Sebeb-i Mevcûdat
O bütün mevcûdatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür, her şey ondan yaratılmıştır. Bu sebeple sebeb-i mevcûdat olmuş oluyor.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenâtı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenâtı da donatmayacaktı. Onun sebeb-i mevcûdat oluşu bu noktadandır. Her canlının Allah-u Teâlâ’ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kaimdir.
Bu noktada gizli bir sır söyleyeyim:
Fakir: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resulullah” dediğim zaman, her defasında gizli olarak Allah-u Teâlâ’ya şükrederim.
“Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun ki, sen kendi nurundan onu yarattın, o nur ile mükevvenâtı donattın. Onu yaratmamış olsaydın kâinat da olmayacaktı, ben de olmayacaktım, hiçbir şey olmayacaktı.” diyorum.
“O Hakk’ın nûrudur
İlim-irfan kaynağıdır
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
İlim-irfan kaynağıdır
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
Allah-u Teâlâ nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı. O nur mükevvenâtın mayası oluyor. Yani mükevvenâtın aslı, Allah-u Teâlâ’nın nurudur.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruluyor. (Nur: 35)
Bu Âyet-i kerime’nin en gizli sırrı, tarif ettiğim bu sözün içinde gizlidir.
“Nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı.”
Halbuki nur da O’nun, yaratan da O, hep O... Hep Allah!..
Kendi nurundan yarattığı için, kendi nurundan mükevvenâtı donattığı için hiçbir katkı yok.
Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kat’i surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat verilmemiştir.
Eğer bu noktayı kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünüzle görmeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.
Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de bakarsın ki, meğer nurundan “Nur”unu yaratmış, o “Nur” ile mükevvenâtı donatmış.
Yani bu mükevvenâtın malzemesi nur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Bu “Nur”un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem “Rahmeten lil-âlemîn”dir, hem de “Ebul-ervah”tır.
Kâinat o nurdan yaratıldığı için, âlemler rahmeti ondan aldı. Allah-u Teâlâ nurundan nurunu yarattığı için, o “Nur”dan da mükevvenâtı donattığı için, o noktada “Rahmeten lil-âlemîn” oldu, âlemlere hayat veren kaynak oldu. Aynı zamanda “Sebeb-i mevcûdat” oldu.
O “Rahmeten lil-âlemin” olduğu için, âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.
Mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İlâhî feyz de iman şerefiyle müşerref olan müminlere ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın Aziz’i, Halil’i ve Nur’u olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den gelir.