6. Bi'set Yılı |
Hazret-i Hamza’nın Müslüman olması:
Bu hâl, Kureyşli müşrikleri çıldırtıyor, bütün gayretlerine rağmen, İslâmiyetin yayılmasına mâni olamıyorlardı.
"Delâil-ün-nübüvve" ve "Me'âric-ün-nübüvve"de şöyle bildirildi: Müşriklerden, Velîd adında birinin bir putu vardı. Safâ tepesinde toplanırlar, bu puta ibâdet ederlerdi. Bir gün, Peygamber efendimiz, onların yanına gitti ve müşrikleri îmâna dâvet etti. Kâfir olan bir cinnî o putun içine girdi ve sevgili Peygamberimiz için uygun olmayan sözler sarfetti. Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz üzüldüler. Başka bir gün, kendisi görünmeyen bir şahıs, Peygamber efendimize selâm vererek; "Yâ Resûlallah! Kâfir olan bir cinnî sizin için münâsip olmayan şeyler söylemiş. Ben, onu bulup öldürdüm. Arzu buyurup, yarın Safâ tepesini teşrîf eder misiniz? Siz yine onları İslâm'a dâvet edersiniz. Ben de o putun içine girip, sizi medhedici sözler söylerim" dedi. Peygamber efendimiz, Abdullah ismindeki bu cinnin teklifini kabûl ettiler.
Sevgili Peygamberimiz, ertesi günü oraya gidip, müşrikleri tekrar îmâna dâvet ettiler. Ebû Cehl de orada idi. Müslüman cinnî, müşriklerin elindeki putun içine girip, sevgili Peygamberimizi ve İslâmiyeti anlatan güzel sözler ve şiirler söyledi. Müşrikler, bu sözleri duyunca ellerindeki putu parçaladılar ve Resûlullah'a saldırdılar. Mübârek saçları darmadağın oldu. Mübârek yüzü kana boyandı. Onların bu ezâ ve cefâlarına tahammül gösterip; “Ey Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz. Ama ben sizin peygamberinizim" buyurdular, oradan ayrılıp evine geldi. Bir hizmetçi kız, bu hâdiseyi başından sonuna kadar görmüştü.
Bu sırada hazret-i Hamza, dağda avlanıyordu. Bir ceylâna ok atmak üzereyken, ceylân dile gelerek; "Yâ Hamza! Bana ok atacağına, kardeşinin oğlunu öldürmek isteyenlere ok atsan daha hayırlı olur" dedi. Hazret-i Hamza bu sözlere hayret ederek, sür'atle evine hareket etti. Âdeti üzere, avdan dönünce, tavâf için Harem-i şerîfe uğrar, evine sonra giderdi. O gün tavâf yaparken, hizmetçi kız, yanına geldi. Ebû Cehl'in, Muhammed aleyhisselâma yaptıklarını haber verdi. Hazret-i Hamza, Peygamber efendimize hakâret edildiğini işitince, akrabâlık damarları kabardı. Silahlarını alarak müşriklerin bulunduğu yere geldi. "Kardeşimin oğluna, kötü söz söyleyen, kalbini inciten sen misin? İşte benim dînim de O'nun dînidir. Gücün yetiyorsa o yaptıklarını bana da yap bakayım" diyerek, boynundaki yay ile Ebû Cehl'in başını yardı. Oradaki kâfirler hazret-i Hamza'ya saldırmak istediler. Fakat Ebû Cehl; "Dokunmayınız, Hamza haklıdır. Yeğenine kötü sözler söyledim" dedi. Hamza (radıyallahü anh), oradan ayrıldıktan sonra, Ebû Cehl etrâfındakilere; "Aman, ona ilişmeyiniz! Bize kızar da müslüman olur. Bununla Muhammed kuvvetlenir" dedi. Hazret-i Hamza'nın müslüman olmaması için, kafasının yarılmasına râzı olmuştu. Hazret-i Hamza'nın hatırının sayıldığını, kuvvet ve kıymetini bilirdi. Hamza (radıyallahü anh), Peygamber efendimizin yanına gelip; "Yâ Muhammed! Ebû Cehl'den intikâmını aldım. Onu, kana boyadım. Üzülme, sevin!" dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Ben, böyle şeylere sevinmem" buyurdu. Hamza (radıyallahü anh); "Seni sevindirmek, üzüntüden kurtarmak için, ne istersen yapayım!" deyince, Peygamber efendimiz; “Ben ancak senin îmân etmen ve kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarman ile sevinirim" buyurdu. Hazret-i Hamza, hemen müslüman oldu. Hakkında âyet-i kerîme geldi. Hazret-i Abdullah ibni Abbâs'a göre; "Kur'ân-ı kerîmde, En’âm sûresi 122. âyet-i kerîmesinde; diriltildiği ve nûra kavuşturulduğu anlatılan zât, hazret-i Hamza ve aynı âyet-i kerîmede; karanlıklarda bocaladığı bahsedilen de, Ebû Cehl'dir"
Hazret-i Hamza, müşriklerin yanına vararak, müslüman olduğunu ve Allahü teâlânın Habîbi Muhammed aleyhisselâmı canı pahasına da olsa koruyacağını bildirip, bir kasîde okudu. Okuduğu kasîdede; "Kalbimi, İslâmiyete ve hakka meylettirmiş olduğu için, Allahü teâlâya hamdolsun. Bu din, kullarının her yaptığını bilen, herkese lütfu ile muâmele eden, kudreti her şeye gâlip gelen, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından gönderilmistir. Kur'ân-ı kerîm okunduğu zaman, kalb ve akıl sâhiblerinin gözlerinden yaşlar akar. Kur'ân-ı kerîm, fasîh bir lisân ile açıklanmış âyetler hâlinde Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur. O, Muhammed Mustafa, içimizde, sözü dinlenir, kendisine boyun eğilir, mübârek bir kimsedir. Ey müşrikler! Aklınız başınızdan gidip, gözünüz kararıp da O'nun hakkında sert, ağır ve kaba sözler söylemeyin. Eğer böyle bir düşünceye kapılırsanız, biz müslümanların cesedine basıp geçmeden, hiç kimse O'na dokunamaz" demişti.
Hazret-i Hamza'nın müslüman olması ile, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem çok sevindi. Müslümanlar, onun da aralarına katılmasıyla çok kuvvetlendiler.
Hamza'nın (radıyallahü anh) müslüman olmasıyla, vaziyet değişti. Çünkü, Mekkeliler hazret-i Hamza'nın; cengâver, cesur, merd, pehlivan ve büyük bir kahraman olduğunu biliyorlardı. Bunun için, Kureyş müşrikleri artık müslümanlara, hiç bir sebep yokken, fenâ muâmele yapamadılar, bilhassa hazret-i Hamza'nın kılıcının şiddetinden çekindiler.
Dağlar toz hâline geldiği zaman!..
İslâm dîni gün geçtikçe yayılıyor, Kur'ân-ı kerîmin nûru, rûhları aydınlatıyordu. Günâhkâr insanlar, Allahü teâlânın ihsânı olarak îmân ediyor, hidâyete kavuşuyorlardı. Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflenen bu mübârek zevat (radıyallahü anhüm); el ele, gönül gönüle veriyor, Resûlullah efendimizin etrâfında pervâne gibi dönüyorlardı. O'nun küçücük bir arzu ve işâretini büyük bir emir biliyor, yerine getirmek için yarışıyor, hattâ bu uğurda canlarını bile fedâ etmekten çekinmiyorlardı. Müşriklerin telâş ve endişeleri ise, had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan hazret-i Hamza da müslüman olmuş, Resûlullah'ın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı. Bu sebeple Hattâb oğlu Ömer, (henüz müslüman olmamıştı) birgün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Haram'da namaz kılarken buldu, namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu. Meâlen; “O meydana geleceği hak olan kıyâmet!.. Nedir o hak olan kıyâmet? O geleceği hak olan kıyâmeti, sana hangi şey bildirdi? Semûd ve Âd (kavimleri) dehşetinden kalblerin titreyeceği kıyâmeti tekzîb ettiler, yalanladılar. Semûd kavmi, azgınlıkları sebebiyle (Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile) helâk edildiler.
Âd kavmine gelince; onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile helâk edildiler. Allahü teâlâ o fırtınayı, yedi gece ve sekiz gündüz devamlı olarak, onların üzerlerine musallat etti. (Öyle bir hâle geldiler ki, o vakit orada hazır olsaydın) onların köklerinden kopup yere serilen kof hurma kütükleri gibi nasıl ölüp, yıkılakaldıklarını görürdün! Şimdi onlardan geriye kalan bir fert görebiliyor musun?
Fir’avn da, ondan öncekiler de, alt üst olan kasabalar halkı da (Lût kavmi), hep o hatâyı (şirk ve isyânı) işlediler... Böylece Rablerinin peygamberine (Lût aleyhisselâma ve diğerlerine) isyân ettiler. Bunun üzerine diğer ümmetlere gelen azâbdan, daha şiddetli bir azâb onları yakalayıverdi... Gerçekten biz, (Nûh tufânında) her tarafı su kapladığı vakit, size bir ibret olsun ve onu işiten kulaklar da onu hıfzetsin, ezberlesin diye sizi (varlığınıza sebeb olan atalarınızı) gemide taşıdık.
Sûra bir kere üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecekdir. O gün kıyâmet kopacak, gök, kuvvet ve salabeti kalmayıp yarılacak ve dağılacaktır. Ve melekler semânın çevresindedirler. (Rablerinin emrine müntazırdırlar.) O gün Rabbinin arşını, (semânın etrâfında bulunanlardan) sekiz melek üstlenerek taşır. O gün (hesap için Allahü teâlâya) arz olunacaksınız. Öyle ki, (dünyâda iken gizlediğinizi zannettiğiniz) size âit hiç bir sır, (Allahü teâlâya) gizli kalmayacaktır.
İşte o vakit, kitabı sağ eline verilmiş olan kimse (sevinerek) der ki: “Alınız, kitabımı okuyunuz! Çünkü ben, hesâbıma kavuşacağımı yakînen bildim. İşte o, râzı olunmuş bir hayat içindedir. Yüksek bir Cennet’tedir... (Meyveleri) çabucak devşirilecek yakınlıktadır. (Onlara denilir ki:) “Geçmiş günlerde (dünyâda) takdim ettiğiniz sâlih amellere karşılık olarak; yiyin, için, âfiyet olsun."
Kitabı sol eline verilmiş olan kişiye gelince, o da; "Âh! Keşke benim kitabım verilmeseydi... Hesâbımın da ne olduğunu bilmeseydim. Âh! Keşke o (ölüm, hayatıma) kat’î bir son verici olsaydı (da dirilmeseydim)! Malım bana bir fayda vermedi. (Bütün) saltanatım (kuvvetim, delilim, varım, yoğum) benden ayrılıp mahvoldu!.." der. (Allahü teâlâ, Cehennem’de vazifeli meleklere buyurur ki:) “Tutun onu da (ellerini boynuna) bağlayın!... Sonra onu, o alevli ateşe atın! Daha sonra, onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde, oraya (tekrar)sokun!.. Çünkü o, O yüce Allahü teâlâya inanmazdı. Yoksula yemek (yedirmek şöyle dursun, başkalarını da) vermeye teşvik etmezdi. Onun için, bu gün burada kendisine (acıyacak)hiç bir yakın (ve dost) yoktur. Gıslîn'den (Cehennem ehlinin kanla karışık irinlerinden) başka yiyecek de yoktur. Onu, (bilerek) hatâ edenler (kâfirler) den başkası yemez..."
Hazret-i Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi sonradan şöyle anlattı: "Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayran olmuştum. Kendi kendime; "Yemîn ederim ki bu, Kureyşîlerin dediği gibi, bir şâir olmalı!" dedim. Bu sırada, Peygamberimiz, âyet-i kerîmeleri okumaya devam ettiler; “Gördüklerinize ve görmediklerinize yemîn ederim ki, hiç şüphesiz o (Kur'ân-ı kerîm), Allahü teâlânın katında çok şerefli bir Resûlün, (Rabbinden) getirdiği bir kelâmdır. O, bir şâir sözü değildir. Siz ne az inanır insanlarsınız!..."
Hazret-i Ömer; "Yine kendi kendime; "Bu bir kâhin olmalı. Çünkü içimden geçirdiklerimi anladı!..." dedim. Resûlullah, sûreyi okumaya devam ediyordu; “O, bir kâhin sözü de değildir. Siz ne kıt düşünür insanlarsınız!... O (Kur'ân-ı kerîm), âlemlerin Rabbinden (Muhammed aleyhisselâma Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla) indirilmiştir. Eğer (Peygamber, söylemediğimiz) bâzı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette O'nun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverir, sonra da hiç şüphesiz O'nun kalb damarını koparır (yaşatmaz) dık! O vakit, sizden hiç biriniz buna mâni de olamazdınız! Şüphesiz ki o (Kur'ân-ı kerîm), takvâ sâhipleri için kat’î bir öğüttür. İçinizde, onu (tasdik edenlerin bulunduğu gibi) yalanlayanların bulunduğunu biz elbette biliyoruz. Muhakkak ki, o (Kur'ân-ı kerîm, âhırette, onu tasdik edenlere verilen nîmetleri gören) kâfirlere karşı (kaçınılmaz) bir hasrettir. Muhakkak ki, o (Kur'ân-ı kerîm), hakk-ul-yakîndir. (Kendisine uyup, emir ve yasakları ile amel edeni hakk-ul-yakîn mertebesine kavuşturur.) O hâlde, O yüce Rabbinin ismini tesbîh et." Hazret-i Ömer; "Resûlullah, sûrenin tamamını okuduktan sonra, kalbimde İslâm’a karşı bir meyl hâsıl oldu" dedi.
Hazret-i Ömer'in Müslüman olması:
Hazret-i Hamza'nın müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehl, müşrikleri toplayıp; "Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennem’de azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi!... O'nu öldürmekten başka çâre yoktur!... O'nu öldürecek kimseye yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!.." dedi. Bir anda Hattâboğlu Ömer'in kalbinden İslâma olan meyl kayboldu ve yerinden fırladı; "Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur" dedi. "Haydi Hattâboğlu! Görelim seni" diyerek onu alkışladılar. Kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu'aym bin Abdullah'a rastladı. "Bu şiddet ve hiddetle nereye yâ Ömer!" diye sordu. O da; "Millet arasına ikilik sokan, kardeşi kardeşe düşman eden Muhammed'i öldürmeye gidiyorum” dedi. Nu'aym; "Yâ Ömer! Bu zor bir iş. Eshâbı, çevresinde pervâne kesilmiş, O'na bir şey olmasın diye titreşiyorlar. Yanlarına yaklaşmak çok zordur. O'nu öldürsen bile Abdülmuttalîb oğullarının elinden yakanı kurtaramazsın" dedi. Hazret-i Ömer, bu sözlere çok kızdı; "Yoksa, sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim" diye, kılıca sarıldı. "Yâ Ömer! Beni bırak! Kardeşin Fâtıma ile, zevci Sa’îd bin Zeyd'e git; onlar da müslüman oldu" dedi. Hazret-i Ömer, bu söze inanmadı. "Eğer inanmazsan, git sor! Anlarsın" dedi.
Hazret-i Ömer bu işi başarırsa, din ayrılığı ortadan kalkacak, fakat Arapların âdeti olan kan dâvâsı ortaya çıkacak ve Kureyş ikiye bölünerek ardı arkası kesilmeyen çarpışmalar başlayacaktı. Böylece, değil yalnız Ömer bin Hattâb, bütün Hattâboğulları öldürülecekti. Fakat Ömer bin Hattâb çok kuvvetli, cesur ve öfkeli olduğundan bunları düşünememişti. Kardeşini, merâk edip, hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni gelmiş, Sa’îd ile Fâtıma radıyallahü anhümâ bunu yazdırıp, hazret-i Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı. Hazret-i Ömer kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. O'nu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, hazret-i Habbâb'ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince; "Ne okuyordunuz?" dedi. "Bir şey yok" dediler. Kızması artarak; "İşittiğim doğru imiş, siz de O'nun sihrine aldanmışsınız" diye çıkıştı. Hazret-i Sa’îd'i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma'nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak; "Yâ Ömer! Niçin Allah'tan utanmaz, âyetler ve mûcizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen, bundan dönmeyiz" dedi ve Kelime-i şehâdeti okudu. Hazret-i Ömer, kız kardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle; "Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın" dedi. Fâtıma; "Sen temizlenmedikçe onu sana vermem" dedi. Hazret-i Ömer gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma (radıyallahü anhâ), Kur'ân-ı kerîm sahifesini getirdi. Hazret-i Ömer güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur'ân-ı kerîmin fesâhati, belâgatı, mânâları ve üstünlükleri kalbini git gide yumuşattı. “Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve (yedi kat) toprağın altındaki şeyler hep O'nundur" (Tâhâ sûresi: 6) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. "Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allah'ın mıdır?" dedi. Kardeşi; "Evet, öyle ya! Şüphe mi var?" diye cevap verdi. "Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altundan, gümüşten, tunçtan, taşdan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiç birinin, yeryüzünde bir şeyi yok" diyerek şaşkınlığı arttı. Biraz daha okudu; “Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir mâbud yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Tâhâ sûresi: 8) meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. "Hakikaten, ne kadar doğru" dedi. Habbâb bu sözü işitince, yerinden fırladı ve tekbir getirdikten sonra; "Müjde yâ Ömer! Resûlullah, Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehl ile Yâhud Ömer ile kuvvetlendir" buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu" dedi. Bu âyet-i kerîme ve bu duâ hazret-i Ömer'in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen; "Resûlullah nerede?" dedi. Kalbi, Resûlullah'a tutulmuştu. O gün, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Erkam'ın evinde, Eshâbına nasîhat veriyordu. Eshâb-ı kirâm toplanmış, O'nun nûrlu cemâlini görmekle, tatlı, tesirli sözlerini işitmekle kalblerini cilâlıyor; sonsuz lezzet, zevk ve neşe içinde hâlden hâle dönerek rûhlarını ferahlatıyorlardı.
Hazret-i Ömer'in geldiği, Erkam'ın (radıyallahü anh) evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın etrâfını sardı. Hazret-i Hamza; "Ömer'den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum" derken, Resûlullah; “Yol verin, içeri gelsin!" buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, hazret-i Ömer'in îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ömer'i tebessüm buyurarak karşıladı; “Bırakınız, yanından ayrılınız" buyurdu. Ömer (radıyallahü anh), Resûlullah'ın önünde diz çöktü. Resûlullah, hazret-i Ömer'i kolundan tutup; "Îmana gel, yâ Ömer!" buyurdu. O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâm, sevinçlerinden tekbir seslerini göğe yükselttiler.
Hazret-i Ömer, müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı: "Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm, ve; "Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?" diye sordum. Peygamber efendimiz; “Evet. Varlığım, yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz" buyurdu. Bunun üzerine; "Yâ Resûlallah! Mâdemki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâm’ı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke'de hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insâflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız" dedim. Resûlullah efendimiz; “Biz, sayıca çok azız!" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâm’ı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım" dedim. Kabûl buyrulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, tozuta tozuta Mescid-i Haram'a girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hamza'ya bakıyorlardı. Öyle bir hüzün ve kedere uğradılar ki, belki hayatlarında böyle bir ye'se hiç düşmemişlerdi"
Hazret-i Ömer'in bu gelişi üzerine, Ebû Cehl ileri çıkıp; "Yâ Ömer! Bu ne hâldir?" deyince, hazret-i Ömer hiç aldırış etmeden; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" dedi. Ebû Cehl ne diyeceğini şaşırdı. Dona kaldı. Hazret-i Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek; "Ey Kureyş!... Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer'im... Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!..." deyince, Kureyşli müşrikler bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar. Resûlullah ve yüce Eshâbı saf tutup, yüksek sesle tekbir aldılar. Mekke semâları, Eshâb-ı kirâmın; "Allahü ekber!... Allahü ekber!..." nidâları ile çınladı. İlk defâ Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.
Hazret-i Ömer müslüman olunca, Enfâl sûresinin 64. âyet-i kerîmesi indi. Meâlen; “Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak, Allahü teâlâ ve mü’minlerden senin izinde gidenler yetişir" buyruldu. Tereddüt içinde bocalayan bâzı kimseler, hazret-i Ömer'in müslüman olduğunu görünce, İslâm’ı seçtiler. Eshâb olmakla şereflendiler. Artık müslümanların sayısı gün geçtikçe çığ gibi büyümeye başlamışdı.