------------------------------
Bu bir SIR idi, ama artık dile geldiğine göre, bu gerçeğe ALEVİ'si de, SÜNNİ'si de gözünü kapayamaz! Kaparsa, bunun VEBAL'inden kurtulamaz!..
Aslında bu SIR dile gelmeden önce de, bir tek ALEVİ çıkıp, "Bu İMAMLAR'dan falancası ALİ hakkında şu kötü sözü söyledi. EHL-İ BEYT'e şöyle hakaret etti, bizi düşman bildi" diyemezdi. Şimdi de diyemez... çünkü 12 İMAM'la MEZHEP İMAMLARI birbirinden ayrılamaz, birbirine et ile kemik, CAN'la TEN gibi bağlıdır!
Yine bir tek SÜNNİ çıkıp, "MEZHEP İMAMLARI'ndan falanca, ALEVİ'nin kestiği yenmez, kız verilip alınmaz, dedi" diyemez!..
Bu kişilerin yazdıkları da, dedikleri de, 12 İMAM'ınkiler gibi ortadadır. Eğer daha sonradan yazılmış olanlarda böyle hususlar varsa, bu da ne 12 İMAM'ı, ne de MEZHEP İMAMLARI'nı bağlar. Onlara mâl edilemez. Hepsi uydurmadır!.. Uyduranlar YEZİD'dir, ŞEYTAN'dır!.. LÂNET olsun ERVAHINA, AHVADINA!..
CANLAR!... Gördük ki, FİTNE'nin kaynağı 4 HALİFE değilmiş... 12 İMAM, 4 MEZHEP te değilmiş!...
Öyleyse İSLAM'A FESAT KATANLAR'ı, FİTNE ÇIKARANLAR'ı başka yerde aramak lâzım!..
Öyleyse İSLAM'A FESAT KATANLAR'ı, FİTNE ÇIKARANLAR'ı başka yerde aramak lâzım!..
Ama nerede?...
Şimdiye kadar 12 İMAM , 4 HALİFE, ve MEZHEP konularını ele alarak bunların birbirlerine zıt ve düşman olmadığını; aynı noktadan hareket ettiklerini; ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesinin aslında bunlardan kaynaklanmadığını belirttik.
632-943 yılları arasında İMAMLAR ve HALİFELER etrafında cereyan eden olayların çoğunun eski ARAP AİLE KAVGALARI'na dayandığını, her yeni olayla yeni nesillere yeni bir düşmanlık ve hasımlık şeklinde intikal ettiğini ortaya koyduk.
12 İMAM'ın özellikle HÜSEYİN'den sonra HALİFELER'e asla baş kaldırmadığını, ve özellikle İMAM CAFER'den sonra HALİFELER ile birlikte yaşadığını, hatta kız alıp kız verdiğini anlattık... Bunların çoğu ALEVİLER ve BEKTAŞİLER için hiç duymadıkları, bilmedikleri hususlar idi.
Zaman zaman baş kaldıran diğer ALİ OĞULLARI'na 12 İMAM'ın hiç bir zaman katılmadığını, hatta desteklemediğini belirttik.
Ve yine ALEVİLER'in hiç bilmediği bir hususu, yani 12 İMAM ile iyi geçinmeye başlıyan HALİFELER'in aynı müsamahayı 4 MEZHEP İMAMI'na göstermediğini, onları hapse atıp kırbaçlattıklarını anlattık. Ve böylece "HALİFELER ile MEZHEP İMAMLARI'nın bir olup EHL-İ BEYT'i ezdiği" inancının YANLIŞ olduğunu gözler önüne serdik!
Bu arada SÜNNİLER'in bir eksiğine işaret ettik. 12 İMAM'ı mutlaka ve iyi bir şekilde tanımaları gerektiğini hatırlattık.
ALEVİLER'in de 3 büyük hatasını ortaya koyduk. Bunlardan birincisi "KUR'AN'ın eksik olduğu" iddiasıdır. KUR'AN'ın bir tek harfinin bile EKSİK veya FAZLA olamıyacağını gösterdik! (Bakınız: OSMAN'IN HİLAFETİ )
İkincisi BEKİR, ÖMER ve OSMAN adlarına tepki duymaları ve bunları kullanmamalarıdır. ŞİİLER bu hususta daha ileri gider, bunları hakaret anlamıyla kullanır. Tıpkı bizim YEZİD adını kötü anlamda kullanmamız gibi...
Aslında ALEVİLER bu adları kullansa ne olur, kullanmasa ne olur?... Hiç bir şey olmaz!.. Ne var ki, bilmedikleri bir hususu ortaya koyduk. 17 KEMERBEST diye bilinen ALİ'nin 17 OĞLU'nun ve onların oğulları ve torunları arasında bu adların kullanıldığını gösterdik. Yani, ALEVİLER'in ALİ'ye uymadığını; BEKİR, ÖMER, OSMAN adlarına tepki duyarken aslında ALİ OĞULLARI'na da tepki duymuş olduklarını hatırlatıp ikaz ettik!
Üçüncü hata da her HALİFE'ye baş kaldıranı ŞİA, her HALİFE'den yana olanı "YEZİD" saymaları idi. Bu yanlışlığın en bariz örneğini EBA MÜSLİM ve EBU HANİFE'yi gösterek verdik. ABBASİLER'i HALİFE yapan EBA MÜSLİM'i, bizzat İMAM CAFER ŞİA saymamıştır. EBU HANİFE ise, yine onun tarifine göre, meclisine katıldığı, kendisini tanıdığı için ŞİA'dır!
HALİFE'ye ayaklananlar Şİİ'dir, doğru!... Ama ŞİA değildir, ve İMAMLAR onları değil, HALİFE'yi tutmuştur. İMAM RIZA'nın HALİFE ME'MUN'a gelip ŞİİLER'e ve MUHAMMED MEHDİ OĞLU İBRAHİM'e karşı uyarması, bunun en büyük delilidir!
Öte yandan sonradan sözüm ona ALİ YANLISI sayılan ABDULLAH İBNİ SEBE ve SEBAİLER, HARİCİLER, SÜLEYMAN BİN SARD, MUHTAR SAKAFİ, HASAN-ÜL HERŞİ, EBU-S SERAYA, BUVEYHİLER'in hepsi Şİİ'dirler, ama gerçek ALEVİ değildirler. Yani ne ALİ YOLU'ndadırlar, ne de amaçları EHL-İ BEYT'i sevmek, savunmaktır!.. Bunlar hep kendi menfaatleri için ortaya çıkmış, menfaatleri çelişince EBU-S SERAYA gibi ALİ OĞLU İMAMLAR'ı öldürmekten bile çekinmemişlerdir!
12 İMAM bunlardan hep uzak dururken, TÜRKLER'e yakınlık gösteren HALİFELER ile iyi ilişkiler kurmuşlar ve 4 MEZHEP İMAMI'na ışık saçmışlardır.
Bütün bunları anlattık...
Ama yine de fazla bir şey söyledik sayılmaz... Eğer SÜRTÜŞME anlattığımız gibi 4 HALİFE'den, 12 İMAM'dan, 4 MEZHEP'ten kaynaklanmıyorsa, nereden geliyor?..
Ama yine de fazla bir şey söyledik sayılmaz... Eğer SÜRTÜŞME anlattığımız gibi 4 HALİFE'den, 12 İMAM'dan, 4 MEZHEP'ten kaynaklanmıyorsa, nereden geliyor?..
Üstelik böyle yalan yanlış anlatılanlar bile, bu husumetin 1400 yıl sürdürülmesine sebep teşkil etmiyor... Öyle ya!.. Ortada ne ALİ kalmış, ne de HİLAFET!...12 İMAM dahi tarihe karışmış. HİLAFET kursanız oturtacak ALİ EVLÂDI yok ortada!.. Olanların çoğu HIRİSTİYAN BATI devletlerine uşaklık eder hale gelmişler, sonra da kenara itilmişler..
Öyleyse nedir bu olup bitenler?... Neydi HUMEYNİ'deki hırs?.. Neden KÂBE'yi basmak istedi?.. Niye HAC sırasında adamlarını, futbol fanatikleri gibi sokaklara saldı?...
Bunlar 12 İMAM'dan kaynaklanmıyorsa, nereden geliyor?
Kim sebep oldu bunlara? Kim FİTNE soktu İSLAM'a?
Esas FİTNE ve FESAD'ın kaynağını bundan sonra göreceksiniz. Ve hayretten küçük dilinizi yutacaksınız.
ÜÇÜNCÜ KISIM : İSLAM'A FESAT KATANLAR
Elbette ki ilk FESAT kaynağı ABDULLAH İBNİ SEBE'dir. İSLAM'a duyduğu kini açıkça ifade edemediği için, vazgeçemediği YAHUDİLİK'ten İSLAM'a BİD'AT sayılan şeyleri sokan; zekâsı ve bilgisi sayesinde bunları henüz yeni MÜSLÜMAN olmuş halka cazip gösteren, nihayet HAC farizesi sırasında taraftarlarını Hz. OSMAN'ın üstüne salan odur!..
Hz. ALİ'yi AYŞE karşısında, MUAVİYE karşısında müşgül durumda bırakan onun adamlarıdır. Ama bunlar sonradan koyu ALİ taraftarı kesilmişler, hatta onu ALLAH mertebesine çıkarmışlardır.
Hz. ALİ'yi AYŞE karşısında, MUAVİYE karşısında müşgül durumda bırakan onun adamlarıdır. Ama bunlar sonradan koyu ALİ taraftarı kesilmişler, hatta onu ALLAH mertebesine çıkarmışlardır.
Rivayete göre İBNİ SEBE, Hz. ALİ'ye "Sen ALLAH'sın!" demiş. Hz. ALİ de onu MEDAİN'e sürgün göndermiş.
Ama en büyük FİTNECİ, şüphesiz ki MEYMUN'dur!.. Hakkında çok az şey bilinir. Bir rivayete göre İRANLI, diğerine göre KUREYŞLİ'dir... KUREYŞLİ olan MEYMUN-AL KADHAH diye bilinir. Diğeri MEYMUN BİN DEYSAN diye bilinir. İMAM MUHAMMED BAKIR ve CAFER-ÜS SADIK'ın resmi tavisidir. Yani 7. İMAM ve İMAM olmayan kardeşi İSMAİL zamanında yaşamıştır. Haris, son derece zeki ve bilgili idi.
Doğrusunu ALLAH bilir ama, bizce kendisini gözden düşürecek bir davranışta bulunmuş, bu suretle İMAMLAR'ın yanından uzaklaşmak durumunda kalmış ve onlara cephe almıştır. Neticede hapiste tanıştığı Muhammed bin el-Hüseyin ile birlikte İSMAİL'in İMAM'lığını savunma, İMAMLIK postunun onun soyuna geçtiğini iddia etme mücadelesine girmiştir.
Halbuki İSMAİL, CAFER-ÜS SADIK hayatta iken vefat etmiş, ve İMAMLIK çok açık bir şekilde MUSA-L KÂZIM Hazretleri'ne intikal etmişti!
Gözünü hırs bürümüş olan MEYMUN'un esas amacı, her türlü DİN'in ortadan kalkması idi. Özellikle hızla etkisini arttıran İSLAM DİNİ'nin ŞERİAT'ını yıkmak, İTİKAD'ını sarsmak istiyordu. Bunun için de kendisi gibi düşünen bir kaç kişi ile toplanıyor, görüşüyor, planlar yapıyordu.
Fakat çevresi İSLAMİYET'e gönülden inananlarla doluydu. Onlara fikirlerini açıktan söylemek her şeyi mahvedeceği gibi, canını bile tehlikeye sokardı. MEYMUN, onun için İSLAMİYET'i paravan olarak kullandı. ŞİİLİK'ten yararlandı. ŞİİLİK inancını önce ifrata, sonra inkâra götürmek için harekete geçti.
MEYMUN emeline ulaşamadan öldü.(797) Yerini oğlu ABDULLAH aldı. Onun amacı biraz daha değişikti.
MEYMUNOĞLU ABDULLAH, ARAP etkisinde olan İSLAM'ı kullanarak İRAN'ı ele geçirmeyi, sonra onu eski şaşaalı haline döndürmeyi ve başına geçmeyi tasarlıyordu. Bunun için de İRAN'ın milli MECUSİLİK dinini ihya etmek arzusundaydı. Bir kere başarıya ulaştıktan sonra bütün dinleri ortadan kaldırmak zor olmıyacaktı.
Taktik akıl almaz derecede sinsice idi... Dinsizliği yayabilmek için önce dindar görünerek, dindarlar arasında sivrilerek işe başladılar. Yani gerçek MÜSLÜMANLAR'dan daha fazla ORUÇ tutuyor, NAMAZ kılıyor, KUR'AN ve HADİS okuyorlardı. Böylece takdir kazanıyor, çevrelerine saf insanlar toplanıyor, onlar da fikirlerini rahatça yayabiliyorlardı. Doğrusu babasından daha iyi bir teşkilatçı olan ABDULLAH ve taraftarları bu işi çok iyi yapıyorlardı.
ABDULLAH bir de TARİKAT kurdu. İmamlığın İSMAİL'in soyuna geçtiği esasına dayanan İSMAİLİYE MEZHEBİ, bu tarikattan doğdu.
İMAM CAFER'in aslında hiç bir şeyden haberi olmayan muhterem oğlu İSMAİL, babasının sağlığında vefat etmiş, geriye oğlu MUHAMMED MEKTUM kalmıştı. İMAM torunu olan MUHAMMED MEKTUM da elbette dedesinden ve babasından ruhani sırlar edinmiş, bunlardan yanından ayrılmayan ABDULLAH da yararlanmıştı. MUHAMMED MEKTUM'un İMAM olma ihtimali yoktu. Ama ABDULLAH bundan yararlanmasını bildi ve İSMAİL SOYU'nun imamlığını kabul eden tarikatın ilk şeyhi oldu.
İSMAİL OĞLU MUHAMMED MEKTUM'un, asıl İMAM MUSA-L KÂZIM 'a ne sıkıntılar verdiğini daha önce anlatmıştık. Bunları herhalde ABDULLAH'ın kışkırtması ile yapıyordu.
ABDULLAH'ın PEYGAMBER SOYU ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktu ama, bir süre sonra bu tarikatın şeyhlerinin İSMAİL'in SOYU'ndan, dolayısiyle Hz. ALİ'nin torunlarından sürdüğüne inanıldı.
İsim cazipti... ABDULLAH bilgili ve zekiydi. Haberleşme imkânları o dönemde son derece kıttı. İSMAİL'in babasının sağlığında öldüğünü, MUSA-L KÂZIM'ın İMAMLIK postunu hakkıyla elde ettiğini bilmeyenler çoktu. ABDULLAH'ın adamları da iyi propogandacı idiler. Böylece tarikat kısa zamanda gelişti. ABDULLAH da Şİİ aleminin önde gelen kişisi, hatta piri oldu.
Zamanımızda TARİKAT değil de MEZHEP olarak bilinen, liderleri AĞA HAN'ı her yıl altınla tartan, müritlerden ZEKÂT diye toplanan bu paralarla AĞA HAN SOYU'nu hovardaca yaşatan İSMAİLİYE inancı, işte böyle ortaya çıktı.
Hıristiyan tarihçiler bu olay üzerinde çok dururlar. ABDULLAH'ın niye ve hangi amaçla öne atıldığını açıklamaya çalışırlar... Onlara göre ABDULLAH, galip ARAPLAR ile mağlup ACEMLER'i birleştirmek, ve ARAPLAR'ı ACEMLER içinde eritmek istiyordu.
(Bakınız: NOTLAR - 3, 27)
Galip ARAPLAR'ın en büyük dayanağı DİN'di. ABDULLAH'a göre ise DİN, halkı istenilen yöne sevketmeye yarıyan bir vasıtadan ibaretti... Bu zihniyet aşağı yukarı 1000 yıl sonra MARKS tarafından aynen dile getirilecektir. O da "yenenin aslında yenildiğini, istila ettiği ülke halkı içinde eriyip gittiğini, DİN'in halkı uyutarak istenen yere götürmenin bir aracı olduğunu" söyliyecektir. Bu fikirleri benimseyen komünistler de bir çok ülkede, özellikle ORTA AMERİKA'da, dinden ve din adamlarından yararlanmasını bileceklerdir.
MEYMUN OĞLU ABDULLAH da dindar görünmesine rağmen; yakın çevresini etrafına toplanan inançlı SÜNNİLER'den, ŞİİLER'den değil; PUTPERESTLER'den, FELSEFECİLER'den seçiyor, tarikatının üst mertebelerine yalnız onları yerleştiriyordu. Yani DİN'i amacı için istismar ediyordu.
Dışından bakınca, İSMAİLİYE tarikatı herkese açıktı... ABDULLAH'ın "eşek sürüsü" dediği inanmış kitle de tarikata girebiliyor, ama bunlar asla 1. MERTEBE'den yukarı çıkamıyordu. Bunlar sadece kullanılıyor, ve tarikata maddi kaynak sağlıyordu.
İSMAİLİYE'nin de hemen her tarikat gibi 7 MERTEBE'si vardı.
(Bakınız: NOTLAR - 3, 28)
1. MERTEBE: MÜMİNLER.... Bunlar saf, tarikata ve şeyhe körü körüne bağlı, yukardakilerin ne düşündüğünü hiç bilmeyenler, aldığı emirlere harfiyyen uyan kimselerdi... Bunlardan kurnazlık ve ihtirası ile göze batanlar 2. MERTEBE'ye geçebilirdi.
2. MERTEBE: MÜKELLEFLER.... Bunların vazifeleri tarikat dışındakilerin aralarına onları tarikata çekmek, hazırlayıp üstleri ile görüştürmekti.. İçlerinde başarılı olanlar 3. MERTEBE'ye yükselebilirdi.
3. MERTEBE: DAİLER, yani PROPOGANDACILAR... Bunlar yeni müracaat edenlerden İMAM adına BİAT alırlar ve alttakilere azar azar tarikatın esaslarını öğretirlerdi. MÜMİNLER'in 2. MERTEBE'ye geçmesi bunların izniyle olurdu.
4. MERTEBE: DAİ-Yİ EKBERLER,yani EN BÜYÜK PROPOGANDACILAR... Bunlar tarikatın gerçek bünyesine nüfuz edebilen imtiyazlı ve etkili kişilerdi.
5. ZU MASSALAR... Tarikatın sözde ilim ve irfanını yudumlamaya, tıpkı ana memesinden süt emer gibi almaya hak kazanmışlar... Zaten ZU MASSA da bu anlama gelirdi.
6. HÜCCETLER... Yani kendinden alttakilere ilmini damla damla emzirenler.. Onlar bu mertebede yer alırdı.
7. MERTEBE: İMAM.... ALLAH ile (haşa!) doğrudan doğruya her an irtibatta olan kişi... Tarikat mensupları İMAM'ın bu özelliğine gönülden inandıklarından, o ne yapsa mübahtı, makbuldü. Can, mal, ırz, her şey onun emrinde idi.
Bu 7 MERTEBE ile uygulanan metot son derece enteresandı. DAİLER, başlangıçta çengel attıkları kişinin ibadetini takdir, hatta teşvik ederlerdi. Kendileri de onunla birlikte ibadetten kaçınmazlardı. Fakat bir müddet sonra şöyle demeğe başlarlardı:
- "Bunca yıl ibadet ettim, bir kere bile duamın kabul olduğunu görmedim. Demek ki boşmuş!.. Zaten ALLAH'ın duamıza, namazımıza ihtiyacı yok ki!" Sonra daha da ileriye giderek,
- "Bence mühim olan kalbi temiz tutmaktır. ALLAH'ın muhtaç olmadığı ibadete aslında gerek yoktur"
derlerdi. Sonra ahıret tasasından kurtulmak gerektiğini vurgularlar, "her şeyin dünyada" olduğunu söyliyerek karşılarındakini yavaş yavaş inkâra çekerlerdi.
Şimdi denilebilir ki, bu söylenenlerin hiç biri yanlış değil!.. ALLAH'ın gerçekten ibadetimize ihtiyacı yok. Kalp temizliği elbetteki her şeyin başı... Öyle olmasa, namaza niyetle başlamazdık...
Ama bu doğruların yanında istenenler... ve tarikate girenden beklenenler...
işte onlar hep yanlış ve art niyetli idi!..
işte onlar hep yanlış ve art niyetli idi!..
ABDULLAH önce MECUSİLER'i, sonra ACEMLER'i, sonra SÜNNİ sayılmayan ARAPLAR'ı, sonra da ARAPLAR'dan RABİA OĞULLARInı tutardı. Onların MUDAR OĞULLARI ile aralarında olan düşmanlıktan yararlanmak isterdi.
MEYMUN'un attığı,
ABDULLAH'ın suladığı tohumlar 100 yıl kadar sonra gelişmeye başladı.
Tarikatten OSMAN OĞLU FEREC, ki ZİKRAVEH olarak ta bilinir,
892 yılında IRAK'a gitti ve çevresine topladığı adamlarla ortalığı karıştırmaya başladı.
Tarikatten OSMAN OĞLU FEREC, ki ZİKRAVEH olarak ta bilinir,
892 yılında IRAK'a gitti ve çevresine topladığı adamlarla ortalığı karıştırmaya başladı.
Devir ABBASİ dönemi idi ve BAĞDAT HİLAFET merkezi idi. Ancak HALİFELER'in dini gücü son derece zayıflamıştı. Köle olarak hizmete alınan ve MU'TASIM zamanında önemleri artan TÜRKLER, artık DEVLET'i idare eder vaziyete gelmişti. Ülkenin çeşitli yerlerinde huzursuzluk ve istikrarsızlık vardı, ve bu gittikçe artıyordu.
ZİKRAVEH hem zamanı, hem de yeri çok iyi seçmişti.
Ayrıca kendine NEHRUVAN mevkiinde yaşıyan çok işe yarar bir de taraftar bumuştu.
Bu adam gece gündüz ibadet eden, devamlı oruç tutan, sokakta yatıp kalkan ve ahıretten başka bir şey düşünmeyen biri idi.
Herkes onu uğurlu sayıyor, ve duasının kabul olduğuna inanıyordu.
O da "5 vakit namazın yetmiyeceğini, 50 vakit kılmak gerektiğini" söyleyip duruyordu.
Bu adam gece gündüz ibadet eden, devamlı oruç tutan, sokakta yatıp kalkan ve ahıretten başka bir şey düşünmeyen biri idi.
Herkes onu uğurlu sayıyor, ve duasının kabul olduğuna inanıyordu.
O da "5 vakit namazın yetmiyeceğini, 50 vakit kılmak gerektiğini" söyleyip duruyordu.
Bir süre sonra, halkın veli saydığı bizim de ZAHİD diyeceğimiz bu adam, işi ilerletti.
"Bir İMAM etrafında toplanmak gerektiğini" söylemeye başladı.
- "Her tarafı fesat kapladı, hükümet zalimdir, halk huzurdan mahrumdur,"
diyerek, dünyayı MEHDİ'nin kurtaracağını ilan etmeye başladı.
Ama bu "mehdi", son İMAM MUHAMMED MEHDİ değildi elbette!
Ama bu "mehdi", son İMAM MUHAMMED MEHDİ değildi elbette!
Halk ona inanmakta gecikmedi. ZAHİD kendine 12 NAKİP seçti. Sonra da kendisini görmeye gelenlerin birer altın getirmelerini istedi.
Bu altınlar "zuhur edecek MEHDİ için" alınıyordu!...Toplanan altınlar MEHDİ ortaya çıkınca kullanılacak, herkes verdiğini kat kat geri alacaktı!..
Bu ZAHİD'in en güvendiği adamlardan biri de HAMDAN KARMAT idi...
Bu altınlar "zuhur edecek MEHDİ için" alınıyordu!...Toplanan altınlar MEHDİ ortaya çıkınca kullanılacak, herkes verdiğini kat kat geri alacaktı!..
Bu ZAHİD'in en güvendiği adamlardan biri de HAMDAN KARMAT idi...
İlerde İSLAM'ın başına büyük dertler açacaktı!..
Zamanla altınları sadece getirenlerden değil, halktan toplamaya başladılar. ZAHİD'in müritleri artınca, istenen altın miktarı da arttı. İşin içine zorbalık girdi. Sonunda şikâyetler başladı. Hükümet adamı yakalattı, tahkikat açtırdı. Dava ile ilgilenen kadı ciddi biriydi. İşini sıkı tuttu. Müritler ZAHİD'i kaçırmasın diye adamı bizzat kendi evine götürdü, bir odaya hapsetti. Ertesi gün mahkemede adamın idamına karar verdi. ZAHİD'i hapsettiği odanın anahtarını yastığının altına koyup, yattı.
Ne var ki, Kadı'nın cariyelerinden bazıları ZAHİD'e ve KARMAT'a çok bağlıydılar. Kcdı'nın yastığının altından anahtarı alıp ZAHİD'i serbest bıraktılar, sonrada anahtarı yine yerine koydular!..
Ertesi gün idam hazırlıkları yapılırken, ZAHİD'in hapsedildiği odadan uçarak kurtulduğu dilden dile kulaktan kulağa yayıldı. Halkın ZAHİD'e olan inancı bir kat daha arttı. Ama ZAHİD akıllı biri idi. Bundan böyle başının dertten kurtulmıyacağını bildiği için, oradan ayrıldı, KÛFE'ye gitti. Orada da müritlerine KARMAT'a itaat etmelerini söyleyip , büyük bir ihtimalle toplanan altınlarla birlikte, ortadan kayboldu!..
ZAHİD dediğimiz bu keramet sahibi kişinin(!) ZİKRAVEH'in kendisi olduğu söylenir... Kim olursa olsun, yaman bir teşkilatçı idi. Son derece güçlü bir cemiyetin temellerini atmıştı. KARMAT bu imkânı iyi değerlendirdi. Müritlerini mertebelere ayırdı, her birine ayrı bir görev verdi. Bu insanlar mertebe yükseldikçe ibadeti terkediyor, her şeyin mubah olduğu bir noktaya geldiklerini düşünüyorlardı. Cemiyetin nesi varsa, bunlara ait oluyordu. Hatta KARMAT, mallarla birlikte kadınları da ortak sayarak, müfrit bir komünizme yöneldi.
SACY adlı BATILI bir yazarın ifadesine göre, KARMAT bir gece müritlerini topladı, kadın-erkek hepsini bir araya getirdi. Sonra erkeklere istedikleri kadınla yatmalarını söyledi. Ona göre toplum içinde "kardeşler"in varacağı en üst nokta bu idi!.. Bu olaydan sonra KARMATİLER karılarını ikram etmeyi "misafirperverliğin gereği" olarak görmeye başladılar.
KARMAT müritlerine sağladığı cazip imkânlarla tarikatının hızla yayılmasını gerçekleştirdi. Özellikle İRAN, eski MEZDEKİ inançlarına yakınlığından dolayı KARMATİLİK'ten çok etkilendi. Çünkü İSLAMİYET'in yayıldığı yıllarda bile KİRMAN'da hâlâ bir miktar MEZDEKİ vardı. (Bakınız: NOTLAR - 3, 29)
ZİKRAVEH'in 3 oğlu vardı: YAHYA, HÜSEYİN ve ALİ...
Bunlar KARMAT'ın koyduğu esasları yaymakla görevliydiler. Bunlar ayrıca kendilerinin "İSMAİL'in torunu" olduklarını iddia ediyorlar, ve böylece kendilerini Hz. ALİ yoluyla PEYGAMBER SOYU'na bağlamayı unutmuyorlardı. Biri yandan da kurdukları çetelerle BASRA ve KÛFE çevresine kan kusturuyorlardı. Halktan sorla HAMSE, yani gelirlerinin beşte birini, sözüm ona EHL-İ BEYT adına topluyorlardı.
Bu tavır, 12 Eylül 1980 ihtilalinden önce bölücü örgüt mensuplarının "halk adına" diyerek dükkanlardan her ay muntazam haraç toplamalarına benziyordu. 1984'den sonra PKK ve TİKKO örgütleri de "vergi" adı altında sözüm ona haklarını savundukları Kürt kökenli vatandaşlarımızdan para toplarlardı... Her iki grup ta sonra bu paraları istedikleri gibi harcarlardı.
KARMATİLER bir ara ŞAM'ı dahi muhasara etmişler, zor def edilebilmişlerdi. YAHYA bu vak'a esnasında öldü. Yerine HÜSEYİN geçti. ZİKRAVEH ise her zaman olduğu gibi yine arka planda idi.
ŞAM mağlubiyetinden yılmadılar. Sürekli baskı altında tuttukları için ŞAM halkı yılda 300.000 altın haraç vermeyi kabul etti. Böylece güçlenen KARMATİLER bu sefer HUMUS üzerine yürüdüler ve şehri zaptettiler. Hütbeyi HALİFE adına değil; eşkiyabaşı HÜSEYİN adına okutmaya başladılar. Kendisini MEHDİ ilan ettiler. Daha sonra HAMA, MUARRA, SELEMYE'yi de ele geçirdiler. Halkı, hatta hayvanları bile katlettiler.
BAĞDAT'taki HALİFE'nin bütün gayretleri boşa gidiyordu. KARMATİLER'in üzerine gönderdiği kuvvetler hep yeniliyordu. Nihayet MISIR'dan sağlanan büyük bir ordu ile HÜSEYİN ve adamları yakalandı, hepsi idam edildi.
KARMATİLER büyük sarsıntı geçirdiler, ama yıkılmadılar. HÜSEYİN'in yerini ALİ aldı. ZİKRAVEH ise yine arka planda kaldı.
ZİKRAVEH'in mel'un oğlu ALİ, bu sefer YEMEN'e yöneldi. Orayı zaptetti. YEMEN uzakta kaldığı için kurtarıcı bulamadı. ZİKRAVEH 20 yıldır sürdürdüğü çabalarını sonuca ulaştırmak, BAĞDAT'taki HALİFE'yi devirerek yerine geçmek istiyordu. Bunun için dört bir yana haber salındı, adamlarına "HÜSEYİN'in intikamının alınacağı" iletildi... Artık BAĞDAT'a kafa tutabileceğine inanan ZİKRAVEH ortaya çıkmaya karar verdi... Ama ne törenle!!!
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ZİKRAVEH'İN AKIL ALMAZ HİLESİ
Aslında ZİKRAVEH korkusundan saklanmaktaydı. Hatta yeraltında bir ini vardı. Tehlikeli günlerde o ine girerdi. Bu in, tıpkı bugünkü PKK'lı teröristlerin dağlık alanlarda yeraltında yaptıkları sığınaklar gibiydi. Dışardan hiç belli olmazdı. Çünkü üstünde demir bir kapak vardı. Kapak kapatıldıktan sonra üzeri toprakla, taşla örtülürdü. Sonra da o civardaki KARMATİ kadınlar gelir, orada hamur yuğurur, çamaşır yıkarlardı. DURİRYE denilen bu mevkide böyle bir inin olacağı kimsenin aklına bile gelmezdi.
ZİKRAVEH'in ortaya çıkmaya karar verdiği gün, bütün adamları toplandı. Bir kaç yakını toprağı araştırdılar, gizli yeri bulup kayaları taşları kaldırdılar. Demir kapak ta açılınca ZİKRAVEH belirdi!... Pek az kişi hariç, bütün orada bulunanlar için ZİKRAVEH yıllarca önce ölmüş te, şimdi dirilmiş gibi ortaya çıktı!.. Eh, böyle birisi de ancak MEHDİ(!) olabilirdi!...
ZİKRAVEH bembeyaz elbiseler ile görününce heyecan son haddine ulaştı. Herkes onun uğruna can vermeye and içti. Onun efsanevi(!) geri dönüşü KARMATİLER için büyük bir kazanç oldu. Hepsi onun bayrağı altında toplandı. ZİKRAVEH te o günden sonra beyaz elbiselerle ve yüzü peçeli olarak dolaşmaya başladı.
Bununla, sözde TANRI'NIN NURU, CEMAL'i onda tecelli etmiş de, bakanların gözü kör olurmuş gibi bir hava yaratıyor ve peçe ile sözüm ona müritlerini yanmaktan koruyordu!
Şurası unutulmamalıdır ki, MEYMUNOĞLU ABDULLAH'ın temelini attığı İSMAİLİYE MEZHEBİ, ve ondan sonra ortaya çıkan KARMATİLİK, Şİİ kisvesi altında ve sözde ALİ YANLISI olarak faaliyet gösteriyordu. Bu yüzden BAĞDAT'taki HALİFE onlar için hasım durumunda idi...Halkın o dönemde huzur ve refah içinde olmayışı, Şİİ eğilimli olanların KARMATİLER'e sempati duymasını kolaylaştırıyordu.
BAĞDAT ise KARMATİLER'e karşı yavaş davranıyor, gelişmeleri arkadan takip ediyor, ve işi ciddiye almıyordu...Bu yüzden geç kalındı. Nihayet KARMATİLER'le uğraşmak görevi bir TÜRK'e, SORTEKİN OĞLU VASIF'a verildi.
VASIF, KARMATİLER'i takip etmiş, ama amaçlarının ZİKRAVEH OĞLU HÜSEYİN'in intikamını almak, ve HALİFE'yi devirmek olduğunu anlıyamamıştı. Ancak onların saldırıya geçeceklerini haber alınca, SUVAN denen yerde önlerini kesti. İki ordu karşılaştı. KARMATİLER, "Ya HÜSEYİN!..Ya HÜSEYİN!.." diye bağırarak kendilerinden geçmişcesine hücuma kalktılar.
TARİH yine tekerrür ediyordu!.. Yıllar önce MUAVİYE'nin adamları Hz. ALİ'nin askerlerinin önüne KUR'AN sayfaları ile çıkmış ve tereddüt yaratmışlardı... Şimdi de ZİKRAVEH, HALİFE EL MUTAZAT'ın askerlerinin önüne "Ya HÜSEYİN!" diye çıkıyordu...Ama bu HÜSEYİN, Hz. ALİ'nin mubarek oğlu KERBELÂ ŞEHİDİ HÜSEYİN DEĞİL; kendi oğlu MEL'UN HÜSEYİN İDİ!...
Ne var ki, VASIF'ın askerleri bundan habersizdi. VASIF istihbarat konusunda yetersiz kalmıştı... Askerleri düşmana kılıç kaldırmakta tereddüt ettilerse de, onlar saldırınca kendilerini savundular, öyle kolay bozulmadılar. Hatta bir ara üstünlük sağlar gibi oldular. Ancak ZİKRAVEH yedeklerini devreye soktu ve savaşı kazandı. VASIF zor kurtuldu. Askerlerinin çoğu hayatını kaybetti, ŞEHİT oldu.
Bu zafer KARMATİLER'i hem güçlendirdi, hem de çok şımarttı. Artık HAC yolunu bile kesiyor, erkekleri öldürüyor, kadınları köle olarak kendi bölgelerine gönderiyorlardı. BAĞDAT hükümeti zor durumdaydı. KARMATİLER'in üstüne gönderdiği 20.000 kişilik bir başka ordu da tedbirsizlikten susuz kalmış ve kırılmıştı.
Ancak KARMATİLER emellerine ulaşamadılar. KUFE'yi bütün gayretlerine rağmen zaptedemediler. Öte yandan VASIF ta boş durmamış, iyice hazırlandıktan sonra 906 yılında tekrar KARMATİLER'in üzerine yürümüştü.
ZİKRAVEH aynı oyunu bir kere daha tekrarlamak istediyse de, başarılı olamadı. Bu sefer VASIF işi sıkı tutmuştu. KARMATİLER'i darmadağın etti, pek çoğu öldürüldü. ZİKRAVEH yaralandı. Bütün ailesi, akrabaları ve dailerin çoğu ile birlikte yakalandı. BAĞDAT'a götürülürken yolda kan kaybından öldü. Adamları da idam edildi.
ZİKRAVEH ortalığa öyle bir korku salmıştı ki, halk öldüğüne ancak kesik başı günlerce sokaklarda teşhir edildikten sonra inanabildi... Ancak ondan sonra gerçekten sevinebildi!
Ne var ki, mesele burada kapanmadı... MEYMUN'un torunu HÜSEYİN, MEHMET'ten sonra başa geçince, AFRİKA'yı elde etmeyi tasarlamış, bu amaçla oraya DAİLER gönedirilmesini emretmişti. Bu görevi daha önce zaptedilmiş ve İSMAİLİLER'in kontrolüne girmiş olan YEMEN'deki grup üstlenmişti.
AFRİKA'ya gönderilenler arasında EBU ABDULLAH Şİİ de vardı. Bu kişi önce MEKKE'ye, oradan AFRİKA'ya ve MAĞRİB'e gitmiş, yolda hacılarla karşılaşmış ve onları zühdü, takvası(!) ile etkilemişti. Yolun zahmetlerine rağmen oruç tutuyor, devamlı ibadet ediyordu. Dindar görünmek bütün İSMAİLİ DAİLER'in aldatma metodu idi.
Böylece iyi bir nam kazanarak MAĞRİP'teki kabileler arasında tanınmış, nüfuz sahibi olmuş, sonra da yakında zuhur edecek olan MEHDİ'den söz etmeye başlamıştı. İkna kabiliyeti yüksek olan EBU ABDULLAH Şİİ, MEHDİ(!) adına malların beşte birinin toplanması gerektiğini söylediğinde bile karşı çıkan olmamıştı.
EBU ABDULLAH Şİİ, etrafına toplanan kabilelerin sayısı artınca MAĞRİP EMİRİ AĞLUB'a karşı ayaklandı. Bir kaç şehir zaptedip, çevreyi kasıp kavurmaya başladı. AFRİKA'nın kuzeyinin tek hakimi durumundaki ZİYADETULLAH ise zevk ve sefaya dalmış bir kişi olduğu için, olaydan çok geç haberdar oldu. Şİİ kısa zamanda karşısında durulamıyacak kadar güçlendi, 40.000 asker topladı!
Öte yandan İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin lideri MEYMUN'un torunu HÜSEYİN, Şİİ'nin AFRİKA'da güçlendiği sıralarda bir seyyah kılığına girmiş, dolaşıp adamlarının ne yaptığını teftiş ediyordu. Önce GÜNEY İRAN'dan ŞAM'a, oradan da HUMUS'a gelmişti. Bu arada ABBASİLER'in belli başlı şehirlerini de görmüş, adamlarına talimat vermiş, BAĞDAT'taki HALİFE'nin bu faaliyetten haberi bile olmamıştı.
HÜSEYİN, SELEMYE'ye gelince, YAHUDİ bir demircinin güzelliği dillere destan dul karısını görmüş, ona gönül vermişti. Kadın yeni ölmüş kocasının yasını tutuyordu. Fakat o kadar güzeldi ki, HÜSEYİN her şeyi unuttu, kadınla evlenmeye karar verdi. Adamları kadının ayaklarına müccevherler altınlar dokünce, kadın da yası unuttu, HÜSEYİN'le evlenmeyi kabul etti.
Kadının ilk kocasından kendisi gibi güzel bir oğlu vardı. HÜSEYİN bu çocuğun eğitimiyle bizzat meşgul oldu. Ona kendi inançlarını aşıladı. Çocuğu olmayınca da onu yerine geçirmeye karar verdi. ÜBEYDULLAH adını verdiği bu çocuğu, yerine halef tayin etti. Ona mezhep teşkilatının nasıl işlediğini, rumuz ve işaretlerini birbir öğretti. (Bakınız: NOTLAR - 3, 30)
HÜSEYİN ölünce ÜBEYDULLAH teşkilatın başı oldu. BAĞDAT onları sıkıştırmaya başlayınca da iyice güçlendikleri AFRİKA'ya gittiler.
Bir seferinde MISIR valisi onları yakalayıp BAĞDAT'a göndermek üzereydi ki, ÜBEYDULLAH mücevherlerle valiyi caydırdı ve kellesini kurtardı. KİRAVAN'a giderken bir kere daha yakalandı, hapse atıldı.
İşte bu sırada EBU ABDULLAH Şİİ 40.000 kişilik bir orduya sahip hale gemişti. ÜBEYDULLAH'a merak etmemesi haberini gönderdi. Sonra adamlarına nicedir bekledikleri MEHDİ'nin hapiste olduğunu, kurtarılması gerektiğini söyledi. MAĞRİPLİ taraftarlar da ayaklandılar. ÜBEYDULLAH'ı kurtardılar.
O kadarla da kalmadılar. AFRİKA hâkimi ZİYADETULLAH'ı devirip ÜBEYDULLAH'ın mehdiliğini ilan ettiler! (913)
Bu olay İSMAİLİLER için büyük bir başarı idi... ÜBEYDULLAH adına MAĞRİB'in, yani şimdiki FAS'ın her yanında hutbeler okundu. ÜBEYDULLAH her tarafa valiler, hakimler tayin etti. Halkı kendi mezhebine çağırıyor, kabul edenleri ödüllendiriyor, etmiyenleri de hapsediyordu. Kısa zamanda LİBYA'dan FAS'a kadar her tarafta hükmü geçtiği gibi, SİCİLYA'da bile valisi vardı!
ÜBEYDULLAH, ki genelde MEHDİ diye anılır, bundan sonra MISIR'ı fethetmeye çalıştı. Başaramayınca KARMATİLER'i ABBASİ HALİFELER aleyhine kışkırttı. Sonra TUNUS'u, KARTACANA'yı dolaşıp kendine uygun bir yere aradı. Nihayet deniz kıyısında, şimdi MEHDİYE diye anılan bir yer buldu. Çok müstahkem bir mevki olan bu yarımadada surlar, mahzenler, alt geçitler, köşkler inşa ettirdi. Burayı şehir haline getirdi. 947'de öldüğünde oğlu KAİM'e artık kolay yıkılmayacak bir DEVLET bırakmıştı.
KAİM devletin sınırlarını daha da genişletti. Kurduğu donanma ile ROMA'ya kafa tuttu. CENOVA'ya girdi. Bir ara saldırıya uğradıysa da, tehlikeyi atlattı.
KAİM'den sonra MANSUR ve MUİZ zamanında devlet en geniş halini aldı. MUİZ 950'de MISIR'ı zaptetti. SURİYE'ye girdi. Böylece yıllar önce MEYMUN'un hayal ettiği imparatorluk kurulmuş oldu.
Bu devlet FATIMİ DEVLETİ diye bilinir... Adını, hiç alâkası olmamasına rağmen, PEYGAMBERİMİZ'in muhterem kızı, Hz. ALİ'nin eşi FATMA'dan almıştır... FATIMİ hükümdarları kendilerini Hz. FATMA'nın, dolayısiyle Hz. ALİ'nin TORUNLARI sayarlardı. İMAM olması gerekirken hakkı yenmiş CAFER-ÜS SADIK'ın oğlu İSMAİL'in soyundan geldiklerini iddia ederlerdi.
Ama görüldüğü gibi, İSMAİL'le bir kanbağları olmadığı gibi, bunu iddia eden MEYMUN OĞLU ABDULLAH'ın bile gerçek torunları değillerdi!.. FATIMILER Şİİ idiler... Hele ŞİA, asla DEĞİLDİLER!(Bakınız: NOTLAR - 3, 31)
Yüzü peçeli ZİKRAVEH'in kellesi sokaklarda dolaştırılmış, halk KARMATİLER'den kurtulduğuna sevinmişti. (Bakınız: NOTLAR - 3, 32)
Ama bu sevinç biraz erken, biraz yersiz olmuştu. ZİKRAVEH'in oğlu YAHYA'nın müritlerinden CENNABİ adındaki kişi, BAHREYN taraflarında faaliyet göstermeye devam ediyordu. Birkaç sene içinde dağımış olan KARMATİLER'i etrafına topladı, iyice güçlendi. Ancak CENNABİ birgün hamamda iken öldürüldü. Yerine oğlu EBU TAHİR geçti.(914)
KARMATİLER bir süredir BASRA civarına akınlar yapıyorlardı ama, EBU TAHİR'in gözü BAĞDAT'a saldıracak kadar kara idi. Saldırdı da... HALİFE MUKTEDİR'i mağlup etti. Ortalığı soydu, soğana çevirdi.
EBU TAHİR daha sonra MEKKE'ye saldırdı. (926) Hacıları kılıçtan geçirdi. KUFE'yi zaptedip 6 gün yağma etti. Şehir onun zulmünden boşaldı. Soygunlardan, aldığı haraçlardan serveti gün geçtikçe büyüdü.
930 yılında, hacılar ARAFAT'ta iken EBU TALİP yine saldırdı. Yine hepsini kılıçtan geçirdi. Hatta KÂBE'nin içine girmeye muvaffak olan bir kaç hacı da bu mubarek yerde ŞEHİT edildi!
EBU TAHİR hacıların cesetlerini ZEMZEM kuyusuna attırdı!.. HACER-İ ESVED'i ve KÂBE kapısını söktü götürdü!... Arkasında yağma ve talandan harap olmuş bir HİCAZ bıraktı!.. Kısacası, BE TAHİR'de İMAN ve İNSAF'tan eser yoktu!
EBU TAHİR'in esas amacı, HASA denilen yerde kendi "kâbe"sini kurmaktı!... Herkes bu yöne dönecek, bu yere gelecek ve EBU TAHİR de onlardan elde edeceği altınlarla daha zengin olacaktı!..Zamanın BAĞDAT HALİFESİ EL MUKTEDİR, HACER-İ ESVED'i geri almak için EBU TAHİR'e 50.000 altın teklif etti, kabul edilmedi. Ancak ortalığın iyice karışacağını sezen FATIMİLER, işe müdahale ettiler. FATIMİ HALİFESİ MEKKE eşyasının iadesini emredince, KARMATİLER uymak zorunda kaldılar! (Bakınız: NOTLAR - 3, 33)
Aslında FATİMİLER'İN HALİFESİ, MEYMUN'un tek varisi idi. İSMAİLİLER'İN MEHDİSİ sayılıyordu. Bütün teşkilat ve genel olarak ŞİİLİK onun kontrolünde idi. EBU TAHİR verilen emre uymaktan başka bir şey yapamazdı.
Böylece bütün MÜSLÜMANLAR'ca kutsal bilinen HACER-İ ESVED, KÂBE'ye geri götürüldü, yerine kondu. (952) KARMATİLER bu işi istemeden yaptıkları için, HACER-İ ESVED'i önce KUFE sokaklarında dolaştırarak herkese göstermişler, sonra iade etmişlerdi.
FATIMİLER ile KARMATİLER arasındaki sürtüşme bu olayla hallolmadı!... FATIMİLER SURİYE'yi fethedip ŞAM'a girdiklerinde, 30 yıl etrafa kan kusturmuş olan EBU TAHİR ölmüştü. Oğulları arasında liderlik mücadelesi vardı. Nihayet bunlardan HASAN üstün geldi.
FATIMİLER'in ŞAM'a girmesinden sonra HASAN, FATİMİ vali İBNİ FELAH'tan o seneye kadar sürekli aldıkları 300.000 altın haracı istedi. Aslında inanç bakımından aralarında bir fark yoktu ama, iş altına gelince, rekabet arttı. Haracı alamıyan KARMATİLER baş kaldırdılar! FATIMİLER'e harb ilan ettiler.
KARMATİLER'in lideri HASAN sür'atle hareket ederek ŞAM'ı zaptetti. MISIR üzerine yürüdü. FATİMİLER'in kudretli komutanı CEVHER bile onlarla başa çıkamadı. BAĞDAT'taki ABBASİ HALİFE de bu gelişmelerden yararlanıp, KARMATİLER'i daha çok çekindiği FATIMİLER'e karşı kullanmaya çalıştı.
Ancak FATIMİLER artık koca bir imparatorluğa sahip idiler. Sonunda HASAN ve kardeşlerinin hakkından gelerek KARMATİLER'in başına kendi adamlarını geçirdiler.
KARMATİLER ikinci darbeyi merkezleri olan HASA'da bir ağadan yediler. Bu ağa oradaki KARMATİLER'i yeryüzünden sildi, HASA'yı da ABBASİ HALİFESİ'ne devretti. Böylece KARMATİLİK içerden FATIMİLER, dışardan ABBASİLER tarafından bir daha toparlanamıyacak şekilde yıkılmış oldu.
Tabii benzeri teşkilat ve tarikatler kurulmaya devam etti... Ama KARMATİLER'in de, FATIMILER'in de, İSMAİLİLER'in de, sonradan kurulan pek çok benzer tarikatin de bizdeki 12 İMAMLI ALEVİLİK ile yakından uzaktan hiç bir ilişkisi yoktu. ALEVİLİK, adına uygun olarak ALİ'nin, MUHAMMED'in yolunda iken; diğerleri kendilerine başka rehberler, başka mürşitler bulmuşlar; ancak bu hususu gizli tutarak halka ALİ YANLISI görünmüşlerdir!
KARMATİLER'in ve FATIMİLER'in bizim bildiğimiz 12 İMAMLI ALEVİLİK'ten çok farklı olduğunu vurgulamak için, bir kaç hususu daha belirtmek istiyoruz.
MEYMUN'un oğlu ABDULLAH'ın koyduğu prensiplere göre İSMAİLİYE İMAMI (haşa!) ULUHİYYET mertebesinde idi. Yani ALLAH katında idi. Bir şair MUİZ için şöyle demişti:
- "MUKADDERAT'ın iradesi senin iraden yanında hiçtir! O'nun istediği değil; senin istediğin olur! KAHHAR sensin!"
Yine bir başka şair RUKADE şehrine girdiği zaman MUİZ için şu mısraları yazmıştı:
- "Bugün bu şehre gelen, ne MESİH'tir, ne ADEM'dir, ne NUH'tur!...Bugün gelen bizzat ALLAH'tır (haşa)! ve ondan gayrısı hiçtir!"
CANLAR!.. Bilindiği gibi, TASAVVUF'ta her şey ALLAH'tandır, her şey ALLAH'a döner. Hatta MÜKEVVENAT'ta O'ndan gayrı bir şey yoktur!.. Bu gerçeği idrak eden kişi de VELİ'dir...
Amma, yaradılmışlardan sadece bir kişiye ULUHİYYET isnat etmek, hele ki bunun babadan oğula geçtiğini düşünmek, bizce hatalıdır!.. Şİİ FATIMİLER ile 12 İMAM'ın işte bu yüzden yakından uzaktan alakası yoktur. Unutmıyalım ki, Hz. ALİ, kendisine "Sen ALLAH'sın!" diyerek sırnaşmak isteyen İBNİ SEBE'yi MEDAİN'e sürmüştü!...
MEYMUN'un gizli teşkilatı MUİZ'in torunu HAKİM zamanında iyice güçlendi, yeniden organize edildi. HAKİM kendisine vehmettiği ULUHİYYET ile teşkilatı düzene koyarken, halkı da iyice ezmekten kaçınmadı.
Mesela herkes gündüz çalışır gece uyurken, HAKİM gece çalışıp gündüz uyumalarını emretmişti!.. Bir başka deliliği de Hz. MUHAMMED'in ASHAB'ına söğdürmesidir... Bu küfürleri yazdırıp cami duvarlarına astırmıştı.
Bir süre sonra bundan vazgeçti. Bu sefer ASHAB'a küfredenleri cezalandırmaya başladı!.. Bir ara TERAVİH namazını yasakladı. Sonra bu yasağı kaldırdı... Bir gün bütün HIRİSTİYANLAR'a MÜSLÜMAN olmalarını emretti... Sonra izin alanların eski dinine dönebileceğini açıkladı... Kadınların sokağa çıkmasını yasakladı. Çıkanlar idam ediliyordu. Velhasılı, herif zırdelinin teki idi!
Ama bütün bunlara rağmen, teşkilat gittikçe güçleniyordu. Bunun için bir medrese kurulmuştu. DAR-ÜL HİKME, yani BİLGİ KAPISI adlı bu medrese iki kısımdan oluşuyordu. Birincisi alimler içindi. DAİLER buraya devam eder, burada yetiştirilirdi. İkinci kısım 9 derece idi. Cahiller önce burada din kitaplarını ve tefsirleri münakaşa ederlerdi. Onlara ilk başta dini meselelerin anlaşılması zor konular olduğu, basit zekalı insanların anlıyamıyacağı telkin olunurdu. Sonra aklı karışan müritlere dini hakikatlerin öğretileceği, ama bunları kimseye ifşa etmemeleri söylenirdi. İlk derece müridin her türlü inancı sarsılırdı. Yine de devam etmek isteyen, ikinci dereceye geçerdi.
İkinci derecede daha önceki alimlerin, müfessirlerin yazdıklarının yanlış olduğu söylenirdi. Gerçek tefsirin ALLAH tarafından yalnız İMAM'a bildirildiği telkin edilirdi. Merakı artan müridlerden yine ifşa etmiyeceğine dair yemin alınır ve üçüncü dereceye geçirilirlerdi.
Üçüncü derecede 7 İMAM'ın ALİ, HASAN, HÜSEYİN, ZEYNEL ABİDİN, MUHAMMED BAKIR, CAFER-ÜS SADIK ve İSMAİL olduğu öğretilirdi.
Dördüncü derecede PEYGAMBERLER'i öğrenirlerdi. Onlara göre asıl PEYGAMBERLER 7 tane idi: ADEM, NUH, İBRAHİM, MUSA, İSA, MUHAMMED ve İSMAİL... KURBAN olmaya razı olan HZ. İSMAİL değil; İMAM CAFER'in oğlu İSMAİL!.. O zatın da mutlaka kemikleri sızlıyordu...
Ayrıca SÜNNET'in gereksiz bilgi olduğu vurgulanırdı. Sonra beşince derecede peygamberliğin hiç bir kudsi yanı olmadığı belirtilirdi. Altıncı derecede ibadetlerin kitlelerin idaresi için uydurulduğu söylenirdi.
Yedinci derecede TEVHİD-İ BARİ, yani her şeyi yerinde, olması gerektiği gibi ve görevine en uygun yaratan ALLAH'ın TEK'liği inancı yıkılırdı! Onun yerine kainatta TEKLİK değil, İKİLİK olduğu vurgulanırdı. HAYIR'la birlikte ŞERR'in IŞIK'la birlikte KARANLIK ortamın varlığı buna delil gösterilirdi.
Sekizinci derecede ALLAH'ın SIFATLAR'ı nakledilir, bu tür inancın tutarsızlığı anlatılırdı. Nihayet dokuzuncu ve son derecede bütün dini kuralların birer vehim olduğu, PEYGAMBERLER'in birer feylezoftan başka şey olmadığı, hakikatin kendilerine anlatılan bu şeylerden ibaret olduğu söylenir ve inkar pekiştirilirdi. Ve böylece mürit alimler katına yükselmiş olurdu.
Tarihçi HAMMER'e göre İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin özü "hiç bir şeye inanmamak, ve her şeye cüret etmek"tir. Onlara göre her şey aslında yalandı, onun için de her şey mubahtı!
DAR-ÜL HİKME, halen de varlığını sürdüren DÜRZİ MEZHEBİ'nin menşei olmuştur. MEZHEB'in kurucusu İSMAİL adında biridir. KAHİRE camilerinde ÜBEYDULLAH'tan sonra gelen KAİM'i İLAH ilan etmiş, herkesi ona tapmaya çağırmıştı!... Bu konuya ilerde gene değineceğiz.
Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, DAR-ÜL HİKME'de yetişen DAİLER MISIR'ın her tarafına yayıldıkları gibi, SURİYE'ye, hatta MÜSLÜMANLAR'ın yaşadığı her yere ulaşmışlar, İSLAM'a fesat katmışlardır!
ALLAH olduğunu iddia eden HAKİM, esrarengiz bir şekilde, kızkardeşinin tertip etmiş olması muhtemel bir suikast sonucu öldü. Yerine ZAHİR geçti. Onun yerine de oğlu MUNTASIR geldi. MUNTASIR zamanında MAVERA-ÜN NEHİR'deki halk, yani ORTA ASYA'daki CEYHUN ve SEYHUN nehirleri arasında yaşıyanlar propogandalar sonucu İSMAİLİLER lehine halifeye karşı ayaklanmış, herkes bu İMAM'a uymaya çağrılmıştı. İRAN'daki İSMAİLİLER başarıya bile ulaştılar. Hatta bir ara BAĞDAT'ta hutbeler MUNTASIR adına OKUNDU!.. Yani İSMAİLİLER AFRİKA'da, MISIR'da, SURİYE'nin özellikle ŞAM bölgesinde güçlü idiler ve nüfuzları IRAK'a yayılıyordu. (Bakınız: NOTLAR - 3, 34)
Eğer İRAN ve TURAN, yani TÜRK DİYARI da onların eline geçerse, ABBASI DEVLETİ yıkılacak, bütün İSLAM DÜNYASI'na MEYMUN'un fikirleri hakim olacaktı!
ORTA ASYA'daki İSMAİLİLER mezheplerini halka cazip göstermek için kadınları umumileştirmişler, malları ortak etmek için de yağmaya başlamışlardı. Ancak halk bundan hoşlanmadı. Bu sırada BUĞRA HAN olaya el koydu!
MAVERA-ÜN NEHİR hükümdarı olan BUĞRA HAN, İSMAİLİLER'in yarattığı tehlikeyi sezdiği için, önce aralarına karışarak zayıf noktalarını öğrenmek istedi. Mezhebe girmek arzusunda olduğunu duyurdu. Etrafına pek çok dai toplandı. Biri süre sonra BUĞRA HAN onların içyüzlerini öğrendi ve onlarla mücadeleye başladı. BUĞRA HAN ordusu ile İSMAİLİLER 1040 yılında savaştılar. BUĞRA HAN kazandı ve ORTA ASYA'daki İSMAİLİLER'in çoğunu kırdı, yok etti. Ertesi yıl da SELÇUKLU SULTANI TUĞRUL BEY İSMAİLİ mezhebini yoketmek için harekete geçtiyse de, BAĞDAT HALİFESİ'ne söz dinletemedi. Onun için MUSUL'u temizleyip geri döndü. Fakat kısa bir süre sonra BÜVEYHİLER'in baskısına maruz kalan HALİFE, kendisini çağırmak zorunda kaldı.
945 yılında hem ABBASİ DEVLETİ'nin, hem de bütün İSLAM DÜNYASI'nın kaderini etkiliyen bir olay oldu. İSMAİLÎ mezhebine mensup BÜVEYHİLER İRAN taraflarından gelip BAĞDAT'ı ele geçirdiler!.. İRAN'ın orta ve güneyini, IRAK ve UMMAN'ı içine alan bir devlet kurdular. Ancak ayakta kalabilmek için HALİFE'ye dokunmadılar.
BÜVEYHİLER'in ilk reisi EBU SUCA idi. ALİ, HASAN ve AHMED adındaki oğulları MERAVİC'in emrinde idiler. ALİ, ABBASİ HALİFESİ KAHİR BİLLAH'ı yenerek ISFAHAN'ı ele geçirmiş, ancak MERAVİC onlardan çekinerek geri vermişti. Bunun üzerine üç kardeş MERAVİC'i öldürdüler. Ordusunu da bozguna uğrattılar. ALİ HİCAZ'a hakim oldu. HASAN REY şehrini zaptetti. AHMED ise IRAK' aldı, HALİFE'yi yendi ve BAĞDAT'a girdi.
BÜVEYHİLER olayı 932'de başlamış, İMAM MEHDİ'nin son sefiri ABUL HASAN ALİ'nin vefatından 4 yıl sonra BAĞDAT'ı almaları ile zirveye ulaşmıştı. Hakimiyetlerini ta 1055 yılına kadar sürdürecekler, bu süre içinde HALİFELER'i birer kukla gibi kenarda tutacak, kendileri saltanat süreceklerdir.
ŞİİLER nihayet başa geçmiştir, ama BAĞDAT'taki özellikle SAMARRA'daki ALİ OĞULLARI'nın onlara katılmaya, onları desteklemeye hiç niyetleri yoktur. Tam tersine, durumdan son derece rahatsızdırlar. Şİİ BÜVEYHİLER, İRAN, IRAK ve HİCAZ'ı; Şİİ FATİMİLER MISIR, FAS, TUNUS, LİBYA ve SURİYE'yi; Şİİ KARMATİLER ise YEMEN'i kontrolleri altında tutmaktadırlar. Şİİ olmayan iki İSLAM bölgesi kalmıştır: ENDÜLÜS ve HORASAN!.. ALİ OĞULLARI'nın büyük bir kısmı HORASAN'a, TÜRK DİYARI'na göç ederler!...
Bu göçün önemine ilerde işaret edeceğiz.
BÜVEYHİLER'in BAĞDAT'a girişinden 110 yıl sonraki HALİFE, baskılara dayanamamış, kaçmak zorunda kalmıştı. 1055 yılında SELÇUKLU SULTANI TUĞRUL BEY'e bir çağrıda bulundu. Bir süre sonra TUĞRUL BEY ordusuyla gelip BÜVEYHİ DEVLETİ'ni yıktı, HALİFE'yi BAĞDAT'a getirip kendi eliyle tahta oturttu. Sonra geri döndü. Bu arada kumandanı GÜMÜŞTEKİN, HALİFE'nin ordusu ile birlikte hareket ederek İSMAİLÎ ordularını HALEP'ten, KUDÜS'ten attı. Böylece FATİMÎ hükümdarı MUNTASIR'ın "bütün İSLAM ÂLEMİ'ne HALİFE olma" hayali gerçekleşemedi.
1068'de SULTAN ALPARSLAN, HALEP'i zaptederek oradaki İSMAİLİLER'i mahvetti. Daha sonraki SELÇUKLU SULTANI MELİKŞAH'ın kumandanı ETSİZ de KUDÜS'ü, ŞAM'ı aldı ve SURİYE'yi İSMALİLER'den büyük ölçüde temizledi.
ETSİZ daha sonra KAHİRE'yi kuşattı. Ancak İSMALİLİLER'e olan kini yüzünden halka çok eziyet ediyordu. Bu sebepten halk FATIMİ HALİFESİ MUNTASIR'ın etrafında toplandı ve belki de istemiyerek ETSİZ'in mağlup olmasına yol açtı.
Bu olay göstermektedir ki, haksızlığı ortadan kaldırmak, zulme son vermek elbette ki DEVLET yetkililerinin görevidir. Ancak bunu yaparken aşırıya gitmek, zulme zulümle karşılık vermek geri teper. Böyle bir davranış nasıl EBA MÜSLİM'in başını yediyse, ETSİZ'in de mağlubiyetine sebep olmuştur.
ETSİZ'in başarısız MISIR seferinden bir kaç yıl sonra çok meşhur biri KAHİRE'ye geldi. Bu kişi HASAN SABBAH'tı.
HASAN SABBAH'ın BATILILAR'ı bile etkileyen hayatına geçmeden önce bir hakikati belirtelim:
Görüldüğü gibi, TÜRKLER sadece HAÇLILAR'a karşı değil; FİTNE ÇIKARANLAR'a karşı da İSLAM'ı koromuşlardır... "YERİNİZE BAŞKASINI GETİRİRİZ" ÂYET'inin ve pek çok HADİS'in işaret ettiği gerçek ortaya çıkmış, TÜRKLER'in dönemi başlamıştır!..
HASAN SABBAH, meşhur HORASAN'lı şair ÖMER HAYYAM'ın yaşıtı ve okul arkadaşıdır. Hatta SELÇUKLU SULTANI ALPARSLAN'la MELİKŞAH'ın değerli veziri NİZAM-ÜL MÜLK'ün de dostu olduğu, o yüzden sarayda görev aldığı söylenir. Aynı dönemde yaşamış bir başka önemli zat ta şair NİZAMİ'dir.
HASAN SABBAH tıpkı arkadaşı ÖMER HAYYAM gibi FİZİK, KİMYA, ASTRONOMİ ve daha pek çok sahada bilgi sahibi, ancak artniyetli biri idi. BÜYÜ, SİHİR, GİZLİ İLİMLER konusunda da boş değildi. KAHİRE'ye gelince İRANLI İSMAİLİLER'in önde gelen kişilerinden biri olarak bizzat HALİFE MUNTASIR tarafından karşılandı. Anlaşıldığına göre, HASAN SABBAH'ın yolu hem DEVLET ADAMI NİZAM-ÜL'ten, hem de ALEVİ ŞAİR ÖMER HAYYAM'dan çoktan ayrılmıştı.
HASAN SABBAH, DAR-ÜL HİKME'de eğitim gördü. İSMAİLİYE gizli teşkilatını yakından inceleme ve planlar yapma imkânı buldu. Kendisi KAHİRE'de iken İRANLI İSMAİLİLER ezici darbeler yemiş, MUNTASIR da devamlı gerilemek durmunda kalmıştı. Muhtemeldir ki, bu seyyahatinin amacı ortak yeni stratejiler tesbit etmekti. Çünkü bir süre sonra MUNTASIR'dan büyük yetkiler almış olarak geri dönmüş; dönerken de ŞAM'a, CEZİRE'ye, DİYARBAKIR'a ve HORASAN'a uğramıştı. Her gittiği yerde, mezhepdaşları ile görüşmeler yapıyordu. Yine bu dönüş yolculuğu sırasında ALAMUT KALESİ'ni görmüş mıntıkanın stratejik önemini hemen sezmişti. ALAMUT aslında KARTAL YUVASI demektir.
HASAN SABBAH bir süre sonra ALAMUT'u tamamen ele geçirdi... Bu ele gçirmeyi biz, 1980 öncesi terörist örgütlerin DERNEK ve BİRLİKLER'i ele geçirmelerine benzetiyoruz... Önce dernek bünyesine bir kaç sempatizan sokulur, sonra bunların tehditle, zorbalıkla başa geçmesi sağlanır, sonra tüm dernek kontrole alınırdı. Çoğunluk ne kadar iyiniyetli olsa da genelde pısırık ve bireysel davranmakta; böylece bir kaç gözü kara militan SENDİKALAR, VAKIFLAR, MAHALLELER, hatta en umulmadık yerlere hâkim olabilmektedir.
İşte HASAN SABBAH ALAMUT'u benzer şekilde ele geçirdikten sonra, tıpkı ÜBEYDULLAH'ın MEHDİYE'ye yaptığı gibi burasını son derece müstahkem bir mevki haline getirdi. Nereden para bulduğunu sormaya lüzum yok. İSMAİLİLER'in MEHDİ adına halktan zorla HAMSE topladığını, bu beşte bir uygulamasının zamanımıza kadar sürdüğünü biliyoruz.
Değerli SELÇUKLU VEZİRİ NİZAM-ÜL MÜLK, yakından tanıdığı HASAN SABBAH'ın ALAMUT KALESİ'ni tahkim edişinden niyetlendiği melaneti sezmiş, ve derhal üzerine asker göndermişti. HASAN SABBAH bu askerlerin muhasarasından FEDAİLER yollayıp NİZAM-ÜL MÜLK'ü ŞEHİT ettirerek kurtuldu.
Ama henüz şöhretinin zirvesine çıkmamıştı. O yöre İSMAİLİLER'inin lideri ISFAHAN yakınlarındaki ŞAHDUR kalesinde bulunan İBNİ ATTAŞ idi. Aslında HASAN ona tabi idi. İBNİ ATTAŞ, SULTAN MELİKŞAH'ın vefat etmesinden ve oğullarının taht kavgasına düşmesinden yararlanarak etrafı yağmaya başladı. HASAN SABBAH ta ondan geri kalmadı. Her ikisi de müstahkem kalelerinde müritlerinin getirdiği ganimetlere güçlenmeye başladılar.
MELİKŞAH'ın iki oğlu TÜRKYARUK ile MUHAMMED birbirleriyle mücadele ederken bir de İSMAİLİLER'le uğraşmak durumunda kalmışlardı. SULTAN MUHAMMED kendisine yakın olan ŞAHDUR kalesinden işe başladı. Uzun mücadelelerden sonra kale ele geçirildi. İSMAİLİLER imha edildi. İBNİ ATTAŞ'ın derisi yüzüldü... Meydan HASAN SABBAH'a kalmıştı.
HASAN SABBAH gelmiş geçmiş İSMAİLİLER'in en belâlısı idi. Korkunç zekâsıyla istediği hakimiyeti kurabilmek için insana ihtiyacı olduğunu farketmiş ve insanları dahiyane buluşlarla kendisine bağlamıştı. Onun adamları, şeyhleri için her türlü işkenceye katlanır, ellerinde ne varsa verir ve emirlerine körükörüne itaat ederlerdi. Kelimenin tam anlamıyla "öl!" dese, ölürlerdi! Bu kişiler afyon ile uyuşturuldukları için sonradan HAŞHAŞÎLER olarak anılmışlardır.
HASAN SABBAH'ın bu bağlılığı nasıl sağladığını bir süre sonra yöreden geçen seyyah MARCO POLO'dan dinliyelim:
"CEBEL ŞEYHİ iki dağ arasındaki vadiyi kapatarak bir bahçe meydana getirmişti. Burada meyvaların en güzeli, çiçeklerin en göz alıcı yetiştiriliyordu. Şarap ve bal akan ırmaklar vardı. Çok güzel kızlar türlü türlü musiki âletleri çalar, şarkılar söyler, raksederlerdi. Burası gerçek bir DÜNYA CENNETİ idi."
"Civardan toplanan 20 yaşına girmiş gençler buraya getirilir, afyonla uyuşturulduktan sonra cennete bırakılırlardı. Genç uyanınca kendini birden harikulade bir yerde bulur, gerçekten cennete düştüğünü sanırdı. Her isteği yerine getirilirdi. Bu gençler günlerini burada zevk-ü safa içinde geçirirlerdi."
"Ama ŞEYH'e birisi gerektiği zaman uygun bulunan genç cennetten çıkarılır, ŞEYH ona emrini iletir, 'Git! Dönersen, meleklerim seni cennete götürür. Ölürsen, ben meleklerimi gönderir, seni cennete getiririm,' derdi."
Sinemanın, tiyatronun, vidyonun, internetin, gazinonun, resim ve fotoğrafın olmadığı; kızlara ancak uzaktan bakılabildiği bir dönemde 20 yaşındaki bir gencin burayı cennet sanmaması, pek te kolay değildi.
Eğer ŞEYH, yani HASAN SABBAH birine suikast için fedailerini gönderirse, o kişi mutlaka ölürdü. Nitekim NİZAM-ÜL MÜLK muhafızlarının arasında ŞEHİT edilmişti.
Bu uygulama ile HASAN SABBAH sadece halkı değil; hükümdarları bile titreten bir kişi haline gelmişti. ALAMUT kalesinde yaşadığı 33 sene boyunca HASAN SABBAH herkesin korkulu rüyası oldu. (Bakınız: NOTLAR - 3, 35)
Kendine ŞEYH-ÜL CEBEL, yani DAĞLARIN ŞEYHİ dedirtiyordu. Adamlarını üç grupta toplamıştı. BÜYÜK DAİLER, vezir durumunda idiler. Geniş yetkileri vardı. Aynı zamanda MEZHEB'in ileri gelenleri olarak telkinlerde bulunurlardı. REFİKLER, yani yoldaşlar ise MEZHEB'e yeni kabul edilenlerdi. Üçüncü grup ise FEDAİLER'di. Biraz önce anlattığımız görevleri yürüten afyon ve sahte cennet kurbanları idiler... HASAN SABBAH'ın gerçek düşüncelerini sadece BÜYÜK DAİLER bilirdi.
MELİKŞAH'tan sonraki sultanlardan SUNGUR, HASAN'a karşı bir sefer düzenlemek üzere ordu hazırlarken, bir sabah yatağının başucunda saplı bir hançer bulmuştu. Bunun üzerine korkarak seferden vazgeçti!
Aslında SULTAN MUHAMMED, İBNİ ATTAŞ'ı öldürttüğü gibi, ALAMUT kalesini de kuşatmıştı. Kumandanı ANUŞTEKİN idi. Açlıktan ölecek hale gelen kaledekiler MUHAMMED'in ani ölmesi ve askerlerinin dağılması ile kurtulmuşlardı. Bu da kaderin bir cilvesi idi. HASAN SABBAH bu kuşatmanın intikamını bir çok insafsız saldırı yaparak aldı.
Nihayet 1124'de öldü. Yerine KAYASÜBÜRK geçti. Maalesef bu kişi TÜRK'tür... ve FİTNE ve TEDHİŞ'e bulaşan ender TÜRK'lerden birisidir... O da SULTAN'ın veziri EBU NASIR'ı öldürttü. Üç sene sonra yerini oğlu MEHMET'e bıraktı. MEHMET hem HORASAN'a saldırıp binlerce masum cana kıydı, hem de ABBASİ HALİFESİ MÜSTERŞİD'i fedailerine öldürttü.
1164'de MEHMET öldü, yerine oğlu HASAN geçti. HASAN, İSMAİLİYE mezhebinden olan ayan ve eşrafı Hz. ALİ'nin ŞAHADET günü yıldönümünde ALAMUT kalesine toplıyarak onlara şöyle hitap etti:
"Ben devrin imamıyım! Dünyada ne kadar emir ve yasak varsa, hepsini kaldırıyorum. Bugün kıyamet günüdür, bayramdır. Herkes istediğini yapsın!"
Böylece bir kere daha İSMAİLİLER'e herşey mubah oldu. DİNÎ, AHLAKÎ, İÇTİMAÎ kuralların hiç birine tabi olma ihtiyacı kalmadı. Tabii sadece İSMAİLİ olanların!..
HASAN bir süre sonra öldürüldü. Yerine oğlu MEHMET geçti. Babasının kaatillerinin yanısıra, bir çok din ve devlet ileri gelenlerini öldürttü.
Bu sırada HAÇLI orduları KUDÜS'ü işgal etmişlerdi. FİLİSTİN ve SURİYE'deki bir çok bölge onların kontrolünde idi. İSMAİLİLER de bundan yararlanmışlardır. Neticede o karanlık günlerde HAÇLILAR SURİYE'nin çoğunu elde ettikleri gibi, İSMAİLİLER de FATIMİLER ile birlikte ORTA ASYA'dan MISIR'a, hatta FAS'a kadar uzanan bölgede tekrar güçlenmişlerdir.
İSMAİL HAKKI DANIŞMEND olayı şöyle değerlendirmektedir:
"SURİYE, SELÇUKLULAR'ın hakimiyetine girince, eski IRK kini bir de MEZHEP kiniyle alevlendi. SELÇUKLULAR SÜNNİ ve TÜRK idiler. FATİMİLER İSMAİLİ ve ARAP'tılar. Bu yüzden HAÇLILAR ANTAKYA'yı alırken FATİMİLER SELÇUKLULAR'ı arkadan vuruyor ve KUDÜS'ü zaptediyorlardı. TÜRKLER mağlup olunca HAÇLILAR hiç sıkıntı çekmeden gelip KUDÜS'ü FATİMİLER'in elinden aldılar. KUDÜS üç gün üç gece korkunç katliamlara sahne oldu. Hemen bütün MÜSLÜMANLAR katledildi. Her taraf yağma edildi. Sonra HIRİSTİYANLAR papazların önderliğinde Hz. İSA'nın lahdini öpmeye gittiler!"
FATIMİLER'in bu ihaneti ARAPLAR'ı dahi müteessir etmiştir. Yalnız belirtmek gerekir ki, burada IRK düşmanlığı MEZHEP düşmanlığından önde gelmiştir. SURİYE'deki SÜNNİ ARAPLAR da 1099'da KUDÜS'e ilerliyen HAÇLILAR'a yardım etmiş, TÜRKLER'i yalnız bırakmışlardır.
Bunda şaşacak bir şey yok!.. ARAPLAR, aynı şeyi hem de PEYGAMBER TORUNU, HÜSEYİN SOYU'ndan ŞERİF HÜSEYİN aracılığıyla 1. Dünya savaşı'nda yine yapmadılar mı?.. KÂBE'yi, MEKKE'yi, PEYGAMBER'in KABRİ'ni, MEDİNE'yi savunan TÜRKLER'i İNGİLİZ altınlarına kanıp arkadan vurmadılar mı?.. Boyunlarını İNGİLİZ sömürge zincirine gönüllü uzatmadılar mı?
Burada farkedilmesi gereken gerçek şudur: SELÇUKLU TÜRKLERİ, ABBASİ HALİFESİ ve ALİ OĞULLARI bir saftadır. Çünkü onlar KUR'AN'a, MUHAMMED'e uymuşlar, ALİ'nin yolundan gitmişlerdir... Karşı tarafta ise HAÇLILAR, yani gavurlar, Şİİ FATIMİLER, Şİİ İSMAİLİLİER, ve bazı SÜNNİ geçinen ARAPLAR vardır. Bunlar ALİ'yi sevdiklerini söylemelerine, veya KUR'AN'a SÜNNET'e uyduklarını iddia etmelerine rağmen kâfirlere hizmet etmişlerdir!..
Görüldüğü gibi mesele ALEVİ-SÜNNİ meselesi değildir. Bir İKTİDAR, bir GÜÇ, bir MENFAAT meselesidir. Mücadele HAK YOLU'nda olanlarla ŞEYTAN'a uyanlar arasındadır... Biz bu noktada ŞEYTAN'a uyup HASAN SABBAH'ın peşinden gidenleri ALİ YANLISI diye anmaktan, yani Şİİ kelimesini bu anlamda kullanmaktan kaçındık. Şİİ kelimesini hep belirttiğimiz gibi ALİ YANLISI görünüp ŞEYTAN'a hizmet edenler için kullandık. Çünkü onlar kendilerine öyle diyorlardı... SELÇUKLULAR'a SÜNNİ denmesi, hiç bir zaman onların ALİ SOYU'na karşı olmaları anlamına gelmez. İlerde çok açık şekilde göreceğimiz gibi, zaten onları MÜSLÜMAN yapanlar ALİ OĞULLARI'dır. Nasıl ALİ'ye karşı olabilirler ki?..
Görüldüğü gibi TÜRKLER hem İSLAM'ı yok etmeye çalışan HIRİSTİYANLAR ile; hem de İSLAM'a FİTNE sokan, FESAT katan FATİMİLER, İSMAİLİLER, KARMATİLER, HAŞHAŞÎLER ile savaşmak; bunun için gerektiğinde ARAPLAR'la ACEMLER'le mücadele etmek durumunda kalmışlardır.
O yüzden biz 1055 yılında sonra TÜRKLER'i İSLAM'ın MUHAFIZI olarak görürüz.
TARİH'e dönersek; nihayet 1171 yılında SULTAN NUREDDİN ZENGİ adına hareket eden SELAHADDİN-İ EYYUBİ MISIR'ı fethetti. Son FATIMİ HALİFESİ öldü. Böylece 260 yıldır süren MEYMUNZADELER saltanatı son buldu.
Ama HASAN SABBAH'ın HAŞHAŞÎLER'i öyle kolay alt edilir cinsten değildi. Bir kaç yıl içinde tekrar toparlandılar. (Bakınız: NOTLAR - 3, 36)
Başlarında SİNAN diye bir ŞEYH-ÜL CEBEL vardı. SİNAN kendileriyle yılmadan bıkmadan uğraşan SELAHADDİN-İ EYYUBİ'yi ortadan kaldırmayı aklına koymuştu. Halbuki SELAHADDİN İSLAM'a büyük hizmetler vermiş bir hükümdardı artık. 1197 yılında KUDÜS'ü HAÇLILAR'dan geri almış, HIRİSTİYANLAR'ın elindeki kaleleri birer birer kurtarmıştı.
Buna rağmen, 1202 yılında SELAHADDİN bir kumandanının çadırında iken HAŞHAŞÎ fedailerinden biri ona hançerle saldırdı. SELAHADDİN başındaki miğfer sayesinde kurtuldu. Bu fedai öldürüldükten sonra, hemen bir ikincisi, sonra bir üçüncüsü saldırdı. Ama İLAHİ TAKDİR SELAHADDİN'in yanındaydı, hepsinden kurtuldu.
SİNAN nice hainlikler gösterdikten sonra, nihayet SELAHADDİN'in kumandanlarından HALDUN tarafından MASYAF (Musuaf) kalesinde kuşatıldı. Durumun kötüye gittiğini gören BAŞ DAİ MELEK TAVUS, SİNAN'ı öldürerek ŞEYH-ÜL CEBEL oldu. Ama kısa bir süre sonra bunun kurtulmasına yetmiyeceğini anladı. Adamlarını, kadınları, çocukları topladı. Hepsine cennete buluşacaklarını müjdeledikten(!) sonra kaleden aşağı atlamalarını emretti. Hepsi tereddütsüz kendilerini kayaların üstüne attılar. En sonra kendisi atladı. SELAHADDİN'in ordusu hiç bir mukavemetle karşılaşmadan MASYAF kalesine girdi. Kale sonradan tamamen yıkıldı.
ALAMUT kalesindekiler ise, güçlerinden çok şey kaybetmelerine rağmen, varlıklarını ve melanetlerini sürdürdüler. Pek çok önemli kişiyi öldürdüler. HAŞHAŞÎLER siyasi cinayet siparişi de alırlardı. Mesela 1152'de TRABLUSLU RAYMOND'u, 1192'de KONRAD MONSERRAT'ı böyle öldürmüşlerdi. Onlar için SÜNNİ-ALEVİ, MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN, İYİ-KÖTÜ farketmezdi. kendilerine karşı olan herkesi, veya sipariş üzerine isteneni öldürmekten çekinmezlerdi. Bu TEDHİŞ'İ, yani TERÖR'ü 200 yıl sürdürmüşlerdir.
Nihayet büyük MOĞOL istilası sırasında, CENGİZ HAN'ın kumandanlarından HÜLAGU, 1256'da ALAMUT kalesini alarak bu fesat yuvasını yok etti. 1272'de ise BAYBARS her türlü HAŞHAŞİN etkisini ortadan kaldırdı. Bu kabus ta böylece sona erdi!
TÜRKİYE'de SİİRT, MARDİN, DİYARBAKIR, URFA civarlarında dağınık olarak yaşıyan, sayıları 10-30.000 arasında tahmin edilen ve YEZİDİLER diye bilinen bir değişik MEZHEP mensupları vardır. Ayrıca IRAK'ta, SURİYE'de, AZERBEYCAN'da yaklaşık 300.000 kadar YEZİDİ bulunduğu sanılmaktadır.
Kendilerini MÜSLÜMAN sayan bu küçük grubun enteresan inançlarından biri de "MELEK TAVUS'un ALLAH'ın meleği ve elçisi olduğu ve varlığını sürdürdüğü"dür... YEZİDİLER'ce MELEK TAVUS aslında ŞEYTAN'dır, ama çok kudretli olduğu için saygı gösterilmesi gereken bir varlıktır.
YEZİDİLİK inancının asıl kaynağı ŞEYH ADİY BİN MUSAFİR adındaki kişidir. 1160 yılında ölmüştür. MERVAN'ın soyundandır, yani EMEVİ'dir. HAKKÂRİ civarında da bir dergâh açmıştı.
ŞEYH ADİY koyu bir SÜNNİ idi. ŞİİLER'e çatar, MUAVİYE ve YEZİD'in aslında iddia edildiği kadar kötü biri olmadığını savunurdu... Tabii dayandığı bazı haklı temeller vardı ki, biz bunları daha önce belirttik. MUAVİYE'nin dirayetli idaresi ve fetihlerinin yanısıra, YEZİD'in ZEYNEL ABİDİN'i öldürmemesi bile onun lehine kaydedilebilecek bir puandır... ŞEYH ADİY, bilgili, dürüst bir insandı.
ŞEYH ADİY'in taraftarlarına bu yüzden YEZİDÎ denildi. Kendisi ölünce yerine oğlu HASAN geçti. Ancak ona bağlananlar SÜNNİ anlayıştan uzaklaşıp bazı aşırılıklara gittiler. Öyle ki YEZİD'i savunmak bir yana, ona İNSANÜSTÜ özellikler isnat ettiler. Böylece YEZİDİLER diğer SÜNNİ MEZHEP ve gruplardan ayrıldı.
Peki, YEZİD'den MELEK TAVUS'a nasıl gelindi?.. Bizce ŞEYH ADİY ve son ŞEYH-ÜL CEBEL MELEK TAVUS çağdaş olduğundan!..
Her nekadar daha önce, MELEK TAVUS'un MASYAF kalesinde HAŞHAŞÎLER'in lideri SİNAN'ı öldürüp ŞEYH olduğunu, sonradan kendine inananlarla birlikte surlardan atlıyarak öldüğünü naklettikse de, bu bir rivayete dayanmaktadır.
MELEK TAVUS gibi bir adam herkesi öldürdükten sonra kalenin gizli bir yerine saklanıp kurtulmuş, sonra ALAMUT kalesine geçmiş olabilir. Veya çevresine topladığı HAŞHAŞÎLER'le, ortalıkta görünmek tehlikeli olduğu için kıyıda köşede saklanmış olabilir...Eğer kaleden kurtulduysa tıpkı ZİKRAVEH gibi bunu "ölümden dönme" olarak sunmuş, ve müritlerini MEHDİ olduğuna inandırmıştır.
İster ölmüş olsun, ister yaşayıp saklansın, ona inananlar gizlenmek durumunda idi... Böylece YEZİDİLER de, HAŞHAŞÎLER de toplum tarafından dışlanmış, yeraltına itilmiş olduğundan bir şekilde birbirleriyle irtibata geçtiler... Ve yakınlaştılar... Tıpkı, zamanımızda görüşleri ayrı iki terörist grubun bizden gizli olmalarına rağmen birbirlerini bulmaları ve yardımlaşmaları gibi...
Kurnaz olan HAŞHAŞÎLER kısa zamanda görüşlerini YEZİDİLER'e aşıladılar. Zamanla YEZİDİLER kendi pirleri YEZİD'i ilahlaştırmayı bırakıp, HAŞHAŞÎLER'in MEHDİ'sini kendilerine ilah edindiler... İşte bu yüzden, bizce YEZİDİLER'in ŞEYTAN deyip tapındıkları, kudretinden korktukları ve bir MEHDİ gibi ortaya çıkmasını bekledikleri MELEK TAVUS; HAŞHAŞÎLER'in son büyük ŞEYH-ÜL CEBEL'i ve MEHDİ'si MELEK TAVUS'tur!... O, gerçekten ŞEYTAN gibi biri adamdı. HAŞHAŞÎLER onun ölümünü bir türlü hazmedememiş, tıpkı ALEVİLER'in HÜSEYİN'in ardından gözyaşı dökmeleri gibi, adını dillerden düşürmemişlerdir.
Saklanmak, kaçmak, ve genelde cahil kalmak bu grubun zamanla ZERDÜŞT, MECUSİ, HIRİSTİYAN, TÜRK, HAŞHAŞÎ, hatta eski ASUR dininden gelme inançlarının bir karışımı olarak YEZİDİLİK mezhebini oluşturmalarına yol açmıştır.
ŞEYH ADİY'e atfedilen KİTAB-ÜL CİLVE ve MUSHAF-I REŞ gibi YEZİDİ temel kitaplarının, onunla hiç bir ilgisi yoktur!.. Bu kitapların yazarları, ne idüğü belirsiz kişilerdir... ŞEYH ADİY'in elde bulunan tek eseri İTİKAT-Ü EHL-İ SÜNNE VEL CEMHA'dır. Üslubu ötekilerden tamamen farklı, değerli bir eserdir.
Bu olayda en önemli husus, bir MEZHEB'in SÜNNÎ bir anlayışla başlayıp, Şİİ bir noktaya gelmesi; üstelik ALEVİLER'ce ve ŞİİLER'ce tutulur bir yanının olmamasıdır!
Bu da bizim görüşümüzü desteklemektedir. TÜRKİYE'deki ALEVİ-SÜNNİ farklılığı ne 4 HALİFE'dendir, ne 4 MEZHEP'ten, ne 12 İMAM'dandır!... Sadece TÜRKİYE'de değil; bütün İSLAM DÜNYASI'nda aynı şey varittir!
600'lerde olay AİLE ve KABİLE sürtüşmesidir. O dönemde TÜRKLER henüz MÜSLÜMAN değildir. 700'lerde olay yine AİLE sürtüşmesidir. Daha önce EMEVİ-HAŞİMİ iken şimdi EMEVİ-ABBASİ ve ABBASİ-HAŞİMİ haline dönüşmüştür. TÜRKLER henüz devreye girmişlerdir ama, hem HALİFE'nin hem de İMAMLAR'ın yanındadırlar. Çünkü onlar bu AİLE kavgalarının tamamen dışındadırlar ve ortalıkta henüz DİN açısından bir ayırım yoktur.
800-1100 arasında İMAMLIK kavgasından çıkan ayırım sadece DİN'e fesat katmakla kalmamış, ahlakı bozmuş, insanları bölmüş, ülkeyi parçalamıştır. Ama bu da TÜRKLER'in kendi içinde cereyan eden bir olay değildir. ARAPLAR, ACEMLER çok daha fazla etkilenmişlerdir.
Kısacası, TÜRKİYE'deki ALEVİ-SÜNNİ meselesi, 1400 yıllık bir kavga değildir!.. Çok daha yeni bir olaydır. Buna ilerde değineceğiz...
Yalnız burada bir konuya açıklama getirmekte yarar var: TÜRKİYE'de ALEVİLER için kullanılan KIZILBAŞ kelimesi nereden gelmiştir?..
Bu konuda muhtelif rivayet var... Biz bunlardan katıldığımız bir tanesini daha önce nakletmiştik. Hz. ALİ'nin İBNİ MÜLCEM'in hançeri ile yaralanması ve sarığının KIZIL KAN'a bulanması sonucu, ALEVİLER bunu bir ALİ SEVGİSİ işareti olarak benimsemişlerdir. Onun içindir ki, ALEVİ türkülerinde hep Hz. ALİ'yi sembolize eden "ALLI TURNA"dan söz edilir.
Gerçekten de televiyonda yayınlanan muhtelif belgesellerde bazı turnaların tepesinde KIRMIZI bir takke gibi duran tüyler, çok açık olarak görülmektedir... Dahası, aynı turnaların kanatlarını açarak aynen SEMAH yapar gibi birbirlerinin etrafında döndükleri ve böylece muhteşem bir manzara meydana getirdikleri müşahede edilmiştir... Bu yüzden ALEVİLER için KIZILBAŞ kelimesinin ve ALLI TURNA'nın özel bir yeri vardır.
Peki ama, SÜNNİLER'de görülen KIZILBAŞ kelimesine kötü anlam verme alışkanlığı, nereden kaynaklanmıştır?... Onu da söyliyelim: HASAN SABBAH'tan!..
HASAN SABBAH'ın müritleri sarık ve külahlarının altına KIRMIZI TAKKE giyerlerdi. Böylece onların KIZIL BAŞLIK'la dolaştığı kimse tarafından bilinmezdi. Ancak fedailer bir suikasti veya görevi ifa ederken sarıklarını atarlar ve takkeleri ortaya çıkardı. Bu davranışları ile ölüme bile bile ve severek gittiklerini ve bunu şeyhleri uğruna yaptıklarını göstermek isterlerdi.
SELÇUKLU TÜRKLERİ ve diğer SÜNNİLER ve hatta o dönemin ALİ OĞULLARI, bu KIZIL BAŞLIK'lı gözü kararmış insanların yarattığı sorunlarla uğraştıkları için; KIZILBAŞ tabiri zamanla kötü niyetli kişileri hatırlatır olmuştur.
Dahası var... Bazı SÜNNİLER, "KIZILBAŞLAR'ın namus nedir bilmediğini; hatta analarıyla kızlarıyla yattığını" iddia eder... Bu elbetteki ALEVİLER için doğru bir iddia değildir... Bazı küçük gruplarda "MÜSAHİB'in kendine bağlanan kişinin karısı kızı üzerinde hakkı olduğu" inancı varsa da; ALEVİLER'in büyük çoğunluğu bunu kabul etmez!..
Ama HAŞHAŞÎLER ve HÜRREMÎLER günah diye bir şey tanımazdı!.. Herkes istediğini yapabilirdi. Her türlü ahlaksızlık mubahtı!
İşte bu ahlak düşüklüğü, KIZILBAŞ kelimesinin daha da kötü bir anlam kazanmasına yol açmıştır. HASAN SABBAH'ın KIZIL BAŞLIK'lı FEDAİLER'i gerçekten kötü idi. Ama bunun bizim ANADOLU halkı için, bizim ALEVİLER için geçerli olmadığını bilmek gerekir!.. Bazı tarikat şeyhlerinin, dede geçinenlerin böyle bir âdet çıkarmaya kalkışmasına da şiddetle karşı koymak, onları rezil etmek ise, boynumuzun borcudur.
Acaba HASAN SABBAH neden KIZIL BAŞLIK seçmiş ve başımıza böyle bir iş açmıştır?... Sebep basittir. O, bütün ALİ'yi sevenleri kendi yanına çekmek istemişti!.. Bunun da en kolay ve geçerli yolu, onu hatırlatacak bir sembol kullanmaktı, o da KIZIL takkeyi seçti.
Bir şey yanlış anlaşılmasın... İSLAM'a FESAT katanlar, FİTNE çıkaranlar, MÜSLÜMANLAR'ı doğru yoldan uzaklaştırmak istiyenler sadece İBNİ SEBE, MEYMUN, KARMAT, HASAN SABBAH'tan ibaret değildir!
Ta EBUBEKİR zamanından hatırlıyacaksınız, kadın peygamberler(!) bile çıkmıştı ortaya... Arada daha niceleri vardır.
Mesela EL MUKANNA... Yani YÜZÜ PEÇELİ peygamber(!)... ZİKRAVEH'ten çok önce, belki de ona ilham verecek şekilde 767'de ortaya çıkan bu adam HAŞIM BİN HEKİM adında biri idi. Peygamberliğini ilan etmiş, IRAK ve İRAN'da 780 yılına kadar FİTNE'si sürmüştü.
Keza, 816 yılında AZERBEYCAN'da ortaya çıkan BABEK... Kendisi kör ve ahlaksız bir kadının oğlu idi. 18 yaşına gelince tesadüfen HÜRREMİLER'in lideri CAVİDAN'ın yanına uşak olarak girdi. Karısını ayarttı. CAVİDAN bir çatışmada yaralanıp evinde ölünce, kadın "CAVİDAN'ın ruhunun BABEK'e geçtiğini" ilan etti ve BABEK bu tarikatın lideri oldu. (817)
HÜRREM aslında hoş, gönül çeken demektir. HÜRREMİLER, İSLAMİYET'ten önce MAZDEKÎ diye bilinirdi. İnsanın karısı, kızı, kardeşi ile yatabileceğini savunur; hiç kayıt kural tanımazlardı... Günümüzde bu inancın temsilcisi Ahmet Altan'dır. Aynen yukardaki gibi, "insanın gönlü çektiyse niye anasıyla, kızıyla yatmasın?" diye makale yazmıştır!.. (1993)
İşte BABEK böyle bir tarikatın başına geçmişti. Giderek güçlendi. Bölgeye dehşet saçmaya başladı. Önce HALİFE ME'MUN'u, sonra da MUTASIM'ı çok uğraştırdı. Nihayet TÜRK komutan AFŞİN 857'de BABEK'in müstahkem kalesi BEZZ'i aldı. BABEK yakalandı. SAMARRA'da teşhir edildikten sonra, hakkında KUR'AN'ın eşkiya için belirttiği hüküm uygulandı. Kol ve bacakları çaprak olarak kesildi, sonra öldürüldü. BABEKİ kalıntıları 11. asra kadar MEHDİ beklemeye devam ettilerse de, etkileri kalmadığından fazla bir zararları olmadı.
Görüldüğü gibi, ele almadıklarımız daha pek çok kısa süreli olan ayaklanma ve fitneler vardır... Bazıları üzerinde ilerde bir kere daha duracağız.
Bu dönemde dikkate alınması gereken en önemli nokta, 12 İMAM devrini tamamladıktan sonra, yani 950'lerde ALİ SOYU'nun büyük kısmının HORASAN'a göçmesidir!..
Bunda FATIMİLER'in, KARMATİLER'in, BÜVEYHİLER'in elbette etkisi vardır... BAĞDAT ve civarının artık İLİM MERKEZİ olmaktan çıkmasının da rolü büyüktür.
Ama MENZİL-İ MAKSUT olarak HORASAN'ın seçilmesinin de büyük HİKMET'i vardır.
Biz bu olayı, tıpkı Hz. HASAN'ın grçeği sezip HALİFELİK'ten vazgeçmesi gibi görüyoruz. ALİ OĞULLARI'nın sezdiği bir şey vardı: GELECEK ve İSLAM'IN ÜMİDİ artık ARAP diyarında, ACEM diyarında değil; TÜRK YURDU'nda idi!
DÖRDÜNCÜ KISIM: ORTA ASYA TÜRKLERİ'NİN MÜSLÜMAN OLUŞU
CANLAR!... Bazı ifadeleri çok tekrarladık, sizleri sıkmış olabiliriz. Ne var ki, o kadar bariz olmasına rağmen pek çok şey hâlâ yanlış biliniyor. Kimse de bunun üzerinde durmuyor. Bu bakımdan bir kere daha geçmişe bir göz atacağız.
Yazımızın BİRİNCİ KISMI'nda gördüğünüz gibi, ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesi diye günümüze yansıyanlar Hz. ALİ'nin HALİFELİK "sırası"ndan çıkmamıştır!.. O problem, Hz. ALİ'nin önce EBUBEKİR'e, daha sonra da ÖMER ve OSMAN'a BİAT etmesiyle, ve sonra da kendisinin HALİFE olmasıyla çözülmüştür.
ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesi, MUAVİYE'nin hile ile HALİFE olmasından da çıkmamıştır!.. Bu mesele de Hz. ALİ'nin kendi bölgesinde HALİFELİK görevini sürdürmesi, yerine geçen Hz. HASAN'ın da HALİFELİK makamını bırakıp MUAVİYE'ye BİAT etmesiyle hallolmuştur. O tarihten itibaren İMAMET gerçek DİN liderliği olmuştur.
ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesi, HZ. HASAN, HÜSEYİN, bazı diğer İMAMLAR ve bazı EHL-İ BEYT mensuplarının ŞEHİT edilmesiyle de başlamamıştır!.. Çünkü bu olaylar ALEVİLER kadar SÜNNİLER'i de rencide eder... O dönemin kendini bilen EHL-İ BEYT mensupları ise, daima İSLAM DEVLETİ'nin birliğini, bütünlüğünü ve devamını her şeyden üstün tutmuşlar, en kötü günlerde dahi HALİFE ile iyi geçinmeye çalışmışlardır.
ALEVİ-SÜNNİ meselesi, 12 İMAM ile 4 MEZHEP İMAMI'nın fikir ayrılığından da kaynaklanmamıştır!.. Çünkü zaten öyle derin bir ayrılık yoktur. PEYGAMBER TORUNU İMAMLAR ile MEZHEP İMAMLARI bir arada yaşamışlardır.
ALEVİ değil; ama Şİİ-SÜNNİ ayırımı, bariz olarak 765 yılından sonra, yani PEYGAMBERİMİZ'in vefatından 150 yıl kadar sonra, İMAMET meselesinden çıkmıştır!.. İMAM MUSA-L KÂZIM'a değil de; İSMAİL'in oğluna bağlı olan ŞİİLER, Hz. ALİ'yi, Hz. HÜSEYİN'i kendilerine bayrak yaparak asıl İMAMLAR'a karşı çıkmışlar, MÜSLÜMANLAR'ı bölmüşler, hacıları soymuşlar, ZEMZEM kuyusuna işemişler, KÂBE'yi basıp HACER-İ ESVED'i çalıp götürmüşlerdir!
SEBAİ, İSMAİLİ, KARMATÎ, FATIMÎ, NİZARÎ, HAŞİŞÎ(HAŞHAŞÎ, HAŞHAŞİN) olan bu kişiler ALEVÎ olmadığı gibi; TÜRKLER'le de doğrudan ilgili değillerdir!... Bunların hepsi 765-941 yılları arasında yaşıyan ALİ OĞLU İMAMLAR'ın tenkidine uğramış; onlar tarafından ASLA desteklenmemişlerdir!
Hz. MUHAMMED, bir HADİS'inde "Benden sonra ÜMMETİM 72 FIRKA'ya ayrılacak. Bunlardan yalnız biri tanesi KURTULUŞ'a erecek," buyurduğu hatırlanırsa; bunun fazlasıyla gerçekleştiği görülür.
Gerek ALEVÎ, gerekse ŞİÎ, HARİCÎ, MÜTEZİLÎ, ve de SÜNNÎ tarikat ve mezheplerin sayısı kimbilir kaç 72 olmuştur!...
Bunların her biri kendini FIRKA-YI NACİYE ilan eder!.. Yani PEYGAMBER'in kastettiği KURTULUŞ'A ERMİŞ GRUP olduğunu öne sürer.
Biz bunun İDDİA ile değil; Yüce ALLAH'ın TAKDİR'i ile olacağına inandığımızdan; kendini MÜSLÜMAN sayan hiç bir mezhebi, hiç bir tarikati, hiç bir grubu "küfür"le, "dinden çıkmış olmak"la itham etmeyiz. Bunu ancak ALLAH bilir!
Ancak kendi naciz anlayışımıza göre; bu grupların KUR'AN'a, Hz. MUHAMMED'e, ALİ'ye uyup uymadığına bakarak MAKBUL saymadıklarımızı, İSLAM'a FESAT kattığı, FİTNE çıkardığı TARİH içinde belli olanları dile getirdik... Böyle VEBAL'li bir işe kalkıştığımız için de ALLAH'ın bağışlamasını diliyoruz.
İnsan ne kadar hoşgörü içinde olursa olsun, bazı fikir ve davranış sahiplerinin İSLAM anlayışlarına katılamıyor!..
Mesela bakın, Şİİ GURABİYYE mezhebi mensupları şuna inanıyor: ALLAH CEBRAİL'i ALİ'ye göndermiş, PEYGAMBER yapmak için... Ama CEBRAİL yolunu şaşırıp MUHAMMED'e gelmiş!.. GURABİLER bu yüzden CEBRAİL'e LANET ederler! Bu kişiler ALİ'nin PEYGAMBER olduğuna, ondan sonra da peygamberliğin oğullarına geçtiğine inanırlar!
Öte yandan Şİİ KÂMİLİYYE mezhebi mensupları, ALİ'nin ilk HALİFE olması gerektiğine inanırlar. ASHAB'ın ona BİAT etmeyişini KÜFÜR sayarlar. ALİ'yi de "onlarla savaşmadı" diye KÂFİR ilan ederler!
Şİİ DÜRZİ mezhebi ise, kendini İLAH ve her şeyi MUBAH ilan etmiş olan FATIMİ HALİFESİ EL HAKİM'in veziri HAMZA tarafından kurulmuştur. Maalesef bu işe bir de TÜRK karışmıştır!.. BUHARALI ANUŞTEKİN ED-DÜRZİ, 1016 yılında MISIR'a gelince, ortamı uygun görmüş ve kendini "Yol Gösterenlerin Efendisi" tanıtmış, sonra İMAM olduğunu öne sürmüştür...
ANUŞTEKİN üç yıl sonra öldürüldü, ama mezhep te onun adını aldı... DÜRZİ inancının esaslarından başta geleni EL HAKİM'i İLAH, veziri HAMZA'yı PEYGAMBER saymaktır... DÜRZİLER, OSMANLI DEVLETİ'nin başına dert olduğu gibi; LÜBNAN'da karışıklığını yaratanların da başında gelir. Hâlâ orada hakimdirler. Başlarında CANPOLAT adında TÜRK kökenli biri vardır.
Aslında ANADOLU ALEVİSİ'nin bunlardan haberi bile yoktur!... ALİ'yi sevdiğini söyliyenler arasında bu kadar derin ayrılıklar olabileceğini, aklına dahi getirmez!..Şİİ dendiğinde, ALİ'nin adı geçtiğinde hemen duygulanır; ve her Şİİ'yi kendisi gibi zanneder. Ona sempati duyar... Ama yanıbaşındaki SÜNNİ'ye aynı yakınlığı göstermez.
İşte bütün bunları nakledişimizin amacı, TÜRKİYE'deki SÜNNİ ve ALEVİLER'in birbirlerine zannettiklerinden YAKIN olduklarını ortaya koymaktır. ANADOLU ALEVİSİ, İRAN ŞİİSİ'ne olduğundan daha çok ANADOLU SÜNNİSİ'ne yakındır!.. ANADOLU SÜNNİSİ, SUUDİ ARABİSTAN SÜNNİSİ'ne olduğundan daha çok ANADOLU ALEVİSİ'ne yakındır!.. Ama her ikisi de bunu bilmez!..
Bir de sözünü fazla etmediğimiz diğer ALEVİ gruplar vardır ki, bunlar ALİ'yi gerçekten seven, ve ona uyan kişilerdir. Ama bizim ALEVİLER onları da bilmez, tanımaz.
Mesela, İMAMLIK postunun Hz. HASAN'dan Hz. HÜSEYİN'e değil de; HASAN'ın oğullarına geçtiğine inanan 5 İMAMLI mezhep!...
Yahut İMAMLIK postunun Hz. ALİ'den HASAN'a değil de; ALİ'nin diğer oğlu MUHAMMED'e geçtiğine inanan BEYANİYYE MEZHEBİ!..
Yahut İMAM MUHAMMED BAKIR'ı MEHDİ kabul eden BAKIRİYYE kolu!..
Veya İMAMLIK postunun CAFER-ÜS SADIK'tan MUSA-AL KÂZIM'a değil de; diğer oğlu ABDULLAH'a geçtiğine inanan AMMARRİYYE kolu!..
Bizim ALEVİLER bunları da tanımaz, bilmez.
Bizce Hz. ALİ VELİ'dir!... VİLAYET onda MUHAMMED-ALİ NURU olarak tecelli etmiş, ondan bütün evlatlarına yansımıştır. Onun evlatları da bu NUR'u kendi evlatlarına intikal ettirmişlerdir. ALİ'nin ŞEHADET'inden sonraki 300 yıl içerisinde iktidar hırsına kapılan bir kaç ALİ TORUNU hariç; hepsi PEYGAMBER SOYU'ndan olmanın şuuru ve vakarı içinde, İLİM'den ve DİN'den başka bir şeyle ilgilenmemişler, İNSAN yetiştirmeye önem vermişlerdir.
Her bir ALİ OĞLU'nun etrafına yüzlerce kişi toplanmış ve kendisine gönülden bağlanmıştır!.. Her ne kadar bu muhterem zatların çoğunun adı unutulmuş ise de; ve unutulmayanlar da 12 İMAM kadar tanınmış değilse de; hepsi hürmete layıktır. Kendini SÜNNİ sayanların da, ALEVİ sayanların da PEYGAMBERİMİZ'in bu muhterem torunlarına yakınlık duymaları, onları gönülden sevmeleri, eserlerini bulup, tercüme edip okumaları şarttır...
İşte bizim EHL-İ BEYT sevgisinden anladığımız budur!.. Çünkü gerçek MÜSLÜMANLAR arasında temelde hiç bir ayrılık olmadığı ancak böyle görülebilir, MÜSLÜMANLAR ancak böyle MUHAMMED-ALİ SEVGİSİ'nde kaynaşabilir.
Söz uzun... ancak biz burada bırakalım ve araştırmamızın yeni bölümüne, TÜRKLER'İN İSLAMİ TARİHİ'NDEKİ YERİ ve TÜRKLER'İN İSLAMİYET ANLAYIŞI üzerine olan kısma başlıyalım...
Hemen her TARİHÇİ, ANADOLU'NUN TÜRKLEŞMESİ'ni MALAZGİRT SAVAŞI ile başlatır... Artniyetli BATILILAR ile, TARİH bilgisi kıt olanlar da sık sık bunu dile getirirler.
Eğer bu iddiayı gerçek kabul edersek; bizim ANADOLU üzerindeki söz hakkımız, BULGARLAR'ın şimdiki vatanları üzerindeki mevcudiyetinden kısa olur... Sadece 900 yıl ile kısıtlanır ki, bu tarih açısından HİÇ mesabesindedir!
YAHUDİLER'in 3000 yıllık tarihlerini bahane ederek yüzyıllardır TÜRKLER'in ve ARAPLAR'ın yaşadığı toprakları gaspetmeleri, bizim için bir İBRET teşkil etmelidir.
900 yıllık bir geçmişten söz etmek; 2000 yıllık ROMALI geçmişi ile öğünen İTALYANLAR, 2500 yıllık bir geçmişe (GREK) ve 1500 yıllık BİZANS'a sahip çıkan YUNANLILAR'a ANADOLU kapılarını açmak anlamına gelir!.. Zaten bu yüzdendir ki, 1. Dünya Savaşı sonrasında yurdumuz hemen bütün BATILILAR'ın istilasına uğramıştı! Hâlâ da bu emelden vazgeçmemişlerdir. Bizim salak ve beceriksiz, hatta hain politikacıların Avrupa Birliğine girme arzu zaaflarından yararlanarak Türkiye toprakları üzerinde bir Kürt, bir Ermeni, bir Pontus ve bir Fener Ortodoks Devleti kurmak ve Kıbrıs'ı almak için sürekli baskı yapmaktadırlar.
(Bakınız: NOTLAR - 4A, 37)
Bizce ANADOLU'daki TÜRK varlığı, neredeyse İNSANLIK TARİHİ kadar eskidir. TÜRKLER binlerce binlerce yıl önce MEZOPOTAMYA ve GÜNEY ANADOLU'da yaşamışlar; ORTA ASYA'ya, KUZEY ASYA'ya ve AVRUPA'ya oradan yayılmışlar, hatta BERİNG BOĞAZI'nı aşıp AMERİKA kıtasına ulaşmışlardır.
Sonra ORTA ASYA'da yaşıyan TÜRKLER'in bir kısmı tekrar batıya göç etmiş ve ANADOLU'ya dönmüşlerdir.
1071 tarihi olsa olsa, MÜSLÜMAN TÜRK'ün ANADOLU'daki varlığını perçinlediği tarih olabilir!
BATILILAR'ın alışkanlık haline gelmiş biri davranışları vardır. İYİ, GÜZEL, SANATKÂRÂNE, MEDENİ ne varsa kendilerine mâletmek!.. Bunun yanısıra KÖTÜ, ÇİRKİN, İLKEL ne varsa, KABA, VAHŞİ ne varsa onu da diğer milletlerin üstün atmak!..
Bunu yaparken de, BATI MEDENİYETİ'nin(!) kaynağı saydıkları GREKLER'in bir huyunu benimsemişler ve kendilerinden olmayanlara BARBAR demişlerdir!..
Biz, son dönemin ekonomik açıdan geri kalmış milletleri de, BATILILAR'ın her sözünü "vahiy"miş gibi kabul ettiğimizden, buna inanmışız!.. Hatta barbarlığımız(!) konusunda kendimizi affettirmek için, en azından artık "barbar" olmadığımızı ispat etmek için girmediğimiz kılık, yapmadığımız soytarılık kalmamış!..
Bunları aslında biz yapmıyoruz!.. Başımızdaki sözde TÜRK, sözde MÜSLÜMAN, sözde MİLLİYETÇİ, sözde AYDIN, sözde ATATÜRKÇÜ kişiler yapıyor!.. Bizi aşağılık bir mevkie indiriyorlar!.. Bunların hepsi ya bir partide, ya bir televizyonda veya bir gazetede bir koltuk kapmış, NECİP TÜRK MİLLETİ'ne melânet aşılamakta!..
Bunların hepsini reddediyoruz!.. BATILI TARİHÇİLER'in de kabul ettiği gibi, MEDENİYET'İN BEŞİĞİ ANADOLU ve MEZOPOTAMYA'dır!.. Sonra MISIR'dır!... Sonra HİNDİSTAN'dır... Sonra ÇİN'dir!... Hepsinden öncesi, büyük araştırmacı KÂZIM MİRŞAN'ın eserlerinde belirttiği gibi, ORTA ASYA'dır!...
Bunların hepsi ORTAK bir özellik taşır. ANADOLU ve MEZOPOTAMYA'da DİCLE ve FIRAT; MISIR'da NİL; HİNDİSTAN'da İNDUS ve GANJ; ÇİN'de SARI NEHİR havzaları MEDENİYET'in yeşermesine imkan tanımıştır. ORTA ASYA'da ise o meşhur kuruyan İÇ DENİZ vardı... (Bakınız: TABLOLAR - İNSANLIK TARİHİ, Tablo 8)
BATILILAR dilleri vasıtasıyla kendileri eski İRAN, HİNT ve GREK medeniyetlerine bağlarlar. HİNT-AVRUPAİ ırkın ARİ(ARYAN) kolundan olduklarını söylerler ve bununla diğer milletlere üstünlük taslarlar... Öyleyse bizim de TÜRKLER'in DİL'i vasıtasıyla bağlı oldukları medeniyetleri tesbit etmek, işimizi kolaylaştıracak, ANADOLU'nun aslında kimlere ait olduğunu ortaya çıkaracaktır.
Prof. HAMİT ZÜBEYİR KOŞAY, ilk kadın elçimiz ADİLE AYDA, eski vali EDİP YAVUZ'un, ve SİBİRYA kökenli KÂZIM MİRŞAN'ın bu hususlarda çok önemli tesbitleri vardır. Ama nedense pek bilinmez. Sanki birileri onların eserlerini gözlerden uzak tutmaya çalışır.
Hemen bütün BATILI tarihçilerin kabul ettiği gerçek şudur ki, dünyanın en eski medeniyeti çivi yazısını bulmuş olan SÜMERLER'e aittir... Prof. HAMİT ZÜBEYİR KOŞAY'ın yaptığı ve dünyanın bir çok türkoloğu tarafından destek gören çalışmaları da göstermiştir ki, SÜMER DİLİ Hint-Avrupai, Sami değil; ALTAY DİLLERİ'ne yakınlık gösterir. Yani TÜRKÇE'ye benzer!.. Bazıları bu dili YAFETİK DİLLER grubuna koyar, bazıları KAFKAS DİLLERİ'nden sayar. Amaç TÜRKÇE dememek içindir. Sanki Hz. NUH'un oğlu YAFES, TÜRKLER'in atası değilmiş gibi!.. Sanki KAFKASYA'da TÜRKLER yaşamamış gibi!..
SÜMERCE bizim TÜRKÇE'ye o kadar yakındır ki, bugün dahi kullandığımız pek çok kelimenin kökünü kolayca tesbit edebilirsiniz. Mesela TANRI (Orta Asya'da TENGRİ) SÜMERCE'de DİNGİR, GÜLMEK kelimesi GUL, DEĞMEK kelimesi ise TAG olarak karşımıza çıkar. SÜMERLER ilk TÜRK sayabileceğimiz milletlerden biridir!
SÜMERLER'den sonra ortaya çıkan ELAMLAR'ın kullandığı DİL de TÜRKÇE özellikler taşır. Mesela GÖTÜRMEK (ANADOLU'da hâlâ köylüler GÖTMEK der) AĞA (Orta Asya'da EKE... AĞABEY, ABİ anlamına kullanılır), ATA (Orta Asya'da baba, ced anlamında kullanılır) kelimeleri ELAMCA'da KUT, İKE ve ATTA olarak mevcuttu. KIZILDERİLİLER baba-ced anlamında ATTEE kelimesini kullanırlar.
MEZOPOTAMYA'da AKAD, ASUR, BABİL gibi SAMİ kavimler ve PERSLER gibi ARYAN (İRANYAN, Hint-Avrupai) kavimler ortaya çıkmadan önce TOURKİ (okunuşu Turki) ve TURUKKU gibi kavimler de yaşamış, ve kendilerini KİL TABLETLER'deki kayıtlara geçirmişlerdir!
HERODOT, MISIR MEDENİYETİ'nin oralara ANADOLU'lu kişiler tarafından götürülmüş olduğunu söyler... Bazıları bunu GREKLER diye alır... Halbuki HERODOT çok açık bir şekilde bu MEDENİYET'in daha önce EGE BÖLGEMİZ'e geldiğini, oradan ADALAR'a geçtiğini, oradan da YUNANİSTAN'a geçtiğini belirtir. Bu MEDENİYET'in sahibi PELASGLAR'dan söz eder!..
PELASGLAR'ın Hint-Avrupai olmadığı tesbit edilmiştir, hem de BATILILAR tarafından!.. PELASGLAR, BATI ANADOLU'da yaşadıkları gibi; HUNLAR, AVARLAR gibi AVRUPA'ya DOĞU'dan gelmişlerdir... Yani bunlar TÜRK'tür!..Çünkü PELASG DİLİ bizim TÜRKÇE'nin özelliklerini taşır. PELASG DİLİ'nde küçük dağın adı TEPAE'dir, yani TEPE!.. Aynı kelime KUZEY AMERİKA KIZILDERİLİ'de de TEPE anlamına gelir, ÇAPULTEPE diye yer vardır... TEEPEE de ÇADIR demektir ki, küçük bir TEPE'yi andırdığından bu adı almıştır. Üstelik bu kelime İNGİLİZCE'ye TAPER (sivrilmek, kurşun kalem ucu gibi olmak) olarak girmiştir!..
Yine BATILILAR'ca TYRRHEN olarak adlandırılanlar TROYAN diye bilinen millettir ki, biz onlara TRUVALI deriz. BATILILAR'ın adlandırması aslına daha uygundur. Çünkü TYRRHEN kelimesi TUR-HAN'dan bozmadır, telaffuzu da öyledir. TÜRK HAKANI anlamına gelir. İTALYA yarımadasının solunda kalan denize TİRHEN adını BATI ANADOLU'dan göçederek orada ROMA MEDENİYETİ'ni kuran bu TYRRHEN-TURHANLAR vermiştir...
Eski MISIRLILAR'ın TÜRSAŞ, İRANLILAR'ın TURUŞKA, LATİNLER'in ETRUSCA dedikleri millet te bizde ETRÜSK olarak bilinir. Aslında ETRÜSK kelimesi TUR-SAKA'dan bozmadır. İki TÜRK grubun karışmasından meydana gelmiştir ki, halen benzerlerini KAFKASYA'da KABATAY-BALKAR, ÇEÇEN-İNGUŞ olarak görmek mümkündür. SAKALAR, İSKİTLER, Orta Asya'da kullanılan ÇİTLER (sınır boyu TÜRKLER'i) hep aynıdır. Bugünkü MESKET ve SOKU-SOHO (YAKUT) TÜRKLERİ aynı boydandır.
Eski GREK tarihçileri PELASG(BEL-SAKA) ve TYRRHENLER'in (TURHAN-TARHAN) aynı olduğunu ifade eden bilgiler verirler.
Eski LATİN tarihçiler ise ETRÜSK ve TARHANLAR'ın aynı olduğunu söylerler. Hatta "KURT'un emzirdiği ROMUS ve ROMÜLÜS"ün aslında bir ETRÜSK EFSANESİ olduğunu belirtirler!.. Dünyada buna benzer bir tek efsane daha vardır: ERGENEKON EFSANESİ!.. VATİKAN'da elçi iken koca VATİKAN KÜTÜPHANESİ'ni bir TARİHÇİ titizliği ile tarayan ADİLE AYDA, bu gerçekleri tamamen GREK ve ROMA kaynaklarından tesbit etmiştir.
KÂZIM MİRŞAN'ın tesbitleri ise, DÜNYA TARİHİ'ni yeniden yazdıracak kadar önemlidir... Dünyada bilinen en eski (15.000 yıl önce) duvar resimlerini inceleyen bu değerli araştırmacı, onların üzerindeki sembolleri teker teker daha sonraki TÜRK DAMGALARI ile karşılaştırır... ve eski MISIR, FENİKE, GREK yazılarındaki harflerin nasıl TÜRK SEMBOLLERİ'nden geliştiğini, bunun şimdiki ARAP ve LATİN ALFABESİ'ne nasıl yansıdığını birer birer anlatır. ORHUN KİTABELERİ'ndeki yazının aslında çok daha eski TÜRK YAZISI'ndan geldiğini gösterir.
Kısacası, biz TÜRKLER, dünyanın EN ESKİ, EN MEDENİ MİLLET'iyiz!.. ANADOLU ise MEDENİYET'in doğduğu, dünyaya yayıldığı merkezdir... Biz ANADOLU'nun gerçek sahibiyiz. Biz burayı 900 yıl önce almadık. Zaten binlerce yıldır burada oturuyorduk!... Zaman zaman ANADOLU'yu başka milletler ile paylaştık, gelenlerle kaynaştık ama, ANADOLU'yu hiç terketmedik. ANADOLU'dan DÜNYA'ya yayılan her şeyde bizden bir parça vardı!.. Biz nereye gittiysek, ANADOLU'dan bir parça götürdük!..
Demek istediğimiz o ki, HIRİSTİYAN BATI DÜNYASI'nın kendine kök ararken sarıldığı HİNT-AVRUPAİ GREK MEDENİYETİ, aslında ANADOLU'dan ve ASYA'dan gelen TÜRK MEDENİYETİ'nin BATI'ya yansımasıdır.
Yine BATILILAR'ın pek öğündükleri ROMA MEDENİYETİ'nin kökü de orayı 300 yıl kadar ellerinde tutmuş olan ETRÜSK ve TURHANLAR'dır!.. İlk ROMA imparatorlarının adı bile TÜRKÇE'dir!
İş bu kadarla da kalmaz!.. 1400'lerde parlamaya başlıyan ve şimdiki BATI MEDENİYETİ'nin temelini teşkil eden RÖNESANS da BATI kökenli değildir...Bunu BATILI TARİHÇİLER bile artık itiraf ediyorlar. Yaptıkları belgesellerde, yazdıkları kitaplarda açıklıyorlar.
RÖNESANS'a aslında ENDÜLÜS EMEVİ DEVLETİ'nin GIRNATA, KURTUBA gibi şehirlerindeki kütüphaneler dolusu kitaplar temel teşkil etmiştir. Şİİ İSYANLAR, MOĞOL İSTİLASI ile parçalanmış olan İSLAM DÜNYASI destek olamadığı için tek başına kaldığından yıkılan son ENDÜLÜS DEVLETİ'nin kültür ve bilgi hazineleri AVRUPA'nın KARANLIK ÇAĞI'na bir güneş etkisi yapmıştır. O tarihlerde AVRUPA öyle cahildi ki, galip HIRİSTİYANLAR tarafından KURTUBA'nın bir tek kütüphanesinde ele geçirilen kitap sayısı, bütün FRANSA'da bulunan kitaplardan daha fazla idi!.. HIRİSTİYANLAR içinde bulundukları cehalet bataklığından İBN-İ SİNA'nın, BİRUNİ'nin, CABİR'in eserleriyle kurtulmuşlardı. Pek savundukları GREK FEYLEZOFLAR'ın eserlerini tekrar elde etmeleri de ARAP yazarların kitaplarını tercüme ile mümkün olmuştur. Hemen belirtelim, bizim CEBİR, BATILILAR'ın ALGEBRA dedikleri bilim, adını CABİR'den almıştır. BATILILAR sıfırı ARAPLAR'dan öğrenmişlerdir. Şimdi kullandığımız rakamlar da zaten ARAP RAKAMLARI'dır. ROMEN RAKAMLARI ile toplama çıkarma neredeyse imkânsızdı...
Kısacası, bir tek PEYGAMBER'in bile şereflendirmediği BATI DÜNYASI, kendi BARBAR'lığını ancak DOĞU'dan aldığı MEDENİYET ile atmaya çalışmış; bunun yarattığı AŞAĞILIK DUYGUSU içinde, hep kendinden olmıyanları BARBARLIK'la suçlamaya devam etmiştir!.. Hâlâ da bize İNSANLIK öğretmeye kalkmıyorlar mı?..
HIRİSTİYAN BATI DÜNYASI zamanımızda TEKNOLOJİ'nin ve MADDİ REFAH'ın merkezidir... Ama geçmişte olmadığı gibi şimdi de asla MEDENİYET'in merkezi değildir!..Gelecekte de olmıyacaktır!.. TARİH, her şeyi BATI'dan bekliyenler, BATI'nın kapısında uşaklığa hazır olanlar için büyük bir İBRET teşkil etmektedir!
MEDENİYET bizim için TÜRKLÜK ve İSLAMİYET demektir.
TEKNOLOJİ ve MADDİ REFAH daima PARA ile satın alınabilir. Ama İNSANLIK??? İşte o satın alınamaz. Kolay da İNSAN olunamaz!.. Biz TÜRKLER daima İNSAN olmayı ön planda tutmuş bir MİLLET'iz. En eski MEDENİYET'in sahibiyiz. En fakir halimizde, en perişan durumda bile İNSAN olmaktan, MEDENİ davranmaktan vazgeçmedik, geçmeyeceğiz.
ANADOLU'nun gerçek sahibi biziz. En eski halkı biziz. ANADOLU'dan etrafa yayıldık, ama hiç bir zaman burayı terketmedik. KUZEY'den, BATI'dan gelenlerle karıştık, ama hiç bir zaman benliğimizi kaybetmedik. Nasıl OSMANLI, SELÇUKLU, YÜRÜK, TÜRKMEN, OĞUZ hepsi bir aynı soydan ve TÜRK ise; geçmişte de SÜMER, ELAM, TOURKİ, TURUKKU, PELASG, TURHAN, TUR-SAKA, İSKİT, hepsi birdir ve aynı soydandır. KÜRT, ÇERKEZ, ÇEÇEN, POMAK, MESKET, AHISKA, SOHO, GAGAUZ hep bunlardan türemiştir... TÜRK, HEPSİNİN ORTAK ADIDIR! TARİKAT, MEZHEP, HATTA DİN BİLE BİZİ BÖLEMEZ!..
Sizlere proto TÜRKLER'i, eski çağları anlattık ama amacımız onlar üzerinde derinleşmek değil. Sadece ANADOLU'yu ve ilk çağlara ait varlığımızı Batılılar'a kaptırmak istemiyoruz, o kadar!.. Biz şu anda dünyada TÜRK olarak bilinen, TÜRKÇE'yi ORTAK DİL olarak kullanan insanlara daha çok önem veriyoruz... Bu insanların şimdiki özelliklerini ne zaman kazandıkları üzerinde duracak, bunu konumuz olan ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesi ile bağlıyacağız. İşin içyüzünü ortaya koyacağız.
Bizce TÜRK MİLLETİ'nin tarihinde bir dönüm noktası var ise, bu 1071 MALAZGİRT ZAFERİ değil; HORASAN'IN MÜSLÜMAN OLMASI'dır!.. Çünkü TÜRKLER bu tarihten sonra İSLAMİYET içindeki yerlerini ve rollerini almaya başlamışlardır. 11. Asırdan itibaren de ön plana çıkmışlardır. (Bakınız: NOTLAR - 4A, 38)
Eğer HORASAN bölgesi MÜSLÜMANLAR tarafından fethedilmeseydi, ne SELÇUKLULAR olurdu, ne ANADOLU fethedilirdi, ne de HARZEMŞAHLAR DEVLETİ kurulurdu... Ne AHMED YESEVİ olurdu, ne HACIBEKTAŞ!.. Hatta belki bugün ANADOLU'da MÜSLÜMANLIK bile olmazdı... Böylece HIRİSTİYAN AVRUPA'nın rüyası gerçekleşmiş olurdu!..
İşte bu kadar mühim bir olayı, yani HORASAN'ın fethini, biz EBU SÜFYAN'ın oğlu MUAVİYE'ye borçluyuz!.. ALEVİ kardeşlerimiz için kabullenmesi zor olsa bile, gerçek böyle!..
İSLAM ordularını İSTANBUL önlerine kadar gönderen MUAVİYE, bununla yetinmemiş, doğuda HORASAN'ın fethine de en muktedir komutanlarını memur etmişti... Bunlardan birisi de zalim HACCAC idi!..
Bu olaydan da görüyoruz ki, hiç bir insanı, bütün yaptıkları iyiymiş veya bütün yaptıkları kötüymüş gibi değerlendirmek doğru olmaz. Hele ki TARİH'ten söz ederken!.. Kişileri İYİ veya KÖTÜ kategorilerine koymak yerine, faaliyetinin etki ve sonuçlarıyla uğraşmak daha gerçekçi olur.
İran Hz. ÖMER zamanında fethedilmişti ve bu ülke halkı, biraz da istemiyerek müslümanlığı kabul etmişti. MUAVİYE zamanında (670) İSLAM orduları son derece dirayetli ve fedakâr komutanların idaresinde HORASAN içlerine doğru ilerlemeye başladılar.... Binlerce Arap aile geldi, HORASAN'a yerleşti.
TÜRKLER başlangıçta öyle kolay MÜSLÜMAN olmadılar!.. Araplar'ın HORASAN, HAZAR DENİZİ, KAFKASYA bölgelerindeki varlığı ve onlarla birlikte dalga dalga yayılan İSLAMİYET, TÜRKLER'i her boy ve soyda farklı etkiledi. (Bakınız: NOTLAR - 4A, 39)
670-750 yılları TÜRKLER'in büyük bir kısmı ŞAMAN dinine bağlı idi... ŞAMANİZM, yani GÖK TANRI DİNİ biz TÜRKLER için çok önemlidir. Onu da, günümüze yansıyan inançlar ve âdetleri incelerken ele alacağız.
KAFKASYA'nın kuzeyinde büyük ve güçlü bir TÜRK devleti vardı. HAZAR İMPARATORLUĞU... HAZARLAR, Hz. İBRAHİM'in zamanından beri bölgede varolan ve bugünkü AZERİLER'in atası olan bir TÜRK boyu idi. BİZANS'la (yani DOĞU ROMA İMPARATORLUĞU) ve EMEVİ DEVLETİ ile boy ölçüşebilecek güçte idi. Araplar'la 650'lerden sonra başlıyan sürtüşmeleri yüz yıl kadar sürdü. Bu süre içinde Araplar'ın KAFKASYA'yı aşmaları mümkün olmadı. Hatta 732 yılında HAZARLAR Araplar'ı mağlup ettiler.
HAZAR HANI durumunu güçlendirmek ve Araplar'a karşı bir ittifak oluşturmak için kızını BİZANS İMPARATORU 5. KONSTANTİN'e verdi. Bu evlilikten doğan Leo, ki HAZAR LEO diye bilinir, sonradan imparator oldu.
Bütün bunlara rağmen 737'de Araplar HAZARLAR'ı yendi. Kendini iki-arada-bir-derede hisseden HAZAR HANI ne İSA'ya (BİZANS), ne MUHAMMED'e (EMEVİLER) boyun eğmemek için MUSA'ya iman etti!... Onunla birlikte bütün HAZAR yönetici grubu MUSEVİ oldu!
12. Asırda HAZAR İMİPARATORLUĞU zayıflayınca ve 13. asırda yıkılınca, bütün bu MUSEVİ TÜRKLER Asya ve Avrupa'ya yayıldılar... Bu insanlar POLONYA, MACARİSTAN, RUSYA, KIRIM, UKRAYNA ve LİTVANYA'nın musevi nüfusunu meydana getirdiler. (Bakınız: NOTLAR - 4A, 40)
Yüzyıllar sonra HİTLER, Arap etkisinden korkarak MÜSLÜMAN olmayan bu TÜRKLER'in torunlarını, YAHUDİ zannedip gaz odalarında öldürttü!..
Bizim TARİH fakiri aydınlarımız, siyaset adamlarımız öldürülenlerin TÜRK olduğunu bilmediği için, Almanya bize sürekli "insan hakları" baskısı yaparken, bu gerçeği dile getirmeleri akıllarına bile gelmez!.. Halbuki ALMANYA'nın İSRAİL'den çok TÜRKİYE'den ve TÜRKLER'den özür dilemesi gerekir!
HAZAR DEVLETİ'nde bu gelişmeler olurken, kuzeyde VOLGA kıyılarında ve URAL DAĞI eteklerine öz-be-öz TÜRK olan BÜYÜK BULGAR DEVLETİ vardı. 640 yıllarında BULGARLAR soydaşları HAZARLAR'ın egemenliğine girmişlerdi.
Bir müddet sonra BULGAR HANI kendilerini yenmiş olan HAZARLAR'a karşı zamanın ABBASİ HALİFESİ EL MUKTEDİR'den yardım istedi. MUKTEDİR, TÜRKLER'i İSLAM'a teşvik için altın vermekte, böylece kılıçla fethedemediği bölgeleri altınla elde etmeye çalışmakta idi. Bu yüzden İBN-İ FADLAN adındaki gezgin ile bir heyeti BULGAR HANI'na gönderdi. Bu heyetin 3000'i atlı 5000 kişiden oluştuğu belirtilir... Ama ne hikmetse altınlar bu heyette değildi. Gelmesi de gecikti. Ayrıca BULGAR HANI'nın HAZARLAR'a karşı yaptırtmak istediği kale de yapılamadı...
Bir de BULGAR HANI, eğer MÜSLÜMAN olursa neler yapması gerektiğini sordu. Şarabın yasak olduğunu duyunca, "Biz şarap içmeden yapamayız," diyerek MÜSLÜMAN olmaktan vazgeçti!
Böylece HAZARLAR'a yenik düşen ve yurtlarını dahi terketmek durumunda kalan ŞAMANİST BULGARLAR, bir şarap içme uğruna İSLAMİYET'ten oldular!.. Batıya göçedip şimdiki yurtlarına yerleşince de HIRİSTİYAN BİZANS'ın kucağına düştüler!..
BİZANSLILAR bu atak, savaşçı ve yağmacı halkın elinden kendini kurtarabilmek için onları hıristiyanlaştırmayı planladı. İki Bizanslı papaz İNCİL'i onların diline tercüme etti. Okumayı kolaylaştırmak için de onların diline uygun yeni bir alfabe geliştirdiler. METOD ve KRİL işte bu ŞAMANİST BULGARLAR'ı hıristiyanlaştırmak ve slavlaştırmak için gayret gösteren iki papazın adıdır!..
Aslı TÜRK, dili TÜRK, adı TÜRK olan BULGARLAR 9. asırdan itibaren HIRİSTİYAN oldular. Önceleri OMURTAK gibi TÜRK adlı HANLAR'ın yerini, SEZAR kelimesinden bozma ÇAR BORİS'ler aldı. Üstelik bu BULGARLAR daha sonra RUSLAR'ın Hıristiyan olmasına ve aynı alfabeyi kullanmasına sebep oldular. 300 yıllık düşmanımızın güçlenmesine yol açtılar. (Bakınız: NOTLAR - 4A, 41)
Yine bu cümleden olmak üzere, MACARLAR veya HUNGARLAR (ki eski HUNLAR'dan gelirler) 890'larda bir HAZAR kolu olan KUBARLAR'ın önderliğinde şimdiki MACARİSTAN'a gelip yerleştiler. Bir süre sonra onlar da hıristiyanlaştı... Ama MACARLAR, BULGARLAR gibi aslını inkâr etmedi. HUN soyundan olduklarını asla unutmadılar. Daima bunu iftihar ile dile getirdiler. ATTİLA adı MACARLAR arasında yaygın bir isim olarak kaldı. Hâlâ da kullanılır.
HAZARLAR, BULGARLAR, MACARLAR'dan sonra dördüncü grup olarak kabul ettiğimiz HORASAN TÜRKLERİ vardı... Bu tabirle biz, hem HORASAN'da yerleşik olan TÜRKLER'i, hem de oradan gelip buralara yerleşen TÜRKLER'i kastediyoruz. Biz onların soyundanız!
Günümüzde TÜRK deyince akla ne hıristiyanlaşmış BULGAR-HUNGAR gibi boylar, ne musevi olmuş HAZARLAR gelmektedir. Bizim ANADOLU insanına göre de, dünyaya göre de TÜRK sadece MÜSLÜMAN olanlardır. (Bakınız: NOTLAR - 4A, 40)
HORASAN'da MÜSLÜMAN olan TÜRKLER eski bazı özelliklerini kaybetmiş, yeni bazı özellikler kazanmış; ancak esas itibariyle İSLAM ile birlikte daha bariz ortaya çıkan TÜRK özellikleri sayesinde ÖRNEK İNSAN haline gelmişlerdir.
İşte bu olumlu değişmeyi önce HORASAN'ı fetheden MUAVİYE'ye, sonra da kaybettiğimiz TALAS SAVAŞI'na borçluyuz!..
80 yıl inatla Araplar'a direnen TÜRKLER 751 yılında Çinliler ile birlikte bir ordu meydana getirerek şimdiki KIRGIZİSTAN'ın merkezindeki TALAS mevkiinde Araplar'la savaşa tutuştular. İLAHİ TAKDİR bu savaşı Araplar lehine sonuçlandırdı. Bu olaydan sonra ORTA ASYA'nın MÜSLÜMANLAR'ca fethi ve TÜRKLER'in İSLAM'ı kabulü hızlandı.
Her olayda bir hayır olduğu gibi, kaybettiğimiz bu savaştadaki HAYIR da, şu andaki benliğimizin temelini oluşturan İSLAM'a kavuşmamız şeklinde tecelli etti. Eğer TALAS SAVAŞI'nda Araplar kaybetseydi, biz kazansaydık muhtemelen geriliyeceklerdi. TÜRKLER'in MÜSLÜMAN olması gecikebileceği gibi, belki de hiç gerçekleşmiyecekti. Muhtemelen ÇİN'in TÜRKLER üzerindeki etkisi artacak; HIRİSTİYAN, MUSEVİ olmaktan kurtulanlar da bu sefer BUDİST veya KONFÜÇYÜS yanlısı olacaktı.
Şimdi, bu genel değerlendirmeden sonra, İRAN'ın fethiyle birlikte gelişen olaylara TARİH açısından bir kere daha bakalım ve cereyan eden hadiselerin şimdiki ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesi ile bir ilişkisi olup olmadığını tesbite çalışalım... İşe HORASAN'dan başlıyalım.
HORASAN'ın tarihi çok eskilere dayanır. Hatta bazı tarihçilere göre İNSANLIK TARİHİ orada başlar. Tıpkı ANADOLU gibi oradan da bir çok kavim gelip geçmiş, bir çok devlet kurulup yıkılmıştır.
HORASAN'ın Araplar tarafından fethi İRAN'dan sonradır... 636 yılında HALİFE ÖMER'ini orduları İRAN'ı fethe başladı. SASANİ hükümdarı YEZDİCERD, KADSİYE savaşında yenilince HORASAN'a kaçtı. Araplar'a karşı asker toplamaya çalışırken 651'de MAVERA-ÜN NEHİR'de TÜRKLER tarafından öldürüldü. (Bakınız: NOTLAR 4A, 42)
Araplar NİŞABUR, MERV, HERAT akınlarını sürdürdüler. Ancak TOHARİSTAN'daki TÜRK YAGBU (HÜKÜMDAR) direndi.
Akınlar Hz. ALİ zamanında da sürdü. Nihayet 661'de MUAVİYE zamanında HORASAN MÜSLÜMANLAR'ca fethedildi. BELH alındı.
Bu arada SASANİ artığı İRANLILAR, YEZDİCERD'in oğlu FİRUZ etrafında toparlanmaya çalışıyorlardı. İstemiyerek MÜSLÜMAN olan İRANLILAR muhalefetin safını tuttular, Şİİ eğilimine girdiler. Yani MUAVİYE'ye karşı direnmenin yolunu ALİ OĞULLARI'nı desteklemekte gördüler. YEZDİCERD'in kızı ŞEHRİBANU'yu Hz. HÜSEYİN'e verdiler. Ama tepki çekmemek için de YEZDİCERD'in öteki kızını da EMEVİ HALİFESİ 2. YEZİD'e vermişlerdi!... Kaderin garip bir cilvesi sonucu EMEVİLER ile ALİ TORUNU İMAMLAR böylece teyze çocukları oldular.
Hemen tekrar belirtelim ki, biz bu yazıda Şİİ derken ALİ'Yİ SEVENLER'i kastetmiyoruz. ALİ'yi "sever" görünüp MENFAAT ve İKTİDAR peşinde olanları kastediyoruz. Başka bir ifade bulamadık, kendileri de bu kelimeyi kullanıyor... Böyle kişilerin arkasından safça giden topluluklar elbette var ama, baştakilerin amacı önemli.
670 yılından itibaren HORASAN'a 50.000 Arap aile geldi ve yerleşti. 676'da BUHARA, SEMERKANT gibi TÜRK şehirleri de Araplar'ın eline geçti. 710'larda Arap vali KUTEYBE, TÜRKLER'le sıkı bir mücadeleye başladı. HARZEM'deki AFRİGOĞULLARI DEVLETİ'ni yıktı. Şehirleri tahrip etti, halkı kılıçtan geçirdi. PEYGAMBER ve 4 HALİFE zamanındaki "İSLAM için fetih" anlayışı değişmiş, yerini YAĞMA ve ZULÜM almıştı. Bu tavır TÜRKLER'in MÜSLÜMAN olmasını geciktirdi.
Büyük GÖKTÜRK DEVLETİ ise 659 yılında parçalanmıştı. TÜRKLER bu tarihten sonra yavaş yavaş ÇİN'in etkisine girmeye başlamışlardı. ÇİN TÜRK YURDU'nu YAGBULAR, VALİLER aracılığı ile kendine bağlıyordu.
Kısacası, TÜRKLER doğuda ÇİNLİLER , batıda ise ARAPLAR tarafından iyice sıkıştırılmıştı. TÜRK HAKANI KÜLTEKİN Araplar ile mücadele girişti ise de, FERGANA'yı, TAŞKENT'i kaybetmekten kurtulamadı. 730'lara gelindiğinde, ki bu tarih ORHUN KİTABELERİ'nin dikilidiği yıllardır, Arap vali CÜNEYT hâlâ yola gelmeyen TÜRKLER üzerine akınlara devam ediyordu...
Bu arada EMEVİ HANEDANI'nın İSLAM DEVLETİ'ni sadece bir "arap devleti" olarak görmesi, MEVALİ'yi, yani ARAP OLMIYANLAR'ı ezmesi, muhalif Şİİ akımını hızlandırıyordu. PEYGAMBER SOYU'ndan birinin HALİFE olmasını, Araplar'dan çok MEVALİ istemeye başlamıştı.
Zamanla bu muhalifler PEYGAMBERİMİZ'in amcası ABBAS'ın torunlarından MUHAMMED'in etrafında toplandılar. Onu İMAM saydılar. O ölünce yerine oğlu İBRAHİM geçti.
İBRAHİM, kölesi olan EBA MÜSLİM adlı bir TÜRK'ü, HORASAN'da oluşan muhalif gruba lider tayin etti. Çünkü PEYGAMBER SOYU'ndan muhalifler KÛFE'de, hatta ARABİSTAN'da bir sonuç alamayınca, daha rahat ettikleri HORASAN'ı kendilerine MERKEZ edinmişlerdi. Yani HORASAN'daki grup ARABİSTAN'dakilerden daha faaldi.
EBA MÜSLİM dahi bir TEŞKİLATÇI idi. MERV'de köylüleri kendine bağladı, onları MÜSLÜMAN yaptı. Bir ASYA inancı olan ve halk arasında "dona girme" diye bilinen REENKARNASYON'u (tekrar bedenlenme) İSLAM ile bağdaştırdı ve bu suretle taraftarlarını arttırdı. (Bakınız: NOTLAR 4A, 43)
747'de EBA MÜSLİM ayaklandı. EMEVİ HALİFESİ erken davranıp İBRAHİM'i öldürdüyse de, sonuç değişmedi. MERV'den kalkan EBA MÜSLİM'in ordusu IRAK'a girdi. İBRAHİM'in kardeşi ABBAS yeni HALİFE oldu... Bu sefer ABBASİLER, yani PEYGAMBER'İN AMCASI ABBAS'IN SOYU'nu tutanlar EMEVİLER'i kırmaya başladı... Korkunç bir katliam yapıldı.
Ancak SÜNNİ-Şİİ meselesi burada kapanmadı. Başta EMEVİLER'e karşı beraber olanlar, yani ABBAS OĞULLARI'nı tutanlar, sonra ikiye ayrıldı. İş ABBAS OĞULLARI ile EBU TALİP OĞULLARI mücadelesine, yani AMCA OĞULLARI kavgasına dönüştü. Ne var ki, meselenin aslı HİLAFET değil; daha önce anlattığımız gibi İMAMET sorunu idi ve ALİ OĞULLARI'nın kendi arasında başlamıştı. Bu kavga İRANLILAR'ın, muhalif Araplar'ın katılmasıyla sanki bir MEZHEP kavgası gibi gösterilmiştir.
İşin enteresan tarafı EBA MÜSLİM'in, ABBASİLER'i tutmasına ve EBU SELEME'yi öldürmesine rağmen; ALEVİLER ve ŞİİLER'ce çok sevilmesidir.
Halbuki EBU SELEME, PEYGAMBER SOYU'nun veziri konumundaydı ve ALİ OĞULLARI'ndan birinin HALİFE olmasını istiyordu. Bunun için bazı tertiplere kalkışmıştı. Bunu haber alan EBA MÜSLİM onun öldürülmesini emretti, ve böylece belki de ALİ OĞULLARI'ndan birinin o tarihte HALİFE olmasını önledi.
ALEVİLER'in hemen hiç biri işin bu yönünü bilmez... Hatta çoğu onun ALİ OĞULLARI'ndan birini HALİFE yapmaya çalıştığına, bu yolda öldürüldüğüne inanır... Halbuki işin aslı tamamen tersidir. Yine de belirtelim ki, EBA MÜSLİM doğrusunu yapmıştır. Çünkü EBU SELEME'yi ortadan kaldırmasaydı, karışıklık sürecek ve İSLAM diyarı belki de o tarihte bölünecekti.
EBA MÜSLİM, başına buyruk davranışları yüzünden bir süre sonra tehlike olarak görülmeye başlandı ve 755 yılında HALİFE MANSUR'un emriyle öldürüldü... Onun ölümü pek çok olaya sebep oldu. Bu olayların çoğu yeni MÜSLÜMAN olmuş TÜRKLER ve İRANLILAR ile İSLAM'a direnen ZERDÜŞTLER, MECUSİLER, MAZDEKİLER arasında gelişti.
EBA MÜSLİM öldürülünce, önce ZERDÜŞTLER, SİNBAD adında birinin liderliğinde ayaklandılar... SİNBAD kısa zamanda ŞİİLER'i ve "mal da, kadın da ortak" diyen MAZDEKİLER'i de yanına çekti. "KÂBE'yi değil; GÜNEŞ'i KIBLE yapacağız," diyerek REY şehrine geldi. EBA MÜSLİM'in hazinesini ele geçirdi. Bir yandan da "EBA MÜSLİM ölmedi, bir ak güvercin oldu, uçtu. Bir kalede MEHDİ ve MAZDEK'le birlikte oturuyor" gibi her üç gruba da şirin gelecek laflar ederek gücünü arttırdı. Etrafına 100.000 adam topladıysa da, yenilmekten kurtulamadı, sonunda öldürüldü.
Bu tarz "herkese şirinlik muskası dağıtarak" taraftar toplama, daha sonraları da görüldü. Üç dini birleştirdiğini iddia eden BAHAİLER, İSTANBUL'da MEVLANA'yı, İSA'yı, MUHAMMED'i birleştirerek kendisine yeni bir din kitabı indiğini iddia eden BÜLENT ÇORAK adındaki sapkın, hep aynı metodu kullanırlar.
Öte yandan SEYHUN-CEYHUN bölgesinde İSHAK adında biri yine EBA MÜSLİM'i bahane ederek ayaklandı. İSHAK kendini hem YAHYA'nın takipçisi, hem de ZERDÜŞT ilan etti!.. YAHYA BİN ZEYD 743'de HAZAR civarında HALİFELİK için huruç etmişti, ALİ OĞULLARI'ndandı. Tabii ki başaramış, öldürülmüştü.
İSHAK ve onun peşine takılan eşkiya sürüsü EBA MÜSLİM'in yerine HORASAN valisi olan zatı öldürdüler.. Ancak bir sonra İSHAK ta bertaraf edildi.
Bu arada ortaya yüzünü peçeyle örttüğü için EL MUKANNA diye anılan biri çıktı. Bu kişi "İLAHİ NUR'un ÂDEM, NUH, MUSA, İSA, MUHAMMED, ALİ, ALİ OĞLU MUHAMMED ve EBA MÜSLİM'e geçtiğini, ondan kendisine intikal ettiğini" iddia etti. Bununla da yetinmedi. "ölümlü insanların kende yüzüne bakmaya dayanamıyacağını" öne sürerek peçeyle gezmeye başladı!.. Peşine saf köylüler takıldı. Aralarında TÜRKLER de vardı. Kısa zamanda büyük başarılar kazandı. BUHARA valisi de onlara katıldı.
EL MUKANNA daha çok doğudan gelen, henüz İSLAM'la tanışmakta olan OĞUZLAR'ı etrafına çekiyordu. Bütün adamlarına beyazlar giydiriyor, böylece SİYAH BAYRAK'lı ABBASİ HALİFESİ'ne cephe almış oluyordu.
İSMAİLİLER'e benzer gizli bir örgüt te kuran EL MUKANNA, aslında ZERDÜŞT idi. MÜSLÜMAN öldürmeyi mubah sayardı. 4 yıl sonra bir kalede kıstırıldı. Kurtulamıyacağını anlayınca karısını zehirledi, kendini de bir fırına attı. (780)
(Bakınız: NOTLAR - 4A, 44)
Bizce bütün bu ayaklanmalar, EMEVİLER'in ARAP-MEVALİ ayırımının bir sonucu idi. Henüz MÜSLÜMAN olan, MÜSLÜMAN olmayıp ta vergi vermek durumunda kalan kişiler ARAP baskısından ancak EBA MÜSLİM'in yardımı ile kurtulabileceklerine inanıyorlardı. ABBASİLER'in ilk döneminde bu baskı henüz kaldırılamadığı için ve ümit bağladıkları EBA MÜSLİM'in ölümünü hazmedememişlerdi. Bu durumdan yararlanan bazı açıkgözlerin peşine takıldılar. Eğer biraz sabırlı davranabilselerdi, ABBASİLER'in EMEVİLER'den çok daha adil davrandıklarını ve TÜRKLER'i önemli mevkilere getirdiklerini göreceklerdi. Ama öyle olmamış, çıkan isyanlarda onbinlerce masum insan ve MÜSLÜMAN ölmüştür.
Bu ayaklanmaların iki önemli sonucu oldu. Birincisi daha da efsaneleşen EBA MÜSLİM, sadece ALEVİLER ve ŞİİLER tarafından değil; BABEK taraftarları, HÜRREMİLER, MAZDEKİLER, ZERDÜŞTLER tarafından da sevilip sayıldı, BAYRAK edinildi... ANADOLU TÜRKLERİ arasında, esnaf ve asker yüzyıllarca onun destanlarını okuyarak büyüdü, yetişti. .. Aslında EBA MÜSLİM kölelikten valiliğe yükselen ilk TÜRK'tür.. Böylece TÜRK ZEKÂSI'nın, TÜRK KAABİLİYETİ'nin ve TÜRK'ün YÖNETİCİ VASFI'nın sembolü haline gelmiş, haklı bir şöhret olmuştur... Ah, bir de o kadar KIYICI olmasaydı!..
İkinci husus o dönem TÜRKLER'inin bazı inançlarının ve yeni ortaya atılan iddiaların ANADOLU ALEVİLERİ'ne kadar ulaşması ve hâlâ yaşamasıdır... Bunlardan DONA GİRME-REENKARNASYON ve GÜVERCİN en önemlileridir. Halkımız hâlâ güvercin eti yemeyi makbul saymaz, Halbuki KUR'an'da böyle bir kısıtlama yoktur.
EMEVİLER'in devrilip ABBASİ HANEDANI'nın kurulmasından (750) bir yıl sonra, TÜRKLER için çok önemli bir olay cereyan etti. ÇİNLİLER DOĞU GÖKTÜRK DEVLETİ'ni küçük hanlıklar halinde paçalayıp ve kendilerine bağladıktan sonra gözlerini BATI GÖKTÜRK DEVLETİ'ne dikmişlerdi. Hatta etkileri HAZAR DENİZİ'nin güneyine kadar ulaşmıştı. 750 yılında ÇİN ordulu başlarında KORELİ bir general olduğu halde, TAŞKENT üzerine yürüdü. TÜRK TUDUN'u (hükümdar) yakalayıp ÇİN'e gönderdiler. TUDUN'un oğlu HORASAN valisi EBA MÜSLİM'den yardım istedi. EBA MÜSLİM de o bölgeyi İSLAM denetime almak için bu fırsatı kaçırmadı. Komutanı ZİYAD'ı bir orduyla gönderdi. Bunu haber alan KORELİ general Arap ordusunu karşılamak üzere TALAS bölgesine hareket etti. ZİYAD'ın ordusunda TÜRKLER vardı ama, ARAPLAR VE SOGDLULAR ağır basıyordu. Karşılarındaki ordu ise ÇİNLİLER ve TÜRKLER'den oluşmuştu. Savaş 5 gün sürdü. ÇİN ordusundaki KARLUKLAR'ın İSLAM ordusu safına geçmesiyle KORELİ general yenildi.
Bu mağlubiyetle ÇİNLİLER'in batıya ilerleyişi durdu. Çin hakimiyetine girmiş olan TÜRKLER yavaş yavaş kendilerini kurtardılar. Zaten ÇİN içindeki karışıklıklar artmış, ÇİN hükümdarı UYGURLAR'dan bile yardım istemek durumunda kalmıştı.
Bu tarihten sonra İSLAMİYET büyük bir zorlukla karşılaşmadan ASYA içlerine doğru yayılmaya başladı. Hem ÇİN boyunduruğundan kurtulmaları, hem de ABBASİLER'in MEVALİ'ye olan yumuşak tavrı ve TÜRKLER'i komutan mevkiine getirmesi etkili oldu. TÜRKLER 80 yıllık direnmelerini bıraktılar ve sür'atle MÜSLÜMAN olmaya başladılar. Bu da yine kaderin garip bir cilvesi idi... EBA MÜSLİM'in ARAP ordusunun TÜRKLER'i yenmesi böyle bir sonuca yol açmıştı...
Aslında TALAS savaşı, hasım iki orduda bulunan TÜRKLER'in birbiriyle vuruşmalarının ne ilk örneğidir, ne de sonuncusu... Daha sonra YILDIRIM- TİMUR, ŞAH İSMAİL-YAVUZ, 1. MAHMUD-NADİR ŞAH şeklinde karşımıza çıkacak VE ZAFER daima İKİNCİLER'de kalacaktır. Böyle olmasında da İLAHİ bir HİKMET vardır. Tıpkı EBA MÜSLİM'in ÇİN ordusundaki TÜRKLER'i yenmesinde olduğu gibi!..
Son zamanlarda ortada dolaşan iki tabir var. Biri TÜRK-İSLÂM SENTEZİ, diğeri de TÜRK MÜSLÜMANLIĞI... Biz bu ifadelerin ikisini de tutmayız... Çünkü ilki önce TÜRK ile İSLÂM'ı ayrı telakki eder, sonra ikisini bağdaştırmaya çalışır. Sonuçta TÜRK İNSANI'na ARAP İSLÂM ANLAYIŞI'nı yamamak gibi bir durum ortaya çıkar... İkincisinde ise sanki İSLÂMLIK çeşit çeşitmiş te, biz birini seçmişiz gibi bir anlam gizli... ve bu artniyetli olanlarca kötüye kullanılabilecek bir durum ortaya çıkarmakta... Yani, bizi diğer MÜSLÜMAN MİLLETLER'den ve TOPLULUKLAR'dan koparmaya gidebilir.
İşte bu yüzden biz TÜRKLER'İN İSLÂM ANLAYIŞI ifadesini kullandık... İSLÂM DİNİ, HAK DİN'dir ve TEK'tir. Ancak insanların anlayışı, idraki farklıdır. Bir de yaşanılan ortamlar, iklim, örf, âdet farklılıkları vardır. Bu yüzden DİN'in esası değişmez, ama anlayışta ve toplum içi uygulamada farklılıklar olabilir. İSLÂM DİNİ'ni en iyi anlıyan ve içinde bulunduğu şartlara göre en iyi uygulayan MİLLET, elbette ki TÜRKLER'dir.
İşte bu sayfadan itibaren TÜRKLER'in İSLÂM içindeki yerini ve rolünü anlatmaya başlıyacağız.
TALAS savaşının EMEVÎ hanedanının yıkılmasından hemen sonra olduğu gözönünde tutulursa, TÜRKLER'in İSLÂM'ı kabullenmedeki tavır değişikliği kolayca anlaşılır.
EMEVÎ devrinde TÜRKLER'in MÜSLÜMAN olmaya yanaşmamasının en önemli sebebi, İSLÂM DEVLETİ'nde ELİT TABAKA'nın tamamen Araplar'dan, hatta çoğunlukla EMEVÎ ailesinden ibaret olması idi.
Bu aile zihniyeti hâlâ bazı Arap ülkelerinde sürmektedir. Meselâ Türkiye'nin iki katı büyüklükte olan SUUDİ ARABİSTAN adını SUUD ailesinden alır... Hemen bütün bakan ve bürokratlar, komutanlar bu ailedendir... Ülke ekonomisi bu aile fertlerinin elindedir. Halbuki OSMANLI DEVLETİ de adını bir hanedandan almasına rağmen, PADİŞAH dışında hemen hiçbir OSMANLI ferdi önemli bir göreve getirilmemiştir. Vezir, bakan olmamıştır. AİLE hiç bir zaman ön plana çıkmamıştır. Zengin dahi olmamıştır... Bu husus dahi biz TÜRKLER'in İSLÂM anlayışının ne kadar ÖZ'e yönelik olduğunu gösterir. Çünkü KUR'AN ve HADİSLER VAZİFE ve MEVKİ tahsisinde KABİLE, AKRABALIK, TANIDIK vs.nin değil; EHİL olmanın önemini belirtir, bunun FARZ olduğunu söyler.
EMEVİLER'e dönersek, İSLÂM DEVLETİ çok genişlemişti. Çok büyük bir sahada ve bir çok millet üzerinde hükmü vardı. Bu yüzden ARAP-MEVÂLİ ayırımı, Arap olmayanın 2. sınıf, hatta KÖLE kabul edilmesi, diğer milletler gibi TÜRKLER'in de hazmedemediği bir husus olmuş, ve şiddetle direnmişlerdir.
Kesinlikle ifade edelim ki, bu direnme İSLÂM'a değil; İSLÂM'ı getirdiğini öne süren EMEVÎ idaresine karşı idi. Bu da bazı TÜRK-TÜRKMEN-ALEVÎ topluluklarına, ilerde SÜNNİLER'e karşı bir tavır olarak yansıyacaktır... Çünkü direnebilmek için muhaliflerin safında, yani ŞİİLER'in yanında yer almışlar, SÜNNî EMEVÎLER'e karşı durmuşlardı.
Elbette ki bu arada MÜSLÜMAN olan TÜRKLER de vardı ve EBA MÜSLİM-İ HORASANÎ bunlardan biri idi. Ama kitle halinde İSLÂM'a katılma EMEVÎ dönemi TÜRKLER'i için söz konusu olmamıştır.
ABBASÎ dönemi başlayınca (750) ARAP-MEVÂLÎ farkı kalktı. Doğu eyaletleri, özellikle HORASAN, HİLÂFET'in el değiştirmesinde oynadığı rol yüzünden önem kazandı. Mevki ve makamlar Arap olmayanların, özellikle Acemler'in eline geçti.
TÜRKLER, askerî alandaki üstünlüklerini 810'larda gösterme imkânını buldular. Kardeşi EMİN'le mücadeleye giren HALİFE MEM'UN, Arap ve Acemler'e güvenemiyeceğini anlayınca, HORASAN'da bulunduğu sırada yakından tanıdığı TÜRKLER'i sistemli bir şekilde ordusunda görevlendirmeye başladı... AFŞİN, AŞNAS, BOĞA (BÜKE) gibi komutanlar MEM'UN zamanında HİLÂFET ordusunda önemli yerlere geldiler.
Ama TÜRKLER'in hasletlerine uygun bir mevkiye çıkmaları HALİFE MU'TASIM zamanında oldu. Esasen MU'TASIM, MEM'UN zamanında ordunun teşkilatlandırılması ile ilgilenmişti. MEM'UN'un HORASAN'a, SEYHUN-CEYHUN bölgesine TAHİR, SAMAN gibi TÜRKLER'i VALİ tayin ettiğini görmüştü. HİLÂFET'i de kumanda ettiği TÜRKLER sayesinde ele geçirmişti. Bu yüzden hem onları seviyor, hem de bir nev'i şükran hissi duyuyordu.
Bütün bunlara ek olarak, 816'da başlıyan BABEK İSYANI da TÜRKLER'i ön plana çıkardı. Ülkelerinin bir anda fethedilmiş olmasını, haşmetli devletlerinin yıkılıp gitmesini bir türlü hazmedemiyen Acemler, her fırsatı değerlendirerek eski İRAN'ı ihya etmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden son hükümdar YEZDİCERD'in bir kızını HALİFE'ye, bir kızını da Hz. HÜSEYİN'e vermişlerdi. Bu yüzden MEYMUN, İMAM CAFER'den sonra (765) onun İMAM olamıyan diğer oğlu İSMAİL'i öne sürerek ayrılık çıkarmıştı. Şimdi de BABEK, kadın ve malda ortaklığı savunan eski MEZDEK inancını canlandırmak istiyordu. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 45)
HALİFE MEM'UN, BABEK belâsını TÜRK komutan AFŞİN vasıtasiyle defedince (Bakınız: İSLAM'A FESAT KATANLAR, 14. Bölüm) TÜRKLER'e ayrı kıyafet giydirmeye, onları diğer birliklerden ayrı tutmaya başladı. Bu uygulama tabii ki, Arap unsurların ve artık yozlaşmaya başlamış olan BAĞDAT halkının tepkisini çekiyordu. Ama MU'TASIM yılmadı, çözüm olarak SAMARRA adını verdiği yeni bir şehir kurdu, ordusunu ve DEVLET dairelerini oraya taşıdı. SAMARRA'yı bir süre sonra DEVLET MERKEZİ yaptı. İMAM ALİ NAKİY ve İMAM HASAN-ÜL ASKERİY, işte bu şehrin ASKER mahallelerinde TÜRKLER ile birlikte ve HALİFE'nin yanıbaşında yaşamışlardır!.. Bu yüzden ASKERİY lâkabıyla anılırlar. Ama Alevî kardeşlerimiz işin bu yönünü, yani Halife'yle bağlantısını bilmez! Bilen de başkasına söylemez!
Böylece TÜRKLER İSLÂM'ın vazgeçilmez unsuru oldular. Onu Araplar'dan ve Acemler'den daha güçlü ve daha inançlı savundukları için bütün dünyada TÜRK ve İSLÂM kelimeleri birbirinden ayrılmaz iki kavram haline geldi... O kadar ki, HIRISTİYAN ARAP ifadesi tabii karşılanırken, BUDİST TÜRK, HIRİSTİYAN TÜRK denildiğinde, "öylesi de var mı?" diye hayret uyandırır oldu... (Bakınız: NOTLAR - 4B, 46)
TÜRKLER zamanla öyle önem kazandılar ki, bir HALİFE'yi indirip yerine bir başkasını getirebiliyorlardı. İşe KÖLE olarak başlayıp zekâsı, çalışkanlığı ve gücü sayesinde kısa zamanda KOMUTAN, hatta VALİ olanlar az değildi. Sonradan bu valiliklerden bir kısmı yarı bağımsız devletlere dönüşüyordu. TAHİROĞULLARI, daha sonra BAKIRCIOĞULLARI, SÂMANOĞULLARI 830'lardan sonra kurulmuş bu çeşit hanedanlıklardı... MISIR'da TULUNOĞLU DEVLETİ'ni de SAMARRA'lı bir köle TÜRK'ün oğlu AHMET kuracaktır. Tarihte KÖLEMEN diye anılan devletler de hep bu tarzda oluşmuştur.
FRANSA'nın güneyinden başlayıp bütün KUZEY AFRİKA, bütün ARABİSTAN ve İRAN'ı kapsayarak ta ORTA ASYA içlerine kadar uzanan İSLÂM DEVLETİ, 800'lü yıllardan itibaren bütünlüğünü koruyamadı. ABBASÎ kıyımından kurtulan EMEVÎLER İSPANYA'da ENDÜLÜS EMEVİ DEVLETİ'ni kurdular. (756-1031) Şİİ İDRİSOĞULLARI DEVLETİ FAS'ta (788-909), Şİİ FATIMİLER, MISIR'da (910-1171) ayrı birer devlet olarak varlıklarını sürdürdüler. Doğu tarafta ise HASAN BİN ALİ, HAZAR DENİZİ'nin güneyinde ALEVİ bir devlet kurdu. (864-928) TAHİROĞULLARI HORASAN'da, BAKIRCI YAKUB'un sülâlesi SECİSTAN'da, SÂAMANOĞULLARI da SEMERKANT'ta hüküm sürdüler. Özellikle 800'lerden sonra İSLÂM DEVLETİ, bir üzüm salkımı gibiydi, taneleri kendine bağlı ama kolayca kopabilecek DEVLETLER'den oluşuyordu. Küffardan çok birbirleriyle uğraşıyorlardı.
İsyanlar, mezhep çatışmaları da bu dönemde başlar... MEYMUN OĞLU ABDULLAH'ın ortaya çıkışı (800), ZİKRAVEH (892), KARMAT (900), ÜBEYDULLAH (913), EBU TAHİR (930, KÂBE saldırısı) ve arkasından Şİİ BÜVEYHİLER'in BAĞDAT'ı ele geçirmesi (945) birbirini takip eder ve İSLÂM'ın başına dert olur.
BÜVEYHOĞULLARI DEYLEMLİ'dir. HAZAR DENİZİ'nin güneyinde yaşarken ALİ OĞULLARI'ndan HASAN'ın orada bir devlet kurması ile önce ALEVİ'leşmişler, fakat sonradan İRAN etkisi ile Şİİ'leşmişlerdir. Aslen TÜRK'türler. SABAR ve KÜRT boylarından geldikleri belirtilir. Ancak diğer TÜRK devletleri gibi davranmamışlardır. Devletleri, EBU SUCA'nın oğulları tarafından kurulmuş, ve İRAN'a doğru genişlemiştir.
BÜVEYHOĞULLARI, ABBASİ HALİFESİ'ni tanımazlardı, ama onu DEVLET'in başında tutmayı uygun gördüler. SÜNNİLER'i kızdırmamak istiyorlardı. Ayrıca kendileri ZEYDÎ kolundan olmalarına rağmen; iktidarı elden kaçırmamak için 12 İMAMLI ALEVÎ ileri gelenleri ile işbirliği yapmaya çalıştılar... Ama pek başaramadılar.
BÜVEYHOĞULLARI idaresinden memnun olmayan PEYGAMBER TORUNLARI, 12. İMAM MEHDİ'nin son elçisi ALİ'nin 941'de vefatıyla İMAMET'in hitame ermesini de gözönünde tutarak, peyderpey HORASAN'a göçtüler. ALEVİLİK ORTA ASYA'da ve TÜRKLER arasında yayılmaya başladı... Artık SEYYİD diye anılan PEYGAMBER TORUNLARI orada büyük saygı gördü. BÜVEYHLİLER'den memnun olmayan SÜNNİ eğilimli SAMANOĞULLARI, TAHİROĞULLARI, GAZNELİLER siyasetle igilenmiyen, kendilerini tamamen ilme vermiş bu muhterem kişilerle yakından ilgilendiler. Onların öğrenci yetiştirmesine, etraflarını toplananları eğitmesine imkân tanıdılar. Zamanla TÜRKLER'in SÜNNİ'liği Araplar'dan; ALEVİ'liği Acemler'den daha farklı, fakat daha tutarlı olarak gelişti.
Daha başka bir ifade ile, ilerde derinlemesine incelerken göreceğimiz gibi, o dönemdeki TÜRKLER'in ALEVİ'liği ve SÜNNİ'liği birbirinden ayrılmaz bir BÜTÜN idi... ki, işte buna biz TÜRKLERİN İSLAM ANLAYIŞI diyoruz!.. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 47)
Bu anlayışın arkasında SEYYİD BATTAL GAZİ'nin mücahitliği ile HACE AHMED YESEVİ'nin âlimliği vardır. Her ikisinin de İMAN'ı BİR'dir!..
Bu anlayışın esasları ANADOLU'daki, ORTA ASYA'daki ve bütün DÜNYA'daki TÜRKLER'in ruhunda benliğinde yer etmiştir!
Değerli bir MÜCEVHER gibi dikkatle, itinayla işlenmiş olan bu ÖZ'ü camdan incik-boncukla değişmek olmaz!.. ÖZ'den ayrılıp ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesine girmek olmaz!.. ÖZ'den ayrılıp ARAB'ın, ACEM'in peşine takılmak hiç olmaz! Evet, onlar da müslümandır, ama İSLÂM'ı bir oya gibi işleyen biziz!.. Onları müslüman olarak bağrımıza basarız ama, İSLÂM'ın 1000 yıllık lideri biziz. Onların peşine takılmak bize yakışmaz!
Bu özelliğimizi asla unutmamak, asla kaybetmemek gerekir! Bu liderliği elde tutmak için herkesten iyi müslüman olmak gerekir!
20 yıl kadar süren BABEK İSYANI'nın en kötü yanı BİZANS ile işbirliği yapmaları oldu. HALİFE MU'TASIM'ın TÜRK komutanı AFŞİN 835'de BABEK üzerine yürüyünce, MÜSLÜMAN olduğunu iddia eden bu kişi, BİZANS İMPARATORU TEOFİLOS'dan yardım istedi. Davet TEOFİLOS'un canına minnetti!.. 100.000 kişilik bir ordu ile sınırı aştı, KİLİKYA'ya girdi. DOĞANŞEHİR havalisini yaktı, yıktı. MÜSLÜMANLAR'ı kadın-çocuk-ihtiyar demeden gözlerini oydurdu, kızgın demirlerle dağladı, işkenceyle öldürdü. 25.000 esirle İSTANBUL'a döndü.
BABEK'in bu ihaneti İSLâM'a pahalıya mÂloldu... İlerde de İSMAİLİLER, FATIMİLER HAÇLI SEFERLERİ sırasında HIRİSTİYANLAR ile işbirliği yaparak İSLÂM DEVLETİ'ni müşgül durumda bırakacaklardır...
Katliamı duyunca gözyaşlarını tutamıyan MU'TASIM, 838'de BİZANS üzerine yürüdü. Ordusunda Arap ve Ermeni askerler olmasına rağmen çoğunluk TÜRK idi. Komutanlar da AFŞİN, BOĞA gibi TÜRKLER'dendi. ANKARA'ya kadar ulaşan ve daha ileriye akınlar yapanlar da, artık kitle halinde MÜSLÜMAN olan ve ANADOLU'ya gelip SUGUUR (uçbeyliği) olarak sınıra yerleşen TÜRKLER'di.
Savaşlar nedeniyle ANADOLU'da RUM nüfus azalınca, BİZANLILAR BALKANLAR'da yaşamakta olan HIRİSTİYAN ve ŞAMANİST TÜRKLER'i, yani PEÇENEKLER'i, UZLAR'ı, KUMANLAR'ı ANADOLU'ya naklettiler. MÜSLÜMAN TÜRKLER'in yaşadığı SUGUURLAR'ın karşısına onları diktiler. TÜRK'ü TÜRK'e kırdırarak kendilerini kurtarmaya çalıştılar.
İşte bugün KIRMANÇ KÜRTLERİ'nin iki ana kolundan birini teşkil eden ve BEÇENEVİ, BEÇENELİ, BEŞENEVİYYE, PEÇENE, PEÇENEK olarak bilinen Dicle civarındaki kürt aşiretleri; OĞUZ'un torunu BEÇENE soyundan gelen ve BİZANSLILAR tarafından BALKANLAR'dan getirilip bölgeye yerleştirilen HIRİSTİYAN PEÇENEKLER'in torunlarıdır!.. OSMANLI kayıtlarında "Göçer Ekrad-Ulus taifesinden" ve "TÜRKMEN Ekradı-Ulus taifesinden" diye yer almışlardı. Yani göçebe TÜRKMENLER'in dağda yaşıyan aşiretleri diye bilinirlerdi!..
KURMAÇ, KURUMANÇ, GURMANÇ, KURMANÇ diye bilinen Dicle civarındaki kürt aşiretleri ise, HIRİSTİYAN KUMANLAR'ın soyundandır. 1514'de ÇALDIRAN savaşından sonra YAVUZ SULTAN SELİM tarafından KÜTAHYA, AYDIN, SARUHAN'dan alınıp DOĞU ANADOLU'ya yerleştirilmişlerdir. OSMANLI kayıtlarında "konar-göçer TÜRKMEN taifesinden" şeklinde yer alırlar. Kırmanç kürtlerinin tipi aynen Ege Türkleri'ne benzer. Bir kısmının sarışın ve yeşil gözlü olması da bu yüzdendir.
KIRMANÇ kürt aşiretlerinin BOKHTİ, BOTON diye bilinen diğer kolu da, daha önce belirttiğimiz gibi OĞUZHAN'ın torunu BOGDUZ'den gelen ŞAMANİST UZLAR'dır. Bunlar eski âdetlerine daha bağlı ve dağlık yerlerde daha diğerlerinden kopuk yaşadıkları için OSMANLI kayıtlarında "Ekrad taifesinden" şeklinde yer almışlardır.
DOĞU ANADOLU, GÜNEYDOĞU ANADOLU, SURİYE, IRAK, İRAN ve KAFKASYA'da "kürt" olarak bilinen topluluk ve aşiretlerin bir kısmı ARAP, FARS, ERMENİ, hatta YAHUDİ kökenlidir... Yani ortada bir "kürt milleti" yoktur!.. Kürtleşerek kendi milletinden bir ölçüde kopmuş insanlar vardır. Meselâ Mustafa ve Mesut Barzani'nin BARZAN AŞİRETİ, Yahudi kökenlidir. ERZİNCAN'da "kürt" dendi mi akla ERMENİ gelir!.. TÜRK kökenli Kürtlerin ise aslını yukarda açıkladık.
Konu Kürtler'den açılmışken, bir de ZAZALAR'dan bahsedip sözü bağlıyalım. GURAN, GURLULAR, ZAZALAR diye bilinen ve daha ziyade TUNCELİ ve DİCLE boyunca yaşıyan bu aşiretler ORTA ASYA'dan GURİSTAN'tan HARZEM hükümdarı CELALEDDİN HARZEMŞAH'ın CENGİZ ordusu önünden kaçarken beraberinde getirdiği GUR-GUZ-OĞUZ TÜRKLERİ'dir!.. 1250'lerde bölgeye yerleşmişlerdir... Hikâyesini ilerde anlatacağız.
Bu aşiretler sonradan MİLAN (BEÇENE), ZİLAN (BOGDUZ) gibi başka adlar almışlar, başka dallara bölünmüşlerdir ama özleri TÜRK'tür! TÜRK'ten başka değildir!
TÜRK TARİH KURUMU'nun 14 yıl başkanlığını yapan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun 6 ciltlik "Anadolu'da Aşiretler Cemaatler Oymaklar (1453-1650)" titabında bütün aşiretlerin kökü-kökeni anlatılmaktadır. Halaçoğlu, Anadolu'da 42 bin aşiret tespit etmiş. Bunların 37 bin 706'sı Türkmen, 166'sı Moğol, 90'ı Arap ve 2 bin 287'si de Kürt aşireti... Meselâ Güneydoğu'da tamamen Kürtlerin yaşadığı sanılır, (Karadeniz'de sırf Lazlar'varzannedildiği gibi) ancak Halaçoğlu araştırmada bu bölgede yaşayan TÜRK sayısının Kürtler'e oranla beş kat daha fazla olduğu ortaya çıkarmış. Ama bir kısım TÜRKMEN aşiretinin zamanla değişime uğrayarak "kürt"leştikleri görülmüş. KARAKEÇİLİ AŞİRETİ gibi...
Batı'da Türkmen, güneydoğuda "kürt"...
TÜRK TARİH KURUMU'nun 14 yıl başkanlığını yapan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun 6 ciltlik "Anadolu'da Aşiretler Cemaatler Oymaklar (1453-1650)" titabında bütün aşiretlerin kökü-kökeni anlatılmaktadır. Halaçoğlu, Anadolu'da 42 bin aşiret tespit etmiş. Bunların 37 bin 706'sı Türkmen, 166'sı Moğol, 90'ı Arap ve 2 bin 287'si de Kürt aşireti... Meselâ Güneydoğu'da tamamen Kürtlerin yaşadığı sanılır, (Karadeniz'de sırf Lazlar'varzannedildiği gibi) ancak Halaçoğlu araştırmada bu bölgede yaşayan TÜRK sayısının Kürtler'e oranla beş kat daha fazla olduğu ortaya çıkarmış. Ama bir kısım TÜRKMEN aşiretinin zamanla değişime uğrayarak "kürt"leştikleri görülmüş. KARAKEÇİLİ AŞİRETİ gibi...
Batı'da Türkmen, güneydoğuda "kürt"...
İşte CANLAR, nasıl TARİH incelenmeden ALEVİ-SÜNNİ meselesi anlaşılamazsa, TÜRK-KÜRT meselesi de TARİH bilmeden halledilemez... Eğer son 50 yılda doğudaki aşiretlerin tarihi incelenseydi, dil, dini inanış, örf ve âdetler, el sanatları incelenseydi; görülecekti ki, "kürt" tabiri son 500 yıldır ayrı bir ırkı değil; sadece dağda yaşıyan göçebe aşiretleri tanımlamak için kullanılmıştır.
Biz gene konumuza dönelim... 900'lü yıllarda iş değişti. BİZANSLILAR sıkıntılı dönemlerini atlattılar. Başa güçlü imparatorlar geçti. 928 yılında tekrar saldırıya geçtiler. Önce ERZURUM'u, MALATYA'yı geri aldılar. 948'de MARAŞ, GİRİT, KIBRIS ve GAZİANTEP (ki aslında o zaman dahi GAZİ sayılırdı) elden gitti. 964'de ADANA, TARSUS; 969'da ANTAKYA'yı aldılar. Buralara yerleşmiş olan bir çok MÜSLÜMAN Arap ülkelerine göçtü. 973'de HUNUS, BAALBEK ve BEYRUT'u ele geçirdiler. ERCİS, MALAZGİRT ve URFA da 1030 yılında BİZANSLILAR'ın oldu.
Peki, ne olmuştu da, 800'lere kadar büyük başarılar kazanan; FRANSA'ya, ANKARA'ya, ÇİN'e kadar uzanan İSLÂM DEVLETİ 900'lerde zayıflamış, hatta küçülmüştü?..
Bizce en büyük sebep ayırımcı, isyancı Şİİ akımlardır... ABDULLAH Şİİ 913 yılında ÜBEYDULLAH'ı MEHDİ ilan ederek FATIMİ DEVLETİ'ni kurmuştu. Bunlar daha sonra MISIR'ı, SURİYE'yi alarak İSLÂM DEVLETİ'nin bölünmesine yol açtılar.
YEMENLİ KARMATİLER'in lideri EBU TAHİR 920'lerde BAĞDAT'ı basmış, HALİFE MUKTEDİR'i yenmiş, MEKKE'ye saldırmış, HACER-İ ESVED'i çalmıştı!.. Girdiği her yerde katliam yaptığı, halkı soyup soğana çevirdiği gibi, DEVLET düzenini de bozmuştu.
Bu iki grup, aynı görüşte olmalarına rağmen, menfaat yüzünden birbirleriyle de savaşmışlardı. FATIMİLER ŞAM'ı alınca, şehrin haracını yiyen KARMATİLER'le aralarında anlaşmazlık çıkmış, harp etmişler, sonunda KARMATİLER, FATIMİLER'in kontrolüne girmişti.
945'de Şİİ BÜVEYHLİLER BAĞDAT'ı ele geçirmişlerdi.... Bu sûretle hemen bütün İSLÂM diyarı ŞİİLER'in idaresi altına girmişti, ENDÜLÜS ve TÜRK DİYARI hâriç!..
Ama ne FATIMİLER, ne KARMATİLER, ne de BÜVEYHİLER ANADOLU'da olanlarla fazla ilgilenmediler. İlgisizlikleri büyük toprak ve can kaybına sebep oldu.
Bütün bu olaylar 12 İMAM DÖNEMİ'nin kapanmasından önce cereyan etmişti. Ama ne İMAM HASAN-ÜL ASKERİY, ne de İMAM MEHDİ bu olaylar içinde yer almadı. ALİ OĞULLARI'ndan hiç biri çıkıp ta, "iktidar bizimkilere geçti," diyerek FATIMİLER'e, KARMATİLER'e, BÜVEYHİLER'e destek vermedi!.. Tam tersine, bu olayların cereyan ettiği yerlerde kalmak bile istemediler, HORASAN'a göçtüler!...
ENDÜLÜS ve TÜRK DİYARI dışında ŞİİLER'in hâkim olduğu 913-1059 yılları, İSLÂM TARİHİ'nin en üzücü olayları ile doludur... Onun için diyoruz ki, ŞİA (ALİ SOYU gerçek İMAMLAR'a yakın olanlar) ile Şİİ diye bilinenler (ALİ SOYU'na bağlıyız deyip menfaat peşinde koşanlar) birbirinden ayrıdır... ve bu anlattıklarımız bunun en açık delilidir...
Öyleyse HUMEYNİ'yi "ALİ âşığı" sayan ALEVİLER ile, onu "İSLÂM'ın kurtarıcısı" gören SÜNNİLER varsa, 913-1069 DÖNEMİ'ni iyi incelemelidirler!
Dikkate şâyândır ki, ABBASİLER'ce korkunç bir kıyıma uğramış, ve bunun tabii bir sonucu olarak onlara düşman olması gereken ENDÜLÜS EMEVİLERİ'nin bu dönemde menfi hiçbir tutumu olmamıştır. Tıpkı TÜRKLER gibi onlar da HIRİSTİYANLAR'ı hasım görmüşler ve 1490'lara kadar AVRUPA'da İSLÂM bayrağını düşürmeden varlıklarını korumuşlardır.
Peki, İSLÂM DÜNYASI bu sıkıntılı dönemden nasıl kurtuldu?..
EMEVİLER'in ARAP-MEVÂLÎ ayırımına bir TÜRK son vermişti: EBÂ MÜSLİM!..
BABEK isyanını bir TÜRK bastırmıştı: AFŞİN!..
İSLÂM DEVLETİ'ni bu kargaşadan bir TÜRK çıkaracaktı: TUĞRUL BEY!..
Ancak nasıl oldu da ŞAMANİST, MANİST, BUDİST, HIRİSTİYAN hatta MUSEVİ olan TÜRKLER, MÜSLÜMAN olmalarından kısa bir süre sonra İSLÂM'a Araplar'dan daha iyi hizmet edebildiler?..
Evet... Daha önceleri İSLÂM'ı kabul edip KÖLE olarak işe başlayıp yükselenler ve büyük hizmetler görenler vardı... Ancak nasıl olmuştu da, TOPYEKÜN kitle halinde yararlı hale gelmişlerdi?... Bu konu üzerinde çok az kişi durmuştur.
659 yılında ikiye bölünen GÖKTÜRK DEVLETİ'nin 744 yılında yıkılmasından sonra, doğuya ve batıya büyük TÜRK göçleri oldu. 900'lü yıllarda kuzeyden KITAY TÜRKLERİ'nin baskısı ile çeşitli TÜRK boyları güneye inmek zorunda kaldılar. Bunlardan bir kısmı KARADENİZ'in kuzeyinden BALKANLAR'a geçti. PEÇENEKLER, BULGARLAR, MACARLAR, BAŞKIRTLAR bu grupta idi... Bir kısmı da HAZAR DENİZİ'nin güneyine indi. OĞUZLAR işte bu grupta idi.
950 yıllarında 200.000 çadırlık büyük bir OĞUZ grubu müslümanlığı kabul etti. Biraz sonra da TÜRKMEN diye anılmaya başladılar. Bu arada MÜSLÜMAN KARLUK TÜRKLERİ de ORTA ASYA'da KARAHANLILAR DEVLETİ'ni kurmuşlardı.
Aynı tarihlerde İMAMET'in sona ermesi ve Şİİ BUVEYHİLER'in gelmesi üzerine ALİ SOYU HORASAN'a göçmüş, ve ALİ OĞULLARI HASAN-HÜSEYİN ayırmadan SEYYİD diye anılmaya başlamıştı. (Bakınız NOTLAR - 4B, 48)
Bu iki önemli olayın aynı tarihlerde cereyan etmesi, elbette ki tesadüfi değildir, İLÂHÎİ bir sebebi vardır. Çünkü İSLÂM TARİHİ'nde Hz. MUHAMMED'in PEYGAMBER olmasından sonraki en önemli gelişme, buna bağlı olarak ortaya çıktı... SEYYİDLER henüz MÜSLÜMAN olmuş TÜRKLER'e MUHAMMED ve ALİ'nin NUR'unu aktarmaya başladılar. Dedelerinden kendilerine kadar saflığı bozulmadan ulaşmış olan İLÂHÎ BİLGİLER'i etraflarına toplananlara aşıladılar.
Bu muhterem PEYGAMBER TORUNLARI'nın talebelerinin arasında elbetteki Araplar, Acemler ve başkaları vardı. Ama bu feyzden en çok TÜRKLER yararlandı. ÖMER HAYYAM, HAFEZ gibilerinin yanında AHMED YESEV$I, HACI BEKTAŞ, MEVLÂNA, NİZÂMÎ, NESİMÎ gibi TÜRKLER bu sûretle yetişti ve MANEVİ yönden yüceldi.
- "MEVALİ nedir, ya RESULULLAH?"
- "Onlar sizin AZATLILAR'ınızdır...
Yani FARİS YÖNÜNDEN gelecek olan bir KAVİM'dir ki, şöyle diyecekler:
Yani FARİS YÖNÜNDEN gelecek olan bir KAVİM'dir ki, şöyle diyecekler:
"Siz bunlara gereği gibi HAK tanımazsınız. Sizinle hiç kimse BİRLİK kurmayacaktır!"
Bu HADİS, KIYAMET alâmetlerini bildirdiği söylenen HADİS'in bir kısmıdır... MEVALİ, ARAP OLMAYAN MÜSLÜMAN KÖLE'dir... FARİS, İRAN'dır... FARİS YÖNÜ, HORASAN'dır!.. HORASAN'DAN GELEN de TÜRKLER'dir!.. AZATLI KÖLE olup ta HÜKÜMDAR mevkiine yükselen TÜRKLER'dir!..
Bizce bu HADİS,
- "Ey iman edenler!.. İçinizden kim dininden dönerse (bilsin ki), ALLAH Teala bir KAVİM getirir ki, onları sever! Onlar da O'nu severler!"
âyetinin (MAİDE Suresi, 54) açıklamasıdır!
912 ile 1059 yılları arasında dalga dalga artan ANARŞİ, GERİLEME ve BÖLÜNME o tarihe kadar Araplar'ın liderliğini yaptığı İSLAM DEVLETİ'ni sarsmış, ÇÖKME noktasına getirmişti. TUĞRUL BEY, 1059'da bizzat BAĞDAT'a gelip BÜVEYHİLER saltanatını yıktı, onların korkusundan kaçmış olan HALİFE'yi tekrar tahtına oturttu. O tarihten sonra da İSLAM DÜNYASI'na TÜRKLER hakim oldu!
Bu kaçınılmaz bir değişme idi. Aslında İSLAMİYET çok hızlı yayılmış, ilk 100 yıl içinde dahi çok geniş bir imparatorluk haline gelmişti. Ama unutmamak gerekir ki, bu DEVLET'in kuzeyinde koca bir ROMA İMPARATORLUĞU, sağında güçlü bir ZERDÜŞT kültürüne sahip İRAN, onun hemen ötesinde bir kaç bin yıllık bir HİNT medeniyeti, solda yanıbaşında ise YAHUDİLER'in 3000 yıllık sarsılmaz alışkanlıkları vardı. Bu ülkeler fethedilse de, halkının İSLAM içinde eritilmesi zordu. Ayrıca ARAPLAR'ın kendi PUTPERESTLİK, BEDEVİLİK, AİLE SÜRTÜŞMELERİ, KABİLE KAVGALARI gibi sorunları vardı. ARAP liderliğinde 300 yıl yol almış olan İSLAMİYET, artık onların güç yetiremeyeceği bir noktaya ulaşmıştı. Hele HİLAFET, İMAMET, MEZHEP mücadeleleri binlerce masum MÜSLÜMAN'ın canına malolunca, İLAHİ TAKDİR daha önce KUR'AN-I KERİM'de açıkladığı hükmünü icraya koydu. Araplar'ın yerine İSLAM'a onlardan daha iyi sahip çıkacak bir milleti, TÜRKLER'i göreve getirdi!.. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 49)
PEYGAMBER SOYU bu sırrı sezdiği için HORASAN'a göçmüştü. Bu göç belki de daha önce anlattığımız 12. İMAM MEHDİ'nin kaybolmasından önce başlamıştı. Öyle ya, ABBASİLER hazırlıklarını HORASAN'da yapmamışlar mıydı?.. (750) ALİ OĞLU ZEYD'in torunlarından HASAN orada ayaklanmamış mıydı?.. (900'ler)
Ama büyük göç 940'larda olmuştur... ve PEYGAMBER TORUNLARI'nın çoğu insan yetiştirmekle uğraşmış, siyasete hiç bulaşmamışlardır. Onların etraflarına toplananların çoğu TÜRK'tü... Bu eğitimin sonucunda ortaya HORASAN ERLERİ diye bilinen KAMİL İNSAN topluluğu çıkmıştır.
Bunlar BİR LOKMA-BİR HIRKA ile yetinirlerdi ama, TEMBEL değillerdi!..Fazla okumamışlardı ama, CAHİL değillerdi!.. Hemen her şeye akılları ererdi ama, UKELA değillerdi!..KILIÇ BELDE, KELLE KOLTUKTA gezerlerdi ama, CANİ değillerdi!.. Onlar her bakımdan MÜKEMMEL kişilerdi.
O dönemin TÜRK devletleri, SAMANİLER, KARAHANLILAR, GAZNELİLER hep ALİ SOYU'ndan olan SEYYİTLER'e önem verirler, saygı gösterirlerdi.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 50)
Böyle bir ortamda yetişen ve sayıları artan HORASAN ERLERİ'nden bir bölümü, 1250'lerde AHMED YESEVİ HAZRETLERİ tarafından atılan dal ile ANADOLU'ya yönlendirilmiş, böylece doğudan gelen MOĞOL istilası ile çökmekte olan İSLAM kaleleri esas tehlike olan BATI'ya, HIRISTIYAN DÜNYA'ya karşı güçlendirilmişti...Bu OLAYLAR DİZİSİ'nin MANEVİ yönünü kavrayabilmek için, üzerinde ciddi olarak durmak ve tefekküre dalmak gerekir.
İşte ALİ SOYU'nun rolü ve gerçek ALEVİ anlayışının esası bu noktada ortaya çıkar. SELÇUKLULAR dahil bütün o saydığımız TÜRK devletlerini birer İSLAM kalesi haline getiren güç, ALEVİLİK'tir!.. ALİ YOLU'nda gitmektir!.. HORASAN ERLERİ'ni KÂMİL İNSAN yapan ALEVİLİK'tir, GERÇEK PEYGAMBER TORUNU SEYYİTLER'in gösterdiği ALİ YOLU'dur!.. Ama bu ALEVİLİK, "YEZİD'e, MERVAN'a söğmek, rakı içmek, saz çalmak, 12 İMAM'ı bilmezse olmaz" şekline dönmüş olan şimdiki ALEVİLİK değildir!..
Çünkü o dönemde dahi, daha önce uzun uzun anlattığımız gibi 12 İMAMLI ALEVİLİK azınlıkta idi... İlerde göreceğiz, HACE AHMED YESEVİ, kendisi ALİ OĞLU MUHAMMED soyundan olduğu için 12 İMAM'a bağlı değildi!.. Eserlerinde buna yönelik ifadeler hiç yoktur... MÜSLÜMAN TÜRKLER, ALİ SOYU'ndan bir SEYYİT'ten FEYZ almaya önem verirlerdi, ama hiç HİLAFET-İMAMET meselesi üzerinde durmazlardı. Önemli olan KAMİL İNSAN olabilmekti!.. Alevilik buydu, Ali yolunda olabilmekti! (Bakınız: NOTLAR - 4B, 51)
Peki, nedir Ali’nin yolu?... Buna geçmeden önce bir kıssa nakledelim:
Hz. Muhammed ile Hz. Ali sık sık bir köşeye çekilir, kendi aralarında sohbet ederlermiş... Hz. Muhammed bu sohbet sırasında çok yakın bulduğu Ali’ye Kuran’ın ihtiva ettiği derin manaları anlatır, Miraç sırlarını öğretirmiş. Ama kimseye söylemesin diye de sıkı sıkıya tembih edermiş... Bu irfanın manevi ağırlığı ve sadece kendinde birikmesi Hz. Ali’ye öylesine işlemiş ki, artık dayanamaz hale gelmiş. Kimseye de bir şey nakledemediği için, bir gün kör bir kuyunun başına gitmiş, içinde birikenleri bağırarak kuyuya dökmüş. Kendisi ferahlamış ama bir de bakmış ki, bu sefer kör kuyu coşmuş, suları taşmaya başlamış!...
Bu kıssanın anlatmak istediği husus şudur: Kuran’ın açıklaması hadislerde; yine Kuran’ın ve hadislerin açıklaması ise Ali’dedir. Zaten Hz. Ali bunu açıkça ifade etmiştir.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 52)
Bu sır, "Herkese idraki nispetinde hitap ediniz" prensibi gereğince, rasgele değil; son derece planlı ve düzenli bir şekilde başkalarına intikal etmiştir.
Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi ile ilgilenenlere göre, Hakikat İlmi Hz. Ali’den iki yoldan gelmiştir. Biri "Açık Yol"dur. Özellikle Cüneydi Bağdadi’den (ki, Hallac-ı Mansur ile çağdaştır ve 909 yılında vefat etmiştir) itibaren bir çok kollara ayrılır. Her kolun yani yolun piri kendi düşünüş ve görüşüne göre bir zikir ve taat şekli benimsemiş, bunu ayet ve hadislere dayandırmıştır. Kaadiri, Rufai, Mevlevi tarikatları bu yoldan sayılır.
"Kapalı Yol" ise, adından da anlaşıldığı gibi, ancak belirli bir zümreye mahsus tutulmuş, sır ehli olmayana verilmemiştir. Nakşibendi (Ama hakiki Nakşibendiî tarikatı, Muhammed Nakşıbendî'den gelen, Mevlâna Hâlidi'den türeyen şimdiki Nakşilik değil) ve Bektaşi tarikatları bu gruptan sayılır. Hz. Ali ile tarikat kurucusu arasındaki zatları da şöyle sayarlar:
HZ. ALİ – SELMAN FARİSİ – KASIM BİN MUHAMMED – CAFER ÜS SADIK – BAYEZİD-İ BİSTAMİ – EBÜL HASAN HARKANİ – EBU ALİ AL FARMEDİ – HOCA YUSUF-AL HAMEDANİ – HACE AHMED YESEVİ – HACI BEKTAŞİ VELİ
Nakşibendiler ise, Hamedani’den sonra 6 silsilede Muhammed Bahaeddin Nakşibendi’ye getirirler.
Biz hakikat sırlarının icabata göre Muhammed’den Ali’ye, Ali’den İmamlar'a (ama sadece 12 İmam’a değil, Ali soyundan bütün imamlara), İmamlar'dan Şia’ya (yani imamlara bedenen ve kalben yakın olanlara) ve Seyyitler'e, Seyyitler'den de Horasan Erenleri'ne, Rum Abdalları'na, Anadolu dervişlerine intikal ettiğine inanıyoruz. Halifelik de, İmamlık da, Seyyitlik de devrini tamamlamıştır. Ama Velayet nuru ehlinden ehline geçip durmaktadır.