İSLAM AHLÂKIYLA AHLÂKLANMANIN İMKANI ÜZERİNE
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
ÖZ
Müslümanların en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi de İslam Ahlâkıyla ahlâklanmadır.
Ahlâkla ilgili çalışmalara bakıldığında insan davranışlarının sonuçlarıyla doğru orantılı bir
değerlendirme yapıldığı görülecektir.
Bu çalışma, İslam Ahlâkının davranışsal açıdan değil zihinsel
açıdan ele alınması gerektiği üzerinde durmaktadır. İslam Ahlâkıyla ahlâklanmanın imkanı, bazı
kavramların yeniden düşünülmesiyle olacaktır. Bahsi geçen kavramlar, gelenek, modernite ve
kalptir. Bu bağlamda çalışma, üç bölümden müteşekkildir. Birinci bölümde, kalbi kullanarak İslam
Ahlâkıyla ahlâklanmanın mümkün olacağı işlenmektedir. Son bölümde ise gelenek ve modernizm
tartışmalarının İslam Ahlâkını ihmal ettiği konusu ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: İslam, Ahlâk, Gelenek, Modernizm, Kalp
POSSIBLITY OF BEING DECENT WITH MORAL VALUES
OF ISLAM
ABSTRACT
One of the issues on which most of the muslimcommunity emphasize is to be decent with Islamic
morals. Considering the ethical works it will be realized that it is estimated in propotion to the
resultof human behavior. This study focuses on not only the behavioral ethics but also the mental
aspect. The oppurtunity of being decent is possible with
Considering some of concepts. The concepts wich are mentioned are traditions, modernity and
heart. İn this context, this work, consist of three parts.. The first chapter focuses on the moral
values of Islam. In the second part, processed that it is pssible to be ethic with moral values of
Islam with using heart. The final section it is treated that the discussion of tradition and modernism
is neglect the moral values of Islam.
Keywords: Islam, Ethic, Tradition, Modernity, Heart
ADAM AKADEMİ, Cilt 5/2 2015:47-60
48
İSLAM AHLÂKIYLA AHLÂKLANMANIN İMKANI ÜZERİNE
Ahlâk, Arapça’da yaratma, yaratılış ve yaratılmış gibi anlamlara gelen
“halk” kelimesi ile aynı kökten gelen “hulk” veya “huluk”, huy, tabiat, seciye,
mertlik, din ve yaratılış manalarına gelir. Ahlâk, huylar anlamında olup
huluk kelimesinin çoğuludur. Lügat anlamıyla ahlâk, ruh ve beden bütünlüğü
ile ilgili bir kavramdır (Isfahânî, 1992, ss. 225-226). Başka bir ifadeyle
ahlâk, mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından
kaynaklanan davranış kurallarının tamamı; bir kimsenin iyi niteliklerini ya
da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy olarak tanımlanır.
Diğer bir açıdan insanların kendisine göre yaşadıkları, kendilerine rehber
aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamıdır (Cevizci, 2005, s. 28).
Ahlâk, genel olarak iyi ve kötü olmak üzere iki kısımdır. İlkine ahlâk-ı hamide,
ikincisine de ahlâk-ı zemime denir. Adalet, ihlas, sabır, şükür, cömertlik,
tevâzu, iyi huylardan; zulüm, nankörlük, cimrilik, riya ve kibir de kötü
huylardandır. Tasavvuf, kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmektir
ve güzel ahlâktır. Ahlâk bakımından önde olan tasavvufta da öndedir (Kuşeyrî,
1993, s. 211). Sûfîler de ahlâkı, “ülfet, şefkat, iyi geçinmek, davranışlarından
dolayı insanları mazur görmek, dostlarla güzel geçinmek, onlara hizmet
etmek, güzel ahlâk esaslarına göre hareket etmek, hürriyet, fütüvvet, külfetsizce
cömertlik, ahlâkta zarafet” diye açıklamışlardır (Kabaklı, 2008, s. 37).
İslam Ahlâkıyla ahlâklanma konusu, İslam düşüncesinde en fazla üzerinde
durulan konulardandır. İslam Ahlâkının davranışsal boyutu üzerinde
çokça durulmuştur. Yalan söylemek, gıybet, hased ve kibir gibi kötü Ahlâk
meseleleri fazlasıyla irdelenmiştir.
Bu meselelerle ilgili ideal Ahlâk anlayışı
olan İslam Ahlâkı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak bütün bu gayretlere
rağmen insanlar, gerek kendileri, gerekse başkaları hakkında İslamî veya İslam
dışı gibi nitelendirmeleri yaparken genelde ibadetleri esas alarak bir adlandırmada
bulunmaktadır. İslam’ın ahlâk boyutu göz ardı edilmektedir. Bu
çalışmada İslam Ahlâkıyla ahlâklanmanın önündeki bir takım bakış açılarının
etkisi üzerinde durulacaktır.
İslam Ahlâkı
Müslüman’ın gerek bedene ait zahirî fiilleri ve gerekse kalbe ait bâtıni
fiilleri İslâm nazarında aynı derecede önemli bir ilgiye layıktır. İslâm her iki
nevi fiili aynı derecede ehemmiyetle kendi hedefi istikametine yöneltmiş
ve bu tür fiillerin kendi hükümlerine boyun eğmelerini sağlamıştır. Bundan
dolayıdır ki mutasavvıflar bir sûfînin cemiyet içindeki yaşama tarzına,
49
BÜLENT AKOT
diğer şahıslarla münasebetlerine ve onlara karşı mükellef olduğu vazifelere
ayrı bir önem vermişlerdir. Bu da bir sûfînin toplumsal görevlerini yerine
getirmeyi gaye edindiği en mühim mana ve hedefler arasında görmüş olmalarından
ileri gelmektedir (Kabaklı, 2008, s. 37-38. İnsanın değişmeyen bir
doğası varsa o da değişmedir. Her ne kadar insan, biyolojik olarak yirmi beş
yaşına kadar büyümeye devam etse de öğrenme ve değişme yavaşlayarak da
olsa hayatın her evresinde vardır. İnsanın bu sürekli değişebilme özelliğinden
ötürü ona homo historikus (tarihî insan) denmiştir (Kılavuz, 2002,
s.209). Gazâlî, (ö.505/1111) ahlâkın değişmeyeceğini iddia edenlerin aksine,
insanların ahlâkının değişebileceğini savunmaktadır. Buna kanıt olarak Hz.
Peygamberin “ahlâkınızı güzelleştiriniz” hadisini örnek vermektedir. Gazâlî,
Hz. Peygamberin bu hadisinden hareketle ahlâkın güzelleşeceğini, olgunlaşacağını
söylemektedir. Ona göre hayvanlar bile huylarını değiştiriyorlarsa,
insanlar da pekala huylarını değiştirebilirler. İnsanların güzel ahlâka sahip
olmaları için vaazlar, sohbetler ve dersler verilir. Yapılan bütün vaaz ve irşad
faaliyetleri mutlu, huzurlu ve erdemli bir toplum ortaya çıkarmak içindir.
Sahabenin İslam öncesi ve sonrası hayatı incelendiğinde İslam ahlâkının
onlar üzerinde nasıl bir etki, değişiklik meydana getirdiği herkes tarafından
görülmekte ve örnek gösterilmektedir (Gazâlî, 1969, s.28).
Ahlâkın nasıl olması gerektiği konusunun yanında Ahlâkın kaynaklığı
meselesi de çokça tartışılmıştır. Ahlâkın dinden veya din dışı faktörlerden
kaynaklandığı konusu temel tartışmadır. Din ile yapılan temellendirmede
ahlâk teorilerinin ayırt edici özellikleri, Tanrı’nın varlığı ve vahiy gerçeğinden
hareket etmiş olmalarıdır. Ancak bu ahlâk teorileri, temel ahlâk kurallarının
tespitinde vahye verdikleri öneme göre değişiklik gösterirler. Din ile
temellendirilen ahlâk teorilerinin hepsinde ahlâkî değerlerin kaynağı mutlak
varlık olan Allah olduğu anlayışı hâkimdir (Kılıç, 2012, s.85-161). Ahlâk’ın
kaynağını din dışı olarak temellendirenlerin, ahlâk anlayışlarını akıl, sezgi,
duygu gibi kavramlar etrafında şekillendirdikleri görülür. Sokrat ve Platon
ahlâkın kaynağı “iyi” idesinde görürken tüm ahlâkî eylemlerin evrensel
biçimde ölçüldüğü, değerlendirildiği bir kriter ve zemin olmasından bahseder;
buna göre ahlâk evrensel temellidir (Küçük, 1980, s. 472).
Ahlâkın kaynağıyla ilgili yapılan tartışmaların yanında İslam Ahlâkının
kaynağına bakılacak olunursa Kur’ân ve Sünnet cevabıyla karşılaşılmaktadır.
Bununla birlikte Kur’ân ve Sünnet konusuna nasıl bakıldığı temel belirleyici
unsurdur. Günümüzdeki en büyük karmaşa da bu alanda yaşanmaktadır.
Kur’ân’a ve Sünnet’in ele alınış tarzına göre bir İslam Ahlâkı veya zihniye-
50
İSLAM AHLÂKIYLA AHLÂKLANMANIN İMKANI ÜZERİNE
ti ortaya çıkmaktadır. Bu zihniyet doğrultusunda da İslam anlayışı geliştirilmektedir.
Dolayısıyla İslam Ahlâkıyla ahlâklanma çabasının gerçekleşmesi,
öncelikle gündemdeki fikri tartışmaları analiz etmekten geçmektedir.
İslam Ahlâkının İslamî bakış açısıyla ilgili olduğu gerçeği kabul edilmeli;
bu kabul üzerinden bir adlandırma yapılmalıdır. Ahlâkla ilgili çalışmalara
bakıldığında insan davranışlarının sonuçlarına odaklanıldığı fark edilecektir.
Ancak meseleye davranışsal açıdan değil zihinsel açıdan bakılması gerekmektedir.
İslam Ahlâkının gerçekleşip gerçekleşmemesinin temelinde zihinsel
bir karmaşanın yattığı görülecektir. Zira İslam düşüncesinde meselelere
çözüm aranırken tikelden (ferdiyetçi) ziyade tümel (genel) bir yaklaşım daha
öncelikli olmalıdır. Bu bakımdan İslam Ahlâkının önündeki zihinsel bakış
açılarının tespit edilmesi gerekir.
Kalbi Canlandırarak Ahlâkı İkame Etmek
Kalp, lügatte; bir şeyi bulunduğu hâlden bir başka hâle çevirmek bir şeyin
özü, ortası, hakikati gibi anlamlara gelmektedir (İbn Manzûr, 1990, c.I,
s.687). Kalp, idrak eden, bilen, inanan, dinî sorumluluğa sahip, ruh ile beden
arasında bulunduğu ifade edilen bir cisim olarak da ifade edilmektedir
(Kâşânî, 1992, s.154). Bu manada Gazâlî’ göre Allah’ı bilen, O’na yönelen,
Allah için amel eden, Allah katında olanları keşfeden kalptir. Diğer uzuvlar
da ona tabidir ve onun hizmetçileridir (Gazâlî, tsz., c.III, s.7).
Kalp, insanın bilgiyi elde ediş sürecinde odak bir yer işgal eder, çünkü
hem bilgi elde etme vasıtalarından en önemlisi hem de bilgi kaynağıdır.
Kur’an-ı Kerim’de beş duyu ve akılla elde edilen verileri anlayan ve bilgiye
dönüştüren organ olarak kalp, yaklaşık yüz yirmi iki ayette çeşitli vesilelerle
geçmektedir. Fikir ve iradenin merkezi olarak kabul edilen akıldan daha
geniş bir anlamda, kalpten düşünen, tedebbür eden, anlayan bir yeti şeklinde
bahsedilmektedir. Dolayısıyla, bu bilgi türü, salt başlı başına bir oluşan
bilgiye de, duyusal ve akli bilgi sürecinin nihai noktasıdır, diyebiliriz (Uyanık,
1999, c. 2, s.115). Bu açıdan kalp, sırf bedene bağlı algı ve bilinçten
daha yüksek bir algı ve bilinç durumunu temsil etmektedir. Kalp, insanın
varlığının tam merkezi ve Hakk’ın nur tecellilerinin alıcısıdır. Ancak kalp
temizlenip pak hâle getirildiğinde belirtilen fonksiyonları icra edebilmektedir.
Kalp temizliği içinse dünyadan uzaklaşmak, salih amel, hüzün, daim
zikrullah, salihlerle beraber olma ve ilim nuru gerekmektedir. Yürekleri
tükenmiş insanların dünyasında; beden ülkesinin sultanına, kalbimize mu-
51
BÜLENT AKOT
kayyet olabilmek için insana, eşyaya, kâinata kalp gözü ile bakabilmek, gönül
dili ile konuşabilmek için en çok yapacağımız duâ bu olsa gerektir (Frager,
2011, ss. 47-70).
Doğa bilimlerinde kullandığımız beyinsel mantık yeteneğimiz ve matematikten
farklı olarak kalp, Kur’an’da akıl, içgüdü/arzu ve vicdan/basiret kabiliyetlerinin
karmaşık/iç-içe geçmiş ruhsal bir toplamını ifade eder. Kalpte Allah’ın
belirmesi, var olduğuna kanaat getirilmesi, Ahlâki bir süreç olarak, insanın
konuksever bir halet-i ruhiye ile kalbinin kapısını açık tutması, buyur
etmeye ve dinlemeye hazır olması, tevazu sahibi olması ve O’nu aramaya
yönelmesi ile olabilir. Tersine insan, gerçek olanın tutsağı olarak varlığa karşı
umursamaz, unutkan, mütekebbir, müstağni, nankör, inatçı ise, yani O’na
yönelmediği takdirde, Cenab-ı Allah, kendini geri çeker. Sünnetullah gereği,
O, ne pahasına olursa olsun, kendini insanın gözüne ve gönlüne sokmaz.
İkramından sonra ilk adımı insanın atmasını bekler: “Kör Allaha nasıl bakarsa,
Allah da köre öyle bakar.” Kur’an âyetleri bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Kalplerinin üstüne onları hakikati kavramaktan alıkoyan perdeler yerleştirdik;
kulaklarına da sağırlık. Hakikatin bütün işaretlerini görselerdi yine de ona
inanmazlardı” (6/25, 17/46,57, 18/57, 41/5). İnsanların yeryüzünde O’nun
sayısız işaretlerini anlayacak ne kalpleri ne de kulakları vardır. Çünkü onlarda
“kör olan, başlarındaki gözleri değil; kör olan, göğüslerindeki kalpleridir.”
(22/46) Modern bilim ve teknik, insanı özellikle büyük yerleşim yerleri olan
metropollerde çepeçevre kuşatarak, ayağını yerden keserek, insanın Allah’a
yönelmesini engelleyen bir örtü (küfür) vazifesi görmektedir. Gökdelen,
çarşı, avm, otomobil, internet, spor ve müze gibi modern insanı içgüdülerinin
kontrolünde eğlemektedir. Tekniğin meydana getirdiği hız, ruhumuzun
dinginliğini ve sabır erdemini bitirdiği gibi, gürültü de kulaklarımızda bir
perde gibi Cenab-ı Allah’ın seslerini (rüzgar, kuş cıvıltısı, böcek vızıltısı...)
duymamızı engelliyor. Hasılı, modern insan bir “Tanrı Tutulması” yaşıyor.
Çünkü: “İnsan yaptığının rehinidir.” (52/21, 74/38) (Güler, 2011, ss.8-9).
Kendilerine ilim verilenler, Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından indirilen
hak bir kitap olduğuna inanmışlar ve O’na kalpten bağlanmışlardır. Kalple
anlar ve aklederler. Fakat inanmayanların kalpleri bu gerçekten habersiz olduğu
için tıpkı, kulakları ve gözleri gibi kalpleri de körleşmiştir. Bir başka ifadeyle,
heva ve heveslerini ilah edindikleri için bilgileri de olduğu halde, Allah,
onların kalplerini mühürlenniş, gözlerini perdelenmiştir. Anlama yetisi
olan kalbin körleşmesi, bu insanların verdikleri sözleri tutmamalarına neden
olmuş, Allah’ın âyetlerini inkar etmişler ve Peygamberlerini öldürmüşlerdir.
52
İSLAM AHLÂKIYLA AHLÂKLANMANIN İMKANI ÜZERİNE
Üstelik bu öldürme fiiline neden olarak da kalplerinin “perdeli” olmasını
mazeret olarak göstermişlerdir. Burada bilgi yetilerinin bireysel-toplumsal
nedenlerle yanlış yönlendirilmesini sağlayacak durumlar ortaya çıkması söz
konusudur. Örneğin görme yetisinin hem göz-akıl ile hem de göz-akıl-kalp
ilişkisiyle ortaya çıkan iki tür anlamasından bahsedilebilir. Zira akl-ı selim
sahibi olanların ve duyusal yetilerini sıhhatli kullananların sahih bilgiye
ulaşmaları muhakkaktır. Fakat “heva ve hevesini ilah edinen, bir bilgisi olduğu
halde Allah’ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği
kimseler” de olabilir. Göz görür ama hakikati idrak edemez, çünkü
kalp yetisi körleşmiştir ve bunun sonucunda kişinin basireti bağlanmıştır.
Bu tür insanlara yaptıkları kötü davranışlar, güzel olarak gösterilir. İman ile
amel arasında olması gereken zorunlu bağ böylece kopar. Kur’an-ı Kerim,
bu insanların kalplerinin artık iyice katılaştığını söyleyerek, onların anlama
yetilerini kaybettiklerini belirtir ve lanetler. Bu özelliklerinden dolayı, bu
nevi insanlar, aralarında birlik gibi gözükmelerine rağmen parça parçadırlar,
çünkü akletmeyen bir kalbe sahiptirler (Uyanık, 1999, ss.117-118).
Cenab-ı Allah’n insanın nefsinde ve dünyada ihsan ettiği nihayetsiz
nimetler imanın nuru ile fark edilebilir. Bütün günahlar ve görmezden
gelmeler kulun yürüyüşüne engel olurlar. İnsan, günaha ve umursamamaya
devam ettikçe, Allah ile arasındaki duvarlar kalınlaşır. Bir insan işlediği
günahlara tevbe ederek yüzünü Yaratıcı’sına çevirmediği takdirde, nefsinin
etkisiyle kalbine, iman nuru yerine, gurur, riya, şehvet ve en sonunda küfür
yerleşir. Küfür yolunda yürüyen kimselerin Ahlâklı davranmaları da beklenemez.
İslam Ahlâkıyla ahlâklanmak için ölmüş kalplerin, diriltilmesi ve bu dirilen
kalplerle hayatımız O’nun (cc) razı olacağı şekle dönüştürülmelidir.
Bunu yaparken en önemli düşman da kişinin kendi nefsidir. Nefs, dünyaya
yönelir, Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarına karşı ilgisiz davranıp sadece kendi
isteklerinin yerine getirilmesini ister. Aynı zamanda kalbi de aşağı çekerek
kendi emri altına almaya uğraşır. Çünkü kalp arınmaya meyilli olduğundan
nefsin istediği hayatla tamamen zıt hareket edip onu engeller. Kalp, nefse
teslim olmadığı sürece nefsin yapabileceği bir şey yoktur. Bu açıdan kalp, insan
bedeninde en önemli yere sahip olup sultan hükmündedir. Bu sultanın
hastalanıp yerlere düşmüş, kimseye söz geçiremeyip etkisiz ve çaresiz hali
kayda değerdir. Bu hal içinde insanın aklı, kalbin yardımcısı olarak önemlidir.
Eğer akıl insafla hareket eder, imanının gereğini yapıp kalbi uyandırırsa
kalp canlanır. Nihayette kalp görmeye başlarsa Ahlâklı davranması da o
53
BÜLENT AKOT
ölçüde kolaylaşacaktır. Kalbi canlandırmadan bir Ahlâkî anlayış oluşturmak
mümkün değildir. Ahlâklı olduğunu iddia etse bile gerçekten devamlılık ve
ihlastan söz edilemez.
Gelenek ve Modernizm Tartışmasından İslam Ahlâkına Dönmek
Toplumların değerlerini ve aktarım şekillerini ifade eden gelenek, modern
kavramının karşıtı olarak kullanılmıştır. Gelenek, medeniyeti vahye
bağlayan zincir olup, bir medeniyeti medeniyet yapan dini dahil tüm özgül
nitelikleri kapsar. Her ilahi vahiy sadece yeni bir dinin başlangıcı olmamış,
aynı zamanda üstünlük ve kusurlarıyla, dehası ve bakış açısıyla, sanat ve
bilimleriyle yeni bir medeniyetin de başlangıcı olmuştur. Gelenek tarihin
bir ürünü olmayıp, tarihi yapan bir girişimdir. Onun kaynağı vahiy adını
verdiğimiz doğrudan ilahi müdahale olup, tüm potansiyelleri tezahür etmiş
biçimde olmasa bile başlangıcında mevcuttur (Northboume, 1995, s. 37).
Başka bir deyişle gelenek, ilahi kökenli ve insanlığın başlıca dönemleri boyunca
iletişim ve vahiy aracılığıyla mesajın yenilenmesiyle varlığını sürdürmüş
olan hakikati ifade eder. (Nasr, 2013: s. 83.)
Tüm semavi vahiylerin ilahi kaynağı daima hazır ve nazırdır. Onun arayışı
içinde olan ve anlamaya çalışan herkes için ulaşılabilir bir gerçekliktir. Bunu
elde etmek için kişi öncelikle öğretileri anlamalıdır. Zira öğretiler gerçeği
sahteden, doğruyu yanlıştan ayırabilmemizi sağlayan yegane ölçütlerdir. Bu
normlar sayesinde bizatihi dinin önemini takdir edebiliriz. Nihayet böyle
bir din eşyanın semavi kökenine varabileceğimiz yegane yoldur; işte dinin
bütün esprisi, varlığının eşsiz ve yegane nedeni budur. Gelenek olmasaydı
bunu kesinlikle bilemeyecektik (Danner, 1995, ss.35-36).
İslam dini de kendi yeni doğan medeniyet yapısına tüm yıllanmış
kültürlerden bir şeyler çekti; ancak süreç içinde bunları dönüştürerek dinin
birleyici bakış açısı olan tevhid, Allah’ın birliği, rehber ilkesine, dinin hakim
ruhuna uygun hale getirdi. Bu İslami çerçeveye İslam ordularının fethettiği
farklı dünyaların tüm sanat ve mimarileri, yanı sıra bu dünyaların bilim ve
felsefeleri, siyasi, ekonomik ve sosyal yapıları girdiler; tüm bunlar, özümsenerek
ve İslami bakış açısı bağlamında yeniden işlenmek zorundaydı ve bu
da vakit aldı.
Bunlar İslami mesajın hudutları çerçevesinde yeniden formüle
edildiklerinde tümü bir geleneğin bir parçası haline geldi. İslam’ın bin yılı
aşkın medeniyetinin tüm detaylarında kendini gösterdi. İslam’ın bağrına
geldiklerinde bunlara yeni bir istikamet verildi ve neticede kendilerini, İslamî sanat ve mimari, felsefe, hükümet, toplum, ekonomi, edebiyat, müzik,
kozmoloji, ilahiyat ve genel olarak bilimlerde tamamıyla yeni ve orijinal ifadelerle
ortaya koydular. Şu veya bu şekilde hepsi İslamî vahyin mührüyle
damgalandı. (Danner, 1995, s. 31.)
Son iki asırda insan artık anlam arayışına girmiş, kaybettiği değerleri
yeniden elde etme çabası başlamıştır.
Bütün insani alanlarda sürekli bir
“mana ve ahlâk” arayışının ortaya çıktığı müşahede edilmektedir. Önceleri
“nasıl” sorusu ön plandayken günümüzde “neden” sorusu sorulmaktadır.
Geçen yüzyılın başından beri İslam düşünce sahasında araştırma yapanlar
da Batı’dan gelen tesirlerle geleneği reddederek pozitivist, rasyonalist ve materyalist
eğilimlere yöneldiler. Bunun sonucunda da manadan ve ahlâktan
yoksun modernist bir İslam anlayışı geliştirdiler.
Modernliğin teşekkülünde Batı’nın dine bakış açısının değişmesi yatmaktadır.
Modernizmle birlikte en radikal değişim geleneksel din anlayışında
görülmüştür. Modern insanın öznelliği, kendisine güveni, sınırsız eleştiri
hakkı ve bireyciliği yeni dünyada Tanrı’nın ölmesini gerektirdi, çünkü din
bağlamında modernizm mümkün değildi.
Bununla birlikte modernizmin
temelini oluşturan hümanizm, sekülerizm ve demokrasi devamlı değişim ve
dönüşümü, buna bağlı olarak da ilerlemeyi zorunlu kıldı. Bu zorunluluktan
dolayı çeşitli bilim dalları gelişti ve bilime verilen önem neredeyse kudsiyet
derecesine ulaştı. Modernizmin değişim zorunluluğu sadece din ile sınırlı
kalmadı, toplumsal hayatın her alanında özellikle bilim, tarih, siyaset, teknoloji,
mimari, Ahlâk, sanat, estetikte geleneksel yaklaşımlardan farklı bir
şekilde değişim gözlemlenmiştir (Albayrak, 2004, s.19).
Müslüman siyasi elit ve entelektüellerinin 19. yüzyıldaki doktrini olan
İslam modernizmi de ulemanın doktrini olan İslam reformundan ayrıdır.
Modernizmin temeli Avrupa güçleri tarafından Müslümanların yenilmesi ve
bu durum karşında çaresiz kalmaları neticesinde, siyasi gücün ihya edilmesi
gayesiyle Müslümanların, Avrupa’daki askeri teknikleri ödünç almaları,
devlet gücünün merkezileştirilmesi, ekonomilerinin modernize edilmesi ve
elitlerinin modern bir şekilde eğitilmesi prensibine dayanmaktaydı. Bu ise
İslam’ın kendisinin inkar edilmesi değil, İslam medeniyetinin orta çağ formlarının
reddedilmesi anlamına geliyordu (Lapidus, 1996, s.21).
Modernistleri meşgul etmiş mesele modernitenin İslam ile uzlaştırılabilir
olmasıdır. Başka bir seçeneğin olmadığını düşündüklerinden modern olup
olmamayı sorun olarak görmemişlerdir; hem modern, hem Müslüman ol mak sorgulanmış ve İslam doğru anlaşıldığı takdirde Müslümanlığın, modern
dünyada kaçınılmaz olan rasyonalizm ve bilimle nikah yolunda hiçbir
engele yer vermediğine inanmışlardır.
Cemaleddin Afgani, Muhammed
Abduh ve Fazlur Rahman gibi modernistler, İslam’ın modern bilginin ve
rasyonalitenin toplumun tekrar canlandırılmasını teşvik edeceği inancında
birleşmişlerdir (Adams, 1997, s.85). Modernistlerin Kuran’a yaklaşımları
da pozitivist bir belirlenime sahiptir. Kuran’ın yanlış anlaşıldığı vurgusuyla
modernist düşünürü ümmetin makus talihine son verecek Müslüman aydın
olarak formüle etmişlerdir. Modernist düşünür, Kuran’ın hidayet problemini
bir metodoloji problemine indirgemiştir. (Akşit, 1997, s.143).
Geleneksel toplumlarda metafizik ilkelerin dışında ve o ilkelerden
bağımsız olarak varlığım sürdürmeyi başaran yapılar bulunabilir. Özellikle
büyük medeniyetler kurmuş geleneklerde merkezlere uzak kırsal
kesimlerde yaşayanların bu ilkelerin varlığından habersiz yaşadıkları bilinmektedir.
Bu durumda gelenek daha çok zahiri öğeleri ile yaşanmakta ve
varlığını sürdürmektedir. Modern dönemde ise bu ilkeler geniş oranda
hayatın dışına itilmiş durumdadır. Ancak yine de geleneksel birçok unsur
yaşamaya ve varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Hatta bu geleneksel
değerlere bağlılığı bir ideolojik görüş olarak savunanlar da bulunmaktadır.
İşte bu anlamda bir gelenek savunuculuğuna gelenekçilik diyebiliriz. Bu
tür bir gelenek savunuculuğu esasen geleneksel değerleri modernliğin bir
unsuru olarak yeniden keşfetmek anlamına gelmektedir. Burada artık geleneksel
olandan değil tamamıyla modern olandan söz edilebilir. Böyle bir
gelenekçiliğin en büyük açmazı ise anlaşılacağı üzere çevresinde gördüğü
büyük değişimler karşısında kendi özünü ortaya koyarak hayata bu açıdan
bir anlam verecek metafizik özden mahrum olmasıdır (Yılmaz, 2005, s.50).
Modern insanın mutlak kudretine duyulan iman zayıflamaktadır.
Bütün ‘yeni’ problemler teknolojik donanımlar tarafından çözülseydi bile,
boşunalık, düzensizlik ve bozulma hali devam ederdi. Bugünkü bunalım
had safhaya varmadan da mevcuttu ve kendi kendine ortadan kalkmayacaktır.
‘Modern deneyim’in başarısız olduğunu her geçen gün daha çok sayıda
insan fark etmeye başlıyor (Schwnacher, 1990, ss.162-163).
İnsanları tümüyle kültürel intihara, kimlik ve kişiliğimizi kaybetmemize
sebep olacak bir batılılaşma hareketine davet edenlere karşı koymamız gerektiği
gibi, bizi geçmişi ve geleneği körü körüne taklit etmeye davet edenlere
de aynı şekilde karşı çıkmamız gerekir. Her iki davet de bizi tarih yapmaktan uzaklaştırır ve hem geçmişimizi hem de geleceğimizi ipotek altına almış
olur. İçinde yaşadığımız dünya, kitle iletişim araçlarında yaşanan devrimle
evrensel bir köye dönüştü. Bazıları bu devrimi bilgi ve kültür devrimi
olarak nitelendirmiştir.
Binaenaleyh bu çağda yeryüzünde yaşayan herhangi
bir toplumun dünyadan ayrı olarak kendi kendine bir uzlet hayatı yaşaması
kabil-i imkan değildir. Öyleyse bugün İslam toplumuna düşenki o tehlikelerle
dolu bir yol ayrımına gelmiştir- kendine özgü kültürel kimliğini muhafaza
etmek ve kendisini beşeriyetin varlığını tehdit eden olumsuzluklardan
(gayri meşru evlilikler, evlilik dışı dünyaya gelen nesiller. Uyuşturucunun
yaygınlaşması, ferdi ve toplu intiharlar, terör ve şiddet, manevi hayatın korunması,
yalan ve hurafelere dayanan uydurma dinlerin zuhuru gibi) korumasıdır
(Abdulhamit, 1998, s.312).
Bugün her Müslüman tabiatında birbirine zıt gibi görünen ve netice
itibariyle farklı iki şey arasında şaşırıp kalmıştır ve bu iki şeyi ihlasla
birleştirmek arzusundadır. Bunlardan birisi, mümin ve Müslüman olarak
her durumda Allah’ın dinine bağlı kalarak yaşamak, diğeri de çağdaş imkanlardan
yararlanarak evrensel medeniyete iştirak etmektir. Bu oldukça zor
ve karmaşık bir problemdir. Bu problemi halletmek için sathi araştırmalar
ve hamasi sözlerden öteye geçemeyen duygusal yaklaşımlar yeterli değildir.
Geride bıraktığımız iki asır boyunca, İslam aleminde bu problemi çözmek
için sayısız akımlar ortaya çıktı. Kendilerine terakki (ilerleme) ve temeddün
(medenileşme) hareketleri ismini veren bu akımlar bizi, inanç ve tarihi
değerlerine bağlı İslam şahsiyeti ile hayat iksiri olarak gördükleri Batı
medeniyetini birleştirmeye çağırdılar. Ne var ki onların bu çabaları rüzgar
ekmekten öteye geçmedi ve bakanı sevindirecek herhangi bir semere vermedi.
Zıt gibi görünen bu iki hususu cemetmek için; yani İslami kimlik ile
çağın gereklerini birleştirebilmek için öncelikli şart; Müslüman şahsiyette
bulunan çelişkilerle, ihtilal ve bölünme sebeplerini ortadan kaldırmak, kendi
fikir ve düşüncelerinin varlığını başkalarının görüşlerini yok etmekte gören
keskin mezhebi kutuplaşmaları yok etmek için her türlü çaba ve gayreti sarf
etmektir. Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim’in öngördüğü müsamahakar insani tavır
bunların hiç birine itibar etmemiş, Hz. Peygamber de örnek hayatı içinde bu
tavrı bütün yönleriyle göstermiştir (Abdulhamit, 1998, 313).
İslam Ahlâkıyla ahlâklanmanın önünde duran ortak sorun, kişiyi belli bir
biçimin, faaliyetin veya insanlığın belli bir dönemi hakkında çökmüş, sapmış
ya da gerçek bir rönesans karakteriyle yeniden diriliyor şeklinde, İslami
bir bakış açısıyla yargılayabilme kabiliyetini kazandıracak müşahhas, üstün ve değişmez İslami düsturlardan neşet eden bir tahayyülün kaybedilmiş
olmasından doğuyor.
Mutlak olmadan, izafiyet tam olarak anlaşılamaz ve
“değişmezlik” olmaksızın da değişikliğin yönü tayin edilemez. Metafizik
miyoplukları, modern Batı’nın budalalıklarındaki değişmezin tasavvurunu
kaybetmiş bulunuyorlar “körce boyun eğen modernleşmiş Müslümanlar
grubu”, ne eşyanın değişmez hakikatlerini idrak edebilecek entellektüel
tasavvura,
Kur’ânî terminolojiyle eşyanın melekut’una, ne de Peygamberî
geleneğin tesis ettiği düsturda (Sünnet ve Hadis) sebat gösterecek bir inanca
sahiptirler. Eşyanın değişmez prensiplerine ulaşma entelektüel metoda
ait bir şey olduğundan, modernleşmiş grup tarafından sorgulanmaksızın bir
tarafa atıldı ve bundan sonra aynı grup batılılaşma üzerinde yoğunlaştığında
ise, Müslümanlar arasında büyük bir muhalefete sebep oldu. Fakat her
iki durumda da nihai motivasyon aynıdır.
Bir şahsın günümüz İslam toplumunu
ve tabii genelde modern dünyayı yargılayabileceği tek somut İslami
ölçüyü ortadan kaldırmaktır. Bu ölçütü ortadan kaldırma arzusu bilinen
tarihi eleştiri metoduyla Peygamberi Sünnet ve Hadis’in tarih boyunca var
olan önemini Müslümanların gözünde zayıflatma teşebbüsüne dönüştü.
Bu metoda göre herhangi bir şeyin elde kaydının olmayışı, genelde o şeyin
yokluğuna delalet eder. Peygamber Efendimiz (sav)
Müslümanlar için
ferden ve cemaaten onların özel ve toplu hayatlarına dair en mükemmel
düsturu, Kur’an’ın üsve-i hasenesini göstermiştir. Onun Sünnet’ine saygı
duyulduğu ve sıhhatli tutulduğu sürece önümüzde insan davranışlarını muhakeme
edebilmemizi temin edecek ve bizzat İlahi Kitap’la birlikte insan
toplumunun hayatına olduğu gibi, o toplumun üyelerinin iç dini hayatları-
na da temel teşkil edecek tayin-i ilahi bir model var demektir. Hadis literatürünün
bütünlüğüne yapılan saldırının temel sebeplerinden biri, ister
kasten ister şuursuz olarak yapılsın,
Müslümanları muhakeme eden İlahi
takdire sahip ölçüyü ortadan kaldırmak ve böylelikle insanların direncinin
en aza düşmesine, onların şeytani karakterdeki arzularına ve günün geçici
modalarına teslim olmalarına yol açmaktır. Dahası bütün bunlar “İslami
rönesans” adına ya da Batı medeniyetinin en ucuz ürünlerinin kör taklitçisi
olmayı reddeden bir topluluğu çökmüşlükle suçlama yoluyla yapılmış bulunuyor
(Nasr, 1993, ss.78-79).
Gerçek bir İslami rönesans için temel şart böylelikle açığa çıkmış oluyor.
Bu şart, günümüzde Batı’dan ve modernizmi simgeleyen her şeyden
bağımsız olmaktan geçiyor. Batı’nın ve şimdilerde Batı’dan İslam dünyasına
geçmiş bulunan modern medeniyetin ağır baskısı altındaki İslam dünyasının
İSLAM AHLÂKIYLA AHLÂKLANMANIN İMKANI ÜZERİNE
entelektüel hayatına canlılık getirme arzusundaki bir Müslüman lider ise,
modernizmi ve bizzat modern dünyayı derin bir eleştiriden geçirmeksizin,
gerek fikri ve gerekse sosyal alanlarda İslami bir uyanış gerçekleştirebilmeyi
ümit edemez. İslami bir rönesanstan bahsederken modern dünyayı temsil
eden her şeyi hiçbir ayrım yapmaksızın kabullenmek sadece bir kuruntu
veya bir rüyadır. Öyle bir rüya ki, sonu ancak bir kabustur. Bugün özellikle
fikri düzeyde, gerçek hiçbir İslami faaliyet modern dünyaya yönelik
derinden eleştirel bir tavrın yanı sıra bu dünyayla ilgili esaslı bir kavrayış
olmaksızın kendini gösteremez ( Nasr, 1993, ss. 80-81).
İslam dünyasında bir zihniyet dönüşümü yaşanması gerektiğini düşünen
İslam modernistleri, geleneği sert şekilde eleştirmişlerdir. Kur’ân’ın gelenekselcilerin
savunduğu gibi çağımızda uygulanamayacağını, sadece
içerdiği iman ve Ahlâk ilkelerinin bugüne hitap edebileceğini, diğer hükümlerin
ise günün ihtiyaçları ve eğilimleri esas alınarak yeniden düzenlenmesi
gerektiğini söylerler.
Bazılarına göre Kur’ân, bize genel ilkeler bile veremez.
Kendi ihtiyaçlarımıza göre yeni ilkeler ihdas etmemiz gerektiğini; Sünnet’in
bağlayıcı bir kaynak olamayacağını savunurlar. İslam Ahlâkı ile modernizm
uzlaşamaz bir yapıya sahiptir. Modernizm, İslam Ahlâkının önemsiz
gördüğü dünya sevgisini öne çıkarmıştır. Ahlâkı kutsal referansından kopararak
kendi Ahlâkî sistemini oluşturmuştur. Dolayısıyla modernizm özü
gereği, İslam Ahlâkını da hayatın dışında bırakmıştır. İslam Ahlâkı, Kur’ân
ve Sünnet merkezli bir yapı üzerine inşa edilmişken modernizm Kur’ân ve
Sünnet’in çağın gereklerine göre yeniden yorumlanmasıyla ilgilenir. Modernizm,
geleneğin yaklaşımlarını indirgemeci bir bakış açısıyla reddederek
kendi düşünce dünyasını oluşturmuştur.
Gelenekle modernizmin çatışması
sebebiyle İslam Ahlâkının da önemli olduğu gerçeği unutulmuştur. Modernistler
kendilerini peşinen ileri kabul ettiğinden, kendisi dışındakileri
“geri ve geleneksel” olarak nitelendirmiştir. Geçmiş ve gelecekleri farklı
olduğu halde modernistler kendilerini gelenekselcilerle “ilerleme” açısından
kıyaslamıştır.
Dolayısıyla ahlâki değerlerin tümünde geriye gidilmiştir.
Modernizmin subjektif bir değerlendirmesi olan Ahlâkî zafiyetin “ilerilik”
olduğu görüşü yaygınlık kazanmış, İslamî geleneğe karşı olma “ilerleme”
olarak nitelendirilmiştir.
Modernizm, bu açıdan irfandan doğmayan, kendi
fikir dünyamızdan oluşmayan fikirleri içermektedir.
Modernist düşünce dünyası tamamen aklı esas alarak çıkarımlarda bulunur.
Kalp ile elde edilen bilginin güvenilmez olduğunu düşünür.
Gelenekçilerin
aklı kullanmadıkları için sadece kalple ilerleyemeyeceklerini bu yüzden de
kendi yollarının doğru olduğunu savunur.
Ancak bilinmelidir ki, akıl ve kalp
birlikte bir bütünü oluşturur.
Modernistlerin iddia ettiği gibi akıldan yoksun
bir gelenek anlayışı da hakikati bulamaz.
Hakikat arayışında hem akla hem de
kalbe ihtiyaç vardır.
Akıl ve kalp birlikte hakikat yolunu bulup İslam Ahlâkını
ikame edebilir.
Dikkat edilecek olursa gelenek ve modernizmi tartışmaktan
İslam Ahlâkına alan bırakılmamaktadır.
Oysa ki, İslam’ın yarısı iman ve ibadetlerden
yarısı da Ahlâkî düşünce ve davranıştan müteşekkildir.
SONUÇ
Çalışmada İslam Ahlâkıyla ahlâklanmanın önündeki bir takım bakış
açılarının etkisi üzerinde durulmuştur. Bu doğrultuda aşağıdaki neticeler
elde edilmiştir.
1. İslam Ahlâkının İslamî bakış açısıyla ilgili olduğu gerçeği kabul
edilmeli; bu kabul üzerinden bir adlandırma yapılmalıdır. Ahlâk meselesine
davranışsal açıdan değil zihinsel açıdan bakılması gerekmektedir.
2. İslam Ahlâkıyla ahlâklanmak için ölmüş kalplerin, diriltilmesi ve bu dirilen
kalplerle hayatımız O’nun (cc) razı olacağı şekle dönüştürülmelidir. Bu
hal içinde insanın aklı, kalbin yardımcısı olarak önemlidir. Eğer akıl insafla
hareket eder, imanının gereğini yapıp kalbi uyandırırsa kalp canlanır. Nihayette
kalp görmeye başlarsa Ahlâklı davranması da o ölçüde kolaylaşacaktır.
Kalbi canlandırmadan bir Ahlâkî anlayış oluşturmak mümkün değildir.
Ahlâklı olduğunu iddia etse bile gerçekten devamlılık ve ihlastan söz edilemez.
3. İnsan artık anlam arayışına girmiş, kaybettiği değerleri yeniden elde
etme çabası başlamıştır.
4. İslam Ahlâkıyla ahlâklanmanın önünde duran temel problem, İslam’dan
ve Ahlâkî sisteminden bağımsız kendi nefsimizin istekleri doğrultusunda
yaşama isteğidir.
5. Gerçek bir İslami Ahlâk, modernizmi simgeleyen her şeyden bağımsız
olmaktan geçmektedir.
6. Gelenek ve modernizm tartışmalarının yoğunluğu İslam Ahlâkının
konuşulmasını ve temellendirilmesini geri plana itmiştir.
7. İslam Ahlâkı, Kur’ân ve Sünnet’in akıl ve kalp ile dengeli şekilde izlenmesi
sonucu gerçekleşecektir.
60
İSLAM AHLÂKIYLA AHLÂKLANMANIN İMKANI ÜZERİNE
Kaynakça
Abdulhamit, İ. (1998). “Çağımızın Verileri Işığında Tarikatlar ve Mezhepler”, Çev. Mehmet
Görmez, Türk Dünyasının Dini Meseleleri Bildirileri. Ankara.
Adams, C. (1997). Fazlur Rahman ve Klasik Modernizm. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları.
Albayrak, İ. (2004). Klasik Modernizmde Kur’an’a Yaklaşımlar. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Akşit, B. (1997). İslam, Çağdaşlık ve Eğitim. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür
İşleri Daire Başkanlığı Yayınları.
Cevizci, A. (2005). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Danner, V. (1995). Kutsalın Peşinde, Çev. Süleyman Erol Gündüz. İstanbul: İnsan Yayınları.
Frager, R. (2011). Kalp, Nefs ve Ruh. İstanbul: Sufi Yayınları.
Gazali, M. (tsz). İhyâu Ulûmi’d-Dîn. Mısır.
Gazâlî, M. (1969). İslam Ahlâkı. Çev. Akif Nuri Karcıoğlu, İstanbul: Sinan Yayınevi.
Güler, İ. (2011). “Çağımızın En Büyük Felaketi: Tanrı Tutulması veya Kalbin Körelmesi”, Kelam
Araştırmaları Dergisi, Ankara.
Isfahânî, R. (1992). el-Müfredât, Beyrut.
İbn Manzûr (1990). Lisânu’l-Arab. Beyrut: Dâru Sadr.
Kâşânî, A. (1992). Istılahâtu’s-Sûfiyye. Kahire.
Kabaklı, A. (2008). Tasavvuf, Tarikat, Edebiyat. İstanbul: Türk Edebiyatı Yayınları.
Kılavuz, A. (2002). “Ergenlerde Özdeşleşme ve Din Eğitimi”, Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi.
Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Kılıç, R. (2012). Ahlâk’ın Dini Temeli. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Kuşeyri, A. ( 1993). Risâletü’l-Kuşeyriyye, tah. Maruf Zerrîk-Abdulhamid Baltacı. Beyrut.
Küçük, H. (1980). İslâm ve Batı Felsefelerinde Sistematik Problemler. İstanbul: Dersaadet
Yayınları.
Lapidus, İ. (1996). Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, Çev.Sefa Üstün. İstanbul: İfav
Yayınları.
Nasr, H. (2013) Bilgi ve Kutsal. Çev. Yusuf Yazar. İstanbul: İz Yayınları.
Nasr, H. (1993). “Çağımızda İslami Çerçevede Çöküş, Sapma ve Rönesans”. İslamî Sosyal
Bilimler Dergisi, İstanbul.
Northboume, L. (1995). Modern Dünyada Din. Çev. Şehabeddin Yalçın. İstanbul: İnsan Yayınları.
Schwnacher, E. (1990). Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, Çev. Mustafa Özel. İstanbul: İz Yayınları.
Uyanık, M. (1999). “Epistemolojik Bir Dirilişe Doğru: Kalbin Anlaması” Dini Araştırmalar Dergisi.
Yılmaz, H. (2005). “Gelenek, Gelenekçilik ve Gelenekselcilik”, Muhafazakar Düşünce Dergisi.