30 Mart 2018

Hanefi Mezhebi (5) – Kuruluşu ve Yayılması


Hanefi Mezhebi (5) – Kuruluşu ve Yayılması


Ebu Hanife, ilim, ticaret, hacc gibi farklı sebeplerle farklı şehirlere seyahatler yapmıştır, ancak ikamet ettiği, meskun bulunduğu esas muhit Kufe idi ve Kufe de ilmin nevileri ve olgunluk buudundan yüksek ve farklı alanlarda fikir üretmeye müsait bir ortam idi. İçtimai imkânlar ve fikri düzlemde etki gücüne malik içtimai olgu ve vakalar, iktisadi imkân ve şartlar, hamule ve çizgide tefekkür ve ilim gibi zamana ve mekâna bağlı faktörler, Ebu Hanife’nin ilminde etkili olmuştur.

VII.

Hanefi Mezhebi’nin Kuruluşu ve Yayılması

Hanefi Mezhebi’nin teşekkülünü, inkişafını, coğrafi durum ve görünümünü, yayılışı ve nüfuzunu inceleyeceğimiz bu bölümde, çoğunlukla herhangi bir aşamanın sebebinin başka bir aşamanın da sebebi olduğunu göreceğiz. Yani iç içe bir ilişki, irtibat ve bağlantı örgüsünün, kümesinin varlığından söz etmemiz gerekecek. Sahabeden gelen içtihad geleneğinin, birtakım fakihlerin elinde yeri belli normların aralarından sızan ilmi ferasetle tekevvün etmiş paradigmasına, sağlam ve ipekten dokunmuş ilmi bir mektebin örgüselleşmesine değineceğiz. Önce Hanefi Mezhebi’nin teşekkülüne değineceğiz, sonra nüfuzuna, yayılışına doğru geçeceğiz.

Dönem Hz. Ömer’in halifeliği dönemi… Hz. Ömer, Halid b. Velid’in komutanlığında Kufe’nin fethedilmesinden sonra, Abdullah b. Mesud’u Kufe’ye atamıştır. Abdullah b. Mesud’la beraber Hz. Ali de Kufe’ye yerleşir, Abdullah b. Mesud ve Hz. Ali’nin haricinde yüksek sayıda sahabe de Kufe’ye gelip yerleşmiştir. Kufe, Hz. Ömer zamanından itibaren yüksek derecede ilim merkezi hüviyetini  kazanmaya başladı. Bu dönem ve terettüp eden zamanlarda, Kufe’ye gelen sahabelerin sayesinde başlayan ilmi hareketlilik, çeşitli vesilelerle, ilim halkaları vasıtasıyla, nesiller boyunca devamlılığını sürdürdü ve Ehl-i Rey Fıkhı, Irak bölgesinde tekevvün etti. Sahabeden başlayarak Kufe’deki ilmi hareketlilik açısından, zaman içinde mevzu ve meselelerde içtihadi nazarın işleyen akli mekanizmaları, rey umdesi, istinbat yollarının belirginleşmesi ve bölgedeki nesiller arası devamlılık mühim işaret taşları arasında sayılabilir. Tabiin imamlarından ve aynı zamanda Ebu Hanife’nin hocası Hammad b. Ebu Süleyman’ın hocası olan İbrahim en-Nehai’den itibaren Kufe’deki fıkhi çizgi, “Irak Fıkhı” olarak anılmaya başlar ve İbrahim en-Nehai de Irak Fıkhı’nın en büyük yoğurucularından biri olarak karşımıza çıkar.

Bu fıkıh mektebinin “Irak Fıkhı” olarak anılmasına dair iki önemli sebep zikredebiliriz ki, “Irak Fıkhı” ile “Hicaz Fıkhı” adeta birbirlerine alternatif gibi karşılıklı bulunuyorlardı ve “Irak Fıkhı”nın, tedvin edilmemiş olmasına rağmen kendine özgün bir usulü mevcut idi. Tarihi terettüp itibariyle, Irak’ın bu rey fıkhında etki unsuruna malik olarak sahabeden Abdullah b. Mesud, Hz. Ali ve Hz. Ömer’in isimleri öne çıkarılır. Zaten Ebu Hanife’ye ilmi kimden aldığı sorulduğunda, talebeleri vasıtasıyla ilim aldığı fertlerin isimlerini zikretmiştir. İsimlerini zikrettiği dört kişiden üçü Abdullah b. Mesud, Hz. Ali ve Hz. Ömer’dir. Bu manada Ebu Hanife’nin ismine nispetle anılan Hanefi Mezhebi, işte Irak’taki (İbrahim en-Nehai’den itibaren “Irak Fıkhı” olarak anılan) bu rey fıkhının bir devamıdır. Ebu Hanife’den önce Irak Fıkhı/Ehl-i Rey, Hicaz Fıkhı’nın karşısında bir pozisyonda bulunuyordu. Buradan mülhem Abdullah b. Mesud, Alkame, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebu Süleyman, Ebu Hanife silsilesi, Ebu Hanife’nin usul ve usul etrafında diğer konulardaki çalışmaları ile devam etmiştir.

Yukarıda kısmi olarak değindiğimiz şu noktayı mühim bir işaret taşı olarak belirlememiz gerekir: Ebu Hanife’den önceki zamanlarda teşekkül etmiş olan, Hicaz bölgesindeki Ehl-i Hadis mektebi alimlerinin, Ehl-i Rey alimlerine muhalefetleri ve Ehl-i Rey ile Ehl-i Hadis alimlerinin fıkıh merkezli ihtilafları, bir yandan  Ehl-i Rey’in mektep  haline gelmesini hızlandırmıştır. Kufe’de Ebu Hanife’nin önünde olgunlaşmış fıkhi hamule ve Ebu Hanife’nin elinde yoğurulup örgüleşmiş olan bu fıkıh çizgisine müsait görünüm arz eden İslam hukuku, beşeri çalışmaya müsait bir durum ortaya çıkardı.

Esasında Kufe bölgesindeki fakihlerin fıkıh telakkilerinde önem arz eden Müslümanların karşılaştıkları vakalar, çözüm bekleyen mevzu ve meseleler, Kur’an ve Sünnet hudutları içerisinde Ehl-i Hadis’e göre içtihadi renklilik arz eden tutum ve bu tutumda reyin ağırlığı dikkat çeken bir olgu idi. Tabii Ehl-i Hadis’e göre Ehl-i Rey’i farklı kılan bir hususiyet olarak, farazi meseleler hakkında da görüş beyan edildiğini belirtmek gerekir.

Kufe’nin fıkhında reyin varlığı, sonradan Ebu Hanife ve talebelerinin elinde örgüleşip vücut bulan fıkıh mezhebinin temelini teşkil eder. Bu manada zikretmemiz, mevzumuz için işaret taşı olması bakımından belirtmemiz gerektir ki, Ehl-i Rey için İbrahim en-Nehai[1], Ebu Hanife gibi fıkhi olgunluk buudundan mühim bir şahsiyettir.

Buraya kadar değindiklerimizden, Hanefi Mezhebi’ne giden yola dair şu bir kaç noktayı hem özet (ihtisar) veçhesinden hem de meselemiz için mühim olan birkaç nokta açısından şöyle sıralayabiliriz ki, bu noktalar Ebu Hanife’ye kadar olan Irak Ehl-i Rey Fıkhı’nın birkaç husuiyetine dairdir;

– Fıkıhta, ferdi reyin ciddi bir biçimde görünümü

– İktisadi, içtimai açıdan devlet, toplum ve ferdi etkileyen amillerin hareketli, yoğun bir biçimde mevcut oluşu

– Umumi ilmi müktesebatın mevcudiyeti

– Karşılaşılan vakaların, çözüm bekleyen meselelerin halli ve daha da mühimi meselelerin halledilmesini sağlayan ilmi vukufiyetin mevcudiyeti

– Ciddi, karizmatik, vurucu ve etkili bir hoca-talebe ilişkisi

Burada şöylece belirtmemiz gerekir ki, Ebu Hanife, hocası Hammad b. Ebu Süleyman’ın vefatından sonra ders arkadaşlarının isteği üzerine ders halkasının başına geçerken, öne sürdüğü şartta en az on kişinin on yıl boyunca derse devam etmesini istemişti. Ebu Hanife’nin akademik bir çalışmanın peşinde olduğubu, başka bir ifadeyle mektepleşmenin derdini taşıdığını görüyoruz burada. Daha sonraları ders halkasının içinde de hususi bir zümrenin tekevvün etmesi, fıkhi meseleleri istişare ile sonuca bağlayıp kayda geçirmeleri ve Ebu Hanife’nin umumi manada fıkıh tedvinine yönelik cehd etmesi, fıkıhta babları ve sıralamayı tertip etmesi de hep bunu gösterir.[2] Ebu Hanife’ye nispet edilen fıkıh mezhebinin teşekkülü ve bu mezhebin hususi olarak yayılması, gerek talebelerinin Kadılık yapmaları gibi lokal, gerekse fıkıh tedvini gibi hem kendi dönemi hem de sonraki dönemler için umumi etkisi olan olgular üzerinden okunabilir. Onun, aynı zamanda farklı mezheplerin de el attığı bir usule sahip olduğu unutulmamalıdır.

Bu manada Hanefi Mezhebi’nin teşekkül ve yayılış buudundan birbiri ile paralel fakat biri diğerinin aynısı olmayan vakalar üzerinden devam edip, mezcolmuş bir tablo ortaya koymaya cehd edelim…

Fazlı Arabacı, Hanefiliğin Oluşumunda Coğrafi Etkenler başlıklı bir sunumunda mühim bir noktaya dikkate çekerek şöyle diyor:

“Hanefiliğin oluşumunda etkin olan ulemayı, içinde yaşadığı ve bulunduğu mekânsal, toplumsal ve kültürel çevreden bağımsız olarak düşünmemiz mümkün değildir. Çünkü insanların yaşamış oldukları doğal, teknolojik (üretilen) ve toplumsal çevrenin onlar üzerinde yaptığı etki, hiçbir zaman yadsınamaz. Her toplum biyolojik miras, kültür, grup tecrübesi, fertlerin kendine özgü tecrübeleri ve özellikle de kültürün ve şahsiyetin içinde geliştikleri, sınırları belirleyen fiziki-tabii çevreye bağlı olarak terbiye, taklit ve telkin süreçleri ile kendi kültürel taleplerine, kendi doğru ve yanlış standartlarına, örflerine, müesseselerine ve kıymet hükümlerine uygun düşen davranışları benimsetmek suretiyle ilgi ve davranışlarını belirli tarzda geliştirdiği bir şahsiyet tipi yaratır. O halde kültür, şahsiyet tipini şekillendirici bir karakter taşımaktadır. Bundan ötürü kültür muhitleri değiştikçe, inanç ve tutumlarda ve şashiyet tipinde de değişikliklerin mevcudiyeti göze çarpar.

Hanefiliğin oluşumunda etkin olan her âlimin içinde yaşadığı toplum ve kültürü incelemek, ayrıntılı ve üzerinde ayrıca çalışılması gereken bir konudur. Bununla birlikte Hanefiliği temsilen Ebu Hanife’yi dikkate aldığımızda, onun birey olarak Kufe ve Bağdat’ta yaşadığını biliyoruz. Kufe ve Bağdat, âlimlerin, fakihlerin, ediplerin, filozofların, şairlerin ve dilcilerin bol olduğu ve çeşitli ilimlerin merkezleri durumunda olan yerlerdendir. Bunlardan Ebu Hanife’nin sosyalleşme sürecinde ve olayları değerlendirmesinde belirli bir bakış açısını kazandıran Kufe’yi dikkate aldığımızda, buranın, o zamanlar Irak’ın büyük şehirlerinden biri olduğu ve çeşitli milletleri, kavimleri, cemaatleri barındırdığı müşahede edilmektedir. Ayrıca buranın eski medeniyetlerin yatağı durumunda olması, Süryanilerin buralarda yaşayıp mektepler kurması, Yunan ve İran hikmetlerinin okutulması söz konusudur. İslam’dan önce farklı inançlara sahip olanlar burada birbirleriyle mücadele ettikleri gibi, İslam’dan sonra da çeşitli dinler ve onlara ait mezheplerin birbirleriyle mücadele içinde oldukları anlaşılmaktadır. Ebu Hanife’nin dünyaya gözlerini açtığı böyle bir muhitin siyasal, sosyal, ekonomik, demografik ve kültürel durumlarından bağımsız olduğu düşünülemez.

Tarihi verilere bakıldığında, Ebu Hanife’nin zengin bir tüccar aileye mensup olduğu anlaşılmaktadır. Ebu Hanife bir yandan baba mesleğini öğrenip, dönemin ekonomik hayatını, getiri ve götürülerini, ticari hayatta olup bitenleri, bu çerçevede oluşan sosyal hayatın farklı yönlerini tanımaya, anlamaya çalışırken, biyolojik olarak tevarüs ettiği zekâyı ilmi alanlarda da değerlendirmeyi bilmiş, içinde yaşadığı toplumun hayatını şu ya da bu şekilde etkileyen dini, felsefi görüşlerle ilgilenmiş, önceleri kelâm ilmine yönelmişken (ki bize göre bu ilmin kendisine münazara ve cedel açısından olduğu gibi, olayları anlama, algılama ve fıtri mantığı kullanma açısından da önemli bir tecrübe kazandırdğı muhakkaktır), daha sonraları fıkha yönelmiştir. Onun hacc vesilesiyle Mekke ve Medine’ye yapmış olduğu seyahatlerde karşılaşmış olduğu ulema ile yapmış olduğu müzakerelerin, İslam fırkalarının merkezi durumunda olan Basra’ya giderek dini fırkaların önde gelenleriyle yapmış olduğu münazaraların, ilmi kariyeri ve şahsiyetinin gelişmesinde önemli bir yeri olmalıdır.

Günümüz bilgi sosyolojisinin verileri göz önüne alındığında, bilginin oluşmasında toplum içinde bulunan ya da oluş(turl)an bilgi cemaat(ler)inin rolü oldukça önemli görünmektedir. Öyle ki, bilgi (epistemic) cemaati, bilginin olmazsa olmaz şartlarından biri durumunda olup, o varlık kazanamadığı müddetçe bilginin olamayacağı öne sürülmektedir. Hanefiliğin oluşumuna temel hazırlayan ilim erbabını dikkate aldığımzda, Kufe’de Ebu Hanife’nin istifade ettiği bir ulema grubundan söz edilebilir ki, bunlar (Alkame b. Kays, Esved b. Yezid, Mesruk b. el-Ecda, İbrahim en-Nehai, Amil b. Şerahil eş-Şa’bi) coğrafi köken olarak Yemelidirler. Yemen, Resulullah’a, Kur’an ve Sünnet’te bulamadığı bir mesele hakkında aklıyla içtihad edeceğini söyleyen Muaz b. Cebel’in aydınlattığı bir yerdir. Söz konusu üstatların Yemen kökenli olması, Hanefiliğin oluşumunun entelektüel kökenleri açısından dikkate değer görünmektedir.

Gerçekten hangi tür olursa olsun tarih boyunca bilginin oluşması, üretilmesi ve geliştirilmesinde belirli bir ulema grubunun varlığı söz konusu olmuştur. Bununla birlikte toplumun belirleyiciliği, sosyal baskılar, üretilen bilginin benimsenip benimsenmemesi konusundaki etkinliği, hiçbir zaman yadsınamaz. Bu durum bilgiyi oluşturan kişilerin toplumdan bağımsız olmamalarının yanında, farklı toplumlarda farklı bilgi sistemlerinin oluşmasının varlığını da ortaya koyar. Böylece toplumlar, (konumuz bağlamında Medine ve Kufe ehli), “bilgi” dokularındaki farklılaşma derecelerine göre değişmektedirler. Bunların bilgi dokularını farklılaştıran şey, konumuz bağlamında her belde ulemasının, kendilerine ulaşan hadislerle hüküm vermelerinden ve aynı zamanda farklı yerlerde farklı problemlerin ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Medine ve Kufe ehlini oluşturan ulema grubunu dikkate aldığımızda, Medine’dekiler daha çok Hz. Peygamber ve ashabın sünneti çerçevesinde taklide dayalı bir hayat yaşadıklarından, olayları da bu çerçevede değerlendiriyorlardı. Bu durum aynı zamanda toplumun birbirini sosyo-psikolojik kontrol altında tuttuğunu göstermektedir. Haliyle böyle bir ortamda değişimin olması zor olacağından, yeni bir problemin veya hayat tarzı belirmesinin zorluğundan dolayı reyin ortaya çıkmasının önü kesilmiştir. Medine gibi sadece Kur’an’ı ve hadisleri dikkate alarak hayatı yorumlama ve yaşama durumunda olmayan başka dini ve felsefi grupların, cemaatlerin, tüccarların ve kurulan panayırlara dışarıdan gelen etkileşimlerin yanında İslam’da yeni ortaya çıkan kelami, felsefi, siyasi oluşumların şekillendirdiği Kufe’nin sosyal hayatının gerekleri, sorunları, oluşturulan fıkhi bilgi örgüsünde Kur’an ve nakledilen hadislerin dışında (toplumsal/örfi) bir referansa dayanmayı gerekli kılmıştır.

Şu halde Hanefiliğin teorisyeni durumunda olan Ebu Hanife’nin (burada ele alamadığımız diğer arkadaşlarının) yaşamış olduğu çevrenin, bilgi dokusu bakımından dış etkenlere, değişimlere, değişimin oluşturduğu sosyal olayların etkilerini bünyesinde barındıran bir özelliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Oysa Medine’de yaşanan hayat, sahabenin Hz. Peygamber’den öğrendiği ve birbirinden gördüğü veya birbirini taklit ederek oluşturduğu bir düzeni içeriyordu.  Bu bağlamda “Sahabe ya da Medine sünneti” bile oluşmuştu. Bu nedenle Medine’nin dışında farklı etkileşimlerin ortaya koyduğu sosyal ve kültürel hayatın problemlerine yönelik çözüm arayışları, Kur’an’da ve hadislerde bulunmayınca, “mükevven aklın” çerçevesinde olmuştur. Bu akıl, Kur’an ve hadise ayrkırı bir akıl olmayıp, onun ışığında oluşan külttüre dayalı bir akıldır.”[3]

Ebu Hanife, ilim, ticaret, hacc gibi farklı sebeplerle farklı şehirlere seyahatler yapmıştır, ancak ikamet ettiği, meskun bulunduğu esas muhit Kufe idi ve Kufe de ilmin nevileri ve olgunluk buudundan yüksek ve farklı alanlarda fikir üretmeye müsait bir ortam idi. İçtimai imkânlar ve fikri düzlemde etki gücüne malik içtimai olgu ve vakalar, iktisadi imkân ve şartlar, hamule ve çizgide tefekkür ve ilim gibi zamana ve mekâna bağlı faktörler, Ebu Hanife’nin ilminde etkili olmuştur. Kurucu iradeden neşet edip, mektepleşmeye etki emiş olması da malum…

Hanefi Mezhebi’nin temelleri, norm ve paradigmal buuddan Şafii, Maliki, Hanbeli mezheplerine göre daha erken bir zaman diliminde atılmış, öte yandan kelâmi, itikadi diğer mezhep ve fırkaların teşekkülüne göre de erken-yakın bir dönemde teşekkül etmiştir.

Nakli ötelemeyen, zaman ve mekânı da olgun bir şekilde yakalayan içtihadi telakki, Hanefiyye’nin önünü açan en temel ve basit noktalardan biridir.

Ebu Hanife’nin talebelerinin resmi vazifeleri, hayatın içinde reyle yol bulma telakkisini güçlendirmiş ve bu da Hanefiyye’nin önünü açmıştır.

Hanefi Mezhebi ile mukayyet Kadıların farklı coğrafyalara dağılmaları gibi durumlarda, Hanefi Mezhebi/Fıkhı veçhesinden, farklı/yeni coğrafyalara yayıldıkça farklı/yeni meseleler ile karşılaşılmış ve bu durumlarda farklı/yeni içtihadlar, reyler, yorumlar yapılmış ve bu farklı/yeni içtihadlar, reyler, yorumlar, Hanefi Mezhebi/Fıkhı içerisine dâhil olmuştur. Ebu Hanife’nin duruşundan membaını alan Hanefi Mezhebi’nin/Fıkhı’nın rey, kıyas, istihsan, içtihad ilh. tatbikleri/tecrübeleri/usule dair verileri/nosyonları karşısında ise zaten bu fakihlerin yayıldıkları farklı/yeni coğrafyalarda farklı/yeni meselelere ilişkin farklı/yeni yaklaşımlar söz konusu olmuştur.

İstihsanın, ameli-tatbiki açıdan Ebu Hanife’nin fıkhının ve hususiyetle fıkıh telakkisinin yayılmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu, ferdi reyi öne çıkaran Ebu Hanife’nin fıkhının ve fıkıh telakkisinin yayılmasında etkili olmuştur. Burası çözüm bulma, çözüm üretme kabilinden mühimdir. Herhangi bir meseleyi, herhangi bir yolla fıkıh meclisi ile çözüme kavuşturamadıkları noktada Ebu Hanife “istihsan yapıyorum” dediğinde itiraz görmemesi bu yüzdendir. Ebu Hanife’nin “istihsan yapıyorum” demesi, bu duruma itiraz görmemesi, mevcut meseleye bu şekilde çözüm üretmesi, üzerinde derin tefekkür edilmesi gerken bir konudur. Bu şekilde buradan sonuç çıkararak, Ebu Hanife’nin, fıkhının ve fıkıh telakkisinin yayılması konusunu anlamlandırmak gerekiyor. Bu minval üzere, İmam Şafii’ye nispet edilen “İstihsan yapan yeni bir din üretmiştir” ve (er-Risale’sinde geçen) “İstihsan, ancak zevke göre fetva vermektir, keyfiliktir”[4], “Haberleri (nassları) bilen ve onlara kıyas yapmaya aklı eren kimse istihsana gore fetva vermez”[5] sözleri, peşinen ve meselenin hususiyetine binaen ayrıca başlı başına irdelenmelidir.

Buradan yayılış ve nüfuz ile ilgili diyalektik ve coğrafi bağlamda Hanefi Mezhebi’ne değinecek olursak:

Prof. Dr. Mevlüt Uyanık’ın, Sivil İtaatsizlik Eylemleri ve Dini Değerler isimli eserinin sonunda sadeleştirerek zeyl olarak sunduğu, Hacı Şerif Ahmed Reşit Paşa’ya ait olan, İmam-ı Azam’ın Siyasi Terceme-i Hali isimli risalenin Hanefi Fıkhının İnsanlara Daha Kolay Gelmesi başlıklı 15. Maddesinde şöyle geçer:

“Hanefi Fıkhı, müçtehidlerin aralarında fikir ve görüşlerini birbirlerine nakletmelerinin, müzakere etmelerinin, bir mesele hakkında konuşmalarının makul ve meşru bir sonucu olduğundan dolayı, hükümleri insanlara daha uygun gelmektedir. Hazret-i İmam’ın hayattayken insanların çoğunluğu onun fetvalarıyla hareket etmiş, İbn Ebi Leyla, Evzai, Sûfyan-ı Sevri ve benzeri müçtehidlerin takipçileri kalmamış, Hanbeliler azalmaya başlamış, Malikiler dahi azalmış olduğundan, bugün İslam âleminde birinci derecede Hazret-i İmam’ın, ikinci derecede ise İmam Şafii’nin mezheplerinin hükümleri yürürlüktedir.

Hazret-i İmam-ı Azam, hürriyetperverlerin (ahrar) dahi son imamıdır, içtihadlarını hürriyet esası üzerine kurmuş ve hiçbir meselede görüşlerine bir sınırlama ve şart koşmamıştır.”[6]

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra ise şöyle der:

“Hanefiyye Mezhebi, Kufe’de doğdu. Ebu Hanife’nin ders halkasında teessüs etti. Sonra vefatı üzerine ulema onu Bağdat’ta öğrenip öğretmeye devam ettiler. Bundan sonra mezhebi İslam diyarının birçok taraflarına yayıldı. Irak, Suriye, Mısır, Anadolu, Maveraünnehir, Hanefiyye Mezhebi’ni kabul etti. Sonra bu hudutları da aşmıştır, Hind ve Çin Müslümanları, ibadetlerinde ve aile nizamlarında Hanefiyye Mezhebi’ne uymaktadırlar.”[7]

Yine Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra der ki:

“Halifelerin, Kadılarını Hanefiyye müçtehidlerinden seçmeleri sebebiyle, başlangıçta Hanefiyye Mezhebi kuvvetini yalnız resmi makamlardan alan bir mezhep değildi. Hanefiyye uleması canlı bir ilim hareketi gösteriyordu. Mezhebin neşri için çalışıyorlardı. Diğer mezhep uleması ile aralarında münazaralar cereyan ederdi. Ebu Hanife’nin açtığı metin ve makul yolda yürüdüler. Mezhebi halka sevdirdiler. Kendi diyarlarındaki ulemaya göre kah kuvvetli, kah zayıf olan bu ilim hareketi sayesindedir ki, Hanefiyye Mezhebi, devletin ona yardımı azaldıktan sorna da hep aynı kuvvette devam etti, ulemanın bu canlı hareketi sayesinde bir çok ülkelere yayıldı. Ulemanın canlı faaliyet gösteremedikleri yerlerde mezhep kuvvetlenemedi.”[8]

Kısa bir şekilde bazı tarihi değişimleri zikrederek, bölge bölge değinirsek:

Züfer b. Hüzeyl, Basra’da Hanefi Mezhebi’nin tahkim edilmesinde etkili olmuştur.

Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Rakka, Rey, Horasan bölgelerinde Hanefi Mezhebi’nin tatbik sahasında da yürürlüğe girmesi hususunda etikili olmuş, bu bölgelerde Hanefi Mezhebi’ni işlemiş ve işletmiştir.

Esed b. El-Beceli, Vasıt ve Bağdat’ta Hanefi Mezhebi’nin gün yüzüne çıkmasında etkili olmuş bir isimdir.

Hasan b. Ziyad, Kasım b. Ma’n, Kufe’de Hanefi Mezhebi’nin ilmi disiplini buudundan etkili olmuşlardır.

İsmail b.Hammad, Basra, Bağdat ve Rakka’da Hanefi Mezhebi’nin inkişafında etkili olmuşlardır.

Ömer b. Meymun ve Ebu Muti el-Belhi, Belh’te Hanefi Mezhebi’nin ilmi dirayeti hususunda etkili olmuşlardır.

Nuh b. Meryem, Merv bölgesinde Hanefi Mezhebi’nin fıkhını-hukukunu ön planda tutmuştur.

Yaya b. Zekeriyya, Medain bölgesinde Hanefi Mezhebi’ni göstermiştir.

Hafs b. Gıyas ise, Bağdat ve Kufe’de Hanefi Mezhebi’nin tahkimi hususunda mühim bir isimdir.

Bu isimlerin hepsi, Ebu Hanife’nin talebesidirler. Diğer coğrafyalardan devam edecek olursak:

Ebu Hanife ve İmam Malik’in arkadaşlarından ders okuyan Esed b. Furad, Ehl-i Rey’e meyyaldi ve Hanefi Mezhebi’nin Mağrib, Tunus, Cezayir’de tanınması bu isim sayesinde mümkün oldu. Esed b. Furad’ın girişimleriyle Hanefi Mezhebi, Endülüs’de de vücut bulmuştu. Lakin H. 400 senesinden sonra Hanefi Mezhebi, Endülüs’de giderek yok olmaya başladı.

Irak, Suriye, Rumeli, Balkanlar, Çin Müslümanlarının ekseriyeti, Hindistan ve Pakistan, Ebu Hanife’nin ilk nesil talebelerinin yetiştirdiği talebeler vasıtasıyla Hanefi Mezhebi’nin benimsediler. Hanefiyye, Horasan, Maveraünnehir taraflarına da taşınmış oldu.

Abbasilerde, Mehdi döneminde, bir süre Mısır Kadılığı yapan İsmail b. Elyesa zamanında Mısır’da Hanefi Mezhebi zuhur etmeye başladı. Ancak Hanefi Mezhebi, Mısır’da halk arasında pek yayılamadı. Şafii ve Maliki mezhepleri, Mısır’da halk arasında daha çok kabul gördü. Mısır’da Abbasiler güçlü iken, Hanefi Mezhebi de güçlü idi. Halk arasında yaygın olamadığından olsa gerek, Hanefi Kadıların yanında Şafii ve Maliki Kadılar bulunuyore, böylece Kadılık makamı ortaklaşa bir görünüm arz ediyordu. Abbasilerde Kadılardan dolayı Hanefi Mezhebi resmi bir konum almıştır. Sonraki dönemlerde Mısır, Şii Fatımilerin hâkimiyetine girince, Hanefi Mezhebi’ne müsamaha gösterilmedi, mezhep adeta yalnızlaştırıldı. Osmanlı döneminde Mısır’da Hanefi Mezhebi tekrar resmi mezhep oldu, fıkıh muhitlerinde Hanefi Mezhebi tahsil edildi.

Hanefi Mezhebi, Suriye’de Selçuklulardan önce de mevcut olmasına karşın, Selçuklular zamanında Hanefi Kadıların tayini, büyük camiilere Hanefi imamların atanması, Hanefi Fıkhı’nın tahsil edildiği medreselerin açılması, Selçuklular döneminde Hanefi Mezhebi’ni daha görünür kılmıştır. Suriye’de Hanefi Mezhebi’nin inkişafı hususunda Zengi Hükümdarı Nureddin Zengi’nin ismini de zikretmek gerekir. Zira Hanefi Mezhebi’ne mensup Nureddin Zengi, Şam’a girdiği zaman, iki Hanbeli, üç Şafii ve dört de Hanefi medresesi mevcut iken, Hanefi medreselerinin sayılarını çoğaltmış ve Şark illerine Hanefi Mezhebi’ne mensup imamlar atamıştır. Terettüp olarak nazar edersek, sonraki zamanlarda Selahaddin Eyyubi, Mısır’ın en mühim şehirlerinden biri olan Kahire’de Hanefi Fıkhı’nın tahsil edildiği medreseler açmıştır. Suriye ve Mısır’da, Eyyubiler zamanında, H. 6. Yüzyıldan itibaren Hanefi Mezhebi ikinci mezhep konumuna düştü. Şafiilerin ve Malikilerin Kadılık, tahsil ve adli işlerle ilgili alanlarda bulunmaları buna sebep olarak gösterilebilir. Elde var olan kayıtlara gore, Memlük Sultanı Baybars döneminde Kahire ve Şam’da Şafii, Maliki, Hanbeli, Hanefi mezheplerinden olmak üzere Kadı’l-Kudat makamında dört kişinin olduğu bilinmektedir.

Belirtmek gerektir ki, Selçuklu ve Osmanlı devletleri, Hanefi Mezhebi’nin yayılması buudundan ayrıca bir ehemmiyet taşırlar. Bazı dönemler zamanlar hariç Büyük Selçuklular’da ve Anadolu Selçukluları’nda Hanefi Fıkhı’nın yürürlükte olması, bu devletler üzerinden Hanefi Mezhebi’nin yayılmasını sağlamış ve nüfuzunu tahkim etmiştir.

Osmanlılar zamanında bilhassa Anadolu ve Rumeli’de Hanefi Mezhebi’nin tatbiki ahenkli bir şekilde işlemiştir.

Mekke’de halkın Hanefi Mezhebi dışındaki mezheplere mensubiyetine gelince; Hanefi bir Kadı’l-Kudat’ın yanında başka mezheplerden de müftüler atanmış ve fıkhın-hukukun bazı alanlarında Hanefi Mezhebi dışındaki diğer mezheplerin içtihadları uygulanmıştır.

Hususiyetle Nişabur, İsfahan ve Hemedan’da, Selçuklulardan önce Hanefiyye’nin pek nüfuzunun olmadığını belirtmek gerekir.

Tarihi olarak önceki dönemlerde İran’da da Hanefilik yaygın idi. Sonradan Şia, siyasi sebeplerle İran coğrafyasında Hanefi Mezhebi’ni geçti ve Hanefiyye geriledi.

Doğu ülkeleri ve İslam Coğrafyasında Müslümanların ekseriyeti Hanefi Mezhebi’ne mensuptur. Maveraünnehir, Türkistan, Horasan, Türkiye/Anadolu, Azerbaycan, Kafkasya, Kazan, Kirman, Sind Bölgesi ve Kırım’ın ekseriyeti Hanefi Mezhebi’ne mensuptur.

Umumi açıdan belirtirsek; Bosna Hersek, Balkanlar, Türkiye, Azerbaycan, Kırım, Mançurya, Japonya, Çin, Sibirya, Türkistan, Horasan, Afganistan, Keşmir, Tayland, Hindistan, Pakistan, Ukrayna, Kafkasya, Kazan, Ural ve Belucistan’da Hanefi Mezhebi’nin nüfuzu en üst seviyededir. Hanefi Mezhebi, Etiyopya ve Taberistan’da ise ortalama bir nüfuza maliktir. Yemen, Hicaz, Mısır, Filistin, Cezayir ve Tunus’ta nüfuzu daha azdır.

Ali Tarık Parlakışık – akilvefikir.org

[1] İbrahin en-Nehai; H. 96’da vefat eden tabiin âlimlerinden hafız, muhaddis ve fakih bir zattır. Irak’ta Rey Fıkhı’nı varlık alanına çıkaran ve kabul edilebilir bir kıvama getiren ilk fakih olduğu belirtilir. 18 yaşında iken ilim dersi verdiği bilinir, Abdullah b. Mesud ile arasında hocası vardır, Ebu Hanife’nin de İbrahim en-Nehai ile arasında hocası (Hammad b. Ebu Süleyman) vardır.

Irak Ehl-i Rey fıkhının bu büyük fakihi ile Ebu Hanife üzerinden Hanefi Mezhebi’ne dair yorum yapma bağlamında Şah Veliyullah Dehlevi “Kufe Ekolü” başlığı altında şöyle söyler: “İbrahim en-Nehai ve arkadaşlarına göre ise, Abdullah b. Mesud ve yakınları fıkıhta en üstün yere sahiptiler. Nitekim Alkame, bunu Mesruk’a söylediği şu sözüyle ifade etmiştir: ‘Onlar içerisinde Abdullah b. Mesud’dan daha güçlü biri var mıdır?’ Bu konuda Ebu Hanife’nin Evzai’ye sözü de şöyle olmuştur: ‘İbrahim, Salim’den daha fakihtir, sahabilik üstünlüğü olmasaydı ‘Alkame, Abdullah b. Ömer’den daha fakihtir’ derdim. Abdullah ise o (bildiğin) Abdullah’tır.” İbrahim’in bilgi kaynağını, Abdullah b. Mesud’un fetvaları, Hz. Ali’nin hüküm ve fetvaları, Kadı Şüreyh’in ve diğer Kufe kadılarının verdikleri hükümler teşkil etmektedir. O, imkânı nispetinde bunları toplamış ve sonra onları, aynen İmam Malik’in Medine ekolüne ait verileri değerlendirmeye tabi tutması gibi değerlendirmiş, tasnif etmiş, tahriclerde bulunmuş ve bunun sonucunda bab bab fıkhın bütün konularını içeren bir hülasaya ulaşmıştır. Sa’id el-Müseyyeb, Medine fakihlerinin sözcüsü durumundaydı. Onlar içerisinde Hz. Ömer’in uygulamalarını en iyi bilen, Ebu Hureyre’nin hadislerini en iyi ezberleyen o idi. İbrahim ise Kufe fukahasının sözcüsü gibiydi. Bu ikisi bir şey söylerler ve de onu herhangi bir kimseye nispet etmezlerse, o şey çoğu kez sarahaten ya da ima vb. yoluyla seleften birine mensup bulunurdu. Memleketlerindeki diğer âlimler, bu iki âlim etrafında bir araya geldiler. Onlardan ilim tahsil ettiler, esaslar aldılar ve bu esaslar ışığında yeni yeni sonuçlara ulaştılar (tahric).” (Şah Veliyullah Dihlevi; Hüccettullahi’l-Baliğa; sh. 451; İz Yayıncılık; 2012; İstanbul). Yine Şah Veliyullah Dehlevi, “Ebu Hanife ve Mezhebi” başlığı altında şöyle der: “Ebu Hanife, İbrahim en-Nehai’nin ve akranı âlimlerin görüşlerine son derece bağlıydı; bazı istisnalar hariç onların görüşleri dışına çıkmazdı. Onun görüşlerinden çıkardığı esaslar muvacehesinde tahriclerde bulunma konusunda emsalsizdi. Tahric yönleri hakkında çok ince bir görüşe sahipti, bütün himmetini fer’i meselelere yöneltmişti. Eğer bu söylediklerimizin doğruluğunu tahkik etmek isterseniz, İmam Muhammed’in el-Asar, Abdurezzak’ın Cami’, Ebu Bekir b. Ebi Şeybe’nin Musannaf adlı kitaplarından İbrahim ve akranı âlimlerin görüşlerini çıkarınız ve sonra Ebu Hanife’nin mezhebiyle karşılaştırınız; çok az istisnalar hariç aralarında farklılık bulamayacaksınız. O, bu az istisnalar hariç aralarında farklılık bulamayacaksınız. O, bu az istisnalarda dahi, Kufe fukahasının kail olduğu görüşler dışına çıkmamıştır.” (Şah Veliyullah Dihlevi; a. g. e; sh. 456). Bu görüş bazı müelliflerin doğru bulmadığı bir görüştür. İbrahim en-Nehai’nin Ehl-i Rey için ehemmiyeti ve Ehl-i Rey çizgisinin âlimlerinin ilmi hamulesi için ehemmiyeti açıktır. Lakin Ebu hanfie’nin İbrahim en-Nehai’nin görüşlerine “son derece” bağlılığının biraz tartışılması gerekir. Ebu Hanfie’nin bir kaide olarak ”görüşlerinin dışına çıkmama” gibi bir kaidesinin olmadığı ise açıktır. Kanaatimizce içtihad birlikteliği ile açıklanması gereken bir konudur bu.

Dehlevi’ye eleştiri olarak değil, müspet veye menfi katkı olarak belirtelim ki, Ebu Hanfie’nin “Rasûlullah (s.a.s.)’den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terk etmeyiz. Bunlardan baskalarina ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlariyiz” veya “Ben Allah’ın kitabıyla hüküm veriyorum. Kur’an-ı Kerim’de bir dayanak bulamazsam Rasulullah’ın sünnetine başvuruyorum. Allah’ın kitabında ve Rasulullah’ın sünnetinde de bir hüküm bulamazsam, o zaman sahabelerin sözlerine bakıyorum. Yalnız sahabelerden istediğim kimselerin sözlerin alıyorum. Eğer sahabelerin sözleri arsında bir ihtilaf varsa birini diğerine tercih ediyorum. Ancak ashaptan olmayanlar arasında anlaşmazlık varsa, sahabenin sözlerinin dışına asla çıkmıyorum. Zaten İbrahim, Şa’bi, Hasan Basri, İbn-i Sirin, Ata ve Said İbnü’l Museyyeb de aynı yoldan içtihad yapmışlardı. Ben de aynı yoldan gidiyorum” demesi buna misaldir. Yine bir zeyl olarak belirtmek gerekir ki, Prof. Dr. Mehmet Erdoğan, Kur’an Araştırmaları Vakfı’nın İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Düşünce Sistemi başlıklı sempozyumunda “İbn-i Mesud’dan Rey Mektebi” başlıklı tebliğinin sonunda “ek” mahiyetindeki “İbrahim en-Nehai’nin İmam Ebu Hanife’den Farklı Olan Bazı Fıkhi Görüşleri” başlıklı son bölümde bir liste sunmuş ve bu listenin ardından da “İbrahim en-Nehai’nin İmam Ebu Hanife ile Benzerlik Arzeden Bazı Görüşleri” başlığı ile başka bir liste sunmuştur. İkinci liste birinci listeden daha biraz daha uzundur.

[2] Dolayısıyla Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun, Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde “Hanefi Mezhebi” maddesine yazdığı metinde “Fıkıh mezheplerinin ve İslami ilimlerin diğer alanlarındaki mezhep ve ekollerin, adına nispet edildikleri müctehid ve önderlerinden bazen birkaç yüz yıl sonra belirli amillerin etkisiyle ve tabii bir seyir içinde teşekkül ettiği bilinmektedir. Hanefi Mezhebi de gerek Ebu Hanife’nin gerekse ilk nesil öğrencilerinin vefatlarından çok sonra bu adla anılmaya ve mezhep olarak belirginleşmeye başlamıştır. Bu sebeple Ebu Hanife’ye mezhep kurma niyet ve girişiminin izafe edilemeyeceği, hatta onun ve öğrencilerinin “mezhep kurucusu” olarak nitelendirilmelerinin bile kelimenin gerçek anlamı itibariyle doğru olmayacağı açıktır“ demesi meselenin içerisinde açıklamaya tabi tutulmalıdır. Buna bire bir doğru bir yaklaşım dememiz mümkün değildir. “Ebu Hanife mezhep kurdu” demesek dahi, Ebu Hanife’nin örgüsel bir çalışmanın içerisinde olduğu açıktır. Hatta Ebu Yusuf’un “Kitabu’l-Haraç”ı dahi mektep olgusundan uzak bir eser değildir.

[3] Hanefiliğin Oluşumunda Coğrafi Etkenler (“İmam-ı Azam Ebu Hanfie ve Düşünce Sistemi 1. Cilt” içinde); sh. 350-352; Kur’an Araştırmaları Vakfı; Doç. Dr. Fazlı Arabacı

[4] Muhammed b. İdris eş-Şafii; er-Risale; sh. 274; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları; 2012; Ankara

[5] Muhammed b. İdris eş-Şafii; a. g. e.; sh. 274

[6] Hacı Şerif Ahmed Paşa; İmam-ı Azam’ın Siyasi Terceme-i Hali (Prof. Dr. Mevlüt Uyanık; “Sivil İtaatsizlik ve Dini Değerler” içinde); Elis Yayınları; 2010; Ankara

[7] Muhammed Ebu Zehra; Ebu Hanife; sh. 481; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; 2005; Ankara

[8] Muhammed Ebu Zehra; a. g. e.; sh. 482-483

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...