20 Kasım 2017

MÛSÂ ALEYHİSSELÂM

Bütün peygamberler içinde üstünlükleri olan ve kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamberin üçüncüsü. Benî İsrâil'e peygamber olarak gönderilmiştir. Ya’kûb aleyhisselâmın neslindendir. Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir. Hazret-i Mûsâ'nın, Ya’kûb'a (aleyhisselâm) kadar olan nesebi; Mûsâ bin İmrân bin Yasher bin Kahis bin Lâvî bin Ya’kûb aleyhisselâm şeklindedir. Bu husûsta târihçiler şöyle yazmaktadır: Ya’kûb aleyhisselâmın Lâvî ismindeki oğlu 89 yaşında iken, Nâbîte binti Mâvî bin Yeşceb isminde bir hanımla evlendi. Bundan; Garsûn, Merzî, Merdî ve Kâhis adlı çocukları oldu. Kâhis 46 yaşında iken, Kâhî binti Mübîn bin Tenvîl bin İlyâs isimli bir hanımı nikâh etti. (Onunla evlendi). Kâhis'in bu hanımından Yasher isimli bir oğlu oldu. Yasher de büyüyüp yetişince, Semyet binti Yetâdim bin Berkiyâ bin Yeş’ân bin İbrâhim isminde bir hanım ile evlendi. Bu evlilikten İmrân dünyâya geldi. Yasher 147 sene yaşadı. İmrân bin Yasher 60 yaşına gelince, Nüceyb (veya Nâciye) binti Şemûyel isminde bir hanımla evlendi. Bu addan başka olarak İmrân'ın hanımının yâni Hazret-i Mûsâ'nın annesinin ismi; Yûhâbiz, Yûhâbîl, Levhâ ve daha başka şekillerde de bildirilmiştir. Bu evlilikten ise, Hârûn ve Mûsâ (aleyhimesselâm) doğdu. Hazret-i Mûsâ doğduğunda 70 yaşında olan babası 67 yıl sonra, 137 yaşında vefât etti.
Tarihçilerin bildirdiklerine göre, Mısır'da hüküm süren ve kendilerine Fir’avn ismi verilen hükümdârlar vardı. Bunlardan Reyyân bin Velîd, Hazret-i Yûsuf'u ülkesindeki bütün hazînelerin başına mâliye nâzırı olarak tâyin eden ve ona inanan, mü’min bir zât idi. Reyyân vefât edince Kâbûs bin Mus’ab, fir’avn (Mısır sultânı) oldu. Hazret-i Yûsuf'u vazifeden almadı. Hazret-i Yûsuf onu îmâna dâvet etti, fakat kabûl etmedi. Bu ve sonra gelen fir’avnlar, Benî İsrâil'e kıymet vermediler. Kâbûs, başkalarına zorla iş yaptıran, çok zâlim bir hükümdârdı. Hazret-i Yûsuf, bu hükümdâr zamanında vefât etti.
Kâbûs'un saltanatı oldukça uzun sürdü. Sonra helâk oldu ve yerine kardeşi Ebü’l-Abbâs geçti. Ebü’l-Abbâs'ın da bundan farkı yoktu. Hattâ Kâbûs'tan daha zengin, daha kibirli, daha zorba ve daha zâlim idi. Bu da uzun bir saltanat sürdü. Kâbûs bin Mus’ab ve kardeşi, Amâlika kabîlesinden olup, soyları, Hazret-i Nûh'un oğlu Sâm'ın torunu Amelîk bin Lâvez bin Sâm'a dayanıyordu.
Yûsuf aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğulları Mısır'da kaldılar. Buradan Amâlikalıların idâresi altında yayılıp çoğaldılar. Kendileri; Yûsuf, Ya’kûb, İshak ve İbrâhim'in (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dîne bağlı olup, inanç ve ibâdetlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Mısır'ın eski yerlileri olan Kıbt kavmi ise yıldızlara ve putlara taparlardı. Bunlar aynı zamanda Benî İsrâil'e hakâret gözüyle bakarlardı. Fir’avnlar da pek zâlim, gaddar kimseler oldukları için, teb’aları altında yâni saltanat mülkü içinde bulunan Benî İsrâil'i esir gibi çalıştırır, ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne artıp çoğalmalarından ve kendilerine (Kıbt kavmine) galebe çalmalarından endişe ediyorlardı.
Benî İsrâil, Kıbt kavminin muâmelelerinden, fir’avnların baskı ve zulümlerinden tamâmen bezip usanmışlardı. Dedelerinin (yani Ya’kûb aleyhisselâmın) yurtları olan Ken’ân diyârına gitmek istedilerse de bir türlü yakalarını Fir’avn’ın pençesinden kurtarıp Mısır'dan dışarı çıkamadılar.
Oniki kabîle olan Benî İsrâil'in her bir bölüğü, Hazret-i Ya’kûb'un oğullarından birine mensup idi. Her kabîlenin bir önderi vardı. Bunlara, Ya’kûb aleyhisselâmın torunları, mânâsına, Esbât-ı Benî İsrâil denilirdi. Bu oniki kabîlenin hepsi bir araya gelse ve tek bir öndere uysalar, kuvvetleri birleşir ve istediklerini yapabilirlerdi. Fakat onları toparlayacak, bir emir altında birleştirecek bir baş, bir önder lâzım idi. Ancak böyle olduğu takdirde kuvvetlerini birleştirip fir’avna karşı koyabilirler ve esâretten kurtulabilirlerdi.
O zamandaki Fir’avn, pek alçak ve çok zâlim idi. Fir’avnlar içinde, onun kadar katı kalpli, onun kadar uzun saltanat süren, Hak teâlâya karşı onun kadar büyük konuşan, Benî İsrâil'e onun kadar kötü davranan başka birisi görülmemişti. İsrâiloğullarına çok eziyet eder, sürgüne gönderir, onları hizmetçi gibi kullanırdı. Kimini inşaat, kimini zirâat, kimini kanalizasyon işlerinde çalıştırır; ağır işleri, çirkin ve zor hizmetleri onlara verirdi.
Tâbiînin büyüklerinden Vehb bin Münebbih hazretleri şöyle anlatır: “Fir’avn’ın kendilerini çeşitli işlerde kullanmasında, İsrâiloğulları kısım kısım idi. Bâzıları dağlarda taş kesip sırtlarında getirirler, bâzıları Fir’avn için köşkler ve saraylar binâ ederlerdi. Bir kısmı dülgerlik (marangozluk) ve demircilik gibi san’atlarda çalışırlardı. Bu işlerde, zorla, zorbalıkla çalıştırılırlardı. Zayıf ve çalışamayacak durumda olanlara ise vergi konulmuştu. Vergi ödemek durumunda olanlar, her gün güneş batmadan önce, vergisini getirip teslim etmek mecbûriyetinde idi. Şâyet bunlardan biri güneş batıncaya kadar vergisini getirmez ise, sağ kolu, çözülemeyecek şekilde boynuna asılarak bağlanırdı. Bir ay müddetle öyle kalır ve o kimse çok zahmet çekerdi. Fir’avn ve kıptî kavminin, İsrâiloğullarına yaptığı zulüm bu şekilde günden güne artarak devam ediyordu. Fir’avn’ın zulmü altında, İsrâiloğulları epeyce zaman işkence ve eziyet gördüler. Fir’avn çok uzun bir saltanat sürdü. Saltanatı müddetince bütün gücünü, İsrâiloğullarına zahmet vermeye, onları en ağır işlerde çalıştırmaya harcamıştır. Böyle bir zamanda insanları zulümden kurtarıp, îmân ile şereflendirmek için Allahü teâlâ Hazret-i Mûsâ'yı gönderdi.”

Fir’avn’ın rüyâsı ve İsrâiloğullarından doğan erkek çocuklarının öldürülmesi:

Büyük âlimlerden nakledilerek bildirildiğine göre, bu kurtuluş zamanı yaklaştığında, Fir’avn bir gece rüyâsında; Beytül-Mukaddes'ten çıkan bir ateşin Mısır'ın evlerini kaplayıp kül ettiğini, kıptîleri yakıp, İsrâiloğullarına dokunmadığını gördü. Korkuyla uyanan Fir’avn, telâşla hemen kâhinleri, sihirbazları, rüyâ tâbircilerini ve müneccimleri çağırdı. Rüyâsının tâbirini istedi. Onlar rüyâyı şöyle tâbir ettiler: “Yakında İsrâiloğulları içinde bir çocuk dünyâya gelir; mülkü, saltanatı elinizden alır. Sizi ve milletinizi yurdunuzdan çıkarır, dînînizi değiştirir. Onun doğacağı zaman çok yakındır.” Bu, Fir’avn için en acı ve hiç tahammül edilmez bir söz ve mutlakâ yok edilmesi icâbeden bir tehlike idi. Bunu duyar duymaz, kin ve nefret dolu bir şekilde, kendine yakışan en çirkin kararı verdi. Merhamet hislerinden tamâmen mahrûm olduğu için, saltanatına son verecek olan çocuğu ortadan kaldırmak istedi. Bu çocuğun hangi âileden doğacağını bilemediğinden, İsrâiloğulları içinde doğacak bütün erkek çocukların derhal öldürülmesini emretti. Memleketindeki ebelerin hepsini toplayıp, onlara; “İsrâiloğullarından doğum esnâsında kız çocukları dışında elinize düşen her oğlanı öldürün” dedi ve başlarına âmirler tâyin edip, emrin yerine gelmesini te’min etti.
Zâten İsrâiloğulları da büyüklerinden duyarak, içlerinden bir zâtın yetişeceğini, kendilerini Fir’avn ve kıptîlerin zulmünden kurtaracağını, yine bu zâtın, onları, dedelerinin asıl memleketi olan Ken’ân diyârına götüreceğini biliyorlardı. Bu zâtın yetişip meydana çıkmasını ümîd ediyorlar, bunun bir an evvel gerçekleşmesini bekliyorlar, yapılan bütün zulüm ve eziyetlere, bu ümîdle sabrediyorlardı.
İmâm-ı Mücâhid (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bize gelen habere göre, Fir’avn; kamıştan, keskin bıçak gibi ameliyat aletleri yapılmasını emretti. İsrâiloğullarının hâmile kadınları zorla yatırılıp bu aletlerle karınları yarılır ve çocukları ayakları arasına düşüverirdi. Bu büyük azâb doğum zamanı gelenlere yapılır ve oğlan çocukları o anda öldürülürdü. Hamile kadınlara, doğum yapıncaya kadar çok büyük azâb ve eziyet edilirdi. İsrâiloğullarının çocukları bu şekilde katledildiği gibi, yetişkin erkeklerden bu hâle dayanamayıp, karşı çıkanlar da öldürülüyordu.”
Bunun üzerine, kıptîlerin reîsi, Fir’avn'a müracaat edip; “Sen İsrâiloğullarının çocuklarını öldürüyorsun. Bu arada yetişkinler de öldürülüyor. Böyle giderse bizim işimiz gâyet zor olacak. Zor ve meşakkatli işler bize kalacak” diyerek endişelerini bildirdiler.
Fir’avn, İsrâiloğullarına merhamet ettiği için değil, kendi kavmi olan kıptîlerin ısrârlarının fazlalığı sebebiyle biraz yumuşar gibi göründü. İstemeye istemeye, İsrâiloğullarından doğacak olan erkek çocukların bir sene öldürülüp, ikinci sene öldürülmemesini emretti. Böylece birer sene arayla, doğacak bütün erkek çocuklar öldürülecekti.
Fir’avn’ın bu korkunç işe teşebbüs etmesinin sebebi, bir başka rivâyete göre şöyledir: “İsrâiloğulları, İbrâhim aleyhisselâmın soyundan gelecek bir kurtarıcının, kendilerini bu sıkıntıdan kurtaracağına inanıyorlardı. Bu husûsu aralarında konuşuyor, Fir’avn ve ordusunun bu kurtarıcının elinde helâk olacağını söylüyorlardı. Kıptîlerden biri bu durumu öğrenerek Fir’avn'a ulaştırdı. Fir’avn, adamları ile görüştükten sonra bu korkunç emri vermişti.”

Fir’avn’ın Âsiye ile evlenmesi:

Bu arada Fir’avn, Âsiye binti Müzâhim ile evlenmek istedi. Âsiye, kavminin seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemâl sâhibi idi. Bu hanım, Yûsuf aleyhisselâm zamanında Mısır sultânı olan ve Hazret-i Yûsuf'a îmân eden Reyyân bin Velîd'in neslinden idi. Fir’avn bununla evlendi.

Mûsâ aleyhisselâmın doğumu:

Fir’avn’ın emriyle, doğan bütün erkek çocuklarının öldürüldüğü o sene, Lâvî neslinden yâni Hazret-i Ya’kûb'un üçüncü oğlu olan Lâvî'nin torunlarından İmrân isimli bir zâtın sulbünden, annesi, Hazret-i Mûsâ'ya hâmile oldu.
Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet olunduğuna göre, Fir’avn’ın, doğan çocukları hemen öldürmek üzere, İsrâiloğullarına musallat ettiği ebelerden birisi, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesinin yakından tanıdığı, samîmi olduğu bir kadın idi. Doğum vakti yaklaştığında, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesi çocuğuna zarar gelmesi endişesiyle yakın dostu olan o ebeyi çağırıp, gizlice; “İşte benim doğum vaktim geldi. Bugün, dostluğunu, yakınlığını göstereceğin ve bana yardım edeceğin gündür” diyerek ondan yardım istedi. O da peki deyip eve geldi. Nihâyet doğum gerçekleşti. Hazret-i Mûsâ doğar doğmaz, mübârek alnında bir nûr parladı. Ebe, bunu görünce o nûrun te’siriyle bütün vücûdunun titrediğini hissetti. Kalbine, Allahü teâlâ tarafından, Mûsâ'ya aleyhisselâm karşı büyük bir muhabbet verildi. Ebe, bütün kalbinin, bu nûrlu çocuğa muhabbetle dolduğunu hissetti. Kalbinde hissettiği bu görülmemiş muhabbet ile, âdetâ yerinde duramayarak, Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “İyi ki bu doğuma beni dâvet ettin. Senin bu oğlunu o kadar sevdim ki, başka hiç bir şeyi onun kadar sevmemiştim. Ben çocuğuna bir zarar vermem ama, senin hâmile olduğun vazifelilerde yazılıdır (kayıtlıdır). Benim arkamdan yâni ben çıktıktan sonra hemen vazifeliler gelir. Oğlunu iyi muhâfaza eyle!” dedi.
Nihâyet ebe evden çıktıktan sonra, bunları gözetleyen bâzı vazifeliler hemen kapıya geldiler. İçeri girmek istiyorlardı. Gelenleri, önce, Hazret-i Mûsâ'nın kız kardeşi Meryem gördü. Hemen; “Anneciğim! Kapıda vazifeliler, Fir’avn’ın adamları var” dedi. Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesi, neye uğradığını şaşırdı. Sanki aklı başından gitmişti. Ne yaptığını bilmiyordu. Can havliyle, çocuğu bir hırkaya sarıp, dışarıdan görünmeyecek şekilde tandırın bir köşesine koydu. Tandır ateşten çok kızmıştı. Fakat o can havliyle bunun farkında bile olmamıştı.
Fir’avn’ın adamları içeri girip, her tarafı aradılar. Tandır kızdığından ve orada çocuk olma ihtimâli hiç akla gelmediğinden tandıra bakmadılar. Allahü teâlânın hikmeti, Hazret-i Mûsâ'nın annesinde de, hiç doğum yapmış bir kadının hâli görülmüyordu. Adamlar hayretle; “Biraz evvel buraya bir ebe kadın gelmemiş miydi?” diye sordular. O da; “O benim tanıdıklarımdan, yakın dostlarımdandır. Beni ziyârete gelmişti” dedi. Bunun ürerine Fir’avn’ın adamları çıkıp gittiler. Hazret-i Mûsâ'nın annesi bu hâlin dehşet ve heyecanını üzerinden atamamışken, birden aklı başına geldi. Orada bulunan kızına; “Çocuk nerede?” diye sordu. Çocuğu ne yaptığını hatırlayamadı. Kızı; “Bilmiyorum” dedi. Çünkü, annesi çocuğu saklarken o, kapıya bakıyordu. Bu sırada tandırdan çocuğun ağlama sesi duyuldu. Sanki, ben buradayım diye, hafif bir ağlama ile haber verdi. Annesi can havliyle oraya koştu. Oğlu tandırda idi ve hiç bir zarar görmemişti. Allahü teâlâ ona, kızgın tandırı serin bir yer eylemişti. Aynen, hazret-i İbrâhim'e ateşin gülistan olması gibi...
Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesi ilk tehlikeyi böylece atlatmıştı. Ciğerpâresinin, Fir’avn’ın zararından korunmasını şimdilik te’min etmiş, yaralı kalbi biraz olsun rahatlamıştı. Bununla berâber, doğumun Fir’avn’ın câsusları tarafından er geç haber alınacağı endişe ve korkusu içindeydi. Bu sırada, Kasas sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ'nın annesine Allahü teâlâ tarafından ilham gelip, çocuğu ne yapacağı bildirildi. Bu âyet-i kerîmede meâlen buyruluyor ki: “Biz, Mûsâ'nın (aleyhisselâmannesine şöyle ilham ettik (veya rüyâsında gösterdik): “Mûsâ'yı (aleyhisselâmemzir! (Ses çıkarması ve ağlaması sebebiyle yeni doğduğunun anlaşılıp) ona bir zarar gelmesinden (katledilmesinden) korkarsan, onu Nil Nehri’ne bırak. Boğulacağından korkma! Ve ayrılığıyla hüzünlenme, kederlenme! Muhakkak ki biz, yakın zamanda onu sana geri döndürürüz ve onu peygamberlerden eyleriz.”
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'nın annesine; oğlunu emzirip aç bırakmamasını, Fir’avn’ın adamlarından bir zarar gelmesi ânında onu Nil Nehri’ne bırakmasını, çocuğun kendisine geri verileceğini, bir de Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olacağını bildirmiş ve bu sebeple korkmamasını ilham etmiştir.
O bu ilham ile, oğlunu bir sandık içinde Nil Nehri’ne bırakmak istedi. Mûsâ'nın (aleyhisselâm) doğumundan birkaç gün, başka bir rivâyete göre üç ay sonra, oğlunu Nil'e bırakmak için küçük bir sandık (beşik) satın almak istedi. Kıptîlerden bir marangoza gidip, istediği sandığın vasıflarını bildirdi. Kıptî marangoz; “Böyle bir sandığı ne yapacaksın ki?” diyerek hayretini bildirdi. O ise yalandan hiç hoşlanmadığı için hakîkati olduğu gibi anlattı. Marangoz istediği sandığı yaptı. Sonra gidip bunu Fir’avn’ın me’murlarına haber vermek istedi. Vazifelilerin yanlarına varan marangoz, olanları anlatmaya başlayacağı anda dili tutulup hiç bir şey konuşamaz oldu. Hiç bir söz söyleyemediği gibi, işâretlerle de hiç bir şey anlatamadı. Marangoza kızan vazifelilerin sabırları taştığından döverek, hakâretle onu dışarı attılar.
Marangoz ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı içinde dükkanına dönünce, hikmet-i Hüdâ, dilinin açılıp konuşabildiğini hissetti. Merâmını anlatmak için, acele ve heyecanla koşarak, yine vazifelilerin yanına geldi. Güyâ kendisini müdâfâa edecek, haklı bir gâye ile, üstelik onların hoşuna gidecek bir şeyi haber vermek için geldiğini ispat edecekti. Büyük bir telâş ile vazifelilerin yanına girdi. Bu sefer dili tutulmakla kalmamış, gözleri de o anda göremez olmuştu. Yine vazifelilerden çok hakâret görüp, dışarı atıldı. Pek perişân ve acınacak hâlde, oraya-buraya çarparak, yolda giderken, yolu bir vadiye düştü. Biraz evvel sapa sağlam bir kimse iken, şimdi konuşamaz ve göremez olmuştu. Bunun ilâhi bir îkâz ve cezâ olduğunu anladı. Yaptığına çok pişman oldu. Kendi kendine; “Şâyet dilim açılır da bu musîbetten kurtulursam, haber vermeye gitmeyeceğim ve bu sırrı hiç bir zaman hiç kimseye söylemeyeceğim” diye ahdetti. Bu içten gelen pişmanlık ve ahdin netîcesinde dili söyler, gözleri de görür oldu. Marangoz sevincinden, hemen Allahü teâlâya îmân edip, şükür secdesine kapandı. Böylece, Hazret-i Mûsâ'nın annesi büyük bir tehlikeden daha kurtuldu.
Sandık, hasır örülen bir cins kamıştan yapılmıştı. Hazret-i Mûsâ'nın annesi sandığı aldı. İçine, atılmış pamuk koydu ve Hazret-i Mûsâ'yı, büyük bir ihtimam ile sandığa yerleştirdi. Sıkıca kapayıp, bağladı. Bundan sonra sandığı Nil Nehri’ne bırakıverdi.
Bir anne için, yeni doğmuş bir çocuğu bu şekilde nehre bırakıvermek, elbette çok zor idi. Fakat o, kendisine ilhâm olunduğu şekilde hareket ediyordu. Sonra, Allahü teâlânın vâdine îtimâd ve tevekkülü de tam idi.

Mûsâ aleyhisselâmın Fir’avn’ın sarayına ulaşması ve Âsiye'nin onu evlât edinmesi:

Sular, sanki onu taşımanın idrâkinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı. Nil Nehri, Fir’avn’ın sarayının civârından geçerken büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen câriyeler sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. İçinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Fir’avn’ın hanımına götürdüler. Fir’avn’ın hanımı olan Âsiye, sandığı açınca şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir oğlan çocuğu vardı. Allahü teâlâ Âsiye'nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Âsiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu. Doğan çocukları öldürmekle meşgûl olan vazifeliler, bir çocuk bulunduğunu haber alınca, doğruca Âsiye'nin yanına gelerek, onu öldürmek istediler. Âsiye, onlara; “Sabredin! Bu çocuk İsrâiloğullarını arttırmaz ya. Ben Fir’avn'a gidip, onu bana bağışlamasını isteyeceğim. Bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz. Şâyet öldürülmesini emrederse, o zaman ne sözüm olur” dedi. Sonra bebeği Fir’avn'a götürdü. Fir’avn, bebeğin öldürülmesini istedi ve; “Bunun İsrâiloğullarından olmasından korkarım. Bu, bizim elinde helâk olacağımız ve onun sebebiyle mülkümüzün elimizden gideceği kişi olabilir” dedi. Âsiye, Fir’avn çocuğu kendisine bağışlayıncaya kadar susmadan hep konuştu ve nihâyet onu iknâ etti. Âsiye, çocuğu kurtarıp emniyette olunca, ona hâline göre bir ad vermek istedi ve ismini Mûşâ koydu. Çünkü o, (mû) ve (şâ) yâni su ve ağaç arasında bulunmuştu. Kıptî lisânında suya, mû, ağaca ise şâ derler. Arapçaya geçen bu kelime daha sonra Mûsâ oldu.
Kasas sûresinin 8-10. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Bunun üzerine, Fir’avn’ın âilesi, daha sonra kendileri için bir düşman ve bir üzüntü sebebi olacak olan Mûsâ'yı (aleyhisselâmbulup aldılar. Çünkü Fir’avn da, (Fir’avn’ın veziri olan) Hâmân da, bunların orduları da hep suçlu, hatâlı (müşrik ve günâhkâr insan) lardı.
Fir’avn’ın hanımı (çok merhametli bir kadın olan Âsiye binti Müzâhim, Fir’avn'a) dedi ki: “Bu çocuk, benim ve senin göz nûrumuz olsun. Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faydası dokunur, yâhut onu evlât ediniriz.” Halbuki onlar işin farkında değillerdi.
(Evlâdının Fir’avn’ın eline geçtiğini haber alan) Mûsâ'nın (aleyhisselâmannesi, kalbi (evlâdının derdinden, üzüntüsünden başka her şeyden) boş olarak (aklı başında olmayarak veya oğlunu hatırlamaktan ve onu düşünmekten başka hiç bir düşüncesi olmayarak) sabahladı. Hattâ o kadar oldu ki, şâyet biz, vâdimize inanan mü’minlerden olması için kalbine sabrı, sebâtı yerleştirmeseydik, az kalsın işi meydana çıkaracaktı. (Dehşetinden; O benim oğlumdur deyiverecekti. Fakat bizim ona verdiğimiz sâkinlik sayesinde mes’eleyi gizlemeye muvaffak oldu).”
Rivâyete göre, Âsiye, Mûsâ aleyhisselâmı Fir’avn'a götürüp, onu öldürmemesi için çok ısrâr etmişti. Hattâ, bu çocuğun İsrâiloğullarından olduğu kat’î belli olmadığını, başka bir kavimden olma ihtimâlinin de bulunduğunu bildirdi. “Hem İsrâiloğullarından olsa bile bir çocukla onların nüfusları mı artacak. Bu, hem senin hem de benim göz nûrumuz olsun. Bunu öldürmeyiniz. Olur ki bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz” dedi. Bu ısrâr karşısında Fir’avn, öldürmek fikrinden vazgeçti. Onu evlat edinmek husûsunda ise; “Ben istemem, senin olsun” dedi.
Tefsîr âlimleri; “Şâyet, Âsiye gibi Fir’avn da Mûsâ aleyhisselâmı benimsemiş olsa ve; Evet, berâberce bunu evlat edinelim” deseydi. Allahü teâlâ, Âsiye'ye nasîb ettiği gibi ona da hidâyet verirdi” diye bildirmişlerdir.”
İşte o günden sonra, Hazret-i Mûsâ, Fir’avn’ın sarayında yetişmeye başladı. Ne garip bir tecellî ve ne büyük bir hikmettir ki, Fir’avn, tâcının ve tahtının yok olup gitmesine sebep olacak bir çocuğu sarayında kendi kucağında büyütmeye başlamıştı. Hem de, tam bir hürmet ve büyük bir ihtimam ile yetiştiriliyordu. Bir taraftan bu çocuğu aramak, bulmak ve ortadan kaldırmak için hazîneler sarfediyor, binlerce masum yavrunun kanını akıtıyor; bağrı yanık anaların, gözü yaşlı babaların yüreklerini deliyor, bir taraftan da aradığı çocuğu bizzat kendi eliyle besleyip büyütüyordu.
İslâm âlimleri bildiriyorlar ki, âlemde bunun benzeri misâllere çok tesâdüf edilir. Ekseri zâlimlerin, kendi düşmanlarını kendi ellerinde besledikleri ve kendisine hizmetçi eyledikleri kimselerin elinde helâk oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, o zâlimlerden intikâmını başka sûretle de almaya elbette kâdir olup, her şeye gücü yeter. Bununla berâber, zâlimin pek aşağı gördüğü, hattâ hizmetçisi durumundaki birisi vâsıtasıyla helâk edilmesinde çeşitli hikmetler vardır. Böylece, zâlimin de âciz, zavallı, muhtâç bir mahlûk olduğu anlaşılmakta ve başkalarının bu hâlden ibret alması, kendine çeki düzen vermesi gerekmektedir.
Rivâyete göre, sarayda Âsiye tarafından evlad edinilen Hazret-i Mûsâ için, o gün bir süt anne bulunması kararlaştırıldı. Ne kadar süt anneler bulunduysa da, bebek hiç birini emmedi. Diğer taraftan, Hazret-i Mûsâ'nın annesi, çocuğunu Nil Nehri’ne bıraktıktan sonra, kendisi sandığı tâkib ederse dikkat çekeceğinden, sandığı tâkib etmesi ve durumdan kendisine haber vermesi için kızını, yâni Hazret-i Mûsâ'nın kardeşini gönderdi. Adının Meryem veya Gülsüm olduğu rivâyet edilen bu kız, kardeşi Mûsâ'nın bulunduğu sandığı tâkib etti. Nihâyet sandığın Fir’avn’ın sarayına götürüldüğünü, çocuğu emzirmek için süt anne arandığını, bunun için pekçok kadının saraya geldiğini gördü. Hattâ gelen kadınlarla birlikte saraya girdi. Mûsâ aleyhisselâmın hiç birinin sütünü emmediğini görünce çok sevindi. Sonra; “Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim, onun buraya gelmesinde size delâlet edeyim mi?” dedi.
Meryem, her ne kadar durumu sezdirmemeye âzamî gayreti gösteriyor, heyecanını gizlemeye çalışıyorsa da, diğer insanlardan farklı bir hâlinin olduğu belliydi. Bunu ilk farkeden, Fir’avn’ın veziri Hâmân oldu. Hâmân, Meryem'e; “Senin telâşın nedir ki, ona süt annelik yapacak birini bildiğini söylüyorsun? Yoksa bu çocuk senin kardeşin mi ha!” diye söylendi.
Meryem, durumun ne kadar hassas olduğunu, bunu hiç sezdirmemesi gerektiğini gâyet iyi biliyordu. Hemen kendini toparladı. “Hiç! Sarayda bulunanların, süt anne bulmak için olan telâş ve gayretlerini gördüğümden, onlara yardımcı olmak istedim o kadar” dedi. Bu husûslar, Kasas sûresinin 11 ve 12. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Mûsâ (aleyhisselâmın) annesi, (kızı Meryem'e yâni Mûsâ'nın) kız kardeşine dedi ki: “Kardeşinin ardı sıra git! Onu tâkib et. Ne olduğunu anlayıp, bana haber getir”. O da Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulunduğu sandığın nasıl gittiğini, nereye vardığını uzaktan gözetledi. Onlardan hiç biri (ne Fir’avn, ne de başkaları, onun sandığı gözetlemek için geldiğini, hem de sandıkta bulunan çocuğun kendi kardeşi olduğunu) anlayamadı. (Onlar çocuğa süt anası bulunması için çalışıyorlardı.) Mûsâ'nın (aleyhisselâm) (kız kardeşi veya annesi gelmezden) evvel, biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) süt anaların sütünü emmeyi yasaklamıştık. (Böyle olunca o, getirilen süt analardan hiç birinin sütünü emmiyordu.) Mûsâ'nın kardeşi (Meryem), oraya kadar gelerek, bu hâli görünce, onlara dedi ki: “Ben size, bu çocuğun hizmetinde bulunacak, emzirilmesinde ve yetiştirilmesinde kusur etmeyecek ve ona nasîhatçi olacak bir âile bildireyim mi?”
Meryem böyle söyleyince hemen onunla alakalandılar ve; “Sen tanıyorsan, onu bulmamızda bize yardımcı ol!” dediler. Meryem dedi ki: “O benim annemdir.” “Annenin oğlu var mıdır?” dediler. “Hârûn nâmında bir oğlu vardır. Çocukların katlolunmadığı sene doğmuştu” dedi. Bunun üzerine; “Bu söylediklerin gerçekten doğru ise o kadını (anneni) getir!” dediler. Meryem, sevinç ve heyecanla annesinin yanına döndü ve olanları haber verdi. Sonra da annesini Fir’avn’ın sarayına götürdü.
Annesi saraya geldiğinde, Mûsâ (aleyhisselâm) Fir’avn’ın ellerinde ağlıyor, Fir’avn ise onu dindirmeye çalışıyordu. Oraya giren annesi (orada bulunalara göre yeni bulunan süt annesi) çocuğu kucağına alır almaz sesini kesti. Sütünü kabûl edip emmeye başladı. Fir’avn da günde bir dinâr ücretle, Mûsâ'yı ona, süt çocuğu olarak verdi.
Rivâyete göre bundan sonra, Hazret-i Mûsâ'nın annesi, oğlunu alıp evine götürdü. Böylece Allahü teâlânın, Kasas sûresinin 7. âyetinde; “…Muhakkak ki, biz yakın zamanda onu sana geri döndürürüz…” şeklindeki vâdi gerçekleşmiş oldu.
Nitekim Kasas sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “İşte böylece biz, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) annesine iâde ettik. Tâ ki onunla gözü aydın olsun. Onun ayrılığıyla hüzün çekmesin. Ve Allahü teâlânın vâdinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin. Lâkin insanların çoğu, Allahü teâlânın vâdinin hak olduğunu bilmez.”
Fahrüddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyh) şöyle dediğini bildiriyor: “Mûsâ'nın (aleyhisselâm), diğer süt anaların sütlerini emmediği hâlde, bu hanımın sütünü emdiğini anlayan vezir Hâmân; Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “Sen her hâlde bu çocuğun annesisin” dedi. O da; “Hayır. Ben onun annesi değilim” deyince, Hâmân; “Öyleyse bu çocuk, senden evvel başka kadınların sütünü hiç kabûl etmediği hâlde senin sütünü nasıl kabûl etti?” diye sordu. Hazret-i Mûsâ'nın annesi de; “Ey melik! Ben hoş kokulu, sütü tatlı olan bir kadınım. Her çocuk benim kokumu duyunca hemen bana sarılır ve sütümü emer” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi birden; “Doğru söylüyorsun” diye iltifât ettiler ve her biri ona altın ve cevâhirden, çeşitli hediyeler verdiler.
Rivâyete göre, Âsiye'nin evlat edindiği Hazret-i Mûsâ'ya böylece süt anne bulunmuştu. Âsiye, Mûsâ aleyhisselâmın annesine; “Yanımda, sarayda kal! Bu çocuğu emzir. Muhakkak ki ben, hiç bir şeyi bu çocuk kadar sevmiyorum” dedi. O da, Hârûn aleyhisselâmdan bahsederek, evinde başka bir çocuğu daha bulunduğunu söyledi. Sonra; “Evimi ve evimdeki çocuğumu terk edemem, helâk olurlar, müsâdeniz olur, gönlünüz rahat ederse, bana verin. Âileme, çocuğumun yanına götürüp, ona bakayım. Benimle olduğu müddetçe ona iyilikten başka bir şey yapmam. Aksi hâlde evimi ve evdeki çocuğumu bırakamam” dedi. Onun, oğlu Mûsâ'ya (aleyhisselâm) olan şefkâtinin çokluğu sebebiyle; “Her hâl ve şart altında, onu emzirmeye, ona bakmaya hazırım” demeyip de; “Evime götürmeye müsâde ederseniz ona süt annelik yaparım. Aksi hâlde evimi ve çocuğumu terk edemem” gibi Âsiye'yi zorlayıcı bir ifâde kullanmasının sebebi vardı. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine çocuğunu yakın zamanda iâde edeceğini vadetmişti. Bir de yakînen, kat’î olarak biliyordu ki Allahü teâlânın vâdi haktır ve mutlaka gerçekleşir.
Nihâyet Âsiye bu teklifi kabûl etti ve annesi Hazret-i Mûsâ'yı alıp evlerine getirdi. Akşam; ciğerpâresini, nehre emânet etmekle gönlü mahzûn, Fir’avn'ın eline geçtiğini işitince, öldürecekler endişesiyle perişân vaziyette ciğeri yanan o gönlü yaralı anne; ertesi gün her türlü afetten kurtulmuş, selâmette ve her hâliyle rahat ve neşeli idi. Fir’avn’ın sarayında herkesten iltifât görüyor, her birinden çok kıymetli hediyeler alıyor ve işin en mühimi de, zâyi olmasından korktuğu ciğerpâresini kucağında buluyordu. Bu anda onun kalbinde bulunan rahatlık ve sürûru dile getirmek elbette mümkün değildir. Hazret-i Mûsâ'nın annesi, çocuğu kucağında olarak evine geldiği zaman, sevinç gözyaşları döküyor, Allahü teâlâya çok şükrediyor, yerinde duramıyor, âdetâ kendisini kaplayan sevinç ile uçuyordu. Bütün bu heyecan ve coşku esnâsında, kendini tutamayıp; “Bu bir süt çocuğu değil, benim kendi öz evlâdım, ciğerpâremdir” diye haykırıverirse durum tamâmen tersine dönebilirdi. O ise, bunu pekâlâ biliyor ve kendini tutmaya bilhassa gayret sarfediyordu. Allahü teâlâ onu muhâfaza etti ve bu husûsta bir tek kelâm söylettirmedi.
Nitekim Kasas sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Şâyet biz, vâdimize inanan mü’minlerden olması için kalbine sabrı, sebâtı yerleştirmeseydik, az kalsın o, işi meydana çıkaracaktı. (“O benim oğlumdur” deyiverecekti. Fakat bizim ona verdiğimiz sâkinlik sâyesinde, mes’eleyi gizlemeye muvaffak oldu.) Mûsâ aleyhisselâm biraz gelişip, hareket etmeye başlayınca, Âsiye, Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “Çocuğumu bana göstermeni istiyorum” dedi. Sonra görüşmenin sarayda yapılması için aralarında bir gün tâyin ettiler. Âsiye, husûsî adamlarına ve me’murlarına; “Biriniz noksan olmamak üzere hepiniz oğlumu hediye ile karşılayacaksınız. Hakkınızdaki kanaatim, karşılama esnâsında göstereceğiniz dikkate ve ona vereceğiniz hediyelere bağlıdır” dedi. Bunun üzerine annesi ile birlikte evlerinden alınan Hazret-i Mûsâ, sarayda Âsiye'nin odasına götürüldü. Görülmemiş bir karşılama merâsimi yapıldı. Evlerinden çıkıp, saraydaki husûsî odaya girinceye kadar, her adımda, kıymetli hediyeler takdim edildi. İçeriye girince, Âsiye çok sevindi. Muhabbetle sarılıp, onu sevdi. Çok ikrâmda bulundu. Annesinin çocuğa çok iyi bakmış olmasına da hayran oldu. Sonra çocuğun, Fir’avn'a götürülmesini, onun da ikrâmda bulunacağını söyledi. Götürdüler, Fir’avn onu alıp, kucağına oturttu. Fir’avn'ın sakalı çok uzundu. Mûsâ aleyhisselâm, Fir’avn'ın sakalını yakalayıp sertçe çekti. Hattâ kıl da kopardı. Kucağına alır almaz, Fir’avn'ın yüzüne tokat vurduğu da bildirilmiştir.
Bâzı rivâyette bildirildi ki, Fir’avn’ın yanına geldiğinde, Mûsâ aleyhisselâmın elinde küçük bir kamçı vardı, onunla oynuyordu. Hazret-i Mûsâ, bir ara elindeki kamçı ile Fir’avn'ın başına vurdu. Fir’avn çok kızdı ve bunu kötüye yorumlayıp; “Aradığım düşmanım budur?” dedi. Çocuk boğazlayan adamlarına, onu öldürmeleri için haber gönderdi. Fir’avn'ın hanımı Âsiye, bu haberi öğrenince, koşarak Fir’avn'ın yanına geldi ve; “Bana bağışladığın bu çocuk hakkında ne yapmayı düşündün?” dedi. O da Mûsâ aleyhisselâmın yaptığını anlattı. Âsiye; “O çocuktur, aklı ermez. Bunu çocukluğundan yaptı. Ben şimdi ikimiz arasında ona bir iş yapayım da, hakkında haklı konuştuğumu anla” dedi. “Altın ve yâkut gibi ziynet ve kıymetli şeyler ile, bir de ateşin korunu önüne koyayım. Yâkutu alırsa, akıllıdır. O zaman onu öldürt. Ateş parçasını alırsa, anla ki çocuktur” dedi. Yanına, içinde altın ve yâkut olan bir tabakla; yine içinde ateş koru bulunan başka bir tabak koydu. Mûsâ aleyhisselâm, elini cevhere almak için uzatırken, Cebrâil aleyhisselâm, elini ateş koru bulunan tabağın tarafına çevirdi. Mûsâ aleyhisselâm bir ateş parçası alıp, ağzına koyuverdi. Ateş, mübârek diline değdi ve yaktı. Böylece dilinde az bir yara meydana geldi. Bu yara, konuşmasına te’sir etmişti. Tâ ki, ilk olarak Tûr dağına çıktığında, dilindeki bu hâlin gitmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ da kabûl edip, artık o hâlden eser kalmadı ve peygamberliği müddetince çok fasîh, düzgün ve en güzel şekilde konuştu.
Bunun üzerine Âsiye, Fir’avn'a; “Yaptığının, düşündüğünün doğru olmadığını gördün mü? O çocuktur, ne yaptığını, bilmez” dedi. Fir’avn da öldürmekten vaz geçti. Bu yolla da Allahü teâlâ, Fir’avn’ın yapacağı kötülüğü ondan çevirdi. Fir’avn'ın sarayında izzet ve ikrâm içinde kaldı. Allahü teâlâ, Fir’avn'a ve bütün insanlara onu sevdirdi. Onu gören herkes kalbinde, şüphesiz ona karşı bir muhabbet hâsıl olduğunu hissederdi.
Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen; “(Yâ Mûsâ!) sana tarafımdan bir sevgi ilkâ etmiştim” (Tâhâ sûresi: 39) buyruldu.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde; “Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı sevdi ve insanlara sevdirdi” buyurdu. Katâde (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Allahü teâlâonun gözlerine öyle bir güzellik vermişti ki, kendisini görenin onu sevmemesi, ona âşık olmaması mümkün değildi.”
İbn-i Zeyd (rahmetullahi aleyh); “Yukarıdaki âyet-i kerîmenin meâli; “Her görene seni sevdirdim. Hattâ Fir’avn'a seni sevdirdim de, onun şerrinden, zararından kurtuldun. Âsiye binti Müzâhim de seni sevdi ve evlâd edindi” şeklindedir” dedi.
İbn-i Atıyye (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ona, öyle bir güzellik vermişti ki, hiç kimse onun yüzüne bakmaya tahammül edemezdi.” Hazret-i Mûsâ bu şekilde Fir’avn’ın sarayında yetişti. Büyüyüp gelişti. Bülûğa erip, olgunlaştı. Artık, Fir’avn’ın binek hayvanlarına biner, onun giydiği gibi kıymetli elbiseleri giyerdi. İnsanların çoğu, Fir’avn’ın oğlu zannedip, süt çocuğu olarak geldiğini bilmezlerdi. Çok kimse onun sebebiyle haksızlık ve alay edilmekten kurtuldu. Kırk yaşına gelince, akrabâlarını öğrenip, onların yanına gitti.

Mûsâ aleyhisselâmın elinde bir Kıptî'nin (Mısırlının) ölmesi:

Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ, bir gün Münîf isimli bir beldede, Mısırlı bir Kıptî kâfirinin, Benî İsrâil'den birine işkence ettiğini gördü. Rivâyete göre, işkence gören İsrâiloğullarından Sâmirî isminde biri idi. Hasmı da Fâtûn isminde Fir’avn’ın ekmekçisi olan bir Kıptî idi.
Fâtûn, sarayın mutfağı için odun satın almıştı ve Sâmirî'ye; “Bu odunları taşı!” demişti. Taşımayınca ona zulmetmeye başlamıştı. Bu esnada Mûsâ aleyhisselâm da oradan geçiyordu. Sâmirî, kendine haksızlık yapan Mısırlıya karşı ondan yardım istedi.
Nitekim Kasas sûresinin 15. âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Mûsâ aleyhisselâm bir gün saraya geldiğinde, Fir’avn, Münif şehrine gitti denildi.) Mûsâ (aleyhisselâm) şehir halkının meşgûl olduğu (öğle uykusunda oldukları, cadde ve sokakların tamâmen boş olduğu) bir sırada (Fir’avn’ın bulunduğu) şehre girdi. Şehre girdiğinde birbirleriyle kavga eden iki adama rastladı. Bu iki kimseden biri Mûsâ'nın (aleyhisselâm) tarafından (yani İsrâiloğullarından) diğeri de düşmanları olan taraftan (yani Kıbtîlerden) idi. İsrâiloğullarından olan kimse, hasmı olan Kıbtîye karşı, kendisine yardım etmesi için Mûsâ'dan (aleyhisselâm) yardım istedi...” buyruldu.
Mûsâ aleyhisselâm Kıptîye; “Bırak onu!” diye bağırdı. Fırıncı; “Ben onu, senin babanın işi için alıyorum, Sen ise ona yol veriyorsun” dedi. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî’yi onun elinden kurtarmaya çalıştı. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “…Öyle olunca, Mûsâ eliyle Kıbtî'nin göğsüne vurdu. Adam ölüverdi. Mûsâ (aleyhisselâm) yaptığı bu işten mahcub oldu ve; Bu (yâni maktûlün yaptığı iş) âşikâre azdırıcı bir düşman olan şeytanın amellerindendir dedi. Mûsâ (aleyhisselâm)Allahü teâlâya münâcât ederek; “Yâ Rabbî! (senin emrin olmadan o Kıbtî’nin ölümüne sebep olmakla) ben nefsime yazık ettim. Benim hatâmı mağfiret eyle dedi. Allahü teâlâ da onu mağfiret etti. Çünkü Allahü teâlâ, çok mağfiret edici ve kullarına çok merhametlidir.”
Bu âyet-i kerîmede, Kıbtî’nin ölmesi husûsunda hazret-i Mûsâ'nın bir kastının bulunmadığı, hâdisenin bu şekilde netîcelenmesine üzüldüğü ve Allahü teâlâdan özür dilediği bildirilmektedir.
Kâdı Beydâvî hazretlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede, Hazret-i Mûsâ'nın dâhil olduğu (girdiği) bildirilen şehir, şimdiki Mısır'ın batısındadır ve ismi Münif'dir. Bu şehrin ismine Ayn-üş-şems denildiği, ayrıca başka isimlerinin olduğu da rivâyet edilmektedir.
Âyet-i kerîmede, Mûsâ aleyhisselâmın, şehir halkının gaflette oldukları, meşgûl olup, ortalıkta bulunmadıkları bir sırada şehre girdiği bildirilmektedir. Bunun sebebi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Fahrüddîn-i Râzî hazretleri tefsîrinde buyuruyor ki: Bu hâdisenin bildirildiği âyet-i kerîmeden önceki âyette (Kasas sûresi: 15) Allahü teâlâ meâlen; “Mûsâ'nın (aleyhisselâm) yaşı kemâlini bulup, aklı, rüşdü, müsâvî olunca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte biz, iyilik, ihsân sâhiplerini böylece mükâfâtlandırırız” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm rüştüne (yaş olarak olgunluğa) kavuşup, kendine ilim ve hikmet verilince, Fir’avn’ın dîninin bâtıl, bozuk olduğunu bildi. Zâten Allahü teâlâ, diğer peygamberler gibi onu da muhâfaza etmiş, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmek bir yana, böyle şeylere hiç yaklaşmamıştı. Hikmet ve ilim verilince, Fir’avn’ın ve çevresinin dinlerinin bozukluğunu, daha iyi anladı. Bundan sonra, Fir’avn’ın ve kavminin içinde bulundukları hâli ayıplamaya, onların zulüm yaptıklarını anlatmaya başladı.
Tabi ki, Âsiye'nin her türlü gayretine, yatıştırmaya çalışmasına rağmen, Fir’avn ve onun kavmi olan Kıptîler, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) aralarından ayırmaya, yanlarından uzaklaştırmaya çalıştılar. Korkutmaya kalkıştılar. Hazret-i Mûsâ da onların arasından ayrılıp, çıktı. Bu sebeple, Fir’avn’ın bulunduğu beldeye, gizlice ve endişe içinde girerdi. Açıktan açığa giremez oldu. Çünkü Kıptîler tehdit ediyorlardı. Bir de onlar her kötülüğü yapabilirlerdi.
Rivâyet olundu ki, Kıptînin ölmesi hâdisesini; kavgada bulunan Sâmirî'den başka hiç kimse bilmiyordu.
Bu hâdiseden sonra, endişe içinde şehirde halkın arasında söylentilere kulak verdi. Kıptîler, hâdiseyi haber alınca, o sırada şehirde bulunan Fir’avn'a gelerek; “İsrâiloğulları yakınlarımızdan olan bir adamı öldürdüler. Onlardan bizim hakkımızı al! Onları bırakma ve bu yaptıklarını yanlarına koyma!” dediler. Fir’avn; “Öldüreni ve şâhidleri bana getirin. Çünkü delilsiz, şâhidsiz karar vermek doğru olmaz” dedi. Dolaşıp, araştırdılar, bir delil bulamadılar. Fir’avn, aranılan şahsın bulunması için şehirden ayrılmadı, o gün orada kaldı.
Mûsâ aleyhisselâm olanları öğrendi. O geceyi endişe içinde geçirdi. Rivâyete göre, Hazret-i Mûsâ'nın, Kıbtînin elinden kurtardığı kimse, her ne kadar İsrâiloğullarından ise de mü’min değildi. Nitekim, Mûsâ aleyhisselâm, hatâ ile Kıbtî’nin ölümüne sebep olduğum için, Allahü teâlâ beni affetmekle ve Fir’avn'a yakalattırmamakla bana ihsânda bulundu. Öyleyse ben, bu nîmetlerin hakkı için bir daha hiç bir kâfire arka çıkmayayım, yardım etmeyeyim diye düşündü. O geceyi endişe içinde geçiren hazret-i Mûsâ, sabah olunca bu endişe ile kaldığı yerden çıktı. Yeni durumdan haberdâr olmak istiyordu. Çarşıya çıktığında bir de ne görsün, dün Kıbtî’nin elinden kurtardığı İsrâiloğlu, bu gün de yine bir Kıptî ile kavga ediyor. İsrâiloğlu yine Hazret-i Mûsâ'dan yardım istedi. Nitekim Kasas sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Mûsâ aleyhisselâm, kendisini yakalarlar ve ölen Kıbtînin kısasını isterler diye) şehirde endişe ile sabahladı. Etrâfı gözetlemekten de geri kalmadı. Sabah olunca, bir de ne görsün, dünkü Kıptî'nin elinden kurtardığı İsrâiloğlu, bugün de bir Kıptî ile münâkâşa ediyor ve yine hasmına karşı Mûsâ'dan (aleyhisselâm) yardım istiyor. Hazret-i Mûsâ ona; (dün bir Kıbtî’nin ölümüne sebep olmuşken, bu gün başka birine karşı kendisinden imdâd istemesine üzülerek ve gadab ederek o İsrâiloğluna;) “Şüphe yok, sen elbette apaçık bir azgınsın” dedi.” “Dün kavga ettin. Kavgaya beni de kattın. Şimdi bir başkasıyla dövüşüyor, yine yardımımı istiyorsun. Nedir senin bu yaptığın? Dünkü hâdiseden ibret almadın mı? Niye gücünün yetmediği kimselerle dövüşüp duruyorsun...?” demek istedi. Bununla berâber, ona yardım etmemesi hâlinde İsrâiloğlunun dünkü hâdiseyi Fir’avn’ın adamlarına bildirmesi ve kendisini ele vermesi ihtimâline karşı yine de yardım etmek istedi. Gadablı bir şekilde böyle söyledi, bununla berâber, çabucak onu Kıptî’nin elinden kurtarmak için sür’atle yanlarına yaklaştı. Maksadı, bir an önce, İsrâiloğlunu Kıptî’nin elinden kurtarıp onun muhtemel zararından kurtulmak ve çabucak oradan uzaklaşmaktı. Kıbtî’yi tutup İsrâiloğlundan ayırmak için, aceleyle üzerine yürüdü. Biraz evvel, İsrâiloğlunu azarlayıcı sözler söylediğinden, İsrâiloğlu çok korkup, Hazret-i Mûsâ'nın Kıbtî’yi değil de kendisini tutmak istediğini zannetti. Heyecanla dünkü olan hâdiseyi söyleyiverdi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde Kasas sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmiştir: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm), kendisine ve o İsrâiloğluna düşman olan Kıbtî’yi tutmak istedi. (Daha önce İsrâiloğlunu, azgınsın diye azarlamış olduğundan; o zannetti ki, Mûsâ (aleyhisselâm) Kıbti’yi değil de kendini tutup öldürecek. Bu zannının gâlib olmasıyla) dedi ki; “Yâ Mûsâ! Dün ölümüne sebep olduğun adam gibi, bu gün de beni katletmeye mi kastediyorsun. Ara buluculardan olmayı arzu etmiyorsun da bu yerde, yaman bir zorba (mı) istiyorsun?.”
Orada İsrâiloğlu ile kavga eden Kıptî, hasmından bu sözleri duyunca, dünkü Kıptî Fâtûn'un ölümüne sebep olanın, Mûsâ (aleyhisselâm) olduğunu anladı. Ellerinden sıyrılıp kurtuldu ve koşarak Fir’avn’ın yanına gitti. Fir’avn ile görüşmek istediğini, mühim bir şey bildireceğini söyledi. Fir’avn'a haber verildiğinde, görüşme isteğini kabûl ederek; “Onu içeri alabilirsiniz. Kendisi yakın tanıdığımız, dostumuzdur” dedi. İçeri alınan Kıptî, olan biteni Fir’avn'a anlattı.
Bunun üzerine, önceki gün ölen Kıptî'nin yakınları, Fâtûn'un ölümüne sebep olan kimse tespit edildiğine göre hemen kısas yapılmasını yâni akrabâları yerine, Mûsâ'nın (aleyhisselâm)katledilmesini istediler. Fir’avn ile etrâfındakiler, bir de Kıptî kavminin ileri gelenleri toplanarak, aralarında istişâre edip, kısas yapılmasını kararlaştırdılar. Hattâ istişâre etmekten, birbirlerinin fikirlerini almaktan ziyâde, Mûsâ aleyhisselâmın katledilmesi için birbirlerine, emirler veriyorlardı. Nihâyet Fir’avn, derhal, Hazret-i Mûsâ'nın yakalanmasını ve katledilmesini emretti. “Onu bulun! Şehirden çıkmamıştır. Başka bir yere gidemez. Yol bilip çıkartacak birisi değildir” dedi.

Mûsâ aleyhisselâmın Medyen'e gitmesi:

Fir’avn’ın, Hazret-i Mûsâ'yı yakalamaları ve katletmeleri şeklinde askerlerine emir verdiğini öğrenen bir kimse, koşa koşa ve en kestirme yollardan geçerek Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldi. Durumu haber verdi ve; “Seni yakalayıp katledecekler. Derhal buradan uzaklaş! Ben sana nasîhat ediyorum...” dedi. Rivâyete göre bu haberi veren Fir’avn’ın amcasının oğlu olup yakın akrabâsından mü’min bir zât idi. İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere ibâdet ederdi ve kavminden îmânını gizlerdi. Mûsâ aleyhisselâma peygamberliğinin bildirilmesinden sonrada, ona ilk inanan kişi bu Hazkîl oldu. Hazkîl'in ismi başka şekillerde de bildirilmiştir.
“Arâis-ül-mecalis” adlı eserde bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ümmetlerin sâbıkları, önde gelenleri üçtür. Bunlar, Allahü teâlâya bir an îmânsızlık etmediler. Fir’avn’ın âilesinden mü’min olan Hazkîl, Habîb-i Neccâr ve Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem)in ehl-i beytinden Ali bin Ebî Tâlib. En üstünleri de budur. (Yâni Ali (radıyallahü anh)dır.”)
Bu zâtın koşarak gelip, Mûsâ aleyhisselâma durumu haber vermesi, onun da endişe içerisinde şehirden çıkarak ayrılması ve Allahü teâlâya münâcâtta bulunması, sonra Medyen'e gitmesi, Kasas sûresinin 20, 21 ve 22. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “O beldenin uzak tarafından bir adam, koşarak gelip, dedi ki; “Yâ Mûsâ! Şehrin ileri gelenleri senin hakkında müzakere yapıyorlar. (Dün ölen kıptî’ye kısas olarak) seni öldürecekler. Hemen bu şehirden çık, git! Muhakkak ki ben, senin iyiliğini isteyenlerdenim.”
Bunun üzerine Mûsâ (aleyhisselâm yolda yakalanmak ve herhangi bir taarruza uğramak tehlikesine karşı) endişe içinde ve etrâfını gözetleyerek, hemen şehirden dışarı çıktı ve Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bana bu zâlim kavimden kurtuluş ihsân eyle! (Veya beni onlarla karşılaşmaktan, onların beni yakalamalarından muhâfaza eyle!) diye münâcâtta bulundu. (Allahü teâlâ da, onun duâ ve münâcâtını kabûl buyurup, onu muhâfaza etti. Mûsâ aleyhisselâm böylece tam bir selâmet içinde Medyen şehrine doğru yürümeye başladı.)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm) Medyen tarafına doğru yönelince; “Ümîd ederim ki, Rabbim beni doğru yola sevkeder (de Medyen'e giderim) dedi.”
Rivâyet edilir ki: Hazret-i Mûsâ o şehirden çıktığında, ne tarafa gideceğini bilmiyordu. Zirâ, daha önce herhangi bir yere seyahat etmemişti. Bu sebeple, şehirden çıktığında tam bir hayret içinde idi. Yol arkadaşı olmadığı gibi zâhiresi (yiyecek maddesi) de yoktu. Herhangi bir gizli yol bilmediğinden, bilinen, görünen ana yolu tâkib ederek yürüyüp gitti. Fir’avn’ın adamları ise, îdâm edilmek için aranan bir kimsenin, meydanda, ortada, ana yolda bulunmasına ihtimâl bile vermediklerinden ana yola hiç bakmadılar. Onu devamlı gizli, sarp ve tâlî yollarda aradılar. Hazret-i Mûsâ ise, rahatça yoluna devam etti.
Denildi ki, Cebrâil aleyhisselâm ona gelip, Şu’ayb aleyhisselâmın bulunduğu beldenin yolunu gösterip; “Medyen'e git!” dedi.
Sa’îd bin Cübeyr'in (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre; Mûsâ aleyhisselâm, Mısır'dan çıkıp, Medyen'e doğru yol aldı. Aradaki yol, sekiz günlük mesâfe idi. Kûfe ile Basra arası kadar mesâfedir.
Kasas sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Mûsâ aleyhisselâm, Mısır şehrinden çıkınca, elinde kazara ölen Kıptî için kendisine kısas yapılmasını, onun da katledilmesini isteyenler hakkında Allahü teâlâya münâcâtında; “…Bana bu zâlim kavimden kurtuluş ihsân eyle...” dedi. Burada bu kavim için zâlim denmesi husûsunda Fahrüddîn-i Râzî hazretleri buyuruyor ki: “Mûsâ aleyhisselâm, Kıbtî’yi öldürmeye kastetmemişti. Bilerek öldürdü denilemez. Kaldı ki, bilerek öldürse bile, Kıptî müşrik olup, öldürülmesi câiz idi. Şâyet Kıbti’nin öldürülmesi hatâ ve günâh olsaydı, buna karşılık, Mûsâ aleyhisselâmın katlini isteyenlerin haklı olmaları ve kendilerine zâlim denilmemesi icâbederdi. Halbuki, âyet-i kerîmede bildirildiğine göre, Mûsâ aleyhisselâmonların zâlimler olduklarını beyân etmiştir. Bu, onların zâlim ve kararlarının haksız olduğuna işâret etmektedir.
Çünkü Kıptî, müşrikti. Bunun ise katli câiz olduğu için, kısas lâzım gelmediği gibi, ölümü hatâ ve kazâ ile olduğundan yine kısas gerekmezdi. Bunları dikkate almadan, tarafları muhakeme edip ifâdelerine baş vurmadan hemen kısas için karar vermeleri sebebiyle onlar elbette zâlim idiler.”

Mûsâ aleyhisselâmın Medyen'e gelişi ve Şu’ayb aleyhisselâmın, kızını onunla evlendirmesi:

Mûsâ aleyhisselâm, Mısır şehrinden çıkınca, Hazret-i Cebrâil'in, insan sûretinde bir at üzerinde gelerek, târif ettiği yola gidiyordu. Bu uzun yolculukta, Allahü teâlâ tarafından vazifelendirilen iki meleğin, insan şeklinde Hazret-i Mûsâ'ya yol arkadaşı oldukları da rivâyet edilmiştir.
Nihâyet, bir sabah vakti Medyen şehrine yaklaşan Hazret-i Mûsâ, uzakta Medyen kalesini gördü. Bir müddet kaleyi seyrettikten sonra, kale kapısının açıldığını, kaleden (Medyen şehrinden) sürülerle koyunların ve sığırların çıktığını gördü. Buradan çıkan sürüler, başlarında çobanlarıyla, Hazret-i Mûsâ'ya doğru geliyordu. Hazret-i Mûsâ'nın durduğu yerin yakınında bir kuyu vardı. Şehir halkı hayvanlarını hep o kuyudan suluyorlardı. Nihâyet insanlar kuyunun başına gelerek, sırayla davarlarını sulamaya başladılar. Hayvanlar, bir an evvel su içebilmek için, kuyuya üşüştüklerinden, görülmedik bir izdiham ve sıkışıklık meydana geliyordu. Kuyunun başına yaklaştıklarında, iki hanım, davarlarını sürüden çıkararak ayrıldılar, kenarda bir yere toplayıp, oturdular. Diğerlerinin, davarlarını sulayıp, işlerini bitirmelerini beklemeye başladılar. Hazret-i Mûsâ bulunduğu yerden, hayretle olanları seyrediyordu. Onların, diğerleri gibi sıraya girmemeleri, kuyuya yaklaşmamaları, dikkatini çekti. Bulunduğu yerden kalkıp kuyunun başına geldi. Onlara yaklaşarak, bu hâllerinin sebebini sordu. Bu husûsta Kasas sûresinin 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) Medyen kuyusuna ulaşınca, orada hayvanlarını sulamakta olan bir grup insan buldu. Onların gerisinde de iki kadın vardı ki, başkalarının koyunlarına karışmasınlar diye kendi koyunlarını ayırmaya, karışmalarını engellemeye çalışıyorlardı. (Mûsâ aleyhisselâm, kendisinde bulunan peygamberlik şefkâtinden ve merhametinden dolayı o iki kadına;) Sizin hâliniz nedir? (Niçin siz de onlarla birlikte davarlarınızı sulamıyorsunuz?) dedi. Onlar dediler ki: “Çobanlar hayvanlarını sulayıp gitmedikçe biz davarlarımızı sulayamayız. (Erkeklerle birlikte o izdihama, sıkışıklık ve kalabalığa da karışamayız. Biz, ancak onların artan sularıyla hayvanlarımızı sulayabiliriz. Bizim bir yardımcımız yoktur.) Babamız da çok yaşlı bir ihtiyâr olup, hayvanlarımızı sulamaya ve bize yardımcı olmaya mecâli yoktur.”
Mûsâ aleyhisselâmın konuştuğu bu iki hanım, Şu’ayb aleyhisselâmın Safûra ve Süfeyrâ adındaki kızları idi. “Târih-i Taberî” de bildirildiğine göre, bu kızlar Mûsâ aleyhisselâma, davarlarını sulamaktaki âcizliklerini, babalarının kendilerine yardımcı olamayacak kadar yaşlı ve halsiz bulunduğunu, kalabalıkta erkeklerin arasına, izdihama giremedikleri için hayvanlarını onlardan artan su ile suladıklarını, hattâ bâzan da su kalmadığı için içirecek su bulamadıklarını acıklı bir şekilde anlattılar. Mûsâ aleyhisselâmın onlara olan, şefkât ve merhameti daha da ziyâdeleşti. “Peki buralarda, başka bir kuyu yok mudur?” diye sordu. Onlar; “Bir kuyu daha vardır. Fakat, ağzında büyük bir kaya bulunmaktadır. O kayayı on kişi zor kaldırır” diye cevap verdiler. Hazret-i Mûsâ; “O kuyuyu bana gösterir misiniz? Sizin koyunlarınızı sulamak istiyorum. Zirâ bu hâle çok üzüldüm” dedi. Onlar hayretle; “O kocaman kayayı, kuyunun ağzından nasıl kaldıracaksınız?” deyince, Hazret-i Mûsâ; “Hak teâlânın yardımı olursa kaldırabilirim” dedi. Hemen onu kuyunun başına götürdüler. Hazret-i Mûsâ, mübârek elini taşın altına sokup; “Bismillâhil-kaviyyi” diyerek taşı zorladı. Allahü teâlânın izni ile, bir mûcize olarak, on kişinin güçlükle yerinden oynatabildiği o kayayı yalnız başına kaldırmıştı. Sonra onlardan ip ve kova istedi. Kızlar, ip ile kovayı getirip verdiler. Hazret-i Mûsâ kuyudan su çekip koyunları suladı. Kızlar, hayretle birbirlerine bakışıp; “Ne kadar şefkâtli, merhametli ve kuvvetli bir yiğit. Şimdiye kadar hiç kimse bu şekilde yardım etmemişti” dediler.
Başka bir rivâyette de şöyle denilmiştir: Herkesin hayvanlarını sulamak üzere kuyuya yanaştığını gören Mûsâ aleyhisselâm, iki kızın geride beklediklerini farketti. Onlara acıyıp, kuyunun başında bulunan çobanlara; “Bu zavallıları niçin bekletiyorsunuz? Koyunlarını sulayıverin gitsinler” dedi. Çobanlar; “Kolaysa gel kendin yap” dercesine kovayı ona bırakıp bir kenara çekilerek beklemeye başladılar. Hazret-i Mûsâ, on kişinin kuyudan zorlukla çekebildiği kovayı yalnız başına çekmeye başladı. Üstelik sekiz gündür aç idi. Buna rağmen kovayı çekmiş ve o kızların koyunlarını sulamıştı. Çobanlar da bunu hayretle seyretmişlerdi.
Koyunlar sulandıktan sonra, o iki kız Hazret-i Mûsâ'ya teşekkür edip gittiler. Hazret-i Mûsâ da bir gölgeye çekilip oturdu. Sekiz gün devamlı yol yürümekle, mübârek ayaklarının derisi soyulmuş, hiç bir şey yemediği için, çok bunalıp, zayıf düşmüştü. Açlık ve yorgunluğu son haddinde idi. Bu husûsta Kasas sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) onların koyunlarını sulayıverdi. Sonra da bir ağacın gölgesine çekildi ve; “Yâ Rabbî! Doğrusu ben, bana hayırdan ne indirirsen (yiyecek olarak ne ihsân edersen), ona muhtacım. (Karnım çok acıktı) dedi.”
Diğer taraftan, kuyunun başında rastladıkları bu iyilik sever insan tarafından, koyunları kısa zamanda ve istedikleri gibi sulanan o iki kız sevinçle evlerine döndüler. Babaları Şu’ayb aleyhisselâm, bütün koyunlar, suya kanmış olarak onların kısa zamanda dönmelerine hayret etti. “Size ne oldu ki bu gün tez geldiniz. Size kim şefkât ve yardım eyledi de koyunları çabucak sulayıverdiniz. Çünkü bu kavimden hiç kimse böyle bir yardımda bulunmazdı. Siz şimdi akşama kadar dinlenin...” dedi. Kızlar; “Orada sâlih bir kimse bulduk. Biz, su kalmayacak endişesiyle diğer insanların koyunlarının sulanmasını beklerken, o sâlih kimse bizim hâlimize acıdı. Koyunlarımızı sulayıverdi. Onun için biz, sevinçle çabucak döndük” diyerek, başlarından geçen hâdiseyi anlattılar. Şu’ayb aleyhisselâm bunları dinleyince, kızlarından Safûra'ya; “Git onu bana çağır!” buyurdu. Safûra, edeb ve hayâsından, utana-sıkıla Hazret-i Mûsâ'nın yanına geldi.
Nitekim, Kasas sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “O iki kadından biri hayâ ile, utanarak Mûsâ'nın (aleyhisselâm) yanına gelerek; “Babam, kuyudan su çekerek koyunlarımızı sulayıvermenizin ücretini vermek üzere sizi çağırıyor” dedi.”
Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm kalktı ve Şu’ayb aleyhisselâmın evine gittiler. Şu’ayb aleyhisselâm; Mûsâ'ya (aleyhisselâm), kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini hâl ve hatırını sordu. O da; “Ben, Benî İsrâil'den yâni Ya’kûb aleyhisselâmın neslinden İmrân oğlu Mûsâ'yım” diyerek başından geçenleri anlattı ve Fir’avn’ın şerrinden emîn olmak için, buralara kadar geldiğini bildirdi. Şu’ayb (aleyhisselâm) da, bulundukları beldenin Fir’avn’ın saltanatına girmediğini, şerrinden kurtulup emîn olduğunu, bu sebeple artık endişelenmemesini söyledi. Bu husûsta, Kasas sûresinin 25. âyetinin devamında meâlen buyruldu ki: “...Mûsâ (aleyhisselâm) Şu’ayb'a gelip, (Fir’avn ile aralarındaki) kıssayı anlatınca, Şu’ayb (aleyhisselâm); “Korkma (endişe etme)! Zalim kavmin (Fir’avn’ın ve adamlarının) şerrinden kurtuldun dedi.”
Rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâm geldiğinde, Hazret-i Şu’ayb ona yemek ikrâm etti. Mûsâ (aleyhisselâm), sofraya oturmakta tereddüt edince, Hazret-i Şu’ayb; “Niçin yemiyorsun?” diye sordu. O da; “Biz öyle bir hâne halkındanız ki, bütün dünyâyı verseler, bir âhıret ameli ile değişmeyiz. Çocuklarınıza, karşılığında yemek vermeniz için değil, Allah rızâsı için yardımda bulundum” dedi. Şu’ayb aleyhisselâm onun bu hassasiyetine memnun olup; “Bu ikrâm ettiğimiz yemek, yardımınızın karşılığı değildir. Evimize gelene yemek yedirmek bizim ve atalarımızın âdetidir. Hem bir kimse bir hayır işlediğinde ona bir şey ikrâm edilse veya hediye olunsa onu alması iyidir” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ yemek yedi ve istirâhata çekildi. Çünkü pek yorgundu.
Mûsâ aleyhisselâm istirâhat ederken, Şu’ayb aleyhisselâmın kızı Safûrâ, babasına, bu gelen zâtı, koyunları otlatmak üzere, ücretle tutmasını ricâ etti. Nitekim bu husûsta Kasas sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “O iki kadından biri (olan Safûrâ babası Şu’ayb aleyhisselâma) dedi ki: “Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut. O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır. Kuvvetlidir, emîndir.”
Rivâyet edildiğine göre; hazret-i Şu’ayb'a kızı böyle bir teklifte bulununca; “Kuyunun ağzında bulunan on kişinin (başka bir rivâyette kırk kişinin) kaldıramayacağı taşı kaldırdığını görmekle, güçlü, kuvvetli olduğunu anladın. Bu tamam da, emîn, güvenilir olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu. O da; kuyunun yanındaki konuşmalarını, koyunlarını sulaması esnâsında kafasını kaldırıp da yüzlerine bakmadığını, ayrıca yolda gelirken, kendisini geriden yürüttüğünü anlattı. Bunları dinleyen Şu’ayb aleyhisselâmın, Hazret-i Mûsâ'ya olan rağbeti, meyli ve yakınlığı daha da arttı.
“Arâis-ül-mecâlis” kitabında bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Firâset (doğruluk ve ileri görüşlülük) bakımından kadınların en doğrusu ikidir. İkisi de Mûsâ (aleyhisselâm)hakkında firâsette bulunup isâbet etmişlerdir. Biri, Fir’avn’ın hanımı (Âsiye) olup (Mûsâ aleyhisselâm, sandık içinde onların sarayına geldiğinde onu alıp Fir’avn'a götürmüş ve;) “Bu çocuk, benim, senin göz nûrumuz, göz aydınlığımız olsun. Onu öldürmeyin...” demişti. (Firaset sâhibi olan iki kadından) diğeri ise Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) kızıdır ki, o da; “Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut. O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır. O kuvvetlidir, emîndir” demişti.”

Firâset:

Ümmet arasında sâlih mü’minlerden meydana gelen âdet dışı şeylere denir. Firâset; lügatte, bakmak, sezmek istidlâl etmek ve içe doğmak mânâlarına gelir. Ayrıca, “Rûhun ilâhî bir kuvvetle, düşünme ve tefekküre yer vermeden, gaybî sırları bilip, anlaması, sezmesidir” şeklinde de târif edilebilir. Böylece; îtikâdı doğru, işleri, Allahü teâlânın emrine ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uygun, haram, mekruh ve şüphelilerden sakınan sâlih kimselerin; bilgi, delil ve tecrübelerle elde ettiği yüksek meziyetleri sâyesinde, insanların hâllerini çabuk kavrayıp isâbetli karar vermesi firâset olarak bilinmektedir. Bu hâle sâhip olana ise firâset sâhibi denmektedir. Firâset sâhibi; te’vil, zan ve tahmine kaçmadan, ilk bakışta, karşıdakinin niyetine göre maksadı isâbet ettiren yâni hemen anlayandır.
Firâset, sâlih müslümanda bulunan üstün bir meziyettir. Nitekim Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem“Mü’minin firasetinden korkunuz (sakınınız). Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar” (görür) buyurdukları meşhûrdur.
Firaset sâhibi olabilmenin ilk şartı, doğru bir îmân sâhibi yâni Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikâdında olmaktır. Sonra da İslâmiyetin emirlerini yapıp, haramlardan sakınmak, İslâmiyetin beğenmediği kötü işlerden uzak durmaktır. Bütün bunlara kavuşabilmek için, kalbin her an Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olması, bütün âzâların sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine tam uyması, hep helâl lokma yemesi gerekmektedir.
Bir kimse zâhirîni güzel ahlâk ile süsleyince ve her an Allahü teâlâyı zikrederek, kalbinden bütün kötü his ve düşünceleri ve dünyâ sevgisini çıkarınca, ilâhi sırlar kalbine dolar. Böylece o kalbin sâhibi olan kimse, bu sırları anlar ve onlardan haberdâr olur. İnsanın kalbi, kötülüklerden temizlenip böyle parlayınca, başka gönüllerde saklı olan şeyleri de keşfedebilir. Sâlih müslümanlara verilen bu haslet, Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânıdır. Firâset, îmânın kuvveti nispetinde hâsıl olur. Îmânı kuvvetli olan kimsenin firâseti de keskindir.
Vâsıtî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Firaset, kalbde parıldayan nûrun ışığıdır, kalbde yerleşmiş bir mârifettir. Bu nûr ve mârifet sebebiyle gaybın sırları (insanların kalblerinde bulunan sırlar), başka kimsenin kalbinden, bakan kimsenin kalbine nakledilir. Böylece firâset sâhibi olan kimse, eşyâyı, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği firâset nûru ile, göründüğü gibi değil; olduğu, gösterdiği şekilde görür. Onun için de insanların kalbinde bulunanları haber verir.”
Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhâra'ya dönerdi. Bir aşûre günü talebelerine ders veriyordu. Evliyâlık hâllerini anlatıyordu. Görünüşü müslüman kıyafetinde olan bir genç kapıdan girip, talebelerin arasına oturdu. Abdülhâlık hazretleri arada sırada o gence bakıyordu. Bir müddet onun sohbetini dinleyen genç; “Efendim! Hazret-i Peygamber; “Mü 'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir?” diye sordu. Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri; “Sırrı şudur ki; belindeki zünnarını (hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı parmak kalınlığında yuvarlak ip) kesip çıkar ve müslüman olmakla şereflen!” buyurdu. Genç îtirâz edip; “Allahü teâlâya sığınırım, benim belimde zünnar mı var?” deyince, Abdülhalık (rahmetullahi aleyh) bir talebesine işâret etti. Talebe, o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde zünnar bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç çok mahcub oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri talebelerine dönerek buyurdu ki: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnarımızı keselim. Îmân, edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnarı kesti, biz de kalbe âit zünnarı keselim. O da, kibir ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa mazhâr olalım” buyurdu. Dostlar arasında şaşılacak hâller göründü. Hazret-i Hâce’nin ayaklarına düştüler, tevbelerini yenilediler. Hep birlikte tevbe ettiler ve kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.
Kettânî dedi ki: “Firâset, îmân makâmlarından bir makâm olup; yakîni keşfetmek ve gaybı gözle görmektir.”
Abdurrahmân es-Sülemî buyurdu ki: “Dedem Amr bin Necîd'den şöyle işittim: “Şâh Şücâ’ Kirmânî'nin çok isâbet eden keskin bir firâseti vardı. Şöyle derdi: “Harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsinin arzularına kapılmaktan koruyanın, devamlı olarak murâkabede bulunanın, içini ve dışını sünnete tâbi olarak süsleyenin ve devamlı helâl lokma yiyenin firâseti şaşmaz.”
Ebû Sa'îd-i Harrâz anlatıyor: Mescid-i Haram'a girdim. Üzerinde iki hırka bulunan bir fakirin, halktan dilendiğini gördüm. İçimden; “Bunun gibisi de halka yük oluyor” dedim. Adam bana bakarak; “Dikkatli olunuz! Allahü teâlâ içinizden geçenleri bilir” dedi. Bunun üzerine derhal içimden istiğfâr ettim. Sonra o kimse bana; “Kullarının tevbesini kabûl eden O'dur” meâlindeki Şuarâ sûresinin 25. âyetini okudu.

Mûsâ aleyhisselâmın Şu’ayb aleyhisselâmın kızı ile evlenmesi:

Kızı Safûra'nın anlattıklarını hayretle dinleyen Hazret-i Şu’ayb, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) yanında alıkoymayı arzu etti. Göndermek istemedi ve bir çâre aradı. Mûsâ aleyhisselâm istirâhat ederken, bu husûsta pek çok düşünen Şu’ayb aleyhisselâm, Mûsâ (aleyhisselâm) uyanınca, ona kerîmesi Safûra ile evlenmesini teklif etti. Bu husûsta Kasas sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: (Şu’ayb aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâma) dedi ki; “Sekiz sene bana hizmet etmen şartıyla iki kızımdan birini (Safura'yı) sana nikâh etmek istiyorum. Eğer bu (sekiz senelik) müddeti on seneye tamamlarsan; o da senin bir iyiliğin, bir ihsânın olur. Ben (on senenin tamamını mutlakâ istiyorum diyerek) sana meşakkat vermek istemem. İnşaallah güzel muâmelede ve ahde vefâda beni sâlihlerden bulursun.”
Rivâyete göre, Şu’ayb aleyhisselâm kerîmesini Hazret-i Mûsâ'ya nikâh etmek istediğini bildirince, o; “Ben garibim. Bir mal varlığım yok ki, mehir vereyim ve düğün masrafı yapayım” dedi. O da mehir olarak, sekiz sene hizmetinde bulunmayı teklif etti. Bunu kendinden bir iyilik olarak on seneye tamamlayabileceğini de bildirdi. Bundan maksadı, onun, yanlarında daha çok kalmasını te’min edebilmek idi. Kasas sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ, Şu’ayb aleyhisselâmın sözlerine cevap olarak; “Bu söylediğin (söz) benimle senin arandadır. (Aramızda gözetilecek bir husûstur. Bu sözleşme aramızda geçerli ve sabittir.) Bu iki müddetten hangisini ödersem, artık üzerime, müddetin arttırılması gibi bir ziyâdelikte bulunulmasın. Allahü teâlâ'da, bizim söylediğimiz şartnâmemize şâhiddir ve bizim neler konuşup sözleştiğimizi de çok iyi muhâfaza eder dedi.”
Tefsîr-i Mazharî’de, Eshâb-ı kirâmdan Şeddad bin Evs'in (radıyallahü anh) şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: “Şu’ayb aleyhisselâm çok ağlayıp göz yaşı dökerdi. Hattâ, çok ağlaması sebebiyle gözleri âmâ oldu. Allahü teâlâ ona, görme hassasını iâde etti. Tekrar görür oldu. Hazret-i Şu’ayb yine çok ağlıyor, pek çok göz yaşı döküyordu. Bir zaman sonra, gözleri ikinci defâ âmâ oldu. Allahü teâlâ, yine görme hassasını iâde etti. Sonra Allahü teâlâ ona buyurdu ki: “Bu ağlamak nedir? Cennet’e olan arzundan mıdır? Yoksa Cehennem korkusundan mıdır?” Şu’ayb aleyhisselâm dedi ki: “Yâ Rabbî! Onların hiç birisi değil. Ben sana kavuşmak şevki ile ağlıyorum.” Bunun üzerine Allahü teâlâ vahyedip; “Eğer böyle ise, benimle kavuşman sana âfiyet olsun. İşte bu sebeple sana, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) hizmetkâr yaptım” buyurdu.
Şu’ayb aleyhisselâm, âyet-i kerîmede meâlen bildirilen; “İki kızımdan birini (Safura'yı) sana nikâh etmek istiyorum” sözünü açıklayan İmâm-ı Kurtubi buyuruyor ki: “Babanın, sâlih kimseye kızı ile evlenmesini teklif etmesi mühim bir sünnettir. Medyen'in sâlihi “Şu’ayb aleyhisselâm, İsrâiloğullarının sâlihine (Mûsâ aleyhisselâma) kızı ile evlenmesini teklif etti. Hazret-i Ömer de, kızı Hafsa (radıyallahü anhâ) ile evlenmelerini Hazret-i Ebû Bekr'e ve Hazret-i Osman'a (radıyallahü anhümâ) teklif etmişti. Güzel olan, babanın, selef-i sâlihine uyarak sâlih kimseye kızı ile evlenmesini teklif etmesidir. Selef-i sâlihin böyle yapardı.”
Hazret-i Mûsâ, aralarındaki bu sözleşmeden sonra, Şu’ayb aleyhisselâmın hizmetinde bulunmaya başladı. Hazret-i, Şu’ayb'ın kızı ile evlendi. Aralarında kararlaştırdıkları 8 veya 10 senelik hizmet müddetini tamamladı. Ekseri rivâyetlerde, hizmetini on seneye tamamladığı bildirilmiştir. Bununla berâber, hizmet müddetinin sene îtibâriyle sekiz mi, on mu; hanımının, Hazret-i Şu’ayb'ın büyük kızı mı, küçük kızı mı; isminin, Safrâ, Safîrâ ve Safûrâ mı olduğuna dâir çeşitli rivâyetler vardır.
“Tefsîr-i Mazharî” ve “Tibyan”da, Ebû Zerr'in (radıyallahü anh) şöyle buyurduğu rivâyet olunmaktadır: Eğer sana; “Mûsâ aleyhisselâm iki zamandan (8 veya 10 seneden) hangisini tamamlayıp yerine getirdi?” diye suâl olunursa, de ki: “10 yılı tamamlamıştır. O iki kızın hangisini nikâh etmiştir?” diye suâl olunursa de ki: “Küçük olanını nikâh etti ki, o, Mûsâ aleyhisselâmı çağırmak için gelmişti ve onu ücretle tutması için babasına istirhâmda bulunmuştu.”
Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh) de buyurmuştur ki: “Mûsâ aleyhisselâm, o iki kızın büyük olanını nikâh etmiştir.”

Mûsâ aleyhisselâmın asâsı:

Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Şu’ayb'ın koyunlarını otlatmak üzere hizmete başladığında, koyunları tehlikelerden, yırtıcı hayvanlardan koruyabilmek için bir asâ edindi. Bu asânın mahiyeti, evveliyatı, kimlerden nasıl geldiği hakkında muhtelif rivâyetler vardır. Asânın, Allahü teâlânın, yeryüzünde, ilk yetiştirdiği ağaç olan Avsece ağacından olduğu veya Cennet’teki bir ağaçtan yapıldığı, Âdem aleyhisselâmdan sonra, babadan oğula geçerek Şu’ayb aleyhisselâma kadar geldiği, onun da asâyı Hazret-i Mûsâ'ya verdiği rivâyetleri meşhûrdur.

Asânın bâzı husûsiyetleri:

Âlimler, Mûsâ aleyhisselâmın asâsının birbirine geçmeli şekilde iki parça olduğunu, bir ucunun tutma yeri gibi eğri, diğer ucunun ise süngü demirine benzediğini bildirmişlerdir.
İbn-i Hibbân (rahmetullahi aleyh) dedi ki: Şu’ayb aleyhisselâm, kızını Hazret-i Mûsâ ile evlendirdiği ve otlatmak için koyunlarını ona teslim ettiği zaman, ona; “Bu koyunları götür. Yol ayırımına vardığında, sağ taraftan gitme. Sola sap. Çünkü sağ tarafta büyük bir ejderha vardır. Onun, sana ve koyunlara zarar vermesinden korkarım” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm koyunlarla oradan ayrıldı. Yol ayırımına gelince, hayvanlar sağ tarafa saptı. Mûsâ aleyhisselâm, onları sol tarafa çevirmek için ne kadar uğraştı ise de baş edemedi. Nihâyet koyunları serbest bıraktı. Onlar otlarken, kendisi de yatıp uyudu. Birden Hazret-i Şu’ayb'ın bildirdiği ejderha geldi. Asâ, Allahü teâlânın izni ile yerinden kalkıp, ejderha ile dövüştü ve onu öldürdü. Sonra yine Mûsâ aleyhisselâmın yanına uzandı. Mûsâ aleyhisselâm uyanınca, ejderhanın asâ tarafından öldürülmüş olduğunu gördü. Asânın, Hak teâlânın kudretiyle böyle fevkalâde işler yaptığını anladı. Daha sonra asâdan böyle hâller çok görüldü. Onu yere atınca, büyük ejderha hâlini alırdı.
Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, kararlaştırdıkları müddetin dokuzuncu senesinde, Hazret-i Şu’ayb Mûsâ aleyhisselâma; “Bu sene (yani hizmetin tamam olacağı onuncu senede) alaca kuzuların hepsini sana hediye edeceğim” dedi. Böylece damadı ve kızına (Hazret-i Mûsâ'ya ve hanımı Safûrâ'ya) bir ihsân ve iyilik yapmayı istedi.
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'ya, koyunların içeceği suya asâ ile vurmasını ilham etti. O da buyrulanı yapıp, koyunlara da bu sudan içirdi. Her sene, o kadar koyun içinde, ancak birkaç tanesi alaca kuzu doğurduğu hâlde, o sene (hizmetin onuncu senesinde) koyunların tamamı, hep ikiz doğum yaptı ve hepsinin kuzuları da alaca oldu. Şu’ayb aleyhisselâm anladı ki; bu, Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm ve âilesine ihsân ettiği rızıktır.

Mûsâ aleyhisselâmın Medyen'den ayrılıp Mısır'a gelmesi:

Hazret-i Mûsâ verdiği sözde durdu. Müddetin tamamını, fazla olarak yerine getirdi. Yâni on seneyi doldurdu. Bâzı kaynaklarda, bu on seneyi tamamladıktan sonra, on sene daha kaldığı, böylece Hazret-i Şu’ayb'ın yanında geçen zamanın yirmi sene olduğu bildirilmiştir.
Bu müddetin sona ermesi ile Mısır diyârına dönmek için Hazret-i Şu’ayb'dan izin istedi. O da izin verip, vâd ettiği alaca kuzuların hepsini teslim etti. Mûsâ aleyhisselâm hanımı ve hizmetçileri ile berâber, babalarının (Hazret-i Şu’ayb'ın) hediyesi olan alaca kuzuları da alarak, bir kış mevsiminde yola çıktı. O zaman en büyük arzusu, kardeşi Hârûn'u bulmak ve bir yolunu bulabilirse, onu Mısır'dan çıkarmak idi. Mûsâ aleyhisselâm, yolları bilmeden sahrâda yol alıyordu. Soğuk bir kış akşamı karanlık bastırdığında, yolu, bereketli Tûr Dağı’na dayandı. Gök gürlemeye, şimşekler çakmaya ve yağmur yağmaya başladı. Hanımı hâmile olup, doğum sancıları içindeydi.
Hazret-i Mûsâ, çakmak taşını çıkardı, sürttü, fakat çakmadı. Işık ve kıvılcım vermedi. Şaşakaldı. Kalktı, oturdu. Çok hayret etmişti. Çakmak taşı o zamana kadar hiç öyle olmamıştı. Şaşkınlık ve sıkıntı ile düşünmeye başladı. Sonra, uzun uzun; bir hareket, bir his duymak için dikkatle etrâfı dinledi. O, bu hâlde iken, birden Tûr Dağı tarafından bir ışık gördü. Onu ateş sandı ve oradan ateş alabileceğini ümîd etti. Hanımına, oradan ateş almaya gideceğini, bir yere ayrılmayıp kendisini beklemelerini söyledi. Nitekim Kasas sûresinin 29-35. âyet-i kerîmelerinde bu husûsta meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm) (kararlaştırılan) vakti tam olarak yerine getirdikten (tamam ettikten) sonra, (Hazret-i Şu’ayb'dan izin alıp) hanımıyla birlikte (Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. Yolda Tûr Dağı tarafından bir ateş gördü. Hanımına; “Siz burada eğlenin (bekleyin), ben bir ateş gördüm. Ümîd ederim ki, o ateşin bulunduğu yerden size, (yolu bildirecek) bir haber veya o ateşten bir parça getiririm. Umulur ki, onunla ısınırsınız. (Zirâ bu, soğuk ve karanlık bir gecede vâki olmuştu.)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâmo ateşe vardığında (oradaki bir ağaçtan semâya doğru uzanan bir nûr gördü. Bu ağacın hangi ağaç olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bâzıları; “Misvâk ağacı idi” demişlerdir. Mûsâ (aleyhisselâm) bu hâl karşısında hayretinden vücûdu titredi. Çünkü gördüğü büyük bir ateşti. Fakat, alevi ve dumanı yoktu. Sâdece yeşil bir ağacın içinden fevkalâde ışık saçan bir nûr yükseliyor, parlaklığı arttıkça ağacın yeşilliği de artıyordu. Mûsâ (aleyhisselâm), o nûra iyice yaklaşınca, nûrun geri çekildiğini gördü ve hayreti daha da arttı. Geri döndü. Eli boş dönmemek için tekrar o nûra geri gitti. Nûra doğru yaklaşırken, kendi kendine isteğini, ihtiyâcını söyledi.) “Sağ tarafındaki vâdiden, bereketli yerdeki ağaç tarafından nidâ olundu ki: “Yâ Mûsâ! Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyım. Asânı yere bırak! Bu nidâ üzerine asâsını yere bırakınca, asânın sanki bir yılan gibi titreyip debelendiğini, hareket etmeye başladığını gördü. (Mûsâ aleyhisselâm bu hâli görünce hayretle) arkasına döndü ve asâyı tâkib etmedi. (Bunun üzerine tekrar nidâ olundu ki:) “Yâ Mûsâ, yönünü ona çevir. Hiç korkma! Sen korkudan emîn olanlardansın.”
Elini koynuna sok. (Böylece elin,) her türlü illet ve hastalıktan sâlim ve ışık saçan güneş gibi beyaz olarak çıkar. (Bu beyazlık baras hastalığı olanlardaki gibi bir el değil, gözleri kamaştıran bir güneş ziyâsı gibi nûrlu idi.) Elinin böyle parlak olmasında, sana ve başkalarına bir ürkme gelirse, elini tekrar koynuna sok. Böylece yine evvelki normal hâline döner.
İşte bu ikisi (asâ ve yed-i beydâ mûcizeleri), Rabbin teâlâ tarafından Fir’avn’ın ve onun kavminin ileri gelenlerine iki hüccet, açık delil ve mûcizedir. Çünkü onlar fasık (kâfir)bir kavim oldular.
Mûsâ (aleyhisselâm Allahü teâlâya) arzetti ki: “Yâ Rabbî! Ben onlardan bir kimsenin (Fir’avn’ın kavminden bir Kıptî'nin) ölümüne sebep oldum. (Buna karşılık onlar da beni katletmeye karar verdiler. Sen bana yardım ettin. Ben, senin bu yardımınla kurtuldum. Şimdi beni gördüklerinde, o Kıptî'nin yerine) beni katletmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn, lisân bakımından benden daha fasîhtir. (Meramını daha iyi anlatır ve daha güzel açıklar.) Onu da benimle berâber, bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdik etsin. (Hakikatin özünü söyleyerek, delilleri açıklasın, şüphe ve tereddütleri gidersin.) Doğrusu ben, beni tekzip edeceklerinden, yalanlayacaklarından endişe ediyorum.” (Hazret-i Mûsâ'nın bu ilticasından sonra)Allahü teâlâ buyurdu ki: “Senin bâzunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz, (Seni kardeşinle takviye edeceğiz) ve size düşmanlarınız üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zararı size yetişmeyecek (ve sizi öldüremeyecekler) Bu âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara gidin. (Onları Hakk'a dâvet edin. Mûcizelerinizi göstererek benim hükümlerimi tebliğ edin.) Siz ve size tâbi olanlar (Fir’avn ve kavmine karşı) gâlip geleceksiniz. (Burada Hazret-i Mûsâ'ya peygamber olduğu bildirildiği gibi, kardeşi Hârûn'un da peygamber olduğu bildirilmiş oldu.)”
O gün Mûsâ (aleyhisselâmın) üzerinde, yünden bir kaftan vardı. Eskimişti. Cübbesi (entârisi) ve takkesi de yünden idi.
Kaynak eserlerde bundan sonra, Allahü teâlânın Hazret-i Mûsâ'ya şöyle vahyettiği bildirilmiştir:
(... Ey Mûsâ! Benim resûlüm, peygamberim olarak kavmine git! Benimle görür, benimle işitirsin. Kuvvetim ve görmem seninle birliktedir. Seni, yarattıklarımdan zayıf birine (Fir’avn'a) gönderiyorum. Zayıf ve âciz olduğu hâlde nîmetimi inkâr eden, mekrimden emîn görünen, benden başkasına ibâdet eden, dünyâya aldanıp her şeyin Rabbi olduğumu inkâr eden, kendisini ve yaptıklarını bilmediğimi sanan o zavallıya seni gönderiyorum. İzzet ve celâlim hakkı için; merhametim sonsuz olmasaydı, onu, büyük bir şiddetle, helâk ederdim. Benim gadabımla; gökler, yeryüzü, denizler, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar da gadablanır coşardı. Eğer göğe izin versem, ona taş yağdırır; yere izin versem, onu yutar; dağa emretsem, onu sarsar; denize söylesem, onu boğardı. Lâkin benim için bunlar hafiftir. Katımda küçüktür. Benim ona hiç ihtiyâcım yok, hiç bir mahlûkuma da yok. Bu, benim hakkımdır. Zengin ve fakiri yaradan benim. Her zengini zengin, her fakiri fakir yapan benim. Ona risâletimi, haberimi ulaştır ve onu bana ibâdet etmeye çağır. Birliğime ve bana karşı ihlâslı olmaya dâvet et. Ona, azâb ve cezâmın pek şiddetli olduğunu söyle. Ayetlerimi ona hatırlat. Gadabımın yerini tutan bir şey olmadığını anlat. Bunları yumuşak ifâdelerle söyle. Belki kendine gelir, ibret alır ve korkar. Ona güzel hitâbda bulun. Ona giydirdiğim dünyâ elbisesi seni korkutmasın. Zirâ onun her şeyi benim elimdedir. Gözünü kapayıp açması, konuşması, nefes alıp vermesi, hep benim ilmimledir. Ona affımın ve mağfiretimin, gadab ve azâbımdan daha çabuk olduğunu bildir ve de ki: “Rabbinin emirlerini yap. Çünkü O'nun mağfireti geniştir. Sana bu uzun hayat boyunca mühlet verdi. Sen ise ilâhlık dâvâsına kalkışıp, O'nu unutarak ibâdetten yüz çevirdin. Yine de gökten sana yağmur yağdırıyor, yerden senin için bitki bitiriyor ve sana sıhhat veriyor; tâ ki güçsüz, hasta, muhtâç mağlûb olmayasın. Dilerse, ânında sana cezâ ve belâ verir. Sana verdiği nîmetlerin hepsini alır. Lâkin o çok hilm sâhibidir.”
Allahü teâlâ tarafından, kendisine peygamber olduğu böylece bildirildikten ve tebliğe başlaması emredildikten sonra, ehlinin yanına dönen Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlânın ihsân ettiği kolaylıkla, yoluna devam etti. Mısır'a geldi ve bu ulvî dâvet vazifesine başladı.
Rivâyete göre, Fir’avn’ın askerî bakımdan çok kuvvetli olduğu ve büyük ordusunun bulunduğu, Mûsâ aleyhisselâmın hatırına geldi. Ben ve kardeşim ise, sâdece birer kişileriz diye düşündü. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona; “Siz ikiniz benim ordularımdan iki büyük ordumsunuz. Ben sizinle işitir, sizinle görür, sizinle bakarım. Sizinle olurum. Siz; zayıf, az ve ezik olmazsınız. Dilersem, ona, karşı koyamayacağı ordular gönderirim. Lâkin kendini beğenen, askeriyle gururlanan o şakî ve zayıf kişi (Fir’avn); az bir topluluğun benimle olunca, az olmadığını anlasın, benim iznimle büyük orduları yendiklerini bilsin. Onun süsleri sizi şaşırtmasın, sayıları sizi korkutmasın. İstesem, sizi dünyânın en iyi süs ve zînetleri ile süslerim de, Fir’avn bu husûsta çok aşağıda kalır. O ve adamları onları görünce, kendilerinde olanın, size verdiklerimin yanında çok az ve eksik olduğunu anlarlar. Dünyâlık ve zînet bakımından sizden süslü olmalarına hiç üzülmeyin. Zirâ bu benim evliyâma, sevdiğim kullara âdetimdir. Size, dünyâ nîmetleri ve lezzetlerini vermemem, merhametli bir çobanın, koyunlarını zehirli otların bulunduğu yerden menetmesi gibidir. Âhıretteki ihsânımızın çok ve bol olması içindir. Bilesin ki, kullarımın en güzel süsü, dünyâda zühd üzere olmalarıdır. İyi kulların süsü budur.”
Daha sonraki zamanlarda Mûsâ aleyhisselâma; “O zaman sana hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu nasıl anladın?” dediklerinde, buyurdu ki: “Mahlûkun konuşması bir taraftan olur ve kulak denilen his organı ile duyulur. Ben ise, Allahü teâlânın söylemesini, belli bir taraftan değil, vücûdumun bütün zerreleriyle işitiyordum. Buradan bunların mahlûk sözü değil, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu anladım.”
Mûsâ aleyhisselâmın Medyen'den Mısır'a gelirken Tûr Dağı’na çıkması, orada Allahü teâlâdan kendisine vahiy gelmesi ve bundan sonraki durumu hakkında Tâhâ sûresi 9-36. âyet-i kerîmelerinde meâlen söyle buyrulmaktadır: “(Yâ Muhammed aleyhisselâm !) Mûsâ'nın (aleyhisselâm) haberi sana geldi mi? (O, fırtınalı, soğuk bir kış gecesinde ateş yakamayıp sıkıntıda iken)o sırada uzaktan (Tûr Dağı tarafından) bir ateş gördü. Hanımına; “Siz burada durun. Ben bir ateş gördüm. Ümîd ederim ki size o ateşten bir parça getiririm, yahut o ateşin yanında bana yolu gösterecek, târif edecek birini bulurum” dedi. Sonra o ateşin yanına vardı. (Bir de ne görsün. Yeşil bir ağaç var. Aşağısından yukarısına kadar bir beyaz ateş (nûr) o ağacı kuşatmış. Ne ateşin ziyâsı ağacın yeşilliğini bozuyor, ne ağacın yeşilliği nûrun parlaklığını değiştiriyordu. Bu bilinen bir ateş değil, ilâhi bir nûr idi. Hazret-i Mûsâ o nûra doğru yaklaşınca) Allahü teâlâ tarafından kendisine bir nidâ geldi ki; “Yâ Mûsâ! Ben senin Rabbinim!” diyordu. (Allahü teâlânın nidâsı, vahyi devam etti.) Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz ki sen, seçilmiş, temiz, mübârek ve mukaddes olan Tuvâ vâdisindesin.
Ben seni peygamber olarak seçtim. Sana vahyolunan şeyi işit.
Muhakkak ki ben, bir olan Allah'ım. Benden başka hak mâbud, gerçek ilâh yoktur. Bana ibâdet eyle ve husûsen zikrim için namazını edâ et.
Kıyâmet günü elbette gelecektir. Onun vaktini kullarımdan gizliyorum. (Zirâ onun vakti bilinmeyince insanlar her zaman ondan sakınırlar.) Kıyâmet günü geldiğinde herkes yaptığı amelin karşılığını görür. (İyi ise mükâfât görür; kötü ise azâb çeker.)
(Yâ Mûsâ!) Hevâsına tâbi olup, Allahü teâlânın emrine muhâlefet eden, kıyâmetin vukûuna îmân etmeyen kimse, sakın ola ki, seni kıyâmete inanmaktan alıkoymasın ve helâkine sebep olmasın.
(Allahü teâlâ) şu sağ elindeki nedir: Ey Mûsâ? buyurdu. O da dedi ki, “O benim asâmdır. Yürüdüğümde, yorulduğumda ve ayakta durduğumda ona dayanırım. Onunla koyunlarıma yaprak silkerim ve onunla başka işlerim de vardır.” (Yürüdüğümde asâmı omzuma kor, heybemi de ona asarım. Ona ip bağlayıp kuyudan su çekerim. Yılan ve akrep gibi zararlı hayvanları onunla öldürürüm.)
Bundan sonra Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! O asâyı elinden yere bırak” buyurdu. O da bırakınca bir de ne görsün, o kocaman bir yılan (ejderha) olmuş, koşuyor, hareket ediyor.
Allahü teâlâ, onu tut! Korkma! Biz onu geri, evvelki hâli olan asâ şekline çeviririz buyurdu. O da tutunca asâ eski hâline geliverdi. (Bu hâl Allahü teâlânın Hazret-i Mûsâ'ya verdiği bir mûcize idi. İkinci bir mûcize olmak üzere ona) elini koltuğunun altına (koynuna) sokup çıkar ki herhangi bir kusurdan uzak, güneş gibi parlak, bembeyaz olarak çıksın. Elinde beyazlığı halkettik ki, sana büyük alâmetlerimizden bâzılarını göstermiş olalım, (Mûsâ aleyhisselâm bir mûcize olarak mübârek sağ elini koynuna sokup çıkarınca öyle parlak olurdu ki, gece ve gündüzde güneş ve ay gibi ziyâ verirdi.)
(Allahü teâlâ hazret-i Mûsâ'ya;) bu mûcizelerle Fir’avn'a git. Onu bana kulluk etmeye dâvet et ki, o, azgınlık ve taşkınlıkta, inâd ve kibirde pek ileri gitmiş, haddi asmıştır buyurdu.
(Böylece peygamberlik ile vazifelendirilmiş olan) Mûsâ (aleyhisselâm) arzetti ki; “Yâ Rabbî! Göğsümü geniş eyle (ki, sıkıntı ve meşakkatlere, Fir’avn ve orta tâbi olanların kötü ahlâklarına sabır ve tahammül edeyim. Fir’avn ve kavmine, senin bana verdiğin peygamberliği tebliğde), işimi âsân, kolay eyle. Lisânımdaki ukdeyi (düğümü) de çöz, hallet ki, Fir’avn ve kavmi sözlerimi anlasınlar. (Yukarıda anlatıldığı gibi, Mûsâ aleyhisselâm çocukluğunda Fir’avn’ın sarayında mübârek ağzına ateş almak mecbûriyetinde kalmış idi. Ağzına aldığı bu kor parçası, mübârek dilini yaktığından, lisânında bir düğüm, ukde meydana gelmişti. Tûr Dağı’nda, bunun giderilmesi için de duâ ve niyazda bulunmuş, duâsı kabûl edilip, lisânındaki kusur kaldırılmıştır. Yine Mûsâaleyhisselâm, münâcâtına devam ederek dedi ki:) ve bana ehlimden (ailemden) kardeşim Hârûn'u vezir et ki, bana yardımcı olsun. (Hârûn aleyhisselâm Hazret-i Mûsâ'dan yaşça büyük ve lisânen daha fasîh idi. Fakat, Hazret-i Mûsâ'nın dilinde bulunan ukde kaldırılınca, ondan daha fasîh oldu.) Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu; içimde (peygamberlikte, peygamberliğin hükümlerini tebliğde) bana ortak eyle. Tâ ki, seni çok tesbîh edelim. (Her türlü kusur ve noksanlıklardan uzak olduğunu zikredelim.) Verdiğin nîmetlerden dolayı sana çok hamd-ü senâ edelim. Şüphesiz ki, sen bizim hâlimizi en iyi bilensin ve görensin.
(Mûsâ aleyhisselâmın bu niyâzından sonra,) Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! İstediklerinin hepsi sana verildi” buyurdu.”
Yine Tâhâ sûresinin 41, 42 ve 43. âyet-i kerîmelerinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! Ben seni kendime (peygamber olarak) seçtim. Şimdi sen ve kardeşin Hârûn, benim âyetlerimle (mucizelerimle) gidin. Benim zikrimde (emir ve nehylerimizi bildiren vahyimizi tebliğ etmekte, beni tesbîh etmekte ve bana ilticâ etmekte, sığınmakta) aslâ yorulmayın, usanmayın ve gevşeklik göstermeyin.”
Hazret-i Mûsâ'nın Tûr Dağı’na bu birinci gidişinde, kendisine peygamber olduğu ve daha başka bâzı şeylerle berâber ayrıca, Allahü teâlâ tarafından on levha hâlinde bâzı husûslar (esaslar) da bildirildi. “Arâis-ül-mecâlis”de nakledildiğine göre, on levha hâlinde bildirilen bu esaslar şöyledir.
“Rahmân ve Rahim olan Allah'ın ismiyle. Bu, Melik ve Cebbâr, Azîz ve Kahhâr olan Allahü teâlâdan, kulu ve resûlü Mûsâ bin İmrân'a yazılmıştır. Beni tesbîh ve takdis et! Benden başka mâbud yoktur, yalnız bana ibâdet et. Bana hiç bir şeyi şerik (ortak) koşma! Bana ve ana-babana şükret! Dönüş banadır. Akıbet, dönüp varılacak yer benim huzûrumdur. Sana temiz bir hayat veririm. Allah'ın sana haram ettiği hiç kimseyi öldürme! Yoksa göğü ve yeri sana dar ederim. İsmimle yalan yere yemîn etme! Çünkü ben, ismimi tâzim etmeyeni temiz ve pâk etmem! Kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinle vâkıf olmadığın şeye şâhidlik etme! Çünkü ben, şâhidleri, kıyâmet günü, şâhidlikleri üzere durdururum ve yaptıklarından sorarım. İnsanlara verdiğim rızık ve nîmetlere hased etme! Çünkü hasetçi nîmetime düşmandır ve taksimime râzı değildir. Zinâ ve hırsızlık etme! Yoksa vechimi senden perdelerim, ettiğin duâlar makbûl olmaz. Benden başkası için kurban kesme. Çünkü yeryüzünde kesilen kurbanlardan benim ismimle kesilmeyenler benim katıma çıkarılmaz. Bana inanan kullarım, sakın zinâ etmesinler. Çünkü katımda en kızdığım şey budur. Kendin için sevdiğini insanlar için de sev, sevmediğini, kendin için istemediğini onlar için de isteme.”
Bu husûslar, Tevrât-ı şerîf nâzil olduğunda onda da bildirilmiştir. Âlimler de, değişik zamanlarda çeşitli peygamberler vâsıtasıyla gönderilen (bildirilen) hak dinlerin esâsının da, bu husûslar olduğunu söyleyip, haber vermişlerdir.
Rivâyet edilir ki: Allahü teâlâ ile olan bu vâsıtasız, mekânsız ve cihetsiz ve nasıl olduğu bilinmeyen ve mükâlemesinden (konuşmasından) sonra âilesinin yanına dönen, onlarla Allahü teâlânın ihsân ettiği kolaylıkla yoluna devam eden Hazret-i Mûsâ, peygamberlik vazifesi gibi büyük bir mes’ûliyetin kendisine verilmesinin heyecanı ile yol alıyordu. Allahü teâlâ vahyedip; “Korkma ve sabırsızlanma!” buyurdu. Diğer taraftan, o sırada Mısır'da bulunan Hazret-i Hârûn'a da vahiy geldi. Allahü teâlâ ona; Hazret-i Mûsâ'nın gelmekte olduğunu, ona ve kendisine peygamberlik verdiğini, onu (Hârûn'u) Hazret-i Mûsâ'ya vezir (yardımcı) yaptığını haber verdi ve; “Zilhicce ayının evvelinde, Cumârtesi günü, habersizce Nil Nehri kenarına Mûsâ'yı karşılamaya git!” buyurdu.
Hârûn aleyhisselâm, bildirilen zamanda gitti. Biraz sonra Hazret-i Mûsâ ve yanındakiler çıka geldi. İki kardeş güneş doğmadan önce, Nil Nehri kenarında karşılaştılar. Uzun müddet ayrılıktan sonra karşılaşan bu iki büyük peygamber ve iki kıymetli kardeş kucaklaşıp birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Ey Hârûn! Haydi benimle gel. Fir’avn'a gidelim. ZirâAllahü teâlâ ikimizi vazifeli olarak onu îmâna dâvete gönderdi” deyince, Hârûn; “Başüstüne” dedi.

Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) fir’avn'la görüşmeleri:

Bilindiği gibi Hazret-i Mûsâ, Hârûn (aleyhisselâm) ile buluştuktan sonra, Allahü teâlânın emri ile Fir’avn'a giderek onu tevhide, Allahü teâlâya îmâna ve yalnız O'na ibâdete dâvet ettiler. İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istediler. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“İkiniz Fir’avn'a varıp; “Biz, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyiz...” deyin.” (Şuarâ sûresi: 16)
“İkiniz Fir’avn'a gidin. Çünkü o, (ilahlık iddiâsında bulunmakla) hakîkaten pek azgınlık etti. Ona yumuşak muâmelede bulunun, yumuşak söz söyleyin. Olur ki, nasîhat dinler, yahut Allahü teâlânın azâbından korkar.” (Tâhâ sûresi: 43-44)
Hazret-i Mûsâ ve Hârûn (aleyhisselâm) izin ile Fir’avn’ın, yanına girdiklerinde, Mûsâ aleyhisselâm şöyle duâ etti: “La ilâhe illallah-ül-hâlim-ül-kerim. La ilâhe illallah-ül aliyyül-azîm, sübhâne rabbissemâvâti's-seb'ı vel'ardîn-is-seb' ve mâ fîhinne ve mâ beynehünne ve rabb-il-arş-il' azîm ve selâmün alel-mürselîn vel-hamdülillahi rabbil-âlemin! Ey Allah'ım! Bizi öldürmesinden, kötülük yapmasından sana sığınırım, ona karşı sen bize yardım et ve dilediğin şeyle beni ondan koru.” Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmın kalbine emniyet geldi.
Sonra Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâma; “Sen kimsin?” dedi. O da; “Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim” cevâbını verdi. Fir’avn çok hayret etti. O, kendisinin ilâh olduğunu iddiâ edecek kadar azmış, isyân ve taşkınlıkta pek ileri gitmişti. Birileri gelecek, ona secde etmeyecek, ondan başka hakîkî bir mâbudun, yegâne ilâhın Allahü teâlâ olduğunu söyleyecek, üstelik de; “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın resûlü, peygamberiyim” diyecek... Bu, Fir’avn için düşünülebilecek, akla gelebilecek bir hâl değil idi. O, senelerdir, böyle birinin çıkacağı endişesiyle, yeni doğan binlerce mâsum bebeğin kanına girmekten çekinmemişti. Şimdi biri gelmiş, ona peygamber olduğunu söylüyor, hem de, bunu söyleyen, vaktiyle sarayında ihtimamla büyüttüğü birisiydi. İşte bu, Fir’avn'a daha ağır gelmiş, yerinde duramaz olmuştu. Şuarâ sûresinin 18 ve 19. âyet-i kerîmelerinde bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ'ya meâlen şöyle dedi: “Biz seni yeni doğmuş bir çocukken yanımızda büyütmedik mi? Sen, ömründen nice seneler bizim aramızda kalmadın mı? Hem o yaptığın işi de sen yaptın... Sen, nankörlerdensin.”
Hazret-i Mûsâ sükûnet ve vakâr içinde onu dinledi. Fir’avn’ın, sen çok suçlusun der gibi; “O yaptığın işi de sen yaptın, sen yaptın” diye tekrar tekrar söylediği iş, Hazret-i Mûsâ'nın, vaktiyle, kıptî’nin ölümüne sebep olmasıydı. Fir’avn; “Seni besleyip, büyüttüğüm hâlde, evimde, sarayımda senelerce kaldığın hâlde küfrân-ı nîmette bulundun. Üstelik benim kavmimden, hem de, hizmetçim (ekmekçim) olan kıptî’yi öldürdün. Şimdi de kalkıp nasıl böyle bir iddiâda bulunabiliyorsun?” diyordu.
Hazret-i Mûsâ, ona şöyle cevap verdi: “Ben o fiili işlediğimde herhangi bir kastım yoktu. Bu iş hatâ ile oldu. Öldürmek istememiştim. İstemeyerek vâki olan bu hâdiseden sonra da, “Sizden çekinip, buralardan ayrıldım, Medyen diyârına gittim... Nihâyet Rabbim bana hikmet (ilim, fehim) verdi ve beni peygamberlerden kıldı.” (Şuarâ sûresi: 21) Hem beni besleyip, yanında büyütmeni niye başıma kakıyorsun. Bu hakîkaten bir nîmet değil ki. Sen, Benî İsrâil'den olanları köle yapmasaydın, doğan çocuklarını öldürmeseydin, âilem beni elbette yetiştirip büyütürdü. Senin eline bu sebepten düştüm. Sen, Benî İsrâil'e böyle zulmetmeseydin, annem beni sandığa koyup, nehre bırakmak mecbûriyetinde kalmaz, beni, çok güzel terbiye edip yetiştirirdi. Sana da muhtâç olmazdım.
Sen, benim kavmime zulmetmişsin. Onları köle yapmış, çocuklarını öldürmüş bir zâlim iken, tutmuş, benim yanınızda kaldığımı başıma kakıyorsun. Bir kimse ki onun kavmine, akrabâsına ihânet olunmuş, o zelîl olmuştur. Onun rahat etmesi düşünülebilir mi? O hâlde Benî İsrâil'e yaptığın zorbalık, bana olan iyiliğini silip götürmüştür.”
Bu haklı cevap karşısında hiç bir şey söyleyemeyen Fir’avn; (Yâ Mûsâ!) Âlemlerin Rabbi (dediğin) kimdir? dedi.” (Şuarâ sûresi: 23) Çünkü Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) geldiklerinde; “Âlemlerin Rabbinin resûlleri, peygamberleriyiz” demişlerdi. Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'yı, çocukluğunda yanlarında besledikleri için, cüz’î iyiliklerini başına kakmak sûretiyle bu dâvetinden alıkoyamayacağını anlayınca, böyle sordu. Buna cevap olarak, Hazret-i Mûsâ; “O, gökler, yer ve bu ikisi arasında olanların (yani kâinatın) Rabbidir. Eğer bu görünen mahlûkâtı idrâk ederseniz, bütün mahlûkâtın yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu da yakînen anlamış olursunuz” dedi.” (Şuarâ sûresi: 24)
Haddi zâtında Fir’avn, âlemlerin Rabbinin ne gibi bir şey olduğunu, mâhiyetini sormuştu. Allahü teâlânın zâtının mâhiyetini bilmek, anlamak bir kul için mümkün olmadığından, Hazret-i Mûsâ, O'nun eserlerinden, fiillerinden haber vermiştir.
Fir’avn, aldığı bu cevaptan çok hayrete düşmüştü. Hem Hazret-i Mûsâ ile alay etmek, hem de orada bulunanları da hayrete düşürmek ve zihinlerini başka tarafa çekmek için, Şuarâ sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Kavminin ileri gelenlerinden orada bulunanlara; “İşitiyor musunuz? (Ben ona Rabbisinin hakîkatinden suâl ediyorum. O bana fillerinden cevap veriyor) dedi.”
Aslında Fir’avn böyle söylemekle, mecliste bulunanların zihinlerini dağıtmak istiyordu. Çünkü Hazret-i Mûsâ'nın sözleri çok fasîh, beliğ ve pek te’sirli olduğundan, oradakilerin ona meyletmelerinden korkmuştu. Şuarâ sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Mûsâ aleyhisselâm fesâhatle sözüne devam ve açıklamasında ziyâde edip; “O sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir” dedi.”
Yâni, önceki cevâbını, Fir’avn’ın, orada bulunanlara bir hatâ gibi göstermek istemesine karşılık o, daha açık bir şekilde ve hiç kimsenin îtirâz edemeyeceği bir sûrette cevap verdi ki, bu delil, insanın kendi vücûdudur. Çünkü herkes kendi vücûdunun bir takım et ve kemikten yapıldığını, sonradan meydana geldiğini bildiği için, bunun hakîkî bir yaratıcısının bulunduğunu ikrâr ve izhâr etmek elbette lâzım olduğunu, kimsenin bunu inkâr edemeyeceğinden böyle söyledi. Bu apaçık hakîkati inkâr etmek, kuru bir inâddan öte geçmeyeceği için, Hazret-i Mûsâ böyle söyledi. Fir’avn'a; “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ senin de evvelki atalarının da Rabbidir. Böyle olunca senin, Rablık dâvâsında bulunman, ilâh olduğunu söylemen, senin ve her şeyin Rabbi olan Allahü teâlâya karşı apaçık bir isyân, düpedüz bir sahtekarlık ve zâhir olan bir küstahlıktır” demiş oldu.
“Hazin” ve “Ebüssüud” tefsîrlerinin bildirdiklerine göre Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) gelen bir rivâyete göre, Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) Fir’avn'la görüşmek üzere birkaç defâ saraya geldikleri hâlde içeri alınmamışlar, bu esnada onların peygamber oldukları da her tarafta duyulmuştu. Nihâyet Fir’avn, ilk görüşmelerinde onları, güyâ susturup, bu dâvâlarından vaz geçirecek şekilde tedbirler aldı. Memleketin ileri gelenlerinden beşyüz kişiyi toplayıp, meclis kurdurdu. Meclise öyle kimseler getirtti ki, onlar Hazret-i Mûsâ'yı sustursunlar, bunu herkes duysun ve bir daha Mûsâ'nın (aleyhisselâm) sesi çıkmasın. Böyle bir düşünce ile meclisi hazırladı. Sonra da Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn'u kabûl etti.
Fakat Hazret-i Mûsâ öyle sözler söyledi ki; Fir’avn ve orada bulunanlar cevap vermekte âciz kaldılar. Fir’avn’ın; ben bir şey soruyorum o ise başka cevap veriyor diye istihzâ etmesi bile haddi zâtında onun dediği gibi değildi. Mûsâ aleyhisselâmın sözleri gâyet açık ve beliğ olduğu hâlde, Fir’avn, hem cevap vermiş olmak, hem de etrâfındakilere karşı kendini mahcûb etmemek için böyle ileri geri söylüyordu. Nihâyet ilmî ve aklî yollardan cevap veremeyeceğini anladığında yalan ve iftirâya başladı. Bu husûs, âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Fir’avn, yine alay edici bir tavırla meclisinde olanlara; “İşte bu size gönderilen peygamberiniz(!) Elbette, muhakkak bir mecnûndur. Delidir. Ben, ona bir şeyden suâl ediyorum; o, başka şeyden cevap veriyor” dedi.
Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: “O Allahü teâlâ, doğu ile batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin (bütün kainatın) Rabbidir. Eğer aklınız varsa size, bunun üstünde cevap olmadığını iyi bilirsiniz.” (Şuarâ sûresi: 27-28)
Hazret-i Mûsâ onlara; “Doğuyu, batıyı, güneşin seyrini inkâr eder misiniz? Çünkü her gün gözlerinizin önünde cereyân eden bir hâdisedir. Güneş doğup âleme ışık veriyor. Allahü teâlâ onu hareket ettiriyor. Güneş batıdan batıyor. Karanlık gelip, gece oluyor, istirâhat ediyorsunuz. Ziyâyı (parlaklığı) giderip karanlığı getiren kimdir? Bunu idrâk etmeniz lâzımdır. Eğer aklınız varsa, bunları düşünmelisiniz.
Ey Fir’avn! Bu minvâl üzere günleri, ayları, yılları yaratmakla, dört mevsimi meydana getirmekle mahlûkâtın iyiliğini, faydasını te’min eden, bütün bunları sağlayan kimdir? Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ mı? Yoksa sen mi?” dedi.
Mûsâ aleyhisselâm böyle söylemekle Fir’avn'u rezil etti. Çünkü Fir’avn; “Güneşi ben yarattım. Ben sevk ve idâre ediyorum” diyemezdi. Dese bile, kimse inanmaz, bunun apaçık bir yalan, olduğu anlaşılır ve gülünç duruma düşerdi.
Fir’avn, mâkul cevaplar veremeyeceğini, yalan ve iftirâ olan sözlerle bir yere varılamayacağını, Mûsâ aleyhisselâmı susturamayacağını anlayınca derhal tehdide başladı. Yine Şuarâ sûresinin 29. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'ya; “Yemîn ederim ki, eğer benden başkasını ilâh, mâbud edinirsen, ben elbette, muhakkak seni mahpuslardan, zindana girenlerden ederim dedi.” Zâten, aklî delillerden âciz kalan zorbanın âdeti böyle tehditler savurarak karşısındakini korkutmaktır. O da, Hazret-i Mûsâ'ya söz ile gâlib gelemeyeceğini anlayınca, böyle tehditlere başladı.
“Beydâvî”, “Medârik”, “Hâzin” ve diğer mûteber tefsîrlerin bildirdiklerine göre, Fir’avn’ın, Hazret-i Mûsâ'yı ölümle değil de, hapse atmakla tehdit etmesinin sebebi vardır. Fir’avn’ın zindanında olmanın, ölümden daha beter olduğu rivâyet edilmiştir. Çünkü onun hapishanesi, birer adam atacak kadar derin kuyulardan meydana gelmişti. Kızdığı bir kimseyi o kuyulardan birine indirirdi. O kuyuda göz bir yeri görmez, girenin ancak ölüsü çıkardı. Bundan dolayı Fir’avn’ın zindanı, başkalarını tehditte en büyük vesîle olduğundan, Hazret-i Mûsâ'yı da onunla tehdit etmiştir.
Şuarâ sûresinin 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde bildirildiğine göre; “Mûsâ aleyhisselâm Fir’avn'a; “Yâ sana dâvâmın doğruluğunu isbat eden apaçık bir mûcize getirmişsem (yine beni zindana atar mısın?) dedi. Fir’avn; “Eğer peygamberlik dâvânda sâdık isen, haydi mûcizeni getir...” dedi.”
Fir’avn, mûcizeyi inkâr etse; “İstemiyorum. Mûcizeni tanımıyorum, kabûl etmiyorum” deyip reddetse, orada bulunan herkes; “Fir’avn cevap vermekten âciz kaldı” diyeceklerdi. Böyle olunca, Hazret-i Mûsâ'nın sözünü reddetmek Fir’avn’ın işine gelmedi. “Sadık isen mûcizeni getir” demesi üzerine; “Mûsâ (aleyhisselâm) asâsını yere bıraktığında bir de ne görsünler. Asâ apaçık bir ejderha, büyük bir yılan oluverdi.” (Şuarâ sûresi: 32) Bu öyle bir ejderha oldu ki, ejderhalığı apaçık idi. Yoksa, sihirle, görünüşte ejderhaya benzeyen şekil almış bir hâl değildi. Ona hiç benzemiyordu.
“Tefsîr-i Tibyan”da diyor ki: “Rivâyet olundu ki, Fir’avn bu mûcizeyi görünce dehşete kapılıp, korkudan ne yapacağını şaşırdı. Koltuğundan fırlayıp kalktı. Korkuyla Hazret-i Mûsâ'ya; “Seni, peygamber olarak gönderen Rabbinin hakkı için, onu tut! Ne olur. Bana bir zarar vermesin. Beni ondan kurtarırsan söz veriyorum, İsrâiloğullarını serbest bırakacağım. Seninle berâber gitmelerine müsâde edeceğim...” diye yalvardı. O da ejderhayı tutunca hemen asâ oluverdi.”
Rivâyete göre Fir’avn ekseriye muz yerdi. Muzun, dışarı atılacak posası pek yoktur. Bu sebeple ancak kırk günde bir defâ büyük abdest bozmak için helâya giderdi. Hattâ, hiç öksürmez, nezle olmaz, diğer insanlar gibi hastalığa yakalanmazdı. İmâm-ı Gazâlî hazretleri Kimyây-ı Saâdet kitabında, tevekkül bahsinde buyuruyor ki: “Fir’avn’ın ilâhlık iddiâsında bulunmasına, herkesin kendine tapmasını istemesine sebep; asırlar görüp, uzun müddet yaşaması, bu zaman içinde, bir kere başının ağrımaması ve ateşinin olmaması idi. Bir kere başı ağrısaydı, o saygısızlık hatırına gelmezdi.”
Allahü teâlâ ona çok şey vermişti. Mülkü, saltanatı, malı, serveti, kısacası, dünyâ nîmeti olarak her şeyi tamam idi. Uzun ömürlü ve kuvvetli idi. Her istediğini kolayca yapar ve yaptırırdı. Kuvveti, şiddeti, ordusu, silâhı, her türlü imkânı pek çoktu. Bedeni düzgün, bünyesi sağlam idi. Öksürmez, karnı ağrımaz, sancısı olmaz, gözü rahatsızlanmazdı. Velhâsıl hasta olmaz ve eksiklik sayılabilecek bir şey ona isâbet etmezdi. Dünyâ nîmetlerine garkolmuş iken şükretmedi. Şükredeceği, aczini göstereceği yerde, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmişti. Sonunda ilâh (tanrı) olduğunu iddiâ etti ve insanları kendisine taptırdı.
Kitaplarda bildirildiğine göre Mısır'da yirmialtı fir’avn sülâlesi hükümdârlık etmiştir. Her sülâlede çeşitli fir’avnlar, asırlarca saltanat sürmüşlerdir. Çoğu, insanları kendilerine taptırmışlardır.
Sa’îd bin Cübeyr (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Fir’avn çok uzun bir ömür sürdü. Bu zaman zarfında kötü bir şey görmedi. Eğer bu zaman içinde bir gün açlık, yahut bir gece hastalık çekseydi, rubûbiyyet (tanrılık) iddiâsında bulunmazdı. Büyük laf etmez ve ebedî felâkete düşmezdi. Kendisine bir kötülük, eksiklik isâbet etmedi. Hep iyilik ve itâat gördü. Bütün bunlar, Allahü teâlânın, istidrâç olarak, ona verdiği şeylerdi.
Böyle olan Fir’avn, Hazret-i Mûsâ ile karşılaştığı, asânın ejderha olması mûcizesinin görüldüğü o günde, ejderha korkusundan ishâl oldu ve kırk defâ dışarı çıktı.”
Bundan sonra Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'ya; “Bu görülen, asânın ejderha olması mûcizesinden başka bir mûcizen daha var mı?” dedi. O da, “Var” dedi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Elini koltuğu altına (koynuna) sokup geri çıkardı. Bir de gördüler ki, eli, görenlerin ve bakanların gözlerini kamaştıracak derecede güneş gibi parlak ve beyaz olmuştu.”(Şuarâ sûresi: 33) Mûsâ aleyhisselâmın ikinci olan ve Yed-i beydâ olarak bilinen bu büyük mûcizesi de herkesi hayrette bıraktı. Eli her tarafı parlatan, gözlerin bakamadığı bir nûr saçıyordu. Etrâfını aydınlattığı gibi, ziyâsı evlerin içine dahî girdi. Pencereden, perde arkalarından da göründü. Fir’avn ona bakamadı. Sonra Mûsâ aleyhisselâm tekrar elini koynuna sokup çıkardı ve eli eski hâline geldi.
Rivâyet edilir ki, Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâmın mûcizelerini görünce, onu tasdik edecek oldu. Veziri Hâmân gelip, huzûrunda oturdu ve ona; “Bizce sen tapınılan ilâhsın. Şimdi bir kula mı tâbi oluyorsun?” dedi. Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâma; “Bugün ve yarın bana mühlet ver” dedi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahyedip; “Fir’avn'a tarafımdan bildir ki: “Eğer Allah'ın bir olduğuna îmân edersen, seni saltanatında tutarım ve sana gençliğini, tazeliğini veririm” buyurdu. Hazret-i Mûsâ bunu Fir’avn'a haber verdi ve; “Şâyet îmân edip, bana tâbi olursan, Allahü teâlâya duâ ederim, gençleşirsin. Yiyip içmen, kuvvetin eskisi gibi olur ve Allahü teâlâ sana dörtyüz yıl daha ömür verir” buyurdu. Bu sözler Fir’avn'a hoş geldi ve; “Düşüneyim” dedi.
Ertesi günün sabahında Fir’avn, yanına gelen veziri Hâmân'a, Hazret-i Mûsâ'nın, Allahü teâlâdan verdiği haberi söyleyip; “Bu haber bana hoş geldi” dedi. Hâmân hemen karşı çıktı: “Yemîn ederim ki, senin bu dediğin haber, bir gün tapınılmaktan azdır. Ben seni gençleştiririm” dedi. Hattâ onu tahrik etti. “Utanmaz mısın ki böyle sözler söylersin. Hem ben tanrıyım dersin, şimdi de tutmuş ben kulum diyorsun” diye çıkışınca, Fir’avn niyetinden vaz geçti. Hâmân boya getirip Fir’avn’ın saçını sakalını boyadı. Mûsâ aleyhisselâm gelip, onu boyalı hâlde görünce şaşırdı, hayret etti. Allahü teâlâ; “Gördüğün bu hâl seni korkutmasın, çok sürmez o yine eski hâline döner” buyurdu.
Veziri Hâmân'ın hemen karşı çıkmasıyla, Hazret-i Mûsâ'yı reddeden Fir’avn, gördüğü mûcizeleri, bilhassa asânın ejderha olmasını, sihir olarak yorumladı. Şuarâ sûresinin 34 ve 35. âyet-i kerîmelerinde bildirildiğine göre; “Etrâfında bulunan kavminin ileri gelenlerine, şüphesiz bu, sihir ilmini çok iyi bilen bir sihirbazdır. Sihir yapmak sûretiyle sizi memleketinizden (Mısır'dan) çıkarmak istiyor. Siz bana bunun hakkında ne yapmamı emredersiniz (tavsiye edersiniz) öyle hareket edeyim dedi.”
Aslında Fir’avn pek gururlu ve çok kibirli olduğundan, hattâ ilâhlık dâvâsında bulunup, teb’asını kendine tapındırdığından, başkalarına hiç danışmaz, onların fikirlerinin ne olduğunu sormaya bile tenezzül etmezdi. Fakat mûcizeleri görünce, içine korku düştü ve orada bulunanların fikrini sordu. Hattâ; “Bu peygamber olduğunu söyleyen Mûsâ aleyhisselâm hakkında ne yapmamızı tavsiye edersiniz. Buna ne gibi tedbir düşünürsünüz?” diyerek yanındakilere iltifâtkar davrandı.
Bilindiği gibi o zamanda sihir meşhûr idi. Fir’avn, insanların Hazret-i Mûsâ'yı tasdik etmelerine mâni olmak için, hemen sihri ileri sürdü. Onu tasdik etmesinler diye, Hazret-i Mûsâ'nın gösterdiği mûcizeler için; “Bu sihirdir” dedi. “Bu sihri çok iyi bilir” demekle de insanları aldatmaya çalıştı. Ayrıca; Hazret-i Mûsâ'ya karşı onları tahrike de gayret ederek; “Bu, sihri ile sizi Mısır'dan çıkarmak istiyor” dedi. Zirâ, dîni ve memleketi ile alâkalı bir aksilik, devamlı olarak insanın kanını tahrik eder ve galeyâna getirir.
Bunun üzerine, Fir’avn’ın yanında bulunanlar bildikleri şekilde cevap verdiler: Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Mûsâ'yı (aleyhisselâm) ve kardeşi Hârûn'u (hemen öldürme), az bekle (veya hapset). İdârende bulunan bütün şehirlere de toplayıcı adamlar gönder ki, san’atında mâhir olan bütün sihirbazları getirsinler. Tâyin edilen günün belli vaktinde (zînet günü veya Nevruz da denilen bir bayram gününde, kuşluk vaktinde veya o senenin birinci günü olan Cumartesi'nde, yetmiş iki kişi olduğu rivâyet edilen) sihirbazlar toplandı. Mısır halkına da; (bu hâli yâni Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) ile sihirbazların fiillerini, yaptıklarını seyretmek için) toplandınız mı? denildi. (Çarşılarda, yollarda tellâllar dolaştırılarak, insanların belirtilen gün ve saatte, bildirilen yerde bulunmaları söylendi. İnsanlar dediler ki:) Eğer sâhirler (sihirbazlar) gâlib olursa, umulur ki biz onlara tâbi oluruz (da Mûsâ'ya(aleyhisselâm) tâbi olmayız” (Şuarâ sûresi: 39-40) Çünkü sâhirlerin dîni Fir’avn’ın dîni idi. Bu sebeple onların; “Sâhirlere tâbi oluruz” demeleri, Fir’avn’ın dînine tâbi oluruz demektir.
Fir’avn’ın, herkesin toplanmasını emretmesi, sihirbazlarının Hazret-i Mûsâ'ya mutlakâ gâlib geleceklerini zannetmesi sebebiyledir. Çünkü o, sihirbazlarına ziyâdesiyle güvendiğinden, onların kesin ve mutlakâ gâlib geleceklerine inanıyordu. Herkese karşı rezil düşeceği, saltanatının sona ereceği ve enkâzının kıyâmete kadar, âleme ibret olacağı aklının köşesinden hiç geçmiyordu.
Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anhümâ) şöyle anlatmıştır: Bütün sihirbazlar, başta öğretmenleri olmak üzere Fir’avn’ın yanına geldiklerinde, Fir’avn, öğretmenleri olan baş sihirbaza; “Onlara, yâni yanında bulunan diğer sihirbazlara ne yaptın, ne öğrettin?” dedi. Baş sihirbaz da, onlara sihrin bütün inceliklerini öğretmeye çalıştığını, bu husûsta çok büyük gayret sarfettiğini bildirdi. Ayrıca; “Onlara çok sayıda büyük sihirler öğrettim. Gökten bir emir, yâni ilâhi bir müdâhale olmadıkça, yeryüzünün sihirbazları bunlarla boy ölçüşemez. Ama semâvî bir emir olursa, elbette ki, kulun gücü hâricindedir, ona karşı durulmaz” dedi.
Rivâyete göre sihirbazların toplanması emredildiğinde, başka bir şehirde sihir yapmakta usta ve pek mâhir iki kardeş vardı. Babaları daha ileri olup, onları bu meslekte en iyi şekilde yetiştirmişti. Sihirbaz kardeşler, babalarına giderek durumdan haber verdiler. “Silah ve adamları olmayan, izzet ve kuvvet sâhibi iki kişi hükümdâra gelmişler. Yanlarında bir asâ varmış. Onu yere bıraktıklarında ejderha oluyormuş. Böyle olunca karşısında bir şey bırakmıyor, demir, ağaç, taş ne bulursa yutuyormuş. Sultân da onların izzet ve kuvvetlerinden sıkılıp, daralmış. Haber göndererek bizi çağırmış” dediler. Buna karşılık babaları; “Uyudukları zaman onları gözetin. Asâyı alabilirseniz alın. Çünkü, sihirbaz uyurken sihri iş görmez. Onların sihirbaz, yaptıklarının da sihir olduğunu böylece anlamış olursunuz. Eğer uyurlarken asâ iş yaparsa, bu, âlemlerin Rabbinin işidir. Siz onunla baş edemezsiniz. Bütün dünyâ bir araya gelse karşısında duramaz” diye cevap verdi.
Sonra bu iki kardeş, gizlice Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhisselâm) bulundukları şehre, onların yanına geldiler. Uyurlarken, asâyı almak istediler. Asâ, onlara saldırınca alamadılar. Hazret-i Mûsâ uyandı. Onunla görüştüler. Sonra zînet (bayram) günü sabahı buluşmak için, Mûsâ aleyhisselâmlâ sözleştiler.
Nihâyet tâyin edilen gün geldi. Meydan tıklım tıklımdı. Sihirbazlar hazırlandılar, yapacakları bu karşılaşmada gâlib gelmeleri hâlinde, Fir’avn’ın kendilerine nasıl bir mükâfât vereceğini sordular. Nitekim bu husûs hakkında Şuarâ sûresinin 41 ve 42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Sâhirler (sihirbazlar) geldiklerinde, Fir’avn'a dediler ki: “Biz gâlib olursak bize ücret var mıdır?” Fir’avn da onlara; “Evet, gâlib olursanız sizin için ücret vardır. Hattâ gâlib olduğunuz takdirde, bana en yakın kimselerden olacaksınız” dedi.”
Fir’avn, sihirbazların isteklerine karşı bol vâdlerde bulundu. “Her vakit bana sohbet arkadaşı olursunuz. Yanımda meclisimde bulunursunuz. Görülmemiş ihsânlarıma kavuşursunuz. İnsanlardan, yanıma girip çıkanlardan farklı olursunuz. İtibar ve imtiyazınız artar. Yanıma önce girer, sonra çıkarsınız.” dedi. Kendisiyle berâber bulunmayı bir nîmet, bir imtiyaz gibi gösterip, bu mühim müsâbakada gâlib olacaklara da bunu vâdetti. Onlar bu vâdler karşılığında aldanıp, meydana çıktılar.
O sırada Hazret-i Mûsâ ile Hârûn (aleyhimesselâm) da geldiler. Hazret-i Mûsâ asâsına dayanarak yürüyordu. Meydana girdiklerinde, kendilerini bekleyen sihirbazların yerlerini aldığını gördüler.
Tâhâ sûresinin 61. âyet-i kerîmesinde, bu husûsta meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâmsâhirlere hitâb ederek; “Size yazıklar olsun. Allahü teâlâya yalan olarak iftirâ etmeyin. Mûcizelerine sihir diyerek îtirâza kalkışmayın. Eğer iftirâ ederseniz, Allahü teâlâ hiç biriniz kalmamak üzere hepinizi helâk eder. O hâlde iftirâ etmeyin ki, sizi helâk etmesin. Allahü teâlâya karşı yalan uyduran herkes, muhakkak hüsrâna uğramıştır” dedi.”
Hazret-i Mûsâ'nın bu sözleri, Allah için söylenmiş olduğundan onlara çok te’sirli oldu. “Mûsâ'nın (aleyhisselâmbu sözü üzerine sâhirler, aralarında, bu işleri husûsunda birbirleriyle çekişe çekişe görüştüler ve (Fir’avn ve adamları bu konuşmalarını duymasınlar diye de) gizlice konuştular.” (Tâhâ sûresi: 62)
Mûsâ aleyhisselâmın sözleri, peygamberlik şefkâtiyle, nasîhat olarak söylemesi, onlara te’sir etti ve insâflı düşünmelerine sebep oldu. Hazret-i Mûsâ onlara; “Fir’avn gibi bir azgının emrine uyarak, buraya; sizin de, onun da her şeyin sâhibi, Rabbi olan Allahü teâlâya îtirâz etmek, karşı gelmek için geldiniz. Bu yaptığınızın ne kadar tehlikeli ve Allahü teâlânın gadabına sebep olacak ne kötü bir iş olduğunu bilmiyor musunuz? Düşünmüyor musunuz? Bile bile, yalan olarak Allahü teâlâya iftirâ etmeniz hâlinde büyük bir azâb ile, O'nun sizi helâk edeceğini, anlamıyor musunuz?” demişti.
Oradaki sihirbazlar, bu sözlerin, yapmacık olarak söylenemeyeceğini, bir sihirbazın böyle konuşamayacağını iyice anladılar. Heyecanlı bir şekilde aralarında bu mevzûyu istişâre ettiler. Fir’avn ve adamlarının zararından da çekindikleri için, gâyet gizli ve sessiz olarak konuşuyorlardı. Hepsi, îmân etmeye, sihir göstermekten vaz geçmeye meylettiler. Ancak böyle yapmaları hâlinde, Fir’avn’ın zulüm ve işkence edeceğini bildiklerinden; kararlarını açıklamayı, karşılaşmadan sonraya bıraktılar. Hazret-i Mûsâ'nın gâlib gelmesi hâlinde, hep birden ona tâbi olmayı da kararlaştırdılar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, sâhirlerin kendi aralarındaki bu konuşmalarının netîcesini bildirdikten sonra, Fir’avn ve adamları; sihirbazları teşvik etmek, onları cesâretlendirmek için çeşitli sözler söylediler. Bu husûsta Tâhâ sûresinde meâlen buyruluyor ki: “(Fir’avn ve kavmi, sihirbazlara veya sihirbazlardan bâzısı bâzısına) dediler ki: İş bu Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) iki sihirbazdır ki, sihirleriyle sizi memleketinizden (Mısır'dan) çıkarmak, bütün dinlerden efdâl olan yolunuzu (dininizi, şerefinizi) gidermek (yok etmek ve yerine kendi dinlerini yerleştirmek) istiyorlar. Maksatları budur. O hâlde şimdi siz, hîlenizi ve sihir aletlerinizi toplayın. Sonra saf saf meydana (müsabaka yerine) çıkın ki, heybetiniz şiddetli olsun. Bu gün gâlib olan, elbette felâh bulur ve umduğuna kavuşur. (Zâten meydanda olan sihirbazlar, daha da ortaya çıktılar. Sihir âleti olarak, her birinin elinde ip ve asâ vardı.) Sihirbazlar (edebe riâyet ederek Hazret-i Mûsâ'ya) asânı yere önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım dediler. (Mûsâ (aleyhisselâm); asâyı önce atan, yere bırakan, ben olmayayım.) Bilakis siz (asâlarınızı, iplerinizi) yere koyun, başlayın dedi.
Sihirbazlar ellerindeki ip ve asâlarını yere koyduklarında, onların ipleri ve sopaları, yaptıkları sihirden ötürü, Mûsâ'ya (aleyhisselâmgerçekten (asâ ve iplerin yılan olup)koşuyormuş hayâlini verdi.” (Tâhâ sûresi: 63-66)
Hazret-i Mûsâ, onların bu sihirlerini görünce, Allahü teâlâ ona vahy edip meâlen buyurdu ki: “Biz Mûsâ'ya dedik ki; Korkma! Sen onlara elbette gâlib geleceksin. Elindeki asânı yere bırakıver. (Onların asâlarının, iplerinin çokluğuna, bunların yılan şeklinde görünmelerine aldırma ki) senin asân, onların yaptıklarının hepsini yutar. Zirâ onların yaptıkları şeyler, ip ve asâlarının yılan şeklinde görünmesi, sihirbazlık hîlesidir. Sâhir her nerede olsa felâh bulmaz.” (Tâhâ sûresi: 68-69)
Şuarâ sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm da asâsını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler, o asâ büyük bir ejderha olup, onların sihir ile uydurdukları (yılan şeklinde görünen) şeylerin hepsini yutuyor.” Bir mûcize olarak ejderha şekline giren asâ, sihirbazların sihir aletleri olan ve yılan şeklinde görünen şeylerin hepsini yuttu. Ortada hiç bir şey kalmadı. Hazret-i Mûsâ onu tutunca, yine eskisi gibi bir asâ oluverdi. Bununla berâber, asâ, ejderha olup, o kadar şey yuttuğu ve eski şekline geldiği hâlde hacminde herhangi bir değişiklik ve fazlalık olmamıştı. Bu da bir başka mûcize idi. Bu hâl karşısında sihirbazlar, Mûsâ aleyhisselâmın bir sihirbaz değil, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğunu tasdik ettiler. “Sihirbazlar derhal secdeye kapanmış olarak yere serildiler. Biz âlemlerin Rabbine îmân ettik. Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) Rabbine” dediler.” Şuarâ sûresi: 46-48)
Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, önceden sihirbaz, îmânsız kimseler iken, Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olan, orada, Fir’avn’ın da bulunduğu kalabalık bir topluluğun karşısında îmânlarını izhar eden o mü’minlerin, secdeye kapanıp; “Biz âlemlerin Rabbine îmân ettik” dedikten sonra, ayrıca; “Mûsâ ve Hârûn'un Rabbine...” demelerinin hikmeti şudur: Fir’avn da, ilâhlık iddiâ ediyor ve her tarafın kendisine âit olduğunu söylüyordu. Ayrıca teb’asından olanları şahsına secde ettiriyordu. Sihirbazlar, secdeye kapandıklarında, sâdece; “Âlemlerin Rabbine îmân ettik” deseler, başka bir şey söylemeselerdi, Fir’avn onların, kendine secde ettiklerini, ona olan îmânlarını dile getirdiklerini iddiâ edecekti.
Hem Mûsâ aleyhisselâmın onlara gâlib gelmesine, hem de onların hep birden secdeye kapanarak îmân etmelerine pek çok kızan Fir’avn; sinirinden yerinde duramaz, ne söyleyeceğini bilemez oldu. Bu husûs hakkında Şuarâ sûresinin 49. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, sihirbazlara hitâb ederek; “Ben size izin vermeden evvel Mûsâ'ya îmân ettiniz. Hakîkat, demek o, size sihri öğreten bir büyüğünüzmüş. Siz elbette başınıza geleceği bilirsiniz. Ben size gösteririm. Sizin hâliniz bu olunca muhakkak ki ben, sizin elinizi, ayağınızı muhâlif (çaprazlama) olarak keseceğim ve hepinizi asacağım” dedi.”
Tâhâ sûresinin 71. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Fir’avn sâhirlere dedi ki: “...Muhakkak ki, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. (Benim mi yoksa Mûsâ'nın Rabbinin mi) hangimizin azâbının daha şiddetli ve devamlı olduğunu gerçekten bilecek, anlayacaksınız.”
Onlar ise Fir’avn’ın bu tehditlerine, bağırıp çağırmasına hiç aldırış etmediler. “Sen ne söylersen söyle ve ne yaparsan yap, biz bu îmânımızdan vazgeçmeyiz” diyerek kuru laflardan ve tehditlerden korkmadıklarını, yalnız Allahü teâlânın azâbından korktuklarını bildirdiler. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“(Sihirbaz iken Allahü teâlâya îmân edip, secdeye kapanan o mü’minler, Fir’avn’ın tehditlerine hiç aldırmadılar ve ona; “Ey Fir’avn!) Biz, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) mûcizeleri ve bizi yaratan Allahü teâlânın rızâsına karşı seni tercih etmiyoruz, istemiyoruz, beğenmiyoruz. Şimdi bizim üzerimize ne hükmedersen ve ne kastedersen et. Ama sen, hevân üzere, kendi görüşünle ancak şu dünyâ hayâtında hükmünü geçirebilirsin, âhıret hayatı ise bakîdir. Biz; hatâlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihrin vebâlini mağfiret etmesi için Rabbimize îmân ettik. Allahü teâlânın sevâbı, mükâfâtı seninkinden daha hayırlı, azâbı da seninkinden daha bakîdir.” (Tâhâ sûresi: 72-73)
Rivâyet edilir ki, sihirbazlardan bâzıları, bu karşılaşma olmadan evvel Fir’avn'a; “Kendisi ile karşılaşacak olduğumuz Mûsâ'yı (aleyhisselâm) bize uyurken gösterebilir misin?” demişlerdi de, o; “Peki” deyip göstermişti. Sihirbazlar, Hazret-i Mûsâ uyurken asâsının onu koruduğunu görmüş ve hayretle Fir’avn'a gelerek, onun yaptığı sihir değildir. O, ilâhî bir kudret ile olmaktadır. Sihir olsa, uyurken asâsının bir şey yapamaması lâzımdı. Zirâ, sâhir uyuduğunda, sihri te’sirli olmaz” demişlerdi. Fir’avn ise bunların sözlerine iltifât etmeyip, sihir yapmaları için onları zorladı. Onlar ise mağlûb olacaklarını bildikleri hâlde, istemeye istemeye bu işe girdiler. Bundan dolayı Fir’avn'a verdikleri cevapta; “Bize zorla yaptırdığın sihrin vebâlini mağfiret buyurması için, Rabbimize îmân ettik” dediler.
“Sahirler, Fir’avn’ın tehditlerine karşı, ona; “Bizim için zarar yoktur. Zirâ biz Rabbimizin huzûruna döneceğiz. (Senin tehdit ettiğin fiil, âhıret azâbına göre zararsız ve çok hafif kalır. Hal böyle olunca, senin davranışın hattâ bu tehdidini tatbik etmen, nihâyet öldürmen bize ne zarar verebilir ki?) Çünkü, biz senin kavminden îmân edenlerin evveli olduğumuz için, Rabbimizin, hatâlarımızı af ve mağfiret etmesini ümîd ederiz (yani bundan dolayı sen ne kadar tehdit etsen de, biz îmânımızdan dönmeyiz)” dediler.” (Şuarâ sûresi: 50-51)
Kaynaklarda bildirildiğine göre, Fir’avn başkalarının da Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmalarını önlemek, insanların gözlerini korkutmak için, akşam olunca, o gün îmân eden sihirbazların hepsinin, elleri ve ayaklarını çaprazlama olarak kesti ve hurma dallarına astı. Böylece bu insanlık dışı işkenceyi yapanların ilki, o alçak oldu. Elleri, ayakları kesilip, hurma dallarına asılanların hepsi şehîd oldu. Sabahleyin hepsi kâfir ve sihirbaz iken, akşamleyin mü’min ve şehîd olarak vefât ettiler.
Bütün ahâlinin gözleri önünde rezil ve perişân olan Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'ya herhangi bir zarar veremedi. El ve dil uzatmaya imkan bulamadı. Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) oradan ayrıldıktan sonra kavimlerine, İsrâiloğullarının yanına geldiler.

Sihir (Büyü):

Vâridât-i ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere; tabîat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları denilmektedir. Bir işin yapılması, bir şeyin elde edilmesi için, bu işin sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâmda bulunmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:
1- Peygamberlerden aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen şeylere; mûcize denir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm mûcize göstermesi lâzımdır.
2- Peygamberlerin aleyhimüsselâm ümmetlerinin evliyâsında, âdet dışı meydana gelen şeylere; kerâmet denir.
3- Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere; firâset denir.
4- Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse; istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhûr edenlere ise sihir, yâni büyü denir.
Allahü teâlâ; mûcize, kerâmet ve firâsetten râzıdır, beğenir. İstidrâcdan ve sâhiplerinden râzı değildir, onları beğenmez. Müslüman olmayanlardan ve sapıklardan âdet dışı olarak zuhûr eden sihirden râzı değildir. Bu şeyler onlar için bir ihsân değil, âhıretteki azâblarını arttırıcı bir sebeptir. Sihir ve benzeri şeyler, bâzı şeylerin sebeplerini yaparak, onların meydana gelmesini sağlamaktır. Bazen da, mevcût olmayan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarıda yok olduğu hâlde, vehimde ve hayâlde var görünür. Bunlar hârika değildir.
Semâvî dinler (Hak dinler), sihri yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet de, kendinden önceki bütün dinleri nesh ettiği gibi, onlara âit her türlü ibâdet, tören, âyin v.s.’nın yanı sıra, sihri (büyüyü) de yasaklamıştır. İslâm âlimleri, eserlerinde sihri, çok çirkin bir iş olarak vasıflandırılarak, müslümanların, büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uzak durmalarını bildirmişlerdir. “Üç şeyden biri bulunmayan kimsenin, bütün günâhlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfre yakalanmadan ölmek, sihir yapmamak ve din kardeşine hıkd etmemek” hadîs-i şerîfi, sihir yapmanın İslâmiyette yeri olmadığını göstermektedir.
Sihir; ilme, fenne uymayan gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir vâsıtadır. Sihri öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için ve hayırlı işler yapmak için öğrenmek de haramdır. Zevcin, zevcesini sevmesi için (Tivele) denilen sihri yapmak, hadîs-i şerîf ile nehy edilmiştir. Bunun haram olduğu “Hâniye” fetvasında da yazılıdır. Sihirde; âyetlerden, sünnet olan duâlardan başka şeyler yazılıdır. Ben her istediğimi yaparım şeklinde küfre sebep olan, îtikâdı olmasa dahi, fitne ve fesâda çalıştığı için, sâhirin, (sihir yapanın), men olunması lâzımdır.
Kehânet; ileride olacak şeyleri haber vermektir. Arrâf; falcı demektir. Çalınan şeylerin yerlerini, çalanları ve sihir yapanları haber verir. Tecrübe ile, hesap ile değil; tahmin ile, zan ile konuşurlar. Yâhud cinden öğreniyoruz derler.
Modern fen ilimleri, sihri (büyüyü) kendi metotları gereği olarak red ederler. Bu hal, o ilimlerin sahasına girmeyen ve metotlarıyla incelenemeyen şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları, haricî ve hüküm verme sahalarının dışında olduğu mânâsına gelir. Bu bakımdan sihir, daha pek çok şey gibi modern ilimlerin sahası dışında kalmakta ve varlığı yahut yokluğu laboratuvar teknikleriyle bugün için îzâh ve isbât edilememektedir.
Sihrin beşer (insanlık) târihi kadar eski bir mâzisi vardır. İlk defâ nerede ve nasıl çıktığı bilinmemekle berâber, hak dinden mahrûm kalmış, netîcede bozuk inanışlara yakalanmış insanlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Bu bedbaht kimseler, çeşitli maksatlarla sihre başvurdular.
İnsanların zaaflarını ve diğer insanlarla olan münâsebetlerinde sağlamak istedikleri menfeat veya zararları gâye edindiler. Maddî yahut mânevî menfeat te’min etmeye veya zarar vermeye ma’tûf, hukûken ve dinen meşrû sayılan yollar haricinde bir takım kuvvetleri yönlendirmek için, çeşitli göz bağcılık ve hîlelerde bulundular. Bu sihir ve efsûn îtiyâdı, her asırda insanlar üzerinde pek muzır te’sirler bıraktı. Hele duâ ile bunu ayırt edemeyen saf kimseler üzerindeki te’siri, daha derin ve daha muzır oldu. Sâhirler (sihirbazlar), ilmin ve san’atın her şûbesinden hayâsızca istifâde yolunu buldular. Bu sebeple, sihrin birçok çeşidi ortaya çıktı. İslâm âlimleri, bu hîlekarları ve hîlekarlıkları, eserlerinde sakınılması gerekli husûslar olarak bildirdiler.
Mısır'da Fir’avn’ın sihirbazları ile Mûsâ aleyhisselâmın arasında geçen vakâlar (hâdiseler) meşhûrdur. Mısır sihirbazları da halka karşı esrârengiz bir sûretle gözbağcılık ederler ve hayâlî şeyleri hakîkat şeklinde gösterirlerdi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Mısır'dan beri, Benî İsrâil arasında sihir ve hokkabazlık, şekil değiştirerek devam etti. Hâtem-ül enbiyâ Muhammed aleyhisselâm, dünyâya teşrîf edip, Tevrât'ın aslından bahsedince, Benî İsrâil o zaman Resûlullah'la mücâdeleye başladı.
“Nübüvvet yoluyla mücâdele edemeyeceğiz. Biz ne yapsak Cebrâil ona haber veriyor” dediler ve Cebrâil aleyhisselâma düşman oldular. Tevrât'ı da büsbütün arkalarına atarak, sihir ve iftirâ yoluna saptılar. Hazret-i Süleymân'a (aleyhisselâm); “Süleymân, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hükümdârdı. Sihirlerini mûcize gibi gösterirdi” diye iftirâ ettiler. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs, Bakara sûresi 102. âyet-i kerîmesinde beyân buyrulmaktadır.
Asr-ı saâdette yahudilerin, Resûl-i ekreme sihrettiğini ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sihri, mübârek vücûdunda hissettiğini, Sahîh-i Buhârî’de hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) haber vermektedir. “Bir kere Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sihir yapılmıştı. Hattâ bâzı şeyleri, işlemediği hâlde yaptım sanırdı. Nihâyet günün birinde tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana; “Ey Âişe! Bilir misin? Allah, bana kendisinde şifâm olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi geldi. (Cibrîl ve Mîkâil). Bunlardan biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda oturdu ve biri öbürüne; “Bu zâtın hastalığı nedir?” diye sordu. O da; “Sihirlenmiştir” diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?” diye suâline de, öbür melek; “Lebîd bin A’sam” diye cevap verdi. Sonra; “Bu sihir ne ile yapılmıştır?” diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine” diye cevap verdi. “Nerede yapılmıştır?” suâline de; “Zevân kuyusunda” diye cevap verdi.” (Zevan; Medîne'de, Beni Züreyk kabîlesinin bahçesinde bulunan bir kuyudur.)
Kur'ân-ı kerîmdeki, Felâk ve Nâs sûresinin sebeb-i nüzûlü hakkında bildirildi ki: Yahudi tâifesinden Lebîd bin A’sam isminde bir yahudi, sihir yapmak için, Resûlullah'a hizmet eden bir yahudi çocuğu vâsıtasıyla, mübârek başının kıllarından bir kaç tel elde etti. Sonra kızlarıyla birlikte, o mübârek kılları bir ip ile onbir düğüm bağlayıp, kuyuya bir taş ile bastırıp bıraktılar. Bu sebeple Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hasta oldular. Cebrâil aleyhisselâm gelip, o sihrin yerini haber verdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya; Ali, Zübeyr, Talhâ ve Ammâr'ı (radıyallahü anhüm) gönderdi. Onlar kuyunun suyunu çekip, dibinde olan taşı kaldırdılar ve altından bir ipliği onbir düğümle düğümlenmiş olduğu hâlde buldular. Alıp Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki sûrede mevcût onbir âyetten, her birini okudukça düğümün biri çözüldü ve vücûd-u şerîfleri sıhhat buldu. Eshâb-ı kirâm, yahudinin öldürülmesi için izin istediklerinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) izin buyurmayıp kendisine de bir şey demediler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak, Allahü teâlânın hıfz ve himâyesine sığındı. Meâlen buyruldu ki: “Ve ipi, efsûnla düğümleyenlerin şerrinden… (Allahü teâlâya sığınırım).” (Felâk sûresi: 4)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Onu öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Efendi’nin, “El-Münîre” kitabında diyor ki: İslâmiyet; Allahü teâlânın ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasak ettiği şeyler demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat şeriata uymayan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
“Hadikat-ün-nediyye”de, bedenin afetleri bölümünde yazılı olan hadîs-i şerîfte buyruluyor ki: “Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır.” Tetayyur, uğursuzluğa inanmaktır. Kâhinlik, cinden bir arkadaş edinip, olmuş şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmektir. Cinle tanışan falcılar ve yıldıznâmeye bakıp, sorulan her şeye cevap verenler böyledir. Bunlar ve büyücülere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile, Allahü teâlâdan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur.
Sihir yâni büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır. Küfre en yakın olan, en fenâ haramdır. Sihre âit ufak bir şey yapmamaya çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, sihri te’sir eder.”
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sihir yaparken, küfre sebep olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır.” Sihir, insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te’sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te’sir eder. Sihrin te’siri kat’î değildir. İlâcın te’siri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse te’sirini yaratır. İstemezse, hiç te’sir ettirmez. Şu hâlde, bir sâhir (sihir yapan), sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te’sir eder diyen ve inanan kimse îmânsız olur. Sihir, Allahü teâlâtakdir etmiş ise, te’sir edebilir demelidir. Büyü yapılmış olan kimse; “Mevâhib-i ledünniyye tercümesi” ikinci cildi, yüzseksenyedinci sahifesindeki ve Arabî “Teshil-ül-menafi” sonundaki âyet-i kerîmeleri ve duâyı yazıp, üzerinde taşırsa şifâ bulur. Bir miktar suya, Âyet-el-kürsi, İhlâs ve Mu’avvizeteyn okumalı; büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusül abdesti almalıdır. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur.
Akşam-sabah şu duâyı okuyan kimse, sihir ve zâlimlerin şerrinden emîn olur. Duâ şudur: “Bismillâhirrahmânirrahîm, bismiliâhillezî lâ yedurru ma'asmihî şey'ün fil-erdı velâ fis-semâi ve hüvessemiul'alîm.”
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi; Kalk namaz kıl ve duâ et. Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâaffeder. Yalnız; müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez.”

Mâşita Hâtun (radıyallahü anhâ) ve şehîd edilmesi:

“Ravdat-üs-safâ”, “Mir’ât-ı Kâinat” ve “Târih-i Taberî”nin Osmanlıca tercümesi gibi eserlerde özetle şöyle anlatılmıştır: Mâşita; gelinlerin yüzlerini süsleyen, kadınların saçlarını tarayıp, bakımını yapan kadınlara verilen isimdir. Fir’avn’ın kızının dadılığını yapan bir hanım vardı ve Mâşita Hâtun ismiyle tanınmıştı. Hazret-i Mûsâ'nın dînine inanmıştı. Fakat, Fir’avn’ın şerrinden korunmak için îmânını setreder, ibâdetlerini gizli yapardı.
Mâşita Hâtun bir gün hamamda Fir’avn’ın kızının saçını tararken, tarak birden elinden düştü. Uzanıp tarağı alırken gayr-i ihtiyârî olarak; “Bismillah” deyiverdi. Kız buna şaşırarak; “Ey dadı! Bu söylediğin kimin adıdır. Faydası nedir?” dedi. Mâşita; “Bu ad, pâdişahlar pâdişahının adıdır ki, Fir’avn'a pâdişahlığı veren de O'dur. Bütün mevcudâtı yaratan da O’dur” dedi. Kız sinirlenerek; “Ey dadı! Benim babamdan başka ilâh vardır diyorsun ha! Sen babamın adını değil de, başkasının adını ilâh olarak nasıl ağzına alırsın?” dedi.
Mâşita buna cevap olarak; “Evet yavrum. Allahü teâlâ vardır. O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yerleri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi yoktan var eden, seni, beni, babanı kısacası var olan her şeyi yaratan bir Allah vardır. Ben o bir olan, kendisinden başka hakîkî mâbud bulunmayan yegâne mâbuda inanıyorum. Baban ise, haşa bir ilâh değildir. Her şey gibi o da yüce Allah'ın bir mahlûkudur. Babana bu mülkü, pâdişahlığı veren O yüce Allah'tır” dedi.
Kıza bu sözler çok ağır geldi. Daha da kızarak olanları Fir’avn'a haber verdi. O da, derhal Mâşita'yı yanına çağırtarak dedi ki: “Sen benden başka bir tanrıya mı inanıyorsun? Söyle, yeryüzünde benden başka bir tanrı mı vardır?” Mâşita, artık hiç bir şeyi gizlemedi. Çünkü her şey anlaşılmıştı. Kıza söylediklerini aynen ona da söyleyip; “Ey Fir’avn! Sen de biliyorsun ki, sen bir ilâh değilsin. Herkes gibi sen de, âciz bir kulsun. Seni ve her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Sen fânîsin, her fânî gibi senin de sonun gelecek ve öleceksin. Fakat benim Rabbim olan Allahü teâlâ fânî değildir. Bakî ve ebedîdir. Mûsâ aleyhisselâm O'nun peygamberidir.”
Mel’ûn Fir’avn, bu sözlere çok kızdı. Onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek azâb içinde can vermesine karar verdi. Kin ve intikâm hırsı her tarafını kapladığından, görülmemiş ve en alçak eziyetleri yapmaktan çekinmedi. Böylece intikâmını yavaş yavaş alacak, habis rûhu bundan zevk duyacaktı. Ayrıca bunu yapmakla, başkalarının îmân etmesine mâni olmaya, onların gözlerini korkutmaya çalışıyordu. Bunun diğer insanlara ibret ve ders olmasını istiyordu.
Zâlim Fir’avn, o zavallı hâtuna yavaş yavaş işkence etti. Yapmadığını bırakmadı, önce tırnaklarını çektirdi. Kamçılarla vücûdundan kan çıkıncaya kadar kırbaçla vurdurdu. Bunlara rağmen o, dîninden dönmüyor; “Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum” diyordu.
Mâşita'nın, beş yaşında bir kızı ile üç aylık bir oğlu vardı. Fir’avn, çocukları getirtip, beş yaşındaki kızı, Mâşita'nın karşısına geçirdi ve; “Ey Mâşita! Beni tanrı olarak kabûl edersen seni serbest bırakacağım. Aksi hâlde çocuğundan olacaksın” dedi. O ise, bir çocuğun, bir de Fir’avn’ın hâline baktı. Fir’avn çok merhametsiz idi. Buna rağmen; “Ben ancak, bir olan Allah'a inanıyor, O'nu kendime ilâh olarak kabûl ediyorum. Zâten O'ndan başka ilâh da yoktur” dedi.
Fir’avn’ın hiddeti gittikçe artıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Eline geçirdiği bir bıçakla o masum yavruyu, annesinin gözü önünde gırtlağından kesiverdi. Kızcağızın feryâdı, yankılanarak etrâfa yayılırken, Mâşita Hâtunda îmânının kuvvetinden gelen bir vakâr, îmândan ayrılmamakta bir karar vardı ve annelik şefkâtiyle gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu. Fir’avn öfkeyle, kızcağızın kanını, annesinin ağzına, yüzüne sürdü. Hiddetle bağırıyordu: “Söyle! Benden başka tanrı var mıdır?” Mâşita'nın dudaklarından ise yine aynı sözler dökülüyordu: “Allah birdir. O'ndan başka ilâh yoktur...”
Bu sefer, kundakta bulunan üç aylık yavruyu getirmelerini emretti. Getirdiler. Annesine yaklaştırdıklarında, uzun zamandır süt emmeyen çocuk, meme aramaya başladı. Mâşita Hâtun, önceki yavrusunun hunharca öldürülmesini düşündü. İkinci ciğerpâresinin de aynı şekilde, gözü önünde katledilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı. Kararını verdi. Görünüşte, Fir’avn’ın emrettiği sözü söyleyecek, fakat kalbinden yine Allahü teâlâya olan îmânını gizleyecekti. Tam o sırada, yavrucağı, kızmış fırının içine atıverdiler. O anda, herkesi titreten, kalpleri ürperten, çoğunun dilinin tutulmasına sebep olan bir haykırış duyuldu. Evet, o üç aylık bebek, Allahü teâlânın kudretiyle dile gelerek; atıldığı o kızgın fırında, ateşler arasından bağrı yanık anasına şöyle sesleniyordu: “Hayır anne hayır! Sakın dîninden dönme! Sabreyle! Hiç şüphe yok ki, ben, Allahü teâlâya vasıl oldum ve O'nun rızâsına kavuştum. Cennet ile senin aranda bir adımdan fazla mesâfenin olmadığını görüyorum. Pek yakında sen de Cennet nîmetlerine kavuşacaksın. Sakın ha dîninden dönme! Az daha sabreyle! Fir’avn'a inanma! Benim, ablamın ve senin için, Rabbimizin hepimize Cennet’te hazırlamış olduğu makâmı görüyorum. O makâmın etrâfında sana hizmet etmek için bekleşen ve pervâne gibi dönen hûrileri de görüyorum.”
Orada bulunanlar, üç aylık yavrunun konuşmasını duydular ve bunların çoğu Hazret-i Mûsâ'ya îmân etti. Mâşita Hâtun, artık ağlamıyor, gülüyordu. Yavrusunun gördüklerini artık o da görüyor ve Cennet nîmetlerine bir an evvel kavuşmak için can atıyordu. Şimdi gördükleri ile kendisi arasında tek bir mâni vardı. O da ölüm. Artık ölümün biran evvel gelmesini arzu ediyordu. Biraz sonra rûhunu teslim edip şehîd oldu; Cennet’teki makâmına, yavrularının yanına uçtu.

Âsiye binti Müzâhim (radıyallahü anhâ) ve şehîd edilmesi:

Tahrîm sûresinin 11. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ, îmân edenlere Fir’avn’ın hanımını (Âsiye binti Müzahim'i) bir misâl yaptı. O, (iman etmesi sebebiyle kendisine işkence yapılırken); “Yâ Rabbî! Benim için, nezdinde, Cennet’te bir ev yap. Beni, câhil Fir’avn'dan (onun habis nefsinden, bozuk çevresinden), bâtıl, kötü amelinden (küfür ve isyânından) ve zâlim olan kavmin (Kıbt kavminden olup, zulümde ona tâbi olanların) şerrinden koru” demişti.”
Mûteber kaynaklarda bildirildiğine göre; Âsiye, Fir’avn’ın hanımı idi. Fakat Fir’avn’ın aksine; iyiliksever, şefkâtli, merhametli, zulüm ve haksızlığı aslâ hoş görmeyen bir hanımdı. Zâten senelerce önce, bir sandık içinde sarayın bahçesine gelen Mûsâ aleyhisselâmı alıp; onu evlat edinmesi ve Fir’avn’ın zarar vermesinden koruması da, bu güzel hasletleri sebebiyle idi.
Hazret-i Mûsâ'nın sihirbazlarla karşılaşıp, sahirlerin mağlûb olmaları ve hepsinin secdeye kapanarak îmân etmelerinden sonra, Âsiye de îmân etmişti. Fir’avn gibi azılı bir Allah düşmanının hanımı olması, onun îmân nîmetiyle şereflenmesine mâni olamadı.
Rivâyete göre, Âsiye, bir müddet îmânını gizledi. Îmân ettikten sonra, Allahü teâlânın emirlerine sıkı sıkıya bağlandı. Helâ ihtiyâcı olduğunu bahane ederek helâya gider, gizli gizli orada Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Mâşita Hâtun'un şehîd edilmesine kadar bu hâl böyle devam etti.
Âsiye Hâtun, Mâşita Hâtun'a ve çocuklarına yapılanları saray penceresinden tâkip ediyordu. Nihâyet dayanamayıp Fir’avn'a geldi ve böyle yapmamasını ve bu kadar zâlim olmamasını söyledi. Âsiye, bir faydası olmayacağını anlayınca, tekrar yukarı çıktı. Yine, pencereden, olanları tâkibe devam etti. Mâşita'nın şehîd edilmesini, Allahü teâlânın ona yaptığı ihsân ve ikrâmları, meleklerin rûhunu alarak yükselttiklerini, Allahü teâlânın izniyle hep gördü. Yakîni arttı ve Allahü teâlâya olan îmânı çok kuvvetlendi.
O, olanların te’siriyle âdetâ kendinden geçmiş bir hâlde iken, Fir’avn geldi. Mâşita'ya yaptıklarını ona anlatmaya başladı. Âsiye; “Ey Fir’avn! Sana yazıklar olsun. Allahü teâlâya karşı nasıl böyle yaptın?” dedi. Bu sözleri pek anlayamayan Fir’avn; “Yoksa sen de onun gibi aklını mı kaçırdın?” dedi. Âsiye artık îmânını gizlemedi: “Hayır! Ben aklımı kaybetmedim. Esas deli sensin. Âciz bir mahlûk iken, tanrı olduğunu zannedersin. Ben, benim, senin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya îmân ettim” dedi. Fir’avn ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Hemen kayınvalidesini çağırarak; “Kızın da Mâşita gibi aklını kaçırdı. Ona bir çâre bul” dedi. Sonra; “Yâ Mûsâ'nın ilâhına küfredersin, veya ölümü tadarsın” diye Âsiye'yi tehdit etti.
Fir’avn oradan ayrıldıktan sonra; annesi, Âsiye'ye, Fir’avn’ın söylediklerini kabûl etmesini, aksi hâlde uğrayacağı âkıbeti tahmin edeceğini bildirdi. Yâni Fir’avn’ın emrettiklerini söylemesini istedi. O ise kabûl etmedi, ve; “Sen benim Allahü teâlâya küfretmemi, inanmamamı mı istiyorsun! Hayır. Vallahi bunu hiç bir zaman yapamam” dedi. Fir’avn bunu duyunca onu getirtti ve dört direk arasına gerip, eziyet ettirdi. “Eğer Mûsâ'nın dîninden dönmezse, ona öyle bir iş işlerim ki, bütün âleme ibret olur” dedi. Bütün tehdit ve eziyetlere rağmen, o sağlam îmânından dönmedi.
Fir’avn, bu husûsta, en yakını, hanımı olan Âsiye'ye bile en ağır işkenceleri yapmaktan çekinmedi. Bir ağaca, ellerinden ve ayaklarından olmak üzere mıhlattırdı. Yere yatırtarak üzerine değirmen taşı koydurdu.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Fir’avn, hanımı Âsiye'yi dört direğe bağlatıp sırtüstü yere yatırttı. Güneşin sıcağına karşı idi. Göğsü üzerine de değirmen taşı koydurdu.” Fir’avn, bununla iktifâ etmeyip, üzerine büyük kaya atılmasını böylece, çok elem verici büyük eziyet, işkence yapılmasını emretti. Fakat bu sırada rûhunu teslim etmiş olduğundan, o kaya, cesedi üzerine atılmış oldu.
Selmân-ı Fârisî'den (radıyallahü anh) gelen bir rivâyete göre; “Âsiye'ye (radıyallahü anhâ) işkence edilirken, elleri ayakları bağlanarak, kızgın güneş altına bıraktıkları zaman, Fir’avn ve yanındakiler oradan ayrıldıktan sonra, melekler gelip Âsiye'ye gölgelik yaparlardı.”
Bir defâsında, Hazret-i Âsiye'ye yine böyle eziyet edilirken, Mûsâ aleyhisselâm da oradan geçiyordu. Âsiye parmağıyla işâret ederek, durumunu bildirmek istedi. Hazret-i Mûsâ duâ etti. O da, artık yapılan eziyet ve sıkıntılardan hiç acı duymaz oldu.
Bundan evvel azâb içinde iken; âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Benim için nezdinde Cennet’te bir ev yap! Beni câhil Fir’avn'dan, bâtıl kötü amelinden ve zâlim olan kavmin şerrinden koru!” şeklinde duâ edince, Allahü teâlâ tarafından kendisine; “Başını kaldır!” diye ilham olundu. Başını kaldırıp baktığında gözünden perde kaldırılıp, Cennet’te kendisi için beyaz inciden yapılmakta olan köşkü gördü. Artık yapılan eziyetlerden acı duymuyor, Cennet’te kendisi için yapılan köşkü seyrediyor ve gülüyordu.
Bu hal, Fir’avn'u daha çok kızdırıyordu. İşkence ettiği kimsenin acılar içinde kıvranmasını, nihâyet dayanamayıp, kendisine yalvararak af dilemesini bekliyordu. Fakat bu, değil af dileyip yalvarmak, üstelik gülüyor ve tebessüm ediyordu. Bu durum karşısında Fir’avn da; “Deliye bakın, azâb içinde gülüyor” demekten kendini alamıyordu.
Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olduğunu bildirmesinden ve insanları Hakk'a dâvet etmeye başlamasından sonra uzun seneler geçti. Hazret-i Mûsâ onları, Allahü teâlâya îmâna dâvet ettikçe, Fir’avn’ın azgınlığı artıyor, ne yapacağını şaşırıyordu. İnsanlara, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) inanmamalarını söylüyor; “Benden başka ilâhınız yoktur” diyordu. Bu husûsta Kasas sûresinin 36-37 ve 38. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâmonlara, Rab olduğumuza delâlet eden alâmetler, açık mûcizeler ile geldiğinde, onlar; “Bu mûcize diye gösterilen şey, ancak uydurulmuş, sihirden başka bir şey değildir. Biz bu, sihri veya peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan işitmedik” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâmdedi ki: “Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle (peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet’in) kime nasîb olacağını Rabbim çok iyi bilir (ki onlar hak üzeredirler. Siz ise bâtıl üzeresiniz. Yalan, sihir, küfür ve başka fesâdlar ile kendilerine zulmeden) zâlimler aslâ felâh bulmazlar. (Dünyâda hidâyete, âhırette ise güzel âkıbete nâil olamazlar. Siz de zâlim olduğunuz için kurtuluş bulamazsınız.)”
Fir’avn, (Hazret-i Mûsâ'nın bu sözlerinden sonra, herhangi bir cevap veremedi. Cevap verememenin mahcûbiyet ve ezikliğini gizleyerek); “Ey eşrâf! Ben sizin için, benden başka bir ilâh bilmiyorum. Şimdi ey Hâmân! Haydi, çamurdan tuğla yap da benim için yüksek bir köşk binâ et! Olur ki, ben ona çıkarım da Mûsâ'nın ilâhına bakarım. Doğrusu ben, onu yalancılardan zannediyorum” dedi.”
Gâfir (Mü’min) sûresinin 36 ve 37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, veziri Hâmân'a dedi ki: “Benim için yüksek bir köşk binâ eyle! Olur ki onda göklerin yollarına ve kapılarına erişirim de Mûsâ'nın ilâhına bakarım. (Mûsâ; beni âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ peygamber olarak gönderdi diyor. Ben onun ilâhına muttalî olur, Mûsâ'nın sözlerinin doğru mu, yalan mı olduğunu ondan sorar, anlarım.) Ama, muhakkak ki ben, onu (ilâhının benden başka birisi olduğunu iddiâ etmesi husûsunda ve peygamberlik dâvasında)yalancılardan zannediyorum.”
İşte böylece (şeytan tarafından) ona kötü, çirkin amelleri, süslü, güzel gösterildi de o din yolundan, tevhid yolundan döndü, ayrıldı. Fir’avn’ın işleri, hîleleri; âhırette dâimî ziyânkarlıktan, hüsrândan başka bir şey değildir. (Zîrâ o, az ve fânî olan dünyâ hayatını seçti, nihâyeti olmayan ve bakî olan âhıret için hazırlanmayı terketti. Bundan daha büyük ziyân ve hüsrân olabilir mi?)
Tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki, Fir’avn’ın bu sözünde tenâkuz, uygunsuzluk vardır. Çünkü kendinden başka mâbud bilmediğini, öyle bir mâbud bulunmadığını söylediği hâlde, Hazret-i Mûsâ'nın mâbudunu aramak için bir takım hazırlıklara, külfetlere girişti. Bunun için yüksek binâ, kule yapıp oraya çıkmaya gayret etti. Hâmân'a ihtiyaç arzetti. İlâh olmak için bütün bunlar noksanlıktır. İlâh, bir şey yapmak dileyince, hemen yapıverir. Bunun için başkalarından yardım istemez.
Hem, kendisinden başka bir ilâh varsa, semâ cihetinde olabileceğini düşünerek, oralarda aramaya çalıştı. Yâni hem kendisinden başka ilâh bulunmadığını söyledi, hem de bulunacağını düşünerek göklerde aramaya uğraştı. Yâni, alçaklık ve kibrinin son haddinde olması hasebiyle ilâhlık iddiâ edecek kadar azgınlaşmış ise de, hakîkatte kendisinin bir ilâh olamayacağını ve ne kadar âciz olduğunu biliyordu. Bilmeseydi, göklerde başka ilâh aramaya çalışmaz ve Mûsâ aleyhisselâmdan inanmak için, düşüneyim diye mühlet istemezdi.

Kulenin yapılması:

Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâmın dâvetini, hâlini, mûcizelerini görünce, kibrinden ve gururundan ne yapacağını şaşırdı. Kavminin îmân edip, ona tâbi olmasından korkmaya başladı. İnsanların, Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmalarından ve onu kendi yerine geçireceklerinden endişelendi. Nefsine aldanarak buna çâreler aramaya başladı. Saltanatı onun için her şeyden önemliydi. Saltanatını kuvvetlendirmek, hâkimiyetini arttırmak için yüksek bir binâ (köşk, kule) yapmaya karar verdi ve bunu, veziri Hâmân'a emretti. Hâmân, usta ve işçileri, kısaca binâ işinden anlayan herkesi, hiç kimse kalmamak şartıyla topladı. Ücretle tuttuğu, tuğla ve kireç yapıcı ve pişiricilerinden başka, ellibin usta vardı. Ağaç, tahta, çivi, kapı ne varsa hazırlattı. Binâyı yaptı ve yedi senede işin sonuna geldi. Allahü teâlânın gökleri ve yeri yarattığından beri o zamana kadar hiç kimsenin yapmadığı yükseklikte bir binâ inşâ edilmişti. Mûsâ aleyhisselâma bu iş ağır geldi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Üzülme, ona verdiklerim istidrâctır. Onu âniden hiçe indirir ve yaptıklarının hepsini bir anda yıkarım” buyurdu. Eni, boyu ve yüksekliği hakkında değişik rivâyetler mevcût olan bu binâ çok yüksekti.
Binâ, yukarıya kadar, binek hayvanı ile çıkılacak şekilde yapılmıştı. Fir’avn hayvana binerek, kulenin en üstüne çıktı. Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın oralarda, yükseklerde, semâya yakın yerlerde bulunabileceğini zannetmişti. Aşağıyı, yukarıyı, gökleri, yerleri yaratanın Allahü teâlâ olduğunu, O'nun zamandan ve mekândan münezzeh bulunduğunu, yâni zamanlı, mekânlı olmadığını bilmiyordu. Yukarıya, çok yüksek binâlara çıkmakla bir şey değişmezdi. O da bir farklılık göremedi. Hattâ, söylendiğine göre, şaşkın şaşkın ne yapacağını bilemeyip, boşluğa doğru ok attığı oldu.
Dehhâk'dan (rahmetullahi aleyh) şöyle bildirilmiştir: Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâma emredince, geldi, kanadı ile, o yüksek binâyı sarstı. Bina üç parçaya ayrılıp yıkıldı. Rivâyete göre, binâ yıkılınca binlerce asker öldü. Hattâ binânın yapılmasında emeği geçenlerin hepsi, âfete uğradı. Tuğla ve kiremit pişirenler sonunda başkaları tarafından yakıldılar.
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anhümâ), Sa'id bin Cübeyr, Katâde, Muhammed bin İshak ve başka âlimler (rahmetullahi aleyhim) bildirdiler ki: Bilindiği gibi, Mûsâ ile Hârûn (aleyhimesselâm), Allahü teâlânın emri ile Fir’avn'a gelmişler ve âlemlerin Rabbinin peygamberi olduklarını tebliğ edip, İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini söylemişlerdi. Allahü teâlâdan açık mûcizeler ile geldiklerini bildirdiklerinde, Hazret-i Mûsâ ile müsâbakaya çıkan sihirbazlar; onun peygamber olduğunu anlayıp, hep birden îmân ederek secdeye kapanmışlardı. Hak teâlânın düşmanı olan Fir’avn da onlara türlü türlü eziyetler yapmış; ellerini, ayaklarını kestikten sonra hurma dallarına astırarak şehîd etmişti. Bununla berâber, mağlûb ve perişân olduğu belli idi. Bundan sonra Fir’avn kendi kavmine, İsrâiloğullarına daha çok baskı yapmalarını, güçlerinin üstünde işler yüklemelerini emretti. Çünkü, zulümde ileri giden Kıbt kavminin gücü, ancak buna yetiyordu.
Kıptîlerden biri, İsrâiloğullarından birine gelir ve; “Hadi, beni tâkib et” diye götürüp; “Etrâfı süpür, ot kes, hayvanlarımı otlat ve bana su çek.” derdi. Kıptî bir kadın gelir, İsrâiloğullarından bir kadına dayanamayacağı işler verir, buna rağmen yiyecek, ekmek vermezdi. Öğle vakti olunca; “Gidin, yiyecek bir şey kazanın” derlerdi. İsrâiloğulları dayanamayıp bu durumda Mûsâ aleyhisselâma şikayette bulundular. O da sabretmelerini söyledi. Sonunda Allahü teâlânın onları kurtaracağını müjdeledi. Bu husûsta A’râf sûresinin 128 ve 129. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) kavmine dedi ki: “Düşmanlarınıza karşı size yardım etmesi için Allahü teâlâdan yardım dileyin. Allahü teâlânın sizi onlardan kurtaracağı vakit gelinceye kadar onların ezâlarına sabredin. Muhakkak ki arz (Mısır ve başka her yer) Allahü teâlânın mülküdür. Onu kullarından dilediğine verir. Allahü teâlânın yardımı ve nihâi zafer, müttekîler (Allahü teâlâdan korkanlar) içindir.
İsrâiloğulları Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Sen bize peygamber olarak gelmeden önce de, peygamber olarak geldikten sonra da biz hep eziyet gördük” dediler.”
(Rivâyete göre, Fir’avn ve kavmi, Mûsâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden evvel, İsrâiloğullarını, her gün öğleye kadar ücretsiz olarak çalıştırırlar, sâdece yemek verirlerdi. Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olarak gönderilmesinden sonra, İsrâiloğullarına karşı daha şiddetli davranmaya başladılar. Artık, bütün gün zorla, ücretsiz olarak çalıştırırlar, üstelik yemek de yedirmezlerdi. Bu durumu Hazret-i Mûsâ'ya arzettiler.) Mûsâ (aleyhisselâmda onlara; "Ümîd olunur ki, yakın zamanda Rabbiniz, düşmanınızı helâk eder ve onların yerinde sizi iskân eder. (Sizi onların yerine yerleştirir...) dedi...”
Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'nın asâ ve yed-i beydâ mûcizelerine inanmayıp; küfür, kötülük ve zulme devam edince, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Sen de bilirsin ki; kulun Fir’avn yeryüzünde azgınlık ve taşkınlık yaptı. İsyân etti. Kibirlenip, haddi aştı. Kavmi de ona tâbi oldu. Yâ Rabbî! Onları cezâlandır. Perişan et. Kavmimi azîz eyle ki, sonra gelenler için ibret olsun!” diye duâ etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ, mûcize olarak ona birbiri ardınca alâmetler verdi. Senelerce Fir’avn ve kavmine belâ gönderdi. Mahsullerini azalttı.

Fir’avn ve kavminin helâkleri yaklaşınca vâki olan mühim hâdiseler:

Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'ya inanmadıkları gibi, karşı çıktılar ve mûcizelerine sihir diyerek alay ettiler. Sonunda, Hazret-i Mûsâ'nın duâsı sebebiyle Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmine, uyanıp kendilerine gelmeleri için, bâzı musîbetler gönderdi. Bu musîbetlerden birincisi tûfandır.
Âlimler, bu bildirilen tûfanda ihtilâf ettiler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Bu, yağan büyük yağmur idi.” Mukâtil bin Süleymân (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Ekinlerinin boyunu aşan bir yağmur olup bütün ekinleri helâk etmişti.” Dehhak (rahmetullahi aleyh) dedi ki: “Tufan suda boğulmaktır.” Mücâhid ve Atâ (rahmetullahi aleyhima); “Çabuk öldüren bir vebâ idi. Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bildirildi” dediler. Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh); “Yemen dilinde tâûna tûfan derler” dedi.
Allahü teâlâ, bu kavmin yâni Kıptîlerin kızlarına tâûn hastalığı verdi. Hepsi bir gecede helâk oldu.
Bâzı âlimlerin bildirdiklerine göre, tûfan, su ile olan musîbettir. Allahü teâlâ onların üzerlerine şiddetli yağmur yağdırdı. Helâk olacak hâle geldiler. İsrâiloğulları ile Kıptîlerin evleri birbirine bitişik ve karışık idi. Kıptîlerin evleri su ile doldu. Boyunlarına kadar suya gömüldüler. Oturan boğuluyordu. Ama İsrâiloğullarının evlerine bir damla su girmedi. Su, onların olduğu yerde toprağın üzerinden akıp gitti. Kıbtîler bir şey ekemediler, bir iş yapamadılar. Tûfan bir hafta devam etti. Çok sıkıntı çektiler. Mûsâ aleyhisselâma; “Rabbine duâ et, bu azâbı bizden kaldırsın. Sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle göndereceğiz” dediler. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ etti ve tûfan kesildi: O sene önceki yıllardan çok ot, hubûbât ve meyve oldu. Ülkeleri yeşerdi ve bolluk göründü. Fakat yine nankörlük ettiler: “Biz bunu hiç beklemiyorduk. Bu su bizim için bir nîmet oldu. O yağmur yağmasaydı, buna kavuşamazdık” dediler. Bol mahsûl ve meyveye, Hazret-i Mûsâ'nın duâsı bereketiyle kavuştuklarını anlamadılar. Bir müddet rahat ettiler. Fakat yine îmân etmediler ve İsrâiloğullarını göndermediler. Bu defâ, eski yaptıklarından daha şiddetlisini yapmaya başladılar.
Fir’avn ve kavmi, tûfan ile yola gelmediler. Yine uslanmadılar. Azgınlık ve taşkınlıkta, Mûsâ aleyhisselâmın sözlerini kabûl etmemekte, İsrâiloğullarına eziyet ve sıkıntı vermekte devam ve ısrâr ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Kıptîlerin ekinlerine çekirgeler gönderdi. Çekirgeler bütün ekinleri, meyveleri, ağaçların yaprak ve çiçeklerini yiyip bitirdi. Hattâ; kapılarını, elbiselerini, eşyalarını, evlerinin çatılarını, tahtalarını, demir çivilerini bile yediler. Evlerin içine döküldüler. Çekirgeler doymamak illetine yakalanıp, ne varsa durmadan hep yediler. İsrâiloğullarının evlerine girmediler. Böylece bu hâdisede onlara hiç zarar gelmedi. Kıptîler şaşırdılar ve zor duruma düştüler. Üzerlerine azâb çökünce, yeniden Hazret-i Mûsâ'ya yalvardılar. “Eğer bu azâbı üzerimizden kaldırması için Rabbine duâ eder de bizi bu belâdan kurtarırsan, mutlak sûrette sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını serbest bırakacağız. Seninle berâber göndereceğiz” dediler. Çekirgelerin tasallutu bir hafta sürmüştü. Hazret-i Mûsâ duâ edince, Allahü teâlâ çekirgeleri kaldırdı. Bu da bir mûcize idi. Mûsâ aleyhisselâm sahraya çıktı ve asâ ile doğu tarafına işâret etti. Çekirgelerin hepsi geldikleri gibi gidip, bir tane bile kalmadı. Fir’avn ve kavmi rahata kavuştular, bir ay huzûr içinde yaşadılar.
Fakat sözlerinde durmayıp, inanmadılar. Sonra Allahü teâlâ, onların üzerine bit (güve) musîbetini gönderdi. Şöyle ki, Mûsâ aleyhisselâma, ayn-i Şems denilen köydeki kızıl kum tepesine doğru yürümesi emrolundu. O kum tepesine vardı. Tepe erimiş, serpilmiş büyük kum yığını idi. Asâsı ile oraya vurdu. Hemen Kıptîlerin üzerlerine bit dökülmeye başladı. Ağaç, mahsul, ot ve benzerlerinden ne varsa, bitler onlara dadandılar. Hiç bir şey bırakmayıp, ne varsa silip süpürdüler. Elbiselerinin ve derilerinin içine girip ısırdılar. Birisi yemek yese, yemeğine dolarlardı. Hattâ birisi, hiç bir böceğin tırmanamayacağı yüksek bir direk yapıp, üstüne yiyecek koysa ve sonra yemek için oraya çıksa, yemeği, bu bit, yahut güvelerle dolu bulurdu.
Fir’avn tâifesine o zamana kadar, bu belâdan daha büyük bir belâ gelmemişti. Saçları, derileri, kirpikleri, kaşları hep bitle doldu. Hattâ derileri, çiçek hastalığına tutulmuş gibi bir şekil aldı. Bitler uykularına mâni oldukları gibi, rahat da bırakmadılar. Netîcede hiç bir çâre bulamayıp, âciz kaldılar.
Bitin ne olduğundan âlimler ihtilâf ettiler. Sa'id bin Cübeyr (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyetle dedi ki: “Bit; buğdayda hâsıl olan güvedir.” Ebû Talhâ'dan (rahmetullahi aleyh) kara sinek olduğu bildirildi. Mücâhid, Süddî, Katâde, Kelbî ve başkaları (rahmetullahi aleyhim); “Kanatsız küçük çekirgedir” dediler. Ma’mer bin Müsennâ'nın, Katâde'den (rahmetullahi aleyhima) bildirdiğine göre, çekirge yavrusudur. Abdurrahmân bin Eslem; “Piredir”; Atâ; “Bilinen bittir”; Ebû Ubeyde; “Ufak kenedir” dedi. Ebu'l-Âliye ise; “Allahü teâlâ, hayvanlarına kene gönderdi. Bütün hayvanları yiyip, bir şey bırakmadılar ve kaçamadılar” dedi.
Kendilerine bitlerin musallat olduğu günlerde, Kıptîlerden bir kimse, un yapmak için değirmene on ölçek hububat koysa, üç ölçek alamazdı. Bitler, hemencecik yiyip bitiriverirlerdi. Artık dayanamadılar. Hazret-i Mûsâ'ya gelerek feryâd ettiler ve; “Ey büyük âlim! Biz tevbe ediyoruz. Hatâlarımıza pişmân oluyoruz. Rabbine bizim için duâ et! Sana verdiği peygamberlik ahdi hürmetine bizden bu azâbı kaldırsın” diye yalvardılar. Mûsâ aleyhisselâm duâ edince, Allahü teâlâ bu belâyı da kaldırdı ve bitler bir hafta sonra hiç kalmayıp, yok oldular Kıptîler de tekrar rahata kavuştular.
Fakat yine verdikleri sözde durmadılar. Eski çirkin ve kötü işlerini yapmaya başladılar. “Biz, bir gün hariç, Mûsâ'ya bizim âlimimiz demedik. Fir’avn’ın izzetine yemîn ederiz ki, onu ebedîyen tasdik etmeyeceğiz ve ona tâbi olmayacağız” dediler.
Bunun üzerine, bitlerin yok olmasından otuz veya kırk gün sonra, Mûsâ aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma vahyedip, Nil'in kenarına gitmesini ve asâsını nehre sokup; yakınını, uzağını, yukarı ve aşağı seviyesini işâret etmesini emretti. O da öyle yaptı. Ardından hemen kurbağalar vak vak diye bağırarak her taraftan koşuştular. Seslerini yakında ve uzakta olanlar duydu. Sonra Nil'den çıktılar. Bir karartı, siyah bir bulut gibi, şehre doğru hareket ettiler. Ansızın Kıptîlerin her yanını kapladılar. Onların avluları, evleri ve kapları kurbağa ile doldu.
Çamaşırını, kabını, yiyeceğini ve içeceğini açan, içinde muhakkak kurbağa bulurdu. Oturan çenesine kadar kurbağaya gömülür, konuşmak isteyenin ağzına kurbağalar sıçrar, yatağında yatan uyanınca, üzerinde birbiri üstünde kaynaşan kurbağalar bulur, bu yığından sağa ve sola dönemezdi. Yemek için ağzını açanın ağzına, yemekten önce kurbağa girerdi. Yoğurdukları hamura, pişirdikleri yemeğe karışırlardı. Ateşlerine kurbağalar atlar, söndürürler, yemeklerine girip bozarlardı. Ateşte ve sıcak suda kurbağalara bir şey olmuyordu. Kısaca Kıptî tâifesine çok büyük eziyet verdiler. Şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemez oldular.
Hazret-i İkrime, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) bildiriyor ki, bu kurbağalar, kara kurbağası idi. Allahü teâlâ onları Fir’avn'a gönderince, emre uydular. Kendilerini ateşte kaynayan çömleklere atarlardı. Emre uydukları için, Allahü teâlâ, o yemeği soğuk yapar, kurbağalara zarar gelmezdi. Darda kalıp, Fir’avn'a başvurdular. Çâre bulunamadı. Sıkıntıdan ölecek duruma geldiler. Şehir ve yollar, ayakları ile ezdikleri, ölü kurbağalarla doldu. Her taraf kurbağadan geçilmez oldu. Ağlayıp, Mûsâ aleyhisselâma şikayette bulundular. “Bu belâyı bizden kaldır. Bu sefer tevbe ederiz ve bir daha eski hâlimize dönmeyiz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm onlardan sözlerinde duracaklarına dâir ahd aldı. Sonra Hak teâlâya duâ etti ve belâdan kurtuldular. Sağ kalan kurbağalar Nil'e gitti. Bir hafta üzerlerine belâ olarak kaldıktan sonra, ölü kurbağaları, Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderip bertaraf etti. Bir ay, bir rivâyette kırk gün rahat içinde yaşadılar.
Fakat Kıptîler hiç uslanacak gibi değillerdi. Üzerlerine musîbet gelince yalvarıp yakararak, ağlayıp sızlanarak kurtulmak için Hazret-i Mûsâ'ya gidiyorlar; azâbın üzerlerinden gitmesi hâlinde tevbe edip, îmân edeceklerini, bir daha eski hâllerine dönmeyeceklerini bildiriyorlar, bu husûsta kat’î söz veriyorlardı. Mûsâ aleyhisselâm da duâ edip, musîbet gidince, onlar verdikleri sözde durmuyorlardı. Aradan kısa bir zaman geçmeden yine eski hâllerine dönüyorlar, azgınlık ve taşkınlığa devam ediyorlardı.
Kurbağa musîbetinin kaldırılmasından sonra, yemînler ederek, yalvararak verdikleri ahde, yine sadâkat göstermediler. Küfür ve başka bozuk amellerine yine döndüler. Sanki önceki hâller hiç olmamış, kendilerine hiç belâ gelmemiş gibi bozuk işlerine devam ettiler.
Mûsâ aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Bu sefer, musîbet olarak Allahü teâlâ onlara kan gönderdi. Şöyle ki, Hazret-i Mûsâ'ya nehre gidip, asâ ile vurması vahyedildi. Nehre vurunca, Allahü teâlâ Nil Nehri’ni kan olarak akıttı ve Fir’avn tâifesinin bütün suları kan oldu. Kıptîler, nehirlerden, kuyulardan aldıkları suların kan olduğunu gördüler. Bu durumdan Fir’avn'a şikayet edip; “Biz bu kan belâsına tutulduk. İçecek başka bir şeyimiz de yok” dediler. O da; “Mûsâ size büyü yaptı” dedi.
Su alınan bir kuyunun başında, İsrâiloğullarından ve Kıptîlerden birer kişi bulunsa, İsrâiloğlunun doldurduğu, saf su; kıptîninki ise kıpkırmızı kan kesilirdi. Bir İsrâilli ile bir kıbtî aynı kaptan su içseler; yine kıptîye kan, İsrâiloğluna su olurdu. Hattâ Fir’avn’ın âilesinden susayan bir kadın, İsrâiloğullarından bir kadına gelir ve bana senin suyundan ver derdi. O da ibriğinden veya güğümünden su verir; su, kıptînin kabına dökülünce hemen kan olurdu. Hattâ, önce kendi ağzına al, sonra benim ağzıma dök derdi de; İsrâiloğullarından olan kadın, böyle yapıp kıptînin ağzına dökünce, su yine kan olurdu. Halbuki Nil Nehri, ekinlere ve ağaçlara su olarak akardı. Kıptîler, gidip oradan içseler, kan olurdu. Bu günlerde Fir’avn çok susadı. Yaş ağaçları yeyip, rahatlamak istedi. Ağzına alıp çiğneyince acı ve tuzlu oldu. Yedi gün böyle devam etti. Yedikleri içtikleri kan oldu.
Zeyd bin Eslem (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Kıptîler bu durumdan iyice daralınca, Mûsâ aleyhisselâma gelip; “Bizim için Rabbine duâ et. Bu kan belâsını bizden kaldırsın. Sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle birlikte göndereceğiz. Bu sefer kat’î söz veriyoruz. Artık bir daha sözümüzden dönmeyiz dediler.”
Her belâ ve musîbetin gelmesinde, bunun kaldırılması için kıptîlerin Hazret-i Mûsâ'ya nasıl yalvardıkları, ne yemînler ederek söz verdikleri; nihâyet o musîbet üzerlerinden kaldırılınca, nasıl sözlerinden döndükleri, ahidlerine sadâkat göstermedikleri hakkında A’râf sûresinin 130-136. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Biz Fir’avn’ın kavmini, kıtlık, kuraklık ve meyvelerin noksanlığıyla ibtilâ ettik. Tâ ki düşünsünler, ibret alsınlar da küfür ve isyândan vazgeçsinler.
Fir’avn kavmi, kendilerine bir iyilik (bolluk ve ucuzluk) geldiği zaman, bu bizim içindir, biz buna lâyık ve müstehakız derlerdi. Eğer onlara, kötülük (kuraklık, kıtlık ve belâ gibi istenmeyen bir şey) gelse, o zaman da; bu hâl, Mûsâ'nın (aleyhisselâmve ona tâbi olanların uğursuzluğudur derlerdi. Dikkat edin, iyilik ve kötülüğü yaratmak ancak Allahü teâlânın kudretiyledir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
Bir de Fir’avn’ın, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Sen bizi büyülemek için her ne kadar nişân, alâmet getirsen (ve bu, mûcizedir desen) de biz aslâ sana inanacak değiliz dediler.
Böyle olunca biz de onlara, birbiri ardınca, apaçık alâmetler olarak; tûfan, çekirge, kummel (bit) kurbağa ve kan gönderdik (ki bu alâmet ve musîbetlerin her biri bir hafta devam etti ve her iki musîbet arası bir ay veya kırk gün oldu.) Fakat onlar yine îmânı kabûlden imtinâ ettiler. Çok kibirlenip, îmânı kabûlden kaçındılar. Küfürleri üzere kâim oldular.
Vaktâ ki, onların üzerlerine (yukarıda zikrolunanlardan ayrıca) bir azâb daha çöküverdi. (“Tefsîr-i Mazharî”de buyruluyor ki: “Sa’îd bin Cübeyr hazretleri; “Âyet-i kerîmede riczkelimesiyle zikrolunan azâb tâûndur dedi. Daha önce geçen, asâ, yed-i beydâ mûcizelerinin yanında; kıtlık, tûfan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mûcizelerinden sonra Tâûn; mûcizelerinin dokuzuncusu olmaktadır. Tâûn kıranı geldiğinde, yalnız bir günde Kıptîlerinden yetmişbin kişinin öldüğü bildirilmiştir. Bu azâb da üzerlerine çökünce, Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'ya) dediler ki; “Ey Mûsâ! (Rabbin sana, duâ ettiğin zaman kabûl edeceğini vâd etmiştir. İşte) sana verdiği bu ahd (veya sana verdiği peygamberlik) hürmetine Rabbine duâ et. Eğer bu azâbı üzerimizden kaldırıp, def edersen, mutlak sûrette, kat’î olarak ahdediyoruz, söz veriyoruz ki, sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle berâber göndereceğiz.”
(Onların Hazret-i Mûsâ'ya böyle yalvarmalarından sonra, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) duâsı sebebiyle) biz üzerlerinden azâbı kaldırıp, ulaşacakları bir vakte, (suda boğulup helâk olmalarına veya ölümlerine) kadar kendilerine müsâade ettik. Fakat, bir de ne görülsün, onlar ahidlerinde durmuyorlar, îmân etmekten kaçınıyorlar ve verdikleri te’minâta aslâ riâyet etmiyorlar.”
“(Kıptîler, azâbı gördükleri zaman, Mûsâ aleyhisselâma); “Ey büyük âlim! Duânı kabûl edeceğine dâir sana olan vâdi, ahdi hürmetine bizim için Rabbine duâ et de, bu azâbı bizden def etsin. Eğer azâb bizden def olursa, şüphesiz biz seni tasdîk edip, hidâyet buluruz.
Vaktâ ki Mûsâ'nın (aleyhisselâm) duâsıyla biz onlardan azâbı def ettik, kaldırdık. Onlar ise hemen o zaman ahidlerini bozdular; (sana tâbi olup, yola geleceğiz, hidâyete kavuşacağız) sözlerinden hemen caydılar.” (Zuhruf sûresi: 49-50)
Nihâyet, çok yalvarmaları ve söz vermeleri sebebiyle, Mûsâ aleyhisselâm yine duâ etti ve o belâ da üzerlerinden kalktı. Şöyle ki, Hazret-i Mûsâ'ya, asâsı ile nehre bir daha vurması emrolundu. Bildirilen şekilde vurunca, nehir saf su oldu. Diğer suları da böyle temiz oldu.
Fakat onlar yine hâinlik ettiler. Yine eski vaziyetlerini değiştirmediler. Îmân etmediler ve yine verdikleri sözde durmadılar. Tekrar bildiklerini yaptılar.
Nevf Bikâlî (rahmetullahi aleyh) isminde bir zât, bundan sonraki durumu şöyle anlattı: “Mûsâ aleyhisselâm sihirbazlara gâlib geldikten ve; tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mûcizelerinin musîbetlerinden sonra, yirmi sene daha onlar arasında kalıp, dâvetine devam etti. Kırk sene kaldığı da rivâyet edilmiştir. Peygamberliğinin bildirilmesinden o zamana kadar Fir’avn ve onun kavmi olan kıptîler devamlı karşı çıkmışlardı. Gördükleri mûcizelerden, ve başlarına gelen belâlardan hiç ibret almamışlar, kat’îyen hidâyete yanaşmamışlardı.”
Hazret-i Mûsâ, Fir’avn ve kavminin azgınlıklarını, küfürlerini, hakîkate uzaklıklarını ve kibirli hâllerinin devamlı olduğunu görünce, onlara bedduâ etti. Hârûn aleyhisselâm da, âmin dedi. Yûnus sûresinin 88. âyet-i kerîmesinde, Mûsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâya şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Ey bizim Rabbimiz! Şüphe yok ki sen, bu Fir’avn'a ve onun kavminin ileri gelenlerine dünyâ hayatında çeşit çeşit mallar (elbise, binecek ve başka mallar) ve zînet (süs) verdin ki, onlar insanları senin dîninden ayırmak için çalışırlar. Ey Rabbimiz! Bunların mallarını helâk eyle ki, azgınlık ve taşkınlık yapmaya mecâlleri kalmasın. Kalblerini bağla, mühürle ki, onlar elem verici şiddetli azâbı görmeyince îmâna gelmeyecekler.”
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'nın yaptığı ve Hazret-i Hârûn'un âmin dediği duâyı kabûl buyurdu. Nitekim yine Yûnus sûresinin 89. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâonlara buyurdu ki, her ikinizin duâsı kabûl olundu. Şimdi siz doğru yolunuzda devam edin. (Duanız üzere sâbit olun. Acele etmeyin. İstediğiniz, vakti gelince hâsıl olacaktır. Yoksa acele etmek sûretiyle) Allahü teâlânın vâdini bilmeyenlerin yoluna uymayın.”
“Arais-ül-Mecâlis”de Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma yine şöyle vahyettiği bildirilmiştir:
“Fir’avn takımının elinde bulunan para ve zînet eşyalarını İsrâiloğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yararlar. Bunun için bugün sevin ve bayram et! Sen ve kavmin ibâdet edip, bana şükredin, beni zikredin ve bana tâzimde bulunun, bana ibâdet edin! Zirâ ben yakında size zaferi gösteririm, sevilenleri kurtarır, düşmanları helâk ederim. Fir’avn’ın kavminde bulunan süs, zînet ve diğer kıymetli şeyleri kullanmanız için size veririm. Çünkü onlar, o zaman kendilerinin düştüğü belâdan, kalblerine size karşı korku saldığımdan, ellerinde olanları vermemezlik edemezler.”
Zaman akıp giderken, Hazret-i Mûsâ, tebliğine ve insanları iki cihân saâdetine dâvete devam ediyor, bu husûsta hiç bir fedâkarlıktan çekinmiyordu. Kendi soyu olan İsrâiloğulları ona îmân edip tâbi olmuşlar, Fir’avn ve kavmi olan Kıptîler ise devamlı karşı çıkmışlardı. İnanmamaları sebebiyle Kıptîlere zaman zaman çeşitli belâ ve musîbetler gelmiş, onlar, her musîbet gelişinde Hazret-i Mûsâ'ya yalvarmışlar; belânın üzerlerinden gitmesi hâlinde mutlakâ îmân edeceklerini, İsrâiloğullarını onunla berâber göndereceklerini söyleyip, bu husûsta yemînler ederek yalvarmışlardı. Hazret-i Mûsâ duâ edip, belâ üzerlerinden gidince, yine eski hâllerine dönmüşler ve bunlardan hiç ibret almamışlardı.
Kıptîler, İsrâiloğullarına yaptıkları zulüm ve haksızlıkta da çok ileri gidiyorlardı. Hele başları olan Fir’avn ne yapacağını şaşırıyor ve yerinde duramıyordu. Hazret-i Mûsâ'yı katletmeye bile kalkıştı. Bâzı tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Fir’avn’ın veziri arasında îmân edip, îmânını gizleyenler vardı. Bunlar, Fir’avn’ın Hazret-i Mûsâ'yı öldürme teşebbüsüne karşı çıktılar: “O, senin korktuğun gibi, tehlikeli bir kimse değildir. Sen onu öldürmeye kalkarsan, herkes bunu yanlış anlar. İnsanların kalbine şüphe sokmuş olursun. Kavmin, senin ona ilimle, kuvvetli delillerle cevap veremediğini, âciz düştüğünü, bu sebeple onu öldürmeye kalktığını düşünür...” dediler. Zâten hakîkatte de vaziyet öyle idi. Fir’avn, aczinin anlaşılmaması için bir şey diyemiyor, fakat iyice sabırsızlanıyordu. Nihâyet, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) öldürmeye kat’î kararlı olduğunu, etrâfındakilerin kendisine mâni olmamalarını söyledi. Nitekim, bu husûsta Gâfir (Mü’min) sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, kavmine dedi ki; Bırakın beni, Mûsâ'yı katledeyim de o, Rabbine duâ etsin. (Bakalım Rabbi, benim onu öldürmeme mâni olabilecek mi?) Zîrâ ben, onun, sizin dîninizi değiştireceğinden (sizi bana ve putlara ibâdetten ayıracağından) yâhut yeryüzünde fesâd çıkaracağından (kendisine tâbi olanları çoğaltarak sizinle harb edeceğinden) korkuyorum.”
Yâni, Hazret-i Mûsâ'ya, mûcize ve mâneviyât cihetinden karşı çıkamayıp mağlûb olan Fir’avn, maddiyâta teşebbüs etti. “Beni kendi hâlime bırakın. Bana mâni olmayın. Mûsâ'yı öldüreyim. Eğer dediği gibi, Rabbi her şeye kâdir ise çağırsın Rabbini! Rabbi de, benim onu öldürmeme mâni olsun. Onu kurtarsın” diye bağırdı. Fakat böyle yapması, başkalarına karşı cesâretli görünmeye çalışmaktan, korkaklığını ve âcizliğini izhâr etmekten başka bir şey değildi. Zîrâ Hazret-i Mûsâ'nın hakîkaten bir Nebî olduğunu bilir, fakat, cehâlet ve inâd ile, bile bile inkâr eder, karşı çıkardı. Hattâ onu öldürmeye kalkması lafta kalır, buna aslâ cesâret edemezdi. “Onu öldürmeme mâni olması için Rabbini çağırsın...” derken, Allahü teâlânın, peygamberini elbette koruyacağını bilirdi. Bununla berâber, hakîkî hâlini bildirmemek için etrâfındakilere çıkışır; “Siz beni kendi hâlime bırakmıyor, yapacağım işe mâni olup, karşı çıkıyorsunuz. Yoksa şimdiye kadar ben onu çoktan halletmiş, sesini kesmiş idim” derdi. Ayrıca; “Mûsâ'nın sizin dîninizi değiştirmesinden ve yeryüzünde fesâd çıkararak memleketinizi elinizden almasından korkuyor, endişe ediyorum. Bundan dolayı, bırakın beni. Onu öldüreyim. Siz de fesâddan kurtulup rahat olun” diyerek onları, Hazret-i Mûsâ'ya karşı tahrik ediyor, kışkırtıyordu. Zirâ insanın mühim iki husûsiyetinin olduğunu ve bunlarda aslâ fedâkarlık yapamadığını herkes bilir. Bu husûslarda kat’îyen gevşek davranamaz ve bu iki husûsu muhâfaza etmek için canını vermek dâhil, hiç bir fedâkarlıktan çekinmez. Bu iki husûstan birincisi din, ikincisi ise nâmus ve memlekettir. İşte Fir’avn, kavmini Hazret-i Mûsâ'ya karşı tahrik ederken; insanların bu hislerini harekete geçirmeye çalışıyor, onu öldürmeye kalkmasında kendini haklı göstermeğe uğraşıyordu.
Mûsâ aleyhisselâm Fir’avn’ın bu teşebbüslerinden, onun tehdidinden Allahü teâlâya sığındı. Bu husûsta Gâfir (Mü’min) sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm, Fir’avn’ın tehdidini işitince, yanında bulunanlara); Hesâb gününün hak olduğunu tasdik etmeyen (ahirete inanmayan) her kibirli insanın şerrinden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınırım dedi.”
Tefsîr âlimlerinden bâzısı bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: “Hazret-i Mûsâ, Fir’avn'ı çok kibirli olması ve âhırete îmân etmemesi gibi iki sıfatıyla bildirdi. Burada Fir’avn'a temas edilmeyip bu sıfatların bildirilmesiyle, sâdece Fir’avn'dan değil, bilakis, bu iki sıfatın bulunduğu kimselerden sakınmak ve şerlerinden Allahü teâlâya sığınmak lâzım geldiğine işâret buyrulmuştur. Çünkü, Allahü teâlânın mahlûkuna eziyet, ancak bu iki sıfatla olur. Yâni tevâzû üzere bulunup, alçak gönüllü olan, kibirlenmeyen ve âhırete îmân eden, hesap gününü düşünen kimse, değil insanlara, hiç bir mahlûka zarar ve eziyet veremez, onun yüzünden hiç kimse ziyân görmez. Son derece kibirli olan, âhırette hesap vereceğine inanmayan kimse ise, zâten katı kalbli olduğundan, kalbinde şefkât ve merhamet bulunmaz. Hesâba çekilmek, Cehennem düşüncesi ve azâb korkusu olmadığından hiç bir şeyi işlemekten çekinmez. Ondan her fenâlık beklenir. Ayrıca, düşmanın şerrinden, sâir belâ ve musîbetlerden kurtulmanın çâresi, Allahü teâlâya yalvarmak ve O'na sığınmak olduğu bu âyet-i kerîmede bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Fir’avn’ın tehdidini, buna karşı Hazret-i Mûsâ'nın Allahü teâlâya sığınıp, başka bir şey yapmadığını zikrettikten sonra, onun tevekkülünün netîcesi olarak, Fir’avn’ın etrâfında bulunan bir mü’min vâsıtasıyla, Hazret-i Mûsâ'ya yardım ettiğini bildirerek, meâlen buyuruyor ki:
“Fir’avn âilesinden (yakınlarından) îmânını gizleyen mü’min bir kimse (ki, ismi Hazkîl olup, Hazret-i Mûsâ, Mısır'dan Medyen'e gitmeden evvel, Fir’avn ve adamlarının onu öldürmeye teşebbüs ettiklerini haber veren zâttır. İşte bu zât, Fir’avn’ın da bulunduğu mecliste) şöyle söyledi: Siz; “Benim Rabbim yalnız bir olan Allahü teâlâdır” diyen bir kimseyi (haksız yere hemen) öldürüverir misiniz? Halbuki o size Rabbinizden açık mûcizeler ve delillerle geldi. Şâyet o bir yalancı ise yalanının vebâli kendinedir. (Dolayısıyla onun yalanından size bir zarar gelmez.) Eğer sözünde sâdık, doğru ise, dünyâ azâbından vâd etmiş olduğu şeylerden bâzısı size isâbet eder, (Dolayısıyla ona sû-i kasdde bulunmaktan sakınmalısınız. Zirâ, sâdık olduğu takdirde, sû-i kastınızın netîcesinde vâki olacak kötülük size aittir. O hâlde, o doğruysa da, yalancıysa da hayatına kasd edilmemelidir.) Şüphesiz Allahü teâlâ, işlerinde haddi aşan ve yalan âdet edinen kimseleri hidâyete erdirmez.
Ey kavmim! Bu gün, memlekette (Mısır'da) mülk, zâhirde, görünüşte sizindir ve (İsrâiloğullarına) gâlipsiniz. Fakat (Mûsâ'yı öldürmekle) Allahü teâlânın azâbı bize gelirse, o azâbdan bizi kim kurtarabilir? O azâbdan kurtulmak için bize kim yardım edebilir?
Bunun üzerine Fir’avn dedi ki: “Ben size ancak kendi kendime hak gerçek olarak gördüğüm şeyi emrederim ve ben sizi doğru ve gerçek yoldan başka bir yola iletmem. (Doğru ve gerçek gördüğüm fikrim ise Mûsâ'nın katlolunmasıdır).”
“O mü’min olan (Hazkîl ismindeki) kimse, sözüne devam ederek dedi ki: “Ey kavmim! Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle, Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelen kavimlerin başlarına gelen vak’alar (şiddetli azâblar) gibi, Mûsâ'yı yalanlamanız ve ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, (şiddetli azâbın olduğu) öyle bir günün size de gelmesinden korkuyorum. Allahü teâlâ kullarına zulüm murâd etmez. (Günâhları olmayanlara azâb göndermez. Dolayısıyla siz bu düşündüğünüz fiili, Hazret-i Mûsâ'yı katletmeyi terkedin, zulüm yapmak düşüncesinden vaz geçin ki, azâba müstehak olmayasınız.)
Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için (insanların birbirine nidâ ettiği, bağırıp) çağırışma gününden (kıyâmet gününden) korkuyorum. (Kıyâmet günü öyle bir gündür ki, siz o günün şiddetinden, günâhınızın çokluğu sebebiyle üzerinize gelen azâbdan) gerisin geriye kaçarsınız ve o günde sizi Allahü teâlânın azâbından kurtarıcı hiç bir kimse bulunmaz ve Allahü teâlânın hidâyete erdirmediği, şaşırttığı kimseyi, hiç bir kimse hidâyete erdiremez.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Mûsâ'dan evvel Yûsuf aleyhisselâm da bir takım açık mûcizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dînin emirlerinde, şüphe ve tereddüt içinde sâbit ve dâim oldunuz. Hattâ o vefât ettiğinde; "Artık bundan sonra Allahü teâlâ peygamber göndermez" dediniz. (Bu sözünüzle hem Yûsuf'u (aleyhisselâm) hem de ondan sonra gelecek peygamberleri tekzip ve inkâr ettiniz. Hazret-i Yûsuf'u inkâr edenler, yalanlayıp karşı çıkanlar, aslında o mü’min kişinin kendilerine hitâb ettiği, orada bulunan kimseler değildi. Onların, çok öncelerde gelen dedeleri idi. Lâkin baba ve dedelerinin kabahatleri evlâda nispet olduğundan, o, onlara; “Siz inkâr ettiniz, yalanladınız...” demektedir. Şu hâlde siz şiddetli inâdınız sebebiyle, Hazret-i Yûsuf'un getirdiği dinden faydalanamadığınız gibi, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dinden de istifâde edemezsiniz. Çünkü fikrinizde isâbet yok, dalâlette ısrârınız ise pek çoktur.) İşte Allahü teâlâ haddi aşan ve Hak teâlânın emrinde şüphe edici olan kimseyi böyle şaşırtır...” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 28-34)
“Yine o mü’min olan zât (önceki sözlerinin onlara pek te’sir etmediğini görerek, nasîhatlerine devam edip) şöyle söyledi; “Ey kavmim! Gelin, bana itâat edin, tâbi olun ki, sizin doğru yola, hak dîne kavuşmanıza delâlet edeyim.
Ey kavmim! (Dünyâ lezzetine mağrur olup aldanmayın. Bilin ki) bu dünyâ hayatı çabuk biticidir. Ancak fânî bir eğlencedir. Az bir nasiplenmedir. (Güneşin gölgesi gibi çabuk geçer. Uykudaki rüyâ gibidir ki, uyanınca hiç bir şey kalmaz. Rüyâda gördükleri ile mağrur olan ne kadar ahmaktır. Gayret edecekseniz, çalışacaksanız; dünyâ için değil, âhıret için çalışın. Çünkü dünyâ hayatı geçicidir.) Âhıret ise ebedî olarak kalınacak yerdir. Oranın sonu yoktur.
Bir günâh işleyen kimse ancak o günâhın karşılığı kadar cezâ görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun herhangi bir kimse mü’min olur ve sâlih ameller işlerse, onlar Cennet’e girer ve orada hesapsız rızıklarla mükâfâtlandırılırlar.
Ey kavmim! Nedir bu başıma gelen? Ben sizi, (Allahü teâlâya îmân etmeye,) azâb-ı ilâhîden kurtulmaya dâvet ediyorum. Siz ise beni (günahkarlar için hazırlanmış olan)Cehennem’e çağırıyorsunuz. Siz beni Allahü teâlâyı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz (ki Allahü teâlâya ortak koşmamı istediğiniz sey, ilâh olmaya aslâ lâyık değildir). Halbuki ben sizi ilâh olmanın bütün vasıfları kendisinde bulunan, herkese gâlip, azâb etmeye ve kullarının hatâlarını mağfiret etmeye kâdir olan Allahü teâlânın dergâhına dâvet ediyorum.
Elbette beni kendisine ibâdete dâvet ettiğiniz putlarınızın hiç bir kudreti yoktur. (Bir dilek ve ihtiyaç kendilerine bildirilse, kabûl etmeye, ihtiyâcı gidermeye gücü yetmez. Elinden bir şey gelmez. Ne dünyâ, ne de âhıret menfaatinden hiç bir fayda te’min edemez.) Hepimizin dönüp varacağımız yer, Allahü teâlânın huzûrudur. Dalâlet ve azgınlıkta haddi aşanların hepsi cehennemliktir.
Yakında (azab gördüğünüzde) benim size söylediklerimi hatırlarsınız (ve birbirinize şu cereyân eden hâdiseleri hatırlatırsınız. Lâkin hiç fayda vermez.) Ben bütün işlerimi Allahü teâlâya havâle ederim. O'na ısmarlarım. Zirâ Allahü teâlâ kullarını görücü, kullarının bütün hâllerini bilici ve herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 38-44)
O mü’min zât, Fir’avn ve yanındakilere böyle söyleyip, onları îmâna, putlara ibâdeti terketmeye dâvet edince, onlar onu öldürmeye kastettiler. O da onlardan ayrılıp, sür’atle uzaklaştı. Fir’avn onu yakalamak için nice kimseleri vazifelendirip gönderdi. Tefsîr-i Mevâkıb’da bildirildiğine göre, o zât bir dağa çıkıp orada ibâdetle meşgûl olmaya başladı. Vazifeliler oraya geldiklerinde, onun namaz kılmakta olduğunu ve etrâfını birçok vahşi hayvanın kuşattığını gördüler. Vahşî hayvanlar ibâdetle meşgûl olan mü’min zâta herhangi bir zarar vermezlerdi. Fakat, oraya gelenleri de, kat’îyen ona yaklaştırmazlardı. Nitekim yine Mü’min sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde meâlen; Allahü teâlâ, onu, Fir’avn’ın ve adamlarının hîlesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden muhâfaza edip, korudu...” buyruldu.
Bu arada Mûsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ediyor, hiç bir şekilde vazifesinden geri durmuyordu. İsrâiloğullarının ona bağlılıkları, Fir’avn ve kavminin endişeleri, bunlardan çekinmeleri daha da artıyordu. Benî İsrâil'den Hazret-i Mûsâ gibi büyük bir peygamberin çıkması, İsrâiloğullarının, hemen onun etrâfında toplanıvermeleri, Kıptîleri elbette rahatsız ediyordu. Bu hâlden en çok müteessir olup kaygılanan da Fir’avn idi. Onlar kuvvetlenip, Kıptîlere gâlip olacak hâle gelince, korkuları daha da arttı.
Fir’avn, Nil Nehri’nin kenarında husûsi bir çardak (oturma yeri) hazırlattı. Orada oturuyor, gelip geçen İsrâiloğullarını, Mûsâ aleyhisselâma tâbi olmaktan vazgeçmeye çağırıyor, onları kendi dînine dâvet ediyordu. Tatlı ve okşayıcı sözlerle onların muhabbetlerini cezbetmeye çalışıyordu. Onun, insanları aldatmak, muhabbetlerini kazanmak için söylediği sözlerden bâzıları, Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir:
“Fir’avn (kavmin ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplulukta); “Ey eşrâf! Ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum dedi.” (Kasas sûresi: 38)
“Fir’avn, kavmi içinde nidâ edip dedi ki: “Ey kavmim! Mısır mülkü benim değil midir. Bu (Nil Nehri’ni meydana getiren) nehirler (ki dört tane olup isimleri; Mülk Tûlûn, Dimyat ve Tenîs'tir. Bunların hepsi toplanıp Nil Nehri olarak) benim köşklerim, ve bahçelerim arasında akmıyor mu? (Bunların hepsi, benim, Mûsâ'dan daha efdâl olduğumu göstermiyor mu?)Efdâliyetimi, üstünlüğümü görmüyor musunuz?” (Zuhruf sûresi: 51)
“(Fir’avn; kavmine karşı kendini gâyet büyük ve üstün, Hazret-i Mûsâ'yı ise pek küçük ve hakîr göstermek için;) “Yoksa ben nerede ise meramını anlatamayacak kadar hakîr ve zayıf durumda olan bu Mûsâ'dan daha hayırlı değil miyim (zannediyorsunuz? Elbette ben ondan üstünüm) dedi.” (Zuhruf sûresi: 52)
“(O zamanda bir kimseyi reîsliğe, başkanlığa seçmek isteseler, onun kollarına altından bilezikler ve boynuna da altından gerdanlıklar takılır, bunlar o kimsenin başa getirilmiş olduğuna alâmet sayılırdı. Fir’avn bunu da ileri sürerek kavmini kandırmak istedi ve;) eğer o dâvâsında sâdık olsa, hakîkaten peygamber olsa, Rabbi katından ona altından bilezikler verilir yahut onunla berâber, onun peygamberliğini tasdik edici ve peygamberlik dâvâsında ona yardım edici melekler gelirdi. (Görünürde bunlardan hiç birisi yoktur. Şu hâlde dâvâsı doğru değildir) dedi.
Böylece Fir’avn kavmini tahfif etti, küçümsedi. Onlar da ona itâat ettiler. Gerçekten onlar, Allahü teâlâya tâattan ayrılmış fâsık bir kavim, idiler.” (Zuhruf sûresi: 53-54)
Fir’avn iki sene müddetle, Nil Nehri kenarında yaptırdığı çardakta oturup, bu ve benzeri sözleri söylemeye devam etti. Kendi noksan ve bozuk düşüncesine göre, İsrâiloğullarını Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmaktan ayıracak, böylece Hazret-i Mûsâ yalnız ve kimsesiz kalacak; yalnız kalınca da Fir’avn onu öldürecekti. Bunun için gayret sarfediyordu. Fakat bu müddet zarfında İsrâiloğullarından hiç biri ona iltifât etmedi. Sözlerine kulak asan çıkmadı.
Kıptîlerin ileri gelenleri, Mûsâ ile başa çıkamadı, onu yok edemedi diye Fir’avn'a serzenişte bulunmaya, onu ayıplamaya başladılar. Bu husûsta A’râf sûresinin 127. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn’ın kavminden ileri gelenler, Fir’avn'a dediler ki: Sen Mûsâ'yı ve kavmini, insanları sana muhâlefete (yani bildirdiği hak dine) dâvet edip böylece yeryüzünde(Mısır'da) fesâd çıkarsınlar ve sana ve ilâhlarına ibâdeti terk etsinler diye mi bu yerde bırakacaksın? (Bunun için mi böyle serbest bırakacaksın? İşte bak, sihirbazlara gâlib geldiler de onlar, hep birden ona îmân etti. Böyle giderse bütün insanların azar azar ona tâbi olmalarından endişe ediyoruz. Hal böyle olunca onlar çoğalır, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) yardım ederler. Yeryüzünde fesâd çıkarırlar. Mısır memleketinde seni dinlemeyip, yâni kendi dinlerini hâkim kılıp, seni kendi dîninle başbaşa bırakırlar. Yalnız başına kalırsın. Onların bu sözlerine karşı) Fir’avn şöyle söyledi: Biz de (daha evvel, yaptığımız gibi) İsrâiloğullarının çocuklarını öldürürüz, kadınlarını sağ bırakırız. Elbette bizim onlar üzerine kahredici bir gâlibiyetimiz vardır.”
“Tefsîr-i Hazin”de bildirildiğine göre, Fir’avn, kavmi için bir çok ilâhlar edinmişti. Kavminden olanlara o putlara ibâdet etmelerini emreder ve onlara; “Bunlar sizin ilâhlarınızdır. Ben ise, o ilâhlarınızla birlikte sizin rabbinizim” derdi. Bu husûsta değişik rivâyetler de bildirilmiştir.
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde bildiriliyor ki: Kavmin ileri gelenlerinin, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona tâbi olanları böyle serbest bırakmamak, bir hâl çâresi düşünmek için Fir’avn'a îkâzda bulunmalarına, Fir’avn şöyle cevap vermişti: “Bundan sonra onları oldukları hâl üzere terketmeyiz. Ne icâb ediyorsa onu yaparız. Yapacağımız şey onların nesillerini kesmektir. Fakat, şimdi onların hepsini birden bir defâda katledersek yanlış anlaşılır. Onlara karşı dîni bakımdan âciz kalıp, zulme yöneldiğimiz zannedilir. Bu ise kavmimizin bizim hakkımızda yanlış düşünmesine sebep olabilir. O hâlde yapacağımız şey, bunu, zaman içinde yavaş yavaş yâni belli etmeden halletmektir. Bundan sonra onların yeni doğan çocuklarından erkek olanları öldürür, kız çocuklarına dokunmayız. Kızlarını kendi kavmimizden olanlarla evlendiririz. Oğulları olmayınca, kızlarını da kavmimizden olanlarla evlendirince artık nesilleri devam etmez.”
Fir’avn böyle söylemekle hem kavminin ileri gelenlerini yatıştırmış, hem de maksadını açıklamış oldu.
“Tefsîr-i Hazin”de bildirildiğine göre, Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'yı öldürmeye, dövmeye ve hapsetmeye cesâret edemezdi. Çünkü ona bir zarar vermekten âciz olduğunu bilirdi. Fakat, etrâfına hâlini belli etmemek, kuvvetli görünmek ve elinden bir şey gelmediğini sezdirmemek için böyle sözler söylüyordu. Kavmi ise onu anlayamıyor, hakîkaten güçlü kuvvetli zannediyor, Hazret-i Mûsâ'ya niçin bir şey yapamadığına bir mânâ veremiyordu.
Mûsâ aleyhisselâm ve İsrâiloğulları, Kıptîlerin sıkıntı vermelerinden iyice bîzar oluyorlar, bunlardan kurtulmak husûsunda Allahü teâlâdan vahiy gelmesini bekliyorlardı. Nihâyet Allahü teâlâHazret-i Mûsâ'ya, İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan çıkıp, Kudüs'e, mukaddes topraklarına gideceklerini vahyedip; “Fir’avn ve kavminin elinde bulunan para ve zînet eşyalarını İsrâiloğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yarar...” diye buyurunca, Mûsâ aleyhisselâm bildirilen şekilde yaptı. Tespit ettikleri bir günü sevinç ve bayram günü îlân ettiler. Bu bayram gününde kullanmak üzere, Fir’avn ve âilesinden zînet eşyalarını emânet olarak istediler. Allahü teâlâ bu zînet eşyalarını, Mûsâ aleyhisselâma ve İsrâiloğullarına vermeyi dilediğinden, onlara, o sırada Fir’avn’ın ve yakınlarının kalblerine, Hazret-i Mûsâ'ya ve kavmine karşı bir rağbet verdi. Böyle olunca, onlar, üzerlerinde ve hazînelerinde bulunan bütün zînet eşyalarını Hazret-i Mûsâ'ya verdiler.
Rivâyete göre Fir’avn’ın ve adamlarının dünyâlık olarak, altın, gümüş, yâkut, inci, mücevher gibi benzeri süs ve zînet eşyalarının haddi hesâbı yoktu. Bütün bu altın ve diğer kıymetli eşyalar, İsrâiloğullarının eline geçince, yolculukları (hicretleri) sırasında kendilerine lâzım olacak nakit de bulunmuş oldu. Zâten bu para ve zînetler İsrâiloğullarının idi. Fir’avn ve kavmi onlardan zorla almışlardı.
Hazret-i Mûsâ Allahü teâlâya yalvarıp, duâsı kabûl edilince, Fir’avn’ın ve kavminin ellerinde bulunan bütün eşya, un eledikleri elekler ve hattâ una varıncaya kadar her şeyleri taş oldu. Fir’avn’ın ve kavminin eşyalarının taş ve böylece mallarının mahvolması husûsunda âlimlerden çeşitli nakiller ve rivâyetler gelmiştir.
Muhammed bin Kâ'b el-Kurâzî (rahmetullahi aleyh) der ki: “Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bana, Allahü teâlânın Fir’avn ve kavmine gösterdiği dokuz âyetten (alâmetten) suâl edince; “Tûfan, çekirge, bit, kurbağa, kan, asâ, beyaz el, malları mahv ve denizin yarılmasıdır” diye cevap verdim. Ömer, “İlim böyle olur” dedi. Sonra Abdül’azîz bin Mervân'a ulaşmış bir torba getirdi. Bir de ne göreyim, içinde Fir’avn’ın eşyasından kalanlar vardı. İkiye bölünmüş bir yumurta çıkardı, taş olmuştu. Yarılmış bir ceviz çıkardı, o da taşlaşmıştı. Aynı şekilde nohut ve mercimek de vardı. Bunların da hepsi taşlaşmış idi.”
Muhammed bin İshak, Mısır'da bulunan Şamlı bir kimseden naklederek şöyle anlatır: “Yıkılmış bir hurma ağacı gördüm. Taşlaşmıştı, İsrâiloğullarının elinde bulunan zînet, mücevherât ve benzeri süs eşyası dışında, Fir’avn ve kavminin ellerinde olanların hepsini Allahü teâlâ taş etmişti.”

Mûsâ aleyhisselâmın, İsrâiloğulları île berâber Mısır'dan ayrılması:

Mûsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine; Fir’avn ise insanların îmân etmelerine mâni olmaya devam ederken, yukarıda zikredildîği gibi zaman zaman onlara çeşitli musîbetler geldi. Buna rağmen onlar îmân etmeyip her defâsında karşı çıktılar. Nihâyet onlarda cild hastalıkları ve üç gün süren karanlık oldu. Fir’avn bunları ve mallarının helâk olduğunu görünce korktu. Hazret-i Mûsâ'nın, İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan gitmesine izin verdi. Hazret-i Mûsâ da bütün İsrâiloğullarına haber verdi. Mısır'dan çıkacaklarını ve hazırlıklı olmalarını bildirdi.
Âlimler dediler ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı ve İsrâiloğullarını, Fir’avn’ın şerrinden, zarar vermesinden kurtarmak ve onlara gâlib getirmek dileyince ve bunun vakti gelince, Hazret-i Mûsâ'ya vahyedip, İsrâiloğullarından dört evin fertlerini bir evde toplamasını, her toplanan evde birer kuzu kesip kanının kapılara sürülmesini vahyetti ve buyurdu ki: “Düşmanlarınıza azâb göndereceğim, bunun için melekler gelecek. Kapısında kan olan eve girmeyecekler. Taze ekmek pişirin. Bu sizin için kolaylıktır. Sonra kullarımı gece yola çıkar. Onları denize kadar götür. Orada emrim sana ulaşır.” Mûsâ aleyhisselâm, bunları kavmine söyledi ve bildirdiği gibi yaptılar. Böylece İsrâiloğullarına âit olan bütün evlerin kapıları kanla işâretlendi. Kıptîler, İsrâiloğullarına; “Niçin kapılarınıza bu kanı sürersiniz?” diye sordular. Onlarda; “Allahü teâlâ size azâb gönderecek, biz kurtulacağız, siz helâk olacaksınız” cevâbını verdiler. Kıptîler; “Rabbiniz size yalnız bu alâmeti mi bildirdi” deyince; “Peygamberimiz bize böyle emretti” dediler.
Sabah olunca gördüler ki, Fir’avn âilesindeki (avânesindeki) bütün kızlar tâûn hastalığına yakalanıp, bir gecede ölmüşler. Kıptîler onların defni ve gelen musîbetin üzüntüsü ile meşgûl oldular. Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, işte o zaman, denize, yâni Süveyş'e doğru geceleyin hareket ettiler.
Bu husûsta Şuarâ sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyettik ki, kullarım (İsrâiloğulları) ile gece Mısır'dan çık, git! (Fir’avn ve askeri, çıkmanıza mâni olmak için ardınıza düşecek,) sizi tâkib edeceklerdir.”
Tâhâ sûresinin 77 ve 78. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyettik ki, kullarım (Benî İsrâil) ile gece Mısır'dan çık git! (Asânı denize vurmakla)denizde kullarımın geçmeleri için kuru yol aç. (Asânı denize vurunca, bizim kudretimizle denizde kuru yol açılır.) Böylece, Fir’avn’ın size yetişmesinden ve denizde boğulmaktan korkunuz kalmasın, diye vahyettik.
Hemen, Fir’avn ordularıyla onları tâkib etti. Derken (Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi için açılmış olan yollara onlar da girip ilerlediler. Sonra Hak teâlânın emriyle) duran su onların üzerlerine yıkılıverdi. Su onları kaplayıverdi. Hepsi boğulup helâk oldular. Mûsâ da (aleyhisselâm) kavmiyle berâber kurtuldu.”
Mûsâ aleyhisselâmın, yanındakilerle birlikte çıkıp gittikleri gece, Kıptîlerin her birinin evlerinde çeşitli hâdiseler oldu. Kızları öldü. Yâni Allahü teâlâ onların her birine çeşitli musîbetler ve sıkıntılar verdi. Herkes başının derdine düşüp, hiç kimse, İsrâiloğullarının ayrılıp gitmelerini fark edemedi. Kıptîler o gece vefât eden kızlarını defnetme işlerini bitirdikten sonra, ortalarda İsrâiloğullarından hiç kimsenin görünmemesiyle vaziyeti anladılar. Gittikleri belli olunca, daha evvel izin vermiş olmasına rağmen, Fir’avn çok pişman oldu. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, askerini toplayıp onları tâkib etmeye, arkalarına düşmeye karar verdi. Kızgınlığı son haddinde idi. Üstelik kızlarının ölümüne de onların sebep olduklarını iddiâ ediyordu. “Bunu Mûsâ ve kavmi yaptı. Kızlarımızı öldürdü. Sonra da çıkıp gitti. Hem de sâdece kendilerinin gitmesine râzı olmayıp, bizim mallarımızı, eşyalarımızı da yanlarında götürdüler” dedi. Ve hemen kavminin toplanmasını emretti. İsrâiloğullarının gitmelerine müsâde etmeyeceklerini ve onlarla harb edeceklerini söyledi.
Bu sırada İsrâiloğulları, önlerinde Hârûn ve arkalarında Mûsâ (aleyhimesselâm) olmak üzere yollarına devam ediyorlardı. Kaynaklarda bildirildiğine göre, yetmiş yaşından büyükleri ve yirmi yaşından küçükleri hesâba katılmamak üzere yâni hepsi harb edebilecek şekilde olanların sayısı oldukça yüksekti. Fakat harb edecek silâh ve malzemeleri yoktu.
Fir’avn, her tarafa adamlar gönderip, memleketin dört bir köşesinde bulunan askerinin toplanmasını emretti. “Tefsîr-i Tibyan”da diyor ki: “O zamanda Mısır'da bin şehir ve onikibin de köy vardı. Bütün bunlarda bulunan askerleri toplanıp geldi. Bu husûsta Şuarâ sûresinin 53-56. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: “(Askerlerini toplayıp, İsrâiloğullarının arkalarına düşebilmek için) Fir’avn derhal şehirlerine vazifeliler gönderdi. (Toplanan askerlere dedi ki:) İşte firâr eden Benî İsrâil, bize nispetle sayıları daha az olan bir cemâattir. Fakat, böyle yapıp, bize muhâlefet etmekle bizi darıltıp, gadaba getirdiler. Fakat biz hasmımızın zararından sakınan, ihtiyatlı bulunan (harb âletlerini iyi kullanan) bir topluluğuz.”
Âyet-i kerîmelerde de bildirildiği gibi, Fir’avn, İsrâiloğullarının gizlice ayrılıp gitmelerine fenâ hâlde kızdı. Derhal adamlarını ve askerlerini toplayarak, onların moralini kuvvetlendirmek için çeşitli sözler söyledi. Onlara dedi ki: “Firar edip (kaçıp) gidenler, bize nispetle az bir topluluktur. Yâni kuvvet bakımından bize karşı koyacak hâlde değillerdir. Hemen az bir zaman içinde işlerini bitirir, geri döneriz. Gerçi tâkib etmesek, nereye giderlerse gitsinler desek de olur. Fakat, onlar bize muhâlefet etmekle, görüşümüzü almadan kendi başlarına çekip gitmekle bizi gadaplandırdılar.” Fir’avn böylece kavmine yalan söylemiş oluyordu. Çünkü Mûsâ aleyhisselâma, kavmini alıp gitmek üzere izin vermişti.
Fir’avn sözlerine devamla; “Eğer bize muhâlefet edenleri, ırklarını, nesillerini kesmek sûretiyle cezâlandırmazsak, hâkimiyetimize gölge düşer. Halbuki biz kuvvetli bir cemiyetiz. Bunlar gibi muhaliflerimize karşı dâimâ ihtiyatlı bulunuruz ve zararlarından sakınırız” diyerek, askerini ve ileri gelen adamlarını cesâretlendirmeye çalıştı.
Fir’avn, adamları ve askerleri bundan sonra; bahçelerini, bostanlarını, bahçelerinde bulunan çeşmelerini (akarsularını), İsrâiloğullarına daha önce verdiklerinin hâricindeki hazînelerini, oturdukları debdebeli makâmlarını, hâsılı her şeylerini terkederek yola çıktılar. Onların bu şekilde İsrâiloğullarının ardından gelmeleri husûsunda Şuarâ sûresinin 57-61. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Böylece, Fir’avn ve kavmini Mısır'ın (Nil Nehri sâhillerine yayılmış olan, geniş), güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazînelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları altın ve gümüş definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Hepsi bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrâilloğullarını tâkib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısır'dan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Benî İsrâil'i mîrasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazîneler ve yüksek menziller, güzel saraylar kısaca Fir’avn ve kavminin terk ettiği bu kıymetli varlıklar, daha sonra İsrâiloğullarının eline geçti. Süleymân aleyhisselâm zamanında İsrâiloğulları Mısır'ın tamamına hâkim oldular.) Vaktâ ki Fir’avn ve ordusu güneş doğarken, İsrâiloğullarına yaklaştı. İki ordu (İsrâiloğulları ile Fir’avn ve kavmi) birbirlerini görecek kadar yakına geldiler. İsrâiloğulları, (önlerinde Kızıldeniz'i, arkalarında Fir’avn ve kavmini görünce endişeye kapılıp,) Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Fir’avn askeri bize yetişti. (Herhâlde biz şimdi onların elinde esir ve helâk olacağız) dediler.”
İsrâiloğulları, Kıptîlerin sayıca ve silâh bakımından kendilerinden çok ileride olduklarını, dolayısıyla onlarla muhârebe edemeyeceklerini, bir tarafları deniz olduğundan kaçmak ihtimâllerinin de bulunmadığını düşünerek endişeye kapıldılar. Fir’avn ve kavminden çok eziyet, zulüm gördüklerinden, onların te’siri altında kalmışlar, çok korkmuşlardı. Bu defâ da yine onlardan bir takım cezâlar göreceklerini, onların elinde helâk olacaklarını zannettiler: “Fir’avn ve askeri bize ulaşmak üzere, artık bizim için yaşamak ümidi kalmadı” dediler.
Fakat, hazret-i Mûsâ onları teselli etti. Fir’avn ve askerinin kendilerine hiç bir zarar yapamayacağı hakkında te’minat verdi. Çünkü, Allahü teâlâ onları kurtaracağını vâd etmişti. Mûsâ aleyhisselâm da, Allahü teâlânın vâdinin hak olduğunu biliyor ve O'na güveniyordu. İsrâiloğullarına dedi ki: “Aslâ, hayır. İçinde bulunduğunuz hâlin hakîkati sizin zannettiğiniz gibi değildir. O mel’ûnlar size yetişemeyecekler ve bir zarar yapamayacaklardır. Çünkü, Rabbimin yardım ve muhâfazası benimle berâberdir. Bana kurtuluşumuzu vâd etti. O'nun vâdinde yanlışlık olamaz. O, vâdinden aslâ dönmez. O, beni ve sizi düşmanlarımıza karşı elbette himâye buyuracaktır. Korkmaya, endişelenmeye lüzum yok.” Orada bulunanlardan biri; “Nereye gideceğiz ki, önümüz deniz, arkamız ise düşmandır” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Bu duâyı Abdullah İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ), Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) naklederek şöyle bildirmiştir:
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Süleymân bin Mihrân el-A'meş'in (rahmetullahi aleyh), Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet ettiği bildirilmektedir: Resûlullah efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem) “Mûsâ'nın (aleyhisselâm) İsrâiloğulları ile denizi geçerken söylediği kelimeleri size bildireyim mi?” buyurdu. “Evet, buyurun yâ Resûlallah!” dedik. Bunun üzerine; “Allahümme leke'l-Hamdü ve ileykelmüştekâ, ve entel-müste'ân, ve aleykettüklân, velâ havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil azîm” buyurdu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ); Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları işittikten sonra hiç dilimden düşürmedim demiştir.
Nitekim bu husûsta Şuarâ sûresinin 62. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ ((aleyhisselâm) yanında bulunanlara); “Hayır, onlar bize yetişemez. Rabbimin yardım ve muhâfazası benimle berâberdir. O, tez vakitte bana kurtuluş yolunu gösterir, kurtuluş verir” dedi.”
Allahü teâlâ; Fir’avn’ın, askeriyle birlikte Mısır'dan çıkıp, deniz kenarında bulunan İsrâiloğullarına yaklaştığını, iki taraf askerinin birbirini gördüğünü; önlerinde deniz, arkalarında düşman ordusu olduğundan, İsrâiloğullarının endişeye kapıldıklarını, Hazret-i Mûsâ'nın kurtulacaklarına dâir onlara te’minat verdiğini beyân ettikten sonra, İsrâiloğullarının kurtulduklarını haber vermiştir.
Abdullah ibni Selâm'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilerek bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ denizin kenarına vardığında; “Ey her şeyden evvel var olan, her şeyi var eden, ezelî ve ebedî olan Rabbim! Bana bir çıkış yolu göster” diye duâ etti. Allahü teâlâ ona; “Asânı denize vur!” diye vahyetti. Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm); asân ile denize vur diye vahyettik. O da vurunca, deniz parçalara (oniki parçaya) ayrılıp yollar (oniki yol) meydana geldi. Her yolun iki yanı (yolların arası, semâya yükselen) büyük bir dağ gibi sularla kaplı, açılan yollar ise kupkuru idi. (Yolların etrâfındaki yüksek sular, Allahü teâlânın kudretiyle, hareket etmeden o şekilde duruyordu. Oniki fırka olan İsrâiloğullarından her fırka bir yoldan girip, selâmetle karşıya geçtiler.) Fir’avn ve kavmini de İsrâiloğullarına yaklaştırdık. (Onlar da açılan yollardan denize girdiler.) Mûsâ (aleyhisselâm) ve berâberinde bulunan İsrâiloğullarını boğulmaktan kurtardık. Sonra Fir’avn ve kavmini denize garkettik.
İşte bunda (denizin yarılıp Mûsâ aleyhisselâmın ve berâberinde olanların kurtulmalarında, Fir’avn ve kavminin boğulmasında)Allahü teâlânın kudretine, Mûsâ'nın (aleyhisselâm)dâvâsının doğruluğuna delâlet ve bir ibret vardır. Lâkin Fir’avn kavminin ekserisi onu tasdik etmediler. (Denildi ki, Fir’avn kavminden Hazret-i Mûsâ'ya îmân etmiş olanlar, sihirbazların dışında sâdece şunlardır: Âsiye binti Müzâhim, Hazkîl ve hanımı, Mâşita Hâtun ile Meryem binti Nâmûsâ isimli bir kadın.)
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) senin Rabbin, Fir’avn gibi düşmanlarına gâlib ve Mûsâ (aleyhisselâm) gibi dostlarına merhamet sâhibidir.” (Şuarâ sûresi: 63-68)
Rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâm ve yanında bulunanlar, Allahü teâlânın kudretiyle denizde açılan yollara girip ilerlemeye başladılar. Oniki tâne ayrı yol vardı. Her iki yol arası dağ gibi su idi.
İsrâiloğulları denizde ilerlerken, bir yolda bulunan başka yoldakini bilmez ve görmezdi. Çünkü arada dağ misâli su kümeleri donmuş hâlde duruyordu.
Hazret-i Mûsâ'nın yanında olanlar, ona; “Yâ Mûsâ (aleyhisselâm)! Biz bu yolda gidiyoruz. Fakat diğer yollara girmiş olan akrabâlarımızın hâlinin nice olduğunu bilmiyoruz. Onlar da bizim gibi sağ ve selâmetle yollarına devam ediyorlar mı? Yoksa denizin içinde boğulup helâk mi oldular?” dediler.
Hazret-i Mûsâ hemen duâ etti. Allahü teâlânın kudretiyle, yollar arasında bulunan dağ gibi sular içinde pencere açıldı. Böylece, denizden geçmekte olan İsrâiloğulları birbirlerini görerek sevindiler. Gönülleri rahatladı.
Kolaylıkla denizi geçip karşı kıyıya çıktıkları zaman, geri tarafta Fir’avn ve ordusunun önü de denize dayanmıştı. Denizde açılmış yolları ve İsrâiloğullarının selâmetle karşıya geçtiğini görünce hayrette kaldılar. Denizde açılmış yollar, önlerinde apaçık duruyordu. Fakat asker, girmeye cesâret edemedi. Fir’avn, askerini cesâretlendirmek için; “Denize bakın! Düşmanlarıma, benden önde yürümüş, gitmiş olan kölelerime yetişmem için, heybetimden nasıl da yarıldı. Onları yakalayıp hepsini öldüreceğim. Yürüyün, haydi denize” diye böbürlendi.
Asker içinde, kimse denizde bulunan yollara girmeye cesâret edemedi. Hattâ Fir’avn’ın veziri olan Hâmân bile, atını sürüp girmek isteyen Fir’avn'a mâni oldu ve; “Ben buraya çok geldim, burada böyle bir yol yoktu. Ben korkuyorum. Bu hâlin, o adamın (Hazret-i Mûsâ'nın) bir hîlesi olduğunu zannediyorum. Bizim ve adamlarımızın helâk olmasından endişe ediyorum” dedi. Fir’avn onun sözlerine kulak asmadı ve denize girmek için acele ile atını ileri sürdü. At gitmek istemedi ve diretti. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm beyaz renkli at üzerinde, bir insan sûretinde oraya geldi ve ileri atıldı. Fir’avn’ın atı, onu görünce, kişneyerek ardından denize (denizde açılmış yola) girdi. Bundan sonra bütün ordu denize girip, ilerlemeye başladı. Aslında Fir’avn’ın kendisi de denize girmeye korkuyor, çekiniyor, fakat cesâretli imiş gibi görünmekten de geri kalmıyordu.
Fir’avn dâhil orada bulunan herkes, insan şeklinde görünüp, denize giren Cebrâil aleyhisselâmı kendilerinden biri zannetmişler ve bundan sonra denize girmeye cesâret göstermişlerdi. Bu sırada Cebrâil beyaz ata binmiş bir insan şeklinde önde giderken Mikâil aleyhisselâm da yine ata binmiş bir insan sûretinde Fir’avn’ın ordusunun arkasından gelerek; “Haydi çabuk olun! Önceki arkadaşlarınıza yetişin, geride kalmayın” diyerek onları da ileri sürdü. Nihâyet, Fir’avn’ın askerinin ön kısmı karşı sâhile yaklaştığında, arkada olanların hepsi denize girmişler, dışarıda onlardan hiç kimse kalmamıştı. Yâni Fir’avn ile ordusunun ön tarafı, İsrâiloğullarının çıktıkları kıyıya, arka kısmı ise geri taraftaki sâhile yakın idi.
Bu hâlde iken Allahü teâlâ denize, kapanarak onları batırmasını emretti. Hak teâlânın bu emri ile bütün yollar kapanıverdi. Fir’avn ve askerinin hepsi boğulup gitti. Hazret-i Mûsâ ve berâberindekilerin, denizi selâmetle geçtikleri; Fir’avn ile ordusunun helâk olduğu o gün, Muharrem ayının onu, yâni aşure günü idi. Mûsâ aleyhisselâm ve yanındakiler, bu nîmete, şükür olarak, o gün oruç tuttular.
İsrâiloğulları, karşı tarafta, sâhilde, yüksekçe bir yere çıkmışlardı. Denizde açılmış yolların kapanması ve dalgaların çarpışmasıyla çıkan müthiş gürültüyü ve hengâmeyi duyup; “Bu sesler nedir?” diye söylenirlerken, Mûsâ aleyhisselâm onlara; “Allahü teâlâ, Fir’avn'u ve berâberindekilerin hepsini denizde boğup helâk etti” dedi.
Bunun üzerine İsrâiloğulları da bulundukları yüksekçe yerden, Fir’avn ve kavminin helâk oluşlarını seyrederek, hâdiseyi gözleriyle gördüler. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
“Ey Benî İsrâil! Hatırlayın şu zamanı ki biz, o zamanda sizin deryâya girmeniz sebebiyle denizi (oniki ayrı yola) ayırıp sizi kurtardık. Fir’avn ve takımını da denizde garkettik ve siz de onların nasıl boğulup helâk olduklarını sâhilden seyrediyor, onlara bakıyordunuz.” (Bakara sûresi: 50)
Rivâyete göre Fir’avn, boğulacağını tam anlayınca; “Benî İsrâil'in îmân ettiği Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına îmân ettim. Ben şimdi Müslümanlardanım” dedi.
Bilindiği gibi, Fir’avn ve kavmine daha evvel, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanıp, îmân etmeleri, gafletten uyanmaları için O'nun kudretine alâmet ve işâret olmak üzere bâzı musîbetler gelmişti. Her musîbet geldiğinde, Fir’avn ve kavmi Hazret-i Mûsâ'ya yalvarıp; “Rabbinin sana verdiği ahd (peygamberlik, duânı kabûl etmek) hürmetine O'na duâ et. O senin duânı elbette kabûl eder. Bu musîbeti bizden kaldırsın. Eğer kaldırılırsa, artık biz elbette sana îmân edeceğiz. İsrâiloğulları ile gitmene müsâde edeceğiz ve kat’î olarak, kesin bir şekilde söz veriyoruz ki, bir daha eski hâlimize dönmeyeceğiz” diyorlardı. O da duâ edip musîbet kaldırılınca, onlar verdikleri sözü tutmayıp, yine eski hâlleri üzere devam ediyorlardı.
Âlimlerin bildirdiklerine göre, Fir’avn her ne kadar boğulurken îmân ettiğini söyledi ise de bu hakîkî bir îmân, tasdik değildi. Böyle söylemekle, kurtulacağını sandı. Kurtulsaydı küfür ve zulmüne devam edecekti.
Ayrıca bu îmân, kalbden olsa bile, yeis ve ümîdsizlik hâlinde olduğundan, makbûl ve mûteber değildir. Artık, can hulkuna (boğaza) geldikten sonra, rûhunun çıkmak üzere olduğu sırada, insana âhıret hâlleri keşfolup hakîkati gördüğünde, bu anda îmân etmesi de makbûl ve mûteber değildir. Yâni îmânın gaybî olması, insanın görmeden inanması lâzımdır.
Tefsîr âlimlerinin beyânlarına göre, Fir’avn’ın îmânı sahih ve makbûl değildir.
Mûsâ aleyhisselâm ile birlikte İsrâiloğullarının denizden selâmetle geçip kurtulmaları, Fir’avn ve kavminin, topluca denizde boğulmaları husûsunda, başka âyet-i kerîmelerde de meâlen buyruldu ki:
“Celâlim hakkı için, muhakkak ki biz, Kureyş kavminden evvel, Fir’avn kavmini de (mühlet ve çok mal vermekle) imtihân etmiştik. Kendilerine, tarafımızdan şerefli bir peygamber geldi (ki Mûsâ aleyhisselâmdır.) O, onlara şöyle dedi; Allah'ın kullarını (Benî İsrâil'i) bana verin. (Onları benimle gönderin. Yakalarını serbest bırakın, kendilerine azâb etmeyin.)Muhakkak ki, ben, Allahü teâlâ tarafından size vahiyle gönderilmiş emîn bir peygamberim. Allahü teâlâya karşı tekebbür etmeyin. Zirâ ben size dâvâmın doğru olduğunu açıklayan delil ile, açık mûcize ile geldim. Biliniz ki ben, beni taşlamanızdan, öldürmenizden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınıyorum ki, O beni muhâfaza eder.
Eğer beni tasdik ve îmân etmezseniz, beni kendi hâlime bırakınız. (Ben hayrınızdan geçtim şerriniz bâri dokunmasın. Onlar îmân etmedikleri, kendisini yalanladıkları gibi, bilâkis bir takım ezâ ve cefâya başlayınca) Mûsâ (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Bunlar küfür üzere ısrâr eden bir kavimdir” dedi. Allahü teâlâ Mûsâ'ya (aleyhisselâm)vahyedip buyurdu ki, kullarım (Benî İsrâil) ile gece (Mısır'dan) çıkıp git. Fir’avn ve takımı sizin çıktığınızı haber aldıklarında ardınızdan gelirler. (Onlar mutlakâ sizi tâkip edeceklerdir.) (Duhân sûresi: 17-23)
“...Biz de Fir’avn'u ve berâberinde bulunanları, toptan denizde boğuverdik.” (İsrâ sûresi: 103)
“(Fir’avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmayıp gâfil bulundukları için, biz de kendilerinden intikâm almak diledik ve hepsini denizde boğduk.” (A’râf sûresi: 136)
“Vaktâ ki, Fir’avn ve kavmi, inâdla ve isyânda haddi aşmakla bizi gadaplandırdı. Biz de onlardan intikâm aldık. Hepsini deryâda boğup helâk ettik. Bunları sonra gelip böyle inâd edecek olan kavimlere öncü bir kavim ve yine onları gelecek nesillere bir misâl ve ibret yaptık.” (Zuhruf sûresi: 55-56)
“(Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğulları ile birlikte denizi geçince, Allahü teâlâ Hazret-i Mûsâ'ya buyurdu ki:) Kavminle denizi geçtikten sonra onu olduğu gibi bırak. (Asânı tekrar vurup, açılmış olan yolları kapatma. Açık bırak.) Zirâ Fir’avn ve askeri o yollara girip garkolacaklar, boğulacaklardır.” (Duhân sûresi: 24)
“Şüphesiz biz, Benî İsrâil'i; Fir’avn’ın ihânet edici azâbından (onları köle gibi kullanmalarından, oğlanlarını öldürüp kız evlatlarını bırakmalarından, aşağılık işlerde çalıştırmalarından ve bunlar gibi ihânet ve hakâretlerinden) kurtardık. Şüphesiz ki, Fir’avn, İsrâiloğullarına gâlip olmakla şerde haddi aşanlardan idi.” (Duhân sûresi: 30-31)
“Ey İsrâiloğulları! Hatırlayın şu zamanı ki, o zamanda biz sizi (atalarınızı) Fir’avn’ın ve kavminin zulüm ve haksızlıklarından kurtarmıştık. Onlar size azâbın şiddetlisini yüklerler, çirkin olanını tattırırlardı. (Bir kısmınıza yapı yaptırır, bâzınıza çift sürdürür, kiminize ekin ektirir, bir çoğunuzu kendilerine hizmet ettirir, kalanlarınıza ise iş yaptırmaz fakat vergi alırlardı.) Hattâ kuvvetinizi, üstünlüğünüzü kırmak için, doğan evlâdınızdan erkek olanları öldürürler, kızları ise sağ bırakırlardı. İşte bu beyân olunan azâbda, Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihân vardı.” (Bakara sûresi: 49, A’râf sûresi: 141)
“Muhakkak biz, Mûsâ ve Hârûn'a (aleyhimesselâm) nîmetler verdik. (Kendilerini, peygamberlik, dînî ve dünyevî menfaatler vermekle nîmetlendirdik.) O ikisini ve onlara tâbi olup îmân edenleri (İsrâiloğullarını, Fir’avn’ın kendilerine gâlib olması ve denizde boğulmak gibi) büyük mihnet ve sıkıntıdan kurtardık. Onlara (o ikisine ve Benî İsrâil'e) yardım ettik de, Fir’avn ve kavmi üzerine gâlib oldular.” (Saffat sûresi: 114-116)
“Kârûn, Fir’avn ve Hâmân'ı da helâk ettik. Mûsâ (aleyhisselâm) onlara mûcize ve açık alâmetlerle gelmişti. Onlar ise çok kibirlenip, yeryüzünde (Mısır memleketinde) fesâd çıkarmışlar, îmân etmemişlerdi. Böyle olunca azâbımız onlara erişti. Hiç biri azâbdan kurtulamadılar.” (Ankebût sûresi: 39)
“Biz İsrâiloğullarını denizden (Kızıldeniz'den, Süveyş körfezinden) geçirdik. Fir’avn ve askeri ise zulüm ve saldırganlıkla onların ardına düşüp denize geldiler. (Halbuki, deniz, Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi için yarılmıştı ve onlar selâmetle karşıya geçmişlerdi. Fir’avn ve kavmi, denizi o hâlde görünce girdiler.) Denizin ortasında bulundukları bir sırada, yolların etrâfında bulunan sular kapanıverdi. Fir’avn’ın askeri boğuluyordu. Fir’avn da sular arasında kalıp, yaşamasından ümîd kesip, boğulacağını anlayınca; Benî İsrâil'in îmân ettiği Allah'tan başka ilâh olmadığını tasdik ve O'na îmân ettim. Ben de müslümanlardanım dedi.
(Ona); Önceleri Mûsâ'yı (aleyhisselâm) dinlemeyip, isyân ve fesâdda bulunduğun hâlde, şimdi elinden her şey gidince ve nefsinden, kendinden ümîd kalmayınca mı îmân ediyorsun? (denildi. Bu sözün, Allahü teâlâ tarafından veya O'nun emriyle Cebrâil aleyhisselâm tarafından Fir’avn'a söylendiği bildirilmiştir.)
(Ey Fir’avn!) Bu gün senin cesedini denizden çıkarıp bir yüksek mahalle bırakırız ki, senden sonra gelenlere ibret olasın. Fakat, insanların çoğu, bizim alâmet ve âyetlerimizden gâfillerdir. Tefekkür etmezler ve ibret almazlar.” (Yûnus sûresi: 90-92)
Rivâyete göre, Hazret-i Mûsâ'nın Fir’avn dâhil Kıptî ordusunda bulunanların hepsinin denizde boğularak helâk olduklarını bildirmesi üzerine, İsrâiloğulları, sâhilden, karşıda uzak ve yüksek bir yerden onların boğulmalarını seyrettiler. Fakat sonra bunlardan bâzısı, Fir’avn’ın suda boğulup helâk olmasını iyice anlayamadılar. Daha önceki bildiklerine göre Fir’avn, insanların ihtiyaç duyduğu bir çok şeylere muhtâç değildi. Bu bilgilerine göre, deniz suyunun kapanmasının ona zarar veremeyeceğini, yine sağ kalıp, zulüm ve haksızlığa devam edeceğini zannettiler. Bu endişelerini Hazret-i Mûsâ'ya arzettiler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ denize emretti. Bir dalga, Fir’avn’ın cesedini arâzide yüksekçe bir tümseğin üzerine attı. Zırhı üzerinde idi. İsrâiloğulları onun cansız bedenini görüp, öldüğünü anladılar. Nitekim Allahü teâlâ, yukarıda zikredilen Yûnus sûresi 92. âyet-i kerîmesinde bunu bildirmiştir. Denildi ki, onun cesedi böyle çıkarılmasaydı, bâzı kimseler, onun ölüp ölmemesinde şüpheye düşüp, helâk olmamıştır zannederlerdi.
Böylece Allahü teâlâ, İsrâiloğullarını hattâ bütün insanlığı Fir’avn gibi bir zâlimin şerrinden kurtardı. Netîcede, Mûsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygambere karşı gelmenin cezâsını, kavmi ile birlikte gördü.
Allahü teâlânın, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda karşı çıkan ve insanların hidâyete kavuşmasını engellemek isteyen zâlimler olmuştur. Fakat bu zâlimlerden hiç biri, îmânı yok edememiş, Allahü teâlânın dîninin, dünyânın dört bir tarafına yayılmasına mâni olamamıştır. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişân hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşlerdir. İsimleri lânet ile anılmış veya unutulmuş, namları ve nişânlan kalmamıştır. Âhırette Cehennem azâbında sonsuz kalacakları gibi, dünyâda zulüm ve azgınlıklarıyla insanlığa zararlı olmuşlardır. Kendileri rahat ve huzûrun yanında, gönül saâdetini de bulamamışlar, mülk ve saltanatları ne kadar muhteşem görünse de, devamlı rahatsız olmuşlardır. Zâlimlerin ölüp gitmeleri ile, hem memleketler, hem de insanlar rahata, huzûra kavuşur. Şu beyt, Fir’avn’ın hâlini çok güzel ifâde etmektedir:
Ne kendi etti rahat, ne âlem etti huzûr,
Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr.
Fir’avn’ın azıp ilâhlık iddiâ etmesine, sonunda da helâk olmasına sebep, cebbârlık yapmasıdır. Allahü teâlâya âsî olan, hakkı kabûl etmemekte ısrâr eden, haddi aşan kibir sâhibi, zorba ve isyânkar insana, cebbâr denir.
Şu işleri yapan kişi cebbârlara benzemiş olur: Sâdece kendisini ve kendi faydasına olan şeyleri düşünmek. Yalnız kendi görüş ve hareketlerini beğenmek. Meselâ, kendisini beğenerek yürümek, kasılmak; kibrinden, hakîr ve aşağı gördüğü için, insanlardan tarafa bakmaya tenezzül etmemek. Meclislerde, toplantı yerlerinde herkesin önüne geçmek, kendisini temize çıkarıp, başkasını kötülemek... gibi.
İnsanların âzâlarında ve zâhirlerinde görülen bütün bu tecebbür (büyüklenme) ve tekebbür hareketleri, kalbin inanmamasından ve kibirli olmasından doğmaktadır. Böyle hâllerin insanda ve âzâlarında görünmesine tecebbür, böyle kimseye de cebbâr denir. Yeryüzünde tecebbür ve tekebbür edenlerin önde gelenlerinden ve ileri gidenlerinden biri de Fir’avn idi.
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Cebrâil aleyhisselâmın, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediği bildirilmektedir: İki kimseye kızdığım kadar hiç kimseye kızmadım. Bunlardan biri, cinlerden iblîs olup, Hazret-i Âdem'e secde etmediği zaman; diğeri de insanlardan Fir’avn olup; “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât sûresi: 24) dediği zaman. (En çok, böyle yaptıklarında bunlara kızdım.)”
“Keşşaf tefsîri”nde, yukarıda meâli verilen Yûnus sûresinin 92. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde diyor ki: “... Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini; tam, noksansız ve bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”
Fir’avn’ın cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından, Kızıldeniz kenarında kumlar arasında bulunarak İngiltere'ye götürülmüştür. Hâdisenin olmasından bu güne kadar üçbin sene kadar çok uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Fir’avn’ın vücûdu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamıştır. Bu hâliyle ve secde eder vaziyette, Londra'daki meşhûr British Müzesi'nde teşhir edilmektedir.
İşte bu hal; Kur'ân-ı kerîmin fesâhat ve belâgatının, tam bir mûcize olduğunu açıkça gösteren delillerden sâdece bir tanesidir.

İsrâiloğullarının yolda öküze tapanlara rastlamaları:

Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını denizden geçirip, Fir’avn ve kavminin denizde helâkini de görüp seyrettikten sonra yollarına devam edip giderlerken, yaptıkları öküz şeklindeki putlara tapmakta olan bir takım insanlar gördüler. İçlerinden câhilleri; “Biz de böyle tanrı isteriz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm da; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Sizi O kurtardı” buyurdu. Bu husûsta, A’râf sûresinin 138-140. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu:
“Biz, Benî İsrâil'e halâs verip selâmetle denizi geçirdik. (Yollarına devam edip giderlerken, öküz şeklinde yaptıkları) putlara ibâdet eden bir kavme uğradılar. Onları görünce, Benî İsrâil'in câhilleri, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Yâ Mûsâ! O kavmin kendilerine mahsus putları olduğu gibi, bizim için de bir mâbud yap ki, biz de ona ibâdet edelim” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâm) da onlara dedi ki; “Siz, Allahü teâlânın azametini, O'ndan başkasına ibâdet etmenin bâtıl olduğunu bilmeyen, câhillik eden bir kavimsiniz. Şüphesiz ki, şu putlara ibâdet edenlerin, din kabûl ederek içinde bulundukları hâl, kendilerini helâk edici ve işledikleri ameller de bâtıldır. (Yaptıklarında hayır yoktur. Âkıbetleri, îkâb yâni şiddetli azâbdır. Mûsâ aleyhisselâm sözüne devam ederek buyurdu ki: yâni) size Allahü teâlâdan gayrı bir mâbud mu talep edeyim. Hâlbuki O sizi, zamanınız insanları üzerine tafdîl etti. Sizi fazîletli kıldı. Başkalarına vermediği nîmetleri sizlere ihsân etti.”
Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm, kavminden câhil olanların, çok çirkin ve pek yersiz olan böyle bir teklifte bulunmalarına çok üzüldü. Onlara; “Siz o kadar câhilsiniz ki, apaçık mûcize ve alâmetleri, görmeniz bile size yetmiyor. Putlara tapanlara gıpta ediyor, imreniyorsunuz. Halbuki onların hâlleri, gıpta olunacak bir şey değildir. Çünkü o gördüğünüz kimselerin, gittikleri yol, dinleri ve yaptıkları amelleri hep bâtıldır” dedi.
İsrâiloğullarının, Fir’avn’ın zulüm ve şerrinden yeni kurtulmuş olmakla; böyle bir söz söylememeleri hattâ bunu hatıra bile getirmemeleri icâb ederdi. Hâl böyle iken, câhil olanları bunu söylediler. Bu olacak şey değildir. Nitekim; “İnsanlar hiç düşünmeksizin, bâzan öyle sözler söylerler ki, o söze, divâneler bile şaşar” denmiştir.
Mûsâ aleyhisselâm, yine kavmindeki câhillerin uyanmaları ve bu sözlerinde ısrâr üzere bulunmamaları için nasîhat verdi. Allahü teâlânın, onları diğer insanlardan fazîletli kıldığını hatırlatarak, buyurdu ki: “Hak teâlânın, sizi, Fir’avn kavminin şerrinden kurtardığını, selâmet verdiğini düşünün. Hani onlar size şiddetli sıkıntılar, meşakkatli işler vererek azâb ediyorlardı. Hattâ erkek çocuklarınızı öldürüp, kız çocuklarınızı hizmetkâr olarak kullanıyorlardı. Bunlar sizin için büyük bir belâ ve sıkıntı değil miydi? Allahü teâlânın, düşmanlarınızı helâk edip, sizleri kurtarması da, sizin için büyük bir nîmet değil midir? O hâlde edebe riâyet edin. O'nun nîmetlerine şükredin. Nankörlük etmeyin. O'nu bırakıp başkasına tapmayı istemeniz, pek büyük bir hatâ ve en büyük kabahattir.”
Allahü teâlâ, Fir’avn ve avânesini boğup, Mûsâ aleyhisselâmı ve yanındakileri kurtarınca, Mûsâ aleyhisselâm, onikişer bin kişilik iki orduyu Fir’avn’ın şehirlerine gönderdi. Şehirler boş gibi idi. Allahü teâlâ, Kıbtî kavminin ileri gelenlerini, reîslerini, önderlerini, askerlerini, kumandanlarını helâk etmiş; geride kadın, çocuk, hasta ve yaşlılarından başka kimse kalmamıştı. Ordunun birine Yûşa bin Nûn (aleyhisselâm), diğerine ise Kâlib bin Yuknâ kumandanlık ediyordu. Ordular, Fir’avn’ın şehirlerine girdiler. Mal ve hazîne olarak ne varsa hepsini ganîmet olarak topladılar. Taşınabilecek olanları alıp götürdüler. Taşınamayacakları ise başkalarına sattılar.
Bu ganîmetlerin neler oldukları husûsunda, Duhân sûresinin 25-29. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Fir’avn ve kavmi, o denizde boğulduklarında), Mısır'da, ne çok bağlar, bahçeler, akar pınarlar, etrâfında ekinler, güzel konaklar, (oturacak saraylar, yüksek köşkler,) ülfet ettikleri, sevdikleri daha nice meyve ve nîmetlerini terk ettiler ki, onlarla nîmetlenmişlerdi. İşte biz, isyân edenlere böyle yaparız.
Biz o bağ ve bahçelere ve sâir nîmetlere, kendileri ile aralarında yakınlık ve münâsebetleri olmayan bir kavmi (Benî İsrâil'i) vâris kıldık.
Küfür ve şirkleri sebebiyle helâk olmalarına, yer ve gök ağlamadı ve onlara azâb vakti, geldiğinde, bir diğer vakte geciktirilmedi, kendilerine mühlet verilmedi.”
Şuarâ sûresinin 57-59. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Böylece Fir’avn ve kavmi, (Mısır'ın Nil Nehri sâhillerine yayılmış olan, geniş) güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazînelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrâiloğullarını tâkib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısır'dan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Benî İsrâil'i mîrasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazîneler ve yüksek menziller, güzel saraylar, daha sonra İsrâiloğullarına kaldı. Bütün bu servete onlar vâris oldular.)

İsrâiloğulları Tîh sahrasında:

İsrâiloğulları her ne kadar Fir’avn’ın zulmünden kurtulup, hürriyetlerine kavuşmuşlar ise de, ne gariptir ki, bir şüphe, tereddüt, itâatsizlik ve disiplinsizlik içinde idiler. Kendisine tâbi oldukları Hazret-i Mûsâ'ya itâatte, sözlerine uymakta gevşek davranıyorlardı.
İsrâiloğulları, aralarında başta Mûsâ aleyhisselâm olmak üzere, Hârûn ve Yûşa (aleyhimüsselâm) gibi peygamberler bulunduğu için; çok rahmete, bol nîmetlere, rahata, huzûr ve saâdete kavuşuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, nankörlük ve edebe riâyetsizlik hâlleri devam ediyordu. İsrâiloğullarının bu garib hâli unutulmamış, asırlarca insanlara ders ve ibret olarak söylenip, anlatılmıştır.
Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, İsrâiloğulları Mısır'dan kurtulduktan sonra Tîh sahrasına düştüler. Burada hoşnutsuzlukları devam eden İsrâiloğulları, Mısır'da gördükleri zulmü unutmuş gibi, Hazret-i Mûsâ'ya dediler ki: “Bizi şehirlerden, ma’mûr yerlerden çıkarıp, gölge ve örtülü olmayan bir sahraya getirdin.” Bunun üzerine Allahü teâlâ onların üzerlerine, yağmur bulutlarına benzemeyen, beyaz, hafif bir bulut gönderdi. Bu bulut yağmur bulutundan daha açık, hafif, hoş ve serin olup, onlara gölgelik yapar, hareket ettiklerinde başlarının üzerinde birlikte giderdi. Kondukları (konakladıkları) zaman başları üzerinde dönüp durur, onları çölün harâretinden korurdu.
İsrâiloğullarına ihsân edilen nîmetlerden biri de, gökyüzünde ay görülmediği zaman, geceleri onları aydınlatan bir ışık sütunudur. Bunun üzerine İsrâiloğulları; “Gölge ve ışık tamam, ama yiyecek yok” dediler. Hazret-i Mûsâ'nın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ onlara men (kudret helvası) indirdi. Kudret helvasının ne olduğunda âlimlerden muhtelif rivâyetler gelmiştir.
Demişlerdir ki, Allahü teâlâ bu menden (kudret helvasından) her gece yapraklar üzerine, her kişi için yetecek kadar bir miktarda yağdırırdı.
İsrâiloğulları; “Ey Mûsâ, tatlı yemekten usandık. Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin” dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ onlara selvâ (bıldırcın eti) indirdi. Âlimler selvânın ne olduğunda da ihtilâf ettiler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ve birçok âlimler, bıldırcına benzeyen bir kuştur dediler. İkrime (radıyallahü anh), Hindistan'da bulunan, serçeden büyük bir kuştur dedi.
Böylece Allahü teâlâ onlara devamlı men ve selva indirirdi. Her kişi, bir gece ve gündüzde yiyeceği kadar alırdı. İsrâiloğulları bunun da kıymetini bilmediler ve Mûsâ aleyhisselâma; “Helva ile etten bıktık. Bakla, soğan gibi şeyler isteriz” diyerek nîmete şükretmediler. Allahü teâlânın İsrâiloğullarına verdiği nîmetlerden biri de şudur: Sahrada susadıkları zaman; “Ey Mûsâ, nereden su içeceğiz?” dediler. Mûsâ aleyhisselâm onlar için su istedi. Bakara sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; Allahü teâlâ, ona; “Asân ile taşa vur” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, taşlık bir yerde asâ ile bir taşa vurdu. Her bir boy için, yâni oniki sıbt için oniki pınar kaynayıp aktı ve her boy kendi suyundan içti.
Mûsâ aleyhisselâmın, asâsını vurduğu ve oniki pınarın çıktığı yer, Süveyş şehrinin doğusunda “Uyûn-ü Mûsâ” ismiyle meşhûrdur. Bu gün bu pınarların suyu kurumuş, bâzılarının ise suyu azalmıştır. Bu su, hurma yetiştirilmesinde çok kullanılmıştır. Mûsâ aleyhisselâmın asâsını taşa vurması bir kaç defâ vukû bulmuştu.
İsrâiloğullarına verilen nîmetlerden biri de; sahrada iken; “Ey Mûsâ! Biz nereden giyecek bulacağız” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ elbiselerini devamlı eyledi. Elbiseleri zamanla eskiyecek yerde yenilenir, güzelleşir, eskimez, dökülmez ve çürümezdi. Uzun zaman bu hâl üzere kaldılar.
Bu husûslarla alakalı olan âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz Tîh sahrasında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selva gönderdik ve dedik ki: “Size rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin. (Fakat sonrası için biriktirmeyin” dedik. Buna rağmen biriktirmeye kalktılar. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle yaparak itâatsizlikte bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilakis kendi nefislerine zulmettiler.” (Bakara sûresi: 57)
“Ey İsrâiloğulları! Biz size düşmanınız olan Fir’avn ve kavminden kurtuluş verdik ve size Tûr'un sağ tarafını vâd ettik. (Tûr Dağı’nın, Mısır'dan Şam'a gidecek kimselere göre, sağ tarafta bulunan mevkîini, Hazret-i Mûsâ için bir münâcât mahalli ve Tevrât'ın nâzil olması için bir mekân olarak tâyin eyledik.) Tîh sahrasında size men ve selvâ indirdik ve; Size pâk ve helâl olarak verdiğimiz rızkı yiyin. Siz verdiğimiz şeyde birbirinize taşkınlık etmeyin. (Onu biriktirmek ve küfrân-ı nîmette bulunmakla haddinizi aşmayın. Şâyet böyle yaparsanız) gadabım üzerinize lâzım olur, iner. Her kime ki, azâbım lâzım olmuştur, o kimse muhakkak helâk olmuştur ve uçuruma yuvarlanmıştır.
Bununla berâber, şüphesiz ki, şirkten tevbe ve îmân eden (tasdik edilmesi icâbeden her şeyi tasdik eden), sâlih ameller işleyen (emredilen ibâdetleri yapan), sonra da hidâyet üzere olan (Ehl-i sünnet yolunu tutan ve bu doğru yolda sebât gösterip, ölünceye kadar ayrılmayan) kimse için ben çok mağfiret ediciyim.” (Tâhâ sûresi: 80-82)
“Biz İsrâiloğullarını oniki kabîleye, o kadar ümmete ayırdık. Tîh sahrasında, susayan kavmi kendisinden su istediği zaman, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Asânı taşa vur!” diye vahyettik. Asâsını taşa vurunca, o taştan hemen oniki pınar kaynayıp akmaya başladı. Her kabîle su alacağı yeri bildi ve belledi. Bulutu da üzerlerine gölgelik yaptık. Kendilerine men ve selvâ indirdik. Onlara; “Size pâk ve helâl olarak verdiğimiz rızkı yiyin” dedik. (Fakat onlar nîmete nankörlük ettiler. Böyle yapmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilakis kendi nefislerine zulmettiler. (A’râf sûresi: 160)

Tevrât-ı şerîfin nâzil olmasının yaklaşması:

Rivâyete göre Mûsâ aleyhisselâm, Mısır'da iken İsrâiloğullarına söz vermiş, Mısır'dan çıktıkları ve düşmanları helâk olduğu zaman kendilerine bir kitap getireceğini söylemişti. Bu kitapta, daha evvel gelmiş olan dinlerdeki bâzı hükümler, Fir’avn ve kavminin, bozup değiştirdikleri bâzı kâidelerin asılları bulunacaktı.
Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmini helâk ederek, İsrâiloğullarını onların ellerinden kurtarıp, düşmanlarından emîn etti. İsrâiloğullarının baş vuracakları bir kitap ve şerîatları olmadığından, Hazret-i Mûsâ'ya müracaat ederek; “Ey Mûsâ! Söz verdiğin kitabı bize getir” dediler. O da bunu, Rabb-ül-âlemine arz etti. Allahü teâlâ da ona, Tûr Dağı’na varmasını, ağız ve bedeninin ârî, tertemiz, pâk olması için orada otuz gün oruç tutmasını, daha sonra kendisiyle mükâleme edeceğini (konuşacağını), Tevrât-ı şerîf kitabını inzâl edeceğini ve ona yeni bir din vereceğini vâdetti.
Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hârûn aleyhisselâmı, kendi yerine, İsrâiloğullarının başına vekil tâyin ederek; “Sen, bunların yanlış işlerini ıslâh eyle” dedi.
İsrâiloğullarına da, Allahü teâlânın vahyini bildirip; “Ben, Allahü teâlânın emri ile Tûr Dağı’na gidiyorum. Orada otuz gün oruç tutacağım. Allahü teâlâ tarafından nâzil olacak bir kitap ve yeni bir din getireceğim” buyurdu.
İsrâiloğulları o kadar zulüm ve işkenceden kurtuldukları, selâmete erdikleri hâlde; kendisine inanıp tâbi oldukları peygamberin sözüne itâatte, hemen kabûl ve tasdik etmekte gevşek davranıyorlar, onu üzüyorlardı. Bu hâllerinin; Hazret-i Mûsâ'yı gücendireceğini, Allahü teâlâyı gadablandıracağını bir türlü anlayamıyorlardı. Kavuşulan nîmetlere nankörlük etmek hâli vardı. Ne kadar garip ve şaşılacak haldir ki, târih boyunca insanoğlu içinde, kavuştuğu nîmete hakkıyla şükredebilen pek az olmuş, nankörlük eden daha çok çıkmıştır. Fakat, İsrâiloğullarının hâlleri daha garip, hareket ve davranışları daha değişik, nîmete nankörlükleri pek fazla, peygamberlerine itâatsizlikleri çok hayret edilecek şekildedir. Diğer ümmetler ve peygamberlerin zamanlarında, insanlar; inananlar ve inkâr edenler diye iki gruba ayrılmışlar. İnananlar, cân-ü gönülden o peygambere tâbi olup, hiç bir emrine karşı gelmemişler; inanmayanlar ise, o peygambere ve ona inananlara karşı çıkıp, düşman olmuşlar, hattâ harb etmişlerdir.
Fakat İsrâiloğullarının durumları çok daha değişiktir. Bunların ekserisi hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp tâbi olmuşlar, hem de itâatte gevşek davranmışlar, bildirdiklerine ve haber verdiklerine şüphe ve tereddüt gözüyle bakmışlardır.
Nitekim, Mûsâ aleyhisselâm peygamber olarak gelmeden evvel, Fir’avn ve kavmi onlara zulmederlerdi. Onun peygamberliğinden sonra, Fir’avn ve yakınlarının İsrâiloğullarına olan baskı ve zulümleri daha da artmıştı. İsrâiloğulları, hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp kabûl etmişler, hem de; “Sen bize peygamber olarak gönderilmezden evvel, biz eziyet görürdük. Sonra da daha fazlasıyla görüyoruz” demişlerdi. Yâni; “Senin peygamberliğinin ne faydasını gördük ki...” der gibi serzenişte bulunmuşlardı.
Ayrıca; berâberce yola çıkıp, deniz kenarına geldiklerinde, arkalarından Fir’avn ile ordusunun geldiğini görünce, Hazret-i Mûsâ'nın, Allahü teâlânın kendilerini kurtaracağını vâdettiğini bildirmesine, bu husûsta endişe etmemeleri icâbettiği husûsunda kendilerine te’minat vermesine rağmen, onlar; “Sana da nereden tâbi olduk ki...” der gibi; “Sen peygamber olarak gelmeden evvel eziyet görürdük. Sonra daha çok gördük. Şimdi ise Fir’avn askeri elinde helâk olacağız” demişlerdi.
Allahü teâlânın emri ile, denizde, onların her bir kısmı için ayrı yollar açılınca, bu yollara girip selâmetle giderken; “Acabâ diğer yollardaki akrabâlarımız da bizim gibi böyle selâmetle geçiyorlar mı ki?” diye sormuşlardı da, Hazret-i Mûsâ duâ edip, yollar arasında bulunan dağ gibi deniz suları arasında pencereler açılıp, birbirlerini görerek, konuşarak geçmişlerdi.
Daha sonra, hazret-i Mûsâ onlara, Fir’avn ve kavminin denizde helâk olduklarını haber vermiş, onlar da, uzaktan bu korkunç ve dehşetli hâli seyretmişlerdi. Buna rağmen; “Biz, Fir’avn’ın öldüğünü gözümüzle görmedikçe, helâk olduğundan emîn olamayız” diyerek, edebe riâyetsizlik etmişlerdi. Buna rağmen Hak teâlâ hazretleri, denize emredip, bir büyük dalga, Fir’avn’ın cesedini yüksekçe bir yere atmıştı da, İsrâiloğulları onun cansız bedenini görmekle ancak kalpleri rahata kavuşmuştu.
Yollarına devam ederlerken öküze tapanları görünce, içlerinden câhil olanları hemen onlara heves etmişler; “Biz de böyle, elimizle tutup, gözümüzle görebildiğimiz tanrı isteriz” demişlerdi. Mûsâ aleyhisselâmın onları azarlaması, bu bozuk düşüncelerden şiddetle men etmesi ve nasîhatte bulunmasıyla, onlar bu isteklerinden vaz geçip tevbe etmişlerdi.
Tîh sahrasında Allahü teâlâ kendilerine semâdan rızık indirdi. Buna da nankörlük yaptılar.
Nihâyet burada da, Mûsâ aleyhisselâm onlara Allahü teâlânın vahyini tebliğ edip, Allahü teâlânın inzâl edeceği, göndereceği kitabı almak üzere Tûr-i Sînâ'ya gideceğini bildirdiği zaman, onların yukarıdaki hâlleri yine aynı şekilde devam etti. Edebe riâyetsizlikte daha da ileri gittiler; “Sen gideceksin. Bunu bana, Allahü teâlâ nâzil etti diye bir kitap getireceksin ve yine, bunu bana Allahü teâlâ vahyetti diyerek bir şeyler söyleyeceksin. Biz hakîkaten bunların Allah kelâmı olduğunu nereden bileceğiz. Bizim buna inanmamızı istersen, bizim yaşlılarımızdan, ileri gelenlerimizden bâzılarını seçerek yanına al götür. Hak teâlânın kelâmını onlar da duysunlar, bize haber versinler ki, gönlümüzde şüphe kalmasın” dediler.
İçlerinden biri bunları duyunca, onların fikirlerine katılmadı. Böyle düşünmelerinin yanlış olduğunu bildirdi. “Siz ne tuhaf bir tâifesiniz. Ne inandığınız belli, ne inanmadığınız! Hiç, Hak teâlânın kelâmına şâhid istenir mi? Bu ne cürettir? Gidecek adamlarınızın sözleri, peygamberinizin sözlerinden, haber vermesinden daha mı kavîdir ki, sizler böyle söyleyebiliyorsunuz?” dedi.
Buna rağmen Hazret-i Mûsâ, tekliflerini kabûl edip; “Kimi seçerseniz, onlar benimle gelsinler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarından seçilen yetmiş kişiyi de alarak Tûr Dağı’na gitti. Tûr Dağı’nın eteğine geldiklerinde, Hak teâlânın emriyle otuz gün oruç tuttular. “Oraya gelmeleri, Zilkâde ayının başı idi. O ayın hepsini oruçla geçirdiler.”
Bundan sonra Hazret-i Mûsâ, onları orada bırakıp, kendisi dağın üst kısmına (tepesine) doğru çıkarken, kendi ağız kokusunu beğenmedi. Bunu gidermek için, keçiboynuzu ağacının dalı ile dişlerini misvâkladı. Başka bir rivâyette; ağaç kabuğu alıp emdi. Melekler; “Biz senin ağzından misk kokusu duyuyorduk. Şimdi sen o kokuyu değiştirdin” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, on gün daha oruç tutmasını bildirdi ve; “Sen bilmez misin ki, oruç tutanın ağzının kokusu, benim katımda misk kokusundan daha temizdir” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm on gün daha oruç tuttu. Sonra dağın yükseğine çıktı. Hak teâlânın emri ile, Mûsâ aleyhisselâmın bulunduğu yerin etrâfında geniş bir çevreden, yazıcı melekler dâhil, ne kadar canlı mahlûk varsa Cebrâil aleyhisselâm hariç, hepsi uzaklaştırıldı. Orada, Mûsâ aleyhisselâm, zamansız ve cihetsiz olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâ onun gözünden perdeleri kaldırınca, Mûsâ aleyhisselâm açık ve net bir şekilde Arş-ı a’lâyı gördü. Levh-il-mahfûz'a yazıları yazan, mâhiyetini Allahü teâlânın bildiği kalemin sesini duydu.
Allahü teâlâ ile konuşması, nasıl olduğu anlaşılamayan bir şekilde zamansız ve cihetsiz olarak oldu. Orada Cebrâil aleyhisselâm bulunduğu hâlde ne konuşulduğunu işitmedi. Allahü teâlâböylece, Hazret-i Mûsâ'nın makâm ve mertebesini daha da yükseltti.

Mûsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâyı görmek istemesi:

Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlâ ile konuşma nîmetinin şevkinden onun lezzetiyle kendinden geçtiğinden, tam bir arzu ve iştiyâk ile münâcâtta bulunup; “Yâ Rabbî! Bana kendini göster. Sana bakayım. Cemâlini göreyim” dedi. Allahü teâlâ; “Beni dünyâda göremezsin. Yâni insan, dünyâda bana bakmaya, beni görmeye tâkat getiremez. Dünyâ buna müsâit değildir. Dünyâda bana bakan, beni gören ölür...” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın kelâmını mekânsız, cihetsiz, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde işitince, arzu ve iştiyâkı çok arttı, kendinden geçti ve böyle söyledi. Allahü teâlânın kelâmını işitince, kendinin dünyâda olduğunu unutup, bir anda âhıret ve Cennet hayatına kavuştuğunu zannetti.

Allahü teâlânın nûrunun, âzametinin dağa tecellî etmesi:

Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlânın kelâmını duymak lezzetini tattığı ve cemâlini görmek nîmetinin çok daha fazla lezzetli olacağını da bildiği için, iştiyâkı pek fazla artıp; “Yâ Rabbî! Kelâmını işittim. Bunun için seni görmek istedim. Seni görüp ölmek, bana görmeyip yaşamaktan daha sevgilidir” dedi. Allahü teâlâ ona; “Dağa bak” buyurdu. Bu, Medyen diyârında, Zübeyr denilen en büyük dağ idi. Allahü teâlâ tecellîyi ona mahsus kıldı. “Eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün” buyurup, o dağa tecellî eyledi.
Alimler, tecellînin târifinde değişik şeyler bildirdiler: İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ); “Allahü teâlânın nûru, dağa tecellî etti” dedi. Abdullah bin Selâm ve Kâ'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anhümâ) ise; Allahü teâlânın âzametinden dağa tecellî eden, iğne deliği kadardı. O'nun âzametinin bu kadarı, dağı yerle bir etti dediler.
Bu husûsta Enes bin Mâlik (radıyallahü anh), peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlânın, âzamet nûrunun dağa tecellî ettiğini bildiren âyet-i kerîmeyi okudu. Bu tecellîde, Allahü teâlânın nûrunun çok az bir kısmının tecellî ettiğini işâret ederek; Şöyle buyurdular ve başparmaklarını, işâret parmaklarının üst boğumu üzerine koydular.
Bâzı âlimler şöyle bildirmişlerdir: “Allahü teâlâ, yetmişbin perde arkasından dirhem kadar bir nûr gösterdi. Bu nûr, dağı yerle bir etti. O anda bütün sular tatlı oldu, bütün deliler akıllandı, bütün hastalar iyileşti, ağaçlardaki dikenler döküldü, yeryüzü yeşillendi ve çiçeklendi, mecûsîlerin ateşi söndü, putlar yüzükoyun yere yıkıldı.
Dağa tecellî olunmasıyla, dağın hâlinin nice olduğu husûsunda da âlimlerden değişik rivâyetler bildirilmiştir: Bâzı âlimler, tecellî sebebiyle, dağın parça parça olup, her parçasının bir yere gittiğini; bâzıları, dağın toprak olduğunu; bâzıları, dağın eriyip yere geçtiğini; bâzıları da yıkılıp denize düştüğünü bildirmişlerdir.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennet’te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir muamma, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuştur. Bunu, Ehl-i sünnetten başka, ne mü’minlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlayamamıştır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâgörülemez, demiştir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmıştır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydandadır. Bu gibi derin mes’elelerde îmân şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yâni yoluna uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennet’te görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu saâdete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki; “İnkâr eden, mahrûm kalır” sözü meşhûrdur. Cennet’te olup da görmemek de uygun değildir. Çünkü, dînimiz, Cennet’te olanların hepsi görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmeyecek demiyor.
Cennet de, her şey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahlûklarının bâzısında O'nun nûrları zuhûr eder. Bâzısında ise, o kâbiliyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri zuhûr ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nispette ise de, mahlûklar birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu âlem, O'nu görmek nîmetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlayamamıştır. Bu dünyâda, bu nîmet nasîb olsaydı, herkesten önce, Mûsâ aleyhisselâm görürdü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâçda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennet’e girdi. Oradan gördü. Yâni, âhırette görmüş oldu. Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıktı, âhırete karıştı ve gördü.
Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılmaz. Dünyâ işlerine benzemez. (Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülemez.) Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde değildir. Cisim değildir. (Element değildir. Karışım, bileşik değildir.) Sayılı değildir. Ölçülemez. Hesap edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zamânlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı O'nun hiçbir şeyini anlayamaz. O'nun nasıl görüleceğini de kavrayamaz.
Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sînâ'ya gelmesi, otuz gün ve sonra on gün daha oruç tutması, Allahü teâlâ ile mükâlemesi, konuşması ve Allahü teâlâyı görmek dilemesi, bunun dünyâda mümkün olmadığının bildirilmesi, Allahü teâlânın dağa tecellî etmesi husûslarında âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz, Mûsâ'ya otuz gece (oruç tutmasına karşılık kendisine Tevrât'ı vereceğimizi yahut kendisiyle konuşacağımızı) vâd ettik. (Otuz gün Zilkâde ayını oruçlu olarak geçirdi.) Sonra ona on gün daha ilâve ettik. (Zilhicce'nin ilk on gününü de oruçlu geçirdi.) Böylece ibâdet için Rabbinin tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. (Bu âyet-i kerîmede Hazret-i Mûsâ'ya vâd ve emredilen zamanın gece olarak bildirilmesi husûsunda, âlimler demişlerdir ki: “Hazret-i Mûsâ'ya oruç tutulması emredildiğinden, oruç, hilâli görmekle, orucun başlama ve bitmesi gece ile alakalı olduğundan, âyet-i kerîmede gece lafzı kullanlmıştır.) Mûsâ (aleyhisselâm), kardeşi Hârûn'a; “Kavmimin arasında benim halîfem olarak bulun. İşlerinde düzeltilmesi icâbedenleri ıslâh eyle. Bozgunculuk edenlerin yoluna tâbi olma!” dedi.
Vaktâ ki Mûsâ, bizim, tâyin ettiğimiz vakitte, Tûr-i Sînâ'ya geldi. Allahü teâlâ ona, vâsıtasız olarak kelâmını (sözünü) işittirdi. (Cebrâil aleyhisselâm Hazret-i Mûsâ'nın yanında iken, Hak teâlânın ona ne söylediğini işitmedi. Hazret-i Mûsâ Allahü teâlânın bizzat kelâmına muhatap olmanın lezzetinin şiddetinden, O'nu görmek de diledi. Bu iştiyâkını Allahü teâlâya arzedip); “Yâ Rabbî! Bana kendini göster, sana nazar edeyim” dedi. Allahü teâlâ; Sen beni (dünyâda) göremezsin buyurdu. (Âlimler burada buyuruyorlar ki: Buradan Allahü teâlânın görülmesi câiz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, peygamberlerin mümkün olmayan bir istekte bulunması muhaldir, düşünülemez. Nitekim Allahü teâlâ; “Ben görülmem” veya; “Bana nazar edemezsin, bakamazsın” buyurmadı. “Hiç bir beşerin, bana dünyâda nazar etmeye, bakmaya, beni görmeye tâkâti yoktur. Her kim dünyâda bana nazar edecek, beni görecek olsa, o anda ölür” buyurdu. Hazret-i Mûsâ; “Yâ Rabbî! Seni görüp ölmem, seni görmeden yaşamaktan bana daha sevgilidir” diye arzedince, Allahü teâlâ); “Fakat şu dağa nazar eyle. Eğer o dağ yerinde durabilirse, sen de beni görmeye tâkât getirebilirsin” buyurdu. Allahü teâlânın âzametinden ve nûrundan çok az bir parçası dağa tecellî ettiğinde, o âzamet ve nûr, dağa zâhir olduğunda, dağ parça parça oluverdi. Mûsâ da (aleyhisselâm) dağın parçalanmasının dehşetiyle düşüp bayıldı. Kendine gelip ayıldığında, Rabbini tâzim ederek; “Yâ Rabbî! Seni her ayıb ve kusurdan tenzih ederim. (Senin emrin ve iznin olmadan bu şekilde bir istekte bulunduğum için) sana tevbe ettim. (Senin dünyâda görülemeyeceğini anladım.) Ben mü’minlerin, îmân edenlerin evveliyim dedi. (Çünkü bir kavme peygamber olan zâtın îmânı, o kavimde bulunan mü’minlerin îmânlarının hepsinden evveldir. Her peygamber, ümmeti içinde mü’minlerin ilki, evvelidir)” (A’râf sûresi: 142-143)
Hak teâlâ, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) buyurdu ki; “Yâ Mûsâ! Ben, seni peygamber göndermemle ve vâsıtasız olarak seninle konuşmamla, zamanındaki bütün insanlara seni mümtaz kıldım. Seni seçtim. O hâlde sen, benim sana ihsân ettiğim, peygamberlik ve diğer nîmetlerimi al ve nîmetlerime şükredenlerden ol!” (A’râf sûresi: 144)

Tevrât'ın nâzil olması:

Hazret-i Mûsâ'nın, Allahü teâlâ ile olan mükâlemesinden ve dağın yarılıp parçalanmasından sonra, orada, Tevrât-ı şerîf levhalar hâlinde nâzil oldu.
Tefsîr âlimlerinden bâzılarının bildirdiklerine göre; Tevrât'ın nâzil olması, Zilhicce ayının onunda yâni Kurban bayramı günü olup, o gün Cumâ idi.
Tevrât'ın yedi veya on levha hâlinde nâzil olduğu bildirilmiştir. Tevrât-ı şerîf, kırk cüz idi. Tevrât'ın ve İncil'in sonradan bozulduklarını, Kur'ân-ı kerîm haber vermektedir.
Tevrât nâzil olurken, başlarında Cebrâil aleyhisselâm olmak üzere, her harf için bir melek vazifelendirilmişti. Bu melekler, Tûr Dağı’nın başında, Tevrât'ı, Hazret-i Mûsâ'ya takdim ettiler. Tevrât'ın içindeki hükümlerin mes’ûliyeti, Allahü teâlânın emirlerinin ehemmiyeti sebebiyle, Tûr Dağı korktu ve çatladı.
Nitekim bizim kitabımız olan Kur'ân-ı kerîm için de, Haşr sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağ üzerine inzâl etseydik (ve o dağa anlayış ve idrâk verseydik) sen o dağı, Allahü teâlânın korkusundan baş eğmiş, dağılıp parça parça olmuş görürdün. İşte şu misâlleri biz insanlara beyân ederiz ki, insanlar kendi hâllerini düşünüp, ibret alsınlar, uyansınlar da Hak teâlâya muhâlefet etmesinler.”

Hazret-i Mûsâ'nın Tûr dağındaki münâcâtları:

Mûsâ aleyhisselâm, Tûr dağındaki münâcâtında, Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Hangi kulların sana sevgilidir?” dedi. Allahü teâlâ da; “Beni zikredip, unutmayan kullarım” buyurdu. “Hangi kulların en iyi hüküm verir?” dedi. “Hak ile hükmedip, nefsine uymayanlar” buyurdu. “Hangi kulların daha büyük âlimlerdir?” dedi. “Bildiğini insanlara öğreten, doğruya götüren sözü dinleyen, kötü sözden kaçınan” buyurdu. “Yâ Rabbî! Hangi kulunun ameli daha hayırlıdır?” dedi. “Dili yalan konuşmayan, kalbi günâh ile meşgûl olmayan ve zinâ yapmayan” buyurdu.
Abdullah İbni Mes’ûd (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'da gözünden perdeler kaldırılıp, Arş-ı a’lâya kadar her şeyi görünce; arşın gölgesinde bir kulun oturduğunu gördü ve; “Yâ Rabbî, bu kimdir?” dedi. Allahü teâlâ da; “Rabbinin ihsânı ile insanlara verdiğine hased etmeyen, ana-babasına iyilik eden, koğuculuk yapıp dolaşmayan bir kuldur” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm: “Yâ Rabbî! Vâki olan hatâmı ve senin bildiğin kusurlarımı mağfiret eyle. Nefsimin vesvesesinden ve kötü amelimden sana sığınırım” dedi. Hak teâlâ; “Bu sana yeter” buyurdu. “Yâ Rabbî! Yapacağım amellerden sence en sevgilisi hangisidir?” dedi. “Beni hatırlayıp, unutmaman” buyurdu. “Amel bakımından hangi kulun iyidir?” dedi. “Dili yalan söylemeyen, kalbi fâcir olmayan, ferci zinâ etmeyen, güzel ahlâklı mü’min” buyurdu. “En kötü amel işleyen kulların hangileridir?” dedi. “Kötü ahlâklı fâcir (âşikâre ve devamlı günâh işleyen), gece ölü gibi hareketsiz, gündüz ise tembel olan” buyurdu.

Sâmirî'nin, buzağı heykeli yapması hâdisesi:

İsrâiloğulları içinde Sâmirî isminde biri vardı ki, bunun, İsrâiloğullarının Sâmirîler adlı kabîlesinden olduğu, Kirmân beldesinden sığıra tapan bir kabîleden gelip, Mısır'a yerleştiği rivâyet edilmiştir.
Sâmirî hakkında muhtelif rivâyetler vardır. Yukarıda anlatıldığı üzere, Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğulları ile birlikte Kızıldeniz'i geçtikten sonra, sığırın başı şeklinde yaptıkları putlara tapmakta olan bir kavme rastlamışlardı da, içlerinden câhil olanlar, Hazret-i Mûsâ'ya; “Bize de böyle bir ilâh yap da, ona ibâdet edelim” demişlerdi. O da, onları, bundan şiddetle men etmiş, bunun şirk olduğunu, çok çirkin ve en büyük günâh olduğunu bildirmişti. Böylece onlar, bu isteklerinden vazgeçerek tevbe etmişlerdi.
Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın emri üzerine, yerine kardeşi Hârûn'u (aleyhisselâm) vekil bırakarak, Allahü teâlâya münâcâtta bulunmak, zamansız, mekânsız ve cihetsiz olarak O'nunla konuşmak üzere Tûr Dağı’na gitti. O zamana kadar İsrâiloğullarının arasında hatırı sayılır kimselerden kabûl edilen, nifâkını (imansızlığını) gizleyen, gizli gizli, Mûsâ aleyhisselâmda noksanlıklar bulmaya çalışan Sâmirî, Hazret-i Mûsâ'nın bulunmayışını fırsat bilerek, nifak ve fitne tohumlarını ekmeye başladı. Daha önce İsrâiloğullarının, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Bize bir mâbud yap!” dediklerini fırsat bildi. Haince ve şeytanca plânını hazırlayıp uygulamaya karar verdi.
Yine yukarıda anlatıldığı gibi, Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sînâ'da kalma müddeti evvelâ otuz gün olup, sonra kırk güne tamamlanmıştı. İşte Sâmirî'nin fitnesi de, ilâve edilen bu on gün içinde oldu. Sâmirî, iğrenç ve çirkin plânını tatbik etmeye yaklaşıyor, fakat bunu, sezdirmeden ve belli etmeden yapmaya çalışıyordu. Îmânsızlığı, hak dîne düşmanlığı gizli olduğu gibi, bu husûsta yaptığı hâin faaliyeti de çok gizli idi.
Mûsâ aleyhisselâm, onlara bildirdiği otuz günün sonunda yanlarına dönmeyince, Sâmirî, gizliden gizliye, İsrâiloğulları içinde dolaşıp, konuşma imkanı bulduklarından her birine şunları anlatıyordu: “Mûsâ aleyhisselâmın gelmemesinin sebebi; bizim yanımızda bulunan, Mısır'da Kıptîlerden ödünç diyerek alıp, sonra da iâde etmediğimiz ve getirdiğimiz zînet eşyalarının haram olmasıdır. Yâni belli ki, bu zînet eşyalarını sâhiplerine iâde etmemesinin karşılığı olarak, Rabbi, Mûsâ'yı muâheze etti, cezâlandırdı. Bu cezânın bize de gelmemesi için, en iyisi biz bir çukur kazıp, yanımızda bulunan bütün zînet eşyalarını oraya atalım ve ateş yakıp eritelim” dedi. Bu sinsice plânıyla onları saptırmaya başladı. Onun bu sözü üzerine, İsrâiloğulları yanlarında bulunan mücevheratı getirip, çukura attılar. Mesleğinde mâhir olan bir kuyumcu vardı. Sâmirî ateş yakıp, zînet eşyâlarını ona erittirdi. Bir buzağı heykeli yaptı. Kendisi kuyumcu olup, bu işi bizzat kendisinin yaptığı da bildirilmiştir. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde A’râf sûresi 148. âyetinde meâlen şöyle bildirildi:
“Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'ya gittikten sonra, İsrâiloğulları, zînet eşyalarından yaptıkları, rûhu (canı) olmayan, ceset şeklindeki bir buzağı heykelini ilâh edindiler ki, o cesedin sığır sesi gibi böğürmesi de vardı. Sâmirî'nin aldatıcı sözleriyle, İsrâiloğulları o heykeli ilâh edindiler. Onlar, buzağının kendileriyle konuşamayacağını ve onlara hayırlı bir yol gösteremeyeceğini görmediler mi ve bilmediler mi de, onu mâbud edindiler ve böylece kendi nefslerine zulmeden zâlimlerden oldular!”
Yine A’râf sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki, buzağı heykelini mâbud edinenlere, âhırette Rablerinden bir gadab ve dünyâ hayatında da bir zillet (horluk) vardır. (işte biz, Allahü teâlâya iftirâ edenleri böyle cezâlandırırız.)”
Tâhâ sûresi 88. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “...Sâmirî ve ona tâbi olanlar, İsrâiloğullarına dediler ki; “İş bu buzağı sizin ve Mûsâ'nın mâbududur. Fakat (Mûsâ, mâbudunun burada olduğunu) unuttu (da, onu istemek, arayıp bulmak için Tûr'a gitti. Arıyor bulamıyor.)”
Sâmirî'nin alçakça bir plân tatbik ederek; “Bu, sizin de, Mûsâ'nın da ilâhıdır. Mûsâ, ilâhının burada olduğunu unuttu da, onu aramak için gitti. Hattâ bunun için Tûr-i Sînâ'ya vardı. Oralarda arıyor, fakat yerini unuttu, bulamıyor...” diyerek, insanları, o heykele ibâdet etmeye zorladı, tahrik etti. Üstelik, heykel çok ustalıklı şekilde yapılmıştı. Heykelde, boru gibi delikler bırakmıştı. Bu deliklerden hava girince, ses hâsıl oluyordu. Böyle olunca da, heykel ses çıkarıyor diye insanları aldatıyordu. Sâmirî'nin yaptığı buzağı heykelinin altına, görünmeyecek şekilde, insanları aldatmak için; hakîkî, canlı bir buzağı veya bir insan yerleştirdiği, canlının çıkardığı sesin, heykelden geliyormuş gibi anlaşıldığı da rivâyet olunmuştur.
Hârûn aleyhisselâm, bu yaptıklarının, kat’îyen uygun olmadığını, bu sapıklıktan ve taşkınlıktan hemen vazgeçmelerini söyledi ise de, buna rağmen İsrâiloğullarından bir çoğu, buzağı heykeline tapmağa, ona ibâdet etmeğe başladılar. Bu heykele secde ettiler ve; “Bu bizim mâbudumuzdur” dediler.
Hazret-i Hârûn, onların bu hâllerine pek çok üzülüyor, yaptıklarının çok yanlış ve pek bozuk bir amel olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Rivâyete göre, Hârûn aleyhisselâmın nasîhatlerine uyarak, diğerlerinin azgınlığına kapılmayanların adedi, onikibin kişi idi. Diğerleri hep buzağı heykeline secde ediyorlardı. Hazret-i Hârûn, onlara çok nasîhat edip, yalvardı ise de kabûl etmediler. Bu husûsta Tâhâ sûresinin 90. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Halbuki, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) Tûr'dan dönmesinden evvel Hârûn (aleyhisselâm) İsrâiloğullarına dedi ki: “Ey kavmim! Siz, buzağı şeklindeki heykelle ibtilâ (imtihan) olundunuz. (Sakın ona tapmayın!) Sizin Rabbiniz, (nimetleri bütün mahlûkâta şâmil), Rahmet sâhibi olan Allahü teâlâdır. Hak din üzere sâbit olmakta, bana tâbi olun ve benim emrime itâat edin.”
Hârûn aleyhisselâm kavmine bu şekilde nasîhatiyle şu husûsları anlatmaya çalışmıştır:
Birincisi; “Siz, buzağı şeklindeki heykelle imtihân olundunuz” buyurmakla onları bâtıldan nehy etti. Çünkü zararın giderilmesi, faydanın celp edilmesinden daha evlâdır.
İkincisi; mârifet-i ilâhiyyeye dâvet etti ve buyurdu ki: “Sizin Rabbiniz Rahmet sâhibi olan Allahü teâlâdır.” Çünkü Allahü teâlâyı tanımak, îmândandır. Bu sebeple diğer ibâdetlerden evlâdır.
Üçüncüsü; ümmetin, peygambere tâbi olmasının vâcib olduğuna işâret ederek; “Bana tâbi olun” dedi.
Dördüncüsü; kavmini, Allahü teâlâya ibâdet etmeye ve dînin diğer emirlerine uymaya dâvet etti.
İsrâiloğullarının şirke düşenleri, Hârûn aleyhisselâmın bu nasîhat ve tavsiyelerini reddettiler. Bu husûsta, Tâhâ sûresinin 91. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki:
“Bunun üzerine onlar; Biz Mûsâ (aleyhisselâm) bize geri dönünceye kadar buzağı heykeline ibâdeti terk etmeyiz. (Zîrâ Sâmirî, o heykel için bize; Bu, Mûsâ'nın ve sizin ilâhınız demişti. Bakalım Mûsâ aleyhisselâm gelince, hakîkaten o da bunu ilâh kabûl eder mi? O da bizim gibi buna -hâşâ- tapar, ibâdet eder mi?) dediler.”
Bu sırada, Allahü teâlâ, Tûr-i Sînâ'da bulunan Mûsâ aleyhisselâma; kavminden Sâmirî isminde birisinin insanları dalâlete sevk ettiğini, bir buzağı heykeli yaparak, herkesi buna tapmaya teşvik ettiğini bildirdi. Bu husûs, Tâhâ sûresinin 85. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmiştir: Allahü teâlâ, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! senden (Tûr-i Sînâ'ya gelmek üzere kavminden, ayrıldıktan) sonra biz onları fitneye düşürdük. (Buzağı şeklindeki bir heykele tapmakla onları imtihân ettik) Sâmirî, (buzağı heykelini ilâh edinmekle ve insanları ona ibâdete sevketmekle) onları dalâlete düşürdü.”
Mûsâ aleyhisselâm kendisine nâzil olan Tevrât-ı şerîfi alıp, kavminin yaptıklarından dolayı çok üzülmüş bir şekilde, yanında berâber gittikleri yetmiş kişilik heyetle kavmine döndü. Sâmirî'nin ve ona tâbi olanların yaptıklarına pek çok üzülmüş ve gadablanmış idi.
Rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'dan dönerken, yanında bulunan yetmiş kişilik heyete; kavmin dalâlete düştüğü hakkında, Allahü teâlânın verdiği haberi bildirmedi. İsrâiloğullarının yanlarına geldiklerinde; dalâlete düşmüş kimseler, ilâh edindikleri buzağı heykelinin etrâfında dönüyor, birtakım sesler çıkarıyorlardı.
Heyette bulunanlar bu hengâmeyi görünce, kavga var zannettiler. Hazret-i Mûsâ, onlara; “Hayır, bunlar fitne gürültüsüdür. Kavmim, bizim arkamızdan Allah'tan başkasına tapınmakla fitneye düştü” buyurdu.
İnsanları böyle bâtıl bir yola sevk ettiği için Sâmirî'yi, ona tâbi oldukları için buzağı putuna tapanları tekdîr etti, azarladı. Kardeşi Hârûn aleyhisselâmın yanına gelerek, sakalından tutup darıldı. Hârûn aleyhisselâm da; kavminin, kendisini küçümseyerek sözünü dinlemediğini, hattâ öldürmeye kalkıştığını bildirdi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, kendisi ve kardeşi için Allahü teâlâdan af diledi. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Vaktâ ki Mûsâ (aleyhisselâm) Tûr-i Sînâ'dan, kavminin yaptıklarından dolayı gadablanmış ve çok üzülmüş olarak döndü. Onlara dedi ki: “Benim ayrılığımdan sonra, benim yerime kâim olduğunuzda, size bıraktığım şu makâmımda ne çirkin işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini terk mi ettiniz? Rabbinizin emriyle, benim size dönmeme kadar sabretmeyip acele mi ettiniz?
Mûsâ (aleyhisselâm) gadabının şiddetinden dolayı, elinde bulunan Tevrât levhalarını yere bıraktı. (O gadabla, bunların buzağı heykeline ibâdete başlamalarına niçin mâni olmadın mânâsına) kardeşi Hârûn'un (aleyhisselâm) saçından tutup kendine çekti. Hârûn (aleyhisselâm ondan üç yaş büyüktü. Onu rikkate getirmek, gadabını teskin etmek, böylece kavmin hâlini rahatça anlatabilmek için yumuşak bir ifâdeyle) şöyle söyledi: “Ey annemin oğlu! (O söze böyle başladı. Halbuki ikisi ana-baba bir kardeş idiler. O, Hazret-i Mûsâ'yı teskin etmek için, anne şefkâtiyle yumuşatmak için, ey kardeşim diye değil, ey annemin oğlu diye söze başladı. Sonra devam ederek;) Ben onları bu çirkin fiilden men etmede bir kusur etmedim. Onları bu işten el çektirmek için bütün gücümü sarfettim. Fakat onlar benim sözümü dinlemediler. Beni zayıf bulup, bana galebe ettiler. Hattâ beni katletmeye, öldürmeye kastettiler. O hâlde sen, beni tekdir etmekle, azarlamakla düşmanları sevindirme. Onları bize güldürme! Beni, buzağı heykeline ibâdet eden zâlimlerden sayma! (Sen yokken, ben onları bu işten men etmeye çalıştıysam da onlara söz geçiremedim. Şimdi ise, kabahatli imişim gibi senden azarlama görürsem, onlar sevindirilmiş olur, bana gülerler. Onlara karşı gülünç duruma düşeriz. O hâlde sen beni o zâlimlerle bir tutma!” Ondan bunları dinleyip, bu husûsta Hazret-i, Hârûn'un bir kusur ve ihmâlinin bulunmadığını, bu hâle mâni olmaya çok çalıştı ise de faydalı olamadığını böylece anlayan)Mûsâ aleyhisselâm, ona karşı sâkinleşti ve Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Beni ve kardeşim Hârûn'u mağfiret eyle. Zirâ sen, merhamet edicilerin en merhametlisisin. (Sen bize, kendimizden daha ziyâde merhametlisin)” dedi.” (A’râf sûresi: 150- 151)
“Mûsâ (aleyhisselâm), gadablı ve çok üzülmüş bir şekilde kavminin yanına döndü. Onlara dedi ki; “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vâdde bulunmadı mı? (Size Tevrât'ı vereceğini, tevbe ettiğiniz takdirde geçmiş günâhlarınızı bağışlayacağını ve sizi düşmanlarınız üzerine gâlip kılacağını bildirmedi mi?) Yoksa, benim sizden ayrılığım, size vâd ettiğim müddetten uzun mu oldu? Yâhud siz, Rabbinizin gadabını arzu ettiniz de, îmânda benimle sâbit ve benim emrimde kalacağınıza dâir verdiğiniz vâdinizden vaz mı geçtiniz? (Allahü teâlânın birliğine inanıp, O'ndan başkasına ibâdet etmeyeceğinize dâir taahhüdünüzü neden bozdunuz?)”
(Buzağı heykeline tapmak dalâletine düşmüş olanlar, Mûsâ aleyhisselâma) dediler ki: “Biz, sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Mısır'dan çıkarken (kıptîlerden)aldığımız altın, gümüş gibi zînet eşyalarını, (Sâmirî'nin emriyle) ateşe attık. Sâmirî de, elinde bulunan zînet eşyalarını bizim gibi ateşe bıraktı. (Sonra erimiş zînet eşyalarından buzağı şeklinde bir sûret, heykel yaptı. O ve ona tâbi olanlar, işte bu sizin ve Mûsâ'nın ilâhıdır dediler.)” (Tâhâ sûresi: 86-87)
“Mûsâ (aleyhisselâm) kardeşi Hârûn'a (aleyhisselâm) dedi ki; “Ey Hârûn! Seni engelleyen ne oldu ki, Benî İsrâil'in şirk ve dalâlete düştüklerini gördüğün zaman, benim emir ve vasiyetime tâbi olmadın. (Onlarla muhârebe etmedin. Her hâl-ü kârda bilirsin ki, ben onlar arasında bulunsam, böyle bir hâlde kendileri ile muhârebe eder, savaşırdım. Benim yerimde vekil olarak sen kaldığın hâlde, niçin onlarla çarpışmadın. Ben sana bunların işlerini ıslâh etmeyi emretmemiş miydim?) Yoksa benim emrime âsî mi oldun, isyân mı ettin?” (Tâhâ sûresi: 92-93)
(Mûsâ aleyhisselâm, gadabının ve üzüntüsünün çokluğundan, bunları söylerken, Hazret-i Hârûn'u tutmuştu. Rivâyete göre, sağ eliyle onun saçından, sol eliyle de sakalından yapışmıştı.)Hârûn (aleyhisselâm) da (yumuşaklıkla ve teskin etmek için) ona dedi ki: “Ey annemin oğlu! Benim sakalıma ve başıma (saçıma) yapışma! Muhakkak ki ben, (yapabileceğim şekilde onlara nasîhatimi yaptım. Çok gayret gösterdim. Lâkin cüz’i bir kısmına (onikibin kişiye) söz geçirebildim. Diğerleri ise beni dinlemediler. Çünkü ben, onlarla harb etsem veya aralarından ayrılsaydım, onlar grup grup olur, birbirleriyle muhârebe ederlerdi. Böyle olunca, ben onlarla muhârebe etmekten çekindim. Çünkü) senin bana; Benî İsrâil'in arasında ayrılık çıkardın, sözüme bakmadın. Aralarını ıslâh et şeklindeki emrime uymadın diyeceğinden korktum. (Hazret-i Hârûn'un özrü böylece meydana çıkınca, Hazret-i, Mûsâ ona karşı sâkinleşti.)” (Tâhâ sûresi: 94)
“(Mûsâ, Hârûn ile (aleyhisselâm) konuştuktan ve onun bu husûsta herhangi bir kusuru ve ihmâli bulunmadığını anladıktan sonra, bu fitne ve fesâdın esas mes’ûlü olan Sâmirî'ye yöneldi.)“Ya, senin zorun ne idi ey Sâmirî! (Seni bu büyük işi yapmaya, insanları dalâlete düşürmeye sevkeden nedir? Bu işten maksadın nedir?) dedi. Sâmirî: (Yâ Mûsâ!) Ben (İsrâiloğullarının)görmediklerini gördüm. (Onların bilmediklerini bildim. Yâni senin dîninin hak olmadığına kâil oldum. Zâten) O resûlün (Mûsâ aleyhisselâmın) izinden bir avuç aldım da (sünnetinden, dîninin emirlerinden bir kısmını almıştım. Onu da) attım. (Yâni onu terk ettim.) Böylece sana anlattığım bu işi, nefsim bana hoş gösterdi. Ben de böyle yaptım.” (Tâhâ sûresi: 95-96)
Böylece, Sâmirî küfrünü îtirâf etmiş oldu. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'nin yaptığı bu hâin ve çirkin işten dolayı pek çok üzülmüş ve gadablanmış idi. Ona lânet etti. “Benim yanımdan, git. Gözüm seni görmesin. Zîrâ senin için, hayatın boyunca; “Aman bana kimse dokunmasın. Kim bana dokunursa, ona humma illeti (hastalığı) bulaşır” demen vardır. İşlediğin cinâyet, seni, bir kimsenin yanına varmaktan, bir kimseye dokunmaktan mahrûm etmiştir. Hayatı ve hissi olmayan bir heykele; hayatı varmış, canlı imiş gibi gösterip, ilâh diye tapındığın ve bununla da kalmayarak birçok insanları da ona taptırmak sûretiyle dalâlete sürüklediğin için, hayâtın boyunca idrâk ve şuurdan mahrûm bir taş gibi, heykel gibi gezeceksin. Bir kimsenin sana dokunmasından çok korkacak ve devamlı karşılaştıklarına; “Lâ misâs (bana yakın olma!) Aman bana dokunma” diye bağıracaksın. Herkes de sana yakın olmaktan ve dokunmaktan korkacak.
Ey Sâmirî! Dünyâdaki cezân bu olduğu, yâni hayatın vahşi hayvanlar misâli geçeceği gibi, âhırette de Cehennem azâbına düçâr olacaksın. Sen o Cehennem azâbından kat’îyen kendini koruyamazsın ve ebedî olarak da, kat’îyen o Cehennem azâbından ayrılamazsın.
Hem biz, senin kendi elinle yaptığın, sonra da ona ilâh diye taptığın o buzağı heykelini de yakacağız. Sonra da küllerini denize savuracağız. Sen onun, yanmaktan kendini koruyamayan cansız bir şekil olduğunu, ilâh olmakla hiç bir alakası da bulunmadığını iyice anlayacaksın...”
Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm, Sâmirî'nin yaptıklarını öğrendikten ve onun söylediklerini dinledikten sonra ona) dedi ki: “Aramızdan defolup git. Sen hayatta oldukça, ne kimse sana, ne de sen bir kimseye dokun. Senin için dünyâ ve âhırette vâd edilmiş (bildirilmiş) bir azâb vardır ki, o azâb elbette seni bulacak ve sen aslâ o azâbdan kurtulamayacaksın.
(Ey Sâmirî!) İbâdet edip durduğun şu ilâhına bir bak. Şüphesiz ki, biz onu yakıp, sonra külünü denize savuracağız. (Böylece, bir heykeli ilâh edinmenin bâtıl ve bozuk olduğunu sana göstermiş olacağız).” (Tâhâ sûresi: 97, 98)
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, insanlardan ayrı ve uzak, vahşî bir şekilde vakitlerini geçirmeye başlayan Sâmirî, başkalarına yaklaşamadığı gibi, başkaları da ona yaklaşıp dokunamıyordu. İnsanların arasından ayrı, dağ başlarında ve vahşî hayvanlar arasında geziyor, sesi çıktığı kadar; “Bana kimse dokunmasın” diye bağıra bağıra ömrünü bitiriyordu. Hattâ, Sâmirî bir kimseye veya bir kimse Sâmirî'ye dokunsa, her ikisi de salgın humma hastalığına tutulduklarından; herkes Sâmirî'den, Sâmirî de herkesten kaçıyordu. Bu hâlde bulunan Sâmirî, bir sahrada perişân bir hâlde helâk oldu.
Mûsâ aleyhisselâmın sözleri karşısında, gaflete ve münâfıkların hîlesine düştüklerini anlayan İsrâiloğulları, yaptıklarına çok pişman oldular. Bu husûsta. A’râf sûresinin 149. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, buzağı heykeline tapınmalarına çok pişman oldular. Onu ilâh edinmekle dalâlete düştüklerini görüp anladılar. Eğer Rabbimiz bize rahmet etmezse ve günâhımızı mağfiret etmezse; muhakkak ki biz hüsrâna düşenlerden, en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.” Bakara 54. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm, buzağı heykeline tapan) kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Muhakkak ki siz, buzağı heykeline tapınmakla, onu ilâh edinmekle, nefsinize zulmettiniz. (Onlar: buna çâre nedir? Siz onu bildirin biz de yapalım dediler. Mûsâ (aleyhisselâm) buyurdu ki:) Rabbinize dönün. Tam bir alçak gönüllülükle, yalvararak ve tam bir nedâmet ve pişmanlık ile O'na tevbe edin. (Onlar dediler ki: O'na nasıl tevbe ve rücû ederiz? Mûsâ (aleyhisselâm) da buyurdu ki:) Nefslerinizi katledin. (Veya buzağı heykeline tapmayanlarınız, tapanlarınızı öldürsün.) Böyle yapmanız, Rabbiniz katında sizin için hayırlıdır. (Böyle yapmanız, şirkten temizlenmeye ve âhırette sonsuz hayata, saâdete sebeptir).
Âlimler bildirdiler ki, Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği dinde, mürted olan yâni îmândan ayrılıp küfre, îmânsızlığa düşen bir kimse, sonra bu hâline tevbe etmek, tekrar mü’min olmak dilerse, tevbe etmekle berâber öldürülmesi lâzım gelirdi. Yâni onun öldürülmesi, tevbesinin tamamlayıcısı idi. Bizim dînimizde ise, mürted olan ve buna tevbe etmeyen kimse, katlolunur, öldürülür. Îmândan ayrılmasına sebep olan söz ve fiiline tevbe ederek îmânını tazelerse, yine mü’min olur ve öldürülmesi icâbetmez.
İşte Mûsâ aleyhisselâm da, kendisi Tûr Dağı’nda iken, Sâmirî isimli münâfığın aldatmasıyla buzağı heykeline (puta) tapanlara, şerî’atının (bildirdiği dînin) hükümlerini tatbik etmiş, puta tapmayanlar, tapanları öldürmeye hazırlanmışlardı.
Hazret-i Mûsâ onlara, bu çirkin işi yapmakta nefslerine çok zulmettiklerini, bunun için Hak teâlâya tevbe etmelerini, bunun tevbesinin şartının ise çok pişman olmak ve ölüm olduğunu bildirdi. Bunun üzerine onlar; “Allahü teâlânın emrine sabrederiz” deyip, hükme boyun eğdiler. Dizlerini göğüslerine yapıştıracak şekilde ellerini dizlerinin altına bağlayarak bir meydanda oturdular. Başlarında ise, tepeden tırnağa silâhlı, kılıçlı ve hançerli adamlar durdu. Öldürüleceklerle, öldürmek için vazifelendirilenler; birbirlerinin kardeşi, oğlu, babası, akrabâsı ve komşusu gibi yakınları idi. Buna rağmen öldürecek olan da, öldürülecek olan da Hak teâlânın emrini îfâ etmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm), peygamberlik şefkâtlerinden dolayı bu hâle dayanamadılar. Ağlayarak Allahü teâlâya duâ ettiler. Duâları kabûl olunup kimseyi öldürmemeleri emredildi. Allahü teâlâ, İsrâiloğullarının mağfiret olunmaları, affedilmeleri için yaptıkları tevbenin de kabûl olunduğunu bildirdi. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonunda, Hazret-i Mûsâ'nın onlara; Hak teâlânın emrini yerine getirdiniz. Tevbeniz kabûl oldu. Muhakkak ki, Allahü teâlâ tevbe eden kullarını çok mağfiret ve onlara çok rahmet edicidir” buyurduğu bildirilmektedir.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmedeki, “Nefslerinizi öldürün” emrinin; “Nefslerinizi ıslâh edin” meâlinde olduğunu söylemişler ise de, bunun zayıf bir kavil olduğu bildirilmiştir.
Yine Bakara sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde İsrâiloğullarına hitâben; “Buzağı heykeline ibâdet etmenizden sonra, tevbe ettiğiniz için günâhınızı affettik. Tâ ki, af nîmetine şükredesiniz” buyruldu.
Mûsâ (aleyhisselâm) buzağı heykelini yakıp toz hâline getirerek, külünü denize serpti. Bunu ne şekilde yaptığı husûsundaki rivâyetler muhteliftir. Normalde altın mâdeni yakılınca kül hâline gelmeyeceğinden, böyle olması Hazret-i Mûsâ'nın bir mûcizesidir.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, İsrâiloğullarının seçkinlerinden yetmişini getirip, kavminin buzağıya tapındıklarından dolayı özür ve af dilemelerini emretti. Mûsâ aleyhisselâm da kavminden yetmiş kişi seçti.
Rivâyet olunur ki, Mûsâ aleyhisselâm bu yetmiş kişiyi tespit ederken, her sıbttan, yâni İsrâiloğullarının her bir kolundan altışar kişi seçti. Bilindiği gibi, İsrâiloğulları, Ya’kûb aleyhisselâmın neslinden gelenlerdir. Hazret-i Ya’kûb'un oniki oğlu vardı. Lakabı İsrâil olan Hazret-i Ya’kûb'un bu oniki oğlundan meydana gelen nesle, Benî İsrâil (İsrâiloğulları) denir. Hazret-i Ya’kûb'un oğullarının her biri, İsrâiloğullarından her bir sülâlenin atasıdır. Yâni İsrâiloğulları, o zaman oniki ayrı sülâleden meydana gelirdi ve bunların her birine de torun mânâsına sıbt; hepsine birden ise, torunlar mânâsına esbat denirdi.
Mûsâ aleyhisselâm her sıbttan altışar kişi toplayınca, yetmiş iki kişi oldular. Hazret-i Mûsâ; “Ben, yetmiş kişi götürmekle emrolundum. İki kişi ayrılıp, yetmiş kişi kalsın” buyurdu. Yetmişiki kimseden hiç biri geri kalmak istemedi. Mûsâ aleyhisselâm; “Kalan da, çıkan (bizimle gelen) kadar sevâba kavuşacaktır” buyurdu. Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm kaldılar.
Mûsâ aleyhisselâm, o yetmiş kişiye oruç tutmalarını, beden ve elbiselerinin çok temiz olmasını emretti. Sonra Tûr Dağı’na çıktı. Nitekim Allahü teâlâ, A’râf sûresinin 155 ve 156. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruyor ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) kendisine vâdettiğimiz belli bir vakitte (buzağı heykeline tapınanlar için istiğfâr etmek, onlar namına bizden özür dilemeye) gelmek üzere, kavminden (buzağıya ibâdet etmemiş olanlar arasından), yetmiş kişi seçti.” (Tûr-i Sînâ'ya yaklaştıklarında bir sis bulutu, Mûsâ aleyhisselâmı kaplayıp, Hazret-i Mûsâ sisin içinde kaldı. Bu hâli görünce, onlar secdeye kapandılar. Onlar bu durumdan iken; Allahü teâlânın izni ve kudretiyle, Hak teâlânın Mûsâ'ya (aleyhisselâm) bildirdiği emir ve nehyettiği husûsları işittiller. Sonra sis dağıldı. Hazret-i Mûsâ'yı gördüler. Ona; “Allahü teâlâyı bize âşikâre olarak göstermezsen, seni tasdik etmeyiz” dediler. Bu husûsta âyet-i kerîmede buyruldu ki:
“Hatırlayın şu vakti ki, Mûsâ'ya (aleyhisselâm“Yâ Mûsâ! Biz, Allahü teâlâyı hicâbsız, örtüsüz, perdesiz bir şekilde âşikâre olarak görmedikçe, aslâ sana inanmayız demiştiniz de, o sebepten o anda, sizi, gökten gelen yakıcı bir ateş (yıldırım) yakalayıvermişti. Siz de, bu musîbeti bizzat gözlerinizle görmüştünüz.” (Bakara sûresi: 55) Âyet-i kerîmede “Sâ'ika” kelimesi ile ifâde buyrulan bu musîbetin mâhiyeti, nasıl olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Onlar, bu “Sâ'ıka” te’siriyle helâk olup öldüler. Her biri, kendilerine gelen bu musîbet sebebiyle diğerlerinin gözü önünde öldü. Yâni her biri ölürken, kalanlar onun nasıl öldüğünü seyrediyor, bizzat görüyordu. Onların başına bu hâl gelince, Hazret-i Mûsâ çok üzülüp ağlamaya başladı. Tam bir sığınma ile Allahü teâlâya yalvarıyordu.)
“...Dedi ki; “Ey Rabbim! Dileseydin, daha önce beni ve onları yok ederdin. Aramızdaki beyinsizlerden ötürü bizi yok eder misin? Bu senin imtihânından başka bir şey değildir. Sen, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola sokarsın, Sen bizim yardımcımız, koruyup gözetleyicimizsin. Bizi mağfiret et ve bize rahmet eyle. Zirâ sen, mağfiret edicilerin en hayırlısısın.” (Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya çok yalvardı. Nihâyet Hak teâlâ o kimseleri teker teker diriltti. Bu yetmiş kişi, biraz evvel, biri ölürken, kalanların seyrettiği gibi, şimdi de biri dirilirken, ondan önce dirilen, onun nasıl dirildiğini görürdü. Bakara sûresi 56. âyetinde meâlen buyruldu ki: “Sonra sizi tekrar dirilttim ki, bu tekrar dirilme, hayat nîmetine şükredesiniz. Bu dünyâda ve âhırette bizim için güzel olanları yaz, takdir eyle. (Bu dünyâda bize; yardım eyle, ibâdet, tâat, nîmet ve âfiyetle güzel yaşamak ihsân eyle. Âhırette ise mağfiret ve rahmetini, Cennet’i ve cemâlini görmemizi nasîb eyle.) Şüphesiz ki biz sana yöneldik, tevbe edip, sana döndük. (Onun bu ilticâsına mukâbil) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Azâbıma, kullarımdan dilediğim kimseyi uğratırım. Rahmetim her şeyi kaplamıştır. (Rahmetim, bu dünyâda; mü’min, kâfir, mükellef ve çocuk herkese şamildir.) Lâkin kıyâmet gününde, hassaten Allahü teâlâya karşı gelmekten sakınanlara, zekâtlarını edâ edenlere ve âyetlerimize îmân edenleredir.”
Rivâyet edilir ki, Allahü teâlâ“Rahmetim her şeyi kaplamıştır” buyurunca, İblis mel’ûnu; “Ben de bir şeyim. O hâlde ben de rahmete kavuşurum...” dedi. Fakat Allahü teâlâ“...hassaten Allah'a karşı gelmekten sakınanlara...” buyurunca, iblîsin ümîdi kalmadı.

Hazret-i Mûsâ ve berâberindeki heyetin İsrâiloğullarına dönmesi:

Allahü teâlâya münâcâtta bulunmak ve kavminden buzağıya tapma dalâletine düşenler nâmına istiğfârda bulunup, Hak teâlâdan af ve özür dilemek için Tûr-i Sînâ'ya gelen Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlânın kelâmını duyup, kavminin tevbesini kabûl ettiğini de anladıktan sonra, yanında bulunanlarla berâber kavminin yanına döndü. Bu mühim ve müthiş hâdisenin te’siriyle biraz kendine gelen İsrâiloğulları, bir müddet itâat içinde yaşadılar. Daha sonra, kendilerinde bulunan nîmete nankörlük ve çabuk unutma… gibi hasletlerinden dolayı yine söz dinlememeye başladılar. Zaman ilerledikçe nasîhatlerin te’siri azalıyordu. Geçmişte yaşadıkları mühim hâdiseleri unutarak gaflete dalıp, Tevrât'ın hükümlerine aykırı hareketler etmeye başladılar. Hattâ öyle oldu ki, Tevrât’da bildirilen, emredilen hükümlerin çok zor ve pek ağır olduğunu, bu hükümlerin îcâplarını yerine getiremeyeceklerini söylediler. Bu hükümleri Hazret-i Mûsâ'ya bildirenin Allahü teâlâ olduğunu, dolayısıyla bunlara itâatsizlik ve riâyetsizlik etmenin, doğrudan Hak teâlâya isyân olacağını düşünemediler.
Tevrât'ın hükümlerine mutlakâ tâbi olacaklarına ve Mûsâ aleyhisselâma kâfi olarak itâat edeceklerine dâir verdikleri te’minatı unutmuşlardı. Allahü teâlâ onların, mütenebbih olmaları yâni gafletten uyanmaları için Tûr Dağı’nı kaldırıp onların üzerine getirdi. Dağ, Allahü teâlânın izni ve kudretiyle gelerek, İsrâiloğullarının üstünde, başları hizasının az yükseğinde durdu. Onlar, dağın hemen üzerlerine çöküvereceğini zannettiler. Hep birden Hak teâlâya secdeye kapanıp, çok korktular. Öyle ki, secdede sol kaşlarını yere koyup, sağ gözleri ile ha çöktü ha çökecek diye dağa bakarlardı.
Bu hâdiseden kalma bir âdet olarak, yahudiler, yüzlerinin yarısı üzerine secde ederler ve bunu azâbdan kurtulmaya vesîle sayarlar.
Bu hususta, âyet-i kerîmelerde İsrâiloğullarına hitâben buyruldu ki: “Hani sizden, (Mûsâ aleyhisselâma îmân edeceğinize, ona tam uyacağınıza ve Tevrât'ın hükümleriyle amel edeceğinize dair) mîsâk, ahd, kuvvetli söz almıştık. (Siz kitabın emirlerinin, hükümlerinin ağır olduğunu söyleyerek, kabûl etmekten ve tâbi olmaktan imtinâ etmiş, kaçınmıştınız.) Tûr Dağı’nı sizin üzerinize kaldırmıştık. Size verdiğimizi (Tevrât kitabını) tam bir ciddiyet ve kuvvetle alıp, sımsıkı sarılın. (Kabûl etmekten imtinâ etmeyin.) içinde bulunanı (sevab ve cezâyı) gereği gibi yâd edin, hatırlayın! Böylece (dünyâda helâktan âhırette azâbdan) kurtulasınız. Bu mîsâk alındıktan sonra, onu yerine getirmekten yüz çevirdiniz. Uzaklaştınız. Şâyet Allahü teâlânın size (mühlet vermek, azâbını te’hir etmek sûretiyle) rahmeti olmasaydı, (dünyâ ve âhırette) elbette hüsrâna uğrayanlardan olurdunuz” (Bakara sûresi: 63-64)
“Hatırlayın şunu ki, sizden ahd, mîsâk (kuvvetli söz) almıştık. Tûr Dağı’nı üzerinize kaldırmıştık ve; Size verdiğimizi (Tevrât'ı) tam bir ciddiyet ve gayretle alıp sımsıkı sarılın. Ondaki emirleri dinleyin ve îcâblarıyla amel edin” demiştik...” (Bakara sûresi: 93)
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Ehl-i kitap olanlar, senden, kendilerine gökten kitap indirmeni istiyorlar. Bunlar Mûsâ'dan (aleyhisselâm) bundan daha büyüğünü istemişler; Allahü teâlâyı bize âşikâre olarak göster demişlerdi. Hâsıl olması mümkün olmayan şeyi istemeleri ve inâdla nefslerine zulmetmeleri sebebiyle, gökten ateş (yıldırım) gelip onları yakalamış ve yakıvermişti.
Mûsâ (aleyhisselâm), peygamber olduğuna delâlet eden açık mûcizelerle gelmişken, (Hazret-i Mûsâ'nın Tûr Dağı’nda olduğu, yanlarında bulunmadığı sırada) buzağı heykelini ilâh edinmişlerdi de, ona ibâdete başlamışlardı. Buna tevbe etmeleri sebebiyle, kendilerini atfetmiştik ve Mûsâ'ya (aleyhisselâm) açık bir hâkimiyet, saltanat vermiştik.” (Nisâ sûresi: 153)

İsrâiloğullarının sözlerinden dönmeleri:

Rivâyete göre, İsrâiloğulları, başlarındaki dağın, önlerindeki ateşin ve arkalarındaki denizin kaldırılması mukâbilinde kabûl ettikleri şartlara, söz verdikleri esaslara riâyet etmediler. İçlerinden pek azı hariç, hiç biri sözlerinde durmadı.
Mûsâ aleyhisselâm bu azgınlara; eskiden Kıptîler elinde çektikleri eziyetleri, Fir’avn’ın zulümlerini, Allahü teâlânın, kendilerini onlardan kurtarıp daha nice nîmetler ihsân ettiğini, denizde yollar açıp geçirdiğini, selâmet ve rahata kavuştuklarını hatırlatıyor, onlar ise bir türlü isyânlarından vaz geçmiyorlardı.
Mûsâ aleyhisselâmın, kavmine, Allahü teâlânın nîmetlerini hatırlatarak nasîhat etmesi ve bu nasîhatlerinden, söylediği sözlerden bâzıları, âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmektedir: “... (Ey İsrâiloğulları!) Allahü teâlânın size olan nîmetlerini hatırlayın. O sizi, Fir’avn kavminden kurtardı ki, Fir’avn ve kavmi size, azâbın şiddetlisini revâ görüyorlardı. Oğullarınızı boğazlıyorlar, kızlarınızı da, hizmetçi olarak kullanmak üzere alıkoyuyorlar, dokunmuyorlar, onları boğazlamıyorlardı. O şiddet ve sıkıntıda, Allahü teâlâdan size büyük bir imtihân vardı.
Yine hatırlayınız ki, Allahü teâlâ size şöyle bildiriyor: “Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim.”
Yine Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: “Ey kavmim! Eğer siz ve yeryüzünde bulunan insan ve cinnîlerin hepsi, Allahü teâlânın nîmetlerine nankörlük etseniz ve nîmetlerine şükretmezseniz, hiç şüphe yok ki, Allahü teâlâ sizin şükrünüzden ganîdir. (Yâni şükrünüze ihtiyâcı yoktur.) Çünkü, O, zâtında gereği üzere hamde lâyıktır (ve bütün mahlûklar, lisân ile veya hâl ile hep O'nu zikretmektedirler. O hâlde, sizin nîmetlere nankörlük etmenizin zararı yine kendinizedir. Zîrâ nankörlük etmekle, nîmetlerin artmasından kendinizi mahrûm etmiş, hem de azâbın şiddetlisine uğramış olursunuz)” (İbrâhim sûresi: 6-8)
İsrâiloğulları, olmadık suâller sorarak ve olmayacak şeyler isteyerek, her söylenilene çeşitli laflarla îtirâz ederek, Mûsâ aleyhisselâmı çok üzüyorlardı. O ise sabrediyor, kavminin ıslâhına çalışıyordu. Kendini üzmemeleri ve itâat etmeleri husûsunda onlara îkâzda bulunuyor, dikkatli davranmalarına çalışıyordu.
Nitekim Sâd sûresi 5. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Benim, Allahü teâlâ tarafından size gönderilmiş bir peygamber olduğumu bildiğiniz ve bu bilmeniz, bana hürmetsizlikten, bana sıkıntı vermekten sakınmanızı îcâb ettirdiği hâlde, bana niye eziyet ediyorsunuz.”

Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâmın buluşmaları:

“Arais-ül-mecalis” kitabında, Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anhümâ) hazretlerinden rivâyet olunarak şöyle nakledilmektedir: Bir zaman Hazret-i Mûsâ; “Yâ Rabbî! Kullarından hangisi sana daha sevgilidir?” diye suâl etti. Allahü teâlâ; “Beni zikredip, unutmayandır” buyurdu. “Yâ Rabbî, kazâda (hüküm vermede) en sevgili kulun kimdir?” dedi. “Doğru hüküm verip, nefsinin arzularına uymayandır” buyurdu. “Yâ Rabbî, en âlim kulun hangisidir?” dedi. “İlmi, insanlarca çok istenendir. Onun bir sözü benim hidâyetime, men'i de benim men'ime delâlet eder” buyurdu. “Yâ Rabbî! Yeryüzünde benden daha âlim birisi var mı?” dedi. “Evet” buyurdu. “O kimdir, yâ Rabbî” dedi. “Hızır'dır” buyurdu. “Onu nerede bulurum?” dedi. “Sâhilde, balığın suya daldığı kayanın yanında” buyurdu. Böylece balığı, ona işâret ve delil eyledi, ve; “Bu balık dirilince, arkadaşını orada bulursun” buyurdu.
Bir rivâyette de geldi ki: Hazret-i Mûsâ, bir defâsında İsrâiloğullarına gâyet beliğ ve pek te’sirli bir vâz ve nasîhat yaptı. Bunu dinleyenler âdetâ kendilerinden geçip; “Yeryüzünde senden daha âlim bir kimse bilir misin? Böyle biri var mı?” dediler. O da; “Böyle bir kimseyi bilmiyorum” dedi. Allahü teâlâ ona vahyederek buyurdu ki: “İki denizin birleştiği yerde kullarımdan biri vardır. O senden daha âlimdir.” Allahü teâlânın işâret buyurduğu bu zât, Hızır aleyhisselâm idi.
Mûsâ aleyhisselâmHak teâlâya yalvarıp; “Onu nasıl bulurum?” diye suâl edince, cenâb-ı Hak ona; zenbil içine tuzlanmış bir balık koymasını, o balığı kaybettiği yerde (balığın canlanıp denize atladığı yerde) o zâtı bulacağını bildirdi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, Yûşa’ aleyhisselâmı da yanına alıp, zenbil içine tuzlanmış bir balık koyarak yola çıktı. Hızır aleyhisselâmı buluncaya kadar yol yürümeye karar verip, azmetti. Böylece yolculuğa başladılar ve bir müddet yürüdüler. Yûşa’ aleyhisselâma; “Balığın canlanıp, denize gittiği yerde bana haber ver” dedi. Nihâyet iki denizin birleştiği yerde bir kayanın yanına varınca, dinlenmek üzere konakladılar. Başlarını yere koyup uzandılar. Bu sırada zenbil içindeki tuzlanmış ölü balık, canlanıp denize akıverdi. Deniz içinde bir yol tutup gitti. Tuzlu balığın canlanıp, iki denizin birleştiği yerde denize akmasını, Yuşa aleyhisselâm gördü. O anda Mûsâ aleyhisselâm uyuyordu. Fakat Yuşa aleyhisselâm uyanık idi. Bir rivâyete göre de abdest alıyordu. Abdest suyundan, zenbil içindeki tuzlu balığın üzerine damlamış ve balık hemen canlanıp, denize gitmişti. Yûşa’ aleyhisselâm bu hâdiseye hayret edip, Mûsâ aleyhisselâma anlatmayı düşündü. Fakat unuttu. Konakladıkları bu yerde bir müddet uyuduktan sonra, gecenin sonuna doğru yola çıkıp, bir gün bir gece ve bir kuşluk vaktine kadar daha yürüdüler. Kuşluk vakti Mûsâ aleyhisselâm, hizmetinde bulunan Yûşa’ aleyhisselâma; “Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan yorgunluk duymaya başladık” dedi. Bu sırada ilk konakladıkları yer olan iki denizin birleştiği bölgeden epey uzaklaşmışlar ve oraya kadar hiç yorulmamışlardı. Orayı geçip gittikten sonra, yorgunluk duymaya başladılar. Mûsâ aleyhisselâm yiyeceği isteyince, Yûşa’ aleyhisselâmbalığın, daha önce konakladıkları yerde denize gittiğini hatırladı. Bunu daha önce söylemeye karar verdiği hâlde unutmuştu. Bu unutmasına şaşarak; “Biz taşın dibinde dinlendiğimiz zaman, tuzlu balık denize gitti. Bunu size haber vermeyi unuttum” dedi. Hâdiseyi şöyle anlattı: “Siz istirâhat için uzandığınızda, ben abdest alıyordum. Abdest suyumdan sıçrayan damlalar, balığın üzerine düşünce, balık canlanıp zenbilden sıçradı ve denize gitti. Denize gittiği yer, kendine göre bir yol oldu. Bu hâdiseyi size haber vermeyi unuttum.” Yûşa’ aleyhisselâm bu hâdiseyi, Mûsâ aleyhisselâma anlatınca; “Ey Yûşa’ (aleyhisselâm)! İşte senin gördüğün garib hâdise, bizim aradığımız şeydir. Yolculuğumuzun sebebi de, bu hâdisenin vukû bulduğu yere ulaşmaktır. Çünkü aradığımız zâtı, (Hızır aleyhisselâmı) orada bulacağız” buyurdu. Büyük bir neş’e ve sürûr içinde geri döndüler. İzlerine baka baka, dinlenmek için ilk oturdukları ve tuzlu balığın canlanıp denize gittiği yere tekrar geldiler. Yanında dinlendikleri kayaya yaklaştıklarında, bir de baktılar ki, orada hırkasına bürünmüş, mübârek bir zât oturmaktadır. Bu zât, Hızır aleyhisselâm idi. Böylece, Mûsâ aleyhisselâm ona kavuşmuş oldu. Bir rivâyete göre de, oraya vardıklarında, Hızır aleyhisselâm deniz üzerine yeşil bir seccâde sermiş, namaz kılıyor fakat seccâde batmıyordu.
Sonra Mûsâ aleyhisselâm, ona yaklaşıp selâm verince, selâmına cevap verip; “Burada selâm veren bulunur mu? Sen kimsin?” dedi. “Ben Mûsâ'yım” deyince; “Benî İsrâil'in Mûsâ'sı mı?” diye sordu. O da “Evet” cevâbını verdi.
“El-Îsâbe” adlı eserde ise, bu husûsta şöyle rivâyet edilmiştir: “Mûsâ aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâm ile buluşunca; “Esselâmü aleyke yâ Hızır” dedi. O da; “ve aleykesselâm yâ Mûsâ!” buyurdu. Bunun üzerine “Benim, Mûsâ olduğumu nasıl bildin? Sana kim haber verdi” dedi. O da; “Beni sana gösteren, seni de bana haber verdi.” “Yâni Allahü teâlâ bildirdi” dedi.
Bu tanışmadan sonra, Mûsâ aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâma asıl maksadı anlatmak üzere şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın sana ihsân edip, bildirdiği ilimden, biraz öğretmen üzere sana tâbi olayım mı?” Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm; “Yâ Mûsâ! Bende, Allahü teâlânın ihsân edip verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen onu bilemezsin. Sende de Allahü teâlânın sana verdiği öyle bir ilim vardır ki, ben de onu bilemem. (Sen benimle berâber olamazsın ve bende bulunup, sende olmayan ilmim ile yaptığım işlere sabredemezsin)” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; “Beni inşaallah sabırlı bulursun. Senin hiç bir işine müdahale etmem” dedi. Hızır aleyhisselâm ona; “Ben sana hikmetini ve sebebini izâh edinceye kadar, yaptığım işler hakkında bana suâl sormamak şartıyla, benimle berâber olabilirsin” dedi. Mûsâ aleyhisselâm, oraya kadar berâber geldikleri Yûşa’ aleyhisselâmı, İsrâiloğullarının yanına gönderdi. Bundan sonra Hızır aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâm, sâhil boyunca bir müddet yürüdüler.

Bu arada meydana gelen garîb hâdiseler:

Mûsâ ile Hızır (aleyhimesselâm) berâber giderlerken, bir gemiye bindiler. Hazret-i Hızır gemiyi deldi. Sonra giderken yolda karşılaştıkları bir çocuğu tutup boğazladı. Daha sonra da yıkılmak üzere olan bir duvarı tâmir etti. Bunların hepsi ilk bakışta çok garib ve olmayacak şeylerdi. Daha sonra bunların hepsinin hikmetleri anlaşıldı. Onların bu berâberlikleri, Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Hazret-i Hızır'ın gemiyi delmesi, rastladıkları bir çocuğu boğazlaması ve yıkılmak üzere olan bir duvarı tâmir edip düzeltmesinin hikmetleri ve bu menkıbenin tafsîlâtı, İslâm âlimleri tarafından geniş olarak yazılmış olup, Hızır aleyhisselâm maddesinde anlatılmıştır. (Bkz. Hızır aleyhisselâm)
Büyük İslâm âlimlerinin bildirdiklerine ve kitaplarında yazdıklarına göre, Hazret-i Mûsâ'dan farklı olarak Hazret-i Hızır'a ihsân edilen ilim, Ledünnî ilim olup, bu ilim, kimsenin bilemeyeceği, ancak Allahü teâlânın bildirdiklerinin bilebileceği bazı gaybî ilimlerdir. Ledünnî ilim vehbî olup, çalışmak ve çok gayret etmekle ele geçmez, yâni kesbî değildir. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile elde edilebilir. Ancak ihsân edilen kimselerde bulunur. Herkese şâmil değildir.
Peygamberlere (aleyhimüsselâm) bildirilen, vahyedilen ilimler ise, umûma şâmil olan, herkesi alâkadar eden ilimlerdir ve ümmetlerine bildirmeleri için onlara bildirilir. Zâten peygamberler de bunun için vazifelidirler.
Bu sebepledir ki, peygamberlerin ilmi, ilm-i Ledünnî'den üstündür. Buna rağmen Hazret-i Mûsâ'nın Hızır aleyhisselâm ile görüşmek isteyip, onun bildiği Ledünnî ilimden bir miktar öğrenmek istemesinde, ilim için çalışmaya, bir teşvik vardır.
Hazret-i Hızır'ın Ledünnî ilmi bilmesi, onun, şerîat sâhibi ülü’l-azm bir peygamber olan Hazret-i Mûsâ'dan daha yüksek olduğunu göstermez. Mûsâ aleyhisselâm elbette daha yüksek ve pek üstündür.
Bununla berâber, Hazret-i Hızır'ın kendisine ihsân olunan ledünnî ilim ile yaptığı ve zâhiren tuhaf görünen işler de, Allahü teâlânın bildirmesi ve emri ile ve bir hikmete binâen yapılmış olduğundan, yanlış değildir ve onun mes’ûliyeti yoktur.

İnek kurban edilmesi hâdisesi:

Rivâyet edildiğine göre İsrâiloğullarından Âmil İsminde çok zengin birisi, bir zaman öldürülmüş olarak bulundu. Öldürenin kim olduğu bilinmiyordu. Âlimler, öldürenin kim olduğunda ve ne için öldürdüğünde ihtilâf ettiler. Bâzıları dediler ki: İsrâiloğulları içinde zengin bir adam vardı. Bunun fakir bir amca oğlu vardı ve bundan başka da vârisi yoktu. Zengin çok yaşayınca, amca oğlu, malına konmak için onu öldürdü. Bâzıları da dediler ki: Âmil, amcasının kızı ile evli idi. İsrâiloğulları içinde bu kadın gibi hüsnü cemâl sâhibi, yâni güzel bir kadın yok idi. Bu kadınla evlenmek için, kadının bir diğer amcazâdesi, Âmil'i öldürdü. Bulunduğu köyden bir başka köye taşıyıp, orada bıraktı.
Hazret-i İkrime dedi ki: “İsrâiloğullarının bir mescidi vardı. Oniki sıbt (kol) için mescidin oniki kapısı vardı. Öldürülen şahsın cesedi bir kapıda bulundu ve bir başka kapıya sürüklenip çekildi. Bu yüzden şeytan aralarına husûmet (düşmanlık) soktu.” İbn-i Sîrîn dedi ki: “Kâtil onu öldürdü. Sonra taşıyıp, yine kendilerinden birinin kapısına bıraktı. Sabah olunca da, intikâmının ve kanının alınması için dâvâda bulundu.”
Başka bir rivâyette kâtil, onun ölüsünü iki köy arasına bıraktı ve bu iki köy halkı birbirlerine düşman oldular. Ölünün yakın akrabâları, Mûsâ aleyhisselâma gelip, bir takım kimseler getirerek bunlardan dâvâcı oldular ve kısas yâni ölenin yerine bunların öldürülmelerini istediler. Mûsâ aleyhisselâm onları muhâkeme etti. Fakat dâvâ edenler delil ve şâhid getiremediler. Mûsâ aleyhisselâmtereddütte kaldı.
Öldürülen ile kâtil zanlılarının taraflarının arasında, çatışma ve kavga baş gösterdi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmdan, bu öldürülme işini açıklığa kavuşturması için, Allahü teâlâya duâ etmesini istediler. Mûsâ aleyhisselâm da Allahü teâlâdan bunu istedi.
Başka bir rivâyette de şöyle bildirilmiştir: Öldürülen kimse malı çok, cimriliği ise daha çok olan biri idi. Oğlu ve kızı yoktu. Sâdece, kardeşinin iki oğlu yâni iki yeğeni vardı. Bu iki yeğen, pek garib ve muhtâç oldukları hâlde amcaları bunlara hiç bakmazdı. Bu iki genç, amcalarının malına, mîrasına kavuşmak için aralarında anlaşarak, bir gece evine vardılar. Bir bahane ile onu dışarı çıkarıp öldürdüler ve iki köy arasına bir yere bıraktılar.
Sabah olunca, amcalarının en yakınları olarak, görünüşte amcalarını müdâfâa etmeye, ağlayıp sızlamaya başladılar. Böyle bir davranışta bulunmaları, onlardan şüphelenilmesine de mâni oluyordu.
Cesedin bulunduğu yerdeki iki köyün ahâlisi birbirine girdi. Her iki taraf birbirine; kâtilin kendilerinden olmadığını, başka taraftan olduğunu iddiâ ediyorlardı.
Diğer taraftan ölen kimsenin yeğenleri de; “Kâtil bulunup amcamıza kısas olarak onun da öldürülmesine kadar, amcamızın cenâzesini defnetmeyiz...” diye tutturmuşlardı.
İsrâiloğulları, kâtilin bulunması husûsunda Hazret-i Mûsâ'ya mürâcat ettiler. O da Hak teâlâya yalvarıp bunun için duâ etti.
Allahü teâlâ da onlara bir inek kesmelerini emretti. Hazret-i Mûsâ kavmine bunu bildirip; “Allahü teâlâ bir inek kesmenizi emrediyor...” buyurdu. Onlar, kâtilin bulunmasıyla inek kesilmesi arasındaki münâsebeti ve bununla emrolunmalarındaki hikmeti anlayamadıkları için; “Bizimle alay mı ediyorsun? Biz başka şey sorduk. Sen ise bize inek kesmemizi söylüyorsun” dediler. Hazret-i Mûsâ, bunun, Allahü teâlânın emri olduğunu bildirdi ve; “Ben mü’minlerle alay edici birisi olmaktan, Hak teâlâya sığınırım” buyurdu.
İsrâiloğulları, işin mâhiyetini kavrayıp, bu emrin Hak teâlâdan geldiğini iyice anladıklarında, emri yerine getirmek istediklerini bildirdiler.
İsrâiloğullarının gariplikleri, tuhaflıkları burada yine kendini gösteriyordu. Îtirâzvari sözlerine burada da devam ettiler. Hazret-i Mûsâ'ya; “Rabbimizin kesmemizi emrettiği sığır, hangi sığırdır? Ne sûrettedir? Duâ et de bunu da bize bildirsin” dediler.
Allahü teâlâdan vahiy gelerek, o sığırın, ne çok genç ne de çok yaşlı olacağı, orta yaşlı olduğu bildirildi. Bu sefer; “Rabbine duâ et de, kesmemizi emrettiği orta yaşlı sığırın rengini bildirsin” dediler. Allahü teâlâ, o sığırın, bakanların gönlünü çekecek renkte, sarı bir sığır olduğunu bildirdi.
Hikmet ehli zâtlar demişlerdir ki, renkler içinde üç tanesi gönlü çeker. Bu renkler sarı, al ve yeşildir. Yeşil rengi, yerde olursa; al, giyecekte olursa ve sarı, dört ayaklılarda olursa daha güzel görünür.
İsrâiloğulları, böyle bir sığırı aramaya koyuldular. Nihâyet bir yerde, ihtiyâr bir kadının bu târiflere tam uyan bir sığırı olduğunu öğrendiler. Bu kadının, yetim bir oğlu vardı ve başka kimsesi yoktu. Bunların tek geçim kaynağı o ineğin, sütü ve yoğurdu idi.
Kadından bu ineği satın almak istediler. Kadın, başka şeyleri olmadığı için vermek istemiyordu. Almaktan vazgeçmeleri için; “Bu ineği bin akçeye ancak veririm” dedi. Durumu Mûsâ aleyhisselâma haber verdiler. “Ne ücret isterse ödeyip sığırı alın, sâhibini kat’îyyen incitmeyin” buyurdu. Tekrar kadına gelip almak istediklerini nâzikçe söyleyince, kadın bu sefer; “İkibin akçeye veririm” dedi. İsrâiloğulları tekrar Hazret-i Mûsâ'nın yanına gelerek, ücretin çok fazla olduğundan ve kadına da bir şey diyemediklerinden şikayet ettiler. “Yâ Mûsâ! Hak teâlâdan dile ki, biz bu sığırı almayalım. Başka bir sığır bulalım. Zirâ bu sığırı almamız bize çok müşkül oldu. Hak teâlâ keseceğimiz sığırı bize tekrar beyân etsin. Eğer o dilerse biz müşkülâttan kurtuluruz...” dediler.
Mûsâ aleyhisselâm duâ edince, Allahü teâlâ bildirdi ki, o sığır öyle bir sığırdır ki, kendisiyle çift sürülmemiş ve ekin sulamak için koşulmamış olsun. Her maraz ve illetten de uzak olsun. Onlar, bunu haber alınca, bu sıfatların hepsi, ancak bulduğumuz sığırda mevcûttur. Târif edilen sığır ondan başkası değildir dediler ve hemen ihtiyâr kadının yanına gelerek sığırı almak istediklerini bildirdiler. Kadın; “Onbin akçeden aşağıya kat’îyen vermem” dedi. Onlar bu işten iyice darlandılar. Kadına hiç bir şey diyemiyorlardı. İtirâzlarının sonucu böyle sıkıntı olmuştu. Halbuki, emir ilk geldiğinde herhangi bir sığırı boğazlasalardı, emir îfâ edilmiş olacaktı. Fakat üst üste sorularla, sanki bunu istemiyormuş gibi davranınca, mes’ele kendilerine ağırlaştırıldı.
Nihâyet kadın, şöyle bir teklifte bulundu: “Bu sığırı boğazlarsınız. Derisini tulum yapıp çıkarırsınız. Sonra o tulumun dolusu kadar altın vermeyi kabûl ederseniz, ben de sığırı size satmayı kabûl ederim.” İsrâiloğulları yine Hazret-i Mûsâ'ya mürâcaat ettiler. O da; “Her ne pahasına olursa olsun almak gerek” buyurdu.

Öldürülen zengin kimsenin dirilmesi:

Netîcede İsrâiloğulları, daha sonra ücretini vermesek de olur. Şimdi kabûl etmiş görünüp, sığırı alalım. Boğazlarız. Emir yerine gelmiş olur. O zaman da, biz ücretini vermeyiz diye düşünerek kadından ineği aldılar.
Allahü teâlâ, sığır kesildikten sonra herhangi bir parçasının, kimin öldürdüğünde ihtilâf bulunan zengin kimseye vurulmasını (dokundurulmasını), böylece ölünün dirileceğini bildirdi.
İsrâiloğulları sığırı boğazladıktan sonra ücretini vermemek niyetlerinde devam ediyorlardı. Hazret-i Mûsâ; “Ücretini tam ödemezseniz, ölü dirilmez” buyurdu. Çâresiz ineğin derisini tulum olarak yüzüp çıkardılar. Aralarında altın toplayıp, tulumu doldurdular, kadına teslim ettiler.
Bundan sonra, kesilen ineğin dili alınarak öldürülen kimsenin bedenine dokunduruldu. Hâdisenin üzerinden günler geçmiş olmasına rağmen, adam, Allahü teâlânın emri ile, öldürüldüğü bıçak yaralarından kanlar akarak kalkıverdi. Hemen; “Seni kim öldürdü?” dediler. Adam; “Beni, kardeşimin oğulları filan ve filan öldürdü” diyerek isimlerini söyledi. Bundan sonra yine düşüp can verdi. O anda yeğenleri de orada idi. Zengine kısas olarak o iki yeğen de orada öldürüldü.
Bu kıssa hakkında âlimlerin birçoğu buyuruyorlar ki: Bu hâdisede pek çok ibretler vardır. Öldürülen zengin kimsenin dirilmesi için sebep olarak bir sığır kesilmesi emrolundu ki, evvelden sığıra karşı olan meyilleri, gönüllerinde ona karşı ilâh imiş gibi his kalmaya...
İsrâiloğulları, bu hâdisede de görüldüğü gibi, söz dinlemeyen, her emredileni hemen yapmakta, îfâ etmekte tereddüt eden, gevşek davranan, acâib îtirâzcı insanlardı. Böyle olunca, haddini bilmezliklerinin, bildirileni hemen yapmamanın cezâsı olarak, bildirilen bir sığırı bulup satın alıncaya kadar çok zahmetler çektiler.
Öldürülen kimse tenhâda öldürüldüğünden, hâdisenin şâhidi yoktu ve kâtiller bulunamıyordu. Bulunamayınca da bir çok ihtilâflar ve sürtüşmeler ortaya çıkmıştı. Böylece bu da giderilmiş oldu.
Alimler bildirdiler ki, Allahü teâlâ dileseydi, böyle herhangi bir şey istemeden, Hazret-i Mûsâ'ya, kâtillerin kim olduğunu bildiriverirdi. Fakat, bütün İsrâiloğullarının gözleri önünde böyle bir hâdisenin olmasını, yâni ölünün dirilmesini diledi. Böyle dilemesinin bir hikmeti de İsrâiloğulları içinde bâzıları vardı ki, kıyâmet hâllerine, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanırlar, fakat kalblerinden de tereddüt ederlerdi. Acabâ bu nasıl olur derlerdi. Hak teâlâ böyle bir vesîle ile onlara, kullarını yeniden diriltmeye kâdir olduğunu gösterdi.
Zengin adamın öldürülmesinden sonra, kâtilinin bulunmasına çalışırlarken, Allahü teâlânın, bunun için bir sığır kesmelerini emretmesi ve bundan sonraki durum hakkında Bakara sûresi 67-75. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) bir zaman kavmine; Muhakkak ki, Allahü teâlâ bir sığır boğazlamanızı (kesmenizi) emrediyor demişti de, onlar; “Bizimle istihzâ mı ediyorsun, bizi alaya mı alıyorsun?” demişlerdi. Bunun üzerine Mûsâ (aleyhisselâm); “Mü’minleri alaya almakla câhillerden olmamdan Allahü teâlâya sığınırım” demişti.
İsrâiloğulları; “Bizim için Rabbine duâ et de o sığırın durumunu (yaşını) açıkça bize bildirsin dediler. Mûsâ (aleyhisselâm)Allahü teâlâ buyuruyor ki: “O bir sığırdır ki, ne çok yaşlıdır, ne de pek gençtir. İkisinin ortası dinç bir sığırdır. Artık emrolunduğunuz şeyi yapın” dedi.
Yine kavmi, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Rabbinden dile ki, onun rengi nedir? Bize beyân etsin, açıklasın” dediler. O da; “Rabbim, o, bakanlara ferahlık veren hâlis sarı renkte bir sığırdır buyuruyor” dedi.
Onlar tekrar dediler ki: “Rabbinden niyâz eyle de, o nedir, bize apaçık anlatsın. Zirâ bize göre, o vasıfta (yukarıda bildirilen vasıflarda) sığır çok olup, hepsi birbirine benziyor. Bununla berâber, inşaallah, eğer Allahü teâlâ dilerse, kesilmesi istenen o sığırı elbette bulmaya muvaffak oluruz (veya hidâyete erdirilmiş oluruz.)” dediler.” (Tefsîr-i Mevâkıb’da diyor ki: Rivâyet edilmiştir ki, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Eğer Benî İsrâil inşaallah dememiş olsalardı, o sığırı aslâ, hiç bir zaman bulamazlardı” buyurmuşlardır.)
“Mûsâ (aleyhisselâm); “Rabbim buyuruyor ki; “O öyle bir sığırdır ki, ne boyunduruğa koşulup arâzi sürer, ne de ekin sulamak için koşulur. Salmadır. (Aybı kusuru yoktur. Kendi başına gezer.) Renginde hiç karışıklık yoktur, tam sarıdır” dedi. Onlar; “İşte şimdi hakîkati getirdin. (İneğin vasıflarını doğru ve tastamam getirdin)” dediler.
Bunun üzerine emrolundukları sığırı bulup kestiler. Fakat, az kalsın bu işi yapamayacaklardı. (Hemen hemen kesmeyeceklerdi. Çünkü o kadar suâl ettiler, şüphe ve tereddüt gösterdiler ki; emredildikleri işi az kalsın işlemeyeceklerdi ve işlemeyecek bir hâle yaklaşmışlardı. Fakat çok suâlleri sebebiyle, o sığırın bütün şekli, vasıfları bildirilince, îtirâza mecâlleri kalmayıp mecbûren kestiler. Muhalefet edemediler.) Hatırlayın şu vakti ki, hâmisiz bir adamı (Âmil'i) öldürmüştünüz de kâtilinin kim olduğunda birbirinizle atışmış, suçu üstünüzden birbirinizin üzerine atmıştınız. Hâlbuki, Allahü teâlâ sizin gizlediğinizi açığa çıkarıcıdır.
İşte bunun için biz onlara; “Emrimizle boğazladığınız sığırın bir parçasıyla, kâtili bilinmeyen ölüye vurun dedik. (Bunu demekle, kâtili size bildirmeyi murâd ettik.) O sığırın bir âzâsını (dilini), ölüye dokundurdunuz da ölü dirildi ve kâtilini haber verdi. Bunun gibi, Allahü teâlâ ölüleri diriltir ve size, kudretinin kemâlde olduğuna delâlet eden âyetlerini gösterir.
İşte böylece bilesiniz ki, ölü bir kimseyi diriltmeye kâdir olan Hak teâlâ, birçok ölüyü de diriltmeye elbette kâdirdir, gücü yeter. Umulur ki; akıllanırsınız, tefekkür edersiniz. (Allahü teâlânın ölüleri diriltmeye kâdir olduğunu anlarsınız.)
Bundan (ölünün dirilmesi ve kâtilini haber verip tekrar ölmesinden) sonra; sizin kalbiniz, taştan daha şiddetli ve katı oldu. Muhakkak ki taşın öylesi vardır ki, ondan ırmaklar kaynar; öylesi vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır. Öylesi de vardır ki, Allahü teâlânın korkusuyla dağdan aşağı iner (yüksekten aşağı yuvarlanır.) Allahü teâlâ sizin işlediğiniz amellerden gâfil değildir.
Ey mü’minler! (Kendilerine haber verdiğimiz husûslarda yahudilerin) size inanacaklarını mı ümîd ediyorsunuz? Hâlbuki, (Mûsâ aleyhisselâm zamanında) onlardan bir tâife vardı ki, onlar Hak teâlânın kelâmını (yani Tevrât'ı) dinlerlerdi de, akılları aldıktan (anladıktan) sonra, bunu bile bile tahrif ederlerdi. (Tevrât’da Hak teâlânın emrettiği hükümlerin hak olduğunu, kendilerinin yalancı olduklarını bildikleri hâlde, bile bile o hükümleri tağyir eder, yâni değiştirirlerdi.)”

Mûsâ aleyhisselâm ile Kârûn:

Kârûn, Hazret-i Mûsâ'nın ümmetinden, akrabâlarından olup, amcası veya amcasının oğlu olduğu bildirilmiştir. Kârûn, önceleri fakir idi. Fakir iken güzel huylu idi. Tevrât'ı pek güzel okurdu. Hazret-i Mûsâ, buna duâ etti ve kimyâ ilmini öğretti.
Kârûn'un babası Yasher, onun babası Kâhis, onun babası Lâvî, onun babası da Ya’kûb aleyhisselâm idi.
Kârûn, Hazret-i Mûsâ'ya îmân etmeden önce İsrâiloğullarının başında Mısır Fir’avn’ının temsilcisi idi. İdâresi altında bulunanlara zulüm ve eziyet ederdi. Mûsâ aleyhisselâma inandıktan sonra, kendisini ilim ve ibâdete verdi. Ondan pek çok şeyler öğrendi. Hazret-i Mûsâ ve kardeşi Hazret-i, Hârûn'dan sonra, İsrâiloğullarının en bilgilisi idi. Tevrât'ı ezberden ve çok güzel bir şekilde okurdu. Yüzünün güzelliği fevkalâde idi. Bu yüzden ona; “Nur yüzlü” derlerdi. Kırk sene bir dağ başında ibâdet etti.
İblis, insan kılığına girip onunla birlikte ibâdet etmeye başladı. Hattâ ibâdette Kârûn'u geçti. Kârûn, iblîsin bu hâline imrenip, ona hürmet etmeye başladı. Bir gün İblis; “Ey Kârûn! Böyle ibâdet yapmakla, iyi mi yapıyoruz sanki? Baksana, İsrâiloğullarının hastalarını yoklayamıyor, cenâzelerinde bulunamıyoruz” dedi. Bu bahâne ile onu, dağdan indirip, insanların yakınına getirdi. Burada ibâdet etmeye başladılar. Çevrede oturan kimseler, onlara yemek getiriyorlardı. Bu hal, bir müddet böyle devam etti. Sonra iblîs yine; “Ey Kârûn! Başkaları getirip biz yiyoruz. Sanki iyi mi yapıyoruz? Bu hâlimizle, İsrâiloğullarına zahmet veriyor, onlara yük oluyoruz” dedi. Bunun üzerine Kârûn; “Öyleyse ne yapmamız lâzım” diye sorunca, iblîs; “Sâdece Cumâ günü çalışıp, diğer günler ibâdet edelim” dedi. Öyle yaptılar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, iblîs tekrar; “Sanki böyle yapmakla iyi mi ediyoruz?” dedi. Kârûn; “Ne yapalım dersin?” dedi. İblis; “Bir gün çalışıp, bir gün ibâdet edelim. Böylece, sadaka ve hayırda da bulunuruz” dedi. Kârûn şeytanın teşviki ile, dünyâ malı toplamaya başladı ve gittikçe hırslandı. Daha çok mal toplamak gayretine düştü. Mûsâ aleyhisselâmdan kimyâ ilmini öğrenmiş ve hayır duâsına kavuşmuştu. Kavuştuğu bu nîmetlerin kadr ve kıymetini takdir edemeyip, bildiklerini dünyâ malı toplamaya harcetti. İnsanlara hizmet etmeyi hiç aklına getirmedi. Zenginliği ile dillere destan olup, darb-ı mesellere geçti. “Kârûn gibi zengin” sözü, onun sâhip olduğu mal sebebi ile ortaya çıktı. Mallarını hazînelere doldurdu. Hazînelerinin anahtarlarını, kırk katır taşırdı.
Kârûn zengin olunca, fakirliğindeki iyi, güzel hasletleri kaybetti. Azarak taşkınlık yaptı ve haddi ziyâdesi ile aştı. Böylece zulüm ve haksızlık yapmaya başladı. Zînetlerle süslü elbiselerle dışarı çıkar, göğsü ilerde, salınarak kibirle yürür ve elbiseleri yerlerde sürünürdü. Nitekim Kasas sûresinin 79. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kârûn, zînet ve ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı”buyrularak, onun bu hâli haber verildi. Sonradan gördüğü için, altın eyerli beyaz bir ata biner, iki yanına, süslü elbiseler ve zînetlerle donatılmış yüzlerce köle ve câriyeler alır, halka gösteriş yapardı. Bunun da ötesinde İsrâiloğullarına ve Mûsâ aleyhisselâma karşı kibirlenir, işlerine karışarak muvaffak olmalarına mâni olurdu. Fakirleri aşağı görür, mal ve mülkünün çok fazla olmasına rağmen, cimriliğinden, kıyıp birazını bile fakirlere veremezdi. Nâsîhat edenleri, hiç dinlemezdi. Hattâ, duâsı ve öğrettiği ilim sâyesinde, mal ve mülke kavuşmasına vesîle olan Hazret-i Mûsâ'nın sözünün bile, İsrâiloğulları tarafından dinlenmesine tahammül edemez oldu. Hele Mûsâ'nın (aleyhisselâm), kardeşi Hârûn'a (aleyhisselâm) kurban kesme vazifesi (hibirlik) vermesi karşısında artık dayanamadı. Mûsâ'ya (aleyhisselâm) varıp; “Ey Mûsâ! Senin peygamberliğin, Hârûn'un hibirliği var. Benim ise böyle hiç bir şeyim yok. Halbuki ben, Tevrât'ı gâyet iyi okumaktayım. Buna nasıl dayanırım?” dedi. Mûsâ aleyhisselâm cevâbında; “Vallahi, Hârûn'a bu vazife ve makâmı, ben değil, Allahü teâlâ verdi” buyurdu. Kârûn; “Vallahi, bana bir beyân, bir alâmet göstermedikçe, seni bu husûsta tasdik etmem” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarının reîslerini toplayıp; “Bastonlarınızı getirin. Sabahleyin kimin asâsı (bastonu) yeşillenmiş olursa, hibirliğe o lâyıktır” buyurdu. Bastonları toplayıp, getirdiler. Mûsâ aleyhisselâm herkesin ismini, bastonunun üzerine yazdı. Hepsini alıp, Allahü teâlâya ibâdet ettikleri mâbedin içine bıraktı. Bastonlar, sabaha kadar orada dikili kaldı. Sabah olduğunda, Hârûn aleyhisselâmın bastonu kımıldadı ve yeşil yapraklar açtı. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm; “Ey Kârûn! Bunu ben mi yaptım?” buyurdu. Kârûn; “Vallahi, bu, sihirbazlarınkinden daha acâib bir şey değildir” dedi ve kızarak çıkıp gitti. Mûsâ aleyhisselâm da, inananlar ile birlikte oradan ayrıldı. Mûsâ aleyhisselâm, aralarındaki yakınlıktan dolayı ona müdârâ (yâni onu idâre) ederdi. Buna karşılık Kârûn, her zaman Mûsâ aleyhisselâma eziyetten, sıkıntı vermekten geri kalmazdı. Günden güne düşmanlığının şiddetini ve muhâlefetini daha da arttırdı.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, kavmine, elbiselerinin dört bir tarafına gök mavisi renginde bir şerit takmalarını emretmesini bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bütün elbiselerinin, bu renkte olmasını emir buyurmaz mısın? Çünkü İsrâiloğulları, bu şeritleri beğenmezler” dedi. Hak teâlâ; “Ey Mûsâ! Benim emirlerimin küçüğü olmaz” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını çağırdı ve onlara; “Allahü teâlâ, gördüğünüz zaman kendisini hatırlamanız için, elbiselerinize gök renginde şeritler takmanızı emrediyor” dedi. İsrâiloğulları, emrolunduğu şekilde yaptılar. Kârûn böbürlenip, bu emire itâat etmedi. Üstelik; “Bu işi, başkalarından ayırmak için efendiler kölelerine yapar” dedi.
Kârûn'un yaptıkları ve müslümanların ona nasîhatleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Kârûn, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) kavmindendi. Fakat o, onlara (İsrâiloğullarına karşı, mal sebebi ile zulüm ve kötülükte bulunup, Hazret-i Mûsâ'ya muhâlefet ederek ona) karşı azgınlık etmişti. Biz ona, anahtarlarını taşımak bile, güçlü kuvvetli bir cemâate ağır gelen hazîneler verdik. O vakit kavmi (nden müslüman olanlar) ona şöyle dediler: “(Ey Kârûn!) Dünyâ malı ile şımarma! Çünkü Allahü teâlâ dünyâ malı ile şımaranları sevmez.” (Kasas sûresi: 76)
Dünyâ malı ile şımarmak ve dünyâya gönül bağlamak, ona sımsıkı sarılmak, insanı âhıretten alıkoyar. Dünyâ malı ile şımarmak, dünyâya muhabbet beslemenin netîcesidir. Halbuki dünyâ lezzetleri ve zevkleri geçici olup, kısa zamanda elden çıkarak yok olur. Büyüklerden biri şöyle buyurdu: “Dünyâya meyledenden başkası, onunla şımarmaz. Fakat, dünyâdan çok kısa zamanda ayrılacağını bilen kimse, dünyâ malı ile (dünyâlık ile) aslâ şımarmaz.” Böyle insanları Allahü teâlâ sevmez. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Dünyâ malı ile şımaranları Allahü teâlâ sevmez” buyrulmaktadır. (Kasas sûresi: 76) Çünkü dünyâ süsü ile şımarmak, Allahü teâlânın sevgisine mânidir. Mü’minler, Kârûn'a nasîhatlerinin devamında; Allahü teâlânın sana verdiği zenginlik ve servet ile, âhıret yurdunu (yani Cennet’i) iste! “Onu tâate sarf eyle. Allahü teâlânın sana verdiği servet ile âhıreti elde etmeye çalış. Çünkü asıl maksat odur” dediler.
Âyet-i kerîmenin zâhirî, Kârûn'un âhırete inanan biri olduğunu bildirmektedir. Âyet-i kerîmede, malın; insanın Cennet’e ve tevâzû yoluna girmesine vesîle olması için sarfedilmesi istenmektedir.
Müslümanların, Kârûn'a yaptığı nasîhati bildiren âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Dünyâdan da nasîbini unutma!” buyruldu. (Kasas sûresi: 77) Burada birkaç husûs vardır:
1- Kârûn, tamâmen dünyânın zevk ve lezzetlerine dalmıştı. O, bundan men edildi.
2- Önceki âyet-i kerîmede; malını âhıret için sarfetmesi emredilirken, bu âyet-i kerîme ile, dünyâdan mubah yollarla faydalanmada bir mahzur olmadığı bildirildi.
Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmeye dayanarak, şunları bildirmişlerdir.
a) Dünyâda âhıret için amel yapmayı terk etme! Sıhhat, kuvvet, gençlik ve zenginliğini unutma! Onlarla âhıretini kazanmaya çalış. İnsanın dünyâdan nasîbi; Allah yolunda yaptığı harcama ile verdiği sadakalardır. Yoksa yiyip içtikleri, giyip eskittikleri değildir.
b) Dünyâdan kendinin ve ehlinin rızkını unutma!
Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; Allahü teâlânın sana ihsân ettiği gibi, sen de O'nun kullarına (mal ile) ihsân et” buyruldu. (Kasas sûresi: 77) Mal ile ihsânın içerisine; mal ve mevki ile yardım etmek, güler yüz göstermek, iyi karşılamak ve iyi olarak anmak da dâhildir. “Allah'ın sana ihsân ettiği gibi” meâlindeki âyet; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım” meâlindeki âyet-i kerîmeye tenbih içindir. Yine aynı âyet-i kerîmenin devamında, Allahü teâlâ meâlen; “Yeryüzünde fesâd arama, isteme. Çünkü Allahü teâlâ, fesâd çıkaranları sevmez” buyurdu. (Kasas sûresi: 77) Allahü teâlâya âsî olan herkes, yeryüzünde fesâd talep etmiş olur. Tefsîr-i Kebîr’de, fesâd ile, Kârûn'un zulüm ve taşkınlığının murâd olunduğu bildirilmiştir.
Kârûn, mü’minlerin yaptığı bu nasîhatleri kabûl etmedi. Şımarıklığının yanında, Allahü teâlânın kendisine verdiği nîmetlere nankörlüğünü git gide arttırdı. O dereceye geldi ki, utanmadan nîmeti kendinden bildi ve âyet-i kerîmede meâlen şöyle dediği bildirildi: “Bu servet, bana ancak bende olan ilim mukâbilinde verilmiştir” dedi. Âyet-i kerîmenin devamında Allahü teâlâ, meâlen; “O (madem ki âlimdi), kendisinden önce geçen asırlardaki nesillerden kuvvetçe ondan daha üstün, cemiyetçe (malca, yahut cemâatçe, sayıca) daha çok olan kimseleri, Allahü teâlânın hakîkaten helâk etmiş olduğunu bilmedi mi?” buyurdu. Âyet-i kerîmede, kuvveti ve malının çokluğu ile mağrur olması kınanmaktadır. Halbuki o, kendisi gibi, hattâ, kendisinden daha zengin, güçlü ve kuvvetli olanların hâllerini Tevrât’da okumuş, târihçilerden dinlemişti. O, kendisini helâkten koruyacak faydalı ilmi bilemedi. Bildiğini iddiâ ettiği ilim, onu helâk olmaktan koruyamadı. Sehl-i Tüsterî hazretleri şöyle buyurdu: “Nefsine bakan, ona kıymet veren kimse felâh bulmaz, onun hâli iyi olmaz. Sa’îd yâni âkıbeti iyi kimsede, sözleri ve işleri sebebiyle ucb (kendini beğenme) olmaz. Bu sebeple Allahü teâlâ, işlerinde ve sözlerinde, lütfunu ve ihsânını ona gösterir. Şakî yâni âkıbeti kötü kimse ise; işlerini, sözlerini ve hâllerini güzel görür. Allahü teâlânın kendisine lütûf ve ihsânda bulunduğunu görüp bilemez. Bundan dolayı, işlerini, sözlerini ve iyi hâllerini kendinden bilerek övünür. Bu hâllerini, nefsine nispet ederek, onların kendisinde bulunan fazîletlerden dolayı olduğunu zanneder. Sonunda, Kârûn gibi, bir gün yerin dibine geçirilir.”
Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “(Kıyâmette) mücrimlerden günâhları sorulmaz” buyruldu. (Kasas sûresi: 78)
“Kârûn, zînet ve ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayâtını arzu edenler; “Ne olurdu, Kârûn'a verilen (servet) gibi, bizim de olsaydı. O, hakîkaten büyük nasîb sâhibidir dediler. Kendilerine (berekete ve âhıret hâllerine dair) ilim verilenler de; Yazıklar olsun size! Îmân edip, sâlih amel işleyenlere Allahü teâlânın verdiği sevâb, (Kârûn'un malından ve dünyâdan) daha hayırlıdır. Bu sevâba ancak günâhlardan sakınıp, tâate sabredenler kavuşur dediler.” (Kasas sûresi: 79-80)
Dünyâya gönül bağlamış olanlara, bu sözü, Yûşa’ aleyhisselâm ve eshâbı gibi, ilim ve mârifet sâhibi dindar kimseler söylemişlerdir. Çünkü sevâb, pek kıymetli olup, dâimî olan Cennet nîmetlerine sebep olur. Halbuki; mal, mülk, servet gibi nîmetler, sevâba benzemez. Bunların yüzünden insana zarar gelebilir. Üstelik mal, mülk ve servet geçici ve iğretidir.
Kârûn, Mûsâ aleyhisselâma muhâlefette daha da ileri gidip, altından binâ yaptı. Orada yemekler hazırlatıp ziyâfetler vererek, İsrâiloğullarını yanına çekmeye çalıştı. Onlardan bir kısmı, ona iltifât etmeye, ziyâfetlerine gitmeye, sözlerine kanmaya başladı. Onun şatafat ve malına imrenip, onun gibi zengin olma hülyalarına düşenler oldu. Hattâ bâzıları onun emrine girerek, dediğinden çıkmaz oldular.
Mûsâ aleyhisselâm ona nasîhat ederek, yaptıklarına son vermesini istedi. Allahü teâlâdan zekât emri gelinceye kadar bu hâl böyle devam etti. Allahü teâlâ, mü’minlere zekâtı farz kılınca, Mûsâ aleyhisselâm, Kârûn'a, vereceği zekâtın miktarını söyledi. Fakat Kârûn eve dönüp, mal ve parasını hesap edince, vereceğini çok buldu. Nefsi, bunu vermeye yanaşmadı. İsrâiloğullarından nefsine uyanları toplayıp; “Mûsâ'nın her dediğine itâat ettiniz, ama o, şimdi, mal ve paralarınızı almak istiyor” dedi. Onlar; “Sen bizim büyüğümüz ve efendimizsin, ne yapmamızı istersen, söyle yapalım” dediler. “Size emrim, filan fâhişeyi buraya getirin. Mûsâ benimle zinâ etti desin, ona bahşiş verelim. Bunu yapınca, İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma baş kaldırırlar, biz de kurtuluruz” dedi. Fahişeyi getirdiler. Kârûn, ona bin dirhem gümüş (akçe) verdi. Bin altın, hattâ bir tas altın verdi diyenler de oldu. Ve sonra ona; “Senin koruyucun benim, seni benim hanımlarımla birlikte bulunduracağım. Ama yarın, İsrâiloğullarının gözü önünde, Mûsâ benimle zinâ etti diyeceksin” dedi. Ertesi gün olunca, Kârûn, İsrâiloğullarını topladı. Sonra Mûsâ aleyhisselâma geldi. “İsrâiloğulları toplandı, seni beklerler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını dinlerinin esaslarını, şerîatlarının hükümlerini onlara bildir” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, onların yanına gitti. Anlatmaya başladı. “Hırsızlık yapanın, elini keseriz; iftirâ edene, seksen sopa vururuz; zinâ eden bekâr kimseye, yüz sopa vururuz; evli olan kimse zinâ ederse, ölünceye kadar onu taşlarız” buyurdu. Kârûn; “Ya bu işi sen yapmış olursan?” dedi. Mûsâ aleyhisselâm; “Ben de yapsam durum aynıdır!” buyurdu. Kârûn; “İsrâiloğulları, senin filan kadınla düşüp kalktığını söylüyorlar” dedi. “Ben mi?” buyurdu. “Evet” dedi. “Onu çağırın bakalım ne diyor? Şâhidlik ederse, yahut îtirâf ederse, dediği gibidir” buyurdu. Çağırdılar. Gelince, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Ey kadın! Ben sana, bunların dediği gibi bir şey yaptım mı?” buyurdu. Sonra peygamberlik nûru ile ona bakıp; “Mûsâ'ya ve İsrâiloğullarına denizi yarıp yol yapan ve Mûsâ'ya Tevrât'ı indiren Allahü teâlâ hakkı için doğru söyle” dedi. Allah için doğruyu söylemesine yemîn verince, Allahü teâlâ kadına tevfîk ve yardım verdi. Kadın kendi kendine; “Bugün tevbe ile söze başlamam, Allah'ın peygamberine eziyet etmemden iyidir” diye düşündü ve; “Hayır, onlar yalan söylüyorlar. Ama Kârûn bana, benimle zinâ ettiğin iftirâsını söylemem için çok para verdi” dedi. Bu sözleri söyleyince, Kârûn şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Orada bulunanları bir müddet sessizlik kapladı. Mûsâ aleyhisselâm hemen secdeye kapandı. Hem ağlıyor, hem de; “Yâ Rabbî! Senin düşmanın bana eziyet etti, beni rezil ve rüsvâ etmek isteyip, çirkin bir fiille beni suçladı. Ey Allah'ım, onun cezâsını ver” diyordu. Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'ya başını secdeden kaldırmasını emir buyurdu. Yere de, Mûsâ aleyhisselâmın isteğine uymasını emretti. Mûsâ aleyhisselâm; “Ey İsrâiloğulları! Allahü teâlâ beni Fir’avn'a gönderdiği gibi, Kârûn'a da gönderdi. Ona uyan onunla kalsın, benimle olan ondan ayrılsın” buyurdu. İki kişi hariç hepsi Kârûn'dan ayrıldı. Sonra Mûsâ aleyhisselâm; “Ey toprak! Onları yut” buyurdu. Dizlerine kadar yuttu. “Ey toprak! Onları yut” dedi. Bellerine kadar yuttu, Sonra; “Ey toprak! Onları yut” buyurdu. Boyunlarına kadar yuttu. Sonra; “Ey toprak! Onları yut” buyurdu. Toprak onları içine alıp, kapandı. Böylece yerin dibine geçtiler. Kârûn ve arkadaşlarından hiçbir eser kalmadı.
Allahü teâlâ, Kârûn'u ve iki arkadaşını yere geçirince, İsrâiloğulları, kendi aralarında fısıldaşıp; “Mûsâ aleyhisselâm, Kârûn'un evini, mal ve hazînelerini elde etmek için ona bedduâ etti” dediler. Mûsâ aleyhisselâm, bunun üzerine Allahü teâlâya duâ edip, evini, malını ve hazînelerini de yere geçirmesini istedi. Bunun üzerine, Hak teâlânın emriyle Kârûn'un sarayı, mal ve hazîneleri de yerin dibine geçti. Nitekim Allahü teâlâ, Kasas sûresi 81. âyetinde meâlen; “Nihâyet biz onu (Kârûn'u) ve sarayını yere geçiriverdik. Artık Allahü teâlânın azâbından onu kurtarmağa yardım edecek hiçbir cemâati da yoktu. Kendisi de o azâbı men etmeye kâdir değildi” buyurdu.
Kârûn helâk olunca, Mûsâ aleyhisselâmın nasîhat edip, Allahü teâlânın azâbıyla korkuttuğu mü’minler, Allahü teâlâya hamd ettiler. Önceden Kârûn'un malını, saltanatını ve yaşayışını temennî edenler, pişman oldular. Allahü teâlâ bunu bildirerek, aynı sûrenin 82. âyetinde meâlen; “Dün onun mal ve saltanatını temennî edenler; “Vay, demek ki, Allahü teâlâ dilediği kimsenin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allahü teâlâ bize lutfetmeseydi, bizi de yere batırmıştı. Vay, demek hakîkat şu ki, kâfirler aslâ kurtulmayacak” demeye başladılar” buyurdu.
Allahü teâlâ, peygamberi Mûsâ aleyhisselâmı ve mü’minleri her belâ ve sıkıntıdan kurtardı. Düşmanları olan Fir’avn'ı, Hâmân'ı ve Kârûn'u helâk eyledi. Nitekim Ankebût sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kârûn'u Fir’avn'ı ve (onun veziri) Hâmân'ı da helâk ettik. Gerçekten Mûsâ (aleyhisselâm), onlara apaçık delillerle gelmişti de, onlar yeryüzünde kibirlenip baş kaldırmışlardı (iman etmemişlerdi). Azâbımız onlara ulaşıp kurtulamadılar” buyurdu.
Allahü teâlâ, Kasas sûresinin 83. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “İşte âhıret yurdu! Biz onu yeryüzünde tekebbür ve fesâd istemeyenlere veririz. Akıbet (Cennet)müttekîlerindir” buyurdu. Yâni, güzel akıbet; emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmak sûretiyle, Allahü teâlânın azâbından korkan kimseler içindir. Yâhud, müttekîlerin âkıbeti, Cennet’te yerleşmektir.
Kârûn'un, bu şekilde mal ve mülkü ile birlikte batırılışının belli başlı sebepleri şunlardır:
1- Fakirliğinde tevâzû, zühd ve takvâ üzere iken, zengin olunca, mal ve mülküne kibirlenerek, onların kendisini kurtaracağını zannetmesi. Bu şekilde mal ve servet ile kibirlenmek, İslâm âlimlerinin eserlerinde şöyle izâh buyrulmuştur:
Mal ve servet ile kibirlenmek, hükümdârlar ile zengin tüccarlarda görülür. Hükümdârlar, hazînelerinin dolu olmasından, tüccarlar da, sermâye ve servetlerinin çokluğundan öğünürler. Mal, mülk sâhibi olan bir kısım kimseler, birbirlerine; “Benim çiftliğim seninkinden çok, elbisem daha mükemmel, atım, arabam seninkinden daha kıymetli” gibi sözler söyleyerek öğünürler. Buna benzer sözlerle zenginler, fakirlere üstünlük taslar ve onları hakir görerek; “Ben istesem seni toptan satın alırım, hattâ seni hizmetçiliğe bile kabûl etmem, sen kim oluyorsun? Cürmün ne ki hükmün n’ola? Benim arabamın tekerleri seni satın alır. Senin bir yılda yiyemediğini, ben, bir günde sadaka olarak dağıtırım” şeklinde laflar söylerler. Bütün bu sözleri, zenginliği üstün, fakirliği aşağı gördükleri için sarf ederler. Halbuki bu sözler, onların, fakirliğin fazîletini, zenginliğin âfetlerini bilmediklerindendir. Mal ve mevki ile övünmenin değersiz olduğu, Kehf sûresinde beyân buyrulmuştur. “(Arkadaşına);Benim malım seninkinden fazla, cemâatim de (evlatlarım, hizmetçilerim veya aşiretim de) daha üstündür” dedi. (Arkadaşı da ona); “Eğer mal ve evladca beni kendinden aşağı görüyorsan, umarım ki Rabbim (îmânım cihetiyle) bana, senin bahçenden daha hayırlısını verir ve seninkinin üzerine (küfrün sebebiyle) gökten bir belâ gönderip, ayak kayacak düz toprak olur. Yâhud bahçenin suyunu yere batırır da bir daha bulamazsın!” (Kehf sûresi: 39-41)
Allahü teâlâ onların aralarında geçen bu ibretli konuşmaları beyân buyurduktan sonra, mal ve mülkü harâb olunca pişman olup, “Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım” (Kehf sûresi: 42) diyeceğini bildirdi. Kârûn'un kibirlenmesi de mal ve mülküne güvenmesindendi. Bu husûs, Kasas sûresi 79. âyet-i kerîmesinde bildirilmiştir.
Bir gün Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), bir zenginin yanına bir fakirin oturduğunu ve buna memnun olmayan zenginin, eteklerini topladığını görünce; “Yoksulluğunun sana ulaşacağından mı korktun?” buyurdu. O zenginin bu davranışı, malıyla kibirlenmesindendi.
Bu hastalığın tedâvisi, servetin afetlerini, ondaki kul haklarını ve gâilelerini düşünmektir. Yoksulluğun fazîletini, Cennet’e ilk önce fakirlerin gireceklerini ve kendisinden çok daha fazla mala sâhip, nice zenginlerin bulunacağını düşünerek, ucb ve kibrini kırmalıdır. Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem); “Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” buyurduğunu hatırlamalıdır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hadîs-i şerîfi ile, malıyla böbürlenenlerin cezâlarına işâret buyurmuştur.
Eshâb-ı kirâmdan olan Ebû Zer (radıyallahü anh) şöyle anlatır: “Bir gün Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mescide girmiştik. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem“Başını kaldır” buyurdu. Ben de başımı kaldırdım, güzel elbise giymiş bir kimse gördüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tekrar; “Başını kaldır” buyurdu. Bu defâ da eski elbise giymiş bir kimse gördüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Ey Ebû Zer! Şu eski elbiseli, o yeni elbiseliden yer dolusu kadar hayırlıdır” buyurdu.
Bunlar ve daha nice haberler, Allahü teâlâ katında, mala düşkün olan zenginlerin hakîrliğini ve îmânlı, sabırlı fakirlerin şerefini anlatmaktadır. Bunları bildikten sonra bir mü’min için serveti ile ucb edip, kibirlenmek düşünülür mü? Hattâ bütün bunları bilen bir müslüman, serveti helâlinden kazanarak meşrû yola sarf edip edemediği ve eline geçen malın hakkını verip veremediğini düşünerek dâimâ korku içerisinde olur.
2- Kârûn; şerrinden müslümanları korumak, doğru yolda gitmesine vesîle olmak için Mûsâ aleyhisselâmın müdârâ (idâre) ettiği bir kimseydi. Onun yaptığı bütün eziyetlere, kendisine verdiği sıkıntılara hep sabrederdi. Kendisine veya başkalarına zarar gelme korkusundan dolayı, iyiliği emretmek ve haramı men etmek mümkün olmazsa, böyle fitneye mâni olmak için susmaya, müdârâ etmek denir. Kalbi, haramı men etmek istediği hâlde, müdârâ yapmak câizdir. Hattâ, sadaka sevâbı hâsıl olur. Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır. Talebeye ders verirken de, müdârâ yapılır. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsanlar, üç kısımdır: Bir kısmı, gıdâ gibidir. Herkese, her zaman lâzımdır. İkinci kısmı, ilaç gibidirler, ihtiyaç zamanında lâzım olurlar. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır.” Müdârâ, câizdir. Bazen da müsteâb olur. Evinde zevcesine müdârâ etmeyen kimsenin, rahatı, huzûru kalmaz. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), bir misâfir geldi; “İçeri alınız! O, kötü bir insandır” buyurdu. İçeri girince, onunla tatlı ve neşeli konuştu. Gidince, yumuşak konuşmasının sebebi sorulunca; “Kıyâmette, en kötü yerde bulunacak kimse, dünyâda zararından korunmak için ikrâm olunandır”buyurdu. Hadîs-i şerîfte; “Sıkılmadan açıkça haram işleyen kimseyi gıybet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şeklini almamalıdır” buyruldu. Müdârâ, dîni veya dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfâatinden vermektir. Müdâhene, dünyâ ele geçirmek için dinden vermektir. Zâlime müdârâ ederken, kendisi ve zulümleri medh olunmaz.
3- Kârûn'un kötülüklerinden biri de mal ve mevkî husûsunda çok hırslı olmasıydı. Hazînelerinin yalnız anahtarlarını kırk katır taşırdı. Bu kadar zengin olmasına rağmen, yine de malını çoğaltmaya bakar, Mûsâ aleyhisselâmın istediği zekât husûsunda âdetâ pazarlığa girişirdi. Emredilen zekât, çok az bir miktarda olmasına rağmen, onu da vermek zor geldi. Bütün bunların yanında, bir de, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn gibi İsrâiloğullarına hükmetmek, reîs olmak sevdâsına düştü. Hazret-i Mûsâ'ya varıp, makâm ve mevki istemeye kalktı. Arzusuna kavuşamayınca da, İsrâiloğulları içinde fitne çıkarmağa kalkıştı. Sonra da mal ve mülkü ile berâber yerin dibine geçti. O, mal ve mevkîyi faydası için istediğini zannediyordu. Halbuki onun, isteyip de sâhip olduklarının hiçbirisi ona fayda vermedi. Nitekim hadîs-i şerîflerde mal ve şöhret hırsının zararları husûsunda şöyle buyruldu:
“İki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur.”
“İnsana zarar olarak, din ve dünyâ işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir.” Yâni, insanın din veya dünyâ işlerinde şöhret sâhibi olması, dînine de, dünyâsına da çok zarar verir.
“Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabahatlerini kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur.”
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzusu, insanlarda üç şeyden hâsıl olur: Birinci sebep, nefsin arzularına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehâb olan sadaka vermek için ve hayrât, hasenât yapmak için yahut mübâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yemek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, rahat ve mes’ûd yaşamak için veya mazlumları zâlimlerden kurtarmak için yâhut ibâdetlerine manî olacak şeylerden kurtulmak için ve İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevki sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ gibi ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmazsa ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî sâhibi olması câizdir, hattâ müstehâbdır. Çünkü câiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepler, vâsıtalar yapmak da, câiz ve lâzım olur. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde, iyi insanların nasıl olacağını bildirirken, bunların; “Müslümanlara imâm olmak istediklerini” de bildirmektedir. Önceki dinlerde bildirilen ve red edilmeyen haberler, bizim dînimizde de mûteberdir.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmayı, bir sene devamlı gazâ etmekten daha çok severim.”
“Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmaktan daha iyidir.”
Mevkî sâhibi olmağı istemenin sebeplerinden üçüncüsü, nefsini eğlendirmektir. Nefs, maldan olduğu gibi, mevkîden de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa, nefsi, lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz ise de, takvânın, himmetin az olduğunu gösterir. Mevkî elde ettikten sonra, insanların gönüllerini kazanmak için, riyâ ve müdâhene ve gösteriş yapmasından korkulur. Hattâ, münâfıklık ve hakkı bâtıl ile karıştırmak ve hattâ hîle ve yalan gibi tehlikeli hâller de olabilir. Helâl ile haram karışık olan şeyi yapmamak lâzımdır. Mevkî sâhibi olmanın bu üçüncü sebebi, haram değil ise de, iyi olmadığı için, ilâcını bilmek ve yapmak lâzımdır. Önce mevkînin geçici olduğunu ve zararlarını, tehlikelerini düşünmelidir. Kârûn'un helâk olmasının sebeplerinden biri de, zekât vermekten çekinmesi, Hazret-i Mûsâ'nın bu husûstaki bütün nasîhatlerine kulak tıkamasıydı.
İslâm âlimleri, dînimizin beş şartından biri olan zekâtı vermeyenler hakkında kitaplarında çok şeyler yazmışlar, eserlerinde onların dünyâ ve âhırette düçâr olacakları cezâları, geniş geniş izâh etmişlerdir. Bunlardan Muhammed Rebhâmî hazretleri, “Riyâd-ün-nasihin” adlı eserinde şöyle yazmaktadır: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), vedâ haccında buyurdu ki: “Malınızın zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin; orucu, haccı, cihâdı ve îmânı yoktur!” Yâni, zekât vermeği vazife bilmez, farz olduğuna inanmaz, vermediği için üzülmez, günâha girdiğini bilmezse, îmânsız olur. Senelerce zekât vermeyenlerin zekât borçları birikerek, bütün malını kaplar. Malı kendinin sanıp, müslümanların o malda hakkı olduğunu hatırına bile getirmez. Kalbi hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı sarılmıştır. Böyle kimseler, müslüman olarak tanınır. Fakat bunlardan, îmânını kurtaran pek nâdir olur. Zekât vermek, Kur'ân-ı kerîmin otuziki yerinde, namazla birlikte emredilmektedir. Tevbe sûresi 34. âyetinde, böyle kimseler için meâlen; “Malı, parayı, biriktirip zekâtını, müslüman fakirlerine vermeyenlere çok acı azâbı müjdele!” buyruluyor. Bu azâbı, bundan sonraki âyet-i kerîme meâlen şöyle bildiriyor: “Zekâtı verilmeyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sâhiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi bastırılacaktır.”
Ey mağrur zengin! Dünyânın çabuk geçip gidici malı, parası, seni aldatmasın! Bunlar, senden önce, başkalarının idi. Senden sonra da, başkasının olacak. Cehennem’in şiddetli azâbını düşün! Zekâtını ayırıp vermediğin o mal, uşrunu vermediğin o buğday, hakîkatte zehirdir. Malın hakîkî sâhibi, Allahü teâlâdır. Zenginler, O'nun vekilleri, me’murları demektir. Vekillerin, Allahü teâlânın borcunu fakirlere vermesi lâzımdır. Zerre kadar iyilik eden, iyiliğini bulacaktır. Hadîs-i şerîfte; Allahü teâlâ iyilik edenlere, karşılığını elbette verecektir” buyruldu. Haşr sûresi, 9. âyet-i kerîmede meâlen; “Zekâtını veren, elbette kurtulacaktır” diye müjdelendi. İmrân sûresi 180. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlânın ihsân ettiği malın zekâtını vermeyenler, iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını sanıyor. Halbuki, kendilerine kötülük yapmış oluyorlar. O malları, Cehennem’de azâb âleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar onları sokacaktır” buyruldu. Kıyâmete ve Cehennem azâbına inanan zenginlerin; mallarının zekâtını, tarla mahsüllerinin, meyvelerinin uşrunu vererek, bu azâblardan kurtulmaları lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Zekât vererek, malınızı zarardan koruyunuz” buyruldu. “Tefsîr-i Mugnî”de diyor ki: “Kur'ân-ı kerîmde üç şey, üç şeyle berâber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabûl olmaz: Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) itâat edilmedikçe, Allahü teâlâya itâat edilmiş olmaz. Ana ve babaya şükredilmedikçe, Allahü teâlâya şükredilmiş olmaz. Malın zekâtı, verilmedikçe, namazlar kabûl olmaz.” Ey, gaflet şarâbının sarhoşu! Dünyânın zevk ve safâsı peşinde daha ne kadar koşacaksın? Bu kıymetli ömrü, ne zamana kadar ziyân edeceksin? İslâmiyetin emir ve yasaklarına aldırış etmezsin! Azrâil aleyhisselâmın gelip, canını zorla alacağı, ecel arslanının pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına geleceği, şeytanın, îmânını çalmak için kasd edeceği, dostlarının; “Vah vah öldü, siz sağ olun” diye evlâdına tâziye edecekleri vakti düşün! Firâk sesi gelip; “Bize yarayan bir şey yapmadın. Hep beğenmediklerimizi işledin. Biz de sana, senin bize yaptığın gibi yaparız” diyecekleri zamandan korkmuyor musun?
Düşün, kabir ve âhıret suâllerine ne cevap hazırladın? Allahü teâlânın tekdîrine ne bahâne yapacaksın? Kendine acı! Suâle çekileceksin. Halbuki, verecek cevâbın yok. Cehennem’e girersen, ateşine dayanamazsın. Kendine ve herkese öyle iyilik et ki, başkası iyilik yapınca, sen yaptın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük etme ki, başkasına bir fenâlık yapınca, sen yaptın sanmasınlar.
“Sahîh-i Müslim”deki bir hadîs-i şerîfte; “Ey Âdemoğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan; yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek, sonsuz yaşattığındır” buyruldu. Eğer malını seviyorsan, niçin düşmanlarına bırakıp da gidiyorsun. Sevdiğinden ayrılma, berâber götür! Hepsini veremezsen, bâri kendini de, bir vâris yerine koyup, hisseni âhıret yolunda gönder. Bunu da yapamazsan, bâri, zekâtını ver de, azâbdan kurtul! Hiratlı üstâd, Hace Abdullah-i Ensârî diyor ki: “Malı seviyorsan, yerine sarf et de, sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de, yok olsun!”
Ferîdüddîn-i Attâr (rahmetullahi aleyh), “Tezkire-i evliyâ” kitabında anlatır; Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında idi. Mektepten gelince, babasını ağlıyor görüp sordu. Babası; “Bugün, zekât olarak, dayın Sırrî-yi Sekatî'ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip, almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum” dedi. Cüneyd; “Babacığım, o parayı ver, ben götüreyim” deyip, dayısına gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı kim olduğunu sorunca; “Ben Cüneyd’im. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al!” dedi. Dayısı; “Almam” deyince, Cüneyd; “Adl edip, babama emreden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!” dedi. Sırrî; “Babana ne emretti ve bana ne ihsân etti?” dedi. Cüneyd; “Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni fakir yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi” dedi. Bu söz, Sırrî'nin hoşuna gidip; “Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl ettim” dedi. Kapıyı açıp parayı aldı.
Kârûn'un yaşayışı, doymak bilmeyen dünyâ arzusu, Mûsâ aleyhisselâmın emirlerine uymaması ve onun gibi olanların başına gelen felâketlerde, bütün insanlar için ibret alınacak dersler vardır.

Erîha beldesinde bulunan Amâlikalılar ile harb etme durumu:

Bilindiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğulları ile berâber, dedelerinin asıl memleketi olan Ken’ân diyârına gitmek üzere Mısır'dan çıkmışlardı. Allahü teâlâ onlara, Arz-ı mev’ûd denilen yerde yerleşmeyi nasîb edeceğini vâdetmişti.
O zamanlarda, o beldelerde zâlim ve zorba bir kavim olan Amâlikalılar vardı. Bunlar, iri cüsseli ve kuvvetli kimselerdi.
Allahü teâlâ, zâlim ve zorba olan Amâlika kabîlesini (kavmini) helâk edip, Arz-ı mev’ûdu (Şam ve Filistin diyârını), İsrâiloğullarına vatan kılacağını Mûsâ aleyhisselâma bildirmişti.
Allahü teâlâ, İsrâiloğullarına, bu bölgede bulunan Erîha beldesine (şehrine) gidip yerleşmelerini emretti. Mûsâ aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki; “Yâ Mûsâ! Ben, Erîha'yı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım, takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harb et! Muhakkak ki, onlara karşı sizin yardımcınız benim...”
Mûsâ aleyhisselâm, kavmine, Erîha beldesinde bulunanlarla harbetmek sûretiyle o beldeyi almaları icâb ettiğini, böylece kendilerine vâdolunan memleketlere varmış olacaklarını bildirdi. Toplanıp gidecekleri zaman, İsrâiloğulları, her zamanki itâatsizliklerini yine yaptılar. “Biz onlarla harb edeceğiz ama, bilmiyoruz ki, askerleri ne kadardır? Ne silâhları vardır. Önden adam gönderip, durumlarını anlayalım” dediler.
Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm her sıbtdan, yâni İsrâiloğullarının her bir kolundan birer temsilci seçti. Seçtiği bu temsilciler, iyi haber toplayan, sözünde sâdık ve vefâkar kimseler idi. Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ (aleyhimesselâm) da bu oniki kişi arasında idi.
Bu oniki kişilik temsilci heyeti, Erîha beldesine giderek, malûmat toplamaya başladılar. Tabi ki, oralarda bulunanlar zâlim ve zorba kimseler olup, hepsi de uzun boylu, cüsseli, güçlü kuvvetli idiler. Fakat her ne olursa olsun, onlarla muhârebe edip, şehri ele geçirmeleri lâzımdı. Bu muhârebede, Allahü teâlânın İsrâiloğullarına yardım edeceğini de vâdettiğine göre, muhârebeyi mutlakâ Mûsâ aleyhisselâm kazanacaktı. Hâl böyle olunca, Amâlikalıların güçlü, kuvvetli ve zorba kimseler olmasına hiç aldırış etmeden saldırıya geçmek icâbediyordu. Bununla berâber, hücûmda gevşek davranmak ve çekingenlik, İsrâiloğullarının âdetleri olduğundan, yine bir pürüz çıkarmamaları için, Amâlikalıların askerî güçlerinin fazla olduğunu, İsrâiloğullarına bildirmemek icâbediyordu.
Erîha beldesine incelemeye giden oniki kişi, bu sebepleri düşünerek, aralarında istişâre edip dediler ki: “Şâyet biz bu zorbaların hâllerini bütün teferruâtıyla, açık açık anlatır, haber verirsek; İsrâiloğulları, bunlarla muhârebe etmekten çekinirler. En iyisi biz, Amâlikalıların durumlarını aramızda gizleyelim...” Temsilciler aralarında bu şekilde anlaşıp İsrâiloğullarının yanına döndükten sonra, yaptıkları anlaşmayı bozdular. Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ hâriç, kalan on kişi sözlerinde durmayıp gördüklerini anlattılar. Bu iki zât ise, Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan başkasına, Erîha'da gördüklerinden hiç bahsetmediler.
Başka bir rivâyete göre ise, oniki temsilci gidip araştırdıktan sonra, geri gelerek başka hiç kimseyle görüşmeden doğruca, Hazret-i Mûsâ'nın yanına vardılar ve gördükleri hâli olduğu gibi haber verdiler. O da, bu hâli gizlemelerini, İsrâiloğullarına bu şekilde haber vermemelerini emretti. Fakat, Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ hariç diğerleri söz dinlemeyip, kavme haber verdiler. Sözlerine sâdık olan bu iki zât ise Erîha beldesi hakkında bilgi verirken; “Orası çok güzel, çok hoş, nîmeti bol bir memleket, insanları dev cüsseli, iri yarı fakat kalbleri zayıf kimseler. Onlar size bir şey yapamazlar...” gibi şeyler söylediler.
Fakat, diğer on kişinin sözlerinde durmayarak, Amâlikalıların durumunu tam olarak anlatmaları sebebiyle, onların zâlim ve zorba kimseler oldukları İsrâiloğulları arasında yayıldı. Hal böyle olunca gitmekten çekindiler.
Mûsâ aleyhisselâm onlara; “Allahü teâlânın size takdir ettiği, sizi yerleştirmeyi vâdettiği yere, hep berâber gidin, korkmayın. Çekinmeyin. Ardınıza dönmeyin. Allahü teâlânın, yardımı elbette gelecektir. Çünkü vâdi vardır ve O'nun vâdi elbette haktır. Dolayısıyla siz hiç bir şeyden çekinmeyin. Bunlara riâyet etmez, söz dinlemezseniz, muhakkak zarara, ziyâna uğramış olur, perişân bir hâlde kalırsınız” dedi.
İsrâiloğulları ise, normalde kendilerine yakışan ve nankörlüklerine uyan cevâbı verdiler. “Hakikaten orada zorbalar var. Gerçekten, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya giremeyiz” dediler.
Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ (aleyhimesselâm) da İsrâiloğullarını söz dinlemeye teşvik ederek; “Onlara aniden baskın yapın. Böyle yaparsanız gâlib olursunuz. Hakîkî îmân sâhibi iseniz, Allahü teâlâya güvenin. Zâlim ve zorba diye insanlardan korkmayın” dediler. Bu iki zât, İsrâiloğulları içindeki kabîlelerden Erîha beldesindeki kimseler hakkındaki haberleri duyanlara, korkulacak bir şey olmadığını bildirdiler. Allahü teâlânın yardım ve inâyetiyle Erîha'nın fethedileceğini söyleyerek, Hazret-i Mûsâ'ya yardımcı olmaya çalıştılar.
İsrâiloğulları, gitmeyeceklerini söylemekle de kalmayıp, içlerine düşen korku sebebiyle, ağlayıp sızlamaya, feryâd etmeye başladılar: “Keşke Mısır'da kalsaydık. Orada ölseydik. Yâhud burada, şimdi bulunduğumuz yerde ölsek de, Allahü teâlâ bizi o zâlimlerin, Amâlikalıların memleketine sokmasa. Yoksa oraya girersek kendimiz öldüğümüz gibi, kalan her şeyimiz de onlara ganîmet olur, yazık olur” dediler.
İsrâiloğullarının inâd ve tuhaflıkları hattâ küstahlıkları artarak devam ediyordu. Hazret-i Mûsâ'ya en olmadık sözleri söyleyerek, onu pek çok üzüyorlardı. “Siz ne kadar uğraşsanız ve gayret sarfetseniz yine boşuna. O zorbalar orada bulundukça biz oraya gitmeyiz. Şâyet çok istiyorsan Rabbinle berâber sen git. İkiniz onlarla savaşın. Bizi sorarsan, biz burada kalacağız” dediler.
Hazret-i Mûsâ onların bu sözlerine çok üzüldü ve gadablandı. “Yâ Rabbî! Sen, bu söz dinlemeyen toplulukla benim aramı ayır” diye duâ etti.
Allahü teâlâ vahyedip, o Arz-ı mev’ûdun kırk sene İsrâiloğullarına haram kılındığını, çölde kırk sene müddetle şaşkın şaşkın dolaşıp duracaklarını, onlar için canını sıkıp üzülmemesini bildirdi.
Mâide sûresinin 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki, Allahü teâlâ Benî İsrâil'den ahd, kuvvetli söz aldı. Onların oniki sıbtının her birinden bir nakîb, temsilci göndermiştin...” buyruldu.
İsrâiloğullarının Hazret-i Mûsâ'ya îtirâz edip, Erîha'da bulunan Amâlikalılarla muhârebe etmekten çekinmeleri ve bundan sonraki durumları hakkında Mâide sûresinin 21-26. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm İsrâiloğullarına) dedi ki: “Ey kavmim! Hak teâlânın, sizin yerleşmeniz için takdir ettiği ve oraya girmenizi emrettiği mukaddes yere girin. O yerde bulunan zâlimlerden korkup da arkanıza dönmeyin. (Allahü teâlânın size emrettiğini yapmaktan kaçınmayın.) Yoksa dünyâ ve âhıret sevâbından mahrûm olanların, hüsrâna düşenlerin hâline dönmüş olursunuz.
(Mûsâ aleyhisselâmın bu sözlerine karşı) İsrâiloğulları dediler ki: “Ey Mûsâ! O mukaddes yerde zâlim ve zorba bir kavim vardır. Doğrusu, onlar oradan çıkmadıkça, biz kat’îyen oraya giremeyiz. Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak oraya gireriz.”
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Amâlika kavmi hakkında bilgi toplamak için gidip, o kavmin kuvveti ve çokluğuyla, alâkalı haberleri İsrâiloğullarına bildirmeyen Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: “Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin. (Onların vücutlarının büyük olmasından korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli, fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harb edecek rûhî metanetleri yoktur.) Bir defâ kapıdan girdiniz mi, (Allahü teâlânın vâdettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz gâliplerden olursunuz. Siz gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vâdine, Mûsâ aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanıyor, îmân ediyorsanız, düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız ve onlardan korkmayınız. Size ilâhî yardımın geleceği husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (O'na itimat ediniz. Yalnız O'na güveniniz ve cihâddan geri durmayınız!)
İsrâiloğulları dediler ki; “Yâ Mûsâ! Cebbârlar, zâlimler kavmi o bölgede bulundukları müddetçe biz oraya gidecek ve o beldeye girecek değiliz. Artık sen ve Rabbin berâber gidin de, ikiniz onlarla çarpışın, muhârebe edin. Biz burada kalıp, oturucularız. (Mûsâ aleyhisselâm onların cehâletlerinden, katı kalpliliklerinden, inâd ve dik kafalılıklarının fazla olmasından dolayı söyledikleri bu sözler üzerine çok üzülüp ve pek gadablanarak, Allahü teâlâya duâ edip;) “Yâ Rabbî! Ben kendimden ve kardeşim (Hârûn'dan veya bana tâbi olanlardan, dinde benimle kardeşlik edenler) den başkasına mâlik olamıyorum. Söz geçiremiyorum. Artık sen, bizimle bu fâsıklar topluluğunun arasını ayır dedi.
Bunun üzerine Allahü teâlâ ona buyurdu ki: (Şimdi kavmin içinde bulunan Kâlib ve Yûşa’ aleyhimesselâm hâriç, onlardan hiç birine, Arz-ı mukaddes'e girmek ve oralara sâhip olmak nasîb olmayacaktır.) Arz-ı mukaddes'e girmek onlara haram kılınmıştır. Artık onlar kırk sene müddetle bulundukları Tîh sahrasında, hayret içinde, şaşkın şaşkın dolaşırlar. O hâlde sen, böyle fasık bir kavmin o hâlleri için hiç mahzûn olma, kederlenme.”
Tefsîr âlimleri burada meâlleri verilen âyet-i kerîmeleri tefsîr ederken, özetle buyuruyorlar ki: İsrâiloğullarının, Hazret-i Mûsâ'ya; “Sen Rabbinle berâber git, savaş...” demelerindeki “Rabb” kelimesine zâhirî mânâsını vermek, yâni bu sözü; “Sen ve Rabbin olan Allahü teâlâ iki kimse olarak gidip, zorba kavim ile savaşın...” şeklinde anlamak uygun değildir. “Rabb” kelimesi burada efendi mânâsına kullanılmış olabilir. Böyle olunca, İsrâiloğulları, Hazret-i Mûsâ ile berâber Hazret-i Hârûn'u kastetmiş olurlar. Çünkü, Hazret-i Hârûn, Hazret-i Mûsâ'dan üç yaş büyük olmakla bu kelimeden maksadın burada o olduğu söylenebilir.
Âyet-i kerîmedeki “Rabb” kelimesi, Hak teâlâ mânâsına kullanılmış olsa, yine bunu; “Sen ve Rabbin olan Allahü teâlâ iki kimse olarak gidip, zorba kavim ile savaşınız” şeklinde anlamak uygun değildir. Bu hâlde; “Rabbinin yardım ve nusreti ile...” demek lâzım olur.
Şâyet, bu kelime ile maksat Hak teâlâ olsaydı, Allahü teâlânın cisim olmadığı için bir insan gibi, gidip savaşması muhal olduğundan yâni düşünülemeyeceğinden böyle söylemek ve düşünmek küfür olur. Şâyet hâl böyle olsaydı, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya duâ ederken, onlar için, “...bu fâsıklar topluluğu...” demezdi, “...kâfirler topluluğu...” derdi. Bu husûsta, tefsîr âlimlerinden başka nakiller de vardır.
İsrâiloğulları, Hazret-i Mûsâ'yı çok üzmeleri sebebiyle kırk sene müddetle Tîh sahrasında âdetâ habsolundular. Ne yapacaklarını bilemez vaziyette şaşkın şaşkın dolaşırlardı. Bulundukları yer daracık, onlar ise pek kalabalıktı. Sabahleyin büyük şevkle ve gayretle, başka taraflara gitmek üzere oldukları yerden ayrılırlar; akşama kadar meşakkat ve zahmetle uzun yollar giderlerdi. Fakat Allahü teâlâ Tîh çölünden ayrılmamalarını dilediğinden, bir günlük sıkıntılı yolculuktan sonra vardıkları yerin, sabahki ayrıldıkları yer olduğunu görerek, çok hayıflanırlar, kendi kendilerine yanıp yakılırlardı. Yâni ne kadar yol giderlerse gitsinler, netîcede çıktıkları yere varırlardı.
Fakat onların tuhaflıkları, nankörlükleri hiç bitmiyordu. Bu kadar azgın, söz dinlemez, kıymet bilmez bir kavim oldukları hâlde, Allahü teâlâ, merhamet ve ihsânının sonsuz olması sebebiyle onlara rızık veriyordu. Gökten, men ve selvâ denilen tatlı ve et iniyor, onları yiyorlardı. Hazret-i Mûsâ bir yere asâsı ile vurmuştu ve taştan su çıkmıştı. İsrâiloğulları o sudan içiyorlardı ve su hiç kesilmiyordu. Allahü teâlâ tarafından bir bulut gönderilmişti. Bu bulut üzerlerinde bulunup onları gölgelendirirdi. Onlar ise, bunlara şükretmek yerine nankörlük etmekte ileri gidiyorlardı. Hattâ; “Selvâ ile etten bıktık, usandık. Bakla, soğan gibi değişik şeyler isteriz” demişlerdi.
Bu husûsta Bakara sûresinin 61. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Şunu da hatırlayın ki bir vakit (Hazret-i Mûsâ'ya); “Ey Mûsâ! Biz bir türlü yemeğe (kudret helvası ile bıldırcın etinden ibâret olan tek çeşit yemeğe) mümkün değil sabredemeyeceğiz. Artık sen bizim için Rabbine duâ et de, yerin yetiştirdiği şeylerden, sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarıver demiştiniz. O da size; “O hayırlı olan (sıkıntı ve meşakkat çekmeden gelen, âhırette ise hesâbı olmayan men ve selvâyı) şu daha aşağı olanla (istediğiniz şeylerle) değiştirmek mi istiyorsunuz?... demişti.”
Zaman akıp giderken, İsrâiloğullarının Arz-ı mukaddes'e girmesi haram olan kırk sene dolmuştu. Bu müddet içinde nesil değişmiş; “Biz o beldeye gidip, zorba kimselerle, kat’îyen savaşamayız...” diyenler ölüp gitmişler, yerlerine, onlara göre daha itâatkar, Tevrât'ın hükümlerine uygun amel etmeye çalışan ve her biri, harbedecek yaş ve kuvvette bir nesil yetişmişti.
Bu kırk senenin sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm da vefât etmişti. Mûsâ aleyhisselâmın etrâfında Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ’dan başka eski yakınlarından hiç kimse kalmamıştı. Kavminin hepsi Hazret-i Mûsâ'ya itâat eder duruma gelmişti.
Mûsâ aleyhisselâm ümmeti ile birlikte Lût gölünün güney tarafına geldi. Orada bulunan Ûç bin Unk adında zâlim melik ile harbederek, Şerî’a nehrinin doğu kısmındaki yerleri ele geçirdi. Erîha şehrinin karşısındaki dağa çıktı. Uzaktan Ken’ân ilini (diyârını) gördü. Uzakta olmasına rağmen, oralar bu dağdan görülürdü.

Mûsâ aleyhisselâmın mûcizeleri:

Hazret-i Mûsâ'nın mûcizelerinden meşhûr olanlar şunlardır: 1- Asâ, 2- Yed-i Beydâ (Beyaz el), 3- Kıtlık olması, 4- Tûfan, 5- Çekirge, 6- Kuml veya kummel yâni bit, 7- Kurbağa, 8- Kan, 9- Tâûn, 10- Kavmi ile berâber geçmek istediğinde, asâsını vurunca denizin yarılıp oniki ayrı yol açılması, 11- Gökten, men ve selvâ denilen kudret helvası ve bıldırcın eti inmesi, İsrâiloğullarının bunlarla beslenmesi, 12- Tîh sahrasında mübârek asâsını bir taşa vurmakla, o taştan su fışkırması, 13- Altından (mücevherâttan) yapılmış buzağı heykelinin yanması, 14- Yağmurla kan kokularının giderilmesi, 15- Ölen bir kimsenin dirilerek kendini öldürenleri haber vermesi, 16- Bir kurdun Hazret-i Mûsâ'ya gelerek, İsrâiloğulları hakkında haber getirmesi, 17- Sarı dikenlerin altına çevrilmesi, 18- Yerin bükülerek küçülmesi.

Mûsâ aleyhisselâmın hilyesi (görünüşü):

Mûsâ aleyhisselâm çok heybetli bir zât idi. Birine heybetle baksa, o şahıs dehşete kapılırdı.
Mübârek teninin rengi esmer idi. Yüzü, ay misâli parlardı. Uzunca boylu idi. Mübârek saçları ve sakalı siyah idi. Mübârek yüzünde bir ben vardı.

Mûsâ aleyhisselâmın fazîletleri:

Hazret-i Mûsâ Kelîmullah'dır. Vâsıtasız olarak Allahü teâlâ ile mükâleme, konuşma şerefine sâhiptir. Bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâtü vesselâm, Habîbullah yâni Allahü teâlânın sevgilisidir. İbrâhim aleyhisselâm da Hâlilullah idi. Yâni Allahü teâlânın dostu idi. Hazret-i Mûsâ da Kelîmullah olmakla, Habîbullah Muhammed aleyhisselâm ve Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmdan sonra, varlığın ve insanlığın en üstünü, fazîletlisidir. Bi'set yâni peygamber olarak gönderilme sırasına göre, ülü’l-azm olan peygamberlerin dördüncüsü; fazîlet ve üstünlük bakımından da, Muhammed aleyhisselâm ve İbrâhim aleyhisselâmdan sonra dünyâ yaratıldığı günden kıyâmete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların üçüncüsüdür.
Hak teâlâ katında derecesi ve makâmı çok yüksektir. Vahyi tebliğ için Cibrîl-i emîn (aleyhisselâm) kendisine dörtyüz kere gelmiştir.
Mûsâ aleyhisselâmdan Îsâ aleyhisselâma kadar gelmiş olan bütün peygamberler, ümmetlerine, Hazret-i Mûsâ'nın tebliğ ettiği, bildirdiği dîni anlatmışlar, onu yaymak için uğraşmışlardır.
İbn-i Şihâb ez-Zührî'nin (rahmetullahi aleyh) Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mûsâ aleyhisselâmhakkında buyurdu ki: “... Bir gün Mûsâ (aleyhisselâmyolda giderken Allahü teâlâ kendisine nidâ edip; “Ey Mûsâ! Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Rabbin Allah'ım buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm); “Buyur yâ Rabbî! Emrine hazırım” dedi ve secdeye vardı. Allahü teâlâ; “Başını kaldır ya Mûsâ!” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâmbaşını kaldırdı. Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! Arşın gölgesinde gölgelenmek istiyorsan, yetimlere, merhametli bir baba gibi, dul kadına da, onu muhâfaza eden ve gözeten zevci gibi ol. Yâ Mûsâ! Merhametli ol. Böyle olursan, sana da merhamet edilir. Cezâ verirsen, cezâ görürsün. Yâ Mûsâ! İsrâiloğullarına haber ver ki, kim Habîbim Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) yetişir de O'na îmân etmezse, onu ateşe atarım. İzzetim ve celâlim hakkı için Muhammed (aleyhisselâmve ümmeti Cennet’e girmeden, kimse Cennet’e giremez” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm); “Yâ Rabbî! O'nun ümmeti nasıldır?” diye suâl edince, Allahü teâlâ; “O'nun ümmeti, her zaman bana hamd ederler. Temizdirler. Gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâdet ederler. Onların yaptığı az bir şeyi de kabûl ederim. La ilâhe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyip, bunu kalbleriyle tasdik ve kabûl ettikten sonra, onları Cennet’e koyarım.” Bunun üzerine Mûsâ (aleyhisselâm); “Yâ Rabbî! Beni bu ümmetin peygamberi eyle” dedi. Allahü teâlâ; “Onların peygamberi, kendilerindendir” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâmbu defâ; “Yâ Rabbî! Beni habîbin Muhammed'in (aleyhisselâm) ümmetinden kıl diye yalvarınca, Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! Sen önce geldin. Onlar sonra gelecekler. Fakat âhırette seninle O'nu bir araya getiririm” buyurdu.”
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allahü teâlâ, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Benim için ne işledin?” diye sordu. “Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, ismini çok zikrettim” deyince; “Yâ Mûsâ! Namazların sana burhândır. Oruçların, Cehennem’den siperdir. Zekât, kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Yâni bunların faydaları hep sanadır. Benim için ne yaptın?” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm); “Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!” diye yalvardı. Cenâb-ı Hak; “Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi?” buyurdu.” Mûsâ aleyhisselâm da, Allah için amelin, Hubb-i fillah ve Buğd-ı fillah olduğunu anladı.
Allahü teâlâ, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) şöyle vahyetti: “La ilâhe illallah” diye şehâdet edenler olmasaydı, Cehennem’i dünyâ ehline musallat ederdim. Ey Mûsâ! Bana ibâdet eden olmasaydı; bana isyân edenlere göz açıp kapayıncaya kadar bir mühlet vermezdim. Ey Mûsâ! Şurası muhakkak ki, bana inanan, benim indimde mahlûkâtın en kerîmidir. Ey Mûsâ! Âsî olanın sözünün ağırlığı, dünyâdaki bütün kumların ağırlığına denktir.” Mûsâ aleyhisselâm ise; “Yâ Rabbî! Bu âsînin kim olduğunu lütfen bildir” dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “O kimse anasına ve babasına; “Ben sizi dinlemiyorum” diyendir.”
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! Dünyâda iş yapanlar (amel işleyenler) içinde en çok sevdiğim kimse, zâhid olanlardır. Bana en çok yaklaşan kimse, haram kıldıklarımdan kaçınan kimsedir. Bana en çok sevgili olan âbid, bana ibâdet ederken benim korkumdan ağlayan kimsedir.” Mûsâ aleyhisselâm dedi ki: “Yâ Rabbî! Sen onlar için ne hazırladın? Onlara, karşılık, mükâfât olarak ne vereceksin?” Allahü teâlâ buyurdu ki: “Zâhidlere Cennet’i mubah kılarım. Orada nereyi isterlerse oraya inerler. (Diledikleri yerlere girerler, otururlar.) Haramlardan sakınanlara (verâ sâhiplerine) gelince, onları hesâba çekmekten hayâ ederim ve onları hesapsız olarak Cennet’e sokarım. İbâdetlerinde benim korkumdan ağlayanlara gelince; onlar için, hiç kimsenin kendileriyle berâber olamayacağı (başkalarına nasîb olmayan) Refîk-ül-a'lâ (en iyi dostluk, en üstünlük) mertebesi vardır.”
Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlâya münâcâtında; “Yâ Rabbî! Beni Kelîmullah olmakla şereflendirdin. Benimle konuştun. Daha önce, bu şekilde kimse ile konuşmadığın hâlde, ne için beni seçtin? Acabâ yaptığım hangi amel sebebiyle bana bu ihsânı yaptın!” diye suâl eyledi. Allahü teâlâ cevâbında; “Yâ Mûsâ! Senden râzıyım. Râzı olmama sebep, hükümlerime râzı olman oldu” buyurdu.
Sa'lebî tefsîrinde, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle nakletmektedir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm); “Yâ Rabbî! Benim ümmetimden daha üstün bir ümmet yarattın mı? diye suâl eyledi. O zaman Allahü teâlâ; “Ey Mûsâ! Muhammed'in (aleyhisselâmümmetinin diğer mahlûklara üstünlüğü, benim, yarattıklarıma olan üstünlüğüm gibidir” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Keşke ben Muhammed'in (aleyhisselâm) ümmetini görseydim” dedi. Allahü teâlâ da; “Sen onları göremeyeceksin. Keşke onların sözlerini işitmeyi isteseydin” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ (aleyhisselâm); “Onların sözlerini işitmek istiyorum” deyince, Allahü teâlâ; “Ey ümmet-i Muhammed! diye hitâb buyurdu. Biz de, babalarımızın sulbünden, analarımızın rahminden; Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lâ şerîke leke lebbeyk, innel-hamde ven-ni’mete leke vel-mülke lâ şerîke lek” diye cevap verdik. Yine Allahü teâlâ; “Ey Muhammed'in (aleyhisselâm) ümmeti! Benim rahmetim gadabımı, affım cezâmı geçmiştir. Ben, size istemeden verdim. Kim bana kıyâmet gününde, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in (aleyhisselâm) benim peygamberim ve kulum olduğuna şehâdet ederek gelirse, onun yerini Cennet yaparım. Günâhları, deniz köpükleri kadar çok olsa bile buyurdu.”
Mûsâ aleyhisselâm bir gün; “Yâ Rabbî Cennet’te benim komşum kim olacak! Bana bildir de onu bulup görüşeyim” diye Allahü teâlâya münâcâtta bulundu. Cevaben emrolundu ki: “Falan beldeye var. Orada çarşının başında bir kasap dükkanı var. O dükkanın sâhibi olan kasabı gör. O, velî kulumdur. Yalnız bilesin ki, onun çok önemli bir işi vardır. Çağırırsan gelmez. İşte senin Cennet’teki komşun o olacaktır.” Mûsâ aleyhisselâm hemen denilen yere gitti. Kasabı buldu ve ona; “Ben sana misâfir geldim” dedi. Kasap, gelen zâtın Hazret-i Mûsâ olduğunu bilmeden; “Merhâbâ, hoş geldin” diyerek onu evine götürdü. Mûsâ aleyhisselâmı baş köşeye oturtup, çok ikrâmda bulundu. Mûsâ aleyhisselâm, kasabın, ocakta bir çömlek içinde et pişirdiğini gördü. Et pişince, çömlekten bir parçasını çıkararak, ufak parçalar hâline getirdi. Bir tabağa koyup hazırladı. Çömlekteki etten bir parça daha çıkarıp bir tabakta misâfirine (Hazret-i Mûsâ'ya) ikrâm etti ve kendisinin mühim bir işi olduğunu, yemeği yemek için beklememesini söyledi. Sonra duvarda asılı büyük bir zenbili indirdi. İçinde bulunan mecâlsiz, yaşlı kadına parçaladığı küçük et parçalarını yedirdi. Kadının kirlettiği bezleri temizledi. Yeni bezler koyduktan sonra yerine astı. Ellerini yıkayıp, misâfirinin yanına geldi. Mûsâ aleyhisselâm bu durumu hayretle tâkib etti. Kasap sofraya gelip, misâfirinin yemeğe başlamadığını görünce, yine buyur etti. Mûsâ aleyhisselâm; “Sen bana bu zenbildeki sırrı söylemedikçe bir lokma bile yemem” deyince, kasap; “Ey misâfirim! Bu zenbilin içinde bulunan yaşlı kadın annemdir. Çok yaşlı olduğu için tâkâti kalmamıştır. Evde ona bakacak bir mahremim yok. Evleneceğim hanım, annemi incitir diye evlenmiyorum. Evde yalnız bıraktığımda herhangi bir hayvanın ona zarar vermesinden korkuyorum. Günde iki öğün yemek yediriyorum. Onun hizmetini gördükten sonra, işime gönül rahatlığı ile gidiyorum” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ; “Ancak anlayamadığım bir şey daha var. Sen anana su içirdikten sonra, dudakları kıpırdayıp bir şeyler mırıldandı. Sen de âmin dedin. O ne idi?” diye sordu. Kasap; “Annem her defâsında; Allah seni Cennet’te Mûsâ aleyhisselâma komşu eylesin diye duâ eder. Ben de olamayacağını bildiğim hâlde bu güzel duâya âmin derim. Bende nerede öyle bir amel ki, o büyük peygambere komşu olabileyim” deyince, o zamana kadar kimliğini saklayan Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ veli! işte ben Mûsâ'yım. Beni sana, Allahü teâlâ gönderdi. Ananın rızâsını kazandığın için Cennet-i a'lâyı ve orada bana komşu olmayı kazandın” dedi. Kasap hemen kalkarak Mûsâ'nın aleyhisselâm elini öptü. Sevinç içinde birlikte yemek yediler.
İşte ana hakkı gözeten böyle olur.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mûsâ aleyhisselâm üzerine fazîleti şunlardır:
1- Mûsâ aleyhisselâma Kelîmiyyet (Hak teâlâ ile konuşmak) mertebesi verildi. Habîbullah Muhammed aleyhisselâma ise mîrâç gecesinde yalnız olarak sohbet etmek derecesi verildi.
2- Mûsâ aleyhisselâma mûcize olarak Yed-i beydâ verildi; mübârek eli parlak olarak görünürdü. Habîbullah'a ise parlak millet-i Hanîfe ihsân olundu.
3- Mûsâ aleyhisselâma asâ verildi. Bununla Fir’avn’ın sihirlerini mahvetti. Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şefâat verildi ki, cümle günâhları mahveder.
4- Mûsâ aleyhisselâma, Benî İsrâil'in peygamberliği ve hâkimiyeti verildi. Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem), dünyâ ve âhıret sultânlığı ihsân edildi.
5- Mûsâ aleyhisselâma mûcize verildi. Ümmetiyle berâber denizi geçtiler. Etekleri ıslanmadı. Bizim Peygamberimize kıyâmet günü öyle bir mertebe verilir ki, ümmetiyle berâber sırâtı geçerler de, eteklerine bile Cehennem kıvılcımı dokunmaz.
6- Mûsâ aleyhisselâm, gece ve gündüz olmak üzere iki kere münâcât ederdi. Muhammed aleyhisselâma öyle bir saâdet verildi ki, ümmeti günde beş kere münâcât ederler.
7- Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma bir taştan oniki çeşme akıttı. Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) parmaklarından ise pınarlar, ırmaklar akıttı.
Mûsâ aleyhisselâm Hak teâlâ ile mükâleme ederken, Allahü teâlâya sordu; “Yâ Rabbî! Birbiri ile dargın olan iki kişiyi barıştıran ve senin rızânı bulmak için zulüm etmeyen kimseye ne ecir verirsin?” Hak teâlâ buyurdu ki: “Kıyâmet gününde onlara selâmet verir, korktuğu şeylerden emîn eder, umduğu şeylerle şereflendiririm.” Rivâyet edilir ki, Mûsâ aleyhisselâmcenâb-ı Hak sordu: “Yâ Mûsâ! Sana peygamberlik vermeme sebep olan şeyi biliyor musun?” Mûsâ aleyhisselâm; “Hayır” dedi. Sonra; “Yâ Rabbî! Sebebi ne idi?” Hak teâlâ buyurdu ki: “Sen bir gün koyun bekliyordun. Bir koyun sürüden ayrılarak kaçtı. Sen onu sürüye katmak için arkasından yürüdün. Bir hayli yol gittin. Hem sen, hem de koyun yoruldu. Nihâyet koyunu yakaladığın zaman, koyunu tutup şöylece hitâb eyledin: “Yâ koyun, ne zorun vardı da, böylece hem kendini, hem de beni zahmete soktun ve her ikimizi de yordun?” Halbuki, o ânında son derece yorgun ve hiddetli idin. İşte, o hiddetli ve gazâplı zamanında hırsını yenip rıfk ile (yani güzellikle) muâmele ettiğin için, sana peygamberlik derecesini ihsân eyledim.”
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: “Cennet’e en son girecek olanlar, gıybetten tevbe edenlerdir. Cehennem’e ilk girecekler de gıybete devam edenlerdir.”
Beyhekî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Mûsâ bin İmrân (alâ nebiyyina ve aleyhissalevatü vetteslimat); Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir? dedikte, gücü yettiği zaman affeden (müslüman kimse) dir buyruldu.”
Mûsâ aleyhisselâmın eshâbından biri şiddetli bir sıkıntı ile karşılaşmıştı. Hazret-i Mûsâ, bu kimseyi görünce hâline acıdı ve; “Allah'ım buna merhamet et!” diye duâ etti. Hak teâlâ hazretleri de Hazret-i Mûsâ'ya; “Bundan daha büyük rahmet ve merhamet olur mu? Verdiğim bu belâ ile günâhlarını mahvediyor ve derecesini yükseltiyorum” buyurdu.
Fârisî “Esrâr-ut-tevhid” kitabında, Ebû Sa’îd Ebü'l-Hayr hazretleri şöyle anlatır: Mûsâ aleyhisselâma vahiy gelip, buyruldu ki: “İsrâiloğullarına, aranızdan en iyi kimseyi seçiniz diye söyle.”
Bu emir üzerine, İsrâiloğulları aralarından bin kişiyi seçtiler. Tekrar vahiy gelip; “Bu bin kişiden en iyisini seçiniz” diye emredildi. Seçe seçe on kişiyi ayırdılar. Yine vahiy gelip; “Bu on kişiden en iyisini seçiniz" buyruldu. Birini seçtiler. Allahü teâlâ tarafından; “Bu kimseye söyleyiniz ki, Benî İsrâil'in en kötüsünü bulup getirsin” diye vahiy geldi.
İsrâiloğulları içindeki en iyi kimse olarak seçilen bu zât, verilen bu vazifeyi kabûl etti. Aranılan kimseyi bulup getirebilmek için, dört gün mühlet istedi. Çıkıp dolaşmaya başladı. Dördüncü gün bir köye vardı. Orada, her türlü yakışıksız işleri yapmakla ve fesâd işlemekle tanınmış bir kimseyi gördü. Aranılan kimse her hâlde budur diye düşünüp, o kimseyi alarak Hazret-i Mûsâ'ya götürmeyi istedi. Fakat kendi kendine düşündü ki: “Bu kimse her ne kadar kötü olarak tanınıyor, öyle biliniyorsa da, görünüşe göre hüküm vermek doğru olmaz. Onun; bilinmeyen, görünmeyen, tanınmayan bir üstünlüğü olabilir. İnsanların sözleriyle, onun hakkında karar vermem ve onu en kötü kimse diye götürmem uygun olmaz. İnsanlar beni en iyi kimse olarak seçtiler, öyleyse gördüğüme göre hüküm vereyim. Verdiğim karar muhakkak doğru olur diye gurura kapılmam ise çok fenâdır. Böyle yapmam, insanların benim hakkımdaki hüsn-ü zanlarına, güzel düşünmelerine ihânet etmek olur. Yapacağım en akıllıca iş, bu husûsta kendi hakkımda karar kılmamdır.”
İsrâiloğulları arasında, ibâdeti ile tanınan ve en iyi kimse olarak seçilen o zât, böyle düşündükten sonra, sarığını çözüp boynuna bağladı. Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldi ve dedi ki: “Ne kadar aradımsa da kendimden daha kötüsünü bulamadım.”
Bunun üzerine, Allahü teâlâ Hazret-i Mûsâ'ya vahiy gönderip buyurdu ki: “Bu kimse, İsrâiloğullarının en iyisidir. Fakat bu iyiliği, çok ibâdeti sebebiyle değil, kendini en kötü kimse olarak kabûl etmesi sebebiyledir."

Mûsâ aleyhisselâmın medhi:

Kur'ân-ı kerîmde, Hazret-i Mûsâ'yı medheden âyet-i kerîmeler çok olup, bâzıları meâlen şöyledir:
(Yâ Muhammed aleyhisselâm ! Kur'ân-ı kerîmde Hazret-i) Mûsâ'nın kıssasını da zikreyle. Şüphesiz o muhlas (ihlasa erdirilmiş, ibâdetinde şirk ve riyâdan, kusur ve noksanlıklardan temizlenmiş) bir zât idi. Allahü teâlâ tarafından, insanlara O'nun dînini bildirmek için gönderilmiş bir peygamberdir.
Biz ona Tûr Dağı yanında, sağ tarafından (“Muhakkak ki ben âlemlerin. Rabbi olan Allah'ım diye) nidâ ettik. Ve biz, onu, bize münâcât etmeye yaklaştırdık. Rahmetimizden, ona, kardeşi Hârûn'u bir peygamber olarak ihsân eyledik.” (Meryem sûresi: 51-53)
Bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruldu ki: Mûsâ aleyhisselâmHak teâlâya olan ibâdetini tam bir ihlâs, teslimiyet içinde edâ etti. İbâdetine şirk ve riyâ (gösteriş) karıştırmadı. Hâlis bir kul idi. Kendini tamâmen Hak teâlâya vermiş, başka her şeyden alakasını kesmişti.
Fir’avn ve kavmi ile Benî İsrâil'e peygamber olmakla, onların noksanlarını tamamlamaya ve kendilerine hak yolunu göstermeye gayret etti.
Tam bir ihlâs ve teslimiyet içinde, kulluk ve ibâdet yapmasının netîcesi olarak, Allahü teâlâ ona, çok lütûfta bulundu. Hak teâlâ ile konuşmak ve O'na münâcâtta bulunmakla şereflendi. Allahü teâlâ, lütûf ve ihsânını daha ziyâde eyledi. Peygamberlik hükümlerini tebliğde kuvvetli olması, bu yüksek vazifeyi edâda kendisine kolaylık olması için, Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Mûsâ'nın biraderi Hârûn'u da peygamber kılarak, ona yardımcı eyledi.
Fahrüddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmede Hak teâlânın Hazret-i Mûsâ için şu beş şeyi zikrettiğini bildirmiştir:
1- Hazret-i Mûsâ'nın muhlas olması: Bu kelime ile mânâ; Mûsâ aleyhisselâmcenâb-ı Hakk'ın kendi zâtı için seçtiği saf ve hâlis kulu demektir. Veya mânâ, Mûsâ aleyhisselâm, ibâdetini sırf Allahü teâlâya tahsis etmiş, riyâdan ve şirkten salim olarak amel edici bir kul demektir.
2- Hazret-i Mûsâ'nın hem resûl hem de nebî olması.
3- Tûr Dağı’nda, sağ yanında kalan cihetten, ilâhî nidâyı duyması, bununla müşerref olmasıdır. Çünkü Tûr Dağı Medyen ile Mısır arasında mübârek bir dağdır. Dağ, Medyen'den Mısır'a giden bir kimsenin sağ tarafında kaldığından, âyet-i kerîmede sağ taraf zikrolunmuştur.
Yâhud, âyet-i kerîmede geçen eymen kelimesi, bereket mânâsına yümn kelimesinden gelmektedir. Böyle olunca; “Yümn (bereket) sâhibi olan Tûr Dağı...” demek olur.
4- Mûsâ aleyhisselâmın, münâcât edecek kadar Hak teâlâya yaklaşmasıdır. Bu yaklaşma, maddî yükseklik ve mesâfe cihetinden değildir. Mânevî derece ve menzil bakımındandır. Çünkü cenâb-ı Hak, mesâfe mânâsına olan yakınlıktan münezzehtir. O hâlde; “Biz Mûsâ'yı aleyhisselâm yakın kıldık” buyrulması; (Nidâmızı işittirmekle derecesini arttırdık ve kadrini yüksek kıldık...) demektir.
5- Allahü teâlânın, Hazret-i Mûsâ'ya, Hazret-i Hârûn'u hîbe etmesidir. Burada hîbe ile murâd, Hazret-i Mûsâ'ya, Hazret-i Hârûn'un peygamberliğidir. Yoksa zât olarak, Hazret-i Mûsâ'ya, kardeşi Hârûn'un hîbe edilmesi diye bir şey yoktur. Kaldı ki, Hazret-i Hârûn, yaş olarak Hazret-i Mûsâ'dan büyük idi.
Ayrıca, Kur'ân-ı kerîmde, Hazret-i Mûsâ'nın ihlâs sâhibi olmasıyla medholunması, onun fazîletini bildirdiği gibi, ihlâsın ehemmiyetini de bildirmektedir. O hâlde onun, ihlâs ile medhedilmesinden maksat; ümmet-i Muhammed'in, ihlâsın, çok yüksek meziyetlerden, sıfatlardan olduğunu anlamalarını ve ona rağbet etmelerini teşvik etmektir.
Saffat sûresinin 114-122. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Gerçekten biz Mûsâ ile Hârûn'u da (peygamberlik ve sair dîni ve dünyevî menfaatlerle) nîmetlendirdik. O ikisine ve kavimleri olan Benî İsrâil'e büyük sıkıntıdan (Fir’avn’ın galebesinden veya suda boğulmaktan) kurtuluş verdik. Onlara yardım ettik de (Fir’avn ve kavmi üzerine) gâlib oldular. Onlara, (helal ve harama âit hükümleri açıklayan, bildiren) Tevrât kitabını verdik. Her ikisine de, kendilerini hak ve gerçeğe erdirecek olan hidâyet yolunu gösterdik. (Onları ve kavimlerini hak yoluna sevkettik.)
Sonra gelecek ümmetler ve kavimler için, Mûsâ ve Hârûn'un güzel zikirlerini, medhlerini bıraktık ki, (sonra gelen kavim ve milletler,) Mûsâ ve Hârûn'a, bizden selâm olsun (diyerek onlara salât-ü selâm getirsinler). İşte biz, ihsân sâhiplerini (güzel amel işleyenleri), böyle mükâfâtlandırırız. O ikisi de bizim vahdâniyetimizi tasdik eden kullarımızdan idi.”
Tefsîr âlimlerinden nakledilerek bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ'nın ve Hazret-i Hârûn'un birçok güzel vasıfları, meziyetleri bulunduğu hâlde, Allahü teâlâ, bu son âyet-i kerîmede onları mü’min yâni îmân sâhibi olmalarıyla medh buyurdu. Âlimler burada, diğer güzel meziyetlerden birinin değil de, îmânın zikredilmesinin hikmetini anlatırken, buyuruyorlar ki: Bütün meziyetlerin, güzel hasletlerin, fazîletlerin en üstünü, en kıymetlisi hiç şüphesiz ki îmân nîmetidir. Başka her güzel haslet îmândan neş’et etmekte, ondan hâsıl olmaktadır. Îmân, güzel akıbete, mükâfâta sebeptir. Binaenaleyh, îmânın; bütün hayırların ve her çeşit nîmetin gelmesine vesîle ve bütün saâdetlere kefil olduğuna bu âyet-i kerîme kat’î bir delildir.
Gâfir (Mü’min) sûresinin 53. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Gerçekten biz Mûsâ'ya aleyhisselâm hidâyeti (peygamberliği, açık mûcizeleri, sahifeleri (Tevrât'ı), dîni hükümleri, kendisi ile hidâyete kavuşulan şeyleri) verdik ve kendisinden sonra da İsrâiloğullarına Tevrât'ı mîras bıraktık.”

Mûsâ aleyhisselâmın vefâtı:

Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattı: Mûsâ aleyhisselâm, bir gün bir iş için çıkmıştı. Bir grup melâike gördü. Onları tanıdı. Yanlarına yaklaşarak durdu. Gördü ki, benzeri görülmemiş, çok güzel bir kabir kazıyorlar. Yeşillikte, açıklıkta, parlaklıkta, güzellikte öyle bir yer hiç görmemiş idi. Onlara; “Bu kabri kimin için kazıyorsunuz?” dedi Melekler; “Sâlih ve Rabbi katında kerîm olan bir kul için kazıyoruz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm; “O kul Allah katında, herhâlde çok yüce bir yere sâhiptir. Zirâ bu güne kadar böyle güzel bir kabir görmedim” buyurdu. Melekler; “Ey Allah'ın peygamberi! Senin için olmasını ister miydin?” dediler. “Evet, isterdim” dedi. “Öyleyse, haberin olsun, bu kabri senin için hazırlıyoruz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm vefâtının geldiğini anladı.
Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek, yanında durdu. Elinde Cennet elmalarından bir elma vardı. Hazret-i Mûsâ, o elmayı kokladı. Kokusunun lezzeti ile âdetâ kendinden geçti. Bu sırada Azrâil aleyhisselâm rûhunu kabzeyledi. Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlâya kavuşmak şevkiyle canını cânâna, yâni rûhunu Hak teâlâya teslim eyledi.
Kat’î, kesin olmamakla berâber, Mûsâ aleyhisselâmın nerede vefât ettiği ve kabr-i şerîfinin nerede olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mîrâca gittiğinde, Hazret-i Mûsâ'nın kabrinin yanından geçtiğini, kabrinde namaz kılıyor gördüğünü haber vermiştir. Âlimler bundan, Hazret-i Mûsâ'nın kabr-i şerîfinin Kudüs civarında bir yerde bulunduğunu söylemişlerdir.
Bâzı kısas kitaplarında diyor ki: “Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Nebû Dağı’na gitmesini, oradan, Erd-ı Mukaddes'e bakmasını, emretti. Hazret-i Mûsâ emredileni yaptı. Oraya çıktı. Gidip içine giremeyeceği mukaddes yerleri oradan seyretti. Sonra orada vefât etti. Orada defnedildi. Defnedildiği yer, hafif kumsal, kırmızı bir kum tepeciği gibi bir yerdi.”
Mûsâ aleyhisselâmın nerede kaç yaşında vefât ettiği husûsunda çeşitli rivâyetler varsa da, ekserî rivâyetlerde 120 yaşında vefât ettiği bildirilmiştir.

Tevrât:

Mûsâ aleyhisselâma gönderilen semâvî kitap olup, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra tahrif edilmiş, aslı bozulmuştur. Mûsâ aleyhisselâm üç kere Tûr Dağı’na gitti. Birinci gidişinde, kendisine peygamberlik ve on levha hâlinde bâzı husûslar bildirildi. İkincisinde, Tevrât-ı şerîf nâzil oldu. Üçüncüsünde ise, Benî İsrâil'in günâhlarının affı için yalvarmaya gitti.
Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma, İsrâiloğullarını Mısır'dan çıkardıktan sonra nâzil oldu. Allahü teâlâ, Fir’avn'u ve askerlerini helâk ettikten sonra, Mûsâ aleyhisselâma bir kitap vahyedeceğini vadetmişti. Mûsâ aleyhisselâmda, dünyâ ve âhırete âit hükümleri bildirecek olan böyle bir kitabın, kendisine vahyedileceğini İsrâiloğullarına müjdelemişti. İsrâiloğulları, Mısır'daki esâret hayatından kurtulduktan ve Fir’avn da ordusuyla birlikte helâk edildikten sonra, Mûsâ aleyhisselâmdan, müjdelediği kitabı getirmesini istediler. Mûsâ aleyhisselâmda Allahü teâlâya duâ edip, bu husûstaki Vâd-i ilâhîye kavuşmak istedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, Zilkâde ayında otuz gün oruç tutmasını emir buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm otuz gün oruç tuttu. Bu müddete on gün daha ilâve edilip kırk güne tamamlandı. Bundan sonra Tûr Dağı’na çıktı ve orada, Tevrât, levhalar hâlinde inzâl edildi. Bir rivâyete göre ise, otuz günü tamamlayıp, bundan sonraki on gün içinde Tevrât nâzil olmuştur.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Biz Mûsâ'ya otuz gece (oruç tutmasına karşılık kendisine Tevrât'ı vereceğimizi yahut kendisiyle konuşacağımızı) vâdettik. Sonra ona on gün daha ilâve ettik. (Zilhicce'nin ilk on gününü de oruçlu geçirdi.) Böylece ibâdet için Rabbinin tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn'a; Kavmim arasında benim halîfem olarak bulun. İşlerinde düzeltilmesi icâbedenleri ıslâh eyle! Fesâd çıkaranlara uyma! dedi.” (A’râf sûresi: 142)
Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma büyük levhalar hâlinde nâzil oldu. Yedi veya on levha idi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Biz, Mûsâ için Tevrât'ın levhalarında her şeyden mev'ızaya (nasihatlere) ve din hükümlerinin tafsiline (açıklamasına) âit her şeyi yazdık. Sonra, bunları azîmetle (kuvvetle benimseyip) al. Kavmine de o hükümlerin ahsenini, en sevâblısını tutmalarını emret. Size fâsıkların yurdunu göstereceğim. (Fir’avn’ın ve kavminin harâb olan yurdunu, Mısır'ın enkazını, yahut Âd ve Semûd kavimlerinin darmadağın olmuş yurtlarını göstereceğim ki, bundan ibret alın. Siz de fâsıklardan olmayın dedik.) (A’râf sûresi: 145).
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde müfessirler şöyle demişlerdir; “Tevrât'ın levhalarında her şeyden yazdık” buyrulmasından murâd; din ve dünyâ işlerinde, İsrâiloğulları için lâzım olan her şey demektir. Tevrât’da; emir, nehiy, helâl, haram ve dînin hükümleri, dünyâ işleri ile ilgili her şeyin tafsîlâtı vardı. Nitekim her şeyin tafsîlâtının yazıldığı bildirildi.
Tevrât'ın hükümlerinde hasen ve ahsen şeylerin bulunduğuna dâir, bu âyet-i kerîmede işâret vardır. Fahreddîn-i Râzî'nin beyânına göre; kısas ve zâlimin zulmünü affetmek gibi ameller, ahsendir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; kavmine, Tevrât’da beyân olunan ahkamın, hasen olanlarıyla amel etmek câiz ise de, ahseniyle (daha fazîletlisi ile) amel etmenin daha fazîletli olduğunu bildirmesini, emretmesini buyurdu. Veya ahsenden murâd; farz ve vâcibler olup, bunlarla amel etmek daha fazîletli yâni daha güzeldir. Hasenden murâd ise, nâfileler ve mendublardır. Bir de ahsenden murâd, azîmetle amel etmek; hasenden murâd ise, rûhsatlarla amel etmektir. Azîmetle amel, rûhsatla amel etmekten elbette daha efdâldir.
Tevrât-ı şerîf, gâyet büyük ve âyetleri çok olduğundan, sâdece Mûsâ, Yûşa’, Üzeyr ve Îsâ aleyhimüsselâm ezberlemiştir. Başka ezberleyen olmadığı rivâyet edilmiştir. İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma indirilen Tevrât'ı zamanla değiştirdiler. Nihâyet hahamlar, aslını tamâmen tahrif edip, kendi yazdıkları şeylere Tevrât'tır dediler. Bu husûsta, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Yahudiler içinde okuma-yazma bilmeyenler vardır ki, Tevrât'ı anlamaz câhillerdir. Ancak bir takım kuruntu yığını uydurmalar düzer, sâdece şüphe ve zanda bulunurlar. Artık büyük azâb o kimseleredir ki, Tevrât'ı (muharref olan kitabı) kendi elleriyle yazarlar da sonra biraz para almak için; “Bu Allah tarafındandır derler. Ellerinin yazdıkları yüzünden büyük azâb onlara; kazanmakta oldukları günâh yüzünden yazıklar olsun onlara.” (Bakara sûresi: 78-79)
Yahudilerin mukaddes saydıkları kitapları, Tanah ve Talmud olmak üzere ikiye ayrılır: Birincisi, yazılı emirleri, ikincisi ise sözlü emirleri ihtivâ eder.
Tanah, yahudilerin yazılı dîni metinleridir. Hıristiyanlar buna, Ahd-i atîk ismini verirler. Yahudiler, Tanah'ı üç kısma ayırmışlardır: 1- Tora, yâni Tevrât, 2- Neviîm yâni peygamberler, 3- Ketuvîm, yâni kitaplar.
Tanah ismini, bu üç kısmın, İbrânice baş harflerini birleştirerek meydana getirmişler. Neviîm iki kısımdır. İlk peygamberler altı kitap, son peygamberler onbeş kitaptır. Ketuvîm yâni kitaplar ise, yahudilere göre onbir, hıristiyanlara göre onbeş kitaptır.
Yahudiler, Tevrât ismini verdikleri beş kitabın kelime kelime Allahü teâlâ tarafından, Mûsâ aleyhisselâma indirildiğine inanmaktadırlar. Bu beş kitap, TekvinHurucLevililerSayılar ve Tesniye'dir. Tesniye'de, Mûsâ aleyhisselâmın ölümü, ihtiyârlığı, yaşı ve defnedildiği ve yahudilerin ona yas tuttukları yazılıdır. (Tesniye bâb: 34). Bu ahvâl, Mûsâ aleyhisselâm vefât ettikten sonra, Mûsâ aleyhisselâma vahyolundu dedikleri kitapta nasıl bildirilmiştir? Bu misâl, Tesniye'nin Mûsâ aleyhisselâm tarafından bildirilmediğinin ve Allahü teâlâ tarafından kelime kelime vahyolunmadığının açık delillerindendir.
Bir yahudi din adamı olan, H. Hirsch Graetzni, (History of the Jews) kitabındaki beyânına göre, yahudiler, kendi cemâatlerinin Tevrât'ın emirlerine tam ittibâ edebilmelerini te’min için Yetmişler Meclisi'ni kurdular. Bu meclisin reîsine, Baş Kâhin dediler. Yahudi gençlerine, mekteplerde dinlerini öğreten, Tevrât'ı açıklayan yahudi din adamlarına Yazıcılar denilir. Bunların, Tevrât'a yaptıkları açıklamaların, ilâvelerin bir kısmı, sonradan yazdıkları Tevrât'lara karıştırılmıştır. İncillerde geçen yazıcılar işte bunlardır. Bunların bir diğer vazifesi de, yahudilerin Tevrât'a ittibâ etmelerini, uymalarını sağlamaktır.
Bugün Tevrât dedikleri kitabın, Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma gönderilen hakîkî Tevrât olmadığı şüphesizdir. En eski Tevrât nüshası ile, Mûsâ aleyhisselâm arasında ikibin sene vardır. Mûsâ aleyhisselâm, Tevrât'ın Tâbût-i sekine'ye, Yâni Ahid Sandığı'na konularak muhâfaza edilmesini ümmetinin âlimlerinden istemişti. Süleymân aleyhisselâm Mescid-i Aksâ'yı binâ edince, ahid sandığını buraya koymuş ve sandığı açtırmıştır. Sandık açılınca, içerisinde Evâmir-i Aşere, yâni on emirin yazılı olduğu iki levha çıkmıştır.
Prof. Elliot Friedman'a göre, bu günkü Tevrât, Mûsâ aleyhisselâmdan birkaç asır sonra yaşayan beş haham tarafından kaleme alınmış ve Azrâ bunları tek tek toplayarak, Ahd-i Atîk'in asıl nüshası olduğu iddiâsı ile çoğalttırmıştır. Târih profesörü Friedman, kaleme aldığı eserinde, daha sonra şu ifâdelere yer vermiştir:
Günümüzde, Tevrât'ın üç nüshası mevcût: Yahudiler ve Protestanların kabûl ettikleri İbranîce nüsha, katolik ve Ortodoksların kabûl ettikleri Yunanca nüsha ve Sâmirîlerce kabûl edilen Sâmirî dilinde yazılmış nüsha. Bunlar Tevrât'ın en eski ve en itimatlı nüshaları olarak bilinmelerine rağmen, gerek aynı nüshanın içinde ve gerekse nüshalar arasında çok konularda tezâtlar vardır. Hiçbir ilâhî dinde bulunmayan, insanlara zulüm telkinleri, peygamberlerden bâzılarına karşı çok çirkin ve makâmlarına yakışmayacak isnatlar vardır. Hakîkî Tevrât’da ise tezâtların varlığından söz edilemez.
Talmud: Yahudilerin Tevrât’dan sonraki kutsal kitaplarıdır. Yahudilerin sözlü emirlerinin toplandığı kitaptır. İki kısımdan meydana gelmiştir. Bunlar Mişna ve Gamara'dır.
Mişna: İbranîce tekrar demektir. Sözlü emirlerin, sistemli bir şekilde kanun hâlinde getirilmiş ilk hâlidir. Yahudi îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Tûr Dağı’nda Tevrât kitabını (yazılı kanun) hâlinde verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü kanunları) da ilham etti. Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn, Yuşa ve Eliazar'a (aleyhimüsselâm) bildirdi. Bunlar da, kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler.
Bu bilgiler, nesilden nesile, yâni hahamlardan hahamlara rivâyet edildi. Miladdan önce 538 ve miladdan sonra 70 yıllarında çeşitli Mişnalar yazıldı. Bunlara yahudilerin âdetleri, kanun müesseseleri, hahamların bir mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece Mişnalar, hahamların indî görüş ve tartışmalarını ifâde eden kitaplar hâline geldi.
Yahudi hahamlarından Akiba, bunları topladı ve kısımlara ayırdı. Talebesi, Haham Meir, bunlara ilâveler yaparak basitleştirdi. Daha sonraki hahamlar bu rivâyetlerinin, telifi ve toplanması için çeşitli usûller ve şartlar koydular. Böylece pek çok rivâyetler ve kitaplar zuhûr etti. Nihâyet bunlar, Mukaddes Yehuda'ya (Judah Hunesi'ye) ulaştı. Yehuda, bu karışıklıklara son vermek için, miladın ikinci asrında bu kitapların en sağlam kabûl edilenini yazdı. Yehuda, mevcût nüshalardan, bilhassa Meir'in yazdığı nüshadan istifâde ederek, kırk yılda bir kitap vücûda getirdi. Bu kitap, diğerlerini içinde toplayan, en son ve meşhûr Mişna oldu.
Mişna'nın yazılmasına iştirâk eden, fikirleri Mişna'da yazılı olan, miladî birinci ve ikinci asırda yaşayan yahudi hahamlara Tannaim yâni muallim derler. Yehuda en son muallimlerdendir. Hâkim diye de tabir olunurlar. Gamara'nın toplanmasına iştirâk eden hahamlara Amoraim yâni izâhçılar derler. Bunlar muallimlerin fikirlerinin yanlışını çıkaramaz, ancak izâh edebilirler. Miladdan sonra altıncı ve yedinci asırlarda, Talmud'a şerh ve ilâve yapanlara Saboraim yâni akıllılar, veya tartışanlar denildi. Talmud'u şerh ve tefsîr eden hahamlardan, yahudi konsillerinin başkanı olanlarına Geonim denilir ki, fetva veren demektir. Konsil başkanı olmayanlara ise Posekim yâni karar verenler, ayırıcılar derler.
Yehuda'dan sonra gelen hahamlar, Mişna'ya ilâve ve şerhler yapmışlardır. Mişna'nın lisânı, kendisinde Yunanca ve Latince'nin te’siri görülen yeni İbranîce'dir. (Neo Hebrew)
Mişna'nın yazılmasından maksat, yazılı emir kabûl edilen, Tevrât'ın tamamlayıcısı olan, sözlü emirleri tanıtmaktır. Yehuda'nın yazdığı, Mişna'ya almadığı ve diğer hahamların yazdığı Mişna'lardaki malûmatlar sonradan toplandı. Bunlara ilâveler yâni Tosefta denildi.
Mişna, Tevrâtlarından daha basit olup, kelime ve cümle yapısı ondan çok farklıdır. Emirler, umûmî kâideler şeklinde bildirilmiştir. Dikkat çekici misâller verilmiştir. Vâkî olmuş hâdiselere bâzan rastlanılır. Emirler beyân edilirken, kaynak olarak Tevrâtlarının âyetleri verilir. Mişna, 6 kısımdan müteşekkildir: 1- Zeraim (Tohumlar), 2- Moed (Belli günler. Bayram ve oruç günleri gibi), 3- Naşim (Kadınlar), 4- Nezikin (Zararlar), 5- Kedoşim (Mukaddes şeyler), 6- Teheradır (Tâhâret, temizlik). Bunlar altmışüç risaleye, risaleler de cümlelere taksim edilmiştir.
Yahudilerin, Filistin ve Bâbil'de iki mühim dinî mektepleri vardı. Bu mekteplerde, Amoraim (izahçılar) denilen hahamlar, Mişna'nın mânâsını açıklamağa, tezâtları düzeltmeğe, örf ve âdetlere dayanarak verilen hükümlere, kaynak aramağa, olmuş veya olmamış, yâni teorik mes’eleler üzerinde hükümler vermeğe çalıştılar. Bâbil'deki hahamların yaptıkları şerhlere (Bâbil Gamarası) denildi. Bu Gamara, Mişna ile berâber yazıldı. Meydana gelen kitaba Bâbil Talmud’u denildi. Kudüs'teki hahamların yapdıkları şerhlere de, Kudüs Gamara’sı denildi. Bu Gamara da Mişna ile yazıldı. Meydana gelen bu kitaba Kudüs Talmud'u denildi.
Filistin Gamara’sı, bir rivâyete göre miladî üçüncü asırda tamamlandı.
Bâbil Gamarası miladın dördüncü asrında başladı ve altıncı asrında tamamlandı.
Daha sonra Kudüs ve Bâbil şerhleri tefrik edilmeksizin, Mişna bir Gamara'ya Talmud tabir edildi. Bâbil Talmud’u, Kudüs Talmudu'nun üç misli daha uzundur. Yahudiler, Bâbil Talmudu'nu Kudüs Talmudu'ndan daha üstün tutarlar. Mişna'nın bir-iki cümlesi, bâzan Talmud'da on sahife anlatıldı. Talmud'un anlaşılması, Mişna'dan daha zordur. Her yahudi din eğitiminin üçte birini Tevrât, üçte birini Mişna, üçte birini de, Talmud'a ayırmak mecbûriyetindedir. Hahamlar, Talmud'da, bir kimse kötü bir şeye niyet etse, onu yapmasa bile günâhkâr olacağını bildirmişlerdir. Onlara göre, hahamların nehy ettiği bir şeyi yapmağa niyet eden kişi, necis, pis olur. Bu îtikâdların (inançların) kaynağı olan Talmud'a müslümanlar Ebül-Encas (Necasetlerin babası) demiştir. (Hebrew Literature, sahife: 17) Yahudiler, Talmud'a inanmayan, onu kabûl etmeyeni, yahudi saymazlar. Bunun için yahudiler sâdece Tevrât'ı kabûl eden ve ona bağlanan Karaim yahudilerini yahudi kabûl etmezler.
Yahudi din adamları, Kudüs ve Bâbil Talmudları arasında büyük farklar, tezâtlar olduğunu îtirâf etmekten sakınırlar.
Bâbil Talmud’u ilk defâ miladî 1520-1522 de, Kudüs Talmud’u ise, 1523 senesinde Venedik'te basıldı. Bâbil Talmud’u, Almanca ve ingilizceye, Kudüs Talmud’u da, Fransızcaya tercüme edilmiştir.
Bâbil Talmudu'nun % 30'unu, Kudüs Talmudu'nun da % 15'ini hikayeler ve kıssalar teşkil eder. Bu hikayeler Hagada derler. Yahudi edebiyatının esasını bu hikayeler teşkil eder. Mekteplerinde bunları okuturlar.
Hıristiyanlar, Talmud'a düşman olup, ona şiddetle hücûm etmektedirler. Fransa, Polonya ve İngiltere gibi hıristiyan beldelerinde, Talmudlar toplattırılmış ve yakılmıştır. Yahudilerin evlerinde bile Talmud bulundurmaları yasak edilmiştir. Talmud hükümlerini açıklayan en mühim kişiler, Yahudi dönmeleri Nicolas Donin ile Pablo Christiani'dir. Pablo Christiani, miladî onüçüncü asırda, Fransa ve İspanya'da yaşamıştır. 1263 senesinde İspanya'nın Barcelona şehrinde yapılan münazarada hahamlar, Talmud'un katı prensiplerini ve yazılarını müdâfadan âciz kalmışlardır.
“El-Kenz-ül-Mersüd fî Kavaid-it-Talmud” kitabının beyânına göre, Talmud'da; Îsâ aleyhisselâmın Cehennem’in derinliklerinde, zift ve ateş arasında olduğu, hazret-i Meryem'in asker Pandira ile zina ettiği, kiliselerin pislik olduğu, papazların kelblere benzediği, hıristiyanların öldürülmesi lâzım olduğu gibi hususlar yazılıdır.
1520'de papanın izni ile Bâbil Talmud’u, üç sene sonra da Kudüs Talmud’u basılmış, bundan otuz yıl sonra yahudiler için felâketler zuhûr etmiştir. 9 Eylül 1553'te Roma'da ele geçirilen bütün Talmud nüshaları yakılmıştır. Bu hal, diğer İtalya şehirlerinde de tatbik edilmiştir. 1554 senesinde Talmud ve diğer İbranîce kitaplara sansür konulmuştur. 1563'te Papa, Talmud kelimesinin kullanılmasını dahî yasak etmiştir.
1578-1581 seneleri arasında Talmud, Basel şehrinde yeniden basılmıştır. Bu baskıda bâzı risaleler çıkarılmış, hıristiyanlığı kötüleyen birçok cümleler kaldırılmış, birçok kelimeler de değiştirilmiştir. Bu târihten sonra, papalar yine Talmudları toplatmışlardır.
Endülüs Emevî sultânlarından ikinci Hakem, haham Joseph Ben Mases'a emrederek, Talmud'u Arapça'ya tercüme ettirmiştir. Okunduktan sonra bu tercümeye “Keseye konan pislik” ismi verilmiştir.
Karaim yahudileri, Talmud'u reddetmiş ve bunu bid’at kabûl etmişlerdi.
Talmud, müneccimliğin insan hayatına hükmeden bir ilim olduğunu bildirmektedir. Talmud; “Güneş tutulması, milletler için kötü bir alâmettir” demektedir. (Evil-Sing) Ay tutulmasının ise, yahudiler için kötü bir alâmet olduğu yazılıdır. Talmud, sihir ve kehanetlerle doludur. Birçok şeyleri, ifritlere (Demons) bağlamışlardır. Haham Rav Hunr; “Her birimizin sağında onbin, solunda onbin ifrit bulunur” demektedir. Haham Rabba ise; “Havradaki vâz sırasında zuhûr eden izdiham, ifritler sebebi iledir. Elbiselerin eskimesi, ifritlerin sürtünmelerindendir. Ayakların kırılması yine ifritler sebebi iledir” demektedir. Talmud'da, şeytanların öküzlerin boynuzlarında raks ettikleri, şeytanın, Tevrât okuyanlara zarar veremeyeceği, Cehennem ateşinin yahudilerin günâhkârlarını yakmayacağı yazılıdır.
Yine Talmud'da, yahudilerin günâhkârlarının oniki ay Cehennem’de yanacağı, kıyâmeti inkâr edenlerin ve diğer milletlerden olan günâhkârların elim bir azâb içinde ebedî olarak kalacakları, orada vücutlarının kurtlarının ölmeyeceği ve ateşlerinin sönmeyeceği yazılıdır.
Yine bâzı hahamlar Talmud'da, rûh cesedden ayrıldıktan sonra hesap olmadığını, günâhlardan cesedin mesul olduğunu, rûhun cesedden mesul olmasının mümkün olmadığını yazmışlardır. Başka bir haham da yine Talmud'da buna îtirâz etmiştir.
Talmud'da; “Hahamlardan bâzıları, insan ve karpuz yaratmağa kâdirdir” diye yazılıdır. Bir hahamın, bir kadını dişi merkep hâline getirdiği, üzerine bindiği, onunla çarşıya gittiği, sonra da başka bir hahamın, onu eski hâline çevirdiği Talmud'un rivâyetlerindendir. Talmud'da, hahamların harikulade işleri, yılanlar, kurbağalar, kuşlar ve balıklara âit pek çok efsane ve kıssaları yazılıdır. Yine Talmud'un beyânına göre, ormanda bir yırtıcı hayvan olup, Rum kayseri bunu görmek istemiş, bu hayvan Roma'ya 400 mil yaklaşınca kükremiş ve Roma şehrinin duvarları yıkılmıştır. Yine Talmud'un beyânına göre, ormanda bir yaşında bir öküz, Tûr Dağı kadar imiş. Çok büyük olduğundan, bunları kurtarmak Nûh aleyhisselâma çok zor gelmiş ve bunlardan sâdece birini boynuzlarından gemiye bağlamış. O zamanın Bashan (Bolan) beldesi Mâliki Avc, vücûdu çok büyük olduğu için gemiye binememiş, o da öküzün sırtına binmiş. Bu melik Avc, dünyâ kadınlarından biri ile evlenen bir melekten doğan Amâlikalılardan imiş. Ayağı 40 mil uzunluğunda imiş. Akıl ve mantığın aslâ kabûl edemiyeceği daha nice safsatalar...
Yine Talmud'un bildirdiğine göre, Titus mâbede girmiş, kılıcını çekerek mâbedin perdesini parçalamış ve perdeden kan akmış, onu cezâlandırmak için bir sivrisinek gönderilmiş ve beynine girmiş. Titus'un beyninde sinek güvercin gibi oluncaya kadar büyümüş. Titus ölünce kafası açılmış, sivrisineğin bakırdan bir ağzı ve demirden ayakları olduğu görülmüş imiş.
Talmud'da yahudilerin bekledikleri Mesih için, “Mesih yahudi olmayanları, harb arabalarının tekerlekleri altında ezecektir. Büyük harb olacak ve insanların üçte ikisi ölecektir. Yahudiler, gâlib olacak, mağlûb olanların silâhlarını, yedi sene yakacak olarak kullanacaklardır.
Diğer milletler, yahudilere itâat edeceklerdir. Mesih, hıristiyanları kabûl etmeyecek ve onları tamâmen imhâ edecektir. Bütün milletlerin hazîneleri yahudilerin ellerine geçecek, yahudiler çok zenginleşecekler. Hıristiyanlar yok edilince, diğer milletlerin gözleri açılacak, onlar da yahudi olacaklardır. Böylece yahudiler dünyâya hâkim olacak, dünyânın hiç bir yerinde yahudi olmayan kimse kalmayacaktır” demektedir.

Tevrât’da bulunan bâzı husûslar:

Ekserî kaynaklarda zikredildiğine göre, Hazret-i Mûsâ Tûr'a birinci gidişinde, Allahü teâlâ, ona peygamberliğini bildirdiği gibi, ayrıca başka hususlar da bildirdi. On levha hâlinde bildirilen bu hususlar, daha sonra Tevrât nâzil olduğunda, burada da zikredilmiştir. Tevrât'ın ve başka zamanlarda gönderilmiş olan ilâhî kitapların, hak dinlerin esaslarının da bu hususlar olduğunu âlimler haber vermişlerdir.
Bu husûslar kaynaklarda şöyle zikredilmektedir:
“Rahmân ve Rahim olan Allah'ın ismiyle. Bu, Melik ve Cebbâr, Azîz ve Kahhar olan Allah'tan, kulu ve resûlü Mûsâ bin İmrân'a yazılmıştır. Beni tesbîh ve takdis et! Benden başka mâbud yoktur. Yalnız bana ibâdet et! Bana hiç bir şeyi şerik (ortak) koşma! Bana ve ana-babana şükret! Dönüş banadır. Akıbet, dönüp varılacak yer benim huzûrumdur. Sana temiz bir hayat veririm. Allah'ın sana haram ettiği hiç kimseyi öldürme! Yoksa göğü ve yeri sana dar ederim. İsmimle yalan yere yemîn etme! Çünkü ben, ismimi tâzim etmeyeni temiz ve pâk etmem! Kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinin vâkıf olmadığı şeye şâhidlik etme! Çünkü ben, şâhidleri, kıyâmet günü, şâhidlikleri üzere durdururum ve yaptıklarından sorarım. İnsanlara verdiğim rızık ve nîmetlere hased etme! Çünkü hasedci, nîmetime düşmandır ve taksimime râzı değildir. Zinâ ve hırsızlık etme! Yoksa vechimi senden perdelerim, ettiğin duâlar makbûl olmaz. Benden başkası için kurban kesme! Çünkü yeryüzünde kesilen kurbanlardan, benim ismime kesilmeyenler, benim katıma çıkarılmaz. Bana inanan kullarım, komşunun hanımı ile sakın zinâ etmesinler! (Zinâ etmek, çok çirkin ve pek büyük bir günâhtır. Komşusunun hanımı ile zinâ etmek ise daha çirkin ve daha büyük günâhtır.) Çünkü, katımda en kızdığım şey budur. Kendin için sevdiğini, insanlar için de sev; sevmediğini, kendin için istemediğini, onlar için de isteme!”
Evâmir-i aşere, (on emir) bugünkü yahudi kitaplarında şöyle yazılıdır.
1) Puta tapmayacaksın, tek Allah'ın varlığına inanacaksın.
2) Allah ismini hürmet ve muhabbet ile zikredeceksin.
3) Altı gün çalışıp, yedinci gün dinleneceksin.
4) Kimsenin malını çalmayacaksın.
5) Adam öldürmeyeceksin.
6) Zinâ yapmayacaksın.
7) Anne ve babana hürmet, itâat edeceksin.
8) Yalan söylemeyeceksin.
9) Helâl yollardan olmayan, kazanmadığın parayı almayacaksın. (Buraya, rüşvet, fâiz ve kumar paraları da dâhildir.)
10) Haram olan kurbanı kesmeyeceksin. (Bu kurban, putperestlerin putlara kestiği, bâzan insan bile olan kurbandır.)
Allahü teâlâ, bu husûsların hepsini İsrâ sûresinin 22-38. âyet-i kerîmelerinde Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme de bildirmiştir. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyruluyor ki:
(Ey insan!) Allahü teâlâ ile berâber bir diğer mâbud edinme! Sonra melekler ve mü’minler tarafından zemmedilmiş, kötülenmiş ve Allahü teâlâdan yardımsız kalmış olarak Cehennem’de kalırsın. Allahü teâlâ, hiç bir şeye ibâdet etmeyip, ancak zâtına ibâdet etmenizle hükmetti. Çünkü kendisinden başka ibâdete müstehak bir mâbud yoktur. Ve Allahü teâlâ, anne ve babanıza iyilik ve ihsân etmeyi de hükmetti. Anne ve babandan birisi veyâhut her ikisi senin yanında yaşlanırlar, ihtiyârlık yaşına ulaşırlarsa, sen aslâ onlara sert söyleme! Yüzünü ekşitme. Onlara öf, aman deme! Sana bir şey teklif ederlerse onları reddetme ve onlara tatlı ve şirin söz söyle! (İsimlerini söyleyerek hitâb etme! Onlara, suçlu bir kölenin, çok gadablı olan efendisine karşı konuştuğu gibi söz söyle.)
Merhamet ve şefkâtinden, onlara tevâzû kanatlarını döşe! Kendilerine lütûf ve mülâyemetle muâmele eyle. Kendilerine karşı, uygun, yumuşak ve nâziklik ile hareket eyle. (Şâyet müslüman iseler;) Ey benim Rabbim! Anneme ve babama sen merhamet eyle ve benim kalbime, onlara merhameti yerleştir. Küçüklüğümde beni yetiştirip terbiye ettikleri gibi, benim de kendilerine hakkıyla hizmet edebilmemi nasîb eyle diye duâ et! (Tefsîr-i Tibyan’da ve Mevakıb’da bildirildiğine göre, bir kimse peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; Küçüklüğümde onların bana yaptıkları gibi ihtiyârlıklarında da ben ana-babama hakkıyla hizmet ettim. Acabâ böyle yapmakla, üzerimdeki haklarını edâ etmiş oldum mu? diye arzetti. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buna cevâben; “Haklarını edâ etmiş olmazsın. Zirâ onlar senin yaşamanı isteyerek hizmet etmişlerdir. Sen ise ölümlerini isteyerek (bekleyerek) hizmet ediyorsun” buyurmuşlardır.)
Rabbiniz olan Hak teâlâ, iyilik ve takvâdan kalblerinizde olan herkesten daha iyi bilir. Eğer siz sâlih olursanız, onlara lâyık olan iyiliği îfâ eder, yerine getirirseniz, Allahü teâlâ kusurunuzu affeder. Zirâ, O, günâhtan tevbe edip O'nun tâatine dönenleri mağfiret eder. Akrabâna hakkını ver (ki onların hakkı, sıla-i rahîmde bulunmak, geçimlerinde yardımcı olmak ve kendileriyle güzel geçinmektir.) Miskinin ve misâfir olan yolcunun hakkını ver (ki onların hakkı, zekât, sadaka ve kendilerine yemek yedirmektir.) Bununla berâber tebzîr de etme! Malını kendine kalmayacak şekilde dağıtma. Saçıp savurma! Zirâ tebzîr edenler, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankör bulunuyor.
Şâyet (yakınlarına, miskin ve misâfir yolculara) vereceğin bir şeyin yoksa veya Rabbinden ümîd ettiğin bir rahmeti aramak için onlardan ayrılmak mecbûriyetinde isen, o vakit onlara yumuşak bir söz söyle. (Allahü teâlâ bize ve size rızık ihsân etsin diye duâ eyle veya kendilerine vâdde bulun. Gönüllerini al!)
Elini boynuna bağlanmış kılma. Elini tutma. Hak yoluna harcamakta cimrilik etme ve elini de büsbütün açma. Yanında bulunan kendine lâzım olan rızkın hepsini dağıtma ki, böyle yaparsan kınanmış ve perişân bir hâlde oturup kalırsın. Rabbin, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir (bol verir), dilediğine de dar verir. Şüphesiz ki Allahü teâlâ kullarının her hâlini hakkıyla bilir ve görür.
Fakirlik korkusuyla evlatlarınızı öldürmeyin. Biz onların ve sizin rızkınızı elbette veririz. (Can veren nân, (ekmek) da verir.) Muhakkak ki, onların öldürülmesi büyük bir hatâdır. (Çünkü böyle yapmakla onların nesilleri kesilir. Bilindiği gibi, câhiliyet devrinde, kız çocuklarını diri diri gömmek, Arablarda umûmî bir âdet idi. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîme ile bu fenâ âdeti men etmiştir.)
Zina tarafına sakın meyletmeyin ve yaklaşmayın. Şüphesiz ki, çirkin bir amel ve çok kötü bir yoldur. Haklı bir sebep olmadıkça, Allahü teâlânın haram kıldığı bir cana kıymayın. Bir kimse, öldürülmesi icâbeden bir hâl yokken mazlum olarak öldürülürse, öldürülenin velîsi için kuvvet, salahiyet verdik. (Yâni, öldürülenin velisi, ya öldürülenin, yerine kısas olarak kâtilin de öldürülmesini ister, ya diyetini alır veyahut da affeder.) Fakat o vâris yâni öldürülenin velîsi olan kimse de, kâtilde (kısas olarak kâtilin öldürülmesi husûsunda) isrâf etmesin. (Câhiliyet zamanında olduğu gibi, kâtilin yerine akrabâsından veya kabîlesinin eşrâfından bir başkasının öldürülmesini veya öldürülen eşrâftan idi diye, kısas olarak karşı taraftan bir kaç kişinin öldürülmesini istemesin.) Muhakkak ki, öldürülenin velîsi olan kimse, âmirlerin, hâkimlerin yardımıyla zâten yardıma mazhar olmuştur.
Yetimin malına da yaklaşmayın, ancak, rüştüne (büluğ yaşına) ulaşıncaya kadar, en güzel şekilde malını koruyup çoğaltmak için yaklaşabilirsiniz. Bir de gerek kendinizle Rabbiniz arasında ve gerekse kendinizle diğer insanlar arasındaki ahidlerinize vefâ edin. (Sözleşmeyi yerine getirin.) Çünkü kıyâmet günü, verdiği sözden cayan, ahdine vefâ göstermeyen kimse mesul olacak, suâle çekilecektir.
Ölçtüğünüz zaman da tam ölçün. Doğru terâzi ile tartın. Bu ölçü ve tartıda vefâ etmeniz (Ölçü ve tartıya dikkat etmeniz, adâletle tartmanız, ticâretiniz için) daha hayırlı ve akıbet cihetinden (netîce îtibâriyle) daha güzeldir.
Hakkında kat’î bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardından gitme. Bilmediğin şeyi bilirim deme. Zirâ, kulak, göz ve kalbin amelinden sâhibi suâl olunur.
Yeryüzünde kibir ve âzametle yürüme! Zirâ sen, (ne kadar kibirli ve sert basarak yürüsen) yeri yarıp nihâyetine varamazsın, (Kibirle kendini ne kadar yüksek göstersen, uzunlukta hiç bir dağa ulaşamazsın.)
Nehy olunan (yasaklanan) şu kötülükler, yasaklar, Rabbinin katında mekruhtur. (Allahü teâlânın rızâsına muhaliftir.)

Tevrât’da Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin mehdi:

“Arâis-ül-mecâlis” kitabında, Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmektedir: Ka'b-ül-Ahbâr, bir yahudiyi ağlarken gördü ve niye ağlıyorsun dedi.
Yahudi; “Bâzı şeyleri hatırladım da onun için ağlıyorum” diye cevap verdi. Ka'b; “Allah için, seni ağlatan şeyi sana haber verirsem, beni tasdik eder misin” dedi. Yahudi âlimi; “Evet, tasdik ederim” dedi. Ka’b-ül-Ahbâr dedi ki: “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâma indirilen Allah'ın kitabında, Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Ben burada bir ümmet buluyorum. Onlar insanlar içinden çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısıdır. Marûfu, yâni Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği şeyleri emrederler. Münkeri, yâni O'nun sevmediği, beğenmediği şeyleri yasaklarlar. İlk ve son kitaplara îmân ederler. Kör deccali öldürünceye kadar, dalâlet ehli ile harbederler” buyrulduğunu gördü. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî, onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın da ona; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buldun mu? Okuduğun kitaplarda hiç böyle bir hâdiseye rastladın mı?” Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b buyurdu ki: “Allah için söyle! Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâma indirdiği kitapta, Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Ben bir ümmet buluyorum ki, onlar hamd edici, güneşi gözetip, ona göre amel edici bir iş yapmak isteyince, inşâallahü teâlâ deyicidirler” buyrulduğunu gördü. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmın; “Onları bana ümmet eyle!” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir, ey Mûsâ!” buyurduğuna, rastladın mı?” Yahudi âlimi; “Evet” cevâbını verdi.
Ka'b dedi ki: “Allah için söyle! İndirilen kitapta, Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî, ben bunda bir ümmet buluyorum. Keffâret (yemin, oruç) borçlarını ve sadakalarını (zekatlarını) emredilen yerlere verirler, heba etmezler. Onlar tesbîh ederler, duâlarının kabûl olmasını isterler, duâları kabûl olunur, şefâat ederler, şefâatleri kabûl olunur” buyrulduğunu gördü. Mûsâaleyhisselâmın bunun üzerine; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir, ey Mûsâ!” buyurdu dediğini buluyor musun? Kitaplarınızda bunu da okudun mu?” Yahudi âlimi; “Evet okudum” dedi.
Ka'b (radıyallahü anh) devam edip; “Allah için söyle! İndirilen kitapta (Tevrât’da), Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Ben burada bir ümmet buluyorum, onlardan biri yüksek bir yere çıkınca, Allahü teâlâyı tekbir eder, yâni “Allahü Ekber” der, alçak bir yere inince “Elhamdülillah” der. Toprak onlar için temiz, yeryüzü onlara mesciddir. Nerede olsalar, cünüplükten temizlenirler. Su bulamadıkları zaman, temiz toprakla temizlenmeleri (teyemmüm etmeleri), su ile abdest almaları gibidir” buyrulduğunu gördü. Bunun üzerine, Hazret-i Mûsâ'nın; “Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu da görüp okudun mu?” dedi. Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b dedi ki: “Allah için söyle! Tevrât’da, Mûsâ'nın ona bakıp; “Yâ Rabbî, ben bunda bir ümmet buluyorum. Onlardan biri, bir iyilik yapmaya niyet edince, yapmasa da ona sevâb verilir. O iyi işi yaparsa, ondan yedi yüze kadar sevâb verilir. Kötülük yapmaya niyet edince, yapmayınca günâh yazılmaz, yaparsa bir günâh yazılır” buyrulduğunu gördü. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ'nın; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b yine dedi ki: “Allah için söyle! İndirilmiş olan kitapta, Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben, asfiyâ olan rahmet olunmuş bir ümmet buluyorum, kitaba vâris olurlar, kimi nefsine zulüm eder, kimi hak, adâlet üzere olur, kimi de iyilikte çok ileriye geçer. Ben onların hepsini merhamet olunmuş buluyorum. Onları bana ümmet eyle” dediğini ve Allahü teâlânın; “Onlar Ahmed'in (Muhammed aleyhisselâmın) ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlim; “Evet” dedi.
Ka'b dedi ki: “Allah için söyle! İndirilmiş kitapta, Mûsâ aleyhisselâmın ona (Tevrât'a) bakıp; “Yâ Rabbî, ben bir ümmet buluyorum. Mıshafları göğüslerindedir. (Kitapları olan Kur'ân-ı kerîmi ezberlemişlerdir.) Cennet ehlinin çeşitli elbiselerini giyerler, namazlarında melekler gibi saflar hâlinde dururlar, mescidlerinde sesleri arı vızıltısı gibidir, onlardan bir kişi Cehennem’e girmez ve onlardan kimisi, hesâba çekileceği kıyâmet gününü, ölümü, ağaç ardındaki harman gibi (yâni pek yakın) görürler. Onları bana ümmet eyle” dediğini ve Allahü teâlânın ona; “Onlar Muhammedaleyhisselâmın ümmetidir. Ey Mûsâ!” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlim; “Evet” dedi.
Mûsâ aleyhisselâmMuhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine ihsân olunan iyiliklerin ve nîmetlerin bu kadar çok olduğunu hayretle müşâhede edince; “Keşke Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbından olsaydım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahyederek, O'nu seçip beğendiğini, O'nun eshâbından olmasının imkansız olduğunu, Çünkü O'nun daha sonraki zamanlarda yâni kıyâmete yakın geleceğini bildirdi. Fakat, kıyâmette seni O'nunla buluştururum. Yakınında eylerim buyurdu.
Kur'ân-ı kerîmde Saf sûresinin 6. âyetinde, meâlen buyuruldu ki: “Îsâ bin Meryem de (aleyhisselâm) bir zaman şöyle demişti: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Benden evvelki (benden evvel gönderilmiş olan) Tevrât'ın tasdikçisi, benden sonra gelecek bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim. Ki o peygamberin ismi Ahmed'dir. (Muhammed'dir)
Tevrât’da bildirilmiş olan hükümlerden bir kısmı Kur'ân-ı kerîmde zikredilmiştir. Bunlardan bir kısmı Necm sûresinde beyân edilmiş olup, şöyledir:
1- Kimse kimsenin günâhını yüklenemez. Bir kimse bir başka kimsenin suçundan dolayı hesâba çekilmez ve cezâlandırılmaz.
2- İnsana âhırette, ancak dünyâda işlediği sâlih ameller ve niyeti fayda verir.
3- Her mükellef insan, iyi olsun, kötü olsun kıyâmet günü amelini mîzânda görecektir.
4- Kıyâmet gününde insana çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir. Sâlih amel işlemişse mükâfât, günâh işlemişse cezâ görecektir.
5- Öldükten sonra bütün mahlûkâtın dönüşü Allahü teâlâyadır. Kıyâmet günü hepsi diriltilip, dünyâda yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.
6- İnsanı güldüren de ağlatan da Allahü teâlâdır. İnsanın yaptığı bütün işler, Allahü teâlânın takdîri ile, yâni kazâ ve kaderi ile olmaktadır.
7- Dünyâda hayat veren, öldükten sonra da âhırette dirilten ancak Allahü teâlâdır. O'ndan başka kimsenin öldürmeye ve diriltmeye kudreti yoktur.
8- Nutfeden (menîden) erkek ve dişi iki sınıf canlıyı yaratan Allahü teâlâdır. Nutfe (menî) tek bir şey olduğu hâlde, ondan muhtelif uzuvlar ve farklı tabîatlar, erkek ve dişi yaratan Allahü teâlâdır. Bunlar O'nun kudreti ile olmaktadır.
9- Kıyâmette yeniden diriltmek de Allahü teâlâya aittir. İnsanlar öldükten sonra, Allahü teâlâ onları kıyâmet günü tekrar diriltecek ve hesâba çekecektir.
Bu hususların İbrâhim aleyhisselâmın suhufunda da bildirildiği Kur'ân-ı kerîmde zikredilmektedir. (Bkz. İbrâhim aleyhisselâm)

Mûsevîlik:

Mûsâ aleyhisselâmın vahiyle bildirdiği ve ona îmân edenlerin dînidir.
Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Ayrıca, Allahü teâlânın gönderdiği Tevrât kitabını onlara getirdi. Onlara tek bir Allah olduğu îmânını aşılamaya, yerleştirmeye çalıştı.
İsrâiloğulları, Hazret-i Mûsâ'nın bu ilâhî (vahye dayanan) bildirdiklerini bir türlü kavrayamadılar. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra Tevrât'ı da değiştirdiler. Allahü teâlâ onları cezâlandırmak için çeşitli azâblar verdi. Yaşadıkları yerleri düşman işgaline soktu. Benî İsrâil darmadağın oldu. Miladdan evvel, Asûrî devleti iki defâ Kudüs'ü aldı. Miladdan evvel 135 senesinde Roma imparatoru Andiriyan, Kudüs'te yahudilerin çoğunu kılıçtan geçirdi. Yahudiler daha sonra Talmud denilen din kitabı yazdılar. Bu kitabı çok okumaktadırlar.
Hazret-i Mûsâ'ya inzâl olunan Tevrât kitabı ve Mûsevîlik dîni zamanla değiştirilip bozulmuş, asıl hüviyetini tamâmen kaybetmiştir. Hattâ bugün dünyâda yahudi olarak kalmış 15 milyon kadar insan olduğu, bunlar içinde hakîkî Tevrât'a tâbi olan hiç kimse bulunmadığı, milletlerarası bir istatistik olan “Britannica of the year” almanağına göre, bunların hepsinin dinlerinin müşterek olduğundan şüphe edildiği bildirilmiştir.
Bu günkü yahudi dîninin esaslarını şöylece hülâsa etmek kabildir:
Îmân: Bir tek Allah vardır. Kendiliğinden (kendi kendine) vardır. Doğmamıştır ve doğurmaz. Her şeyi görür ve bilir. Af etmek veya cezâlandırmak, ancak O'nun elindedir.
Ahlâk: Ahlâk esasları on kudsî emirdir. İnsanların bu on emre harfi harfine uyması lâzımdır. İnsanın vücûdu ayrı, rûhu ayrıdır. Rûh, kıyâmete kadar ölmez. Öbür dünyâya yâni âhıret hayatına îmân etmek lâzımdır.
Din esasları: Yahudi olmayan milletler putperest (puta tapan) sayılır. Bunlardan uzak durmalıdır. Onlardan, mümkün olduğu kadar alâkayı kesmelidir. Kanlı veya kansız kurban kesilmelidir. (Yahudiler, her hayvanı, hattâ güvercini, fakat ençok koyun, keçi ve sığırı kurban ederlerdi. Zamânla tuzsuz ekmekten yapılan çöreklerle, hamursuz adı verilen pideler de kurban yerine geçti. Bunları dağıtmak da, kansız kurban kesmek sayıldı.) Kısasa karşı kısas yapılır. Bir fenâlık yapana aynı sûretle mukabele edilir. Erkek çocuklar, haham (yahudi din adamı) tarafından sünnet edilir. Eti yenilecek hayvanların kesilmesi lâzımdır. Başka şekilde öldürülen hayvanın eti yenmez. (Bugün bile, Avrupa ve Amerika'da yahudi kasapların dükkanlarında (Kaşer) adı verilen bir işâret bulunur ki, bunun mânâsı, o dükkanda satılan etin, hahamların gösterdiği tarzda kesilen hayvanların eti olduğudur. Yahudiler, ancak bu tarzda hazırlanmış bir eti yiyebilirler. (Müslümanlar da, ancak Allahü teâlânın ismi söylenerek kesilmiş olan hayvanı yerler. Domuz etini hiç yemezler.) Yahudi kadınları evlendikten sonra, saçlarını örtmeğe mecbûrdur ki, bu işi bu gün yahudi kadınları, Avrupa'da başlarına peruk takarak yerine getirmektedirler. Domuz eti yemek, yahudilere de, haramdır.
Yahudilerin ibâdet tarzı birçok usûllere bağlıdır. Kudsî gün, Cumârtesi'dir. Bu günde iş görülmez ve ateş yakılmaz. Yahudilerin, bundan başka Purim, Passak (haftalık bayram), Kamış bayramı, yeni yıl bayramı, büyük bayram (Yom Kipur) gibi kudsî günleri vardır. Hahamların, hıristiyan papazları gibi, günâh affetmek yetkileri yoktur. Ancak, ibâdetleri idâre ederler. İnançlarına göre Allahü teâlânın huzûrunda bütün yahudiler birdir ve aralarında hiç bir fark yoktur.
Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn'dan sonra; Dâvûd, Süleymân, Zekeriya ve Yahyâ aleyhimüsselâm da, yine Benî İsrâil'e peygamber olarak gönderilmiştir. Fakat, bunların ayrı dîni olmayıp, Benî İsrâil'i, Mûsâ aleyhisselâmın dînine dâvet etmişlerdir. Dâvûd aleyhisselâma, Zebûr kitabı indi ise de, Zebûr'da; ahkam, emir, ibâdet yoktu. Vaaz ve nasîhatler vardı. Bunun için, Tevrât'ı nesh etmedi. Yâni, yürürlükten kaldırmadı. Hattâ, onu kuvvetlendirdi. Bunun için, Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. Ama, Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti. Yâni Tevrât'ın hükmü kalmadı ve bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat Benî İsrâil'in çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, muharref olan Tevrât'a uymakta ısrâr ve inâd ettiler. İşte Yahudilik, Îsevîlikten böylece ayrıldı. Îsâ aleyhisselâma îmân edenlere nasârâ denildi. Bugün, Hıristiyan, deniliyor. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip de, küfürde dalâlette kalanlara Yahudi denildi. Yahudiler, hâlâ Mûsâ aleyhisselâmın dînine uyup, Tevrât ve Zebûr okuyoruz diyor. Hıristiyanlar da, Îsâ aleyhisselâmın dînine uyup, İncil okuyoruz diyor. Halbuki, iki cihânın seyyidi, insanların ve cinnin hepsinin peygamberi Muhammed aleyhisselâm efendimiz, bütün âlemlere peygamber olarak gönderildi ve tebliğ ettiği, bildirdiği İslâm dîni, bütün dinleri nesh etti. Bu dînin hükmü, kıyâmete kadar sürecektir.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Beydâvî
2) Tefsîr-i Kebîr (Mefâtîh-ul-gayb)
3) Tefsîr-i Mazharî
4) Tefsîr-i Hazin
5) Tefsîr-i Kurtubî
6) Tefsîr-i Celâleyn
7) Hâşiyet-üs-Sâvî ale'l-Celâleyn
8) Hâşiyet-ül-Cemel ale'l-Celâleyn
9) Şeyh-zâde (Beydâvî hâşiyesi)
10) Şihâb (Beydâvî hâşiyesi)
11) Tefsîr-i Taberî
12) Tefsîr-i Rûh-ul-beyân
13) Garaib-ül-Kur'ân (Tefsîr-i Nişâbûrî)
14) Tefsîr-i Tibyan
15) Tefsîr-i Mevâkıb
16) Tefsîr-i Hüseynî (Hüseyin Vâ'ız-i Kaşifî)
17) Tefsîr-i Ebü'l-Leys tercümesi (Osmanlıca)
18) Keşşaf Tefsîri (Zemahşerî)
19) Dürr-ül-mensûr
20) Tefsîr-i Begavî
21) Zad'ül-mesîr
22) Bahr-ül-muhît
23) Sahîh-i Buharî
24) Sahîh-i Müslim
25) Feth-ul-bârî
26) Ramuz-ül-ehâdîs
27) Târih-ül-ümem vel-mülûk (Târih-i Taberî); cild-1, sh. 188
28) Arâis-ül-mecâlis; sh. 166
29) Ravdat-ül ebrâr; cild-1, sh. 56
30) Lügat-i Târihiyye ve coğrafiyye;cild-7, sh. 33
31) İhyâu ulumiddîn
32) Kıssa-ı Mûsâ; (Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya kısmı. No: 3358)
33) Hüsn-üt-Tenebbüh; sh. 242 (Süleymâniye Kütüphânesi, Murâd Buhârî kısmı. No: 69)
34) Muhadarat-ül-ebrâr; cild-1, sh. 131
35) Mucizât-ül-enbiyâ (Osmanlıca); sh. 59
36) Şemâil-ür-rüsül (Osmanlıca)
37) Hasâis-ul-kübrâ; sh. 182
38) Künh-ül-ahbâr (Târih-ul-Âlî); cild-2, sh. 29
39) Medâric-ün-nübüvve; cild-2, sh. 17
40) Me'âric-ün-nübüvve
41) Dürr-ül-mensûr; sh. 221
42) Mir’ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 102
43) El-Kâmil fit-târih (İbn-ül-Esîr); cild-1, sh. 169
44) Ravdat-üs-safâ; sh. 237
45) Müzekkin-nüfûs
46) Bedâi'uz-zühûr; sh. 133
47) Mecma'uz-zevâid; cild-8, sh. 203
48) Kitab-ül-enîs; sh. 54
49) Ahsen-ül-enbâ fi ma’şer-il-enbiyâ; sh. 12
50) Metâlib-ül-aliyye; cild-3, sh. 275
51) Hilyet-ül-enbiyâ
52) Kamus-al-a'lâm; Cild-6, sh. 4475
53) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî
54) Tam İlmihal Seâdet-i Ebedîyye; sh. 1110
55) İslâm Ahlâkı; sh. 61, 92, 125, 138, 149, 150
56) Kıyâmet ve Âhıret; sh. 392
57) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi
58) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 323, cild-6, sh. 15
59) Cevab Veremedi; sh. 324
60) Esrâr-ut-tevhîd; sh. 274

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...