20 Kasım 2017

CİN


CİN 
Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen, Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmin Zâriyât sûresi 56. âyetinde: "İnsanları ve cinleri ancak beni bilip ibâdet etmeleri için yarattım" buyurarak varlığından haber verdiği mahlûklardır.
Arabça'da; cin, cinnet, cenan ve cenin gibi C ve N harflerinden meydana gelen kelimeler örtülü anlamına gelmektedir. Cennet denilen yer; meyveler, çiçekler ve kokular ile örtülü olduğundan bu ismi almıştır. Delilere mecnûn denilmesi de aklının örtülü olduğu içindir. Geceye "Cünn-i leyl" denir. Çünkü karanlık, gün ışığını örtmüştür. Cin denilen mahlûklar da gözümüzden örtülü olduğu için cin denilmiştir. Cin kelimesi cinnî kelimesinin cem'idir (çoğuludur). Cin; cinnîler demektir. Peri, Farsça'da cin demektir.
Mahlûklar, yâni yaratıklar, görülen ve görülmeyen diye iki kısımdır. Ayrıca mekânsız, madde olmayan varlıklar da bulunmaktadır. Bugünkü fen bilgilerine göre bütün mahlûklar yüzbeş elementten meydana gelmişlerdir. Böylece, bütün mahlûklar elementlerden yapılmış olup, enerji (kudret) taşırlar. Normal fizik şartlarında katı ve sıvı hâlinde bulunan varklıklar ve renkli gazlar görüldüğü için, bunlardan yapılmış cisimler görünür. Meselâ insanda katı maddeler ve su çok bulunduğundan insan görünüyor. Ot ve hayvanlar da aynı şekildedir. Cinnîler, havadan ve ateşten meydana gelmiştir. Ateşin alev kısmı görünmez. İçindeki katı zerreler sıcakta ışıklandığı için parlak görünür. Cinnin görünmemesi bu yüzdendir.
Alev iki kısımdır: Biri zulmânî (görünmeyen); diğeri ise nûranîdir (bu da görünmez). Birincisinden cin, ikincisinden de melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, meleklerde ve cinde alev şekli değişerek onlara mahsus latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir.
Melekler nûrânî cisimler olup, çeşitli şekillere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış bakımından birbirine yakındır. Meleklerin cinlere yakınlığı, insanın hayvanlara olan yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları, meleklerden kıymetli; cin de hayvanlardan kıymetlidir. Melekler muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakîrdir, kıymetsizdir. Yaratılışta; meleklerde nûr, cinlerde ise alev kısmı fazladır. İslâm âlimlerinin çoğu meleklere cisim demişlerdir; doğrusu da böyledir.

Cinlerin varlığı:

İslâm âlimleri söz birliğiyle bildirdiler ki, cinlerin varlığına inanmıyan îmânsız olur. Çünkü, cinlerin varlığını bildiren birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Hakkında kesin nass (delil) bulunan bir hükmü inkâr etmek küfürdür. Eski felsefecilerin bir kısmı, Kaderiyye (yâni Mûtezile) fırkasının çoğu ile, hiçbir dinde olmıyanlar, cin ve şeytanlara inanmadı. Cin; zekî, dâhi insan, şeytanlar da kötü kimseler demektir dediler. Din kitaplarını okumayan ve İslâm âlimlerinin sözlerini bilmeyen elbette inanmaz. Fakat Kurân-ı kerîmde açıkça bildirildiği ve İslâm büyüklerinin kitapları ortada olduğu hâlde, Kur'ân-ı kerîme uyduklarını söyleyen Kaderiyye fırkasının cinne inanmaması şaşılacak şeydir. Hâlbuki cinnin var olması akla uymayan, yâni aklın kabûl etmeyeceği birşey değildir; çünkü her şey Allahü teâlânın kudreti dâiresindedir. Bugün fen adamları, akıl ve din sâhipleri, aklın imkânsız demediği şeyleri red etmeyip, kabûl ediyorlar. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen şeylere kelimenin açık ve meşhûr mânâlarını vermek lâzımdır.
Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi aleyh) cinnin var olduğuna şu âyet-i kerîmeleri delil gösteriyor:
1- Zâriyât sûresinin 56. âyetinde meâlen; "İnsanları ve cinleri ancak, beni bilip, ibâdet etmeleri için yarattım" buyuruluyor.
2- Er-Rahmân sûresi 74. âyetinde meâlen; "Onlara (hûrîlere) kocalarından önce ne insan dokunmuştur ne de cin" buyurulmak sûretiyle cinlerin Cennet’e gireceği bildiriliyor.
3- Er-Rahmân sûresinin 31. âyetinde meâlen; "Yakında sizi hesâba çekeceğiz. Ey insanlar ve cinler" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmedeki "Sekalân" insanlar ve cinler demektir. Resûl-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn, yâni insanların ve cinnin peygamberi, müftîsi, velîsi gibi isimler de cinnin varlığını bildirmektedir.
Kur'ân-ı kerîmde cinlerin var olduğunu haber veren başka âyet-i kerîmeler de vardır. "(Hesâb gününde) ey cin ve insan cemâati (denecek)! İçinizden size âyetlerimi nakleden, bugünün gelip çatacağını inzâr ile haber veren peygamberler gelmedi mi?" (En'âm sûresi: 130)
"Cân'ı (cinlerin babasını da) daha evvel şiddetli ateşten (şu'âlardan) yarattık..." (Hicr sûresi: 27)
"Allahü teâlâ insan ve cinlerin hepsini bir araya topladığı günde cinlere şöyle denilecek: "Ey cin cemâati! İnsanlardan bir çoğunu aldatarak kendinize bağladınız." (En'âm sûresi: 128)
"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Gücünüz yeterse göklerin ve yerin etrâfından çıkıp gidin. (Kaçarak ölümden kurtulun.) Çıkıp kurtulamazsınız. Ancak bir kuvvetle, (fakat bu kuvvet nerede? Buna gücünüz yetmez)" (Rahmân sûresi: 33)
"(Semâ yarıldığı zaman herkes sîmâsından tanınacağı için) o gün ne insana ne cinne günahı sorulmayacak. (Suâl mahşerde olacak) (Rahmân sûresi: 39)
"... Andolsun ki Cehennem’i tamâmen insanlardan ve cinlerden dolduracağım." (Hûd sûresi: 119)
"Cinlerin babasını da dumansız bir ateşten yarattı." (Rahmân sûresi: 15)
"Hatırla ki, cinlerden (on kişiye yakın) bir grubu Kur'ân dinlemek üzere sana yollamıştık. Vaktâ ki Kur'ân'ın huzûruna vardılar. (Birbirlerine); "Susun, dinleyin" dediler. Sonra(Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından okunan Kur'ân) bitirildiği zaman da (cinler, Peygamber'e ve Kur'ân'a îmân getirerek) döndüler. (Hem îmâna dâvet, hem de îmân getirmiyenleri) korkutmak üzere kavimlerine gittiler. Şöyle dediler: "Ey kavmimiz! Hakîkaten bizler (Peygamber tarafından okunan) bir kitap dinledik ki, Mûsâ'dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri (semavî kitapları) tasdik eden, Hakk'a ve hakîkat yoluna ulaştırmaktadır. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisine icâbet edin. O'na îmân edin ki (Rabbiniz) bâzı günahlarınızı bağışlasın. Sizi acıklı bir azâbdan korusun." (Ahkâf sûresi: 29, 30, 31)
Kul-e'üzü ve Cin sûreleri de, cinnin varlığını açıkça haber vermektedir.
Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî sahîh hadîs-i şerîf kitaplarında, Alkame'den (radıyallahü anh) rivâyet edilir ki: "Ben ibn-i Mes'ûd'a (radıyallahü anh) sordum ve dedim ki; "Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) cinlerin geldiği gece, sizlerden birisi O'nun yanında bulundu mu? O da dedi ki: "Bizden kimse O'nun yanında bulunmadı. Ancak Mekke'de bir gece biz Peygamberimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberdik. Bir ara O’nu kaybettik. Kendisini vâdilerde ve tepelerde aradık. O gece çok kötü bir şekilde uyuduk. Sabah olunca gördük ki O, Hira tarafından geliyordu. Kendisine dedik ki: "Yâ Resûlallah sizi kaybettik, aradık ve bulamadık. Bunun için çok kötü bir gece geçirdik." O zaman Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana cinlerden bir da'vetçi geldi. Onunla beraber gittim ve kendilerine Kur'ân okudum." İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh) dedi ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi aldı ve götürdü. Onların izlerini ve ateşlerinin eserini gösterdi."
Yukarıda bildirilen kesin ve sarih deliller cinnin varlığını bildirmektedir. Cinnîn varlığı dînin açıkça bildirdiği birşey olduğundan, inanmayan müslümanlıkdan çıkar ve hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.
Bâzı kimselerin, cinnîleri hayâl (illüzyon) sanarak yok demeleri kıymetsizdir. Korkudan göz önünde hâsıl olan hayâller elbette yoktur. Bu hayâlleri cin sanmak da cinden haberi olmamak demektir. Bir şeye yok diyebilmek için o şeyi tanımak, kavramak lâzımdır. Tanımadan "yok" demek akılsızlıktır. Bu gibilere ilim adamı demek de doğru değildir. Bütün peygamberlerin haber verdiği ve hele Peygamberlerin en üstününün (sallallahü aleyhi ve sellem) çeşitli zamanlarda bildirdiği bir bilgiye, akla, tecrübeye dayanmadan zan yolu ile çala kalem yok demek, ilim adamına aslâ yakışmaz. Cinne, meleklere, Cennet’e, Cehennem’e hattâ Allahü teâlâya inanmayanların biricik sözleri; "Kim gitmiş, kim görmüş, var olsalardı görürdük. Görülmeyen şeye inanmak aptallık olur" demeleridir. Onlar, gözün akla değil, aklın göze dayanarak hükme varmasını arzu ediyorlar. Hâlbuki akıl, duygu organları üstünde bir kuvvettir ve his edilen şeylerin doğrusunu, yanlışını ayıran bir hâkimdir. İnsanlar göze tâbi olsaydı ve insanlık şerefi, göz kuvvetiyle ölçülseydi; kedi, köpek ve farenin insandan daha şerefli, daha kıymetli olması lâzım gelirdi. Çünkü bu hayvanlar insanlardan fazla olarak karanlıkda da görürler. Bu durumda göremediğine inanmak istemiyen kimse, insanlığı, hayvanlardan aşağı düşürmektedir. Neticede his organları, aklın uşakları, âletleridir ve asıl kumandan ise hâkim olan akıldır. Akıl görülemiyen duyulamıyan şeyleri red etmediği gibi, yokluğu isbat edilemiyen ve anlaşılamıyan şeylere de kesinlikle yok demez. Bunlara yok demek akla uygun bir söz olmaz. İnanmıyan araştırıcıların pek çoğu ilmin gereği olarak, birçok mes'elelerde dâimâ ihtimâli gözetirler ve işin aksini düşünürler.

Cinlerin yaratılışı:

İnsanlar ilk olarak topraktan yaratıldığı gibi cin de ateşin mâric denilen alev kısmından yaratıldı. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hicr sûresi 27. âyetinde meâlen; "Âdem'den önce cinlerin babası Cân'ı ateşten yarattık" ve Rahmân sûresi 15. âyetinde de meâlen; "Cinleri (cinlerin babasını) de yalın bir ateşten yarattı" buyurmak sûretiyle, cinlerin Âdem aleyhisselâmdan önce ateşten yaratıldığını bildirmektedir. Cinlerin babasına Dûmâs yâhut Târnûs da denilirdi. Dehhâk (rahmetullahi aleyh) İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) naklederek şöyle bildiriyor: "Allahü teâlâÂdem aleyhisselâmdan evvel yeryüzünde cinlerin babası olan Cân'ı ve evlâdını yarattı.
Ebû Ravk, İkrime'den o da, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet etti ki: Allahü teâlâ cinlerin babasını yaratınca, ona; "Benden iste bakalım" buyurdu. O da; "Biz, görelim, lâkin görünmeyelim. Ölünce toprak altında kaybolalım. Yaşlı olanımız gençleşsin" diye dilekte bulundu. Allahü teâlâ da dileğini kabûl buyurdu. Hakîkaten onlar görürler, fakat görünmezler. Öldüklerinde toprak içinde kaybolurlar ve yaşlıları bir sabî (çocuk) hâline gelinceye kadar ölmez.
Allahü teâlâ cinleri yarattı ve onlara yeryüzünü îmâr etme işini verdi. Uzun müddet ibâdet ettiler. Zamanla çoğaldılar. Allahü teâlâ bunlara bir din gönderdi. Tâat ve ibâdete çağırdı. Muhyiddîn-i Arabî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre dörtbinyirmi yıl geçtikten sonra inâd ve isyâna başladılar. Allahü teâlâya karşı gelerek, kan döktüler, cinayet işlediler. Kibirlenip, ibâdeti bıraktılar. Güçsüz olanlar ibâdet ve tâate devam ediyorlardı. Büyükleri çeşitli cezâlarla helâk edildi. Allahü teâlâ onlar üzerine dünyâ semâsında bulunan meleklerden bir ordu gönderdi. Yeryüzüne inen melekler onların çoğunu öldürdüler; geride kalanlar adalarda, harâbelerde saklandılar. Bulûğa erişmemiş olanları esir aldılar. Onlardan birisi Azâzil (İblis) idi. İblis Cennet’te uzun müddet Allahü teâlâya ibâdet etti ve meleklere va'z ve nasîhatte bulundu. Bir zaman sonra, yeryüzünde vaktiyle helâk olan kavimden geride kalanlar çoğaldılar ve yeryüzünü doldurdular. Ancak Allahü teâlâya nasıl ibâdet edileceğini bilmezlerdi. Azâzil (İblis) bunları hak yoluna çağırmak için Allahü teâlâdan izin istedi. Allahü teâlâ kabûl buyurup, bir kısım melekler ile beraber yeryüzüne gönderdi. O kavmi hak yola dâvet ettilerse de çok az kimse itâat etti.
Azâzil, Allahü teâlâdan izin alıp meleklerle beraber o kavmin üzerine yürüdü. Çoğunu öldürdü. Geri kalanı etrâfa dağıldılar. Azâzil yeryüzünü bunlardan temizleyince, Allahü teâlâyeryüzünün idâresini ona verdi. Yeryüzünde, yeryüzü semâsında ve Cennet’teki melekler arasında Allahü teâlâya uzun müddet ibâdet eden Azâzil, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasından sonra, kibir ve gurura kapılıp ona secde etmediği için, Allahü teâlânın rahmetinden ve Cennet’ten koğuldu. Şeytan adını alıp Allahü teâlânın ebedî düşmanı oldu.

Cinlerin husûsiyetleri (özellikleri):

1- Cinler ateşin alev kısmından yaratılmışlardır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Cinde hava, şeytanda ateş fazladır. Allahü teâlâ Rahmân sûresi 15. âyetinde meâlen; "Cinleri (cinlerin babasını) de yalın bir ateşten yarattı." buyurmak sûretiyle bu husûsu bildirmektedir.
2- Cinlerin de erkeği ve dişisi olup, evlenirler ve çoğalırlar. İnsanların çoğalmaları meni ile olduğu gibi, cinlerin çoğalması da gaz (hava) iledir. Yâni erkekden dişiye bir gaz geçerek bundan yavru hâsıl olur. Nâdir olmakla birlikte insanların cinlerle evlendiği gerçektir. İnsan ile cinnin evlenmesi hayâl iledir. Hakîkî evlenmek olmaz. Fakat âlimlerden çoğu hakîkî evlenmenin olduğunu, gusl abdesti lâzım geldiğini hattâ Belkıs'ın insan ile cin arasında hâsıl olduğunu, cinnin insan şekline girip evlendiğini söylemişlerdir.
Seyyid Ömer (rahmetullahi aleyh) diyor ki: "Bana bir cin kızı geldi. Benimle evlenmek istedi. Şemseddîn Hanefî'den sordum: "Hanefî mezhebinde câiz değildir" dedi. Böyle söyledim. Beni aldı, yer altına evlerine götürdü. Büyüklerine söyledi. Büyükleri; "Seyyid Şemseddîn'in cevâbı başımızın üstündedir. Fakat cinnin insan ile evlenmesi Şafiî mezhebinde câizdir. Biz Hanefî değiliz. Şâfiîyiz" dediler.
İnsanın cin ile evlenmesinin câiz olduğu, cinnin insan kadınına tearruzunda gusl abdestinin lüzumu, cin ile insan arasında hâsıl olan çocuğun nasıl olacağını (Belkıs gibi) bildiren âlimlerimizin çeşitli yazıları vardır.
3- Cinlerin yemeleri, içmeleri ve evleri vardır.
Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de bildirildi ki: "Cinler, Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) yemek istediler. "Üzerine Allah'ın ismi zikr edilmiş her kemik ve her a'lâf artığı (tezek)sizin yemeğinizdir." buyurdu. İbn-i Selâm bu hadîs-i şerîfin tefsîrinde şu husûsu ilâve etti: "A'lâf artığı onlar için yemyeşil bir ot oluverir."
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sebepten kemik ve tezekle istincâ edilmesini yasak etmiştir.
Câbir bin Abdullah'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildi ki: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yürüyorduk. Bir yılan gelip yanında durdu. Ağzını açarak yaklaştı. Sanki ona birşey fısıldıyordu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Evet" buyurdu ve yılan ayrılıp gitti. Bu husûsta Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) suâl edince, buyurdular ki: "O, cinlerden bir kimsedir, bana şöyle dedi: "Ümmetine emr et de tezek ve kemikle taharetlenmesinler. Çünkü Allahü teâlâ, bunları bize azık kıldı."
4- Cinler de doğar, büyür ve ölürler: Cinler mükellef olurlar. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmde Zâriyât sûresi 56. âyetinde meâlen; "İnsanları ve cinleri ancak beni bilip itâat ve ibâdet etmeleri için yarattım." buyurulmakta ve onların dînî hükümlerle mükellef oldukları bildirilmektedir.
Kurtubî, tezkiresinde buyuruyor ki: "Cinnîn ölümü, yerde gâib olmaktır. İhtiyârları gençleşmeyince ölmez, ölecekleri zaman da çocukluk hâline döner ve yerde gâib olurlar."
5- Cinler; insan, hayvan, yılan, akrep, deve, sığır kılığına bürünüp çeşitli şekiller alırlar. Hattâ katır ve merkep şekline girdikleri, kuş sûretine bürünüp havada uçtukları görülmüştür. İnsan sûretine de girerler.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri buyurdu ki: "Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun bütün kılları diken diken olurdu. O anda Allahü teâlânın ismini söylemeye başlardım. Cenâb-ı Hakk'ın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiç bir zaman ondan ne çekindim, ne de korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip giderdim. İnsanın tabîatı cinden nefret ettiği hâlde, her gün onları göre göre nefret etmez hâle geldim.
Kıtlık olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: "Bu gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar vermeyiniz." Onların da bana; "Baş üstüne, emirlerinizi dinleyip itâat edeceğimize söz veriyoruz" dediklerini duyar idim. Cinlerden biri keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması için, bir gece sedirin altına saklanarak cinnin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken, elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; "Ey keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklarımı korkutmaya devam edecek misin, etmeyecek misin?" dedim. Tevbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra avucumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin, evime bir daha gelmedi.
İnsan, cinni ve şeytanları uyanık iken ve rüyâda görebilir. Çünkü onlar, her şekle girebilir. Çok güzel sûretlere girerler. İhtilâma sebep olurlar. Her ne şekilde olursa olsun, cinni gören kimse hep ona bakarsa, cin, şeklini değiştirmez ve gözden kaçmaz. Ona sorup cevap alınabilir. Bir an başka tarafa bakılırsa hemen asıl şekline girip gayb olur ve kendi şekliyle görünmez.
Ali Havvâs buyurdu ki: "Allahü teâlâ kullarından birisine cinleri göstermeyi murâd edince, o kimsenin gözünden perdeyi kaldırır. O kimse cinleri görür. Allahü teâlâ bâzan, cine, bize görünmesini emreder. Onları baş gözü ile görürüz. Cinler bâzan kendi sûretlerinde, bâzan beşer (insan) sûretinde bâzan da başka sûretlerde olurlar. Cinler, melekler gibi istedikleri şekle girebilirler."
İnsanın cin ile tanışması, arkadaş olması kıymetli birşey değildir. Zararlıdır, fâsık insanla arkadaşlık etmek gibidir. Onlarla tanışan kimse fayda görmemiştir. Onlarla tanışanlar kibirli olur. Cinlerin din bilgileri azdır. Kibirli olduklarından birbirleri ile hep mücâdele, muhârebe ederler.
6- Cinlerin mü'min olanları ve kâfir olanları vardır. İbâdet ederler, sadaka verirler, iyi işlerine sevâb verilir. Mü'min olanları Cennet’e girecek ve Allahü teâlânın cemâlini göreceklerdir. Kâfir olanları Cehennem’e gidecektir. Cehennemlik olanları, zemherîr denilen soğuk Cehennem’de azâb göreceklerdir.
7- Cinler en çok hamamlar, otluklar, mezbelelik gibi yerlerde bulunurlar.
8- Cinden geçmiş, olmuş şeyleri sorup öğrenmek câizdir. Gelecekte olacak şeyleri sormak câiz değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler.
9- Cinler insanoğlunun âlimlerine suâl sorup fetvâ alırlar. İnsanlara nasîhat edip, şiirler söylerler, insanlara hastalık tedâvisi ve ilâç öğretirler. İnsanlardan korkarlar ve itâat ederler.
Rivayet edilir ki, fakîh Muhammed Hermel el-Fahri isminde bir zât, Ebû Muhammed el-Himyerî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi ve onun derslerine devam etmeye başladı. Bu fakîh de yüksek âlimlerden idi. Birbirlerinden ilim öğrenmeye, birbirlerinin ilimlerinden istifâde etmeye başladılar. Bir ara, fakîh İbn-i Hermel, beyân ilmi okumak istediğini bildirdi. Ebû Muhammed Himyerî de kabûl etti. İbn-i Hermel'e beyân dersi okutmaya başladı. Birgün ders esnâsında, başını yukarıya kaldırdığında, bir yılanın başını uzatmış dersi dinlemekte olduğunu gördü. Ders bittikten sonra, İbn-i Hermel'e bu gördüğü hâli bildirdi ve; "Bu gördüğün cin tâifesinden fıkıh âlimi bir kimsedir. Bizden "Tenbih" ve "Mühezzeb" kitaplarını okuyor. Senin okuduğun beyân derslerini de dinlemek istiyor" buyurdu. İbn-i Hermel ise, kendisinden ders okuduğu zâtın cinlere de ders vermekte olduğunu anlayıp, ona olan muhabbet ve bağlılığı daha çok arttı.
Cinlere de fetvâ vermesiyle meşhûr olan Ebüssu'ûd Efendi, Osmanlı Devleti'nde yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Eyyûb Sultân'da Yazılı Medrese adıyla tanınan medresede bulunduğu sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere gelmişlerdi. İçlerinden bâzısı suâllerini sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle, o medreseye "Yazılı Medrese" ismi verilmiştir. Bu yazılar, yüzyıllarca muhâfaza edildikten sonra üzerlerine badana çekilmek sûretiyle kapatılmıştır.
10- Cinnîlerin sayısı insanların on katından fazladır. Şeytanların sayısı bu ikisinin on katından fazladır. Meleklerin sayısı da, bu üçünün sayısının on katından daha çoktur. Her insanın yanında kâfir bir cinnî vardır. Fakat melekler insanları bunların kötülük yapmalarından korur.
11- Cinler üç sınıftır. Birinci sınıfı rüzgâr ve hava gibidir. Bir kısmı yerdeki böcek ve hayvancıklar gibidir. Bir kısmı da emirlerle ibâdetle vazifelidir. Bunlara hesâb ve azâb vardır.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve cinler:

Cinler çeşitli zamanlarda sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma gelip Kur'ân-ı kerîm dinlemiş, çeşitli konularda suâller sormuş ve nasîhat dinlemişlerdir ve yine aynı şekilde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâyı teşrîflerini haber vermişlerdir.
Ebû Bekr el-Kureşî anlatıyor: Bâzı hadîs âlimleri, Ömer bin Abdurrahmân bin Avf'dan naklen rivâyet ettiler: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, Ebû Kubeys ile el-Hacûn dağında bulunan cinler şöyle dediler: "Yemîn ederim ki, insanlardan hiçbir anne O'nun gibisini doğurmamıştır. İnsanların en hayırlısı Ahmed doğmuştur. Onun babası çok şerefli bir babadır."
İslâm âlimleri söz birliği ile bildirdiler ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hem insanların hem cinlerin peygamberidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Cin sûresinde, cinlerin Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellemKur'ân-ı kerîm dinlediklerini ve O'na îmân ettiklerini haber vermiştir.
İbn-i İshâk rivâyet eder: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) İslâmiyete dâvet için Tâif’e gitmişti. Sakif kabîlesinden ümîdini kesince, Tâif'den döndü. Mekke yolundaki bir hurmalıkta gecenin karanlığında kalkıp namaz kılmaya başladı. O anda cinlerden bir topluluk gelip okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlediler. Onlar Yemen’de bulunan Nusaybin cinlerinden yedi kimse idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirince îmân ettiler. Kavimlerine anlatmak ve onları doğru yola çağırmak için ayrıldılar. Kavimlerine duyduklarını tebliğ ettiler.
Bu husûsu Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Ahkâf sûresi 29. âyetinde meâlen şöyle haber veriyor ve; "Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir tâifeyi Kur'ân dinlemeleri için sana doğru çevirmiştik." buyuruyor.
Sahîh-i Müslim ve Buhârî'de Abdullah bin Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilir: "Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından bir topluluk ile Ukaz panayırına gidiyordu. O târihte cinler semâdan haber almaktan men edilmiş, (haber almağa çıktıkça) üzerlerine şühüb (ateş parçaları) atılmağa başlanmış bulunuyordu. (Semâya doğru çıkıp koğulan) cinler, kavimlerine döndüklerinde, kendilerine; "Ne oluyorsunuz, neden hiçbir haber getirmiyorsunuz" dediler. Onlar da. "Ne yapalım. Semâdan haber almaktan men edildik. Üzerimize şühüb (ateş parçaları) atıldı" dediler. Bunun üzerine onlara: "Sizin haber almanıza mâni olan yeni bir hâdise vardır. Haydi doğuya ve batıya yayılın. Sizin haber almanıza mâni olan bu yeni şey ne imiş öğreniniz" denildi. Bunun üzerine Tihâme'ye doğru gitmekte olan cinlerden bir topluluk Ukaz yolunda Nahle denilen vadide Eshâbına sabah namazı kıldıran Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçtiler. Kur'ân okunduğunu duyunca dönüp dinlemeye başladılar. "Demek ki gökten haber sızdırmamıza engel olan buymuş" dediler; kavimlerine gidip durumu bildirdiler ve Cin sûresi 1. ve 2. âyetinde meâlen buyurulan; "Ey kavmimiz! Biz çok hoş Kur'ân-ı kerîm dinledik. Hidâyete erdiriyor. Biz de ona îmân ettik. Bundan böyle Rabbimize aslâ şirk koşmıyacagız." dediler. Allahü teâlâ Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem"Kul ûhiye" diye başlayan Cin sûresini inzal buyurup, güzel ve mufassal bilgi verdi."
İbn-i Ebi'd-Dünyâ naklediyor: "Ebû İshak'ın anlattığına göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbından bir kısım insanlarla yolculuğa çıkmışlardı. Yolda giderlerken iki yılan çarpıştılar. Biri diğerini öldürdü. Ölen yılanın kokusu ve güzelliği dikkatleri çekti. Eshâb-ı kirâmdan birisi kalkıp onu bir hırkaya sararak defnetti. Bir de ne görsünler. Bir topluluk kendilerine; "Esselâmü aleyküm. Siz şu anda Ömer isminde birini defnettiniz. Müslüman cinlerle kâfir cinler arasında savaş çıktı. Şu anda defnettiğiniz müslüman öldürüldü. O. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda müslüman olan cinlerdendir" diye seslendi.
Cin hey'eti, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kere de Medîne-i münevverede iken gelmiştir. O toplantıda Zübeyr bin Avvâm da bulunmuş idi. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh) şöyle naklediyor: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi mescidinde sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra; "Bu gece hanginiz benimle cin hey'etinin yanına gidecek?" diye sordu. Hiç kimse bir şey söylemedi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözünü üç defâ tekrarladı. Sonra yanıma yaklaşıp elimden tuttu. Beraber yürümeye başladık. O kadar yürüdük ki Medîne-i münevverenin dağları, tepeleri arkamızda kaldı. Nihâyet açık bir yere indik. Gayet uzun boylu beyaz elbiseler giyinmiş kimseleri gördüm. Onları görünce korkudan titremeye başladım. Onlara yaklaşınca Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ayağının baş parmağıyla bir dâire çizip; "Bunun ortasında otur" buyurdu. Oturunca içimde hiçbir korku ve şüphe kalmadı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arasına girip Kur'ân-ı kerîm okudu. Cinler sabah oluncaya kadar orada kaldılar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma gelip; "Haydi bana yetiş" buyurdu. Beraberce biraz yürüdükten sonra bana; "Nasıl, onların bulunduğu yerde birşey görebiliyor musun?" buyurdu.
"Evet gâyet kalabalık bir topluluk görüyorum" dedim. Bunun üzerine mübârek başını yere eğip biraz kemik ve tezek toplayıp onlara attı ve buyurdu ki: "İşte bunlar Nusaybin cinlerinden bir hey'et idi. Bana gelip Kur’ân-ı kerîm dinlediler ve benden azık istediler. Ben de onlara azık olarak bütün kemikleri ve tezekleri tahsis ettim."
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) nakledilen bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Cinlerden bir ifrit (îmânsız olan cin) dün gece benim namazıma mâni olmak için geldi. Allahü teâlânın verdiği güçle onu kendimden uzaktaştırdım. Sabahleyin hepiniz göresiniz diye mescidin direklerinden birisine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleymân'ın; "Rabbim beni bağışla, bana öyle bir hâkimiyet ver ki, benden sonra hiç kimse ona lâyık olmasın" duâsını hatırladım da onu perişân bir hâlde salıverdim."buyurdu.
Yukarıdaki rivâyetlerden anlaşıldığı üzere Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Resûl-üs-sekaleyn'dir. Yâni insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Gerek Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede gerekse bu ikisi hâricindeki yerlerde cinlerle görüşüp konuşmuş, cinler O'ndan Kur'ân-ı kerîm dinlemiş ve O'na îmân etmişlerdir. Cinlerin aralarındaki ihtilâflarını çözmüştür.

Cinler ve insanlar:

Cinler, insanlardan birçok kimselerle değişik sûretlerde karşılaşıp konuşmuşlar; va'z, nasîhat ve tavsiyelerde bulundukları gibi onlardan fetvâ ve nasîhat dinlemişlerdir.
İbn-i Ebî'd-Dünyâ naklediyor: Hadîs âlimlerinden bâzıları Sevde bin el-Esved'den, o da Ebû Halîfe el-Abdi'den nakletti: Ebû Halîfe dedi ki: "Küçük bir oğlum vardı. O vefât edince çok üzüldüm. Üzüntü ve kederimden gözüme uyku girmez olmuştu. Bir defâsında yatağıma uzanmış oğlumu düşünüyordum. Evin bir köşesinden; "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah ey Ebû Halîfe!" diye bir ses işittim. Çok korktum. "Ve aleyküm selâm" diye cevap verdim. Sonra Âl-i İmrân sûresinin son kısmını okumağa başladı. "Allah katındaki nîmetler ise iyi kimseler için daha hayırlıdır."meâlindeki 198. âyet-i kerîmeyi sonuna kadar okuyup bitirdi.
Ey Ebû Halîfe! diye seslendi. "Buyur" dedim. "Ne istiyorsun, herkes ölecek de, senin oğlun mu yaşayacak? Allahü teâlânın indinde sen Muhammed aleyhisselâmdan daha mı üstünsün? O, oğlu İbrâhim öldüğü zaman sâdece "Kalb mahzûn olur, göz yaşarır" buyurmuş ve şikâyette bulunmamıştır. Herkes ölürken senin oğlun mu yaşayacak? Allahü teâlânın işine ne karışıyorsun? Eğer ölüm olmasaydı insanları yeryüzü almazdı. Cefâ olmasaydı sefânın kıymetini kim bilecekti" dedi. Bunun üzerine "Kimsin sen?" dedim. "Senin cin komşularından biriyim" diye cevap verdi.
Ebû Bekr el-Kureşî der ki: Bâzı hadîs âlimleri Vehb bin Münebbih'den şöyle naklettiler: "Hasen el-Basrî ile birlikte her yıl Hayf Mescidi’nde, geceleyin herkes uyuduğunda, buluşurduk. Bizimle bâzı kimseler de bulunurdu. Bir gece oturup konuşurken bir kuş yanıma gelip oturdu. Selâm verdi. Selâmını aldım. Kendisine kim olduğunu sorunca; "Müslüman cinlerdenim" dedi. "Buraya niçin geldin?" dedim. Bunun üzerine; "Sizin yanınızda oturup sizden ilim tahsîl etmek kötü bir şey midir? Birçok işlerde biz sizinle oluruz. Meselâ namazda, cihâdda, hasta ziyâretlerinde, cenâze merâsimlerinde, hac ve umrede sizden ilim alırız ve Kur'ân-ı kerîm dinleriz" dedi. "Peki sizce en makbûl cinler hangileridir?" dedim. Hasen el-Basrî'yi işâret ederek; "Şu Şeyh'den ilim öğrenenlerdir" dedi. Benim bu konuşmamı Hasen el-Basrî (radıyallahü anh) görünce dayanamadı ve; "Kiminle konuşuyorsun?" diye sordu. "Bâzı arkadaşlarla konuşuyorum" diye cevap verdim.
Ders bitip ilim meclisi dağılınca, Hasen el-Basrî hazretleri bana işin içyüzünü sordu. Ben de olup bitenleri anlatınca, bana; "Ne olur bunu insanlardan hiç kimseye anlatma. Çünkü, yanlış tefsîr ederler de işi büsbütün çıkmaza sokarlar. O cinle her sene buluşuyorduk. Bana suâl soruyor ben de bildiklerimi ona haber veriyordum." dedi.
İbn-i Sîrîn'in yanına gelen biri; "Size bir şey sormaya geldim" dedi. İbn-i Sîrîn; "Buyur sor" dedi. O zât; "Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinnîlerden acaba bugün sağ kalan var mıdır?" dedi. İbn-i Sîrîn; "Doğrusu bana böyle bir şeyden suâl edileceğini zannetmiyordum. Bu husûsda Ebû Recâ' el-Utâridî'nin malûmatı vardır" dedi. Kesir bin Abdurrahmân anlatır: Biz Ebû Recâ' el-Utâridî'ye geldik ve Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerden hiç kalan var mı, biliyor musun?" diye sorduk. Buyurdu ki: "Bu husûsla ilgili size şu bilgiyi vereyim. Gittiğim bir köşkün kapısını hafifçe çaldım. Kapı açıldığı zaman, birden bir yılanın debelenip, kıvrılarak öldüğünü gördüm. Sonra onu bir yere gömdüm. O zaman, görmediğim pekçok kişinin "Esselâmü aleyküm" diye oraya gelip, selâm verdiğini işittim. Onlara kimsiniz diye sordum. "Bizler cinleriz. Allah sana iyilikler versin. Senin bizim yanımızda büyük yerin, mevkîin var" dediler. "Bu ne sebeptendir?" diye sordum. "Senin defnettiğin yılan, Pegamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerin sonuncusu idi" dediler. Ben o zaman yüzotuzbeş yaşındaydım."
Habîb'den (radıyallahü anh) gelen rivâyete göre Sahîh-i Müslim'de şöyle bildirildi. Âişe (radıyallahü anhâ) evinde bir yılan gördü ve öldürülmesini emredince öldürdüler. Aynı gece onun Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur"ân-ı kerîm dinlemeye gelen cin heyetinden olduğu söylenince, Hazret-i Âişe; Yemen'e adam gönderip kırk köle aldırarak azâd eyledi.
Sahîh-i Müslim'de rivâyet edildi. Bu rivâyette Ebü's-Sâib, Ebû Sa’îd-il-Hudrî'nin evine gittiğini haber verdi. Dedi ki; "Ebû Sa'îd-il-Hudrî'yi namaz kılarken gördüm. Oturarak namazını kılıncaya kadar onu bekledim. Derken evin bir tarafında çatıdaki çubuklar arasında bir kıpırtı işittim. Baktım ve bir yılan olduğunu gördüm. Hemen öldürmek için üzerine sıçradım. Fakat Ebû Sa'îd bana otur diyerek işâret edince oturdum. Namazı bitirdikten sonra bir evi işâret ederek; "Şu evi görüyor musun?" dedi. "Evet" cevâbını verdim. Bu evde bizden yeni evlenmiş bir genç vardı. Resûlullah'la (sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte Hendek gazâsına çıktık. Bu genç günün ortasında Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin alarak evine dönüyordu. Bir gün yine ondan izin aldı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; "Üzerine silâhını al, çünkü, Kureyzâ yahudilerinin sana düşmanlık edeceğinden korkarım." buyurdu. Genç de silâhını aldı ve evine dönünce, hanımının iki kapı arasında ayakta durduğunu gördü. Kıskançlık gayreti kabaran genç hemen süngüsüyle onun üzerine yürüdü. Hanımı ona; "Yapma! Süngünü çek, eve gir de beni dışarıya çıkaran nedir? gör" dedi. O da içeri girince döşeğin üzerine kıvrılmış yatan büyük bir yılan gördü. Hemen süngü ile yılana vurarak onu yere serdi ve dışarı çıkarak süngüyü avluya dikti. Bu sırada yılan, gencin üzerine atıldı. Yılanın mı yoksa gencin mi önce öldüğü bilinemedi. Biz hemen Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek durumu anlattık ve; "Allah'a duâ et. Onu bizim için diriltsin!" dedik. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Arkadaşınız için istiğfâr edin" buyurarak şunları ilâve etti: "O Medîne'deki müslüman olan cinlerdendir. Onlardan birini görürseniz, kendisine üç defâ ihtarda bulunun. Bundan sonra size tekrar görünecek olursa onu öldürün. Çünkü o bir şeytandır." (Müslim. Kitâb-üs-Selâm-139)
Ebü'l-Kâsım el-Kasrî şöyle anlattı: "İlk zamanlarda açlığa sabrederdim ve haftada bir defâ yemek yerdim. Birgün cinlerden birisi gelip, bana selâm verdi. Selâmını aldım, ama kendisini göremedim. Her gün gelip bana selâm verirdi. Birgün kendisine; "Seni görmeyi istiyorum. Bana görünsen ne olur?" dedim. Çok güzel yüzlü bir kimse olarak bana göründü. Kim olduğunu sordum. "Müslüman olan cinnîlerdenim. Senin gibi, nefsinin arzularına muhâlefet eden, açlığa sabreden, dînin emirlerine uymakta ve yasaklarından sakınmakta gayretli olan birini gördüğümüz zaman kendisine muhabbet eder, selâm veririz" dedi. Kendisiyle aramızda tam bir muhabbet ve dostluk hâsıl oldu. Bana bâzı şeyler de öğretti. Birgün kendisine; "Gel! Mescide beraber gidelim" dedim. "İnsanların bulundukları yerde seninle beraber bulunmamız münâsib değildir. Çünkü, seninle aramızda bâzı konuşmalar olur. İnsanlar, senin birisiyle konuştuğunu anlarlar. Fakat beni göremedikleri için senin hakkında uygun olmayan şeyler söylerler. Senin için fitne olur" dedi. Ben de; "En geri safta otururuz. Hiç kimse farketmez" dedim. Mescide girip oturduk. Cin, "Bu insanları nasıl görüyorsun?" diye sordu. "Bâzılarını uykuda, bâzılarını yarı uyanık ve bâzılarını da tam uyanık görüyorum" dedim. "İnsanların herbirinin başları üzerinde duranları görüyor musun?" dedi. "Hayır" dedim. Gözlerimi sığadı. Her insanın başı üzerinde bir karga bulunduğunu gördüm. Kargalardan bâzıları, üzerinde bulunduğu kimsenin gözlerini kanatları ile kapatmış idi. Bâzıları sâdece duruyor ve bâzıları da üzerinde bulunduğu kimsenin gözünü, bâzan kapatıyor, bâzan açıyordu. "Bu ne hâldir?" diye sordum. "Sen Kur'ân-ı kerîmde okumadın mı? Allahü teâlâ Zuhruf sûresi 36. âyet-i kerîmesinde; "Her kim, Rahmân'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu, ona arkadaştır." buyuruyor. İşte insanların başlarında gördüğün şeyler, karga şeklinde şeytanlardır. İnsanların herbirini gafletleri miktarınca istilâ etmiş, kaplamışlardır" dedi. O cin, bu şekilde bana gelir giderdi. Birgün açlığım tahammül edilemez hâle geldi. Normal âdetime göre, yemek yememe daha dört gün vardı. Yanımda bulunan ekmek kırıntılarından bir parça yeyince açlığım yatıştı. Dostum olan o cin gelerek selâm verdi. Fakat bu sefer görünmedi ve; "Biz, açlığa ve dînin emir ve yasaklarına uymaya devam etmekteki sabrından dolayı sana dost olmuş idik. Fakat sen, o ekmek parçasını yemekle sabrı terketmiş oldun" dedi. Ondan sonra da bir daha yanıma gelmedi. Bilindiği gibi cinler çeşitli kılığa girerler. Ev yılanlarının cin olma ihtimâli olduğu için, onlara üç defâ "İrci’ bi-iznillah" diyerek ihtar etmeli. Gitmezse öldürmelidir. Yılan şeklindeki cinni hemen öldürmemek, onlara saygı göstermek için değil, zararlarına sebep olmamak içindir.

Cinlerden korunmanın yolları:

İmâm-ı Beyhekî "Delâil-ün-Nübüvve" kitabında ve İmâm-ı Kurtubî "Tezkire" kitabında bildiriyor ki: Ebû Dücâne (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırınca odanın ortasında siyah bir şeyin yükseldiğini farkedip elimle yokladım. Kirpi derisine benziyordu. Yüzüme kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip anlattım. Bana; "Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ evine hayır ve bereket versin." buyurdu ve kalem kâğıt istedi. Ali'ye (radıyallahü anh) bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryâd eden bir ses beni uyandırdı. "Yâ Ebâ Dücâne! Beni bu mektupla yaktın. Senin sâhibin elbette bizden çok yüksektir. Bu mektubu bizim karşımızdan kaldırmandan başka bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz." deyince, ona dedim ki: "Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam. Cin ağlaması ve feryâdından o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "O mektubu kaldır. Yoksa mektubun acısını kıyâmete kadar çekerler." buyurdular.
Kefevî'nin "Mecmûa-tül-fevâid" kitabında ve Demîrî'nin "Hayat-ül-hayevân" kitabının Kunfez maddesinde; "Bir kimse bu mektubu yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrâfına cin gelmez ve alışıp zarar veren cin de gider" denmektedir. Cin mektubu da denilen bu mektup; "Hazînet-ül-esrâr" ve "Hayat-ül-hayevân" adlı eserlerde yazılıdır. Ayrıca bu mektup Hakikat Kitâbevi tarafından basdırılan "Teshîl-ül-menâfi" kitabının sonuna da alınmıştır. Bundan başka; Ayet-el-kürsî, İhlâs, Mu'avvizeteyn ve Fâtiha'yı sık sık okumak da insanı cinden muhâfaza eder.
Kâdı Bedrüddîn Şiblî hazretleri "Âkâm-ül-mercân" adlı Arapça eserini Cinn'e tahsis etmiştir. İslâm âlimleri, cinden kurtulmak için şu on çâreyi bildirmişlerdir:
1- E'ûzü Besmele ile Fatihâ sûresini okumalıdır.
2- E'ûzü Besmele ile Mu'avvizeteyn'i (İki kul-e'ûzüyü) okumalıdır.
Tirmizî, Ebû Sa’îd el-Hudrî’den (radıyallahü anh) nakleder:
"Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) cinlerin ve insanların gözlerinin şerrine (nazara) uğramıştı. Nihâyet Mu'avvizeteyn nâzil oldu. Onları okudu.
3- E'ûzü Besmele ile Bakara sûresini okumalıdır.
4- E'ûzü Besmele ile Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.
5- E'ûzü Besmele ile Bakara sûresinin son âyetini okumalıdır.
6- E'ûzü Besmele ile Hâ-mîm el-Mü'min sûresinin başından (Masîr) e kadar ve Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.
Tirmizî, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) naklediyor. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Her kim Âyet-el-kürsî ile birlikte Hâ-mim el-Mü'minûn sûresinin evvelini (ileyhilmasir) e kadar sabahleyin okursa o iki âyet onu akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar muhâfaza eder" buyurmuştur.
7- "Lâ ilâhe illallahu vahdehü lâ şerîke leh lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr"i yüz kere okumalıdır. Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) nakledilen hadîs-i şerîfde Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim "Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr"i yüz kere okursa on köle azâd etmiş gibi olur. Ayrıca defterine yüz sevâb yazılır ve yüz günah silinir. Sonra akşama, kadar o gün şeytan şerrinden emîn olur. Hiç kimse bunun kadar büyük bir sevâbla gelemez. Ne var ki ondan daha fazla bir amel ile gelirse başka."
8- Çok "Allah" demelidir.
9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve sünnetleri hiç terk etmemelidir.
10- Harama bakmaktan, çok konuşmaktan, çok yemekten ve kalabalıktan sakınmalıdır.
Cinnîlerin insanlara olan zararlarına karşı tedbir alınması, cinnin zararına karşı korunulması, insanların iyiliklerine karşı iyilik yaptıkları, kötülüğe karşı kötülük ve zarar yaptıkları ve sârâ hastasının bedenine girip hastanın hareketleri ve işlerinin cinnin hareketi ve işi olduğu, böyle hastanın tedâvisinde cin ile sorgu, suâl, cevaplaşma olduğu, cinnin insanlarla alay ettikleri, insan gibi nazarları değeceği, cinlerin harb ettikleri, Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümm-i Ma'bed'in çadırında misâfir olduğunu Mekke ahâlisine haber vermeleri, geçmiş şeyleri cinden sormanın câiz olduğu, ileride olacak şeyleri sormanın câiz olmadığı, müezzinlerin ezânlarına kıyâmet günü cinnîlerin şâhid olacakları, Ebû Ubeyde ve arkadaşları vefât edince cinnîlerin ağlayıp mâtem ettikleri, Ömer (radıyallahü anh) vefât ettiği zaman mersiye okudukları, Osman (radıyallahü anh) şehîd olunca ağlayıp inledikleri, Hazret-i Ali'nin şehîd olduğunu haber verdikleri, Hüseyn (radıyallahü anh) şehîd olunca ağlayıp, bağırdıkları ve başka sahâbîler şehîd olunca bildirdikleri, Ömer bin Abdülazîz'in vefâtını haber verdikleri, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin ve İmâm-ı Şafiî'nin vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve daha pek çok meşhûr vak'a ve işler, kıymetli kitablarda yazılıdır. Bunların hepsi cinnin varlığını göstermektedir. Mikrop şekline girip insan damarlarında dolaştıkları gibi keçi, yılan ve kedi şekline girdikleri de çok görülmüştür.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Mazharî; cild-3, sh. 289, 435
2) Ebüssu'ûd Tefsîri; cild-1, sh. 449, 461, 474
3) Sahîh-i Buhârî muhtasarı; cild-9, sh. 60, 61, cild-2, sh. 402, cild-10, sh. 46
4) Sahîh-i Müslim Tercümesi; cild-9, sh. 691, Kitâb-üs-selâm hadîs:139
5) Râmûz-ül-ehâdis; sh. 20, 200, 278, 348, 376
6) Keşkül Risâlesi
7) Ravdat-üs-Safâ; sh. 72, 73, 74, 75
8) Meâric-ün-nübüvve Birinci kısım, sh. 9, 10, 11, 12 (Altıparmak Peygamberler Târihi)
9) Târihi Taberî; cild-1, sh. 41, 42, 43
10) Âkâm-ül-mercân (Kâdı Bedreddîn-i Şiblî)
11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 703
12) Mir'âtı Kâinat
13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 263, 294, cild-2, sh. 171 cild-3, sh. 227, cild-9, sh. 92, 167, cild-10, sh. 108, 272, 275, cild-13, sh. 194, 271, cild-14, sh. 15
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 237
15) Künh-ül Ahbâr (Târih-i Âlî) sh. 268, 272

ÎSRÂİLİYYAT

İbrânîce bir kelime olup, Abdullah (Allah'ın kulu) mânâsına gelen "İsrâil" kelimesi, hazret-i İbrâhim'in torunu ve hazret-i İshâk'ın oğlu olan hazret-i Yâ'kûb'a alem olmuştur. Nitekim Âl-i İmrânsûresinin 93. ve Meryem sûresinin 59. âyet-i kerîmelerinde geçen İsrâil ismi, Yâ'kûb aleyhisselâmın ismidir. Birinci âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: "Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in (yâni Yâ'kûb'un), kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü, İsrâil oğulları için helâl idi. De ki: "Eğer sâdıklar iseniz Tevrât'ı getirin de onu okuyun." Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü olarak şu hâdise zikredilmektedir: Yahudiler, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki: "Sen, İbrâhim'in tevhîd dîninde olduğunu iddia ediyorsun. Hâlbuki o senin gibi deve eti yemez, deve sütü içmezdi." Bunun üzerine cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur.
İkinci âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi ise şöyledir: "İşte bunlar (yâni Meryem sûresinde Zekeriyyâ aleyhisselâmdan İdrîs aleyhisselâma kadar zikrolunan peygamberler), Allah'ın kendilerine nîmetler verdiği Peygamberlerden, Âdem'in zürriyetinden, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil'in neslinden, hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir..."
Hazret-i Yâ'kûb'un oniki oğlu vardı. Bunlardan hazret-i Yûsuf'un Mısır'da vezirliği zamanında, diğer kardeşleri ile babaları hazret-i Yâ'kûb, beraberce Mısır'a gitmişlerdi. Bunların çocukları ve torunları, Mısır'da çoğalarak bir ümmet teşkil etmişler ve târihte bunlara Benî İsrâîl (İsrâîl oğulları) denilmiştir. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası, Kur'ân-ı kerîmde, Yûsuf sûresinde uzunca beyân buyurulmuştur.
"Benû İsrâîl' ve "Benî İsrâîl" lafızları, muhtelif harf-i cerlerle, Kur'ân-ı kerîmde 41 yerde geçmektedir. Mevzû olarak ise 61 yerde zikredilmektedir.
Hadîs-i şerîf kitaplarında da İsrâîl oğullarıyla alâkalı müstakil bâblar bulunmaktadır. Meselâ "Sahîh-i Buhârî"de bulunan, bu konu, ile ilgili bir bâbın başlığı "Bâbü mâ zükire an benî İsrâîl" şeklinde olup, İsrâîl oğullarından nakl olunagelen ve nazar-ı itibâra alınabilecek garîbelerin beyânına dâir hadîsleri ihtivâ etmektedir.
Buhârî’nin Abdullah ibni Amr'dan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim tarafımdan (tebliğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun (halka) ulaştırınız, (öğretiniz). Benî İsrâil’ (in ibretli kıssaların) dan da haber verebilirsiniz. Bunda (bunu haber vermekde) beis yoktur. Her kim de (benim söylemediğim bir şeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da Cehennem’deki yerini hazırlasın." Üç ana bölümden teşekkül eden bu hadîs-i şerîfin ikinci kısmında, benî İsrâil'in ibret almağa değer kıssalarından haber veriniz emri, haber verebilirsiniz mânâsındadır. Emir sîgası ibâhayâ mahmuldür. Bunun delili de hadîsde geçen; "Haber vermekte beis yoktur" cümlesidir. İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle Benî İsrâîl haberlerinin nakli, kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştu. Sonradan, dînî akideler, şer'i hükümler teessüs edip, istikrar bulunca, o mahzur kalkmış, Benî İsrâil vakıalarının nakli mubah kılınmıştır. Bu da ibret alınabilecek kıssalara münhasırdır. Yalan olduğu bilinen haberlerin nakli ise câiz değildir.
Burada belirtilmesi gereken bir husûs da şudur: Benî İsrâîl kıssalarının ifâde ettikleri hükümler, İslâmî umdelerle mukayese edilmemelidir. Bunların içinde, İslâmî umdelere uymayanlar da vardır ki, bunlar o ümmetlere, mahsus şeyler sayılmalıdır. İslâmiyetle ilgili şeyler sanılmamalıdır.
Benî İsrâil'e gelen peygamberlerden biri de Mûsâ aleyhisselâmdır. Hazret-i Mûsâ'nın (aleyhisselâm) şerîati (dînî hükümleri) ile hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) dînî hükümleri arasında bâzı farklılıklar vardır. Fakat bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri îmân esasları aynıdır.
İsrâiliyyât denilen rivâyetler, ya ehl-i kitâbın ağzından yâhut da onların ele geçen kitaplarından nakledilirdi. Bâzı rivâyetler, Tabiînden Ka'bü'l-Ahbâr ve Vehb bin Münebbih gibi zevâta kadar varmaktadır.
İsrâiliyyâtı rivâyet etmekte bir beis görülmemiştir. Zîrâ bu rivâyetler, nihâyet geçmiş kitaplarda şu söylenmiş, bu yazılmış demek olur, ayrıca, yukarıda "Sahîh-i Buhârî’de geçtiğini belirttiğimiz merfû bir hadîs-i şerîf delâletiyle de bu, mubah görülmüştür. Tirmizî’nin de "Sünen"inde; "Hasen, sahih bir hadîs" kaydiyle Abdullah bin Amr ibni'l-Âs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bu hadîs-i şerîfde; "Benim tarafımdan bir âyet olsun tebliğ ediniz. Benî İsrâîl de şöyle diyor, böyle diyor diye rivâyet edebilirsiniz. Bunda beis yoktur. Benden rivâyet ederken her kim benim ağzımdan müteammiden (kasten) yalan uydurursa Cehennem’deki yerini hazırlasın" buyurulmuştur. Fakat İsrâiliyyât hakkındaki hükmü, tevakkufdan ibâret olduğu da kitaplarda kaydedilmektedir. Nitekim "Sahîh-i Buhârî" de, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) merfûan rivâyet edildiği üzere, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, ehl-i kitaptan bâzı kimselerin Tevrât'ı okuyup Arapça'ya tercüme ettikleri Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından duyulunca; "Ehl-i kitâbı tasdik de etmeyiniz, tekzib de. Onlara şu âyet-i kerîmeyi okuyarak cevap veriniz: "Ehl-i kitâba deyiniz ki, biz Allah'a ve bize inzal olunan Kitâb-ı kerîme îmân ettiğimiz gibi, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâ'kûb ve esbâta (torunlara)inzal olunan şeylere de; kezâlik Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve bütün peygamberlere Rableri tarafından indirilen kitaplara îmân ettik. Hiçbirini diğerlerinden ayırd etmeyiz. Allah'a mu'tî ve inkiyâd ediciyiz. (Biz Allah'a teslim olmuş müslümanlarız.)" (Bakara sûresi: 136)
Yukarıda verilen izâhattan anlaşılacağı üzere, İsrâiliyyât hakkında üç kademeli hüküm vardır:
1- İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle, Benî İsrâil haberlerinin nakli ve kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştur.
2- Ehl-i kitâbın söylemiş oldukları sözler hakkında tevakkuf emr edilmiş sözlerinin, müslümanlar tarafından tasdik de edilmemesi, tekzib de edilmemesi istenmiştir.
3- İslâmî akîdeler, şer’î hükümler teessüs edip istikrar bulunca, birinci maddede belirtilen mahzur ortadan kalkmış ve Benî İsrâîl vakıalarının nakli mubah kılınmıştır.
İsrâiliyyâtın naklini mübâh kılan hadîs-i şerîf, "Sahîh-i Buhârî" ve "Sünen-i Tirmizî"de zikredildiği gibi, Ahmed ibni Hanbel'in "Müsned"inde de yer almıştır.
Müslümanlara lâzım olan dînî bilgileri cem etmek maksadıyla "Riyâz-üs-Sâlihîn" ismiyle Arabî lisânıyla bir cildlik kıymetli bir eser yazan hadîs ve fıkıh âlimi İmâm-ı Nevevî (v. 676), kitabının "İlim" bölümünde, beşinci hadîs-i şerîf olarak bu hadîsi yazmaktadır. Şafiî âlimlerinden Muhammed bin Allan es-Sıddîkî (v.1057) "Riyâz-üs-Sâlihîn" kitabına yazdığı dört cildlik Arabî "Delîlü'l-Fâlihîn" isimli şerhinin son cildinde bu hadîs-i şerîfin mevzûmuzla ilgili kısmını îzâh ederken şöyle buyurmaktadır:
"...İsrâil oğullarından rivâyette bulununuz." İsrâîl, Yâ'kûb'un İbrânice ismi olup, mânâsı Abdullah yâni Allah'ın kulu demektir. "Rivâyet etmenizde beis yoktur." Âlimler dediler ki: Onlardan rivâyette sizin için bir beis yoktur. Çünkü, önceden Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından, onlardan rivâyette bulunmak ve kitaplarına bakmak yasaklanmıştı. Sonra bu konuda genişlik hâsıl oldu. "Beis yoktur" cümlesinin mânâsı şudur: Onlardan duyduğunuz acâib şeylerle kalplerinizi daraltmayınız, sıkılmayınız. Bu onlar için çok vâki olmuştur. "Beis yoktur" cümlesi hakkında şöyle de denilmiştir. Sizin onlardan rivâyet etmemenizde beis yoktur. Çünkü Peygamberimizin baştaki "Rivâyet ediniz" emri, vücûb gerektiren bir emir sîgasıdır. Bu cümle ile emrin vucûb ifâde etmediğine, emrin ibâha için olduğuna işâret vardır. Yâni onlardan rivâyeti terk etmenizde bir beis yoktur demektir. Yine bu cümle hakkında şu da söylenmiştir: Onların"...Sen ve Rabbin gidiniz ve harbediniz..." (Mâide sûresi: 24) ve "Bize bir ilâh yap" gibi bozuk sözlerini hikâye edene bir beis yoktur. Burada mânâ şudur da denilmiştir: Onlardan rivâyette, isnâdın ittisâli zor olduğundan dolayı, inkıtâlı veya inkıtâsız, kıssanın muttasıl olacağı herhangi bir sûrette rivâyet ediniz. Bu, İslâmî hükümlerin hilâfınadır. Çünkü, bu hükümlerde senedin muttasıl olması esastır. Zamân yakın olduğu için isnâd zor olmaz. Her hâl-ü kârda onlara yalan isnâdı ile rivâyet câiz olmaz. İmâm-ı Şafiî buyurmuştur ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), yalanı rivâyet etmeyi câiz görmez." O hâlde mânâ şöyledir: Onlardan yalan olduğunu bilmediğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Fakat, doğru mu, yalan mı olduğunda tereddüt ettiğiniz şeyleri rivâyet etmenizde size bir beis yoktur. Bu; “Ehl-i kitâb, size rivâyette bulunduğu, konuştuğu zaman, onları tasdik de etmeyiniz, tekzib de etmeyiniz" hadîsinin nazîridir, benzeridir.."
Şâiî fıkıh ve hadîs âlimlerinden İmâm-ı Süyûtî'nin (v.911) "El-Câmi-us-Sagîr" isimli eserinde de yer alan bu hadîsin izâhı, adı geçen esere altı cildlik kıymetli bir şerh yazan büyük âlim Abdurraûf el-Münâvî'nin "Feyz-ül Kadir" isimli eserinin üçüncü cildinde şu şekilde yapılmaktadır:
"...Size İsrâîl oğullarından ulaşan acâib haberleri, benzerlerinin bu ümmette meydana gelmesi muhal de olsa rivâyet ediniz." Yâni bunlar, senedsiz de olsa rivâyet ediniz. Zîrâ, ahkâm-ı Muhammediyye'nin hilâfına, zaman uzamış olduğu için, onlardan rivâyette senedin ittisâlinde güçlük vardır. "Bunu onlardan rivâyette, üzerinize beis yoktur. Ancak yalan olduğu bilinen şey müstesnadır." Burada şöyle bir mânâ da bulunabilir: Onlardan rivâyet etmemenizde bir beis yoktur. "Rivâyet ediniz" şeklinde sâdır olan emrin vücûb için olduğu vehmini izâle etmek için Peygamberimiz ikinci cümleyi ziyâde etmiştir. Et-Tîbî demiştir ki: Burada, Peygamber efendimizin Benî İsrâil'den rivâyete izin vermesi ile, başka bir haberde onlardan rivâyette bulunmaktan ve kitaplarına bakmaktan nehy etmesi arasında tezât yoktur. Çünkü burada onların kıssalarını rivâyet etmeyi murâd buyurmuştur. Meselâ, onların tevbe olarak, kendilerini öldürmeleri gibi. Nehiy ile de şunu murâd etmiştir: Kendi şerîatiyle neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) hükümlerle ameli yasaklamıştır. Yâhud da İslâm'ın bidâyetinde, dînî ahkâm ve İslâmî kâideler istikrar bulmadan önce bu nehiy vârid olmuştur. Fakat bunlar yerleşince, Benî İsrâil'den rivâyete izin vermiştir..." Hadîs-i şerîfin sonunda bunun Abdullah ibni Amr'dan, Ahmed ibni Hanbel, Buhârî ve Tirmizî tarafından rivâyet edildiğine ve sahîh olduğuna dâir rumuz da konulmuştur.
Bâzı kişilerce, mûteber bâzı tefsîrlerde İsrâiliyyât bulunduğu ifâde edilerek, câhil insanlar nazarında kıymetli tefsîrlerin değeri düşürülmektedir. Tefsîrde müctehid mertebesine yükselen kıymetli müfessirler, eserlerinde eğer İsrâiliyyâta yer vermiş iseler, câiz olduğu için bu işi yapmışlardır. Câiz olmasaydı yapmazlardı. Hukûkî bir mevzûda, tıbbî bir konuda, yâhut da ihtisas istiyen başka bir sahada nasıl mütehassıslara başvurma lüzûmunu duyuyorsak, dînî konularda da büyük İslâm âlimlerinin mûteber eserlerine başvurma mecbûriyetini duymalıyız. Aksi takdirde, dînî mes'eleler hakkında, çok yanlış hükümler verme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.
--------------------------------------------------------
1) Müslim; Kitâb-ül-fiten; No: 119, K. Zühd No: 72
2) Ebû Dâvûd; Melâhim; bâb, 14, 15
3) Buhârî; Kitâbül-enbiyâ, bâb 50
4) Tirmizî; Kitâb-ül-ilm, bâb, 13
5) İbni Mâce; Mukaddime, bâb, 5
6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-3, sh. 39
7) Et Tefsîr vel-müfessirûn; cild-1, sh. 165
8) İsrâiliyyât vel-Mevdûât (Ebû Şühbe Mısır, 1973)
9) Makâlât-ı Kevserî; sh. 69

KİTAB

Yazılmış veya basılmış ve bir kapak içinde biribirinden ayrılmıyacak şekilde hazırlanmış kâğıtların hepsine birden verilen ad. Dînimizdeki mânâsı ise, Allahü teâlânın, bâzı peygamberlerine, melek ile okutarak; bâzılarına levha üzerinde yazılı olarak; bâzılarına da meleksiz işittirerek indirdiği kelâm-ı ilâhîsidir.
Dînimizde, Allahü teâlânın indirdiği kitaplara inanmak, îmânın altı esâsından üçüncüsüdür. Allahü teâlânın kelâmı olan bu kitapların hepsi, ebedî ve ezelîdir ve mahlûk değildir. Bunlar meleklerin ve peygamberlerin sözleri de değildir. Allahü teâlânın kelâm sıfatı, ebedî ve ezelîdir. Yâni Allahü teâlâ, ezelden ebede, yâni öndeki sonsuzdan sonraki sonsuza kadar bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirleri ve bütün yasakları o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, suâlleri, hep o bir sözden çıkmaktadır. Tevrât ve İncil kitapları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur'ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer peygamberlere nâzil olan kitaplar ve sahifeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile beraber, o makâmda bir an olunca, hattâ an demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından an deniliyor, o anda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, an demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındakı genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alıştığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıktan münezzehtir, uzaktır. Harfli ve sesli olmayan Allahü teâlânın kelâmı; yazdığımız, zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi olmayıp; yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi de değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğu anlaşılmazsa da kelâmını insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Allahü teâlânın kelâmının iki tarafı vardır. İnsanlarla beraber olunca, mahlûk ve hâdisdir. O'nun kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir, ebedîdir.
İnsanlar; havanın çıkması ve sürtünmesi netîcesinde boğazlarındaki ses telleri, dil ve damak ile konuşuyor, arzularını ses şeklinde çıkarıyorlar ve harflerle yazıyorlar. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana çıkarmıştır. Her iki kelâm da yâni harf ve ses içine sokulmadan evvelki kelâm-ı nefsîsi ile harf ve ses içinde bulunan kelâm-ı lâfzîsi hep O'nun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lâfzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâzî demek, yâni kelâm gibi demek yanlıştır. Çünkü mecaz olan şeyler reddedilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lâfzîsini reddedip, buna, "Allah kelâmı değildir" demek küfürdür. Evvelce gelen peygamberlere (aleyhisselâm) gönderilen kitaplar ve sahifeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitaplarda ve sahifelerde ve Kur'ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, ahkâm-ı ilâhîdir. Allahü teâlâ her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes'ûl tutmuştur.
Bir insan, emir vermek veya yasak etmek veya bir şey sormak, bir haber vermek istese, önce bunları zihinde düşünür, hazırlar. Zihninde bulunan bu mânâlara kelâm-ı nefsî derler. Bu mânâlara Arapça, Farsça veya Türkçe denemez. Çeşitli dillerde söylenmesi, bunların başka başka mânâlar almasına sebep olmaz. Bu mânâları anlatan sözlere kelâm-ı lâfzî denir. Kelâm-ı lâfzî, çeşitli dillerle anlatılabilir. Bundan anlaşılıyor ki; kelâm-ı nefsî, başka sıfatlar gibi (meselâ ilim, irâde, görmek vb.) kelâm sâhibinde bulunan, basit, değişmez, ayrı bir sıfattır. Kelâm-ı lâfzî ise, kelâm-ı nefsîyi anlatan, insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan kelimeler topluluğudur. İşte Allahü teâlânın kelâmı, hiç susmak olmayan, mahlûk olmayan ve zâtı ile bulunan, ezelî ve ebedî bir kelâmdır. Sıfât-ı zâtiyyesinden ve ilim, irâde gibi, sıfât-ı sübûtiyyelerinden başka olarak, başlı başına bir sıfattır.
Kelâm sıfatı da basîttir; hiç değişmeyip, harfli ve sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi ve Arabça, Farsça, İbrânice, Türkçe, Süryânice olmak gibi başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekiller almaz ve yazılmaz. Zihin, kulak ve dil gibi âletlere, vâsıtalara muhtâç değildir. Yalnız bunların hepsinden, bilinen varlıklardan başka bir varlık olarak anlaşılabilir. Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir.
Kelâm-ı ilâhî çeşitli şeyleri bildirir. Kıssaları, yâni hâdiseleri bildirirse haber olur. Böyle olmazsa, inşâ olur. Yapılması lâzım olan şeyleri bildirirse, emir olur. Yasakları bildirirse, nehy olur. Fakat kelâm-ı ilâhîde hiç değişiklik ve çoğalmak olmaz. İnen kitapların ve sahifelerin hepsi, cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatından bir yapraktır. Kelâm sıfatından, yâni kelâm-ı nefsîdendirler. Arabî olunca, Kur'ân-ı kerîmdir. Harfli olup, yazılan, söylenen, işitilen ve zihinde ezberlenen, nazm hâlinde indirilen vahye kelâm-ı lâfzî ve Kur'ân denir. Bu kelâm-ı lâfzî, kelâm-ı nefsîyi gösterdiği için, buna da kelâm-ı ilâhî ve sıfat-ı ilâhî demek câizdir. Bu kelâm, bir çeşit ise de, şahıs bakımından ayrılması ve parçalanması vardır. Hepsine Kur'ân-ı kerîm denildiği gibi, parçalarına da Kur'ân denilir.
Kelâm-ı nefsînin mahlûk olmadığını, kadîm olduğunu, doğru yolun âlimleri sözbirliği ile söylemektedir. Kelâm-ı lâfzînin hâdis veya kadîm olmasında sözbirliği yoktur. Hâdis olduğunu bildirenlerden bir kısmı; "Kelâm-ı lâfzînin hâdis olduğunu söylememelidir; eğer hâdis denilirse, kelâm-ı nefsînin hâdis olduğu anlaşılabilir" buyurdular. En iyi söz de budur. İnsanlar bir şeyi işâret edeni işitince, zihinler hemen o şeyi hatırlar. Doğru yolun âlimleri sözbiriiği ile; "Kelâm-ı lâfzî de, nefsî de, Allah kelâmıdır" dediler. Bu sözde, mecaz yoluna sapanlar oldu ise de, kelâm-ı ilâhî olduğunda sözbirliği vardır. "Kelâm-ı nefsî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlânın kelâm sıfatıdır" demektir. "Kelâm-ı lâfzî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlâ onun hâlıkıdır" demektir. Yâni, ses ve kelimelerin mahlûk olduğu bildirilmektedir.
Semâvî kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan; on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şîs (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhufun da İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma; İncil, Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîmMuhammed aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.
Kitap, forma ve fasikül mânâsına gelen suhuflardan, Âdem aleyhisselâma on suhuf indirildi. Burada, oruç ile her gün bir vakit namaz kılmak, gusl abdesti almak; leş, kan ve domuz eti yememek emr edildi. Îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler bildirildi. Ayrıca çeşitli ilâçlar, san'atlar, fizik, kimya, tıb, eczacılık, geometri ve matematik bilgileri öğretildi. Süryânice, İbrânice ve Arabca olarak, kerpiç üstüne çok yazı yazıldı. Bâzı târihçilerin; "Yazı, milâttan önce 4000 yılında Sümerler zamanında bulundu" iddiası, daha eski devirlere âit belge bulunmaması veya bulunan arkeolojik eserlerin Afrika ormanları içinde, yazıdan, kitaptan habersiz olarak yaşayan insan topluluklarına âit olmasından kaynaklanmaktadır. İlmî olmaktan daha çok siyâsî amaçlı olan bu iddialar, elimize bir noktası bile bozulup, tahrif edilmeden ulaşan Allahü teâlânın kelâmı ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mûcizesi olan Kur'ân-ı kerîm tarafından çürütülmüştür.
Şît aleyhisselâma gelen elli suhufda; Allahü teâlânın emirleri ve nehiyleri, hikmet, matematik, kimyâ ve simyâ ilimleri bildirilmiş; çeşitli san'atlar hakkında malûmatlar verilmiştir.
İdrîs aleyhisselâma gelen otuz suhufda da; Allahü teâlânın emir ve nehiyleri; fizik, tıb ve kimyâ bilgileri bildirildi. Eski Yunan filozoflarından Hermens ve daha sonra gelen filozoflar, bu husûstaki bilgileri, İdrîs aleyhisselâmın kitabından öğrendiler.
İbrâhim aleyhisselâma da on suhuf indirildi. Nitekim Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Hak teâlâ İbrâhim aleyhisselâma on suhuf indirmiştir." buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer (radıyallahü anh); "Ey Allah'ın Resûlü! Bu suhufun içindekiler ne idi?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Onlar Allahü teâlânın kullarını uyarmak için nümûne olacak sözlerdir. "Ey kendini beğenen mağrur pâdişâh! Ben seni dünyâ mallarını bir araya toplamak üzere göndermedim. Seni ancak mazlumun hakkını zâlimden alman için gönderdim. Mazlum, kâfir de olsa ben bunu geri çevirmem, kabûl ederim"gibi hikmet dolu sözlerdir. Kezâ bu sahifelerde şöyle uyarıcı örnek sözler vardır; "Akıllı bir kimse aklına yenik düşmez. Böyle bir kimsenin saatleri olmalıdır. Bu saatlerden birinde Rabbine münâcâtta bulunmalı, diğer bir saatte, Allahü teâlânın kulları için yarattıklarını düşünmelidir. Diğer bir saati nefsiyle hesaplaşarak geçirmelidir. Bir saatini de yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını helâlinden kazanmak için sarfetmelidir. Akıllı bir kimse ancak üç şey üzerinde dolaşıp durmalıdır. Zamânında azığını yemeli, hayatını bir düzene sokup güzelleştirmeli ve helâl yoldan lezzet almağa çalışmalıdır. Kezâ akıllı bir kimse, yaşadığı sürece, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeli, şan ve şerefini korumaya düşkün olmalı, dilini kötü sözden korumalıdır. İşte bütün bu örnek sözler, İbrâhim aleyhisselâma indirilen suhuflarda bulunmaktadır." buyurdu.
Dört büyük kitaptan birincisi olan Tevrât, Mûsâ aleyhısselâma, Tûr Dağı’nda, bir defâda nâzil oldu. Tevrât’da bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Getirip kavmine tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine inandırmaya çalıştı. İsrâil oğulları onun ilâhî telkinlerini bir türlü kavrayamadılar. Tevrât'a inanıp ibâdet etmeye başladılarsa da çok geçmeden bozuldular ve onu değiştirerek aslını yok ettiler. İsrâil oğulları yurtlarından çıkarıldılar. Sonradan Talmûd adını verdikleri kitabı yazdılar. Bugün yahudi ve hıristiyanların ellerinde bulunan Ahd-i Atik adlı kitap, sonradan uydurulan ve Tevrât olarak bilinen Talmûd'dan başka bir şey değildir. Talmûd'un, Allahü teâlânın kelâmı olup, hak ve doğru olan Tevrât ile bir alâkası yoktur. Tevrât ve onu tahrif eden İsrâiloğulları hakkında hadîs-i şerîf ve âyet-i kerîmelerde sık sık bahsedilir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Tevrât'ı biz indirdik. Onda bir hidâyet, bir nûr vardır." buyuruldu. (Mâide sûresi: 44)
"(Yahudilere) söyle ki: Mûsâ'nın insanlara bir nûr ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup, işinize geleni gösterip açıkladığınız, fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı (Tevrât'ı) kim indirdi" (En'âm sûresi: 91)
"Artık elleriyle kitabı (Tevrât'ı) yazıp da, sonra onu az bir ücretle satabilmek için; "Bu Allah katındandır" diyenlerin vay hâline!.." buyuruldu. (Bakara sûresi: 79)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmMuhammed aleyhisselâmın geleceğini haber verip meâlen buyurdu ki: "Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhametim, (dünyâda) her şeyi içine almıştır. O gün, merhametim; yalnız benden korkarak kâfir olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur'ân-ı kerîme ve Peygamberime inananlara mahsustur. Onlar, vasıflarını yanlarındaki Tevrât ve İncil'de yazılı buldukları, Allah'ın Resûlü okuyup yazması olmıyan Muhammed'e (aleyhisselâm) uyanlardır. O peygamber, onlara uygun olanları emreder ve fenâlıktan men eder. Temiz şeyleri helâl ve murdar şeyleri haram kılar. Onların yüklerini indirir ve ağır külfetleri hafifletir. Bu Peygambere inanan, O'nu sayan, O’nunla gönderilen nûra uyanlar, işte onlar, sonsuz saâdete varacaklardır." (A'râf sûresi: 156, 157)
Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma nâzil olan (gönderilen) kitabın adıdır. Tevrât’dan sonra gönderilmiştir. Dâvûd aleyhisselâm; Mûsâ'nın (aleyhisselâm) dînini kuvvetlendirmek için Benî İsrâil'e gönderilen nebîlerden olduğu ve insanları Hazret-i Mûsâ'nın dînine dâvet ettiği için, Tevrât'ın hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Onu açıklayıp insanları Tevrât'ın hükümleri ile amel etmeğe çağırırdı. Zebûr, vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ın hükümlerini kuvvetlendirirdi.
İncil, Îsâ aleyhisselâma gönderilen kitabın ismidir. İncil'de; Allahü teâlânın birliği, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhır zamanda Ahmed isminde bir peygamberin geleceği yazılı idi. Bolüs isminde bir yahudi, Îsevî görünüp, Îsâ'ya (aleyhisselâm) inanan havârîlerin arasına karıştı. Îsâ'nın (aleyhisselâm) diri olarak göğe çekilmesinden sonra, Bolüs'ün (Pavlos) ilk işi, semâdan gelen İncil'i yok etmek oldu. Havârîlerden olan Barnabas, Îsâ'dan (aleyhisselâm) görüp işittiklerini doğru olarak yazdı ise de; bozuk İncil kitaplarını her yere yayan Bolüs, bunun çoğaltılmasına mâni oldu. Böylece birbirine benzemeyen saçmalıklarla dolu pek çok İncil ortaya çıktı. Bugün Matta, Markos, Luka ve Yuhannâ olmak üzere dört çeşit İncil vardır. Barnabas İncilinin dışında bunların ortak özelliği; baba, oğul, rûhü'l-kudüs adıyla üç tanrıya (Teslîs'e) yer vermeleri ve pek çok husûsun birbirine uymamasıdır.
Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur, yalan ve yanlış değildir. Hepsinde âhır zamanda Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilmiştir.
Kur'ân-ı kerîm ve semâvî kitapların hepsi Allah kelâmıdır. O'nun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm'a gönderilmiştir. Buna, Kur'ân-ı kerîm denmiştir. Bununla kullarına; emirlerini ve nehiylerini yâni yasaklarını bildirmiştir.
Allahü teâlânın son peygamberi, Muhammed aleyhisselâm; son kitabı da Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîme inanmak da îmânın şartlarındandır. Diğer bütün kitaplara inanan bir kimse Kur'ân-ı kerîme inanmasa, îmân etmiş olmaz ve küfürden kurtulamaz. Onun bir âyetinden bile şüphe etmek, câiz değildir. Şüphe edenlerin, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (İslâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak şüphesini gidermesi lâzımdır.
Kur'ân-ı kerîmPeygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) önce dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükümleri de içinde topladığından, bütün insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'ân-ı kerîm dünyâdaki hıristiyan, yahudi, mecûsî vesâire gibi çeşitli dinlere sapmış olan insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır.
Kur'ân-ı kerîm, misli bulunmayan büyük bir kitaptır. İçinde en derin ilmî ve fennî bilgiler, bütün dünyâda bugüne kadar yapılmış medenî kânunlara nümûne teşkil edecek ilmî ve hukûkî esaslar, eski târihe âit bir çok bilinmeyen malûmat, insanlara verilebilecek en büyük ahlâk esâsları, nasîhatlar, dünyâ ve âhıret hakkında en mantıkî îzâhât ve bunlara benzer, o zamana kadar hiç bir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği, husûslar vardır. Bunlar kimsenin söyleyemeyeceği yüksek bir ifâde ile beyân edilmiştir.
Kur'ân-ı kerîmAllahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'ân-ı kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden olan Cebrâil aleyhisselâm vâsıtası ile bildirilmiştir. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) kısım kısım (parça parça) gelen Kur'ân-ı kerîmCebrâil aleyhisselâmokumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimiz, (sallallahü aleyhi ve sellem) de Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, kendileri ezberlediği gibi yakınlarına da ezberletir ve vahy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'ân-ı kerîm meydana gelmiştir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin aynıdır. Aralarında bir harf ayrılığı bile bulunmamaktadır. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İnciller birbirlerini aslâ tutmamakta ve farklılıklar göstermektedirler. Kur'ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak şarttır. İçinden birisine inanmamak, insanın îmânını gidererir. Îmânsız insanın âhıreti ise, hüsrândır.
Allahü teâlânın emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mânâ vermesi, işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'ân-ı kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı kerîmin bizim anlamadığımız taraflarını, hadîs-i şerîfleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmdeki âyetlerin mânâları çok geniştir. Onun için Kur'ân-ı kerîmi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin selâhiyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile mânâsını öğrenmek mümkündür. İslâm âlimleri; "Bir mâni, sıkıntı olmadıkça, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, açıkça anlaşılan mânâları vermek lâzımdır. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Fakat, kelimelere, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Hicaz'da kullanılan mânâları vermek gerekir. Zamânla değişip, bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru değildir" buyurmuşlardır. Müteşâbihât denilen âyet-î kerîmelerde ise anlaşılamayan gizli mânâlar vardır. Bunların mânâsını, ancak Allahü teâlâ bilir ve kendilerine ilm-i ledünnî verilen pek az seçilmiş büyük âlimler, kendilerine bildirildiği kadar anlayabilir. Başka kimse anlayamaz. Onun için müteşâbih âyetlerin, Allah kelâmı olduğuna îmân etmeli, mânâlarını araştırmamalıdır. Eş'ari mezhebindeki âlimler; "Böyle âyetleri, kısaca veya geniş olarak te'vil etmek câiz olur" dediler. Te'vîl; kelimenin çeşitli mânâları arasından meşhûr olmayanı seçmek demektir. Meselâ; "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." âyet-i kerîmesi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Kişi:"Allahü teâlâ, bununla ne demek istiyor ise, öylece inandım" demelidir. "Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü teâlâ bilir" demek, en iyi yoldur. Yâhud; "Allahü teâlânın ilmi, bizim ilmimiz gibi değildir, irâdesi bizim irâdemize benzemez. Bunun gibi, Allahü teâlânın eli de, kulların elleri gibi değildir" demelidir.
Allahü teâlânın indirdiği kitaplarda, bâzı âyetlerin yalnız okunması, yâhut yalnız mânâsı veya ikisi birden Allahü teâlâ tarafından değiştirilmiş yâni nesh edilmiştir. En son gelen Kur'ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş yâni hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur'ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiç bir zaman; yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişteki ve gelecekteki ilimlerin hepsi, bunda bulunduğu için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin en büyük mûcizesi, Kur'ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cin bir araya gelip, Kur'ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyliyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler. Arabistan'ın belîğ, edîb, fasîh şâirleri bir araya geldi. Çok uğraşmalarına rağmen üç kısa âyet gibi bir söz söyleyememişler ve karşı duramayıp şaşkına dönmüşlerdir. Allahü teâlâ, İslâm düşmanlarını, Kur'ân-ı kerîm karşısında âciz, mağlub etmektedir. O'nun belâgatı, insan gücünün üstündedir. İnsanlar, O'nun gibi söylemekten âciz kalmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri; insanların nazmına, vezinli olmayan neşrine, kâfiyeli sözlerine benzemiyor. Bununla beraber, Arabistan'daki edîblerin, beliğlerin sözlerinin yapı taşı olan harflerle söylenmiştir.
Kur'ân-ı kerîmAllahü teâlânın insanlara en büyük nîmetidir. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, dünyâ ve âhırette insanları saâdete ve felâkete götürecek yolları açıklamıştır.
--------------------------------------------------------
1) El-İmân vel-İslâm (Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî); sh. 24
2) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; cild-3, mektup 17
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 55, 102, 674
4) Herkese Lazım Olan Îmân; sh. 21, 281
5) Cevap Veremedi; İstanbul 1987
6) Rehber Ansiklopedisi; Kitap, İncil, Dâvûd (aleyhisselâm), Tevrât, Kur'ân-ı kerîm maddeleri
7) El-Kâmil fit târih; cild-1, sh. 124

KAZÂ VE KADER

Îmânın altı şartından beşincisi. Kazâ ve kader, zekî insanların zihinlerinin en çok takıldığı husûstur. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi iyi anlamamaktan ileri gelmektedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiç bir zekînin şüphesi kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Kader, bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük mânâsına da gelir. Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kazâ demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazâya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde biliyordu. İşte bu bilgisine kazâ ve kader denir. Eski Yunan felsefecileri buna inâyet-i ezeliyye dediler. Bu varlıklar, o kazâdan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyanın var olmasına da kazâ ve kader denir.
"Kâmûs" da, kazâ kelimesinde diyor ki: "Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır. Kader, anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir. Hazret-i Ömer Şam'a geldi. Şehirde vebâ hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. "Allahü teâlânın kazâsından mı kaçıyorsun?" dediklerinde; "Allahü teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum" buyurdu ki, kader, kazâ şeklini almadıkça değişebilir. (Kader, maaş bordrosu gibidir. Kazâ ise, bu maaşın dağıtılmasıdır.) İbn-i Esîr dedi ki: Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmaz, çünkü, kader temel gibi, kazâ da üstündeki binâ gibidir. Kader kelimesinde diyor ki: "Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır."
Kazâ ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda bir takım yanlış fikirler, evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi çeşitli şekilde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinleyenler, sözlerin gelişine ve şekline göre, târiflerin birinden faydalanabilir ve şüpheye düşmekten kurtulurlar. Bununla beraber İslâm âlimleri kazâ ve kader mevzûuna girmemeyi tavsiye buyurmuşlardır.
Bu husûsta büyük âlim İmâm-ı Begavî buyuruyor ki: "Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şeriat sâhibi olan peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakî olup Cehennem’de kalacak, bir kısmı da said olup Cennet’e gidecektir. Bir kimse, hazret-i Ali'den kaderi sorduğunda; "Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!" buyurdu. Tekrar sorunca; "Derin bir denizdir" buyurdu. Tekrar sordu. Bu defâ; "Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu."
Kadere îmân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın; dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.
Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik hâdiseleri, kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler) her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezâsını görmeleri yâni her şeyi, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri, hâdiseleri, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O'dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin, yakmakda hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmamasıdır. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene; oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmışdır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse, ateş yakıyor sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikde enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakda, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmakdadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören peygamberler (aleyhimüsselâm) ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını hakîki yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduklarını bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, İbrâhim aleyhisselâmı yakmadığı gibi, ateş içinde de yakmaz. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu. Nitekim ateşin yakmasını önleyen maddeler de yaratmışdır. Bu maddeleri, kimyâgerler bulmaktadır.
Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Uçaksız uçurur, radyosuz, uzakdan duyururdu. Fakat lütf ile kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O'nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken ve zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen, îmânını gideren de, Cehennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmânsız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.
Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Herkes, her şeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me'mur, işçi, san'atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mutî ile âsî arasında fark kalmazdı. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan O'dur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında irâde yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmışdır.
Allahü teâlânın, kul irâde etmeden yaratması câiz ise de, ihtiyârî olan işleri yaratmağa, kulların irâdelerini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Nitekim Allahü teâlâ Dehr (İnsan) sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzu edersiniz" buyurmuştur. Kul, bir iş yapmak irâde edince, Allahü teâlâ da onu irâde ederse, yaratır. Kul irâde etmezse ihtiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde; kul, irâde-i cüz'iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ ibâdeti; günahlara sarf ederse, günahları yaratır. O zaman kul, âhırette azâb görür.
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin mânâsını, Ebû Mansûr-i Mâtüridî (rahmetullahi aleyh) şöyle açıklıyor: "İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin irâdenizle olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse yaratır." Görülüyor ki, işi yapmakda kullar müstakil değildir.
Demek ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ulûhiyyete kalkışmakdır. Allahü teâlâ, lutfederek, ihsân ederek, acıyarak kullarına muhtâç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, yâni enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe bir kere hacca gidebilir. Gökde Ramazân hilâlini görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, farz olan beş vakit namazı kılabilir. Nisâb miktarı malı, parası olan; bir hicrî sene sonra, bunun kırkda bir mikdarı altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır.
Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir: Birincisi, kulun irâde ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine "Kesb etmek" denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın emirler, yasaklar koyması, sevâblar vermesi ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi; "Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi de yarattı" dır. Bu âyet-i kerîme, insanlarda kesb, yâni hareketlerinde irâde-i cüz'iyye bulunduğunu göstermekte ve cebr olmadığını açıkça isbat etmektedir. Bunun için "İnsanın işi" denilmektedir. İnsanın işinde, meselâ, "Ali vurdu, kırdı" denir. Ayrıca, her şeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.
İnsanın bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmesine kudret; yapmayı veya yapmamayı istemeye irâde yâni dilemek; bir işi kabûl etmeye, karşı gelmemeye de rızâ yâni beğenmek denir. Tesirli olmayarak bir araya gelmelerine kesb; tesir etmek ve etmemek şart olmazsa ihtiyâr adı verilir. İnsanın ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydana gelmektedir: 1- O işi tasavvur etmek, hatırlamak. 2- O şeyden şevk duymak. 3- İrâde-i cüz'iyyeyi kullanmak, yâni harekete başlamak. 4- Hareketin meydana gelmesi. Birinci ve ikinciyi Allahü teâlâ yaratıyor. Çünkü, tasavvur ile şevk, var olan şeyler olup, yaratılmağa muhtâçdır. İrâde-i cüz'iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü teâlâdır. Kuldan, irâdenin meydana gelmesi de, tasavvur ve şevkin yaratılması ile olur. Meselâ, bir kimse, sadaka vermeyi ve sevâbını tasavvur etse, kendisinde şevk veya nefret hâsıl olur. Buna göre, irâde eder veya etmez. Şevk, irâde demek değildir. Nefret de, irâdeyi kullanmamak değildir.
Her ihtiyâr edenin, hâlık (yaratıcı) olması lâzım gelmez. Bunun gibi her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. İhtiyâr ve kesb, birlikde bulunabilir. İhtiyâr, halk ile de birlikde bulunabilir. Bunun için, Allahü teâlâya hâlık ve muhtar denir. Kula, kâsib ve muhtar denir. İnsan bir şeyi yapmayı veya terk etmeyi irâde eder ve kuvvetini kullanır. Sonra Allahü teâlâ da bunu irâde eder ve kudretini kullanırsa, bu şey yâni bu iş olur. İlk ikisine kesb, son ikisine halk denir.
Kulun yaptığı işi, Allahü teâlâ beğenirse tâat olur. Bunun için insana âhırette sevâb verilir. Bir tâat yapılırken, sevâb kazanmak niyet edilirse, kurbet olur. Beğenmezse ma’siyyet, yâni günah olur. Âhırette itâb veya ikâb olunur. Mekruh işleyen veya müekked sünneti özürsüz terk etmeyi âdet edinen, itâb olunur, azarlanır. Farzı terk eden veya haram işleyen tevbesiz ölür ve şefâate, atfa kavuşmazsa, ikâb olunur, yanar. İnsanda irâde ve kudret, yâni kesb bulunduğuna inanmayan mürted olur, yâni İslâmiyetten çıkar.
Ezeldeki, yâni sonsuz öncelerdeki takdir; "Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacaktır" şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, yâni seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yarattıklarında, yaptıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünkü Allahü teâlâ da, her şeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmaktadır. Allahü teâlâ muhtardır; diler, seçer; dilediğini ve seçdiğini yaratır.

Kader bir ilm-i mütekaddimdir, cebr-i mütehakkim değildir:

Kader, Allahü teâlânın ezelî ilmi ile sonradan olacak şeyleri bilmesidir. Yoksa, Allahü teâlâ öyle bildiği için, sonradan olacak şeyler öylece olmak mecbûriyetindedir şeklinde değildir. Bu husûsta Ehl-i sünnet mezhebi, Mûtezile ile Cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmaya mecbûr da değildir. İslâmiyette ve semâvî olan bütün dinlerde her şey, her iş Allahü teâlânın takdiri ve irâdesi ile hâsıl oluyor. Fakat, insan bir işin ezelde nasıl takdir edildiğini bilemediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıktan sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdir edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrur olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlileri, bencilleri sevmez" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiç bir zaman ye'se, ümidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mâni olmaz aksine teşvik eder. "Çalışınız! Herkes, kendisi için takdir edilmiş olan şeylere sürüklenir." hadîs-i şerîfi de insanın çalışmasının, kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini; çalışmak ile kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmektedir.
Kazâ ve kadere inanmak ve bütün hayırları ve şerleri cenâb-ı Hak'dan bilmek, müslümanlar için nasıl vazife ise; hayırlı işleri yapmak ve şer olan, fenâ işlerden kaçınmaya çalışmak da, vazifedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdir ve irâde buyurması, insanlara cebr etmek olmaz. Çünkü, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdir etmesi, kulların arzularına, irâdelerine zıt değildir. Cenâb-ı Hakk'ın ezelde bilmesi, işlerin olup olmamasına tesir etmez, "İlim, malûma tâbidir" sözü de, ilmin işlere tesir etmeyeceğini anlatmak için söylenmiştir.
İrâde ile yapılan işleri yapmak arzusunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O arzuyu Allahü teâlâ yaratır ise de, kazanan insandır. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratıp yaratmamaya mahsus olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmayı ve yapmamayı irâde edebiliriz. Yâni yapmayı dilediğimiz zaman, yapmamayı da isteyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi diyemez.
İnsanın bir işi yapmasına ilk sebep, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi arzusu ile yapdığı bir işi, Allahü teâlâ ezelde takdir etmiş ise de, o insanın irâdesi ve ihtiyârı da, ezelî ve belki takdirden önce ilm-i ilâhîdedir. Böylece ezeldeki takdir, kulun irâde ve ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine bir şey yapamıyacağı, her şeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için, onun bir işe olan irâdesini cenâb-ı Hak, kendi takdiri ile yaptırmakdadır. Ehl-i sünnet; "Cenâb-ı Hak, sizin ve vücûda getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır" âyet-i kerîmesine uygun olarak; "Kulların her hareketi, her işi, cenâb-ı Hakk'ın halk ve îcâd etmesi, kuvvet verip yaptırması ile hâsıl oluyor" diyor. Cenâb-ı Hakk'ın yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıktan sonra oluyor.
İlm-i ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i ilâhînin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve dalâlet yâni sapıklık yolunda olanları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin, kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i îlâhinin hiç şaşmaması ilimlikden çıkarak cebre dönmesine sebep olmaz. Talebesinin imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen hocanın bilgisi, imtihânda başarı gösteremeyen talebesi için cebr ve zulm değildir. Allahü teâlâ, ileride olacak her şeyi ezelde biliyor. Her şeyin bu bilgiye uygun olması, insanın irâde ve ihtiyârının yokluğunu göstermez. Çünkü, Allahü teâlâ kendi yaratacaklarını da, ezelde bildiğinden elbette bu bilgisine uygun yaratacaktır. Bu O'nun irâde ve ihtiyârının yokluğunu göstermiyeceği gibi, insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru değildir.
Düşünce ve hareketlerinde hür olan insanlar irâde sâhibidir. Fakat, düşünceleri ve işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebepler insanı hür olmaktan çıkarmaz. Çünkü, sebepler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebepsiz olarak da irâde eder ve yaparlar. Sebepler varken, insan istemezse, iş olmaz. İnsan bir işi yapıp yapmamayı irâde etmeden önce, zihninde düşünür, muhakeme eder. Hangi taraf ağır gelirse, onu irâde eder. Bir satıcı en çok para veren müşteriye satar. Müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmaya mecbûr gibidir. Biri çıkıp da az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna satmaya da mecbûr olabilir.
Allahü teâlâ, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan nîmetlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebepler hazırlamakla beraber, insanların zihinlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekte bulunan sebepler, düşünceler de yaratmıştır. Allahü teâlânın bildirdiği ve zihinde yarattığı sebeplerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, iyi tarafı irâde eder. Meselâ bir memur, iyi çalışmasını îcâb ettiren kânun ve nizâmları bilirken, kânuna uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdanında kânunun yasağına karşı ağır basan bir sebep, bu yolsuzluğu yapmaya onu zorlamıştır. Yapılmayacak bir işe, dayanamamış, yapmışdır. Para teklif edilmesi ve Allahü teâlânın zihinde yarattığı para sevgisi, rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de kânun bunu iyi karşılamaz.
Hükümet kânunları gibi, din ve ahlâk kânunlarını koyarak, onlara uymayı sıkı sıkıya emreden Allahü teâlânın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda yaratması; hükümetin, memuru tecrübe için el altından rüşvet göndermesine, memurun da, yaman bir imtihân geçirdiğini anlayıp dikkatli ve uyanık olmasına benzer.
Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ, hergün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu'allâk şeklinde, yaratılacağı Levh-i mahfûzda yazılmış olan bir şey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz.
İmâm-ı Gazâlî, "İhyâu ulûmiddîn" kitabında buyurdu ki: "Kazâ-ı mu'allâk, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir." Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur." Duânın belâyı def etmesi de, kazâ ve kaderdendir. Kalkanın oka siper olduğu gibi; su, yerden otun yetişmesine (ve havadaki oksijen gazının, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp harâret meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebepdir. Bir hadîs-i şerîfde; "Kazâ-i mu'allâkı, hiç bir şey değiştiremez; yalnız duâ değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır." buyuruldu. Allahü teâlânın takdirinin, yâni kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazâ-i mu'allâk ise,yâni, o kimsenin duâ etmesi de, takdir edilmiş ise, duâ eder, kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâ'yı da, iyilik etmek geciktirir.
Dâvûd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikâyet etti. Dinleyip, karar verip giderken, Azrâil aleyhisselâm gelip; "Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti, fakat ölmedi." dedi. Dâvûd aleyhisselâm sebebini sorunca; "İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu" dedi. Emâlî kasîdesi altmışikinci beytinde; "Öldürülen kimsenin eceli münkatı' değildir" yâni, o anda, ömrü ortadan kesilmiş değildir der. "Kâmûs" mütercimi Ahmed Âsım Efendi, bu beyti şerh ederken diyor ki: "Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o anda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tanedir."
Doktor ve ilâç bulmak da, takdire bağlıdır. Allahü teâlâ, takdirine göre sebepleri yaratmaktadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâç verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise, damarı bağlıyacak biri bulunamaz, kanı akar, mikrop kapar, ölür. Yürek adelesi bozuk olan ağır hastaya, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değiştirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmamakta ve bir çoklarının ölmesine sebep olmaktadır.
--------------------------------------------------------
1) Tefsir-i Mazharî
2) Tefsîr-i Begavî
3) Tefsîr-i Şeyhzâde
4) Şerh-i Akâid; sh. 112
5) El-Kavl-ül-fasl; sh. 98
6) Nuhbet-ül-leâlî; sh. 99
7) Mektûbât-ı Rabbânî; cild-1, m. 217, 286
8) Mektûbât-ı Ma'sûmiyye; cild-1, m. 83
9) Tarîk-ün necât; sh. 82
10) Nûr-ül-Îslâm; sh. 236
11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 667
12) Fâideli Bilgiler; sh. 224
13) Rehber Ansiklopedisi; Kazâ ve kader, Ecel maddeleri
14) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 52
15) Şerh-i Makâsıd, cild-2, sh. 142

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...