HANEFİ MEZHEBİ
İMAMI AZAM : Asıl adı Numan, künyesi Ebu Hanife olan îmam-ı Azam, soy tarafından arap değildir. Fars olma ihtimali kuvvetlidir.. H. 80'de Kufe'ye bağlı An-bar köyünde dünyaya gelmiş. 150 tarihinde 70 yaşında Bağdat'ta ölmüştür. Bagdat'ta, Hayruzan mezarligina defnedildi,Türbesi ve adına yaptırılan külliye Bağdat’ın Azamiye Mahallesindedir.
İMAMI AZAM EBU HANİFENİN BAĞDAT AZAMİYE MAHALLESİNDEKİ TÜRBESİ
E hli reyin imamı, Iraklıların fakihidir. Hanefî mezhebinin kurucusudur.. Kufe'de kumaş ticareti ile geçimini temin etmiştir.Caferi sadıkla çeşitli defalar görüştüğü anlaşılıyor.Aralarında talebe hoca ilişkisi yoktur, iki ilim adamanın ilişkisi söz konusudur.Zaten Ebu Hanife Caferi Sadıktan büyüktür.
İmam-ı Azam'm annesi, babası Sabit öldükten sonra îmam Cafer-i Sadık ile evlenmiş, İmam-ı Azam onun yanında yetişmiştir bigisi yanlıştır ve çelişkilidir.
Ticaretle uğraşırdı ve bu işte mahirdi. Küfe şehrinde dükkânı vardı. Ortakları olup uzak memleketlere alışverişe giderlerdi. Kazancı İle talebelerinin ihtiyaçlarını alır kendi evine bol bol harcardı. Evine harcadığı kadar fakirlere sadaka verirdi. Her cuma günü anasının babasının ruhu için fakirlere ayrıca 20 altın dağıtırdı. Ortaklardan birinin çok miktarda bir malı şeriata uygun olmayarak sattığını anlayınca bu maldan kazanılan 90 bin akçanm hepsini fakirlere dağıttı.
On sekiz yıl Irak'ın büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'ın derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sırada var olan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz. Ömer fıkhı, Abdullah b. Mes'ud fıkhı, Abdullah b. Abbâs fıkhı. Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu
Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi
Bir gün bir talebesi imama: İnsanlar sizin için geceleri uyumadığınızı söylüyorlar dedi. Cevabında bundan sonra geceleri uyumayacağıma söz veriyorum dedi. Talebeleri niçin diye sorunca Allah'u teala: Öyle kullar vardır ki yapmadıkları şeylerle kendilerinin methedilmesini isterler buyuruyor. Şimdi ben o insanlardan olmamak için uyumayacağım dedi ve otuz sene bir rivayete göre kırk sene geceleri uyumayıp yatsının abdesti ile sabah namazını kıldı. Birçok kıymetli kitapta secde etmesinin çokluğundan Ebu Hanife'nin dizleri deve dizi gibi sertleşmişti
Hayatının bir bölümü Emevi’lerin , bir bölümü Abbâsi’lerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir
İmam-ı Azam önce Emevilerin kadılık teklifini reddettiği gibi daha sonra kurulan Abbasi devletinin kurucularından Halife Man-sur'un kadılık teklifi reddetti. Hem kadılık teklifini reddettiği hem de siyasi bakımdan Hz Hasan'm torunu İbrahimi desteklediği için Halife Mansur İmam'ı dövdürdü ve tevkif ettirdi. İmam 70 yaşında iken hapishanede secdede iken Allah'ın rahmetine kavuştu.
Çağdaşları : Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b. Atâ ,Muhammed Bâkır vb.
Neden Rey :
İbni Mes'ud reyle içtihada meylederdi. Hz Ömer onu Küfeye gönderdi. O da fıkıh meselelerine istinbat zekâvetina hazırlandı. Zira O Irak'ta görev yaptığı için ve kendisine islam ahkamı sorulduğundan öyle ahkâmlara cevap vermek gerekiyordu. Cevabı ise ictihad rey ile olurdu. Ondan sonra talebeleri onun izini takip ettiler. İşte rey ile ictihad Irak'ta yayıldı. Irak'ın u-leması bu özelliği ile nam aldılar. Bunun için Irak alimleri (ashab-ı rey) ismini aldı. Medine alimleri ise ashab-ı hadis adını aldı. Zira Medine Peygamber (sav)'in meskeni, vahyin münzel yeri ve ondan sonrada ashab-ı kiram'ın meskeniydi.
İmamı Azam Ebu Hanefi Hakkında övgüler:
İmam-ı Şafii onun hakkında: "İnsanlar fikıhda Ebu Hani-fe'ye iyâldir." Demiştir
İmam Malik onun için: "Ebu Hanife'nin mantığı o kadar kuvvetlidir ki şu direk altındır dese onu ispat edebilir" demiştir.
İmam Ebu Hanife ile görüşen İmam Malik'in görüşmesinden sonra Saad Bin Leys'e söylediği şu sözü meşhurdur: "Ebu Hanife beni terletti. Ey Mısırlı o gerçek bir fakiktir". Sonra da Saad Bin Leys diyor ki: "Sonra Ebu Hanife ile karşılaştım ve ona Malik'in senin dediklerini kabul edip seninle konuşması ne güzel şey dedim. Ebu Hanife de İmam Malik'ten süratli ve gerçek cevap veren ve gerçekçi, hakiki, kusursuz eleştirici kimseyi görmedim" dedi.
İbn Teymiye’nin Ebû Hanîfe'yi Övmesi :
Zehebî’nin hocası, raviler ve hadislerdeki illetler hususunda uzman olan üstad, imam, hafız, münekkid, fakih, müfessir, şeyhülislam Takiyyuddin Ebu'l-Abbas Abdulhalîm el-Harrânî (İbn Teymiyye) Minhâcu's-Sunneti'n-Nebeviyye fî Nakdi Kavli'ş-Şîa ve'l-Kaderiyye adlı eserinde:
Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed b. Hasan'ı gece gündüz ilmi araştırma yapan, herhangi bir kimseyle alıp veremedikleri olmayan, inceledikleri şer'î delillere göre bazan bir sahabinin, bazan da başka bir sahabinin sözünü tercih eden kimseler arasında zikretmekte ve akranlarının isimlerini bir bir saymaktadır.[Minhâcu's-Sunne, III/142. Bulak-1322.]
İbn Teymiyye aynı kitabının başka bir yerinde, Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin ümmet içindeki doğru sözlü bilginlerden olduklarını açıklamaktadır. [Minhâcu's-Sunne, N/77.] ..
İmamı Azam Ebu Hanefiye yapılan eleştirler:
İbn Ebî Şeybe (Ö. 235) :
Büyük hadis alimlerinden İbn Ebi Şeybe, Ebu Hanife'yi hadise muhalefetle ciddi olarak suçlayan ilk hadisçilerdendir. Buharı, Müslim, Ebu Zura er-Râzî, Ebu Davud, İbn Mâce ve Bakıyy b. Mahled gibi ileri gelen muhaddislerin de şeyhi olan İbn Ebi Şeybe, meşhur Musannafında Ebu Hanife'nin muhalif kaldığını söylediği 125 hadisi ihtiva eden müstakil bir bab ayırmış ve bu baba, "hazâ mâ halefe bihi Ebu Hanife el-eser ellezî câe an Resulillah (s.a.v.)" ismini vermiştir.[İbn Ebi Şeybe. Musannaf, XIV, 148-282] "onun bir Yahudi olduğu kanaatındayim"[Bağdadi. Tarih. XIII. 413.]
Ahmed b. Hanbel (Ö. 241) :
Bir fakih olmaktan ziyade, hadisçi olarak bilinen Ahmed b. Hanbel, ehli reyden, özellikle Ebu Hanife ve ashabından hadis rivayet edilmeyeceği görüşündedir. Oğlunun bildirdiğine göre o, "ehl-i reyden hadis rivayet olunmaz" demiştir. [A.İbn Hanbel, Kitabul-İlel ve Marifeti'r r-Ricâl, I, 272,]
Ahmed b. Hanbel'in, Ebu Hanife ashabı hakkındaki kanaati adeta bir peşin hüküm halinde gelmiştir ve bunun değişmesi de mümkün görülmemektedir. Zira Ebu Yusuf’un sadûk (çok doğru) bir kimse olduğunu kabul etmekle beraber arkasından:"Ebu Hanife ashabından bir şey rivayet etmenin gerekli olmadığı" hükmünü ilave etmiştir.[Age., II, 258. ]
Diğer bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel Ebu Yusufun hadiste insaflı biri olduğunu belirtirken Ebu Hanife ve İmam Muhammed'in hadislere muhalefet ettiklerini ve kötü rey sahibi olduklarını kaydeder. (Bkz. Tarihu Bağdad II, 179).] Oğlunun İmam Muhammed hakkındaki bir sorusu üzerine de: "Ondan bir şey rivayet etmem" dediği kaydedilir.[Kitabu'1-Ilel, 11,258]
Buhârî (Ö. 256) :
Buhari ile Ebu Hanife çağdaş değildir.Ebu Hanife öldükten 44 yıl sonra Buhari doğmuştur.Önceleri Hanefi ekolündeyken sonradan Şafii olmuştur.
Büyük muhaddis Buharî de geleneğe uygun olarak Ebu Hanife'yi cerh edenlerdendir. Et-Târîhu'l-Kebîr'inde verdiği kısa terceme-i halinde Ebu Hanife'nin mürciî olduğunu, rey ve hadisinin terk edildiğini belirtir.[Buhari, et-Tarihu'l-Kebir, VIII, 81.]
"Allah ona lanet etsin, İslam’ı ilmik ilmik ederek tahrip etmiştir. Ondan daha kötü birisi dünyaya gelmemiştir."(El- İntika fi Fezailu’s Selasete’l Eimete’l Fukaha, 1 / 149 ve Ez Zuafa Buhari, 1 / 132: 388.)
Kendisi üç defa tövbeye davet edildi tövbeye icabet etmediği için kafirdir.( yaşar nuri) .İmam Buharî Sahihinde eleştirdiği bazı kimseler hakkında isim vermeden “Bazı kimseler şöyle dedi” diyerek eleştirir. Bu eleştirileri, o dönemde Hadisçilerle ehl-i rey arasında var olan tartışmaların bir yansıması olarak kabul etmek gerekir. Buharî’nin “Bazı kimseler şöyle dedi” demekten kastı İmam Azam olduğu meşhur olmakla beraber, bunu bütün rey ekolü ve İmam Muhammed için de kullandığını söyleyen alimler de vardır.
Bunun sebebi ; Diğer üç imâmın mezheb sistemleri daha çok hadîse dayanır. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının mezhebi de daha çok re'ye ağırlık vermiş ve ashâbu'r-re'y olmalarıyle tanınmışlardır, yânî bunlar ictihâdlarında daha çok hadîse değil de re'ye ehemmiyet veren sistemin temsilcileridir.
Ebu Zur'a er-Râzî (Ö. 264):
Buharî ve Müslim'in çağdaşı, Zehebi’nin "seyyidü'l-huffaz ve muhaddi-su'r-Rey" diye tanıttığı [Zehebî, Siyer, XIII, 65.] Ebu Zur'a er-Râzî künyesiyle meşhur Abdülkerim b. Yezid b. Ferruh da, Ebu Hanife'yi hadis konusunda zayıf sayarak Kitabu'd-Duafâ'sında zikretmiştir.[Bkz. Ebu Zur'a er-Razî, Kitabu'd-Duafâ III, 664.]
Aynca onun, Ebu Hanife ve İmam Muhammed'in cehmiyyeden olduğunu, Ebu Yusuf un ise cehmiyye ile tecehhüm arasında bulunduğunu (yani tam cehmiyye olmadığını) söylediği nakledilir.[Ebu Zur'a, Kıtabıı'd-Duafâ, III. 570. Ebu Zuradan nakledilen diğer bir rivayette ise Ebu Hanife ve İmam Muhammed, Cehmiyye'den sayılırken Ebu Yusuf bundan istisna edilir. Bkz. Tarihu Bağdad, II, 179.]
Ukaylî (Ö. 322):
Ebu Cafer Muhammed b. Amr b. Musa b. Hammad el-Ukaylî, Ebu Hanife ve diğer Hanefî imamlarını cerhde insafsız davranan biri olarak tanınmaktadır. O, "Kitabü'd-Duafâ" sında Ebu Hanife hakkında, kendi muasırlarından ve daha sonrakilerden varid olduğu kabul edilen cerhleri bir araya toplayarak [Bkz. Ukaylî, Küahu'd-Duafâi’l-Kebîr. IV, 268-285.]onu, yalancı, hadis ve reyine güvenilmez, sahtekâr, zaman zaman küfre düşen bir insan olarak takdim etmiştir. Muhaddislerce Ebu Hanife ashabı içinde hadis yönünden en güvenilir kabul edilen Ebu Yusuf bile Ukaylî'nin hışmından kurtulamayarak cerhden bol bol nasibini almıştır.[Bkz. Age. IV. 438-444.]
İbn Hıbban (Ö. 354) :
Ebu Hanife'yi cerhte en ileri giden hadisçilerden biri olan İbn Hıbban'ın, "Kitabu'l-Mecrûhîn" de derlediği Ebu Hanife'ye yönelik ithamları şu şekilde sıralayabiliriz:
Hadis bilgisi zayıf,Rivayet ettiği 130 hadisin 120 sinde hata etmiş. Mürcie'den ve ircaya davet ediyor. Küfürden iki defa tevbeye davet edildi. (Sevrî'den naklen). Kur'an mahluktur diyor. Bu ümmetin fitnecisi, (Sevrf den naklen). Muhammed (s.a.v.)'in dinini değiştiren. Hz.Peygamberin bir hadisine hezeyan diyor. Hz.Peygamber 'in bir hadisine hurafe diyor.El-Beyyi'âni bi'1-hıyârı mâ lem yeteferrakâ" hadisi için, "bu şiir (recez) dir" diyor.Süfyân Sevrî: Ebu Hanife'nin sika ve emin olmadığını söylüyor. Abdullah b. Mübarek:"Ebu Hanife hadiste yetimdi" diyor. Domuz eti yiyen bir kimse hakkında ne dersin? Diye soran birisine: "birşey gerekmez" diyor. Allah'a yakınlık maksadıyla bir katıra ibâdet eden kimsenin bu davranışında bir beis görmüyor.[İbn Hıbban. Kıtabu'l-Mecruh'in. III, 61-73.]
Hatib Bağdadi (Ö. 463):
İmam Malik Ebu Hanife hakkında şöyle demektedir: “İslam’da Ebu Hanife’den daha uğursuz biri dünyaya gelmemiştir.” Başka bir yerde “Ebu Hanife’nin bu ümmete fitnesinin zararı, iblisin zararından daha çoktur” demiştir.
Dört ehli sünnet imamından bir diğeri olan Ahmet bin Hambeli, Ebu Hanife hakkında şöyle demiştir: “Ebu Hanife’nin sözleriyle (at veya eşek) pisliği benim açımdan eşittir.”
Dört ehli sünnet imamından biri olan İmam Şafi ise şöyle yazmaktadır: Ebu Hanife’nin 120 veya 130 sayfası olan kitabına baktım. 80 sayfası abdest ve namaz hakkındaydı. Bunlar ya Allah’ın kitabına veya Resulü Ekrem’in (s.a.a) sünnetine muhalifti… Tarih-i Bağdad Li’l Hatib Bağdadi, c. 13, s.413)
Eserleri:
1. el-Fıkhu'l-Ekber: Ebû Hanife'nin oğlu Hammad'ın babasından naklettiği en şöhretli eseridir. Ayrı silsilelerle zamanımıza kadar gelen birbirinden kısmen farklı üç nüshası vardır. Bu eser başta Ebû Mansur el-Matûridi olmak üzere birçok âlim tarafından şerhedilmiştir. Müteaddit defalar Türkçe'ye çevrilmiştir. Ehl-i Sünnet akidesini, kısa, özlü ve son derece ihatalı bir şekilde ifade etmektedir.
Hicri 1307'de İstanbul'da basılan Ebu'l-Munteka şerhi kenarında mevcut olan matbu nushanın tercumesi aşağıdaki kadardır:
""" Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Tevhidin aslı, buna îman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.
Yüce Allah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.
Allah'ın zatî sıfatları; hayat, kudret, ilim, semi, basar ve irâde sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.
Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. O'nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim O'nun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret O'nun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm O'nun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak O'nun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil O'nun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise O'nun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen, yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.
Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur'ân mahlûk değildir. Allah'ın Kur'ân'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir
Allah bir şey (varlık)'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'ân'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zîra bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.
Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfûz'daki yazısı olmadan, dünya ve âhirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfûz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratılanlarda olur.
Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti."(en-Nisa,164.) âyetinde belirttiği gibi. Musa Allah'ın kelâmını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelâmı mahlûk değildir.
Allah insanları küfür ve îmandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkâr ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile îman etmiştir.
Allah Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, îmanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların îmanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.
Allah, kullarının hiç birini îman veya küfre zorlamamış, onları mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.
Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)'dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.
Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir.
Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hallerden münezzehtir. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah'a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.
Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman b. Affân Zû'n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hz. Peygamber'in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.
Bir müslümanı, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz. Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.
Günahlar, mü'mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.
Mürcie'nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah onun amelini zayi etmez, bilakis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.
Allah'a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.
Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucüb (kendi amelini üstün görmek) de böyledir.
Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır. Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua geliş ve gelecek hallerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zîra, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.
Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Mü'minler Allah'ı Cennet'te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.
İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir
Biz, Yüce Allah'ı kendisini kitabında tavsif ettiği bütün sıfatlarıyla gerçek olarak biliriz. Hiçbir kimse Allah'a, O'nun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibâdet etmeye kadir değildir. Fakat insan ancak Allah'ın kitabında, Resulünün bildirdiği ölçüde Allah'a ibâdet eder.
Bütün mü'minler; marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, korku ve ümit ve iman konusunda birbirlerine müsavidirler. Bu konuda imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.
Yüce Allah, kullarına karşı lütufkârdır, adildir, kulun hakettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir. Kulunu, adaletinin icabı olarak işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Keza kendisinden bir lütuf olarak bağışlar da.
Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) şefaati haktır. Peygamberimizin (s.a.) şefaati, günahkâr mü'minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı haketmiş olanlar için hak ve sabittir.
Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır. Hz. Peygamberi'in havzı haktır. Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.
Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmıştır, ebediyen de fâni olmayacaklardır. Huriler ebediyen ölmezler. Yüce Allah'ın cezası da, sevabı da ebedîdir.
Allah dilediğini kendisinin bir lütfü olarak hidâyete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah'ın sapıklığa düşürmesi, hızlânıdır. Hızlanın mânâsı ise, Allah'ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah'ın adaleti gereğidir. Keza, Allah'ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.
Şeytan, mü'min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul îmanı terkederse, Şeytan da onun imanını alır, deriz.
Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.
Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Farsça (Arapça'dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed=el kelimesi, Allah'ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Fakat Farsça olarak Rûyi Hüdâ=Allah'ın yüzü demek caizdir. Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır. İtaatli olan kul, Allah'a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah'tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kula racidir. Keza Cennet'te komşuluk ve Allah'ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.
Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın Resulüne (s.a.) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur'ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete'l-Kürsi buna misaldir. Burada zikredilen Allah'ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir. Bu kısmında ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi. Bu âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur, çünkü zikredilenler kâfirlerdir. Keza Allah'ın isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette müsavidir, aralarında farklılık yoktur.
Hz. Peygamber'in anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler. Kasım, Tâhir ve İbrahim Allah Resulünün oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızları idiler.
İnsan tevhid ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlükle karşılaşırsa, Sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir kimseyi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu hususta tereddüt edilerek beklemek mazur görülmez. Eğer tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.
Mîrac haberi haktır. Onu reddeden sapık bir bid'atçi olur. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır. """
Eserin şerhlerine bir örnek |
2. el-Fıkhül-Ebsât: Bu eser, oğlu Hammad, öğrencisi Ebû Yusuf ve Ebû Muti' b. Abdillah el-Belhi tarafından rivayet edilmiştir. Sual-cevap tarzında olup yazma nüshaları Kahire Kütüphanesi VII/353'de olan bu risale, Ata el-Cürcâni tarafından şerhedilmiştir.
3. el-Âlim ve'l-müteallim: Bu risalede, öğrencisi Ebû Mukatil'in sorduğu sualler Ebû Hanife tarafından cevaplandırılmaktadır. Bu eser de Kahire Kütüphanesi VII/553'de kayıtlıdır. el-Pezdevî de "Usûl'ünün mukaddimesinde eserin Ebû Hanife'ye ait olduğunu belirtmektedir.
4. er-Risâle: Bu eser, Ebû Hanife tarafından Basralı âlim Ebû Osman el-Betti'ye gönderilmiştir. Kendisi hakkında Mürcie'den (Küfürle beraber amelin fayda vermediği gibi, inanılınca işlenen günahların da zarar vermeyeceğini iddia eden bir islâm fırkası.) olduğu hususundaki ithamları reddetmektedir. Eser yukarıda belirtilen rivayetlerle el-Pezdevinin aynı yerdeki şahadeti ile imama nisbet edilmektedir. Yazma nüshaları Kahire Kütüphanesi VII/203, 553'de kayıtlıdır.
5. el-Vasıyye: Avrupa kütüphanelerinde ve Kahire Kütüphanesinde (V/264) muhtelif nüshaları bulunan bu eserin Molla Hüseyin b. İskender el-Hanefi, Ekmelüddin el-Baberti ve el-Hâdimî tarafından yazılmış şerhleri mevcuttur. el-Baberti şerhinin Nuru Osmaniye, Ayasofya, Bayezid ve Selim Ağa kütüphanelerinde yazma nüshaları mevcuttur.
Osmanlı âlimlerinden Kemalüddin Ahmed b. Sinan el-Beyâzî bu beş eseri rivayet yollarını gösterip, Arapça olarak "İşârâtü'l-Merâm an İbârelül-İmâm" ismi ile şerhetmiştir. Bu eserin yazmalarından birisi Köprülü Kütüphanesi 198 numarada kayıtlı olup 1368/1949 yılında Kahire'de basılmıştır.
Biz Ebû Hanife'nin itikada taalluk eden bu eserlerinden el-Âlim ve'l-Müteallim, er-Risâle ve el-Fıkhül-Ebsât'ı, büyük âlim Muhammed Zâhid el-Kevserî'nin 1368/1949 tarihinde Mısır'da neşrettiği matbu nüshaya istinaden tercüme etlik.
el-Fıkhul-Ekber'in birçok matbu nüshaları bulunmakladır. Biz tercümede 1307'de İstanbul'da basılan Ebu'l-Münteka şerhi kenarında mevcut olan matbu nüshayı esas aldık.
el-Vasıyye'yi tercüme ederken dayandığımız matbu nüsha Mısır'da İsmail el-Halib el-Hasenî'nin tashihi ile basılan Ekmelüddin el-Babertî şerhindeki metindir. Bu arada bazı mukayeseler yapmak için el-Hâdiminin İstanbul'da basılan el-Vasıyye şerhine de müracaat ettik."*
*İmam-ı Azam ve 5 Eseri, Tercüme: Mustafa Öz, İfav Yayınları