17 Mayıs 2018

Kutsal Adalet


“Hayat, timsah dolu bir bataklıktır, yaşam da sonunda timsaha yem olacak kuzgunî bir gelincikten başka bir şey değil. Ne kadar çok gelinciği timsahın önüne atabilirsen senin yem olman gecikir…”

****      ****     ****
Uçak yol almaya devam etti… Antalya’ya inat Isparta parçalı bulutluydu, Davraz Dağı’nı gördü aşağıda. Bir Maraş dondurması gibi tıkız görünüyordu yüksekten, koynuna çağırırmış gibi de davetkâr…  Biraz ileride Eğirdir gölü, Davraz’ın önüne fütursuz uzanmış ince belli yosmaydı. Daha ileride ak yazmalı Gelincik Ana Tepesi,  Davraz’ı yosmadan korumak ister gibi hiddetli…  Çocukluğunda annesinden dinleyip durduğu Gelincik Ana Efsanesi’ni sevdi bu defa, yakıştırdı kendi ruh haline. Oysa kadın ne zaman bu efsaneyi anlatsa, masal anlatıp durma bana, diye söylenmiş, küçümsemişti; bir efsaneden başka anlatacak şeyi olmayan annesinden utanmıştı hep… Utandığını da belli etmişti. Kalbini kırıp durmuştu zavallı kadının… Yan koltuktaki köylü teyze gibi annesine de imrendi bu defa, onun küçücük dünyasına imrendi, parası pulu olmamıştı belki ama mutsuz bir kadın görüntüsü de vermemişti hiç. Akşam kızlarının önüne bir kap yemek koyup, ardından Allahına şükretmişti. Hırsı olmamıştı, ihtirasları da; belki en fazla hırs yaptığı şey, altı kızının okuması, tahsil görmesiydi. Ya da iyi bir iş sahibi, mutlu evlilikleri olsun istemişti. Aza kanaat eden bir kadındı, azla yetinen, azla mutlu olan…
****      ****     ****
Yağmur durmuştu. Yerler ıslaktı ve caddenin yoğun trafiğindeki araçların farları sahte yakamozlar oluşturuyordu siyah asfaltta. Kaldırımlar, yeni bir yağmura yakalanmadan gideceği yere yetişme telâşındaki insanların keyifsiz adımlarından nasibini alıyordu. Ve cadde aydınlatmaları havaya çökmüş koyu bir sisin esaretinde solgun, ruhsuz hatta hüzün doluydu. Yaman bir İstanbul akşamıydı, ikisi de bu atmosfere uygun ruh halleriyle kalabalığın içine daldılar sessizliğe gömülerek… Kanadı kırık şahin gibiydi delikanlı, etrafına duyarsız… Başı önünde yürüyordu konuşmadan; mahcup gibi! Avını sürükleyen dişi aslandı kadın, yorgun ama kararlı. Delikanlıyı arada bir süzerek yürüyordu kurnazca! Çıkışı meçhul bir lâbirentte yol alır gibiydiler. Boğuk, dar koridorlarda çıkış arıyorlardı sanki; kafalarında hesap-kitap!
****      ****     ****
“Ya evrenin adaletine sığınacaksın ya da yaşadığın dünyanın… Ancak acizdir insanoğlu, bilmez ki evrenin adaleti âdildir, bilgelik vardır özünde. Dünyanınki ise şeklidir, kalıba döker hamur gibi pişirirsin, alçıdan bir büstmüş gibi oyar, yontarsın. Cana mala kıyarsın da mağdur yaparlar insanı, tersi mağdursundur da katil damgası vuruverirler. Hadi bakalım karar ver, evrenin sonsuz adaletine mi teslim edeceksin kendini yoksa adalet sağlamaktan uzak dârıdünya yasalarına mı?”
****      ****     ****
“Para!” Adam öyle bir kahkaha attı ki, dağ zirvelerinden kayalar sökün edip yuvarlanıyor zannetti. “Para… Önce bir örümcek misali tel tel ağ ördü yeryüzüne, sonra ülkelerde, kentlerde hatta ücra köylerde ilmek ilmek dokudu ağlarını. İnsanları esir aldı sinsice, beyinlerine yerleşti habis ur gibi. İnsanları kendisine muhtaç hale getirdi çabucak. Duyguyu, sevgiyi yok etti. Kötülük kaynağı olarak ne şeytan kaldı yeryüzünde ne de ecinniler… Para def etti hepsini ve gitti onların tahtına kuruldu. Artık kötülüklerin yeni anası para oldu.”
****      ****     ****
“Ölünce sırat köprüsünden geçeceğiniz anlatıldı hep değil mi? Oysa sırat yanı başındadır insanın, üzerinden geçer durur da anlamaz, belâların neden başına geldiğini düşünmez, ya da şansının neden açık olduğunu… İnsanoğlunun yaptıklarının ilâhî yansımalarıdır bunlar.”
****      ****     ****
Hükümet Meydanı tarafına döndü. Halı Sarayı gibi çocukluğunun abideleri Büyük Isparta Oteli’yle Manifaturacılar Çarşısı’nın karşısına dikilmesi bile ruhundaki patırtıyı dindiremedi. Şimdi geçmişiyle avunan, yaşlanıp unutulmuş bir aktrist gibi müteessir Manifaturacılar Çarşısı, bir zamanlar Anadolu’nun belki de tek çok katlı alışveriş merkeziyken, debdebeli ve şaşaalı vitrinleriyle bir şeyler alacak parası olmayan Emine’ye hayaller ve ihtiraslar satmıştı bedavadan, bolca… O zaman, ikinci kattaki pastane favorisiydi. Vitrininde rengârenk pastalar, içeride ise liseli ya da üniversiteli ürkek çekingen sevgililer… En çok burada oyalanırdı, pasta alacak parası yoktu, sevgilisi olmasına izin verecek bir ailesi de… Sadece bakardı, özlemle hasretle bakar, gece uyurken kuracağı hayallere malzeme toplardı. Hayallerinde hep aynı çocuk vardı; bir hâkimin oğlu olduğundan başka hakkında çok fazla şey bilmediği bir üst sınıftaki o mavi gözlü esmer yakışıklı çocuk… Akıllıydı, gerçek hayatta böyle bir şey olamayacağını biliyordu, daha doğrusu haddini bilen bir kızdı ancak hayallerine sınır koymazdı; her gün ikinci kattaki o pastanede buluşurlardı oğlanla, bazen kavga ederler, ayrılırlar sonra birbirlerini deli gibi özleyip gözyaşları içinde vuslata ererlerdi. Duyguları böyle hoyratça körelip gitmişti belki de kim bilir! Ya da hayallerine hapsolup kalmıştı.
****      ****     ****
Emine mıknatısa çekilen bozuk para gibi düştü onun kucağına. Aynı anda bir karadelik dudaklarını ezer gibi çekti kendi sarmalına, alev alev bir yangın dudaklarından başlayıp tüm bedenini sararken, dili de aynı kuyuya düştü. Bir çift güçlü kol kelepçe gibi sardı belini. Bir aslanın pençesine düşmüş ceylân gibi titremeye başladığında ona gönüllü yem olmaya razı olmuştu çoktan. Kapalı gözleri bir yıldız fabrikası olmuş, ışık saçıyordu kafatasının içine. Kalbi roket hızında çarpıyor, yıldızlara yol alıyordu ihtiyatsız… Damarları hücrelerine kan değil, ihtiras taşıyordu. Bir şenlik miydi bu, festival havası mı?  Bir başka boyutun şevkiydi belki de… Nasıl bir hazdı, nasıl bir mürüvvet? Oğlanın dünyasında yeniden dirilmek için kendini ölüme terk etti.
****      ****     ****
“Kimsiniz? Bir azize… Ya da rahibe veya hoca hanım?
“Ne fark eder,” diye müstehzi gülümsedi kadın. “Budizm’i, İsevîliği ya da İslâm’ı ayrı mı tutarsın sen? Hepsi aynı ilâhî kaynağın öğretileridir. Tâbii nasıl öğrendiğine bağlı… Öğretilmek demiyorum bak; kendin öğreneceksin, kimsenin aklına ihtiyaç duymadan, kimsenin yönlendirmesine kapılmadan kendin öğreneceksin. İnan öğretenler senden daha akıllı değil. Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler, der büyük İslâm âlimi Celâleddin Suyuti. Ayrıca bu sözün hadis olduğunu kabul eden başka İslâm âlimleri de vardır.”
****      ****     ****
Dinler insanoğluna kusurlarını anlatmak için gönderilmiştir, ancak insanoğlu dini de kusurla hale getirmeyi becermiştir.
****      ****     ****
“Kurban!” diye fısıldadı kadın başında dikilmeye devam ederken. “Kan akıtma ayinleri neden vardır insanoğlunun kadim geçmişinden beri hiç düşündün mü? Hiçbir şey nedensiz değildir, unutma. Vaikuntha Geçidi’ni açmanın yollarından birisidir canlının kanının akıtılması. Ama kan birden boşalacak, öyle aheste uyuşuk değil, fire vermeyecek biçimde kesilecek boğaz, kan fışkıracak, bedeni acele terk edecek. İşte o vakit kanın enerjisi âlemler arasında buğu olur akar şelâle gibi, müjdeler taşır bir yerden bir yere, yeni bağlar oluşur eski bağları sağlamlaştıran.”
****      ****     ****
Adam işaret parmağını kaldırdı. “Yaşamı duyduklarından ve gördüklerinden ibaret zannediyorsun ama öğreneceksin! Kâinatta her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu öğreneceksin. Geçmişin defterlerinin gelecekte açılacağını öğreneceksin, en önemlisi kendini temize çekmeyi öğreneceksin…” dedikten sonra önüne döndü ve hızlı adımlarla yürüyerek sisin içinde kayboldu.
****      ****     ****
Borçlu zorluk içindeyse eli genişleyinceye kadar beklenir. Olmuyorsa borcunu sadaka olarak ona bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz, der Bakara Suresinin iki yüz sekseninci ayeti. Neyi bilirsek? Bu çok önemli işte; bilmek! Ne güzel bir dindir bu, bilene ve anlayana tâbii… Yaradan bilir ve de görür; işte bu yüzden yapılan iyilikler de kötülüklerde katlanarak geri döner. Bu ayetten alınması gereken ders şu; bir eliyle verenin öbür eline nimet yağar, çünkü evren yansır genç adam, yansır… Manevî gücün en önemli ibadet olduğunu kaç kişi biliyor acaba? Yoksa dini gösterişle, kılık-kıyafetle yaşayanların haberdar olmadığı böyle ne çok nasihatler vardır Kitap’ta. Başına gelen bu olayda hak senden yana inan buna, gerçekten senden yana, zamanla anlayacaksın, onlar da anlayacaklar, ilâhî adalet herkese uğrayacak zamanı gelince. Nefisler anlamayı geciktirecek belki, idrakler tıkanacak hasletlerle, lâkin insanoğlu ölüm anında geçmişe baktığında fark edebilecek yansımaları, tâbii Azrail bunu düşünecek kadar süre verirse onlara. Unutma sakın, hak senden yana, kullar düşünsün!”
****      ****     ****
“Bir kümese müdahale eden çiftçiden ne kadar haberdarsa tavuklar, senin farkında olduğun şeyler de o kadar işte! Unutma senin de çiftçilerin var düzen sağlayan…” Sustu, sonra düzeltti, “Pardon, adalet sağlayan!”
****      ****     ****
“İcra avukatı olmak bir hukukçunun başına gelebilecek en kötü belâ. Üstelik bu kendi seçimleri… Cellâtlık gibi.”
****      ****     ****
“…Evren yansır Emine Hanım, iyiliklerde yansır kötülükler de. Attığınız her adım, düşündüğünüz her fikir, kurduğunuz her hayal ve bedeninizi esir alan arzular sizin geleceğinizi şekillendirir, farkında bile olmaz kader der geçersiniz. Oysa geçmişiniz bir sihirbaz olmuş, gelecek kısmetlerinizi dokumuştur ilmek ilmek… ”
****      ****     ****
Kaderi belliydi de kısmeti böyle şekillenmişti işte. Ailesini beğenmeyen, aşağılayan, değer vermeyen, paraya, şaşaaya aç gençlik dönemi. Kendinin bu durumunu şanssızlık olarak gören bu yüzden isyan etme hakkı olduğuna inanan zihniyet… Oysa kaderiydi bu! İlâhî yolu böyle çizilmişti. Kaderini göz ardı etmeden kısmetlerini belirlemeyi becerememişti. Kaderini kucaklayarak kısmetlerini belirlemeliydi, kaderini reddederek değil… Şimdi bunu anlamıştı işte. Evet, kaderini kabullenerek sahip çıkmalıydı ve kısmetlerini bunun üzerine inşa etmeliydi, bütün sır buydu; yaşamın sırrı…
****      ****     ****
Yoksa bildi bileli ailesini akrabalarını yok farz etmiş, utanmıştı onlardan, sahip çıkmamıştı. Hiç kimse belki maddî destek beklememişti ondan ama o manevî ilgisini bile esirgemişti. Aşağılamıştı. Berbat çocukluğu ve genç kızlığının acısını çıkarırmış gibi, adalete hizmet etmenin erdemi için değil, güç ve paraya kavuşabilmek için sarılmıştı mesleğine. Sırf bunun için iyi bir avukat olmak istemiş, bu yüzden işine önem vermişti. Meslek hayatı boyunca defalarca küçücük bir çocuğun beyninde kalıcı izler bırakarak görev bahanesi altında talan etmişti evleri. Sanki o eşyalar borcu karşılayabilecekmiş gibi… Kaç kişi borcunu zaman içinde ödeyebilecek kabiliyetteyken, onun kanun silâhıyla darmadağın edilip, işinden, eşyasından hatta ailesinden olup silinip gitmişti yaşamdan…  Ağlatmıştı çoluğu-çocuğu, yaşlıyı-düşkünü, insan olmanın erdemini kanun denen yapbozlara kurban etmişti. Artık kanun böyle demenin mantığı olmadığını çok iyi biliyordu. Kanunların uygulanabilirliğinin insanlık kavramının önüne geçmemesi gerektiğinin farkındaydı şimdi. Kötü uygulanan bir kanun maddesinin yaşamı zulme çevirebileceğinin de… Daha da öte kanunların bazen insanı suça teşvik edeceğinin de. Velhâsıl her şeyin insan beyninde ve kalbinde şekillendiğini, kanunların da giyotin gibi boyna indirilmeden akıl ve ruhla esnetilmesi gerektiğini anlamıştı.
****      ****     ****
Hafiften kar serpiştiriyordu… Davraz sağ taraftaydı, Gelincik Ana ise sol… Birbirlerinin elini tutmak ister gibi karşılıklı tepelerini uzatmışlardı da, siyah asfalt yol kılıç gibi inmişti aralarına. Emine, Sebahat’ın ne mırıldandığını anlamıyordu ama dağların beyaz mantolarıyla keder dolu olduklarını biliyordu. Artık kime nasıl bakması gerektiğinin idrakine ermişti, bakış açılarıyla neleri nasıl değiştirebileceğini de… Dağları birbirinden koparan siyah kılıçtan aşağı doğru aktılar. Eğirdir Gölü, ince belli yosma dikiliverdi karşılarına. Sağda Eğirdir kasabası göle dilini çıkarmış bir kobra gibi haşindi, kıvrıldıkları sol tarafta ise göle burnunu sokmuş Gelincik Dağları’nın yamaçlarına mıhlanmış gibi duran Barla, son derece mütevazı…
****      ****     ****
“Dava dosyalarında var hepsi, neden bir daha anlatmamı istiyorsun?”
“Dosyalardaki cümleler ruh taşımaz, oysa dudaklardan dökülecek her kelimenin enerjisi yayılır etrafa. Bazen ne demek istendiğini dilden değil gözlerden anlarsın…”
****      ****     ****
İnsanın adaleti eksikti, kusurluydu; insanın kendisi gibi… Hırsız tutuksuz yargılanırdı da, borca düşmüş zavallı sorgusuz sualsiz hapse tıkılırdı. Dolandırıcılarla eş tutularak hem de… Hapse tıkılan borçlunun nasıl çalışıp da borç ödeyeceği düşünülmeden… Böyle bir adalet!
****      ****     ****
“Evrenselliğe ne kadar yatar aklımız? Hadi kişisel özellikleri genetik deyip karaktere bağlayalım ancak genleri de etkileyen ilişkiler vardır evrenin bütününde. İnsan yapısı kozmiktir, bu yüzden beden ve ruhtan husule gelmiştir demek eksik kılar tarifi. İnsanoğlu zihninin kontrolünün bizzat kendisinde olduğunu zannederken, beynin radarları evrenin algılayamadığımız köşelerinde faaliyettedir aslında. Ben bir delikanlı tanıdım geçmişte, bir elinde kitap okurken aynı anda önüne bakmadan kusursuz hamleler yaparak satranç oynayabiliyordu. Bir gün, diğer insanların bunu yapamadığını anladığında hayretler içinde kaldı. Çünkü doğuştan gelen bu özelliği onun normaliydi ve herkesin kendisi gibi olduğunu zannediyordu…”
****      ****     ****
“Nasıl zehirli bir çiçeğin cezası yoksa, vahşi bir kaplanın hatta doğal afetlerin… Fakirliğin ve de çirkinliğin hesabı sorulamıyorsa adaletten bahsetmek doğru olmaz Emine Hanım. Adalet yoktur, asla da olamaz, yalnızca yaşamı düzene sokmak için insanın koyduğu kurallar vardır ve buna yasa denmiştir. Yasalar her zaman adalet sağlamaz!”
****      ****     ****
“Vahşî kaplanlar var, sokan yılanlar, aç kurtlar hatta zehirli mantarlar bile var… E hadi bakalım, becerebiliyorsa bir yasa da bunlar için hazırlasın hukukçular. İnsanoğlu korumayı ve korunmayı bilecek, tedbir alacak. Tedbir evet… Nasıl sağlığı için tedbir alıyorsa, tehlikelere ve tuzaklara karşı da tedbir alacak. Orman tehlikeliyse girmeyecek, su derinse yüzmeyecek ve en baştan söylediğim gibi emniyetli kaldırımlarda yürüyecek. Böylece normali suç işlemeye yatkın olan herhangi birisini suça teşvik etmeyecek, bu teşvikin suçunu da üstlenmeyecek. Bu yüzden hukuken mağdur olan kişi de aslında hukuken suçlu kabul edilen kadar kabahatlidir.”
****      ****     ****
‘Kabulleri yenebilen yegâne tesir sevgidir’
****      ****     ****
“Kurban hakkında hiçbir şey bilmediğin için böyle düşünüyorsun,” diyerek tek kaşını kaldırdı. Ciddî bir öğretmen havasındaydı şimdi, “Normal bir ölümde kan akıp gitmez, bedende kalır. Kan zifir olur can çıkınca. Ve ruh çıkıp giderken kanın zifirini de alır götürür yanında. İşte bu yüzden kanı akıtmak gerekir ki ruh saf haliyle terk etsin bedeni. Dünya gözüyle idrak edilmesi mümkün olmayan ne mübarek sağaltımdır bu bilir misin? Hem kurbana, hem kurban edene… Ve tertemiz bir ruh arşa yükselir, arınmış ruhun tekâmülü hızlıdır. Senin mantığınla da düşünelim şimdi; acı çektiriyoruz canlıya böyle değil mi? Pekâlâ, yaşarken hepimiz bir şekilde etrafımıza zarar vermiyor muyuz? Mesleğimiz için, ideallerimiz için, para için, aşk için…”
****      ****     ****
Gökyüzünde bir bulutun içine gömülürmüş gibi uzandı yatağa. Hoyrat bir el çıkardı üzerindekileri, sıcak bir nefes bahar esintisi olup süpürdü yüzünü. Özlediği o eski koku hücrelerine kadar işledi, ateş saçan bir vücuttan şehvetin bereketli teri iksir gibi aktı bedenine. Kor alevlere düşen dudakları ihtirasla közlendi, dili fırtınaya tutulmuş yusufçuk gibi savruldu. En son bir nehir yatağına dönüştü varlığı, zirvelerin kar suyunu çekti içine çorak topraklar gibi. Şimşekler çaktı peş peşe, sonra düşen yıldırımların hızı kesildi yavaşça. Ve sakinlik denizinin sularında yüzmeye başladı, mutlu… Dahası… Küçücük bir hülâsa can buldu yıldırımların vurduğu kuytularında.
****      ****     ****
“Adalet dağıttığını sanıyordun, aslında adaleti kullandığını bilmeden… Para-mevkii-kibir üçgeninde yüzüyordun, aslında hırsın cehenneminde yol aldığını bilmeden… Yüreklere bakmıyordun, şaşaaya, gösterişe önem veriyordun. Nereden geldiğini düşünmeden, geçmişini, dahası kaderini reddediyordun. Oysa kâinat bir keman teli gibi titrer sonra melodi olur yankılanır. Evren yansır Gül Hatun, yansır ve sen kendine geri dönersin. İyiliklerin de döner kötülüklerin de. İyiliklerinin pınarından su içersin kana kana, kötülüklerinin ateşinde yanarsın cayır cayır. Hukukçular istedikleri kadar yasa yapsınlar, rafları kitaplarla doldursunlar neye yarar? Mahkemeler kurulsun, birileri başkaları için karar versin, bazıları suçlu bulunup hapse tıkılsın hatta asılsın, geride kalanlar da sevinsin ne olacak? Evet, huzur sağlamanın başka yolu yok belki ama bu yetecek mi? Yetmeyecek çünkü adalet tektir ve insanoğlunun idrakinin ötesindedir. Bunu anlayanlar sınavı geçer, diğerleri ise dünyanın yasalarına mahkûm olup çembere sıkışır kalır. Kutsal Adalet denen evrenin gerçek adaletini öğrendin artık.”
****      ****     ****
“Dünya berbat bir yer değil mi? Saf duygular, kurallarla doldurulmuş beyinlerin duvarını yıkamıyor bir türlü. Ruhun değil aklın sesi baskın çıkıyor her daim. Sevgiler değil, kuşkular ve hesaplar filizleniyor bedende. Bu yüzden çoğu zaman birisinin değeri kaybedilince anlaşılıyor. Ve işte o zaman maalesef çok geç kalınmış oluyor…”
****      ****     ****
“Merak ediyorum, ‘cani’ sıfatını kim gönülden taşımak ister, ya da şehvanî dürtülerini frenleyemeyip ‘sapık’ damgası yemek tercih meselesidir denebilir mi? Dahası; toplumsal kabullerin dışında yaşayan bir eşcinsel hatta bohem, anarşist olmak? Malûm, aykırılık, evrenin doğasında var. O zaman bu çeşitliliği normal-anormal diye ayırmak tabiatın kanununa ters değil mi? Madem kusursuz buluyoruz kâinatın düzenini,  işimize gelmeyeni neden reddediyoruz?”
****      ****     ****
Belirtmemek olmaz, bir adaletsizlik daha var ki o da kişinin kendi aklıyla yarattığı, artık tehlikeli bir suç unsuru haline gelerek her yere kol kanat germiş, nefeslere sinmiş, dillere yerleşmiş; para… Paranın bir Deccal gibi kötülük kaynağı haline geldiği günümüzde, adalet temsilcileri olan biz hukukçuların sistemi yeni baştan gözden geçirmesi gerekmiyor mu? Paranın yasaları nerede eğip büktüğünü tespit ederek, adaleti, adaletsiz yapan unsurları ayıklamak, vicdan yangınlarını önlemez mi? İşte bu yüzden, Tanrı’nın yaşama bahşetmediği adalet ki,  ‘Kutsal Adalet’ diyorum ben ona; eğer yaşamın ötesinde bir yerlerde tezahür edip duruyorsa, benliklerin kuytularına itilmiş vicdanların fark edilip eğitilmesinin, insanlığı yok eden tuhaf acibe bir sistemi beslemekten daha önemli olduğunu düşünüyorum.  Bu vesileyle herkesi, Kutsal Adalet’i yazılamayan ve okunamayan asıl yasa olarak kabul edip bilinçaltlarını yoklamaya davet ediyorum. Son sözüm şu; adalet sağlayıcıların da kâinatın mutlak düzeninden kaçamayacağı, ilk ve asıl şerait olarak evrensel yasaların anlaşılması gerektiği, dahası, kalem kıran yargıca da, kalem kıracak bir başka ‘kutsal yargıcın’ var olabileceği asla unutulmasın…
****      ****     ****
“Yaşamı tasarlarken içine bir tek adaleti koymadım, koysaydım yaşam olmazdı!”-Tanrı.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...