulunan zürafayı saray kapısında karşılamıştır. O dönemde zürafa, Çin mitolojisinde Konfüçyus’un (tÖ -551-479) doğumunda önemli bir rol oynadığına inanılan efsane hayvanı tekboynuzlu ata (“k’ilin”) benzetilmekteydi. 1419’da içinde aslanlar, leoparlar, devekuşlan, zebralar, gergedanlar ve antilopların da bulunduğu imparatorluk hayvanat bahçesine ilginç kuşlar da getirildi.
Bir zürafa resmine eşlik eden yazıda, bu hayvanın ender ve harikulade bir hayvan olduğu, böyle bir hayvanın hiç görülmediği, bu hayvana “sumappa’ adı verildiği, yerden başına dek ölçüldüğünde beş adam boyundan daha yüksek olduğu, demir renginde iki boynuzcuğunun bulunduğu, kamının düzgün tüylü ve güzel renkte olduğu, hayvanın resminin Melchior Lorichs (Lorch) (1527-1583) tarafından Konstantinopolis’te yapıldığı ve yakın bir arkadaşı tarafından Almanya’ya gönderildiği belirtilmektedir. Bu resim, olasılıkla, 1530-1572 yılları arasında Nümberg’de uğraş vermiş “Meister MS”nin (“Üstad MS”) (16. yüzyıl) ahşap oyma bir resminin kopyasıdır ve bu betim, 1600 yılı dolayında Conrad Gesner’in Historia animalium adlı eserinin yeni baskısında da buna çok benzeyen bir metin eşliğinde yer almıştır. Bu resmi Melchior Lorichs’in yapıp yapmadığı kesinleşmemiştir. Buradaki ilkel betimin, gerçek zürafadan oldukça farklı olduğu görülmektedir. Yaşlı Hans Weigel (ölm. 1578 öncesi) de 16. yüzyıl ikinci yarısında Nümberg’de buna yakın bir resim hazırlamıştır. Zürafa ile ilgili ikonografinin en eski kaynağı, geç 15. yüzyılda İtalya’da hazırlanmış bir bakır kazıma resimde yer alan ve 11 Kasım 1487 tarihinde Mısır sultanı tarafından Lorenzo de’ Medici’ye armağan olarak gönderilen zürafanın betimi olup, Nicolas Stör’ün 1529 tarihinde yayımlanan ahşap oyma zürafa resmi de bu İtalyan özgün resme dayanır. Jost Amman (1539-1591) da, 1572’de bir ahşap oyma zürafa resmi yapmıştır.
17. yüzyıl ortalarında İstanbul’a gelen John Anderson adlı bir tüccar, Habeşistan’dan gönderilen bir zürafanın, padişahın sefere çıkması dolayısıyla düzenlenen geçit töreninde halka gösterildiğini belirtmiştir. Osmanlıya zürafanın geliş öyküsünde, Mısır Hıdivi (vali) Kavala’lı Mehmed Ali Paşa’nın (1770-1849) emriyle bir zürafa yakalanır, Nil nehrinin çıkışındaki bir gemiye bindirilir ve zahmetli bir yolculuk sonucu Kahire’ye, oradan da İskenderiye’ye getirilir.
Bu sırada İstanbul’da Sultan II. Mahmud yönetimdedir. Bu dönemde Yeniçerilerin ayaklanması bastırılır ve Yeniçeri ocağı “Vak’a-i Hayriye” denilen temizleme hareketiyle ortadan kaldırılır.169 Enderunî Çuhadar llyas Ağa’nın 7arih-i Enderun ya da Letâif-i Enderun adıyla bilinen anılarında yer alan bilgilere göre “Habeşistan’da bulunup güzelliklerle dolu Rum beldesinde adı var kendi yok olan zürafa denilen mübarek gövdeli hayvanlardan bir tanesini… (Mısır Valisi) Mehmed Ali Paşa ele geçirip… denizden gönderdi. Padişah’ın ülkesinde şimdiye kadar görülmemiş olan ve benzerinin bulunması mümkün olmayan hayvanı herkes bir an önce görmeye çalışıyordu. Kimileri de, ‘Bu gibi hayvanların seyredilmesi zorunludur!’ dedi. Bu yüzden pek çok kimse, hayvanı görmek için iskeleye indi. Rebiülevvel’in 23. günü Padişah, hayvanın geldiğini duyunca, emir ve ferman etti. Hayvanı, Çinili Meydanı’nda huzura aldılar… Bütün enderun ağalan toplanıp seyre gittiler… Bu arada adı geçen valinin içtenlikli davranışı, ayrıca saygınlığım artırdı… Hayvanın başı öküze, boynu deveye ve gövdesi kaplana benzerdi. Bilindiği gibi Acem zarifleri, ‘eşter ve gav ve pelenk’, yani ‘deve, öküz ve kaplan’ demişlerdir. Bundan sonra… Padişah, huzurda bulunanların bu konuda konuşmalarını istedi. O zaman güldürücü muhasipler, … davranışları ve yürüyüşleri ile tanınan kimi ağaların ya da halktan kişilerden kimilerinin bakışının, kimilerinin de koşuşunun zürafa ile benzerliklerini anlatan bir sürü temelsiz sözler söylediler.’
Mısır hiyerogliflerinin şifresini çözen Jean-François Champollion’un (1790-1832) Mısır’a gelmesinden yaklaşık iki yıl önce Mısır askerleri Sudan savanalarından getirdikleri iki zürafayı Mehmed Ali Paşa’ya gönderirler. Durumdan haberdar olan Fransız yetkililer hemen Paşa’ya giderek zürafaları Paris Hayvanat Bahçesiyle yakından ilgilendiği belirtilen Fransa Kralı X. Charles’a (1757-1836; yön. 1824-1830) armağan etmesini önerirler. Benzer bir öneri, İngiliz temsilci tarafından da İngiltere kralı adına yapılır. Bu dönemde Mehmed Ali Paşa ile Fransa Kralı X. Charles’ın arası iyidir ve söz konusu zürafalardan biri Fransızlara, diğeri de İngilizlere armağan edilir. Fransa kralına armağan edilen zürafa, İskenderiye’den Marsilya’ya doğru yola çıkarılarak 13 Ekim 1826’da Fransa’ya getirilmiştir. Yaz gelene kadar kentte bekletilmesine karar verilir ve hayvanın üşümemesi için su geçirmez bezden, önden düğmeli bir palto yapılarak bir yanma Mehmed Ali’nin, öbür yanına da Fransa Kralı X. Charles’ın armaları konur. Bu zürafa, havalar ısındıktan sonra Marsilya ile Paris arasındaki yolu yaklaşık bir ayda katederek Paris’te Versailles Sarayı’na gönderilmiş, 30 Haziran 1827 günü görkemli bir törenle Jardin des Plantes’daki hayvanat bahçesine konmuş, Etienne Geoffroy Saint-Hilaire (1772-1844) bu hayvanı krala takdim etmiş, zürafayı gören seyirciler coşup kendinden geçmiştir.
ANKARA TİFTİK KEÇİSİ
Ankara keçisi, 13. yüzyılda ilk kez Türkler tarafından Orta Asya’dan Ankara dolayına getirilerek yetiştirilmeye başlanmıştır. “Sof’ adı verilen değerli kumaşın üretiminde tiftik keçileri Mayıs ayma doğru kırkılıp yünleri eğirildikten sonra dokunurdu. 16. yüzyıl sonlarında, genellikle evlerde üçer beşer tane kurulmuş toplam 621 tezgâhta Ankara sofu üretiliyordu. Üretilen soflar, elvan (çeşit çeşit renkli), portakal, beyaz ve siyah renklere boyanmış olabiliyordu. Dahili gereksinime yetmesi için sof ipliğinin ihracı zaman zaman devlet tarafından yasaklanıyordu. Buna karşın yabancı tüccarlar aracılığıyla geniş çapta sof ve sof ipliği alımları yapılarak ihraç da ediliyordu. “Muhayyer” (moher, Ing. “mohaif) de tiftik ipinden dokunurdu. Ankara keçileri 1830’lara kadar dünyanın başka bir yerinde yetiştirilemediğinden Ankara’da sof dokuma sanayii de tekel olmuş ve çok gelişmişti, ilk olarak 1830’da Güney Afrika’da, daha sonra da Amerika’da tiftik keçisi yetiştirilmesi, Ankara’nın önemini azaltmış, bunun sonucunda da sof ve moher dokumacılığı da gitgide son bulmuştur.
Ünlü doğa bilimci Manceau (1555), Konya ovalarında “deve tüyü” yünlü Ankara keçisini gözlemlemiş ve şöyle nitelemiştir: “Bu ülkenin keçilerinin ince bir yünleri vardır ki, ipekten bile daha ince denebilir. Beyazlıkta kan geride bırakır. Bu keçiler bizim koyanlarımız büyüklüğündedir ve koyun gibi kırkılmazlar, tüyleri yolunarak toplanır. Dalgalı ya da dalgasız mükemmel güzelliğe sahip tüm ince yünlü giysiler bu tür keçilerin yününden yapılır.”
Evliya Çelebi’ye göre “ Tiftik keçisi yalnız bu yörede (Ankara) yaşar. Zira pırnal (meşe çalısı) yaprağı yer. Bu yaprağı yemezse, tüyü hemen adi keçiler gibi olur.Tiftik keçisini Osmanlı ülkesi dışına kaçırmanın cezası idamdır. Ancak o kadar büyük kazanç vardır ki, bazı Avrupalılar bu cezayı göze almışlardır. Fakat kaçırdıkları keçiler, Ankara bitkilerine benzer bitkiler yedirildiği halde, götürüldükleri ülkelerde kıl keçisi haline gelmiştir. Bunun üzerine yarı yarıya kâr etmek için, Ankara’dan tiftik ipliği satın almışlardır ki ihracı serbestti
1700 yılına doğru Ankara’yı ziyaret eden Joseph Pitton de Toumefort, seyahatnamesinde tiftik keçilerinden söz ederken, “Ankara civarında dünyanın en güzel keçileri beslenir. Beyazlıkları ve ipek kadar ince ve doğal olarak kıvırcık, sekiz veya dokuz parmak uzunluğundaki tiftikleriyle gözleri kamaştırır. Tiftikleriyle en güzel kumaşlar, bahusus soflar yapılır. Fakat tiftiği iplik haline getirilmedikçe harice çıkarılmasına müsaade etmiyorlar. Çünkü memleket halkı bununla hayatlarını kazanıyor…”.”
Gezgin Pierre de Tchihatchefin anlatımına göre, safkan Ankara keçisinin yünü, en ince ve parlak haline kış aylarında gelirdi. Kırkım işi Nisan ayında ve Avrupa’da artık kullanılmayan yöntemlerle yapılırdı. Evliya Çelebi’ye göre ise elle yolunan yünün, makasla kırkılan yünden daha kaliteli olduğu deneylerle saptandığı için, yerli halk bu yönteme başvurmaktaydı. Evliya Çelebi’ye göre “zavallı hayvanlar, bütün bu korkunç işlem süresince yürek parçalayan feryatlar atıyorlar; derileri bir kireç-kül karışımıyla yıkanarak bu acı azaltılmaya çalışıyordu”. Evliya Çelebi’den daha önce Küçük Asya’yı gezen Pierre Belon da aynı şeyi aktarır ve Angora’nın (Ankara) başka hiçbir kentte üretilmeyen büyük şal üretim ve ticareti ile ünlendiğini belirtir. Aynca Roma İmparatorluğu döneminde yazar Marcus Terentius Varro’nun De re rustica (Çiftçilik Üzerine) adlı eserindeki ilginç bir bölüm, bu garip alışkanlığın eski çağlara uzandığını kanıtlar. Çünkü bu Romalı tanm uzmanı, taze kırkılmış yüne “vellus” ya da “ve la men dendiğini belirtir ve bu terimlerin kökünün, tüyün kırkılmak yerine yolunduğu eski bir yönteme dayandığını, hattâ kendi zamanında bile bu uygulamanın tümüyle terk edilmediğini anlatır. Varro’ya göre tıraş bıçağı kullanımı Roma’ya Milattan yalnızca iki yüzyıl önce girmiştir. Varro, Frigya’da keçi kırkma alışkanlığı olduğunu gözlemledikten sonra, orada bu yünden yapılan kumaşlara “cilica” adı verildiğini, çünkü keçi kırkma uygulamasının Kilikya’dan geldiğini söyler. Tchihatchef, Antakya keçilerinin kılından üretilen abaların çok ünlü olduğunu, yağmura karşı, en azından su geçirmez özellik taşıyan ünlü Macintosh kumaşları kadar dayanıklı olduklarını belirtir.
Eski Yunan’da, kıvırcık tüyler ve buklelerle dolu postları olan keçilerden kırkılan yünlerden, gemilerde kullanılmak üzere ip ve halat da yapılmaktaydı.
KEDİ: “NANKÖR” MÜ “KUTSAL” MI?
Kedi, eski Mısırlılar için en değerli kutsal hayvanlardan biriydi. Eski Mısır’da inek, keçi, şahin, leylek, yılan, suyılanı, timsah, sıçan ve fare de kutsal idilerse de, büyük bir yangın çıktığında yangından ilk kurtanlacak hayvan, kedi idi. Nil vadisinin eski insanları, kediyi, neşe ve müziğin, güzel şarkıların ve kıvrak dansların temsilcisi kedi-tanrıça Bastet’le özdeşleştirmişler; Bastet daha sonra kadın kozmetiği ile de ilişkilendirilmiştir. Mısır mitolojisine göre Bastet, tanrılar tanrısı Ra’nın kızı ya da Güneş-tanrının ikiz kardeşi olup, bu dünya içinde başka bir dünyanın varlığına inanan insanların tanrıçasıydı ve ev halkını, özellikle de kadınları ve çocuklan koruduğuna inanılırdı. Eski Mısır’da hemen her evde kedi beslenmiştir. O zamanlar kediyi öldürmenin cezasının idam olduğu söylenir. Romalı tarihçi Diodoros Siculus (Sicilya’lı Diodoros), (1080-29), Romalıların Mısır’a egemen oldukları sıralarda İskenderiye sokaklarında dolaşan iki Romalı askerin, önlerine çıkan bir kediyi, uğursuz sayarak öldürmeleri üzerine, bütün mahalle halkının, Romalı askerleri linç edip cesetlenru parçaladıklarını yazmıştır. Amaseia’lı (Amasya’lı) ünlü coğrafyacı Strabon (“Şaşı”), (İÖ 64-IS 21) ise, yalnızca Mısır’da hayvanlara tanrı gibi tapıldığım belirtmiştir.
İÖ 525 yılında Pers Kralı II. Kambizes (yön. 10 529-522), askerleriyle Mısır’ın kapılarına dayandığında, Mısır’ın kuzeyindeki Peluz’da bekleyen Mısır ordularının çetin direnişi ile karşılaşmış; ancak kurnaz Pers Kralı Kambizes, Mısırlıların duyarlılığını göz önüne alarak civar köy ve kentlerde ne kadar kedi varsa askerlerine toplattırıp onları birer kalkan olarak kullanmış, bu durum karşısında da Mısırlılar, tanrıça Bastet’in temsilcisi kedilere zarar gelmesin diye silahlarını bırakarak teslim olmuşlar.
Sakkara’daki nekropoller arasında bir de kediler nekropolü (ölüler kenti) bulunmaktadır. Eski Mısırlılar, inanışa göre öteki dünyadaki yaşamda birlikte olabilmek için kutsallaştırmış oldukları sevgili kedilerini mumyalamışlardır. Burada yapılan kazılarda kedi mumyalan gün ışığına çıkartılmıştır. Eski Mısırlılar, ülkelerinin dört bir yanından kilometrelerce yol katederek, kedi tanrıça Bastet’in Bubastis’teki tapınağına gelip hac ziyaretlerini yerine getirirlermiş. Eski Mısır dilinde kedinin adı, kedi miyavlamasını anıştınr biçimde “Myeou” imiş!.172 Dilimizde “tekir” olarak bilinen kedilere verilen bu ad, Almanca ” Tiger Katze”, yani “kaplan kedi”den gelir. Çizgili kedi türü olan Tekir’in İngilizce karşılığı “tabby” bir zamanlar Bağdat’ın çizgili kumaş dokunan “At-Tabi” mahallesinden ad almıştır.
Bir tahıl ülkesi olan Mısır’da kedinin önem kazanması, farelerin tahıla yönelik istilâ hareketine karşı bir önlemde önemli rol oynamasından ileri gelmiş, fare nüfusunu kontrol amacıyla kediye, tahıl bekçiliği görevi verilmişti. Kedi tanrıça Bastet, bir aile tanrıçası olmuş, kedilere iyi bakılmış, öldüklerinde ise mumyalanıp özel bir mezarlığa gömülmüşlerdir. 1800’lerde ortaya çıkarılan Beni-Hasan mezarlığında 300 000 kedi mumyası bulunmuştur.
Papa IX. Gregorius (1145-1241), 1233’te çıkardığı papalık fermanıyla kara kedileri şeytan olarak nitelemiş, kedinin cadılarla kara büyü yaptığı söylenmiş ve kedi lânetlemiştir. Ardından kediler asılmış, yakılmış, öldürülmüştür. “Kara Ölüm” (veba salgını) dönemlerinde insanlar kedilerle uğraşmayı bırakıp kendi başlarının çaresine bakmaya yönelince, rahat nefes alan kediler çoğalmaya başlamış ve farelere saldırmaları sonucu fareler azaldığından veba salgını da gerilemiştir. Ancak veba salgını durunca, insanlar kedilere yönelik saldırılarını, kaldığı yerden sürdürmüşlerdir.
MAYMUN
Bir kimyasal madde olan benzen (C6H6), Michael Faraday (1791-1867) tarafından keşfedilmiş ve açık olarak ilk kez Eilhard Mitscherlich (1794-1863) tarafından betimlenmiştir. Kapalı olarak C6H6 formülüyle verilen benzenin açık yapı formülü yazılmak istendiğinde, karbonun dört bağ ve hidrojenin ise bir bağ yaptığı bilgisinden hareketle, önce altı karbon atomunun bir zincir halinde yer aldığı düşünülmüş, ardından halkalı formül keşfedilmiştir:
Ama bu yazışta, her iki uçta birer tane bağ boşta kalıyor ve benzen molekülünün nasıl düzenlendiği sorusu çözüm bekliyordu. “Benzen formülü bilmecesi”, August Kekule (1829-1896) tarafından çözülmüştür. Kekule bu bilmeceyi, gördüğü bir düş sonucu, buradaki karbon zincirini, kuyruğunu ısıran yılana (simyacıların “Ouroboros”una) benzeterek ve boşta kalan iki ucu birbiriyle birleştirerek çözdüğünü anlatmıştır. Benzen halkasının yapılanmasına benzeştirilen fantastik figürlerin en ilginçleri, birbirlerine kenetlenen halka şeklinde altı maymundan oluşanlardır. (A)’da iki elle diğer maymunun iki ayağının tutulması çift bağa, tek elle tek ayağın tutulması durumu ise tek bağa karşılık gelmekte; (B)’de ise tek bağlar ellerin birleştirilmesi ile oluşturulurken, çift bağ yerlerindeki ikinci bağlar kuyrukların kenetlenmesiyle oluşturulmaktadır.
Mayalar’ın bir söylencesine göre maymunlar, tanrıların insan yaratma denemesinin başarısız bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Maymun, özellikle Charles Robert Darwin’in evrim kuramında başrolü oynamış, evrim karşıtları sıkça Darwin’in maymuna benzer karikatürlerini yapmışlar, kimileri de kendisinin maymundan türediğini gururuna yediremediğinden, “maymun yerine aslandan türemek isterdim” diyerek hayvansal köken konusunda tercihlerini belirtmişlerdir.
KİBİRLİ HAYVAN: HİNDİ
Latince adı “Meleagris gallopavo” olan hindiyi Avrupalılar, Amerika’nın İspanyol fatihlerine borçludur. İspanyollar hindiyi, Amerika’da Meksika yerlileri Aztekler’in kurduğu pazarlarda dolaşırken keşfetmiş ve çikolata sosuyla hazırlanan yemeğinin lezzetini anladıktan sonra da, yetiştirmek üzere İber Yarımadası’na getirmişlerdir. Hindi kısa sürede tüm Avrupa mutfaklarını kaplamış, mönülerde birinci sıraya yükselerek kaz ve tavus kuşunun gözden düşmesine yol açmıştır. Bu yeni tavuk türü, çok çabuk benimsenmiş ve nereden geldiği bile kısa sürede unutulmuştur.
Kimileri onun, racaların ülkesi olan Hindistan’a ait olduğunu düşünerek ona “Hint tavuğu” demişler; biz de buna koşut olarak “hindi” (“Hindistan’a özgü”) adını vermişiz. Bu egzotik hayvanın parlayan tüyleri, “gulu gulu” diye ötüşleri, kuyruğunu yelpaze gibi açışı ve kibirli yürüyüşü nedeniyle, oryantal Osmanlı ülkesine ait olabileceğini düşünen İngilizler ise ona “turkey” adını vermişlerdir.
1620 yılında, İngiltere’nin neredeyse yansını oluşturan Püritenler, ülkelerini terk edip Amerika’ya göç ederlerken, yanlarına hindilerini de almışlar, ama buranın vahşi doğasında başka hindilere rastlayınca epeyce şaşırmışlardır. Yeni vatanlarına sağ salim ulaştıktan sonra, Tanrı’ya şükran duygularını ifade etmek amacıyla, 1621 yılının sonbaharında, hindi kızartması yaparak üç günlük bir şölen düzenlemişlerdir. Zamanla gelenekselleşen “Şükran Günü” kutlamalarında her yıl Kuzey Amerika’da on milyonlarca hindi, bu kutlamalar için yetiştirilip tüketilmektedir.
Amerikalı fizikçi ve devlet adamı Benjamin Franklin (1706-1790), 1784 yılında, kızı Sarah Franklin Bache’e (1743-1808) yazdığı mektubunda şu düşüncelerini dile getirmiştir: “Ülkemize devlet arması olarak kartalın seçilmemiş olmasını dilerdim. O öyle bir kuş ki, isteğe göre ahlâkî birtakım temelleri göz ardı ede biliyor… Ayrıca, genellikle hırpani görünüşlü ve zavallıdır. Hindi ise, Amerika için çok daha etkileyici ve bozulmamış, saf bir temsilci olabilirdi.
“HACI LEYLEK”
Leylek, Doğu’daki tüm yerleşim birimlerinin olmazsa olmaz öğesidir. Bir ağaç tepesinde ya da bir minarenin üstünde duran bir leyleğin ince uzun siluetini görmeden bir köye girmek hemen hemen olanaksızdır. Leyleği tablodan silmek, yerel rengin kaybolmasına ve anıların yarattığı çağrışımların bozulmasına neden olur. Doğu dünyasında kumruya ve leyleğe biçilen rol, bu kuşlara duyulan saygıdan kaynaklanır. Leyleğe öyle saygı gösterilir ki, bulunduğu yer dokunulmazlık kazanır ve leyleğin bir eve konmasının oraya şans getireceğine inanılır. Doğu’da genellikle yaygın olan bu duygu, eski çağlara dek uzanır. İncil arkeolojisi araştırmacısı Johann Rosenmüller’e (1619-1684) göre leylek için İncil’de kullanılan “şasidah” sözcüğü, “dindar” anlamına gelmektedir. Bu bağlamda bizim kültürümüzde “hacı leylek” diye anılır ve onları avlamaktan çekinilir. Ancak bizdeki bu niteleme, göçmen bir kuş olan leyleğin güneyde Arabistan’daki kutsal topraklar dolayına gidip gelmelerinden olsa gerektir. Aralarında Aristoteles, Aelianus (~175-235) ve Gaius Julius Solinus (İS 3. yüzyıl) gibi adların da yer aldığı birçok yazar, bu kuşun, yavrularına duyduğu şefkati ve yavruların da ana babalarına, onları yaşlılıklarında besleyerek gösterdikleri saygıyı anlatırlar.” Germenlerde leylek kutsal hayvan sayılır. İnanca göre onun yuvası, insanları yangından ve yıldırım düşmesinden korur.
Eskiler, Doğuluların leyleğe, güvercinlere ve kırlangıçlara tanıdıkları, kamusal inanç yapılarının duvarlarına ve damlarına yuva yapma ayrıcalığım, zararsız kuşların çoğuna yaymışlardır; çünkü Antikçağ’da tapınaklara yerleşen kuşların yok edilmeleri bir dinsizlik ve kutsal değerlere saldırı olarak görülüyordu. Herodotos, tapınaklara yerleşen kuşlara gösterilen dinsel saygı hakkında örnekler vermektedir. Aelianus’tan da, Esculape tapınağında yuva yapmış birkaç serçeyi öldüren bir yurttaşın Atmalılar tarafından ölümle cezalandırıldığını öğreniyoruz.
“BARIŞIN SİMGESİ”: GÜVERCİN
Tufan sırasında suların çekilip çekilmediğini anlamak için Nuh’un gemisinden salınıp, ağzında zeytin dalıyla dönen güvercin, barışın simgesi sayılmıştır. Araplar, kentlerarası haberleşme için, yüzyıllardan beri posta güvercini kullanıyorlardı. Sefere çıkan her ordu, birçok Müslüman kentine ve kalesine ait güvercinleri beraberinde getirmekteydi. Bu güvercinler, mutlaka yuvalarına geri dönecek şekilde eğitilmişlerdi ve devletin, bu güvercinleri yetiştiren ve eğiten ücretli görevlileri vardı. Çok ince üretilen bir tür kâğıt ise 1173 yılında Bağdat’la Kahire arasında başlatılan posta güvercini yoluyla yapılan haberleşmede mektup kâğıdı olarak kullanılmıştır. Bu kâğıda yazılan yazı çok ince olup, “toz” anlamına gelen “gubarî” yazı türünde idi.
Yunanlılar ve Romalılar güvercin etini pek makbul sayıp yedikleri halde İbraniler ve genelde Doğulular güvercini asla yemezler. Aynı durum tavşan eti için de geçerlidir. Tavşanın pişirildiğinde hep kan olup eti kalmadığı, bu nedenle de yenilmesinin doğru olmadığı inancı vardır. Tavşan eti, Musevîlikte yasaklanmıştır. Alevilerde tavşan, Hz. Ali’nin atı Düldül’ü ürküttüğü, Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in (625-680) yerini düşmana gösterdiği düşüncesiyle lanetlenmiştir.
EZBERCİ PAPAĞAN
Papağanlar, insanların söylediklerini kaydeden canlı kayıt aletleri olarak tanımlanabilir. Eski Roma’da papağanlar gümüş ya da fildişi kafeslerde yaşıyorlar ve kimi durumlarda bir köleninkinden daha yüksek fiyata satılıyorlardı.
Guinnes Rekorlar Kitabı’na geçen, en iyi konuşan papağan ya da papağan benzeri kuş, “Prudle” adındaki Afrikalı gri papağandır. Prudle, 1958 yılında Uganda’da Jinja bölgesinde yakalanmıştı ve “emekliye” ayrıldığında, yaklaşık 1000 sözcüklük bir dağarcığa sahipti. Gri papağanlar genellikle kimi duyarlarsa o kişinin ses ve vurgulannı tümüyle taklit edebilirler. Avrupa’da yapılan çalışmalarda gri papağanların beş yaşındaki bir çocuğun entelektüel kapasitesine ve iki yaşındaki bir çocuğun duygusal gelişmişliğine sahip oldukları saptanmıştır.
“DOĞANIN RENK PALETİ”: TAVUS KUŞU
Tavus kuşunun (“Pavo cristatus”) anavatanı Hindistan’dır. Bu Hint kuşuna verilen “pavo” adı, Latince “korku”dan gelir ve bu kuşun irkiltici sesini ansızın duyanların korktuklarını anımsatır. Bu kuşun, insanı kem gözden koruduğuna ve kötü ruhları uzaklaştırdığına inanılır. Hint yarımadasında kobra ve zehirli yılanlar bol olduğundan, onlardan korunmak amacıyla yılan yiyen bir hayvan olarak tavus kuşu, burada özel olarak besleniyordu. Marcus Tullius Cicero (IÖ 106-43) dönemi Roma’sının en önemli ziyafetlerinde tavus kuşu yenirdi. Tavus kuşu, rengarenk kuyruğu ve tacıyla, ilk Hıristiyan mezarlarının demirbaş süsü olmuştu. Salomon Trismosin’in (16. yüzyıl) Splendor Solis (Güneşin Parlaklığı) (1582) adlı ünlü simya eserinde olağan metallerin altına dönüşmesini (transmutasyon) ya da ölmüş bir insanın ölümsüzlüğe geçişini sergileyen sahnelerde tavus kuşu simgesi yer almaktadır. Bu düşünce, Hollanda’da 17.-19. yüzyıllarda yapılmış Delft tipi eczacı kaplarında da kendini göstermektedir. Bu kapların üstünde yer alan tavus kuşu resimleri, içindeki ilaçların, insanlan hastalıktan sağlığa kavuşturucu etkisini vurgulamaktaydı. Astrolojide tavus kuşu, Venüs’ün simgesidir.
İslâm öncesinde tavus kuşu, Şeytan’la özdeşleştirilen hayvanlardan biriydi. Hâricîlerden Şeytan’a aşırı bağlılık gösteren Yezîdîler ise, “Melek-i Tâvus” ya da “Tâvûs el-Melâike” adını verdikleri Şeytan’ı yüceltmektedirler.
SANAL DEĞİL, GERÇEK BİR KUŞ: HÜDHÜD KUŞU
Mitolojide sık geçen hüdhüd kuşu, aslında gerçek bir kuştur. Başındaki sorgucundan ötürü buna çavuşkuşu da denir. Bir adı da ibibik kuşudur. Mitolojide Hz. Süleyman’ın (~IÖ 1000-937) ulak kuşu olup onunla Sabâ Melikesi Belkıs arasında haber iletişimini sağlamıştır. Feridüddin Attar’ın (~ 1142-1220) Mantık el-Tayr (Kuşların Dili) adlı eserindeki anlatıma göre kuşlar, padişahları Simurg’u aramak üzere yola düştüklerinde kendilerine kılavuz olarak hüdhüdü seçerler.
“ÖRÜMCEĞİN AĞLARINDA”
Bu yaratıktan korkmanın kökeninde, eski çağlardan kalma izlenimler yer alır. Yunan mitolojisinde Zeus’un karısı Athena, Arachne’yi cezalandırmak için onu örümceğe dönüştürmüştür. Arachne iyi bir kilim dokuyucudur. Athena ile dokuma yarışmasına kalkışır. Yarışma sırasında her ikisi de üstün teknik yeteneklerini sergilerler; ancak Arachne’nin dokumalarında canlandırdığı konular, Athena’yı çılgına çevirir. Kilimlerden birinde Leda ile, aslında Zeus’un şekil değiştirmişi olan kuğunun sevişmesi, İkincisinde Zeus’un altın damlalarından oluşan bir sağanağa dönüşerek gebe bıraktığı Danae’yi, üçüncüsünde ise yine Zeus’un beyaz bir boğaya dönüşerek kaçırdığı Europa’yı resmetmiştir. Athena bu dokumaları parçalar ve Arachne’yi, “ömrünün sonuna kadar dokumayı sürdürmesi için”, örümceğe çevirir. Türkçe’de bu hayvana verilen ad, ördüğü ağdan gelmektedir. Asya’dan Bering Boğazı’nı geçerek Amerika kıtasına vardıklarına inanılan Kızılderililerden Navajo kavminin yaratılış efsanesinde, o kavmin kadınlarına dokumayı öğrettiğine inanılan bir “Ulu Örümcek Kadın” vardır ve bu kavmin efsanelerinde örümcek, korkulacak bir yaratık olarak yer almaz. Kur’an da “Ankebut” yani “Örümcek” suresinde “Allah yerine puta tapanlar, bir örümceğe benzerler…” ve “Örümcek kendine bir mesken kurar ama örümceğin meskeni, bütün meskenlerin en zayıfıdır…” ifadeleri geçer. Öte yandan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin (571-632) Hicret sırasında Hz. Ebubekir (591-644) ile birlikte sığındıkları mağaranın girişine bir örümcek hemen ağ örmüş, güvercin de yumurtlayarak orada civciv çıkarmış ve böylece onları düşmanlardan korumuşlardır.
Bilinen örümcek türlerinden ancak yandan biraz fazlası ağ örmektedir. Ağ örmeyenler, farklı amaçlarla örümcek ipeği üretmektedir. Örümcek, ağma düşürdüğü böcekleri zehirleyerek öldürür ama insanları genellikle etkilemez. “Kara Dul” ve “Su Örümceği” denen türleri insanları etkileyecek denli zehirli iseler de, bunlar evlerde yaşamaz ve doğada da az rastlanırlar.
Tarantulalar, her bakımdan çekingen ve ürkek yaratıklardır. Diğer örümcek türleri gibi zehirli iseler de insanlan ender olarak ısırırlar. “Tarantula” adı, İtalya’nın Taranto kentinde etkinlik gösteren bir tarikattan ileri gelmektedir. Bu tarikatta dinsel törenler, “Tarantella” adı verilen çılgın bir dans eşliğinde yapılıyordu ve dansın esin kaynağı, Taranto’da yaşadığı sanılan bir çeşit “Kara Dul” örümceği idi. İtalya’da 16. yüzyılda ortaya çıkıp 18. yüzyıla dek süren ve çılgınca zıplayarak yapılan halk dansındaki çılgınca hareketlerin, “Lycosa tarantula” türü zehirli örümceğin sokmasıyla ortaya çıktığına ve sokulanlann ancak bu dansı yaparak iyileşebileceklerine inanılmaktaydı.182
Örümcek ağının antiseptik ya da yara onarıcı etkisi bilimsel yöntemlerle değerlendirilmiş olmamakla birlikte, Anadolu’nun kimi köylerinde örümcek ağı, yaralara bastırılmaktadır, İpekböceğinin kozasındaki liflerden yararlanmayı öğrenmiş olan insanlar, örümcek ağı iplikçiklerinin fiziksel ve kimyasal niteliklerini son zamanlarda incelemeye almışlardır. % 50’sinden fazlasının “ fibroine” denen polimerize bir proteinden oluştuğu bu iplikçiklerin, çelikle karşılaştırılabilecek denli güçlü olduğu ve ancak boyunun 2-4 katma çıkana dek çekildiğinde kopacak denli esnek olduğu anlaşılmıştır. Çok uluslu Amerikan şirketi Du Pont, örümcek ağlarının biyopolimerik yapılarını araştırmakta ve rekombinant DNA teknolojisi kullanarak kimi maya ve bakterilerde bu iplikçiğin benzerlerini üretmeye çalışmaktadır ki olası ürünlerin, dokumacılık ve yapı sanayiinde devrim yaratarak çeşitli uygulamalarda yararlı olabileceği umulmaktadır.
Görüleceği gibi doğanın kıllı ve iğrenç görünümlü bu gibi yaratıklarından korkumuz, aslında onları yeterince tanımamamızdan kaynaklanmaktadır.
“TIBBIN SİMGESİ”: YILAN
Pagan Yunan ve Roma dünyasında yılan, bugün olduğu gibi korku ve dehşet uyandırmaz ve Hıristiyan literatüründe olduğu gibi şeytanı da çağrıştırmaz, tersine genellikle yararlı sayılır ve korunurdu. Çok eski çağlardan bu yana, insanoğlunun korku duyarak baktığı yılan, kimi toplumlarda uğurun, mutluluğun, sağlık ve bereketin kutsal bir nedeni olarak görülürken, kimileri için de kötülüğün, hastalığın ve acının yaratıcısı sayılmıştır. Ölüyü içine alan ama yeni yaşamı da doğuran Toprak Ana’nın çatlaklarından belirip yine orada gözden kaybolup gittiği göz önüne alınırsa, yılanın üreme ve sağlık tanrılarıyla ve yeraltının iyileştirici ruhlarıyla bağlantılı olduğu düşünülebilir. Aynı şekilde her yıl deri değiştirmesi nedeniyle sonsuz yeniden doğuşun ve yenilenmenin de güçlü bir simgesidir. Sağlığın diğer simgeleri arasında köpek ve horoz da bulunmaktadır. Sümer krallarından 1. Gudea’nın (yön. İÖ 2275-2260), günümüzde Paris’teki Louvre Müzesi’nde bulunan, taştan yapılmış bir içki kabı üzerindeki birbirine sarılmış iki yılan kabartması, sağlık tanrısı Ningizzida’yı temsil etmekte olup hekimlik mesleğinin amblemine esin kaynağı olmuştur.’00 Bu simge, pek çok ülkede “Publica Salus” adıyla bilinir. Yılan, eski Mısır’da Thebes’de (Teb) kentin totemi sayılmıştır. Eski Yunan’da en önemli sağlık tanrılarından biri olan Asklepios’un (Aesculape, Eskülap) da yanında bir çanak, bir horoz ve yılanlarla sanlı bir âsâ (“caduceus”) taşıdığına inanılmış, âsâsının üzerine sanlı yılan motifi, değerli simgelerden biri haline gelmiştir. Burada çanak, şifa verici ilaçların hazırlandığı genellikle gümüş kabın, horoz dikkatin ve uyanıklığın (hekim, dikkatli ve uyanık olmalıydı), yılan şifanın, âsâ ise uzun ömrün olmak üzere tıbbın simgeleridir. Eskülap’ın bir ölüyü diriltecek kadar bilgi ve beceri sahibi olmasına kızan ve bütün insanları ölümsüz kılacağından çekinen baş tanrı Zeus, üzerine bir yıldınm yollayarak onu öldürür. Eskiçağ boyunca yılanın kutsallaştırılması, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanan Türk uygarlıkları boyunca da sürmüştür. Farsça’da yılan anlamına gelen “mar” sözcüğünden türetilen “bimar” (hasta) ve “bimaristan” (hastane) sözcükleri, Türk-lslâm dünyasına girmiştir. Tanrı Apollo’nun oğlu olan sağlık tanrısı Asklepios’un yılanlı âsâsı, 1959 yılında Dünya Tıp Demeği tarafından hekimliğin simgesi olarak kabul edilmiştir.
Bizans imparatoru Büyük (I.) Konstantinos’un (yön. 324-337), Delfi’deki (Delphoi) bir tapmakta bulunuyorken, Konstantinopolis’e getirterek Hipodrom çevresindeki bir alana (Sultanahmet Meydanı) yerleştirdiği üç başlı yılan motifli “yılanlı sütun” yada “burmalı sütun”un, halk tarafından zehirli yılanlara karşı bir tılsım olduğu düşünülüyordu.
Bir hâzineyi korumak için alman sihirli önleme, tılsım denir. Eskiler, paralarını yere gömerler ve kimsenin yaklaşmaması için tılsım yaparlardı. Hâzineye bir yabancı yaklaşırsa bu tılsım nedeniyle oradan bir yılan çıkacağına ve o insanı korkutarak kaçıracağına inanılırdı.
“BENİM GÖNLÜM BİR KELEBEK”
Kelebekler (“Lepidopterapulkanatlılar), böcekler dünyasının en renkli, en kısa yaşamlı canlılanndan biri olarak bilinir. Diğer böceklerden, kanatlarının pullarla (Eski Yunanca’da “lepido”: pul, “pteronkanat) kaplı olması ile ayrılır. Eşeyli (erkek ve dişi ayn) üreyen pulkanatlılar “tırtıl-kokon-kelebek” döngüsünden oluşan yaşam evreleri ile dikkat çeker. Çiftleşme sonrasında döllenen yumurtalar ya hemen ya da ilkbaharda bölünmeye başlar ve tırtıllar meydana gelir. Bunlar belli bir süre sonra ağ bezlerinden salgıladıkları ve havayla temas edince sertleşen bir salgı ile kokon (bir tür yuva) örmeye başlar. Tırtıllar, ördükleri kokonların içinde genellikle 15-20 gün süresince kalırlar. Kokonda son evre saydamlaşmadır. Bu dönemde kokon içinde metamorfoz (başkalaşım) geçiren tırtılın bu değişimi sonrasında kelebeğin şekli, kanatlarının rengi ve desenleri hemen hemen belli olmuştur. Bu aşamada vücudun kuvvetli kasları ile içeri alman hava, büzülmüş kanatların hava kanallarına (trake) süratle pompalanır ve kanatlar, hava ile dolarak sertleşir. Bir süre sonra simetrik renk cümbüşü içindeki kanatlarıyla kokondan dışarı çıkan kelebek, bir çiçekten diğerine uçmaya başlar.
20. yüzyılın son çeyreğinde geliştirilen kaos (kargaşa) kuramına göre, son derece basit ve önceden kestirilebilir olaylar, “başlangıç koşullarına karşı duyarlılık ” nedeniyle gerçek hayatta hiç de kestirilemeyen sonuçlara varabilmektedir. Bunun, “kelebek etkisi” diye bilinen en çarpıcı ifadesini bulan meteorolog Edward N. Lorenz’in (doğ. 1917), “New York’ta bir kelebeğin kanat çırpması, Çin sahillerinde ilerleyen bir kasırganın yönünü değiştirmesine neden olabilir” sözü ünlenmiştir.
ADI HOŞ OLMAYAN KUTSAL BÖCEK: BOKBÖCEĞİ
“Scarabeiade” ailesinden “Scarabeus sacefler yani bokböcekleri, Eski Mısır’da ölümsüzlüğün ve varoluşun simgesi olarak kutsal nitelik taşıyordu. Bokböceği etobur hayvanların dışkı toplarını toprak altına taşıyıp içine yumurtlayarak soyunu sürdürür. Dışkı topunun içinde yumurta halinden ergin hale geçen bokböceği “Scarab”, güneşin her gün yeniden doğuşuna benzetilerek Eski Mısır’da her sabah güneşi doğuran ve gün boyu ilerleten Tanrı Kheper’in simgesi olmuştu ve Tanrı Kheper’in başı, bokböceği olarak resmedilirdi.
Eski Mısır’ın güneş tanrısının simgesi ve ölüleri yaşama döndürdüğüne inanıldığı için kutsal sayılan bu böcek, karınlarındaki gizemli işaretler yüzünden Avrupa’da bir dönem muska olarak da kullanılmıştır.