İLÂVE |
BİRİNCİ CİLDE EKTİR.
Allahü teâlâ insanlara dünyada ve âhırette lâzım olan şeyleri bildirmek için peygamberler gönderdi. Peygamberler; ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, kurtuluş yoluna çekmek, onların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşce yaşamalarını sağlamak için gönderilmişlerdir. Dâvetlerini kabul edenlere Cennet’i müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azâbı ile korkutmşulardır. Onların hepsine inanmak; îmân etmenin Müslüman olmanın şartlarındandır. Peygamberlerin birine inanmayan, kabûl etmiyen hepsine inanmamış olur. Zîra bütün peygamberlerin bildirdikleri dinlerin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı iman ve itikad esaslarını bildirmişlerdir. Allahü teâlâya îmân etmeyi emir ve yasaklarına uymayı istemişlerdir.
Bunun için Allahü teâlânın peygamberleri ile gönderdiği bütün ilâhî dinlerdeki ortak îman esaslarını, buna bağlı olarak da dindeki bazı temel bilgileri geniş bir şekilde ele almayı arzu ettiğimizden, Peygamberler Târihi Ansiklopedisinin birinci cildine ek konular ilâve ettik. Bunlar harf sırasına göre verilecektir.
ÂHIRET HAYATI
Ölümden sonraki ebedî hayat, öbür dünyâ. Dînimizde inanılması zarurî olan altı esastan biri. Âhıret gününün başlangıcı insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadar devam eder. Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği veya dünyâdan sonra geldiği içindir. Buradaki gün, bildiğimiz gece-gündüz demek değildir. Bir vakit, bir zaman demektir. Öldükten sonra, tekrar dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra hepsi tekrar bir araya gelecek; rûhlar bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana kıyâmet günüdenir. Bunu inkâr edenler için hazret-i Ali; "Müslümanlar âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, müslümanlar da zarar etmezdi. Fakat kâfirlerin dediği olmayınca onlar sonsuz azâb çekeceklerdir" buyurdu.
Âhıret hayâtı bu dünyâ hayâtına benzemez. Âhıret işleri, akıl ile anlaşılamaz ve bulunamaz. Çünkü akıl, ancak bu dünyâ işlerini anlayabilecek şekilde yaratılmıştır. Bunda bile çok defâ yanılmakta, hatâya düşmektedir. Âhırette olacak işleri Allahü teâlâ peygamberleri ve kitapları vâsıtası ile insanlara haber vermektedir. Fen bilgilerinin ve aklın dışındaki âhıret işleri konusunda, insanın inanmaktan başka çâresi yoktur. Bu konuda akıl yürüten ve çeşitli düşünceler öne süren felsefecilerin de herhangi bir insandan farkı olmadığı gibi, sözlerinin de herhangi bir değeri yoktur. Bu sahada tek söz sâhibi peygamberlerdir (aleyhisselâm) ve onlar, âhıretteki işleri kâinattaki her şeyin yaratıcısı sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlânın yapacağını haber vermişlerdir. Onların söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.
Aslı bozulmuş olan, hıristiyanlık ve İsrâiliyâtta mahşer hakkında bildirilenler, haham ve papazların uydurmalarından ibâret olup, bunların bir kıymeti yoktur. İslâmiyette bildirilenler ise, karşısında insanoğlunun aczinin gün geçtikçe büyüdüğü Kur'ân-ı kerîmden ve her sözü doğru olan son peygamber hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinden alınmıştır. İslâm âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri açıklarken bildirdikleri gibi mahşerde sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından; fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi, kötü; büyük, küçük; gizli ve aşikâre yapılmış olan her şey, defterde bulunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere; "Yerlerde, göklerde neler yaptınız?", peygamberlere; "Allahü teâlânın hükümlerini ve dîn-i ilâhîyi kullara nasıl bildirdiniz?", herkese de; "Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen dinlerin esâsını nasıl yaptınız? Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz?" diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfat ve ihsânlarda bulunulacak; kötü huylu, bozuk amelli olanlara da ağır cezâlar verilecektir.
Allahü teâlâ, adâleti ile, şirkten, küfürden başka, her günahı afv edecek, dilerse küçük günah için de azâb yapacaktır. Şirki, küfrü hiç affetmeyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve kitapsız kâfirler, yâni Muhammed aleyhisselâmın, bütün insanlara peygamber olduğuna inanmayanlar, O'nun bildirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, elbette Cehennem’e sokulacak, sonsuz azâb göreceklerdir.
Allahü teâlâ, akıllı, akılsız bütün insanları, çocukları, melekleri, cinleri, şeytanları, diğer hayvan ve kuşları, kısaca göklerde ve yerde, karada ve denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini Arasat meydanında (mahşerde) toplayıp haşredecektir. Herbiri dünyâda iken yaptıklarının hesâbını görecektir. Haksızlığa uğrayanlar, zulüm yapanlardan haklarını alacaklar, mîzân (terâzi) kurulup insanların sevâbları (iyilikleri) ve günahları (kötülükleri) tartılacak ve mîzânda sevâbları ağır gelenler Cennet’e, günahları ağır gelenler ise Cehennem’e gönderileceklerdir. Allahü teâlânın emri ile Cehennem üstünde Sırat köprüsü kurulacak, herkese bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet’e gideceklerdir. Cehennemlik olanlar, sırattan Cehennem’e düşeceklerdir. Şefâat haktır. Tevbesiz ölen mü'minlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler şefâat edecek ve kabûl edilecektir. Mü'minler, ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar Cehennem’de ebedî kalmayacaklar, sonunda Cennet’e girecekler, îmânlarına hürmeten ebedî olarak Cennet’te kalacaklardır.
Ölüm:
Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, insanın bir hâlden, başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, başka bir eve göç etmek gibidir. Kur'ân-ı kerîmde, Al-i İmrân sûresi 185. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Her canlı ölümü tadacaktır." buyurulmaktadır. Bir şeyi tatmak, hayatta kalmak ile mümkündür. Ölüm ile hayat sona ermemekte, yeni bir hayat başlamaktadır. Bu hayat, kabir hayatıdır.
Herkes eceli gelince ölür. Hak teâlâ A'râf sûresi, 34. âyetinde meâlen; "Ecelleri geldiği zaman, onu bir saat ileri ve geri alamazlar." buyurdu. Kişinin doğmadan önce, ne kadar yaşayacağı takdir edilmiştir. Allahü teâlâ ölümü yarattı. Sonra diriliği yarattı. İnsanı hayatı boyunca dünyâda durdurur. Belli olan eceli gelinceye, rızkı tükeninceye ve ezelde takdir edilmiş olan amelleri bitinceye kadar yaşar.
Allahü teâlâ emrini nerede hükmettiyse; o kişi, malını, evlâdını ve ıyâlini, hepsini bırakıp kabre gider. Ölümü hangi memlekette ise, orada tecellî eder. Doğuda ölmesi takdir edilmiş olana, batıya giden yollar kapanır. Şöyle anlatılır: Azrâil aleyhisselâm Süleymân aleyhisselâmın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile baktı. Adam, meleğin böyle sert bakışından korktu. Azrâil aleyhisselâm gidince, Süleymân aleyhisselâma yalvarıp, rüzgâra emretmesini, rüzgârın kendisini Hindistan'a götürmesini, Azrâil aleyhisselâmdan kurtarılmasını istedi. Azrâil aleyhisselâm, bir müddet sonra tekrar gelince, Süleymân aleyhisselâm o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrâil aleyhisselâm; "Bir saat sonra Hindistan şehirlerinden birinde, o kimsenin canını almak için emr olunmuştum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile baktım. Emre uyup oraya giderek canını aldım" dedi. Görülüyor ki, ezeldeki takdirin hâsıl olması için, adam, Azrâil aleyhisselâmdan korktu. Süleymân aleyhisselâm onun isteğini yerine getirdi. Ezeldeki takdir, sebepler zinciri ile yerine getirildi.
Ölüm hâli:
Ölümü yaklaştığı vakit, insanın yanına dört melek gelir. Bunların biri, rûhunu sağ ayağından, biri sol ayağından, biri sağ elinden, biri de sol elinden çekerler. Çok defâ, rûhu gargara hâline gelmezden evvel, "Âlem-i melekûtu görmeye başlar. Melekleri, yaptıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları hâl üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların vücûdunu (varlığını) haber verir. Çok defâ da, gördüğü şeyleri şeytanın bir işi zanneder. Lisânı tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Ölüm hâlinde kişinin rûhu kalbe gelince, dili tutulur. Bu hâlde, yine melekler, rûhunu parmak uçlarından çekerler. Soluğu ise, sanki saka kırbasından su boşalır gibi gırıl gırıl öter. Fâcirin rûhu da yaş keçeye takılmış olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların en üstünü olan Peygamberimiz(sallallahü aleyhi ve sellem) haber verdiler. Bu hâlde ölü, karnını diken ile dolu zanneder. Rûhunu da; sanki bir iğne deliğinden çıkıyor, gök yere bitişiyor ve kendisi arasında kalıyor zanneder.
Hazret-i Kâ'b'dan (radıyallahü anh) ölüm nasıl oluyor diye suâl olundu. Buyurdu ki: "Bir diken dalını bir kişinin içerisine koymuşlar ve kuvvetli bir kimse onu çekiyor, dal kestiğini kesiyor, kalan kalıyor gibi buldum."
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Elbette ölüm sarhoşluğundan birinin şiddeti, üçyüz kere kılınç vurmaktan daha şiddetlidir." İşte bu zamanda insanın cesedi terler. Gözleri sür'at ile iki tarafa gider. Burnunun iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır. Benzi sararır.
Rûhu kalbe gelince dili tutulur. Hiç kimse rûhu göğsüne gelmiş iken konuşamaz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, iş gâyet büyük olduğundan, göğüs nefeslerle sıkışıp, daralmıştır.
Herkes bilir ki, insanın göğsüne vurulsa bayılır. Ancak az sonra söze kâdir olur. Çok kere de söyleyemez. İnsanın neresine vurulsa seslenir. Göğsüne vurulsa, hemen sessiz ölü gibi düşer.
İkinci sebebi de, ses, akciğerlerinden dışarı çıkan havanın hareketinden hâsıl oluyor idi. Bu soluk ise kalmadı. Nefes alıp veremediği için bedenin harâreti kalmaz, soğur. Bu zamanda mevtâların hâlleri çeşitli olur.
Bâzıları vardır ki, melek; su verilmiş kızgın demir ile vurur. Hemen rûh kaçar, hârice çıkar. Melek onu eline alır. Rûh civa gibi titremeye başlar. Bal arısı kadar insan şeklinde olur. Sonra melek onu zebânîye (azâb yapıcı meleğe) teslim eder.
Bâzı kimselerin rûhu azar azar çekilir. Tâ ki boğazında tutulur. Boğazında da kalmaz. Ancak kalbe bağlı olarak kalır. Bu zamanda melek kızgın demir ile vurur. Zîrâ o demirle vurmayınca, rûh kalbden ayrılmaz. Bu demirle vurmanın sebebi, demir, ölüm denizine daldırılmıştır. Kalb üzerine konulunca diğer yerlerine de sirâyet eden zehir gibi olur. Zîrâ hayatın sırrı ancak kalbdedir. Onun sırrı ancak dünyâ hayatında tesir eder. Bunun için bâzı kelâm âlimleri; "Hayat rûhun gayrıdır" ve "Hayatın mânâsı rûhun beden ile karışmasıdır" dediler.
Rûh çekilip son bağı kopacağı zaman, kendisine bir çok fitneler ârız olur. İblis,yardımcılarını özellikle o kimseye musallat eder. O hâlde iken, o insana gelirler ve onun; anası, babası, kardeşi, kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünürler ve ona derler ki: "Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde makbûl olan hak dindir." Eğer bunların sözlerine aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler. Başkaları gelip; "Sen nasrânî (hıristiyân) olarak öl! Zîrâ o din, Mesih'in yâni Îsâ aleyhisselâmın dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etmiştir" derler. Böylece, her milletin dinlerini ona söylerler. O zamanda cenâb-ı Hakk'ın şaşırmasını dilediği kimse şaşırır. İşte bu; "Ey bizim Rabbimiz! Dünyâda iken bize îmân verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma." meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 8. âyet-i kerîmesinin haber verdiği hâldir.
Denildi ki, susuzluk hâli; hastanın en çok sıkıntı çektiği, ciğerlerinin yanıp tutuştuğu haldir. Bu hâl, şeytan için bir fırsattır. Şeytan, bu zaman mü'minin îmânını çalmak, îmânsız ölmesini sağlamak için yanına yaklaşır ve hastanın baş tarafından, elinde kadeh içinde buz gibi su ile gelir. Kadehi çalkalar. Mü'min onun kim olduğunu bilemediğinden; "Bana biraz su ver" der. O da; "Veririm, fakat âlemlerin yaratıcısı yoktur, de!" der. O mü'min saâdet sâhibi bir kişi ise, ona cevap vermez. Sonra şeytan ayak tarafına gelir. Orada da su dolu kadehi çalkalar. Mü'min onu tanımadığından; "Biraz su ver" der. O da; "Eğer peygamberleri (aleyhimüsselâm) yalanlarsan sana su veririm" der. Îmânı zayıf olan dediğini söyler ve kâfir olarak ölür. Eğer o saâdet sâhibi, îmânı kuvvetli bir mü'min ise, onun sözünü red eder.
Ölen bir kimsenin his duygularından en son kaybedeceği şey işitmesidir. Zîrâ rûh kalbden ayrıldığı vakit, yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, rûh kabz oluncaya kadar kaybolmaz. Bunun için Fahr-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Mevtânıza şehâdeteyn-i kelimeteyn ki; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah"dır. Bu kelimeyi telkin ediniz!" buyurmuştur. Ölüm hâlinde olanın yanında çok söz söylemekten kaçınmayı da emretmiştir. Zîrâ o zaman insan, şiddetli sıkıntı içindedir.
Zâhid Ebû Zekeriyyâ hazretleri vefât edeceğinde, dostları başına toplandılar. Ona Kelime-i şehâdeti söylemesi için telkinde bulundular. Fakat O; "Hayır" deyip başını çevirdi. İkinci defâ tekrar Kelime-i şehâdeti telkin ettiler. O yine; "Hayır!" dedi. Dostları şaşkın olup, içlerinden bayılanlar oldu. Üçüncü defâ yine Kelime-i şehâdeti telkin ettiler, yine; "Hayır!" dedi. Dostları üzüntüden tamâmen perişân oldular. Aradan bir zaman geçince, Ebû Zekeriyyâ hazretleri biraz kendine gelip gözlerini açtığında; "Bana bir şey söylediniz mi?" buyurdu. Oradaki dostları üzüntü ile, kendisine Kelime-i şehâdeti telkin ettiklerini, her üçünde de; "Hayır!" cevâbı verdiğini söyleyince, Ebû Zekeriyyâ hazretleri buyurdu ki: "Dostlarım! O zaman şeytan, elinde su dolu kadehi ile sağımdan geldi. Ben çok susamıştım, "Îsâ Allah'ın oğludur dersen veririm" dedi. Ben de; "Hayır!" dedim. Ayak tarafımdan geldi yine; "Hayır!" dedim. Tekrar; "Âlemlerin yaratıcısı yoktur, de!" dedi. Ben de; "Hayır!" dedim. Söylediğim "Hayır!" kelimeleri bu sebeptendir. Ben onun dediklerini yapmayınca, şeytan kadehi yere çaldı, öfke ile dönüp gitti. Yoksa ben sizin telkin ettiğiniz Kelime-i şehâdet için hayır demedim."
Eğer ölünün ağzından tükrüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise, o kimse şakîdir. Âhıretteki şakâvetini görmüştür. Eğer ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü kırpık gibi ise, o kimse âhırette kavuşacağı sürûr ile müjdelenmiştir.
Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O saîd olan kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Aklından ve ilminden hiç bir şey kaybetmemiştir. Dünyâda ne yapmış ise, hepsini bilir. O melekler bu rûhla beraber semâya doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi bâzı ölü bilir, bâzı ölü ise bilmez. Böylece önceki geçmiş peygamberlerin (aleyhisselâm) ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler gibi görerek geçerler ve birinci kat semâ olan dünyâ semâsına varırlar.
Bu meleklerin başında olan Cebrâil (aleyhisselâm) dünyâ semâsına çıkar. "Kimsin?" diye sorulur. "Ben Cebrâil'im, yanımdaki de filândır" diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir. Dünyâ semâsının bekçileri olan melekler; "Bu ne iyi bir kimsedir ki, îtikâdı, inancı güzel idi. Ve hiç şüphesi yok idi" derler.
Bundan sonra, ikinci kat semâya çıkarlar. "Kimsin?" denir. Cebrâil (aleyhisselâm) birinci kat semâdaki meleklere söylediği sözünü tekrar eder. İkinci kat semâdaki melekler, o sâlih rûha; "Hoş geldi, sefâ geldi. Dünyâda iken namazlarını bütün farzlarına riâyet ederek edâ ederdi" derler.
Sonra geçer, üçüncü kat semâya ulaşırlar. "Kimsin?" denir. Cebrâil (aleyhisselâm) daha önce söylediklerini tekrar eder. Bunun üzerine; "Malının hakkını muhâfaza edip, zekâtını, tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emrolunan kimselere seve seve verip, hiç esirgemeyen bu zât, hoş ve sefâ geldi" denir. Oradan da geçerler.
Dördüncü kat semâya varırlar. "Kimsin?" denir. Daha Önce söylediği gibi cevap verir. "Dünyâda, Ramazân orucunu tutup da, orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekten ve haram yemekten kendini muhâfaza eden kimse hoş ve sefâ geldi" denir.
Sonra geçerler, beşinci kat semâya varırlar. "Kimsin?" denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. "Farz olduğu zaman haccını riyâsız ve Allahü teâlâ için edâ eden kimse, hoş ve sefâ geldi" denir.
Sonra geçerler. Altıncı kat semâya varırlar. "Kimsin?" denir. Evvelce vermiş olduğu cevâbı verir. "Seher vakitlerinde çok istiğfâr eden, gizli gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden zât, hoş ve sefâ geldi" denir.
Oradan da geçerek, surâdikât-ı celâl denilen celâl perdelerinin bulunduğu bir makâma varırlar. "Kimsin?" diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. Yine; "Hoş ve sefâ geldi. Çok istiğfâr edip, (çoluk-çocuğuna ve sözü geçenlere) emr-i ma'rûf yapan, Allahü teâlânın dînini, O'nun kullarına öğreten, miskinlere (ve darda kalanlara) yardım eden sâlih kula ve güzel rûha merhâbâlar olsun" denir. Sonra meleklerden bir cemâate uğrarlar. Onların hepsi, onu Cennet ile müjdeleyip, müsâfeha ederler.
Sonra sidret-ül-müntehâya kadar giderler. Yine; "Kimdir?" diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. "Hoş, sefâ geldi. Her iyiliğini, Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhâbâ" denir. Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su ve kar tabakalarından geçerler. Her tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik yoldur.
Sonra arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan seksenbin perde açılır. Her perdede seksenbin şerefe vardır. Her şerefede bin kamer yâni ay vardır. Hepsi Allahü teâlâyı tehlîl ve tesbîh ederler. Onlardan bir kamer dünyâda görünse, nûru, âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona ibâdet ederdi. Bu sırada perde arkasından şöyle bir nidâ gelir: "Bu getirdiğiniz rûh kimindir?" Cebrâil (aleyhisselâm); "Filân oğlu filândır" der. Allahü teâlâ; "Bunu yakınlaştırın" ve "Sen ne güzel kulumsun" buyurur. Allahü teâlânın huzûr-i mâneviyye-i ilâhiyyesinde durduğu vakit, bâzı levmü îtâb (azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul zan eder ki, hakîkaten helâk oldu. Sonra cenâb-ı Hak onu affeder.
Vefâtlarından sonra rüyâda görülen bâzı sâlih kimselerden gelen haberler, Allahü teâlânın râzı olduğu kullarına nasıl muâmele ettiğini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Bunlardan biri, Bağdat kadısı ve meşhûr "Tenbîh" kitabının müellifi Yahyâ bin Eksem hazretleridir. Vefâtından bir müddet sonra, sevdiklerinden biri onu rüyâsında gördü. "Hak teâlâ sana nasıl muâmele eyledi?" diye sordu. Yahyâ bin Eksem; "Cenâb-ı Allah beni huzûr-i mâneviyesinde durdurup; "Ey fenâ şeyh! Sen şunu ve bunu işlemedin mi?" buyurdu. Ben de; "Yâ Rabbî! Burada böyle suâl soracağını bana dünyâda bildirmediler" dedim. "Sana nasıl bildirildi?" buyurdu. Ben de; "Bana Muammer bin Müsennâ, İmâm-ı Zührî'den, o da Urve bin Zübeyr'den o da teyzesi Âişe-i Sıddîka'dan (radıyallahü anhâ), o da Resûlullâh'dan (sallallahü aleyhi ve sellem). O da Cebrâil'den (aleyhisselâm), o da Zât-ı teâlâdan haber verdiklerine göre Zât-ı raûf ve rahîmin; "Ben azîmüşşân, İslâm'da ağaran saç ve sakala azâb etmekten hayâ ederim" buyurdu." dedim. Allahü teâlâ, o zaman: "Sen ve Muammer, İmâm-ı Zührî, Urve, Âişe, Muhammed (aleyhisselâm) ve Cebrâil (aleyhisselâm) doğru söylüyorsunuz. Ben azîmüşşân da seni mağfiret ettim, bağışladım" buyurdu.
Bâzı insanlar, vardır ki, kürsîye ulaştıkları zaman bir nidâ işitir, oradan onu red ederler. Bâzı kimseler perdelerden geri çevrilir. Ancak, Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna vâsıl olanlar, ârif-i billâh olanlardır, yâni evliyâ-i kirâmdır. Vilâyetin dördüncü derecesi ve daha üst makâmlarında olanlardan başkaları, Allahü teâlânın huzûruna ulaşamazlar.
Fâcirin yâni kâfirin rûhu sert olarak şiddet ile alınır ve yüzü Ebû Cehil karpuzu gibi olur. Melekler ona hitâben; "Ey habis olan rûh! Habis olan cesedden çık!" derler. O da merkeb gibi bağırır. Rûhu çıkınca Azrâil (aleyhisselâm) onu, yüzü gâyet çirkin ve siyah elbiseli ve fenâ kokulu zebânîlere (yâni azâb yapan meleklere) teslim eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski kilim parçası gibi bir bez vardır. O rûhu, buna sararlar. Bu zamanda rûhu çekirge kadar insan şekline çevrilir. Bunun sebebi; kâfirin cesedi, âhırette mü'minin cisminden büyük olur. Hadîs-i şerîfde; "Cehennem’de kâfirin bir azı dişi, Uhud Dağı kadardır." buyuruldu.
Cebrâil (aleyhisselâm) bu kötü rûhu yükseltir ve dünyâ semâsına ulaşırlar. "Sen kimsin?" denir. "Ben Cebrâil'im" der. "Yanındaki kimdir?" denir. Filân oğlu filân diye kötü, çirkin ve dünyâda sevmediği fenâ isimleriyle onu tanıtır. Onun için gök ve semâ kapısı açılmaz ve; "Deve iğne deliğinden geçmedikçe, bu gibi kimseler Cennet’e girmez" denir.
Cebrâil (aleyhisselâm) bu sözü işitince, onu elinden bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler, işte bu hâl; "Allahü teâlâya ortak koşan kimse şuna benzer ki, gökten düşüp, kendini ya kuşlar kapışır. Yâhud rüzgâr onu uzak bir yere atar da orada helâk olur." meâlindeki Hac sûresi 31. âyet-i kerîmesinde bildirilmiştir. O kimse yere düşünce, bir zebânî onu alıp siccîne götürür. Siccîn, yerin altında veya Cehennem’in dibinde büyük bir taştır, kâfir ve fâsıkların rûhu oraya götürülür.
Rûh, cesedi yıkanırken yanında bulunur ve başı ucunda gasli bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse ölünün rûhunu dünyâdaki insan sûretinde görür.
Rûh bedenden ayrılınca, semâdan; "Ey Âdemoğlu! Sen mi dünyâyı terketin, dünyâ mı seni terketti? Sen mi dünyâyı topladın, dünyâ mı seni topladı? Sen mi dünyâyı öldürdün, dünyâ mı seni öldürdü?" diye üç nidâ gelir.
Gasilhâneye konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Nerede o kuvvetli, güçlü bedenin, seni niye zayıflattı? Nerede bülbül gibi konuşan dilin, seni niye susturdu? Nerede o dostların, şimdi seni yalnız bıraktılar?" diye üç nidâ gelir.
Kişi kefenlenince; "Ey Âdemoğlu! Azıksız uzun bir yolculuğa gidiyorsun! Dönmemek üzere evinden ayrılıyorsun! Hiç binmediğin tahta bir ata (tabuta) biniyorsun ve korkulu bir yer olan kabre konacaksın!" diye üç nidâ gelir. Tabuta konulurken; "Ey Âdemoğlu! Îmân sâhibi bir kimse isen, Allahü teâlâya, peygamberlerine bildirdiği şekilde inanmış isen, sana müjdeler olsun. Sâlih amel sâhibi, her işini Allahü teâlânın rızâsı için yapmış bir kişi isen ne mutlu sana. Allahü teâlâyı gücendirmiş, O'na îmân etmemiş, dediğini tutmamış, biri isen, yazıklar olsun, eyvâhlar olsun" diye üç nidâ gelir.
Mûsâllaya konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Dünyâda her ne amel yaptı isen onun karşılığını göreceksin. Yaptığın hayır ise, karşılık olarak hayır ve iyilik görecek, eğer şer yaptı isen, azâbını göreceksin" diye üç nidâ gelir.
Cenâze kabir kenarına konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Bu harâb yer için dünyâda iken azık olarak ne biriktirdin? Bu karanlık yeri aydınlatacak bir nûrun, bir ışığın var mı? Hiç bir şeyin olmadığı bu kabre, dünyâdaki zenginliğinden ne getirdin?" diye üç nidâ gelir.
Mezâra konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Dünyâda iken benim üzerimde gülüyordun, şimdi içimde ağlar oldun. Üzerimde sevinç ve neş'e içerisinde idin. Şimdi içimde üzgünsün. Benim üzerimde bülbül gibi konuşup, herkese nutukları atıyordun. Şimdi içime girince sesin çıkmaz oldu" diye üç nidâ gelir.
İnsanlar geri dünüp giderlerken Allahü teâlâ buyurur ki: "Ey kulum, şimdi kabrinde kimsesiz olarak kaldın. Seni kabir karanlığına terkettiler. Onlar sebebiyle bana karşı gelmiş, emrimi tutmamıştın. Yâni hanımının, çocuklarının tarafını tutup, onların bitmez tükenmez isteklerini yapmaya uğraşıp, benim için azıcık bir şey yapmak istemedin. Bak şimdi yalnız kaldın. Bugün sana benden başka merhamet edecek kimse yok. Hâlbuki benim şefkâtim, bir annenin yavrusuna olan şefkâtinden daha çoktur."
Kabir hayatı:
Allahü teâlâ âdemoğlunu yarattı. Hangisinin daha güzel amel işlediğini denemek için onları dünyâya yerleştirdi. Sonra onları kabir âlemine nakletti. Onları burada, kıyâmet gününe kadar tuttu. Onlar kabir âleminde olmakla beraber, amellerinin iyi veya kötü olmasına göre karşılık görürler. Ameli iyi olanlar, kabirlerinde ikrâma ve nîmetlere kavuşurlar. Amelleri kötü olanlar ise, hor ve hakîr olurlar.
Kabir hayatına muhakkak inanmak lâzımdır. Kabir, bir konaktır. Hadîs-i şerîfde; "Kabir, âhıret konaklarının birincisidir. Ondan kurtulana sonraki konaklardan geçmek kolay olur. Kabirden kurtulamayana, ondan sonraki konaklar daha zor olup, azâbları da daha şiddetlidir." buyuruldu. Sevgili Peygamberimiz yine buyurdu ki: "Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur." Kabirde, îmân edenlere ve ibâdetlerinde kusuru olmayanlara mükâfat, iyilik ve nîmetler verileceği gibi; kâfirlere ve günah işleyen müslümanlara da azâblar yapılacağı bildirilmiştir. Kabir azâbı haktır, rûh ile bedene olacaktır. Müslümanlara yapılacak kabir azâbının çoğu, helâda üzerine idrar sıçratanlara, birbirini çekiştirenlere olacaktır.
Kabir azâbı, rüyâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabir azâbı, rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir. Bundan başka, rüyâda görülen acı, azâb, azâbın kendisi denilse bile, dünyâdaki acılar, azâblar gibidir. Kabir azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler. Çünkü dünyâ azâbları, âhıret azâbları yanında hiç kalır. Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, her şeyi yakar, yok eder. Kabir azâbını, rüyâda görülen azâb gibi sanmak, kabir azâbını bilmemekten, anlamamış olmaktan ileri gelmektedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü karışdırmaktan hâsıl olmaktadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı ile âhıret azâbını aynı sanmaktan da olur. Böyle sanmak, pek yanlıştır. Yanlış ve bozuk olduğu meydandadır.
Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresinin 100. âyet-i kerîmesinde meâlen; ''(Kâfirler der ki:) "Tâ ki, ben terk ettiğim îmânı yerine getirip, sâlih bir amelde bulunayım." (Hayır, artık dünyâya dönülmez), müşriklerden herbirinin söylediği bu sözler, söyleyene âit faydasız bir lâftır. Önlerinde ise bir mezâr vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar." buyuruyor.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh), bir gün kabirleri göstererek; "Bunlar, sizin ile âhıret arasında bulunan kabirlerdir" buyurdu. Atâ Horasanî de; "Kabir, dünyâ ile âhıret arasındaki vakittir" ve Ebû Ümâme el-Bâhilî, bir şahsın cenâze namazını kılıp, cenâze kabre konunca; "Bu andan îtibâren, meyyit için mahlûkâtın diriltileceği güne kadar devam edecek bir kabir hayatı başladı" dediler.
Şa'bî'ye (radıyallahü anh); "Falanca kimse vefât etti" denilince; "O, ne dünyâda ne de ahırettedir. O, kabir âlemindedir" dedi. Yine Şa'bî (radıyallahü anh), birisinin; "Falanca vefât etti, âhıret ehlinden oldu" dediğini duyunca, o kimseye; "Âhıret ehlinden oldu deme, kabir ehlinden oldu de!" buyurdu.
Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurdu ki: Kabir, insanoğluna şöyle seslenir: "Ey Âdemoğlu! Benim üzerimde koşuyorsun, fakat bir gün benim içime gireceksin; üzerimde Allahü teâlâya isyân etmektesin, fakat içimde azâb göreceksin. Üzerimde gülüyorsun, ama içimde ağlayacaksın. Üzerimde haram, helâl demeden bulduğunu yemektesin, fakat içimde kurtlar, böcekler senin bedenini yiyecekler. Üzerimde neş'e ve sevinçlisin, fakat içimde çok üzüleceksin. Üzerimde haramları topluyorsun, fakat, içimde eriyip gideceksin. Üzerimde kibir gurur içinde büyüklenip durursun, fakat içimde çok zelîl, aşağı ve hakîr olacaksın. Üzerimde aydınlıkta geziyorsun ama içimde karanlıklarda kalacaksın. Üzerimde sevdiklerinle berabersin, lâkin içime girince yalnız başına kalacaksın."
Hazret-i Âişe vâlidemizden şöyle rivâyet edildi: "Bir gün evde oturuyordum. O esnâda Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrîf buyurdular. Ben hemen, her zaman gösterdiğim saygı üzerine ayağa kalkmak istediğimde, Resûlullah; "Ben de yanına oturayım yâ Âişe" buyurup oturdular. Daha sonra, mübârek başını kucağıma koyup uyudular. Mübârek sakal-ı şerîfindeki beyazlanmış olan dokuz adet kılı gördüm. O zaman kendi kendime; "Muhammed aleyhisselâm benden önce dünyâdan gidecek. Ümmeti, Peygambersiz kalacak" diye düşünürken ağladım, gözlerimden yaşlar boşandı. Bir damlası kucağımdaki Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek yüzüne düştü. Onu hemen uykusundan uyandırdı. Resûlullah; "Ey Âişe! Seni ağlatan şey nedir?" buyurdu. Ben de düşündüklerimi anlattım. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Hangi hâl ölüye daha şiddetlidir?" buyurdu. Ben; "Siz söyleyin yâ Resûlallah!" deyince; "Sen söyle" buyurdu. Ben de; "Meyyitin evinden çıktığı hâl çok üzüntülü olur. Çoluğu çocuğu çok üzülür ve vâh babamız vâh annemiz deyip feryâd ederler" dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Doğru, ondan daha şiddetlisi hangisidir?" buyurunca, ben de; "Kabre konması, üzerinin örtülmesi ve yakınlarının, dostlarının kendisini dünyâdaki ameliyle başbaşa bırakmaları hâlidir. O zaman Münker ve Nekir ona gelir" dedim. Resûlullah; "Ey Âişe, meyyite ondan daha şiddetlisi nedir?" buyurunca; "Allahü teâlâ ve Resûlü daha iyi bilir" dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Âişe, meyyitin en zor durumu, gâsilin (yıkayıcının) evine gelip, onu yıkamaya başladığı vakittir. Parmağından yüzüğü çıkarmakla işe başlar. Elbisesini, dünyâlık ne rütbesi varsa çıkarır. O zaman meyyitin rûhu, kendi çıplak bedenini görür ve öyle nidâ eder ki, insan ve cinden başka her mahlûk işitir.
Rûhu cesedinin başı ucuna gelip; "Ey yıkayıcı! Yavaş yavaş tut! Zîrâ Azrâil pençesinden can yarası yemiştir. Ve tenim gâyet zahmet çekmiş ve sarsılmıştır" der. Teneşire gelince yine gelip; "Suyu çok sıcak etme! Tenim pek zayıftır. Tez beni elinizden halâs eyleyin ki, rahat olayım" der. Yıkanıp kefene sarılınca, bir mikdar durup yine; "Bu cihânı son görüşümdür. Hısım ve akrabâlarımı göreyim ve onlar da beni görsünler ve ibret alsınlar. Onlar da yakında benim gibi öleceklerinden, ardımdan feryâd etmesinler. Beni unutmayıp, Kur'ân-ı kerîm ile beni ansınlar. Benim mîrasım için aralarında çekişmesinler, tâ ki, kabirde azâb görmeyeyim. Cumâlarda ve bayramlarda da beni hatırlasınlar" der.
Sonra musalla üzerine konulunca, yine; "Rahat kalın, ey benim oğlum ve kızım, anam ve babam! Bunun gibi firak günü yoktur. Hasretlik, görüşmemiz kıyâmete kaldı. Elveda olsun sizlere, ey ardımca göz yaşı dökenler" der.
Namazı kılıp, omuza alınınca yine; "Beni yavaş yavaş götürün! Eğer kasdınız sevâb ise, bana zahmet vermeyin! Sizden Allahü teâlâya hoşnutluk götüreyim" der."
Kabirde olanların dört hâli vardır: Azâb olunurlar, rahmet olunurlar, tahkîr olunurlar (hakaret görürler), ikrâm olunurlar.
Kabir hayatındaki hâller, mevtâların hakîkatleri, sıfatları zâhir olduğu vakitteki hâlleridir. Mevtânın bâzısı yerinde kalır. Bâzısı, dolaşır. Bâzısı döğülür. Bâzısına da şiddetli azâb edilir. Bunun doğruluğuna delil, Mü'min sûresinin; "Nâr, füccâr üzerine sabah-akşam arz olunur. Kıyâmet gününde de, Cehennem’de vazifeli olan meleklere, Fir'avn'a tâbi olanları azâbın en şiddetli mahalline atın" meâlindeki 46. âyet-i kerîmesidir.
Kabir suâlleri:
Kabirde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek ve suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine Münker ve Nekir denir.
İbn-i Mes'ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet olundu: "Yâ Resûlallah! Ölü kabre konduğu vakit, ilk karşılaştığı şey nedir?" diye sordum. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Yâ İbn-i Mes'ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi Rûmân'dır. Kabirlerin arasına girer; "Yâ Abdellah! Amelini yaz!" der. O kimse; "Benim burada ne kalemim ne kâğıdım var. Ne yazayım?" der. O melek; "Bu sözün kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir" der. Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul, dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada, sevâbını ve günahını âdetâ o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar" buyurdu. Bundan sonra Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Her insanın yaptığı işleri gösteren sahifelerini, biz boynunda kıldık" meâlindeki İsrâ sûresinin 13. âyet-i kerîmesini okudular.
Sonra gâyet korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyah olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen rüzgâra benzer. Herbirinin, insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramayacakları dağlardan daha büyük ve ağır olan demir kamçıları vardır. Bir kere bir kimseye vurursa mâzallah parça parça eder. Rûh, bunları görünce hemen kaçar. Ölünün burnundan göğsüne girer. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği zamandaki hâli gibi olur. Hareket etmeğe kâdir olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar, ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa, yer açılıp bir boşluk olur.
Bu iki melek; "Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" gibi suâl sorarlar. Allahü teâlânın muvaffak edip kalbine hak sözü yerleştirdiği kimseler; "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O'dur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır" derler. Ancak, ilmi ile âmil olan, hayırlı âlimler böyle cevap verir.
O zaman bunlar da; "Doğru söyledi. Delilini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu" derler. Bundan sonra onun kabrini büyük bir kubbe gibi yaparlar ve sağ tarafına Cennet’ten iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları, o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yaptığı güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya kadar kabrinde neş'eli ve sevinçli olur. O kimseye, kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.
İlmi ve ameli az olan, ilimden ve melekût esrârından haberi olmayan mü'minlerin derecesi bundan aşağıdır. Onun yanına, Rûmân'dan sonra güzel sûrette ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir. "Beni bilmez misin?" der. O da; "Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni şu garîb olduğum zamanda bana ihsân eyledi" der. O da; "Ben, senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan korkma" der.
Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; "Men Rabbüke?", yâni Rabbin kimdir? derler. O da evvelki söylediği gibi; "Rabbim Allah'tır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, İmâmım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır. Onun milleti benim milletimdir" der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da; "Doğru söyledin" derler. Önceki melekler gibi muâmele ederler. Fakat onun için, sol tarafından Cehennem’den bir kapı açarlar. Cehennem’de yılan, akrep, zincir, sıcak su ve zakkum velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, bunun üzerine pekçok feryâd eder. Ona; "Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennem’deki yerindir. Allahü teâlâ bunu senin Cennet’teki yerinle değiştirdi. Uyu, sen saîdsin" derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır. Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece kalır.
Eğer îtikâdı bozuk olursa (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid'at ehline uydu ise); "Rabbim Allah" diyemez. Başka söz söylemeğe başlar. Melekler bir kere vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Bir kaç gün sönük olarak durur. Sonra yine kabirde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devam eder.
Bir çok kimse de "Dînim İslâm'dır" diyemez. Bunlar, ya şüphe üzere vefât etmişlerdir (Ehl-i sünnet olmayan kimselerin, din düşmanlarının sözlerine, yazılarına aldanmıştır). Yâhud vefât ederken kendisine fitnelerden bir fitne arız olmuştur. Buna bir kere vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle dolar.
Bâzı kimseler, "El-Kur'ânü imâmî" yâni "Kur'ân-ı kerîm imâmımdır" diyemezler. Çünkü bunlar, Kur'ân-ı kerîmi okurlar, fakat ondan nasîhat almazlardı ve Kur'ân-ı kerîmde olan emirlerle amel etmezler ve nehy ettiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da, öncekilere yaptıkları gibi yaparlar.
Bâzı kimsenin de ameli korkunç bir şekil alır. Kabrinde günahları kadar azâb olunur. Bir rivâyette şöyle bildirildi: "Bâzı insanların ameli, hunût şekline çevrilir." Hunût diye, hınzır yavrusuna derler. Bâzı kimse de; "Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır" diyemez. Zîrâ bu kimse, dünyâda sünnet-i nebeviyyeyi yâni İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını unutmuş, zamana, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur'ân-ı kerîm okutmamış, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmemiş idi.
Bâ'zı kimse; "Kıblem Kâbe-i şerîf" diyemez. Zîrâ, namaz kılmak için kıbleye az yönelmiş, yâhut abdestinde fesâd bulunurmuş, yâhut namazında başka şeylere iltifât eder, dünyâ işleri ile meşgûl olurmuş, yâhut rükûunda ve secdelerinde noksanlık olup, tâdîl-i erkâna riâyet etmezmiş.
Fâcire, yâni kâfir olanlara, Münker ve Nekir melekleri; "Men Rabbüke?" dedikleri vakit; "Lâ-edrî", yâni "Ben bilmem" der. Onlar da; "Bilmedin ve hatırlamadın" derler.
Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat yerin altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi defâ döverler. Sonra da, bunların hâlleri başka başka olur. Bâzısının ameli köpek şekline çevrilip kıyâmete kadar onu ısırır.
Enes bin Mâlik'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ölü kabre konulunca, yanına yüzleri siyah ve gök gözlü iki melek gelir. Birine Nekir, diğerine Münker denir. O kimseye; "Muhammed hakkında ne dersin?" dediklerinde, eğer mü'min ise, bu iki meleğin suâllerine cevap olarak; "Muhammed, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühü" der. Bu iki melek; "Biz elbette biliyoruz ki, sen dünyâda da böyle derdin" derler. Sonra o kimsenin kabri her tarafından kırkar metre genişler ve aydınlanır. Bundan sonra o kimseye uyu denildiğinde, o kimse; "Beni bırakın, çoluk-çocuğuma gidip bu hâli haber vereyim" der. Melekler ona; "Kendisini ancak, çok sevdiği hanımı uyandıran yeni dâmâd gibi rahat uyu" derler. Böylece Allahü teâlâ onu yattığı yerden uyandırıncaya kadar, rahat ve huzûr içerisinde uyur. O kimse kâfir ise, bu iki meleğe cevap olarak; "Ben bilmem, insanlardan işitirdim, bir şeyler söylerlerdi, ben de onu söylerdim" der. Bu iki melek; "Biz elbette biliyoruz ki, sen öyle derdin" derler. Sonra toprağa; "Sıkış!" diye emrolunur. Toprak o kimse üzerine sıkışır, kaburga kemiklerini birbiri üzerine geçirir ve Allahü teâlâ onu bu yattığı yerden kaldırıncaya kadar, dâima azâbda bulunur" buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfde; "Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. "Rabbin kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "Rabbim Allahü teâlâdır" der. "Size gönderilen o zât kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "O, Allahü teâlânın Resûlüdür" der. "Bunu nereden biliyorsun?" derler. Ölü; "Allahü teâlânın kitabı Kur'ân-ı kerîmde okudum. O'na îmân ettim ve O'nu tasdik ettim" der" buyruldu.
Berâ bin Âzib'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kabirde mü'mine, güzel yüzlü, güzel kokulu ve güzel elbiseli bir genç gelir. "Bugün, senin iyi işler vâd olunduğun gündür" der. Meyyit, ona kim olduğunu sorunca; "Senin (dünyâda iken yaptığın) iyi amelinim" der. Kâfir olanı ise, çirkin suratlı, çirkin kokulu ve çirkin elbiseli bir genç gelir. "Bugün senin korkutulduğun ve tehdid olunduğun gündür" der. Meyyit, ona kim olduğunu sorunca, o da; "Senin (dünyâda iken yaptığın) kötü amelinim" der" buyurdu.
Kâ'b'ın (rahmetullahi aleyh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu. "İyi bir kul mezâra konunca, iyi amelleri etrâfını sarar onu muhâfaza ederler. Azâb melekleri ayak tarafından gelince, namaz karşılarına çıkar ve Allah için çok kıyamda durmuştur, derler. Baş ucundan gelince, oruç karşılarına çıkar. Dünyâ da çok susuzluk çekti, derler. Bedeni tarafından gelince, hac ve Allah yolunda yaptığı cihâd karşılarına çıkar ve hayır, bu beden çok eziyet çekmiştir, derler. Eli tarafından gelince, verdiği zekât ve sadakalar der ki, buna dokunmayın. Bu el ile çok zekât ve sadakalar vermiştir. Melekler, çok güzel, mübârek olsun derler ve geri dönerler ve rahmet melekleri gelirler. Ona Cennet’ten bir yatak getirir ve yayarlar. Mezâr ona gözünün görebildiği kadar geniş ve ferah olur. Cennet’ten bir kandil getirip, kıyâmete kadar onun nûru altında durur."
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allahü teâlâ, Cumâ günü veya gecesinde ölen kimseyi, kabir fitnelerinden emîn kılar." Allahü teâlâ da İbrâhim sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlâ îmân edenleri dünyâda ve kabirde sabit söz (olan Kelime-i şehâdet) üzere sabit kılar. Allahü teâlâ, (nifak ve küfürle nefslerine) zulmeden (kafir) lere, (dünyâda ve kabirde Kelime-i şehâdeti) nasîb etmez. Allahü teâlâ dilediğini yapar." buyurdu.
Kabir azâbı:
Kabirde, hem rûha, hem de bedene nîmet ve azâb vardır. Buna, böylece inanmak lâzımdır. İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî (rahmetullahi aleyh) "Akâid-i Şeybâniyye" manzumesinde; "Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı, hem rûha, hem de bedene olacaktır" buyurdu. Yâni, kabirde nîmetler ve azâblar rûha ve cesede birlikte olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lâzımdır. Gaybe îmân etmek lâzımdır. Buna inanmamak, kıyâmet günü olan ba's yâni, mezârdan kalkmağa inanmamağa yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur. İnsan kabir azâbını, diri iken anlayamıyor ise de, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ve bu ümmetin önce gelenleri, kabir azâbı olacağını haber vermişlerdir.
Fakîh Ebülleys Semerkandî hazretleri buyurdu ki: "Kabir azâbından kurtulmak isteyenin, dört şeyi dikkatle yapması, dört şeyden de kesinlikle sakınması îcâb eder. Dikkatle yapması îcâbeden dört şey; beş vakit namazını, farzına, vâcibine, sünnetine dikkat ederek devam üzere kılması, zekât ve sadakasını vermesi, Kur'ân-ı kerîmi tecvid üzere devamlı okuması ve Allahü teâlâyı çok hatırlamasıdır. Bunları yapmak kabri nûrlandırır ve genişletir.
Kaçınması îcâb edenler ise; yalan, hıyânet, söz taşıma, beden ve çamaşırına bevl sıçratmaktır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Bevlden sakınınız. Muhakkak kabir azâbının çoğu bundandır."
Ebû Ümâme (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti: "Bir gün Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Bakî kabristanına geldi. İki kabrin yanında durdu. "Buraya falan erkekle, falan kadını mı defnettiniz?" buyurdu. Orada bulunanlar; "Evet, yâ Resûlallah!" dediler. Sonra Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim. Falancaya öyle vuruldu ki, bütün uzuvları paramparça oldu. Öyle bağırdı ki, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûk sesini duydu. Eğer gizli tutabilseydiniz, kabir azâbını benim işittiğim gibi, size de işittirmesi için Allahü teâlâya duâ ederdim. Şimdi şu anda dövülüyor" buyurdu. Orada bulunanlar; "Yâ Resûlallah! Onun günahı ne idi?" diye sordular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Falanca erkek, idrardan sakınmadığı için azâba düçâr oldu. Falan kadın ise, insanlar hakkında gıybet ettiği için azâba düştü" buyurdu.
Ebû Sa'îd-i Hudrî'nin rivâyet ettiği hadis-i şerîfde ise, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kâfire kabrinde doksan dokuz yılan musallat kılınır. Bunlar, kâfiri kıyâmet kopuncaya kadar sokarlar. Eğer bu yılanlardan birisi, yeryüzüne üfürse idi, yeryüzünde yeşil bir şey bitmezdi" buyurdu.
Ubâde bin Sâmit'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kim Allahü teâlâya kavuşmak istese, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim bunu istemezse, Allahü teâlâ da onu istemez" buyurdu. Bunun üzerine biz; "Yâ Resûlallah! Hepimiz ölümü istemeyiz" dedik. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi: "Bu, ölümü istememek değildir. Mü'min dünyâdan ayrılacağı zaman, âkıbetinin iyi olacağına dâir müjdeler kendisine verilir. Böylece Allahü teâlâya kavuşmak ister. Bu kavuşma, onun en çok istediği şeydir. Fakat kâfir ve fâcir, son nefesinde, sonunun iyi olmadığını görür ve cenâb-ı Hakk'a kavuşmağı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı istemez."
Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ), babasının şöyle anlattığını bildirdi: "Müşrik kabirlerinden birisine uğramıştım. Bu sırada kabirden, ateşler içerisinde ve boynunda ateşten zincir bulunan bir kişinin çıktığını gördüm. Yanımda bir su kabı vardı. O kişi beni görünce: "Ne olur bana su ver, üzerime su dök" diyordu. Bu sırada kabirden bir kişi daha çıktı ve; "Ona su verme, çünkü o kâfirdir" dedi. Boynundaki zinciri alıp, onu çekerek kabre götürdü. Sür'atle Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldim. Durumu kendilerine arzettim. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); "O gördüğün Ebû Cehl'dir. Kıyâmete kadar böyle azâb çeker" buyurdu."
Amr bin Dînâr şöyle anlatır: "Bir kişinin kız kardeşi vefât etmişti. Yıkanıp, namazı kılındıktan sonra, kabre götürülüp defnedildi. Vefât eden kadının erkek kardeşi eve gelince, para kesesini kabirde unuttuğunu hatırladı. Arkadaşlarından birisini alarak, kabrin yanına gitti. Biraz aradıktan sonra keseyi buldu. Bu sırada arkadaşına; "Sen biraz bana müsâade et, ötede beni biraz bekle. Ben, kızkardeşimin ne hâlde olduğuna, kabrinde herhangi bir şeyin olup olmadığına bir bakayım" dedi. Kabrinin üzerindeki toprağın bir kısmını aldı. Bir de ne görsün, kabir tutuşmuş yanmakta! Hemen üzerini tekrar kapatıp, düzeltti. Hemen annesinin yanına gitti. Kızkardeşinin, dünyâda iken herhangi kötü bir hâlinin olup olmadığını sordu. Annesi ona şöyle dedi: "O, namazlarını hep sonraya bırakır, geciktirirdi. Belki de, abdestsiz olarak namaz kılardı."
Abdullah bin Muhammed, bir arkadaşının şöyle anlattığını nakletti: "Kaybettiğim bir eşyâmı aramaya çıkmıştım. Bir kabrin yanında iken, akşam namazı vakti girdi. O kabrin yakınında bir yerde akşam namazını kıldım. Namaz kıldıktan sonra, o kabirden bir inilti geldiğini duydum. Kabre yaklaştığımda, o iniltinin; "Âh! Ne olaydı, dünyâda iken orucumu tutup, namazımı kılaydım" dediğini duydum. Bu bana çok tesir etti. Orada bulunan birini çağırdığımda, o da benim duyduğum gibi duydu. Sonra evime gittim. Ertesi gün akşam vakti tekrar buraya geldiğimde, o kabirden aynı sözleri duydum. Evime dönünce, bu olayın tesirinden iki ay kadar hasta yattım."
Allahü teâlâ, kabir ehlinin azâbını ve onların gördükleri iyi durumları, kullarından dilediğine göstermektedir. Bu gibi hâdiseler, hem Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, hem de O'ndan sonra pekçok defâ vâki olmuştur.
Kur'ân-ı kerîmin, kendisini okuyana şefâat edeceğine, kabir azâbını ondan def edeceğine dâir haberler gelmiştir. İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: "Her kim, Mülk (Tebâreke) sûresini her gece okursa, Allahü teâlâ o kimseyi kabir azâbından korur. Biz, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bu sûreye mânia (kabir azâbından koruyan) derdik."
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Mülk sûresini okuyun ve ezberleyin, Onu, âilenize, çoluk-çocuğunuza ve komşularınıza öğretin. O kendisini ezberleyen kimse için Allahü teâlâdan, onu kabir azâbından kurtarmasını diler. Allahü teâlâ, onun hürmetine, onu ezberlemiş olanı kabir azâbından kurtarır."
Muhammed bin Semmâk şöyle anlatır: "Bir kimse kabre konulup azâb edilmeye başlanınca, komşuları bağırıp; "Ey kötü kişi, sen bizden geç kaldın. Biz buraya daha önce geldik. Niçin bizden ibret almadın. Bizim gittiğimizi ve amellerimizin kesildiğini görmedin mi? Sen daha bir müddet yaşadın. Bizim kaçırdığımızı kendin için niye tedârik etmedin?" Bunun gibi, yeryüzünün her köşesindekiler feryâd edip; "Ey dünyâya aldananlar! Niçin bizden önce gidenlerden ve sizin gibi dünyâya aldananlardan ibret almazsınız?" der.
Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Bir mü'min vefât ederken, bir rahmet meleği bunun rûhunu alır. Meyyitler, dünyâda müjde isteyenlerin toplandığı gibi bunun etrâfında toplanırlar. Ona sormağa başlarlar, içlerinden birkaçı da, kardeşinizi bırakınız, dinlensin. Çok sıkıntılı yerden geliyor derler. Etrâfına üşüşürler. Dünyâdaki tanıdıklarını sorarlar, filân adam ne yapıyor? Filanca kadın evlendi mi? derler" buyurdu.
Kabir nîmeti:
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Muhakkak ki mü'min, kabirde yeşil bir bahçededir. Kabri ona, enine ve boyuna olmak üzere yetmiş arşın genişletilir. Ayın ondördündeki ay gibi kabri ona aydınlatılır." buyurdu.
Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Devamlı Kur'ân-ı kerîm okuyan mü'mine ölüm gelince, Kur'ân-ı kerîm onun yanına gelir ve baş ucunda durur. Bu sırada o yıkanmaktadır. Yıkanma işi bittikten sonra, göğsü ile kefeni arasına girer. Kabrine konduğu zaman, ona Münker ve Nekir ismindeki iki suâl meleği gelir. O zaman Kur'ân-ı kerîm, meyyitin göğsü ile kefeni arasından çıkıp, meyyit ile Münker ve Nekir isimli meleklerin arasına girer. Münker ve Nekir, Kur'ân-ı Kerîme; "Sen önümüzden çekil, biz ona suâl soracağız" derler. O zaman Kur'ân-ı kerîmonlara; "Vallahi ben ondan ayrılmam. Eğer onun hakkında bir şey ile emr olundu iseniz, siz bilirsiniz" der. Sonra meyyite bakar ve; "Beni tanıyor musun?" diye sorar. Meyyit; "Hayır" cevâbını verince, Kur'ân-ı kerîm ona; "Ben senin, okumak için gecelerini uykusuz, gündüzlerini susuz geçirdiğin, şehvetlerine uymadığın, gözlerini başka şeye bakmaktan, kulaklarını başka şeyleri dinlemekten menettiğin Kur'ân-ı kerîmim. Beni sâdık bir dost olarak bulacaksın. Seni müjdelerim. Sana, Münker ve Nekir'in suâlinden sonra, artık bir düşünce ve hüzün yoktur" der. Sonra Münker ve Nekir isimli melekler meyyitin yanından çıkar. Kur'ân-ı kerîm ise, Rabbinin huzûruna varır. Allahü teâlâdan, döşek ve yaygı diler. Allahü teâlâ, Cennet’ten döşek, yaygı, kandil ve yasemin verilmesini emreder. Onları bin tane melek taşır. Kur'ân-ı kerîm, o meleklerden önce meyyitin yanına gelir. Ona; "Benden sonra yalnızlık duydun mu? Ben Rabbim'in huzûrunda idim. Rabbim senin için Cennet’ten döşek, yaygı, bir kandil ve yasemin verilmesini emir buyurdu" der. Bu sırada melekler, onun yanına girerler. Getirdikleri döşeği altına sererler. Yaygıyı ayaklarının altına, yasemini de göğsünün üstüne koyarlar. Kandili de meyyitin sağ tarafına koyarlar. Kabri, Allahü teâlânın dilediği kadar genişletilir."
Allahü teâlâ bâzı kabir ehline, kabirde de, dünyâda iken yapmış oldukları sâlih amelleri yapmasına izin verir. Ancak kabirde yaptıkları amellerden dolayı sevâb ve karşılık verilmez. Çünkü ölüm ile artık insanoğlunun amelleri kesilmiştir. Fakat bu yaptıkları ibâdetler, onların Allahü teâlânın zikri ve tâati ile nîmetlenmeleri içindir.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle anlattı: "Eshâb-ı kirâmdan birisi, bir yere çadır kurmuştu. Orasının kabir olduğunu bilmiyordu. Burada Mülk sûresini (Tebâreke) okuyan birisi ile karşılaştı. Daha sonra Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldi. "Yâ Resûlallah! Bir yere çadır kurmuştum. Orasının kabir olduğunu bilmiyordum. Bu sırada Mülk sûresini okuyan birisine rastladım. Bu sûreyi sonuna kadar okudu" dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Mülk sûresi, onu kabir azâbından korur." buyurdu.
Hammâd-i Haffâr şöyle dedi: "Cumâ günü kabristana gitmiştim. Bir kabrin yanına varınca, orada Kur'ân-ı kerîm okunduğunu duydum."
İbrâhim Haffâr şöyle anlattı: "Bir kabri kazmıştım. Bitişik kabirden bir kerpiç düştü. Kerpiç parçalanıp, açıldığı sırada, misk kokusu duydum. Kerpicin düştüğü yerden baktığımda Kur'ân-ı kerîm okuyan yaşlı bir zâtı gördüm."
Şeyban bin Cisr, babasının şöyle anlattığını nakletti: Sâbit el-Bennânî'yi mezâra koyduk. Hamîd-üt-tavîl de yanımda idi. Kabrin kerpici düştü. Sâbit'in kabirde namaz kıldığını gördüm. Sâbit diri iken, her zaman; "Yâ Rabbî! Bir kuluna kabirde namaz kılmak kerâmetini ihsân edersen, bana da ihsân et!" diyerek duâ ederdi.
Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlattı: "Bakî' kabristanında, Sa'd bin Muâz'ın (radıyallahü anh) kabrini kazanlar arasında ben de vardım. Kabir kazma işi bitinceye kadar misk kokusu duyduk."
Mugîre bin Habîb anlatır: "Abdullah bin Gâlib vefât etmişti. Defnedilirken, kabrinden misk kokusu duyuldu. Yakınlarından birisi, o zâtı rüyâsında görünce, ona, kabrinde duydukları misk kokusunun ne olduğunu sordu. O da; "O koku, Kur'ân-ı kerîmi çok okumamdan dolayı hâsıl olan kokudur" dedi.
Ebü'l-Ferec ibni Cevzî anlattı: "Şerîf Ebû Ca'fer bin Ebû Mûsâ, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrinin bitişiğine defnediliyordu. Bu sırada Ahmed bin Hanbel'in kefeni görüldü. Hâlbuki, Ahmed bin Hanbel yüz sene önce vefât etmişti."
Allahü teâlâ, bâzı sâlih kimselere lütûf ve ihsân ederek, onlara, civârlarında bulunan mevtâlara şefâat ettirir. Civârında bulunanlar, o sâlih kişi ile komşuluklarından dolayı fayda görürler.
Abdullah bin Nâfî Medinî şöyle anlatır: "Medîneli bir kişi vefât etti ve defnedildi. Birisi onu rüyâsında gördü. Sanki onun, Cehennem ehlinden imiş gibi bir hâli vardı. Bu sebeple, onu rüyâsında gören şahıs çok üzüldü. Aradan yedi veya sekiz gün geçince, onu rüyâsında tekrar gördü. Bu sefer Cennet ehlinden olduğu anlaşılan bir hâli vardı. Ona şimdiki bu iyi hâle nasıl kavuştuğu sorulunca, vefât etmiş olan şahıs ona şöyle cevap verdi: Yanımıza sâlihlerden bir zât defnedildi. Civarında bulunan komşularından kırk kişiye şefâatçi oldu. Ben de onların arasında idim."
Ebü'l-Ferec ibni Cevzî anlatır; "Birisi rü'yasında Ma'rûf-i Kerhî'nin kabrini ve etrâfını gördü. Marûf-i Kerhî'nin, defnedildikten sonra, etrâfındaki kırkbin kişiye şefâat edip, onların ateşten kurtulmalarını sağladığını anladı."
Mevtâların, dirilerin sözlerini işitmeleri, kendilerine selâm veren ve ziyâret edenleri tanımaları: Büyük İslâm âlimi İbn-i Receb, "Ehvâl-ül-kubûr" kitabında buyuruyor ki: Ölülerin işitmelerine ve görmelerine gelince; şehîdlerin, kabirlerinde diri oldukları, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiştir. Velîler, Allahü teâlânın kerâmet olarak ihsân etmesi ile işitir ve görürler. Allahü teâlâ, sevdiği kulları için, âdetinin, kânunlarının dışında şeyler yaratır. Önce peygamberlerin ve hele bunların en yükseği olan Muhammed aleyhisselâmın, şehîdlerin ve velîlerin, mezârlarında işittiklerine ve gördüklerine inanmayan câhilleri susturmak için, kâfirlerin bile mezârda duyduklarını ve işittiklerini bildireceğiz. Buhârî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfde; "Meyyit mezâra konulup, mezâr başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir." buyruldu. "Buhârî" ve "Müslim" de yazılı olan hadîs-i şerîfde, Bedr'de öldürülen kâfirlerin, birkaç gün sonra, bir çukura konulması emr olundu. Bundan birkaç gün sonra, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) çukurun başına gelip durdu. Çukurdakilere, isimlerini ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek; "Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum." buyurdu. Hazret-i Ömer bunu işitince; "Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsun?" deyince, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler"buyurdu. "Buhârî" ve "Müslim''in bildirdikleri hadîs-i şerîfde; "Meyyit, yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından azâb duyar" buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfde ise; "Ey Müslümanlar! Mezârdaki kardeşlerinize yüksek sesle ağlıyarak onları incitmeyiniz." buyuruldu.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde; "Bir kimse, tanıdığının mezârı başına gidip, selâm verince meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir. Tanımadığı kimsenin kabrine gidip, selâm verince, meyyit selâmına cevap verir." buyruldu.
Kabir hayatı, ölünün kabre konulmasından başlar, kıyâmete kadar devam eder. Kıyâmetin kopması ile kabir hayatı son bulur.
Kıyâmet:
Öldükten sonra, tekrar dirilmek. Lügatte, ayağa kalkmak, dirilmek mânâlarına gelir. Kıyâmet, âhıretin başlangıcı, âhıret de dünyâ hayatının sonudur. İslâm dîninde, îmânın şartlarından birisi de âhırete inanmaktır, öldükten sonra, yine dirilmeye inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlar bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana kıyâmet günü denir.
Kıyâmette herkes, öldüğü zamandaki şekli, boyu ve organları ile mezârdan kalkacaktır. Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmeyecek; başka âzâ, organlar, bu kemik üzerine yeniden yaratılacak; rûhlar bu yeni bedenlerini bulup, te'alluk edeceklerdir.
Kıyâmet günü vardır. O gün elbette gelecektir. Kıyâmetin ne zaman kopacağını ancak Allahü teâlâ bilir. Nitekim A’râf sûresi 187. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey Habîbim, sana kıyâmet ne zaman kopar diye sorarlar. Onlara de ki, onu ancak, Rabbim bilir. Onu kimse bilemez. Vakti gelince, onu ancak Allahü teâlâ meydana çıkarır. Gökte ve yerde meleklerin, insanların ve cinlerin dehşetli kıyâmet gününü bilmesi ve görmesi ağır oldu. O size ansızın gelir.", Lokman sûresi 34. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki, kıyâmetin ne zaman kopacağını Allahü teâlâ bilir." ve Nâziât sûresi 42, 43 ve 44. âyetlerinde; "Sana kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. Senin için onu bildirmek yoktur. Onun nihâî bilinmesi Rabbine âittir." buyruldu.
Kıyâmet alâmetleri iki kısımdır: Biri küçük alâmetler olup, sayıları pek çoktur. Bu alâmetlerin bir çokları ortaya çıkmış ve çıkmaya devam etmektedir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından bundan 1400 sene evvel bildirilen kıyâmetin küçük alâmetlerinin bugün aynen vukû bulması ise Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) en büyük mûcizelerinden biridir. Bir kısmı da büyük alâmetlerdir. Bunların sayısı bildirilmiştir. Bu alâmetler çıkmadıkça kıyâmet kopmaz.
Küçük alâmetler:
Hadîs-i şerîflerle bildirilmiş olan alâmetlerden bâzıları şunlardır. İnsanlardan ilim kalkar, câhillik artar. Câhiller başa geçip, câhillikleri ile insanlara hükmederler. İnsanlardan emânet kalkar, yâni emîn kişi bulunmaz olur. Aşağı insanlar, yüksek tutulur. Âlimler zulüm ve fısk (günah) işler, ibâdet edenlerin bir çoğu din bilgilerinden habersiz olarak, âdet üzere ibâdet ederler. Zararından kurtulmak için, insanlara ikrâm olunur. Erkek karısına uyup, anasına muhâlefet ve isyân eder. Aşağı kimseler, meclislerde, toplantılarda söz ve nutuk söyler. Oyun ve çalgı âletleri çok kullanılır. Sonra gelenler, önce gelmiş olanlara bilgisiz ve ahmak der. Erkek ile kadınlar arasında harama, günaha vâsıta olanlar çok olur. "Filân kimse pek akıllı ve nâzik kişidir" diyerek övülen kimselerin kalbinde zerre kadar îmân bulunmaz. Adam öldürmek ve fitne çok olur. Bid'atler çıkıp, sünnetler terk olunur. Deccâl vekilleri çıkar, insanları doğru yoldan çıkarır. Her köşede zâlim ve cebbârlar görünüp, zorla insanların mallarını elinden alır. İnsanlarda, birbirine karşı sevgi kalmaz, doğru söyleyene kızıp, başlarından kovmaya, işinden ayırmaya çalışırlar. Gençler, günahlara dalıp, kadınlar işi azıtarak baştan çıkar. Hadîs-i şerîfde; "Gençleriniz fâsık olunca, sizin hâliniz ne olur?" ve "Kadınlarınız taşkınlık edip, İslâmiyetin hudûdunu aşınca hâliniz ne olur?" buyurularak böyle günlerin geleceği haber verildi. İslâmiyete uygun işler ayıp sayılıp, terk olunur. Tuğyan, taşkınlık yapılıp, yeme, içme ve giyinmede isrâf edilir. İslâm dîninin izin vermediği şekilde hareket edilir. Kadınlar, kocasına karşı gelir ve dediğini yapmaz. İslâm'ın ismi, Kur'ân-ı kerîmin resmi kalır. Nitekim hadîs-i şerîfde; "Yakında insanlar üzerine bir zaman gelir ki, İslâm'ın ancak ismi, Kur'ân-ı kerîmin ancak resmi kalır. Mescidleri (camileri) görünüşte mâmur, lâkin hidâyet ve irşâd yönünden haraptır." buyruldu.
Büyük alâmetler:
Eshâb-ı kirâmdan bir cemâatin, kıyâmetten konuştuğu bir sırada Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz" ve "Duhân (duman), Deccâl, Dâbbet-ül-erd, Güneşin batıdan doğması, Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkması, doğuda, batıda ve Arabistan'da yer batması, bunlardan sonra Yemen'den bir ateş çıkıp halkı bir araya getirecektir." İşte bu on büyük alâmet bir hadis-i şerîfde bildirilmektedir. Diğer sahih hadîslerde Hazret-i Mehdî'nin geleceği bildirilmektedir. Bu alâmetlerin birisi ortaya çıkınca, diğerleri birbiri ardından ortaya çıkar. Bir hadîs-i şerîfde; "Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ benim evlâdımdan birisini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adâlet ile dolar."buyruldu.
1- Deccâl: Deccâl hakkında bir çok hadîs-i şerîf vardır. Buyruldu ki: "Geçmiş peygamberler, şaşı, kör ve yalancı olan Deccâl'ın, büyük fitne ve musîbet olduğunu haber verip ümmetlerini, onun şerrinden, zararından korkuttular." Zirâ Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar, onun gibi büyük musîbet, korkunç düşman dünyâya gelmemiştir. Ahır zamanda, kıyâmete yakın meydana çıkıp, çok memleketleri istilâ eder. İnsanlara ilâh olduğunu söyleyerek, onları aldatır. Dünyâda kırk gün kalır. Onu, Îsâ aleyhisselâm öldürür. (Bkz. Îsâ aleyhisselâm)
2- Hazret-i Mehdî: Kendi ismi Muhammed, babasının ismi Abdullah'tır. Hazret-i Fâtıma evlâdından âdil bir devlet reisi ve zamanın halîfesi olup, mutlak müctehid derecesine yükselmiş ve velî olan mübârek bir zâttır. Allahü teâlâ dilediği zaman yaratıp insanlara gönderir. İslâm dînine yardım için gönderilir. Bir hadîs-i şerîfde; "İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min, ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd île Buhtünnasar idi. Beşinci olarak, yer yüzüne, benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de mâlik olacaktır." buyruldu.
3- Hazret-i Îsâ’nın gökten inmesi: Hazret-i Îsâ ölmedi. Diri olarak göğe çekildi. Şimdi göktedir. Kıyâmete yakın, gökten inip Deccâl'i öldürür. Hazret-i Mehdî de onun yanında olacaktır. Hadîs-i şerîfde; "Îsâ aleyhisselâm yeryüzüne iner. Evlenir ve bir oğlu dünyâya gelir. Kırk beş sene yaşar. Sonra vefât eder ve benim kabrimde defn olunur. Ve ben, Ebû Bekr ile Ömer arasında Îsâ aleyhisselâm ile beraber bir kabirden kalkarım." buyruldu. (Bkz. Îsâ aleyhisselâm)
4- Ye'cüc ve Me'cüc: Allahü teâlâ Enbiyâ sûresi 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ye'cüc ve Me'cüc, seddi yıkıp her yüksek yerden sür’atle çıkarlar." buyuruyor. Ye'cüc ve Me'cüc denilen kimseler Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Sayıları çok fazladır. Arkasında kaldıkları seddi her gün oyarlar. Gece, eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar şehirlere, binâlara saklanırlar. Yeryüzündeki bütün hayvanları yiyip bitirir, nehirleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve eshâbı duâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından dünyâ yaşanmayacak bir hâl alır. Ye'cüc ve Me'cüc'ün çok eski zamanda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak iki kötü millet olduğu, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. (Bkz. Zülkarneyn)
5- Güneşin batından doğuşu: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; "Güneş batıdan doğmayınca, kıyâmet kopmaz. Güneş batından doğunca, bütün insanlar (yahudiler, hıristiyanlar) îmân ederler." Fakat fayda vermez. Bir Cumâ gecesi, her zamanki gibi güneş batar. Üç gün doğmaz. O zaman güneş, âdet dışı olarak batıdan doğacaktır.
6- Dâbbet-ül-erd: Kıyâmete yakın çıkacak olan büyük bir hayvandır. Mekke-i mükerremede Safâ tepesi altından çıkar. Onda her hayvanın rengi ve benzerliği bulunur. O kadar kuvvetlidir ki, kime kavuşmak istese yetişir. Onu öldürmek isteyen, başaramaz. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresi 82. âyet-i kerîmede meâlen; "Kıyâmet kopmadan önce, onlar için yerden dâbbe (hayvan) çıkarırız." buyurdu.
7- Duhân (Duman): Büyük bir duman her tarafı kaplayacaktır. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dumandan sorulunca; "Semânın (gökyüzünün) duman getirdiği güne muntazır ol ki, müşriklerin hâlini göresin" meâlindeki Duhân sûresinin 10. âyet-i kerîmesini okudu. Sonra buyurdu ki: "Doğu ile batı arası dumanla dolar. Kırk gün, kırk gece kalır. Mü'minler nezle gibi küçük bir hastalığa tutulur. Kâfirler, sarhoşlar gibi olup, burunlarından, kulaklarından ve arkalarından duman çıkar."
8- Kıyâmete yakın Medîne-i münevvere harap olacak, Kâbe-i muazzama Habeş renkli siyâhî kimseler tarafından yakılıp, hazîneleri talan edilecektir. İmâm-ı Buhârî'nin İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde, Kâbe-i muazzamayı yıkacak olan Habeşîler târif buyurulmuştur.
9- Üç yerin batması: Hadîs-i şerîfde; "Kıyâmetten önce biri doğuda biri batıda ve biri de Arabistan'da olmak üzere üç yer batar." buyruldu.
10- Hicaz'dan ateşin çıkması: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Kıyâmetten önce Hicaz diyârından bir ateş çıkar. Basra'da bulunan develerin boyunlarını aydınlatır." Yâni etrâfa ışık saçar. Diğer bir hadîs-i şerîfde; "Ateş zuhûr eder. İnsanları bir araya toplar, insanlar saf saf olur kaçarlar. Bir deve üstünde iki, üç, dört, beş kişi binip uzaklaşırlar. Kalanların hepsini kuşatır. Onları bir araya toplar. Onların arkalarından gider. Sabah-akşam onlardan ayrılmaz" buyuruldu. Bu ateş bütün alâmetlerin sonudur.
Alâmetlerin hepsinin tamam olmasından sonra misk ve anber kokusu gibi ferahlatıcı serin rüzgârlar esip, bütün mü'minler vefât eder. Dünyâ’da Allah diyen kimse kalmaz. Kur'ân-ı kerîmin bütün hükümleri yeryüzünden kalkıp, halkın hepsi cehâlette kalır. Yeryüzünde yalnız kâfirler kalıp, hayvanlar gibi türlü fesâd, zulüm ve azgınlıklar yaparlar. Bütün cihân küfür, sapıklık ve fesâd ile dolar. İşte bu hâlde sûra üflenip, onların başına ansızın kıyâmet kopar. Hadîs-i şerîfde; "Kıyâmet, insanların kötüleri ve kâfirler üzerine kopar." buyruldu. Cennet’e ve Cehennem’e gideceklerin adedi tamam olunca kıyâmet kopar.
11- Sûrun üflenmesi: Sûr, büyük bir boynuz şeklinde olup, vakti gelince, Allahü teâlâ, İsrâfil adındaki meleğe emreder. Bir hadîs-i şerîfde; "İsrâfil aleyhisselâm sûru, ağzında lokma gibi tutup, kulağını açıp Allahü teâlâdan, üflemek için izin bekler durur. Ben nasıl rahat olurum." buyuruldu.
Sûra birinci defâ üfürüldüğünde, çıkan sesin heybetinden yedi kat göklerde olan melekler ve yedi kat yerde olan mahlûkların hepsi kıyâmet koptu sanarak yüzleri üstüne düşüp can verirler. Allahü teâlâ, Zümer sûresi 68. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Sûra üflenip arkasından göklerde ve yerlerde olanlar düşer, ölürler. Ancak Allahü teâlânın diledikleri müstesna..." Neml sûresi 87. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey Habîbim! O günü hatırla ki, onda sûra üflenir. Göklerde ve yerde olanlar, çok büyük korkuda olurlar. Ancak, Allahü teâlânın bu korkudan korudukları müstesnadır." buyurdu. Yalnız mukarrebûn meleklerden sekiz tanesi kalır. Bunlardan dördü Cebrâil, Mikâil, Rıdvân ve Azrâil'dir. Diğer dördü, Hamele-i arş melekleridir ki, birisi İsrâfil'dir. Allahü teâlânın emri ile Azrâil aleyhisselâm, diğer yedi meleğin de rûhlarını kabzeder, alır. Sonra Allahü teâlâ onun da rûhunu alır. Her canlı ölümün tadını tadıp, fâni olur. Allahü teâlâdan başka her şey yok idi ve hepsi yine yok olacaklardır. Kıyâmet kopacağı zaman, yıldızlar yerlerinden ayrılıp dağılacak, gökler parçalanacak, yeryüzü ve dağlar da parça parça dağılıp hepsi yok olacaklardır. Böyle olacakları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmektedir. El-Hâkka sûresinin 13-16. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Sûra bir kere üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır." ve Tekvîr sûresi 1-3. âyet-i kerîmelerde meâlen; "Güneşin karardığı, yıldızların yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıktarı zamana..." ve İnfitâr sûresi 1 ve 2. âyet-i kerîmelerde meâlen; "Gökün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zaman..." ve Kasas sûresinin son âyetinde meâlen; "Her şey yok olacaktır. Yalnız O kalacaktır!" buyruldu.
Allahü teâlâ, sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeğe başlar ve toz hâline gelir. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar, güneşin nûru giderek simsiyah olur. Âlemler birbirine girip; yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler, gülyağı gibi erir ve değirmenin döndüğü gibi şiddetli bir şekilde hareket eder. Bâzı kere toplanır, bâzı kere de dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhânî ise, rûhu gitmiş olur. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz.
Birinci nefhada (sûrun birinci üfürülmesinde) olan ölüm, ikinci ölümdür. Çünkü bu ölüm, bâtınî hisleri de giderir, yok eder. Birinci ölüm ise, sâdece konuşma, işitme, tatma gibi zâhirî hisleri giderir. Birinci ölümde bâzı cesetler hareket eder. (Peygamberlerin kabirlerinde namaz kıldığını bildiren hadîs-i şerîf bunun açık delilidir.) İkinci ölümden sonra yâni birinci sûr üfürülüp kıyâmet koptuktan sonra ise, namaz kılıp oruç tutamadıkları gibi, ibâdet de edemezler. Rûh basîttir. Eğer cesette olursa his etmeğe ve harekete sebep olur. Bu iki nefha arasındaki ölüm zamanı âlimlerin birçoğuna göre kırk senedir.
Allahü teâlâ, ilâhlık makâmında tecellî buyurup; "Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık dâvası edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldatarak âhıreti unutturduğun kimseler nerededir?" der. Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve hikmeti ile iftihâr eder. Sonra, Mü'min sûresi 16. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulduğu gibi; "Mülk kimindir?" der. Hiç kimse cevap vermez. Kahhâr olan Allahü teâlâ, kendi kendine meâlen; "Vâhid ve kahhâr olan cenâb-ı Allah'ındır." buyurur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki; "Allahü teâlâ; Ben azîmüşşân, Melik-i deyyânım (yâni kıyâmet gününün tek hâkimi ve sâhibiyim). Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve benden gayrı putlara ibâdet edenler nerededirler? Şol kimseler ki, benim verdiğim rızk ile kuvvetlenip de âsî olurlar. Cebbâr ve zâlimler nerededirler? Kibirlenen ve öğünenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?" buyurur." Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak sübhânehü ve teâlânın murâd ettiği bir zaman kadar sessizlik olur. O zaman arş-ı âlâdan makâm-ı ehâdiyyete kadar düşünen ve görünen bir nefs yoktur. Zîrâ cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmanların rûhlarını da Cennetlerinde kabz buyurmuştur.
Bundan sonra cenâb-ı Hak, Cehennem çukurlarından olan Sakar'dan bir kapı açar. Oradan ateş fışkırır. İşte bu ateş, ateşin içine atılan yün parçasını yaktığı gibi, ondört denizi kurutur, yeryüzünü kapkara eder ve gökleri sarı zeytinyağı yâhut erimiş bakır gibi bir hâle koyar. Sonra ateşin şiddeti göklere yakın olduğu vakit, Allahü teâlâ öyle bir dehşet ile men eder ki, ateş hiç eser kalmayacak şekilde, tamâmen söner.
Bundan sonra Allahü teâlâ hazretleri, arş-ı âlânın hazînelerinden birini açar. Onda hayat denizi vardır. Bu deniz, yer üzerine şiddet ile yağmur yağdırır. Yağmur, yeryüzünü kaplayıp, kırk arşın kadar yukarı yükselinceye kadar devam eder. O zaman, toprak olmuş olan insanlar ve hayvanlar, ot gibi biterler. Zîrâ "Buhârî" ve "Müslimin" bildirdikleri hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "İnsan, kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmıştır. Sonra yine ondan iâde olunacaktır." Diğer bir hâdis-i şerîfde; "Kişinin her yeri mahv olup çürür. Lâkin kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmıştır. Yine ondan iâde olunur." buyruldu. (Kuyruk sokumu kemiği, omurganın son kemiği olup içinde iliği bulunmayan nohut kadar bir kemiktir)
Canlılar ve bütün âzâları, mezârlarında yeşil ot gibi biter, hep o kemikten ortaya çıkarlar. Bâzısı bâzısına girmiş ağ örgüsü gibi dolanmış olur ki, birinin başı diğerinin omuzunda, öbürünün eli, diğerinin sırtında olur. İnsanın çokluğundan böyle karmakarışık olurlar. Hak teâlâ, Kâf sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hakîkaten biz biliriz ki, arz onlardan birini noksan etmez. Zîrâ bizim indimizde mahfûz kitap vardır. Yâni biz yarattıklarımızın hepsini biliriz." buyurmuştur.
Bu dirilmek keyfiyeti tamam olunca, hesâb üzere, sabî, yine sabîdir, ihtiyâr, yine ihtiyârdır. Olgun yaşta olanlar, yine olgun, gençler yine gençtir. Yâni Âlem-i fenâdan Âlem-i bekâya intikâl eyledikleri zaman ne hâldeyseler, yine o sûret ile belirirler. Allahü teâlâ arş-ı âlânın altında bir latîf rüzgâr emreder. Bu rüzgâr, yeryüzünü baştan başa kaplar ve yeryüzü toz gibi ince kum hâline girer.
Bundan sonra Allahü teâlâ İsrâfil'i (aleyhisselâm) diriltir. Beyt-i mukaddesin sahrasından sûr üfürülür. Sûr, ondört dâiresi bulunan nûrdan bir boynuzdur. Bir dâirede, karada olan hayvanların adedince delikler vardır. Karada olan hayvanâtın rûhları oradan çıkar. Arı sesi gibi sesler işitilir. Yerle gök arasını doldurur. Sonra her bir rûh, kendi cesetlerine girer. Hak teâlâ bunlara kendi cesetlerini ilham eder. Hattâ dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yemiş olduğu insanların rûhları, kendi cesetlerini bulur. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi 62. âyet-i kerîmede meâlen; "Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir, bu sese bütün beşeriyet tâbi olur. Bu emir ile kalkıp hazır olurlar." buyurmuştur.
İnsanlar, kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri yerlerden kalktıkları vakit görürler ki, dağlar pamuk gibi atılmış, denizler susuz kalmış, yerin kendisinde ise ne eğrilik ne de yükseklik var. Cümlesi dümdüz olmuş. Bir kâğıt sayfası gibi görülür. İşte insanlar, kabirlerinin üzerine çıplak olarak oturdukları vakit, her tarafa hayretle ve düşünerek bakarlar. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfde; "İnsanların her biri, elbisesiz olup, hepsi çıplak ve sünnetsiz oldukları hâlde haşrolunurlar." buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfde; "İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşrolunurlar." buyuruldu. Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) vâlidemiz, bunu işittikleri vakit: "Bâzısı bâzısına bakmazlar mı?" diye sordu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Abese sûresinin; "Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan uzaklaştırır." meâlindeki 37. âyet-i kerîmesini okudular. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadîs-i şerîfinde, kıyâmet gününün şiddet ve meşakkatinden insanların birbirlerine bakamıyacağını anlatmayı murâd buyurdular.
Herkes kabri üzerine çıkıp, oturur. Her biri şaşkın bir şekilde bin sene kadar dururlar. Sonra magribten (batıdan) zuhûr eden bir ateşin gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer. İnsanların, cinlerin, vahşî hayvanların her birini kendi ameli alıp; "Kalk mahşere git" der.
Ameli güzel olan kimsenin ameli, bâzısına merkep, bâzısına da katır sûretinde görünür. Amel sâhibini üzerine atıp, mahşere getirir. Bâzısının da koç şeklinde görünür. Bâzı kere amel, sâhibini üzerine alır götürür, bâzan da bırakır. Her mü'minin önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatan bir nûr olur.
Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiç bir kimse hiç bir şey göremez. O karanlıkta kâfirler hayrette kalır. İmânlarında şek ve şüphe olan kimseler ve bid'at sâhibi olanlar, mezhebsizler şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahmetullahi aleyhim) bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan sünnî mü'minler ise, onların zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ cenâb-ı Hak, mü'minler için, azâb gören şakîlerin hâllerini ortaya koyar. Nitekim Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için Allahü teâlâ meâlen; "Arkadaşına nazar etti. Onu Cehennem ateşinde gördü" buyurdu. A’râf sûresinin 47. âyetinde de meâlen; "Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli; "Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavimlerle beraber kılma derler" buyruldu. Zîrâ, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir. Hayatın kadrini ancak ölü bilir. Nimetin kadrini azâb çeken bilir. Servetin kadrini fakir bilir. Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir.
Bâzısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Bâzısının ki bir parlar, bir söner. Bunların nûrları imânları kadardır. Kabirlerinden kalktıkları vakit, hareketleri de, amelleri mikdarıncadır. Bir hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşrolunur." buyurdu.
Allahü teâlâ bilir, bu hadîs-i şerîfin mânâsı; "Bir kavim, İslâm'da birbirine yardım eder, dîni, îmânı, helâli, haramı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler, öylece haşrolunurlar" demektir. Bu ise, amelin zayıf olmasındandır. Çünkü bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak birkaçının ameli bir deve olmakta ve buna müşterek binmektedirler.
Bunlar yolculuğa çıkan insanlara benzerler. Fakat hiç kimsenin bir hayvan satın almağa gücü yetmediğinden, hayvan alıp varacakları yere gidemezler. Bunlardan iki veya üç kişi, bir hayvan satın alıp, yolda ona müşterek binerler. Bu yolda, bâzan bir deveye on kişi biner. Bunlar malda elini kısanlardır. Yâni hasis olanlardır. Bununla beraber, selâmete çıkarılırlar. Bu kimseler âhıret ticâretinde fayda görüp, kâr edenlerdir. Bu takdirde Allah’tan korkanlar, Allahü teâlânın dînini yayanlar, binicilerdir. Bunun için, Allahü teâlâ Meryem sûresi 85. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlâdan korkanlar, o gün, Rablerinin nîmetlerine müşterek olarak giderler." buyurdu.
"Sırat-ı müstekîm üzere gidenle, gözleri âmâ olup yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen müsâvî midir?" meâlindeki Mülk sûresi 22. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruldu ki; "Allahü teâlâ, kıyâmet günü için mü'minlerin haşr olunması ile, kâfirlerin haşrine, bu âyet-i kerîmeyi misâl kıldı."
Nitekim Meryem sûresi 86. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek, Cehennem’e göndeririz." buyrulmuştur. Bu mânâ; "Bâzı kere yürürler, bâzı kere de sürünürler" demektir. Çünkü cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerîmede; "Yürürler" buyuruyor. Nûr sûresi 24. âyetinde meâlen; "Ve yapdıklarını dilleri, elleri ve ayakları haber verir." buyuruldu. Bunun gibi, âyet-i kerîmedeki; "Kör olarak" mânâsı da, "Kâfirler, mü'minlerin önünde ve sağ yanında parlayan nûrdan mahrûm olurlar" demektir. Tamamen kör olurlar demek değildir. Yâni karanlıkta kalır, göremezler demektir. Çünkü, biliyoruz ki, kâfirler semâya bakarlar; göklerin yarıldığını, meleklerin indiğini, dağların yürüdüğünü, yıldızların döküldüğünü görürler. Bunun için, kıyâmette olan âmâlıktan murâd, karanlığa dalmaktır. Ve Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmekten men olunmaktır. Çünkü, Allahü teâlânın nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Hâlbuki, o zaman, onların gözlerine perde gelip bu nûrlardan bir şey görmezler.
Allahü teâlâ, onların kulaklarına da perde çeker. Kelâmullahı işitmezler. Hâlbuki melekler, A'râf sûresinin 49. ve Zuhruf sûresinin 70. âyet-i kerîmelerini meâlen; "Şimdi sizin üzerinize korku yoktur. Siz mahzûn da olmazsınız. Siz ve zevceleriniz, Cennet’e sevinçle dâhil oldunuz." diye nidâ ederler. Mü'minler bunu işitir, kâfirler işitmezler.
Kâfirler konuşmaktan da men olunur. Onlar dilsiz gibidirler. Bu da Allahü teâlânın; "Bu bir zamandır ki, onlar söylemezler ve söylemeğe izin de verilmez." meâlindeki Mürselât sûresinin 35 ve 36. âyet-i kerîmelerinden anlaşılmaktadır.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Sûra üfürüleceği o gün, (mezarlardan kalkıp mahşere) bölük bölük gelirsiniz." meâlindeki Nebe' sûresi 18. âyet-i kerîmesi hakkında suâl edildiğinde ağladılar. Hattâ mübârek gözlerinden akan gözyaşları toprağa damladı ve buyurdular ki: "Ey bu suâli soran kişi, çok büyük bir işten sordun. Kıyâmet günü ümmetim oniki sınıf olarak haşrolunur ve mahşer yerine gelirler:
Birinci sınıf insanlar, maymun sûretindedir. Bunlar, insanlar arasında çok fitne çıkarırlar, karışıklık ve huzûrsuzluğa sebep olurlar. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde(meâlen); "Onların şirk (Allah'a ortak koşma) fitneleri, kâtilden daha kötüdür" (Bakara sûresi: 191) buyurduğu kimselerdirler.
İkinci sınıf insanlar, hınzır, sûretinde haşrolunurlar. Onlar, haram yiyenlerdir. Allahü teâlânın (meâlen); "Onlar hep yalancılık için dinlerler ve hep haram yerler" (Mâide sûresi: 42) buyurduğu bunlardır.
Üçüncü sınıf insanlar, kör olarak haşrolunurlar. Onlar, hüküm vermekte haddi aşan doğru hüküm vermeyenlerdir, Allahü teâlânın (meâlen); "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten, Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki, Allah hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete âit işlerinizi hakkıyla görücüdür" (Nisâ sûresi: 58) âyet-i kerîmesi bu kimseleri belirtmektedir.
Dördüncü sınıf insanlar, sağır ve dilsiz olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken kendi amellerini beğenen kimselerdir. Allahü teâlânın (meâlen); "Allah gururlu ve böbürlenen kimseleri sevmez" (Nisâ sûresi: 36) buyurduğu kimselerdir.
Beşinci sınıf insanlar, ağızlarında irin olarak haşrolunurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir. Allahü teâlânın (meâlen); "İnsanlara iyilik emreder de, kendinizi unutur musunuz?" (Bakara sûresi: 44) buyurduğu kimseler gibi olanlardır.
Altıncı sınıf insanlar, vücûdları ateşten yanmış, yara içinde haşrolunurlar. Onlar yalan yere şâhidlik yapanlardır.
Yedinci sınıf insanlar, ayakları üzerine bağlanmış olarak haşrolunurlar. Onların son derece pis bir kokusu olur. Onlar, şehvetlerine tâbi olan ve haramlar peşinde koşanlardır. Allahü teâlânın (meâlen): "Bunlar, âhıreti dünyâ hayatına satmış kimselerdir" (Bakâra sûresi: 86) buyurduklarıdır.
Sekizinci sınıf insanlar, sarhoş gibi haşrolunup, sağa sola düşerler. Onlar, dünyâda iken Allahü teâlânın hakkına mâni olan kimselerdir. Allahü teâlânın hakkını yerine getirmeyenler olup, bunlar hakkında Allahü teâlâ (meâlen); "Ey îmân edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin (mahsûllerin) en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât, uşr ve sadaka verin) (Bakara sûresi: 267) buyuruyor.
Dokuzuncu sınıf insanlar, katrandan elbiseler içinde haşrolunurlar. Onlar, gıybetten sakınmayanlardır. Mü'minlerin arkalarından hoşlanmıyacakları şekilde konuşmuşlardır. Allahü teâlâ bunlar hakkında (meâlen); "Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı, arkasından hoşlanmıyacağı (sözle çekiştirmesin)" (Hucurât sûresi: 12) buyurdu.
Onuncu sınıf olarak haşrolunacaklar ise, dilleri kafasından sarkmış olanlardır. Bunlar, dünyâda iken söz taşıyıp, ara bozanlardır. Onbirinci sınıf insanlar ise, sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken mescidlerde fuhuş ve kötü söz konuşanlardır. Onikinci sınıf insanlar ise, hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar dünyâda iken fâiz yiyenlerdir."
Diğer bir rivâyette Muâz bin Cebel'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği üzere, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Pişmanlık ve hasret günü olan kıyâmet gününde Allahü teâlâ ümmetimi oniki bölük olarak haşreder. Birinci bölük, elsiz ve ayaksız olarak kabirlerinden haşrolunacaklardır. Bu zaman, Allahü teâlâ tarafından vazifelendirilen bir münâdî şöyle seslenir: "Onlar komşularına eziyet ve sıkıntı verenlerdir. Tevbe etmeden ölmüşlerdir. İçinde bulundukları durum, kendilerine verilmiş cezâdır. Dönüş yerleri de Cehennem’dir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde bu kimseleri (meâlen) şöyle bildirir: "Yakın komşuya da, yakın arkadaşa da, yolda kalmışa da iyilik ediniz," (Nisâ sûresi: 36)
İkinci bölük insanlar, hayvan sûreti üzere kabirlerinden haşrolunurlar. Kendileri için bir ses gelir. Bunlar, namazlarında gevşek davrananlardır. Tevbe etmeden öldüler. Bu hâlleri, kendilerine verilen bir cezâdır. Cehennem’e atılacaklardır. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyurduğu kimselerden olurlar: "Onlar, namazlarından gâfildirler."(Mâûn sûresi: 5)
Ümmetimden bir bölük de, yüzleri ay gibi parlak bir hâlde haşrolunurlar. Sıratı şimşek gibi geçerler. Allahü teâlâ katından bir münâdî şöyle der: "Bunlar sâlih amel işleyip, günahlardan kaçınanlardır. Beş vakit namazı vaktinde ve şartlarına uygun olarak cemâatle kılarlar. Bunlar, tevbe edip öyle vefât ettiler. Allahü teâlâ, kendilerine saâdet nasîb etti. Onlar, Cennet’e gireceklerdir. Allahü teâlâ kendilerinden râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) bunları şöyle bildirdi: "Gerçekten "Rabbimiz Allahü teâlâdır" deyip de sonra amellerini ihlâs ile yapanlara (ölüm ânında) melekler inecekler şöyle diyecekler: (Gelecekten) korkmayın ve (geçene) mahzûn olmayın! Size vâd olunan Cennetle müjdelendiniz." (Fussilet sûresi: 30)
İnsanlar kabirlerinden kalktıklarında, yerlerinde kırk yıl bir şey yemeden içmeden, oturmadan, konuşmadan dururlar." Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm): "Yâ Resûlallah! Din ehli, îmân sâhipleri kıyâmet günü nasıl bilinirler?" diye suâl ettiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benim ümmetim abdest uzuvlarının pırıl pırıl parlaması nişânıyla bilinirler. Kıyâmet günü Allahü teâlâ bütün mahlûkâtı kabirlerinden dirilttiğinde, melekler mü'minlerin başucuna gelirler ve başlarını mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu toprak, onların secde yerlerine gelir. Melekler bu yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç gitmez. Bir ses gelir ki; "Bu toprak, kabirlerinin toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından getirilmiş topraktır." Oraya çağırılırlar. Sıratı geçip Cennet’e girerler. Kendi yerlerini bilirler."
İnsanlar dünyâdaki işlerine göre haşr olunur. Hayatlarında çalgı çalmağa ve dinlemeğe devam edenler, kabrinden kalktığı vakit sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya; "Lanet olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!" der. O çalgı geri gelir ve; "Allahü teâlâ, aramızda hüküm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam" der. Dünyâda alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr olunur. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtünmeden sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı, zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, hangi hâlle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.
Hadîs-i şerîfde; "Şarap içen kimsenin ateşten şarap kabı boynuna asılır. Kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden daha fenâ kokar ve bütün eşya ona lânet ederek haşr olunur." buyuruldu.
Zulüm edilerek ölenler, zulüm olundukları şekilde haşrolunurlar. Hadîs-i şerîfde; "Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi, kan; kokusu, misk gibi olur. Huzûr-ı Mevlâda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar" buyuruldu.
İnsan, cin ve şeytan, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü, beyaz gümüş gibi düz olur.
Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında halka olup yeryüzünde bulunanlardan on kat daha fazladırlar.
Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirmelerini emreder. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedirler.
Sonra, üçüncü kat gök melekleri inip hepsinin etrâfını halka şeklinde çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden daha çoktur.
Sonra, dördüncü kat gök melekleri, hepsinin etrâfını halka gibi kuşatarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedir.
Daha sonra beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, halka meydana getirirler. Bunlarda hepsinin elli mislinden fazladır.
Sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını yine halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler.
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar, cümlesinin yetmiş mislinden fazladırlar.
Bu sırada halk karma karışık olur. Sıkışıklıktan ve kalabalığın çokluğundan bin ayak bir ayak üzerindedir. Herkes, günahına göre kulaklarına, boğazına, göğsüne, omuzlarına, dizlerine kadar hamamdaki gibi bir tere batar. Bâzısı da, susuz olan bir kimsenin su içtiği sırada terlemesi şeklindeki görünüşü gibi müteessir olur.
Nasıl ızdırap ve terleme olmasın? Bir kimsenin, elini uzatsam dokunurum zannedeceği kadar güneş başlarına yaklaşır. Güneşin sıcaklığı bugünkü sıcaklığının yetmiş katı fazla olur. Eğer güneş, bugün kıyâmet günündeki gibi yeryüzü üzerine doğsa; her şeyi yakar, taşları eritir, ırmakları kuruturdu.
Bu zamanda mahlûkât, Arasat meydanında beyaz yerde, gâyet şiddetli sıkıntı çeker. Bu beyaz yeri, Allahü teâlâ; "O gün, Vâhid ve Kahhâr olarak yeryüzünü başka şekle, gökleri de başka şekle çevirdiğim zamandır. O gün, her şey bana itâat eder." meâlindeki İbrâhim sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde beyân buyurmuştur.
O sıcağı çok dehşetli günde şöyle bir ses duyulur: "Ey insanlar, gölgeye gidiniz!" Mü'minler, münâfıklar ve kâfirler olmak üzere üç bölük hâlinde giderler. Bunlar gidince gölge; harâret, duman ve nûr olmak üzere üç kısma ayrılır. Hararet, münâfıkların başı üzerinde durur. Çünkü onlar dünyâda iken, Allahü teâlânın kendilerine haber verdiği Cehennem’den sakınmadılar. Duman da kâfirlerin başı üzerinde durur. Çünkü onlar dünyâda iken, her türlü kötü istekleri peşinde koştular ve aydınlık içinde yaşadılar. Âhıret için birşey yapmadılar. Âhıretleri bu yüzden karanlık oldu.
Nur bulutu ise, mü'minlerin başı üzerinde durur. Onları nûra boğar. Çünkü mü'minler dünyâda iken, her türlü sıkıntı, zulmet ile karşı karşıya olmalarına rağmen; îmânlarını korudular ve âhıretlerini mâmur edip nûrlandırdılar. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, mü'minler hakkında meâlen buyurdu ki: "(Hatırla) o günü ki, mü'min erkeklerle mü'min kadınları, nûrları önlerinden ve sağ taraflarından koşar bir hâlde göreceksin. (Melekler onlara şöyle derler): "Bugün size, müjde olsun! Altlarından ırmaklar akan Cennetlerin içinde ebedî olarak kalacaksınız." İşte en büyük kurtuluş budur. O gün, münâfık erkeklerle münâfık kadınlar, îmân edenlere şöyle diyecekler: "Bize bakın (yâhut bizi bekleyin), nûrunuzdan bir parça ışık alalım."(Mü'minler tarafından istihzâ sûretiyle onlara şöyle) denilecek: "Arkanıza (dünyâya) dönün de bir nûr arayın." Derken aralarına, bir kapısı bulunan bir sûr çekilmiştir; (mü'minler içeride, kâfirler ise dışarıda kalmıştır). Sûrun içi rahmet doludur, dışında azâb... Münâfıklar, mü'minlere şöyle bağırırlar: "Bizler sizinle beraber (dünyâda ibâdet eder) değil miydik?" Mü'minler; "Evet bizimle beraberdiniz; fakat siz, kendinizi nifâka düşürüp helâk ettiniz. Mü'minlerin felâketini beklediniz. Şüphelendiniz ve uzun ömür hülyâsı, sizi aldattı; tâ Allah'ın emri (ölüm) gelinceye kadar... Bir de, Allah'a karşı, sizi, aldatıcı şeytan aldattı. (Ey münâfıklar), artık bugün ne sizden, ne de o kâfir olanlardan (kurtulmanız için) bir karşılık, bedel kabûl edilmez. Sığınacağınız yer ateştir; size yaraşan odur. O, ne kötü bir gidiş yeridir!" (Hadîd sûresi: 12-15)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allahü teâlâ yedi sınıf kimseyi arşın gölgesinde gölgelendirir. Hâlbuki o gün ondan başka hiç bir gölge yoktur. 1. Adalet ile hüküm eden devlet reisleri ve vâliler, 2. İbâdet eden gençler, 3. Kalbi mescidlere bağlı olanlar, yâni namazı ve cemâati gözetenler, 4. Allah için birbirini seven iki mü'min. Bu sevgi ile bir araya gelip, ayrılırken de bu sevgi üzere olanlar, 5. Güzel bir kadın, çirkin bir iş için kendini çağırınca; "Ben Allahü teâlâdan korkarım" diyenler, 6. Sadaka verirken riyâ (gösteriş) etmeyenler. Şöyle ki, sağ eli ile verdiğini sol eli bilmeyenler, 7. Allah deyip, gözünden yaş akanlar."
O zaman, yeryüzünde bulunanlar çeşitli şekillerdedirler. Dünyâda kibr edip, büyüklenenler, mahşerde zerre kadardır. Hadîs-i şerîfde kibirlilerin zerre gibi olacakları bildirilmiştir. Onlar hakîkaten zerre kadar küçük değildirler. Belki ayaklar altında kalıp çiğnendiklerinden, zelîl ve hakîr olmalarından; "Zerreler gibidir." buyurulmuştur.
Bunların arasında tatlı, soğuk ve saf sular içen bir kavim vardır. Zîrâ, sabî (küçük çocuk) iken vefât eden mü'min çocuklar, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından doldurdukları kâselerle dönerler ve onlara su verirler.
Bir kısım insanları, başlarına yakın bir gölge, mahşerin harâretinden muhâfaza eder. Bu gölge, onların dünyâda verdikleri zekât ve sadakalardır.
Bu hâlde bin sene kadar dururlar. Müddessir sûresindeki; "Sûra üfürüldüğü zaman" meâlindeki âyet-i kerîmeyi işitinceye kadar bu hâlde dururlar.
Sûra üfürmenin dehşetinden tüyler ürperir, gözler nereye bakacağını şaşırır, mü'min ve kâfirler gidecekleri yere sevk olunur. Bu, kıyâmet gününün şiddetini fazlalaştıran bir azâbdır.
Melekler ve bulutlar, arş-ı âlâ karar kılıncaya kadar, akılların alamayacağı tesbîhler ile tesbîh ederler. Bu şekilde, arş-ı âlâ, beyaz arzın üzerinde karar kılar. Bu zaman, hiç bir şeyin tâkât getiremeyeceği azâbdan, başlar aşağı eğilir. Bütün halk sıkıntı içinde, mahbûs ve şaşkın kalıp, şefâat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehîdler, Allahü teâlânın hiç tâkât getirilemeyecek olan azâbından feryâd ederler. Bunlar, bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan ziyâde bir nûr bunları içine alır. Zâten güneşin harâretine tâkât getiremiyen kimseler, bunu müşâhede ettikleri anda karma karışık olurlar. Bin senede, bu hâl üzere kalırlar. Allahü teâlâ tarafından kendilerine bir kelime sudûr etmez.
Bu vakit insanlar, Âdem aleyhisselâma varırlar ve; "Ey insanların babası! Hâlimiz pek fenâdır" derler. Kâfirler ise; "Yâ Rab! Bize merhamet et. Bizi şu şiddet ve meşakkatten kurtar" derler.
İnsanlar Âdem aleyhisselâma: "Yâ Âdem! (aleyhisselâm) Sen azîz ve şerîf bir peygambersin. Allahü teâlâ seni yarattı. Melekleri sana secde ettirdi. Sana rûh verdi. Kazâ ve hesâba başlaması için bize şefâat eyle! Allahü teâlâ ne murâd ederse, onunla mahkûm olalım. Ve nereye emrederse, herkes oraya gitsin. Her şeyin hâkimi ve mâliki olan Allahü teâlâ, mahlûklarına dilediğini yapsın" diye yalvarırlar.
Âdem (aleyhisselâm) özür beyân edip, onları Nûh'a (aleyhisselâm) gönderir. Aralarında bin sene meşveret ettikten sonra Nûh'a (aleyhisselâm) giderler. O da özür beyân ederek, İbrâhim'e (aleyhisselâm) gönderir. Yine aralarında bin sene meşveret ettikten sonra İbrâhim'e (aleyhisselâm) giderler. O da özür beyân edip Mûsâ'ya (aleyhisselâm) gönderir. Mûsâ (aleyhisselâm) da özür beyân ederek Îsâ’ya (aleyhisselâm) gönderir. Îsâ (aleyhisselâm) da özür beyân edip; "Siz peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammed aleyhisselâma gidiniz. Zîrâ O, dâvetini ve şefâatini ümmeti için hazırladı. Çünkü kavmi O'na çok kere ezâ ettiler. Mübârek alnını yarıp, mübârek dişini kırdılar. Kendisine delilik isnâd ettiler. Hâlbuki, o yüce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların iftihar cihetinden en iyisi ve şeref cihetinden en yükseği idi. Onların tahammül olunmayacak ezâ ve cefâlarına mukâbil, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine söylediği: "Şimdi sizin başınıza kakmak yoktur. Erhamürrâhimin olan cenâb-ı Allah, size mağfiret eder." meâlindeki Yûsuf sûresinin 92. âyet-i kerîmesi ile cevap verirdi." buyurur. Îsâ aleyhisselâm, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) fazîletlerini anlatır, hepsi Muhammed aleyhisselâma bir an evvel kavuşmak ister.
Hemen Muhammed aleyhisselâmın minberine gelip; "Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en faydalısıdır. Bize Rabbinden şefâat eyle! Zîrâ, peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâma gittik, bizi Nûh aleyhisselâma, Nûh aleyhisselâma gittik, İbrâhim aleyhisselâma gönderdi. İbrahîm aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâma gönderdi. Mûsâ aleyhisselâma gidince Îsâ aleyhisselâma, Îsâ aleyhisselâm da, size gönderdi. Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Senden başka gidecek bir yer yok" derler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahü teâlâ izin verir ve râzı olursa, şefâat ederim" buyurur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Surâdikât-i celâl yâni celâl perdesine varır. Allahü teâlâdan şefâat için izin ister. Kendisine izin verilince, perdeler kalkar ve arş-ı âlâya girer. Secdeye kapanarak bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakk'ı bir hamd ile hamd eder ki, âlem yaratıldığından beri, hiç kimse, Allahü teâlâyı böyle medh etmemiştir. Bu müddet içinde insanların hâlleri pek ziyâde kötüleşir. Meşakkat ve zahmetleri artar. Her biri, dünyâda sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir. Deve zekâtını vermiyenlerin boynuna deve yüklenir. Onların boyunlarındaki şeyler öyle ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olurlar. Sığır, koyun zekâtı vermiyenler de buna benzer. Bunların feryâdları âdetâ gök gürlemesini andırır.
Ekin zekâtını, yâni uşrunu vermiyenlerin boynuna ekin denkleri asılır, dünyâda hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o çeşitten denkler yüklenmiştir. Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa dolmuştur. Bunların ağırlığından, o insanlar "vaveyla", "vâ-seburâ" diyerek feryâd ederler. Altın, gümüş ve kâğıt para ve sâir ticâret malı zekâtlarını vermeyenler de başında yalnız iki örgüsü bulunan dehşetli bir yılanı yüklenir. O yılanın kuyruğu burnuna girmiş ve boynuna halka olmuştur. Boynu üzerinde değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bağırarak; "Bu nedir?" deyince, melekler onlara; "Bunlar dünyâda zekâtını vermediğiniz mallarınızdır" derler. İşte bu dehşetli hâl; "Dünyâda esirgedikleri, kıyâmet günü boyunlarına takılır." meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 182. âyet-i kerîmesi ile bildirilmiştir.
Diğer bir fırkanın ise, avret yerleri gâyet büyümüş olur. Oralarından cerahat ve irin akar. Onların fenâ kokusundan etrâfta bulunanlar çok rahatsız olurlar. Bunlar zina yapanlar ve İslâmın örtünme emrine dikkat etmeden sokağa çıkan kadınlardır.
Diğer bir fırka da ağaç dallarına asılırlar. Bunlar dünyâda livâta yapanlardır.
Diğer bir fırkanın dilleri ağızlarından çıkmış ve göğüslerine sarkmıştır. İnsanın görmek istemediği gâyet çirkin bir hâlde olan bu kimseler yalan söyleyen ve iftirâ edenlerdir.
Bir fırka da karınları yüksek dağlar kadar büyümüş olduğu hâlde bulunur Bunlar, dünyâda fâizli mal ve para alıp verenlerdir. Bu gibi haram işleyenlerin günahları, fenâ hâlde açığa vurulur.
Allahü teâlâ; "Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefâat et, kabûl olunur." buyurur. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zamanları gâyet uzadı. Her biri, günahlarıyla Arasat meydanında rezil ve rüsvây oldular." der.
Bir nidâ gelir; "Evet yâ Muhammed!" (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurulur. Cenâb-ı Hak, Cennet’e emredince, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasat meydanına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferahlanır. Rûhlar dirilir. Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslümanlarla alay edenler, Kur'ân-ı kerîme hakâret edenler, gençleri aldatarak îmânlarını çalanlar ve amelleri habis olanlar, Cennet’in kokusunu duymazlar.
Cennet, arş-ı âlânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak, Nâr'ın (Cehennem) getirilmesini emreder. Cehennem’e korku gelir, feryâd eder. Kendisine gönderilen meleklere; "Allahü teâlâ, bana azâb ettirmek için bir mahlûk yarattı da, onunla bana azâb mı edecek" der. Onlar da; "Allahü teâlânın izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, İslâm düşmanlarından intikâm almak için, bizi sana gönderdi. Sen bunun için halk olundun" derler. Cehennem’i dört tarafından çekerek götürürler. Ve yetmişbin ip takıp çekerler, her bir ipte yetmişbin halka vardır. Dünyânın bütün demiri toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebanî denilen azâb meleklerinden yetmişbin melek vardır. Dünyâdaki dağları koparmak, onlardan yalnız birine emrolunsa, parça parça ederdi. O vakit, Nâr'ın öyle bir bağırması ve gürültüsü, öyle bir ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü simsiyah eder. Mahşer yerine bir senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden kurtulur. Gürültüsü, gümbürtüsü ve sıcaklığı tahammül olunmayacak dereceye varır. Mahşerdekilerin hepsi, bundan ziyâdesiyle korkar. "Bu nedir?" diye sorarlar. "Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun gürültüsüdür" denilince; herkesin dizinin bağı çözülüp, oldukları yere çökerler. Hattâ peygamberler ve mürselîn de kendilerini tutamaz. Hazret-i İbrâhim, hazret-i Mûsâ, hazret-i Îsâ arş-ı âlâya sarılır. İbrâhim (aleyhisselâm) kurban ettiği İsmâil aleyhisselâmı; Mûsâ (aleyhisselâm) biraderi Hârûn aleyhisselâmı ve Îsâ (aleyhisselâm) vâlidesi hazret-i Meryem'i unuturlar. Her biri; "Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka bir şey istemem" der. O zaman hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise; "Ümmetime selâmet ve necât ver yâ Rabbî! diye niyâzda bulunur.
Orada buna tahammül edebilecek kimse bulunmaz. Nitekim cenâb-ı Hak, Câsiye sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Her ümmeti, dizleri üzere cenâb-ı Hakk'ın korkusundan çökmüş olarak görürsün. Her biri, dünyâda işledikleri amellerin kitabına dâvet olunurlar." buyurmuştur. Cehennem’in böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma derecesine gelir ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın Furkân sûresinin 12. âyetinde meâlen; "Nâr, ehl-i mahşeri uzak mahalden gördüğü vakit, nâs (insanlar) ondan boğuk ve çirkin ve gâyet büyük ses işitirler." buyurmasıyla sabittir.
Allahü teâlâ, Mülk sûresinin 8. âyetinde meâlen; "Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur." buyurur. Bunun üzerine, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ortaya çıkıp, Cehennem’i durdurup; "Hakir ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler" buyurur. Cehennem de; "Yâ Muhammed, bana müsâade et! Zîrâ, sen bana haramsın" der. Arşdan; "Ey Cehennem! Muhammed aleyhisselâmin kelâmını dinle! Ve O’na itâat et" diye bir nidâ gelir. Sonra Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Cehennem’i çeker, arş-ı âlânın sol tarafında bir yere yerleştirir. Mahşerdeklier, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bu merhametli muâmelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir mikdar azalır: Enbiyâ sûresinde 107. âyet-i kerîmenin; "Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." meâl-i şerîfi zâhir olur.
Bu zamanda nasıl olduğu bilinmeyen mîzân kurulur. Mîzânın iki kefesi, yâni gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetten yâni karanlıktandır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ zamandan, mekândan, cisimden münezzeh ve berî (uzak) olduğu hâlde, kudretini göstermesi üzerine, insanlar O'na tâzim ederek, secdeye varırlar. Fakat kâfirler, mürtedler, secde edemezler. Zirâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkün olmaz. İşte bu da, Nûn sûresi, 42. âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin meâlen; "Gözlerden perde kaldırılıp sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeğe çağrılırlar. Fakat secde edemezler." bildirdiği gibidir.
İnsanlar secdede iken, Zât-ı celle ve alâ hazretleri nidâ eder. Yakından ve uzaktan işitilir. İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği gibi, cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde; "Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım, (Yâni, kıyâmet günün tek hâkimi ve sâhibiyim.) Bana hiç bir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum." buyurur.
Bundan sonra, hayvanât arasında hükmeder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyla kuşlar arasını ayırır. Sonra da bunlara; "Toprak olunuz" der. Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bunu temenni edip her biri, "Ne olaydı, toprak olaydım" derler.
Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup; "Levh-i mahfûz nerededir?" buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette işitilir. Allahü teâlâ; "Ey Levh! Tevrât, İncil ve Kur'ân-ı azîm-üş-şândan sende yazdığım şey nerededir?" der. Levh-i mahfûz der ki: "Yâ Rabb-el-âlemîn! Bunu, Cebrâil aleyhisselâmdan suâl buyur!"
Bu vakit, Cebrâil aleyhisselâm titrer bir hâlde getirilir. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: "Yâ Cebrâil! Bu levh, senin, benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakleylemiş olduğunu söyler, doğru mudur?" Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Doğrudur" der. Allahü teâlâ; "Onu nasıl yaptın?" buyurur. Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Tevrât'ı, Mûsâ aleyhisselâma; İncil'i, Îsâ aleyhisselâma; Kur'ân-ı kerîmi, Muhammed aleyhisselâma inzal ve her bir resûle risâleti ve her bir suhuf sâhibi peygambere de sahifelerini ulaştırdım" der.
Daha sonra, "Yâ Nûh!" diye bir nidâ gelip, Nûh aleyhisselâm titriyerek huzûr-i ilâhîye gelir. Ona hitâben; "Yâ Nûh! Cebrâil senin resûllerden olduğunu söylemektedir. Sen ne dersin?" buyurulur. Nûh aleyhisselâm; "Evet yâ Rabbî! Doğrudur" diye cevap verir. "Kavminle ne iş gördün?" diye sorulur. Nûh aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Onları, gece ve gündüz îmâna dâvet ettim. Benim dâvetim onlara bir fayda vermedi. Benden kaçtılar" diye cevap verir. Bunun üzerine; "Ey Nûh kavmi!" diye nidâ olunup, Nûh kavmi grup hâlinde getirilir. Onlara; "Bu kardeşiniz Nûh benim gönderdiklerimi size tebliğ ettiğini söylemektedir. Siz ne dersiniz?" buyurulunca; onlar, "Ey bizim Rabbimiz, o yalan söylüyor. Bize bir şey tebliğ etmedi" deyip, kendilerine gönderilen ve Nûh aleyhisselâm tarafından tebliğ edileni inkâr ederler.
Allahü teâlâ; "Yâ Nûh! Senin şâhidin var mıdır?" buyurur. Nûh aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Benim şâhidim Muhammed aleyhisselâm ile ümmetidir" diye cevap verir. Allahü teâlâ; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Bu Nûh, benim gönderdiklerimi ümmetine tebliğ ettiğine seni şâhid kılıyor. Sen ne dersin?" buyurur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem). Nûh'un (aleyhisselâm) risâleti tebliğ ettiğine şâhid olup; "Biz Nûh'u insanlara peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi." meâlindeki Hûd sûresinin 25. âyet-i kerîmesini okur. Cenâb-ı Hak, Nûh aleyhisselâmın kavmine; "Sizin üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıktır." buyurur. Böylece, hepsinin Cehennem’e atılması emrolunur. Ne amelleri tartılır, ne de hesâb olunurlar.
Bundan sonra; "Âd kavmi nerededir?" diye nidâ olunur. Nûh aleyhisselâmın kavmine yapıldığı gibi, Hûd aleyhisselâm ile, kavmi olan Âd kavmi arasında muâmele cereyân eder. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ümmetinin hayırlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin 123. âyet-i kerîmesini okur. Bu kavim de Cehennem’e atılır.
Bundan sonra; "Yâ Sâlih ve Semûd" diye nidâ olunur. Sâlih aleyhisselâm ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine hazret-i Peygamber'den şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Şuarâ sûresinin 141. âyet-i kerîmesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehennem’e atılırlar.
Kur'ân-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri ardınca Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Furkân sûresinin 38. ve İbrâhim sûresinin 8. âyet-i kerîmeleri bunu haber vermektedir. Burada tenbih vardır. Bunlar âsî ve azgın kavimlerdir. Barîh, Mârih, Duhâ, Esrâ kavimleri ve bunlar gibi kavimler, onlardandır. Bunlardan sonra nidâ, Eshâb-ı res ve tüba' ve İbrâhim aleyhisselâmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân kurulmaz ve hesâb sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünkü, bir kimse kelâm-ı ilâhîye mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.
Bundan sonra, Hazret-i Mûsâ'ya nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben; "Yâ Mûsâ! Cebrâil, risâletini ve Tevrât'ı kavmine tebliğ ettiğine şehâdet ediyor" buyurur. Mûsâ (aleyhisselâm); "Evet yâ Rabbî" der. "Öyle ise, minberine çık! Sana vahy olunan şeyleri oku!" buyurulur. Mûsâ (aleyhisselâm) minbere çıkar okur. Herkes kendi mevkîinde sükût eder. Tevrât'ı daha yeni nâzil olunmuş gibi okur. Yahudi âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrât'ı hiç görmemiş, bilmemiş gibi olurlar.
Dâvûd'a (aleyhisselâm) nidâ olununca, sanki şiddetli rüzgârda titreyen yaprak gibi, son derece titreyerek gelir.
Allahü teâlâ; "Yâ Dâvûd! Cibrîl aleyhisselâm Zebûr'u ümmetine tebliğ ettiğine şehâdet ediyor" deyince, Dâvûd (aleyhisselâm); "Evet yâ Rabbî" der. Cenâb-ı Hak; "Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle" buyurur. Dâvûd (aleyhisselâm) minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-i şerîfi okur. Bu zamanda, benî İsrâil'e iki kısım olmaları emr olunur. Bir kısmı mü'minler ile, bir kısmı da, kâfirler ile beraberdir.
Bundan sonra; "Îsâ (aleyhisselâm) nerededir?" diye bir ses işitilir. Îsâ aleyhisselâm getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben; "Yâ Îsâ! Sen insanlara Allah'dan başka, beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?" (Mâide sûresi: 116) buyurur.
Îsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya hamd ile çok senâlar eder. Sonra; "Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim ki, hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben onu söyledimse, hakîkaten sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin" meâlindeki Mâide sûresi 116. âyet-i kerîmesi ile cevap verir.
Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfatını gösterir ve meâlen; "Bu zaman, sâdıklara sıdkının menfaat vereceği zamandır." (Mâide sûresi: 119) buyurur ve; "Yâ Îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git! Sana Cebrâil'in tebliğ ettiği İncil'i tilâvet eyle" der. Îsâ (aleyhisselâm); "Evet ya Rabbî! der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin tesirinden herkesin başı yukarı kalkar. Zirâ, Îsâ (aleyhisselâm) rivâyet cihetinden insanların en ziyâde hâkimidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar, rûhbanlar, kendilerini, İncil'den hiç bir âyet bilmiyorlarmış zan ederler.
Sonra, nasârâ (hıristiyanlar) da, iki kısım olurlar. Bozuk olanları kâfirlerle, bozulmamış olanları da mü'minlerle haşr olunur.
"Muhammed (aleyhisselâm) nerededir?" diye bir nidâ daha işitilir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gelir. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Cibrîl sana Kur'ân-ı kerîmi tebliğ ettim diyor" buyurur. O da; "Evet yâ Rabbî" der. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur’ân-ı kerîmi kırâat et" buyurur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur. Mü'minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur’ân-ı kerîme inanmıyanların, bu mübârek kitaba (hâşâ) çöl kânunu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur.
Buraya kadar beyân olunan peygamberlere olunacak suâli; "Biz kendilerine peygamber irsâl olunan kavme elbette suâl ederiz. Peygamberlere de suâl ederiz." meâlindeki A’raf sûresi 6. âyet-i kerîmesi haber vermektedir.
Kitaplar okunduktan sonra, celâl perdeleri tarafından nidâ gelir; "Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) buyurulur. Bu nidâ üzerine, mevkıf (Arasat meydanı) harekete gelir. O zaman, herkesi büyük bir korku alır. Birbirlerine girerler. Bundan sonra nidâ gelir; "Yâ Âdem! Evlâdından nâra lâyık olanları gönder!" buyurulur. Âdem (aleyhisselâm) ise; "Yâ Rabbî! Ne kadar?" diye suâl eder. Cenâb-ı Hak; "Binde dokuzyüzdoksandokuzu Nâr'a ve biri Cennet’e" buyurur. Kâfirlerden, Ehl-i Sünnetten ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Rabbimiz teâlâ hazretlerinin bir avuç buyurduğu kadar mü'min geride kalır. Nitekim hazret-i Sıddîk; "Rabbimizin buyurduğu avuçlarından bir avuç kalır" buyurmuştur.
Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, tek tek hesâba çekilir. "Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder." meâlindeki Nûr sûresinin 24. âyet-i kerîmesi bunu bildirmektedir.
Bir kimse Allahü teâlânın huzûrunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona; "Ey fenâ kul! Sen mücrim ve âsî oldun" der. O kul; "Yâ Rabbî! Ben işlemedim" deyince; "Senin aleyhine deliller ve şâhidler vardır" denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse; "Onlar benim üzerime yalan söylediler" der. Nahl sûresi, 111. âyetinde meâlen; "O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder" buyurulur. Sonra ağzına mühür vurulur. Bu da; "Kıyâmet gününde, ben azîm-üş’şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb ettiler ise, bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder." meâlindeki Yâsîn-i şerîfin 65. âyet-i kerîmesi ile bildirilmiştir. Âsîlerin âzâsı şehâdet edip Cehennem’e götürülmeleri emr olunur. Mücrimler (din düşmanları, haram işleyenler, namaza ehemmiyet vermeyenler) âzâlarını kınamaya, bağırmağa başlarlar. Âzâsı da meâlen; "Bu şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletti. Her şeyi söyleten O'dur." der. Bunlar, Fussilet sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir.
İnsanlar bu zamanda bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyah bir bulut gelir. O bulut, insanlar üzerine suhûf-i müneşşere yâni amel defterlerini yağdırır. Mü'minin sahifesi, sanki gül yaprağı üzerine yazılmıştır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir.
Sahifeler uçarak iner. Herkesin sağ veya sol tarafından gelir. Bu, ihtiyârî değildir. Nitekim, cenâb-ı Hak, İsrâ sûresinin 13. âyetinde meâlen; "Biz azîm-üş-şân insan için sahifesi açılmış olarak kendisine vâsıl olan kitap göndeririz." buyurmuştur.
Hesâbdan sonra, bütün insanlar Cehennem’in üzerinde bulunan Sırat köprüsüne gönderilecektir. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennet’e gidecek, kâfirler geçemeyip Cehennem’e düşeceklerdir.
(Sırat köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim; "Sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir" diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçtiği için, köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiç bir tarafı yoktur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fakat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırat köprüsünden de herkes geçecek, bâzıları da geçemeyip Cehennem’e yuvarlanacaktır. Fakat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehennem’e düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.)
Sırat köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine, yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlamaya ve inlemeye başlarlar. Hele mü'minin ve müvahhidînin asîleri Cehennem’e konulurken, gâyet dehşetli ağlarlar. Melekler, bunları yakalayıp atarlarken; "İşte bu vâd olunduğunuz kıyâmet günüdür." derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin 103. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir.
Cehennem ehlinin en çok feryâd edip ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü; ikincisi Cehennem’in, meleklerden kurtulup mahşer ehli üzerine sıçradığı; üçüncüsü Hazret-i Âdem'i, Allahü teâlâya şefâatçi göndermek için çıktıkları vakit; dördüncüsü ise Cehennem’deki azâb meleklerine teslim olundukları zamandır.
Cehennemlik olanlar mahallerine gidince; Arasat meydanında yalnız, mü'minler, müslimler, hayr ve ihsân edenler, ârifler, sıddîklar, velîler, şehîdler, sâlihler ve resûller kalır. Îmânlarında şüpheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid'at sâhipleri (yâni Ehl-i sünnet îtikâdında olmıyan mü'minler) Cehennem’e gönderilmişlerdir.
Allahü teâlâ bütün mü’minleri sırat üzerinden geçirir. Mü'minler, derecelerine göre Cennet’e götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler. Sırası ile; resûller, nebîler, sıddîklar, velîler, ârifler, hayr ve ihsân edenler, şehîdler, sonra da diğer mü'minler götürülür. Müslümanlardan günahları affedilmeyenler yüz üstü düşerler, bâzıları da Arasat'ta mahbus kalırlar. Îmânı zayıf olanlardan bâzısı sıratı yüz senede, bâzısı da bin senede geçerler. Bununla beraber, Cehennem’de yanmazlar.
Arasat meydanına mevkıf ve mahşer yeri de denir. Burada bulunanların nasıl dâvet edileceklerini âlimlerimiz başka başka söylediler. Tefsîrlerde anlatıldığı gibi sahih hadîs-i şerîflerde de beyân buyuruldu. Bu bildirilenlere göre; Allahü teâlânın en önce hüküm edeceği, kâtillerdir. Ve en önce ecirlerini vereceği kimseler, îmânı doğru olan âmâlardır. Bir münâdî; "Dünyâda görmekden men olunanlar nerededirler?" diye bağırır. Onlara; "Siz cemâlullaha nazar etmeğe herkesten daha fazla lâyıksınız" denilir. Bundan sonra cenâb-ı Hak, onlara; "Sağ tarafa gidiniz!" buyurur.
Bunlar için bir sancak bağlanıp Şu'ayb aleyhisselâmın eline verilir. Şu'ayb (aleyhisselâm) onlara imâm olur. Onlarla beraber, hesâbsız nûr melekleri vardır. Sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Ve sıratı yıldırım gibi geçerler. Sabırda ve hilmde onlardan birinin vasfı, Abdullah ibni Abbâs hazretleri ve bu ümmet içinde ona benzeyen kimseler gibidir.
Bundan sonra; "Belâlara sabr edenler nerededir?" diye nidâ olunur. Ve cüzzâm hastaları ve sârî hastalıklara yakalanmış olanlar getirilir. Allahü teâlâ, onlara selâm verir. Onlar da sağ tarafa emr olunurlar. Onlar için de, yeşil bir sancak bağlanır. Eyyûb aleyhisselâmın eline verilir. Eshâb-ı yemînin imâmı olur. Mübtelâ olanın sıfatı sabır ve hilmdir. Ukayl ibni Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ve bu ümmetten onun emsâli gibi olanlar böyledir.
Bundan sonra; "İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet îtikâdına sımsıkı sarılan ve bu doğru îmânını ve nâmusunu kemâl derecede muhâfaza eden îmânlı ve iffetli gençler nerededirler?" diye nidâ olunur. Bunlar da getirilir. Allahü teâlâ bunlara da selâm verip, merhâbâ der. Ve murâd buyurduğu kelâm ile iltifât eder. Bunlara da; "Sağ tarafa gidiniz" buyurulur. Bunlar için de, bir sancak bağlanıp Yûsuf aleyhisselâmın eline verilir. Yûsuf (aleyhisselâm) onların imâmı olur. Böyle gençlerin sıfatı; haramlardan, yabancı kadın ve kızlardan sakınmaktır. Râşid bin Süleymân (rahmetullahi aleyh) ve bu ümmetten onun emsâli gibi olanlar böyledir.
Bundan sonra bir nidâ daha gelir; "Allahü teâlâ için birbirlerine muhabbet edenler ve müslümanları sevenler ve kâfirleri, mürtedleri sevmeyenler nerededir?" denir. Onlar da Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, onlara da merhâbâ deyip, ne murâd buyurur ise, onunla iltifâta mazhar olurlar. Sağ tarafa gitmeğe emr olunurlar. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmeyenlerin sıfatı da sabır ve hilmdir. Çünkü onlar, dünyevî sebeplerden dolayı mü'minlere ne darılırlar, ne de kötülük ederler. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ve bu ümmetten ona benzeyenler bunlardandır.
Bundan sonra, bir münâdî daha çıkar; "Allahü teâlânın korkusundan haram işlemeyenler ve ağlayanlar nerededir?" denir. Onlar da götürülür. Bunların gözyaşları, şehîdler kanı ve ulemânın mürekkebi ile tartılır. Gözyaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmesi emr olunur. Onlar için her renkle süslenmiş bir sancak bağlanır. Zîrâ bunlar, her çeşit haram işliyenlerin arasında bulundukları; "Allah rahîmdir, affeder" diye aldatılmağa çalışıldıkları hâlde, haram işlememişler, her türlü günahtan sakınarak Allahü teâlânın korkusundan ağlamışlardır. Meselâ, biri Allahü teâlânın, biri dünyâya düşkün olmak korkusundan ve öbürü pişmanlıktan ağlamıştır. Bunların sancakları Nûh aleyhisselâma verilir. Âlimler, onların önlerine geçmek isterler ve; "Bunlara Allahü teâlâ için ağlamalarını biz öğrettik" derler. Bir nidâ gelir; "Yâ Nûh, olduğun gibi dur!" denir. Nûh (aleyhisselâm) durur. O cemâat de onunla durur.
Ehl-i sünnet âlimlerinin mürekkebi ile şehîdlerin kanı tartılır. Ulemânın mürekkebi ağır gelip, sağ tarafa emr olunurlar. Şehîdler için safranlı bir sancak emr olunur. Hazret-i Yahyâ'nın eline verilir. Hazret-i Yahyâ önlerinden gider. Âlimler önlerine geçmek isterler ve; "Şehîdler bizim ilmimizden öğrenerek çarpıştılar. Biz onlardan ileri gitmeğe daha fazla lâyıkız" derler. Bu zamanda cenâb-ı Hak lütfunu izhâr edip; "Alimler benim indimde peygamberim gibidir" buyurur. Ulemâya hitâben; "Dilediğiniz kimselere şefâat ediniz" buyurur. Âlimler âile fertlerine, komşularına, mü'min kardeşlerine ve kendilerine bağlılık gösteren talebelerine şefâat ederler.
Ulemâdan her biri için bir meleğe nidâ ettirilir. Melek, insanlara seslenip; "Filan âlime Allahü teâlâ şefâat etmekle emr eyledi. Kim ki onun bir işini görüverdiyse, yâhut bir lokma yemek yedirdiyse, yâhut bir içim su verdiyse, yâhut kitaplarını gençlere yaydı ise, onlara şefâat edecektir" der. O âlime iyilik yapanlar, kitaplarını dağıtanlar kalkarlar. O da bunlara şefâat eder.
Hadîs-i şerîfde bildirildiğine göre, en önce şefâat edenler resûllerdir. Sonra nebîler, sonra ulemâdır. Ulemâ için bir beyaz sancak bağlanır. İbrâhim (aleyhisselâm) gizli marifetleri ortaya koymak bakımından resûllerin en ziyâde ileride olanıdır. Bu sancak kendisine verilir.
Bundan sonra yine bir münâdî; "Çalışıp da, hakkını alamayan, nafakası için her gün çalışıp terleyen fakirler nerededir" diye nidâ eder. Fukarâ da, Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, taltif edip; "Merhâbâ, ey dünyâ kendileri için zindan olan kimseler!" buyurur. Bunlara da Eshâb-ı yemîn ile beraber olmaları emr olunur. Bunlar için de, bir sarı sancak bağlanıp, Îsâ aleyhisselâmın eline verilir. Hazret-i Îsâ, bunlara imâm olur.
Bundan sonra yine bir münadî; "Agniyâ yâni şükreden, mallarını, paralarını dîni kuvvetlendirmek, müslümanları zâlimlerden korumak için veren zenginler nerededir?" diye nidâ eder. Onlar da götürülür. Onların ihsân ettiği şeyleri cenâb-ı Hak, beşyüz sene saydırır. Yâni zenginlik ile ne yaptıklarının hesâbını sorar. Bunlar için de bir sancak bağlanıp, Süleymân aleyhisselâma verilir. Süleymân (aleyhisselâm) bunlara imâm olur. Bunlara da, Eshâb-ı yemîne ulaşmalarını emr buyurur.
Bundan sonra, "Ehl-i belâ nerededir?" denir. Onlar da getirilir. Onlara; "Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?" denilir. Onlar da; "Allahü teâlâ, bizi dünyâda dertlere, sıkıntılara mübtelâ kıldı. Onun için zikrinden ve hakkıyle ibâdetten mahrûm olduk" derler. Onlara; "Size gelen belâ mı, yoksa Eyyûb'a (aleyhisselâm) gelen belâ mı çok idi?" denilir. Onlar; "Eyyûb aleyhisselâma gelen çok idi" derler. "Öyle ise, onu Allahü teâlânın zikrinden ve O'nun dînini kullarına yaymaktan ve hakkını yerine getirmekden belâ men etmedi de sizi mi etti?" denir.
Bundan sonra; "Gençler ve memlûkler (köle ve câriyeler) nerededir?" derler. Onlar da, Allahü teâlânın huzûruna getirilir. Onlara; "Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?" denilir. Onlar da; "Allahü teâlâ bize cemâl ve güzellik verdi. Onunla aldandık, gençlik zevklerine daldık. Gençlik, bizde hep kalacak sandık. Allahü teâlânın dînini öğrenmedik. Hakkını yerine getiremedik" derler. Memlûkler de; "Kölelik, câriyelik ve beylere kulluk edip dünyâ büyüklerine tapındık. Dînimizi öğrenmedik ve aldandık. Yâ Rabbî senin hakkını yerine getirmekten mahrûm olduk" derler. Onlara hitâben; "Siz mi, yoksa Yûsuf (aleyhisselâm) mı daha güzel idî?" denilir. Onlar; "Yûsuf (aleyhisselâm) daha güzel idi" derler. "Öyle ise hazret-i Yûsuf'u, kul emrinde iken hakkullahı yerine getirmekten hiç bir şey men etmedi de sizi mi etti denir.
Bundan sonra; "Çalışmayan, tembel, fukarâ nerededir?" diye nidâ olunur. Onlar da getirilir. Onlara da; "Sizi Allahü teâlânın hakkını yerine getirmekten men eden nedir?" denilir. Onlar; "San'at öğrenip iş yapmadık; kahvelerde, sinemalarda, oyun yerlerinde vakit geçirdik. Allahü teâlâ da, bizi dünyâda fakirlik ile mübtelâ kıldı. Fakirlik ve tembellik bizi hakkullahı yerine getirmekten men etti" derler. Onlara; "Siz mi fakirlikte ziyâde idiniz, hazret-i Îsâ mı?" diye suâl olunur. Onlar da; "Hazret-i Îsâ bizden daha fakir idi" derler. "Öyle ise, o kadar fakirlik onu hakkullahı yerine getirmekten, din bilgilerini yaymaktan men etmedi de, sizi mi etti?" denir.
Bir kimse bu dört şeyden birine yakalanırsa, bunların sâhibini düşünsün! Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) duâsında; "Yâ Rabbî! Gençlik ve fakirlik fitnesinden Zat-ı ülûhiyyetine sığınıyorum." diye duâ ederdi.
Geçmiş ümmetlerden bir zâhid vardı. O, sahîh olarak bir şeye mâlik olmadı. Hakîkaten bir yün cübbeyi yirmi sene giydi. Seyahati esnâsında, ancak bir bardak, bir kara kilim ve bir tarağı vardı. Bir gün, birinin eli ile su içtiğini gördü. Bardağı attı. Bir gün de bir adamı, eliyle sakalını tararken gördü. Tarağı da attı. "Benim hayvanım, ayağım; evim, mağaralar; yemeğim, yerin otları; içeceğim, ırmakların sularıdır" derdi. (Hâlbuki, İslâm dîni böyle değildir. Çalışıp helâl kazanmak ibâdettir. Çok çalışıp, çok kazanmak ve kazandığını İslâmiyetin emrettiği iyi yerlere vermek lâzımdır.)
Büyük günahların sâhibinin kalbinde îmân varsa, azâbdan sonra şefâate kavuşur. Allahü teâlâ, onlara ikrâm eder. Binlerce seneden sonra, onları Cehennem’den çıkarır. Âhıret hâllerini iyi bilen Hasen-ül-Basrî (rahmetullahi aleyh); "Keşke böyle olan kişi ben olsaydım" buyururdu.
Kıyâmet gününde mîzânında ağır gelecek hiç hasenesi (iyiliği) olmayan bir müslüman getirilir. Allahü teâlâ, îmânına hürmeten, ona rahmet olarak; "İnsanlara git, sana hasene ve sevâb verecek bir kimse ara. Onun ikrâmı sebebiyle Cennet’e girersin!" buyurur. O kimse gider. İnsanlar arasında arzusuna kavuşturacak bir kimse arar. Fakat hâlini anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve kime sorarsa; "Benim mîzânımın da hafif gelmesinden korkuyorum. Ben, senden daha çok muhtacım" cevâbını alır. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek; "Ne istiyorsun?" der. Bu da; "Bir haseneye (sevâba) muhtâcım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri bahâne edip esirgediler" deyince; bu kişi ona; "Allahü teâlânın huzûruna vardım. Sahifemde bir sevâbtan başka sevâb bulamadım. Bu da beni kurtarmağa yetmez. Onu sana hibe edeyim de al!" der. O kimse, ferah ve sevinç içinde gider. Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde; "Nasıl geldin?" diye suâl eder. O kişi ile olan konuşmasını anlatır. Allahü teâlâ hasenesini veren kulu da huzûruna çağırır. "Îmân sâhiplerine benim keremim, senin kereminden, ihsânından daha çoktur. Din kardeşinin elinden tut. Cennet’e gidiniz" buyurur.
Mîzânın iki gözü beraber olup, sevâb gözü ağır gelmezse, Allahü teâlâ; "Bu, ne Cennet ehlindendir, ne de Cehennem ehlindendir" buyurur. Bunun üzerine, bir melek yalnız "üf" yazılmış olan bir sahife getirip seyyiât (günah) kefesine kor. O göz hasene üzerine ağır basar. Çünkü "üf" lâfzı, anaya, babaya isyân kelimesidir. Kişinin bununla, Cehennem’e atılması emr olunur. O kişi, iki tarafa bakınır. Allahü teâlâ tarafından kendisinin çağrılmasını taleb eder. Allahü teâlâ bunu çağırır. Ve; "Ey âsî kul! Niçin seni çağırmamı istiyorsun?" buyurur. O kul; "Yâ Rabbî! Anama, babama âsî olduğum için Cehennem’e gideceğimi anladım. Onların azâbını bana ilâve buyur da, Onları Cehennem’den azâd et!" deyince, Allahü teâlâ; "Anana, babana dünyâda âsî oldun. Âhırette ikrâm ettin. Onların elinden yapış da, Cennet’e götür" buyurur.
Cennet’e gönderilmeyenleri melekler yakalarlar. Çünkü melekler, âhıret ahkâmını çok iyi bilirler. Hattâ, âhıretten nasîbi olmayan bir kavme nidâ olunur; "Bunlar âhıretin odunudur. Cehennem’i doldurmak için halk olundular" denilir. Onlara hitâben Allahü teâlâ Sâffât sûresi 24. âyetinde meâlen; "Onları durdurun, onlar suâl olunacaklardır." buyurur.
Bunlar habs olunurlar. Tâ ki, kendilerine, Sâffât sûresi 25. âyet-i kerîmesindeki gibi meâlen; "Size ne oldu ki, birbirinize yardım, etmiyorsunuz?" buyuruluncaya kadar kalırlar. Böylece, teslim olurlar. Günahlarını îtirâf ederler ve Cehennem’e gönderilirler.
Bu şekilde ümmet-i Muhammed'in büyük günah işleyenleri getirilir. İhtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise, hepsi bir araya toplanır. Cehennem’in bekçisi olan Mâlik onlara bakar ve; "Siz eşkıyâ zümresindensiniz. Ammâ, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Cehennem’e sizden güzel kimse gelmedi" der. Onlar da; "Yâ Mâlik! Biz Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz. Lâkin işlediğimiz günahlar Cehennem’e sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza ağlayalım" dediklerinde, Mâlik onlara; "Ağlayın! Fakat şimdi size ağlamak fayda vermez!" der.
Bir ihtiyâr erkek, ellerini beyaz sakalı üzerine koyup; "Ah gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl ve rezîl oldum" diye ağlar. Nice orta yaşlılar; "Dertlerim, sıkıntılarım arttı!" diyerek ağlarlar. Nice delikanlılar; "Ah gençliği elden kaçırdım! Yâni gençliğimin kıymetini bilmedim" ve nice kadınlar da saçlarından tutup; "Eyvah! Yüzüm kara oldu. Rezîl oldum" diye ağlarlar.
Allahü teâlâ tarafından; "Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehennem’e koy" diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken; "Lâ ilâhe illallah" diye bağrışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. Yine şöyle bir nidâ gelir; "Ey Cehennem! Bunları içine at! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehennem’e koy." Bu zaman gök gürültüsü gibi bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennem'i men ederek; "Ey Cehennem, kendisinde Kur'ân-ı kerîm olan ve îmân kabı olan kalbi, Rahmân olan Allahü teâlâya secde eden alınları yakma!" der. Bu hâl üzere, Cehennem’e atılırlar. Bir kişinin feryâdının, Cehennem ehlinin seslerinden daha çok olduğu görülür. Bunu Cehennem’den çıkarırlar. Allahü teâlâ ona; "Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?" buyurur. O kişi; "Yâ Rabbî! Beni hesâba çektin. Senin rahmetinden daha ümidimi kesmedim. Bilirim, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım" der. Allahü teâlâ; "Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden ümidini keserse, o kimse ehl-i dalâlettir." meâlindeki Hicr sûresi 56. âyet-i kerîmesi ile hitâb buyurup; "Git seni mağfiret ettim" der.
Âhıretin şaşılacak işlerinden biri de şudur: "Bir kişi daha huzûr-i mânevî-i ilâhîye götürülür. Allahü teâlâ, onu hesâba çeker. İyilik ve kötülükleri, sevâb ve günahları tartılır, O kimse, Allahü teâlânın o anda hiç bir şeyle meşgûl olmadığını, yalnız kendisinin hesâbiyle ve vezniyle meşgûl olduğunu yakînen bilir. Hâlbuki öyle değildir. Belki o anda bin kere binlerce, sayısını Allahü teâlâdan başka kimsenin bilmiyeceği mikdarda kimselerin hesâbına bakılır. Onların her biri o anda sâdece kendi hesaplarının görüldüğünü zanneder.
İşte bu zamanda, kişi oğluna gelir ve; "Ey oğul! Sen kendin elbise giymeye kâdir değilken ben sana elbiseler giydirdim. Sen âcizken seni doyurdum ve su verdim. Sen kendine zarar veren şeyleri def etmeye ve fayda veren şeyi istemeye kâdir değilken çocukluğunda seni muhâfaza ettim. Nice meyveleri benden isteyince satın alıp sana getirdim. Sana dînini, îmânını öğretip, Kur’ân-ı kerîm hocasına gönderdim. Lâkin, işte kıyâmetin, şiddetini görüyor ve günahımın çokluğunu biliyorsun. Bir miktarını üzerine al da günahım azalsın, bir iyilik, bir sevâb ver ki mîzânım onunla fazlalaşsın" der. Oğlu ondan kaçar ve; "O bir sevâba, ben senden daha çok muhtacım" diye cevap verir.
Böylece, evlâd ile ana arasında da bu muâmele geçer, zevc ve zevce de birbirleriyle böyle konuşurlar. Kardeş kardeşle de aynı muâmeleyi yaparlar. İşte Allahü teâlâ Abese sûresindeki 24. âyetinin; "O gün insan kardeşinden ve ana evlâdından kaçar." meâl-i şerîfi bu hâli haber vermektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri "Mektûbât"ın 2. cildinde 67. mektubunda buyuruyor ki:
"Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, kürre-i arzın (yer küresinin), dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, yâni rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere, orada, ellerin, ayakların ve her âzânın şehâdet etmesi; iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi; iyiliklerin ve günahların, oraya mahsus bir terâzide tartılması haktır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennem’den kurtulacak, az gelen, ziyân edecektir. Oradaki terâzi, bilinmiyen bir terâzi olup, ağır ve hafif gelmesi dünyâ terâzisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafiftir. Orada yer çekimi kuvveti yoktur.
Orada önce peygamberler (aleyhisselâm), sonra sâlih kullar yâni evliyâ-i kirâm (rahmetullahi aleyhim), Allahü teâlânın izniyle, günahı çok olan mü’minlere şefâat edecektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ümmetimden büyük günahları olanlara şefâat edeceğim." buyurdu.
Mü'minlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. Kıyâmette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra ebedî olarak varlıkta kalacaklar, hiç yok olmayacaklardır. Suâl ve hesâbdan sonra, mü'minler Cennet’e girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennet’ten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehennem’e girince, Cehennem’de sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir. "Onların azâbları hâfifletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır." meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehennem’e soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda, Cehennem’den çıkarırlar ve yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Mü'minler, Cehennem’de zincirlere bağlanmaz. Onların boyunlarına tasma da takılmaz. Böylece kalblerindeki zerre kadar îmânın şerefi ve kıymeti belli olur. Kâfirler ise zincirle bağlanır ve ellerine de kelepçe vurulur." (Bkz. Cennet-Cehennem).
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Mazharî
2) Tefsîr-i Mevâkib (İsmâil Ferrûh Kırîmî)
3) Buhârî; Îmân bâbı-37, İlm-2, 21, 24, İstiskâ-27, Zekât-9
4) Menâkıb-ül-Ensâr-15, Nikâh-110, İsti'zân-53, Fiten-5, 24, 25, Salât-ül-havf-58, 62
5) Kitâb-üt-tevhîd ve İsbât-i sıfât-ır-Rab (Azze ve celle)
6) Eş-Şerî'atü (Muhammed bin Hüseyn el-Acürrî)
7) Dekâik-ül-ahbâr ve Hadâik-ül-i'tibâr (Muhammed bin Selâme el-Mısrî el-Kudâî)
8) Tezkire bi-Umûr-il-âhıret (Kurtubî)
9) Letâif-ül-meârif (İbn-i Receb Abdurrahmân bin Ahmed, Süleymâniye Kütüphânesi Molla Çelebi Kısmı No: 138)
10) Kıyâmet ve Âhıret (İmâm-ı Gazâlî, İstanbul 1986)
11) Müjdeci Mektûblar (İmâm-ı Rabbânî, İstanbul 1986)
12) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî (İstanbul 1978)
13) Ehvâl-ül-kubûr (İbn-i Receb, Süleymâniye Kütüphânesi Reşîd Efendi kısmı No: 159)
14) Şerh-us-sudûr bi-şerhi hâl-il-mevtâ vel-kubûr (Celâleddîn Süyûtî, İstanbul 1986)
15) Âmentü şerhi (Kâdızâde Ahmed bin Muhammed)
16) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediyye (İstanbul 1987); sh. 61, 105, 374, 696, 741, 814, 976
17) Herkese Lâzım Olan Îmân (İstanbul 1986)
18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi (İstanbul 1986-1987); cild-4, sh. 237, cild-5, sh. 291, cild-9, sh. 78, cild-10, sh. 227
19) El-Minhet-ül-Vehbiyye (Dâvûd bin Süleymân Bağdadî, İstanbul 1987),
20) Rehber Ansiklopedisi (İstanbul 1984-1986);cild-1, sh. 115, 226, cild-3, sh. 191, 208, cild-4, sh. 39, cild-9, sh. 100, cild-10, sh. 124, cild-11, sh. 165, cild-15, sh. 196, cild-16, sh. 51
21) Müslim; Fiten-54, Îmân-1, 5, 7, 248, 250, Zekât-58, 62, Zikr ve duâ-8, 10