GÜNÜMÜZ CAHİLİYE TOPLUMUNUN ADI KONMAMIŞ KARANLIK DİNİ
ADAMLIK DİNİ
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
Onlar hala
cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için, hükmü
Allah'tan daha güzel olan kimdir? (Maide Suresi, 50)
OKUYUCUYA
• Bu kitapta ve
diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının
nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır.
Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır
pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli
bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
• Belirtilmesi
gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm
kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar
Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri
ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti
bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
• Bu anlatım
sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe
herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın
anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine
tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen
insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve
anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
• Bu kitap ve
yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi,
karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade
etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili
kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı
olacaktır.
• Bunun yanında,
sadece Allah rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına
katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında
ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak
isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da
okunmasının teşvik edilmesidir.
• Kitapların
arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli
sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz
özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı
vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda
yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
• Bu eserlerde,
diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara
dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen
üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara
rastlayamazsınız.
Bu kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın
hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Beşinci Baskı: Mart 2004, Altıncı Baskı: Ekim 2004
Yedinci Baskı: Şubat 2005, Sekizinci Baskı: Ocak
2006
Dokuzuncu Baskı: Şubat 2006, Onuncu Baskı: Mart
2006
Onbirinci Baskı:Aralık 2009, Onikinci Baskı: Ocak
2013
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Kayışdağı Mah. Değirmen sokak No: 3
Ataşehir - İstanbul Tel: (0216) 660 00 59
Baskı: Tor Ofset
Akçaburgaz Mahallesi 116 Sokak No:2
Esenyurt / İstanbul Tel: (0 212) 886 3474
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
www.hayunyahya.tv
- www.a9.com.tr
YAZAR ve ESERLERİ
HAKKINDA
Harun Yahya
müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk,
orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde
öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda
pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın
eserleri yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir
külliyattır ve bu külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear
ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına
hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden
oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in
mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile
ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü,
Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da,
yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini
kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel
iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak
susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet
ve kemal sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin
bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Yüce Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular
üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve
sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun
Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya,
Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya,
Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde
beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca,
Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca,
Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da
kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi
(Maldivlerde kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen
eserler, yurtdışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört
bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman
etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları
okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve
samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler
süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik
özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen
insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve
felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan
sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu
özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır.
Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca
Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında
ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazançhedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz
önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine
vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli
eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa
meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve
keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise,
emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade,
yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde
edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın
eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu,
bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel
kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki,
dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin
temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise,
dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran
ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır.
Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve
kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili
bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir. Bu
önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın
izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa,
doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
İÇİNDEKİLER
YARATILIŞ GERÇEĞİ ........................................................... 10
GİRİŞ ........................................................................................ 33
HAK DİNE KARŞI OLAN
ADAMLIK DİNİ .......................... 36
ADAM OLMAK.......................................................................
39
ADAMLIK DİNİNDEKİ
ORTAK PSİKOLOJİ
VE DAVRANIŞ BİÇİMLERİ................................................... 45
1- Yapmacık Tavır
ve Hareketler .................................................................................. 46
2- Konuşma
Bozuklukları............................................................................................... 62
3- Alaycılık ....................................................................................................................... 73
4- Umursamazlık ............................................................................................................. 75
5- Zalimlik ........................................................................................................................ 78
6- Kızdırma
Taktikleri .................................................................................................... 80
7- Yeni Fikirlere
ve Eleştiriye Karşı Kapalı Olmak ..................................................... 85
8- Misafire Bakış
Açısı .................................................................................................... 87
9- Adamlık Dininde
Yaşlılık Psikolojisi ......................................................................... 90
10- Adamlık Dininde
İnsan Ayrımı ............................................................................... 93
11- Adamlık Dininde
Arkadaş Seçme Kriterleri........................................................... 97
12- Fırsatçılık ve
Çıkarcılık ............................................................................................ 99
13- Yancılık .................................................................................................................... 105
14- Adamlık Dininde
Kavgacı Tavırlar ...................................................................... 108
15- Delikanlı Ruhu ........................................................................................................ 109
16- Yanlış Saygı
Anlayışı .............................................................................................. 111
ADAMLIK DİNİNDE
"LİSELİ" PSİKOLOJİSİ..................... 115
ADAMLIK DİNİNDE
"FLÖRT" PSİKOLOJİSİ ................... 122
ADAMLIK DİNİNDE
"EVLİLİK" PSİKOLOJİSİ ................ 132
Düğün Psikolojisi .......................................................................................................... 135
Evlilik Sonrası................................................................................................................ 138
ADAMLIK DİNİNDE
"KADINLIK" PSİKOLOJİSİ.............. 143
Kokona Karakteri......................................................................................................... 151
ADAMLIK DİNİNDE
"İŞ" PSİKOLOJİSİ ............................ 169
ADAMLIK DİNİNDEKİ
YANLIŞ İSLAM ANLAYIŞI ........ 179
Batıl Dinden
Kopup-Ayrılabilmek............................................................................... 197
SONUÇ ................................................................................... 204
DARWINİZM'İN ÇÖKÜŞÜ
.................................................. 208
YARATILIŞ GERÇEĞİ
Foklar kalabalık
sürüler halinde yaşarlar. Nasıl olup da bu kalabalık sürünün içinde anne fok
yavrusunu tanır? Diğer pek çok canlı gibi anne fok da, doğumdan sonra yavrusunu
koklar, dokunur. Bu sayede yavrusunun kokusunu tanır ve onu başka yavrularla
hiç karıştırmaz. Allah her canlıyı ihtiyacı olan özelliklerde yaratandır.
www.unludarwinistyalanlar.com
Gaybın anahtarları
O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde
olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin
karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey)
apaçık bir kitaptadır. (Enam Suresi, 59)
Büyüme hormonu
vücutta hangi bölgelerin genişlemesi gerektiğini adeta bilir. Vücut da derhal
hormonu tanıyarak kendisinden beklenen hareketi yapar. Büyüme hormonu kemiğe
ulaştığında kemik hemen genişlemeye başlar. Küçük bir bebeğin vücudunun zamanla
orantılı şekilde büyümesi de Allah’ın bu hormonu vesile etmesi sayesindedir.
www.yaratilismuzesi.com
Anne ayı yuvanın
tavanını kimi zaman 75 cm'den başlamak üzere 2 m'ye kadar varan bir kalınlıkta
inşa eder. Araştırmacılar yuvalardaki ısıyı ölçmüş ve hayli ilginç bir durumla
karşılaşmıştır. Dışarıdaki ısı -30 dereceye kadar düşerken, yuva içindeki ısı 2
ya da 3 derecenin altına hiç düşmemiştir. Bütün bunları kutup ayısına öğreten
herşeyi bilen üstün güç sahibi Allah'tır.
Göklerde ve yerde
olanların tümü Allah'ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz) olandır, hüküm
ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O,
herşeye güç yetirendir. (Hadid Suresi, 1-2)
İnsan vücuduna
her gün çok sayıda mikrop girer. Bu mikroplar savunma sisteminin ilk aşamasında
etkisiz hale getirilmeye çalışılır. Ancak engellenemeyen bazı mikroplar ve
yabancı maddeler dolaşım sistemine girerek yaşamsal tehlike oluşturabilir. Her
insanın sahip olduğu savunma sistemi Allah’ın rahmetinin bir delilidir.
Yaratan, hiç
yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
www.darwinnedenyanildi.com
İnsan burnunda
1000 civarında değişik koku reseptörü vardır. Bu sayede 10.000'den fazla farklı
kokuyu algılayabilirsiniz. Örneğin bir muzu, elmayı ya da bir portakalı
kokladığınızda o kokuyu algılamanızı sağlayan moleküller koku reseptörleriyle
birleşir ve meyvelere ait kodu oluşturur. Hafızanızda çoktan var olan bu kod,
kokladığınız şeyin hangi meyve olduğunu size tekrar hatırlatır. Allah insan
bedeninde yarattığı mükemmel sistem ile bize yaratma sanatını tanıtır.
www.yenibilgiyenikonu.com
Evrendeki uyumu
sağlayan en dikkat çekici konulardan biri de simetridir. Doğada gördüğümüz
herhangi bir şey; örneğin bir tohum, bir meyve ya da herhangi bir yaprak
incelenecek olursa yapılarındaki simetrinin varlığı hemen görülecektir. Kelebeklerin
her iki kanadında da aynı renk tonu ve aynı desen vardır. Bir kanatta bulunan
desen diğer kanatta da aynı yerde olacak şekilde mevcuttur. Canlılardaki
benzersiz düzenlilik ve muhteşem sanat
Allah’ın üstün yaratmasıdır.
www.Kurandaadigecencanlilar.com
Uçan balıklar,
kuyruk yüzgecinin çok hızlı hareketiyle sudan dışarıya fırlayan ve belirli bir
mesafe süzüldükten sonra yeniden yavaş yavaş suya düşen balıklardır. 100 milyon
yıldır en küçük bir değişikliğe dahi uğramayan bu balıklar, evrimcilerin canlıların
kökeni ve tarihi hakkındaki tüm iddialarını yerle bir etmektedirler.
Uçan Balık
Dönem: Mezozoik
zaman, Kretase dönemi
Yaş: 95 milyon
yıl
Bölge: Lübnan
Günümüzde sadece
iki familyası soyunu devam ettiren mersin balıkları hep mersin balığı olarak var
olmuşlardır. Başka bir canlıdan türememiş, başka bir canlıya da
dönüşmemişlerdir. Bu gerçeğin teyidi olan fosil bulguları, diğer tüm canlılar
gibi mersin balıklarının da evrim geçirmediklerini söylemektedir.
Mersin Balığı
Dönem: Mezozoik
zaman, Kretase dönemi
Yaş: 144 - 65
milyon yıl
Bölge: Çin
Orta büyüklükte
bir ağaç olan çitlembikler ortalama 10-25 metre uzunluğundadırlar. Bulunan tüm
çitlembik fosilleri, bu bitkinin günümüzdeki örnekleriyle bundan on milyonlarca
yıl önce yaşamış örneklerinin tamamen birbirinin aynı olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu aynılık, evrim iddiasını yerle bir etmektedir.
Çitlembik
Yaprağı
Dönem: Senozoik
zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon
yıl
Bölge: Green
River Oluşumu, Wyoming, ABD
Fosil kayıtları
diğer canlılar gibi bitkilerin de herhangi bir evrim sürecinden geçmediğini
ispatlamıştır. 300 milyon yıl önce yaşamış olan eğrelti otları gerek görünüm
gerekse yapı olarak bugünkü eğrelti otlarının tamamen aynısıdır. Bu aynılık,
evrimi geçersiz kılmakta, Yaratılış'ın bilimsel ve açık bir gerçek olduğunu
ortaya koymaktadır.
Eğrelti Otu
Dönem: Paleozoik
zaman, Karbonifer dönemi
Yaş: 300 milyon
yıl
Bölge: İngiltere
Eklembacaklılar
filumuna dahil olan at nalı yengeçleri, Chelicerata (kelikeserliler) alt
filumuna dahildirler ve örümcekler ve akrep familyalarına daha yakındırlar.
Resimde görülen 150 milyon yıl yaşındaki at nalı yengeci fosili, Yaratılış'ın
açık bir gerçek olduğunu, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını bir kez daha teyit
etmektedir.
At Nalı Yengeci
Dönem: Mezozoik
zaman, Jura dönemi
Yaş: 150 milyon
yıl
Bölge:
Solnhofen, Almanya
Bundan 100
milyon yıl önce yaşayan vatoz balıklarının sahip oldukları tüm özelliklere
günümüzdeki vatoz balıkları da sahiptir. Bunun anlamı ise, vatozların aradan
geçen 100 milyon yıla rağmen hiç değişmedikleri, yani evrim geçirmedikleridir.
www.proteinolusumu.com
Vatoz
Dönem: Mezozoik
zaman, Kretase dönemi
Yaş: 100 milyon
yıl
Bölge: Lübnan
Elde edilen
sayısız fosil örneği her bir bitkinin kendisine has özelliklerle yaratıldığını
ve var olduğu müddet boyunca herhangi bir değişime uğramadığını göstermektedir.
Bu gerçeği gösteren bulgulardan biri de resimde görülen 54 - 37 milyon yıllık
dallarıyla birlikte karaağaç yaprağı fosilidir.
www.darwinistpanik.com
Dallarıyla
birlikte Karaağaç yaprağı
Dönem: Senozoik
zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 - 37
milyon yıl
Bölge: Cache
Creek Oluşumu, Kanada
Darwinistler
canlıların sürekli olarak değiştiklerini, yani evrim geçirdiklerini
söylemektedir. Fosiller ise, canlıların var oldukları ilk andan itibaren hiç
değişmediklerini göstermektedir. Bunun anlamı ise açıktır: Canlılar
evrimleşmemiş, Yüce Allah tarafından yaratılmışlardır.
www.unludarwinistyalanlar.com
Eğrelti Otu
Dönem: Paleozoik
zaman, Karbonifer dönemi
Yaş: 300 milyon
yıl
Bölge: İngiltere
Kambur sinekler milyonlarca
yıldır aynı yapılarını korumaktadırlar. 45 milyon yıllık amber de bu gerçeğin
kanıtlarındandır. Eğer bir canlı 45 milyon yıldır en küçük bir değişikliğe dahi
uğramamışsa, o canlının evrim geçirdiğinden bahsetmenin hiçbir imkanı yoktur.
Fosiller evrimcilerin yalan söylediklerinin en önemli göstergesidir.
Kambur Sinek
Dönem: Senozoik
zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon
yıl
Bölge: Rusya
Fosillerin
gösterdiği gibi, günümüzde yaşayan böcek türlerinin hepsi var oldukları ilk
andan itibaren bugünkü kusursuz yapılarına sahiptir, aşama aşama gelişmemiş ve
hiçbir zaman değişime uğramamışlardır. Bu gerçeğin delillerinden biri de,
resimde görülen amber içindeki 50 milyon yıllık bitki piresidir.
Bitki Piresi
Dönem: Senozoik
zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon
yıl
Bölge: Polonya
Pelobatidae
(Çamuradalan) familyasına dahil olan bu kurbağa cinsinin bir kısmı arka
ayaklarıyla toprağı kazarak toprak içerisinde, bir kısmı da sulu ortamlarda
yaşar. Bu hayvanlar aniden ortaya çıkmışlar, yani yaratılmışlar ve ilk ortaya
çıktıkları andan bu yana hiçbir "evrime" maruz kalmamışlardır.
www.guncelhaber.org
Dönem: Senozoik
zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon
yıl
Bölge: Messel
Oluşumu, Almanya
En eski
kaplumbağa fosilleri yaklaşık 200 milyon yıl öncesine aittir ve o dönemden bu
yana bu canlılarda hiçbir değişim olmamıştır. Resimde görülen 37 - 23 milyon
yıllık kaplumbağa fosili de, mükemmel detayları ile günümüz kaplumbağalarından
farklı olmadığını göstermektedir.
www.yaratilismuzesi.com
Günümüz
kaplumbağaları ve milyonlarca yıl önceki kaplumbağalar arasında hiçbir fark
yoktur.
Altta 37-23
milyon yıllık kaplumbağa fosili.
ADAMLIK DİNİ
Giriş
İnsanların birçoğunu, kendileri farkında olmadıkları halde etkisi altına
almış batıl bir din vardır. Bu, kendini açıkça tanıtmayan, gizli bir dindir.
Hiçbir yazılı kuralı yoktur. Adı bile konmamıştır. Fakat insanların hareket ve
tavırlarını, düşüncelerini kontrolü altına alır. Pek çok kimse şuurunda dahi
olmadan hayatı boyunca bu dinin kurallarını uygular, bu
dinin emir ve yasaklarına göre yaşar. Bu batıl din, Müslümanlık, Hıristiyanlık
veya Musevilik değildir. Bu batıl
dine uyan kimseler sorulduğunda belki, "Ben Müslümanım" ya da
"Ben Hıristiyanım" diyebilirler. Bazı kişiler de dinsiz hatta ateist
de olabilirler. Fakat her biri, aslında bu gizli dinin mensubudur.
Bu batıl din,
başlangıçta insanların önüne bir bütün olarak konulup kendilerine teklif
edilmez. İnsanlar bu dini, dünyaya geldiklerinden itibaren aldıkları uzun
telkinler sonucunda benimserler. Bu nedenle, hareket, düşünce, tavır, hatta
mimiklerinin bile bu dinden kaynaklandığını fark etmezler.
Bu batıl din, kendisine
bağlananlara hedef olarak "adam olma"yı gösterir. "Adam
olmak", bu dinin değer yargılarını benimsemek, kurallarını, yasaklarını ve
davranış biçimlerini uygulamak, karakter özelliklerini üzerinde taşımak
demektir. Toplumda kabul görmek, yadırganmamak, belirli bir yere gelebilmek
için adam olmak şarttır. Bu din sonuç olarak "adam olma"nın dinidir.
Biz de bu dine kısaca, "adamlık dini" adını vereceğiz. Adamlık dini,
insanları samimiyetsizliğe, yapmacık ve zorlama tavırlara iter. Bu batıl dine
tabi olan kimseler, çoğunlukla içlerinden geldiği gibi rahat ve doğal
davranamazlar. İçinde bulundukları ortama uygun olduğunu düşündükleri davranış
biçimlerini, konuşma kalıplarını, yüz ifadelerini kullanır, hemen her durumda
rol yaparlar. Buna karşın, kendilerinin son derece doğal ve normal bir yaşam
sürdüklerini zannederler.
Bu batıl sistem,
sonuçta, kendine karşı bile samimi olamayan, yapmacık, sahte bir kişiliğe sahip
insan modelleri üretir. Her yönden sıkıntı ve azap verici olan böyle şeytani
bir dinin toplumun bütün kesimlerini etki altına almasının en önemli nedeni, az
önce belirttiğimiz gibi, adının konmamış oluşudur. Bu şeytani dinin mensupları
dinlerini yargılamayı, terk etmeyi ya da değiştirmeyi akıllarının ucundan bile
geçirmezler. Çünkü içinde bulundukları sistemin bir din olduğundan
habersizdirler. Tabi oldukları sistemi, "hayatın gerçekleri, değişmez
kuralları" olarak görmeyi de bir erdem zannederler.
İnsan, içinde bulunduğu
bu durumu terk etmedikçe, adamlık dininden kopup ayrılmadıkça İslam'ı gerçek
manasıyla kavrayamaz ve yaşayamaz. Çünkü İslam'ın temel şartlarından biri
samimiyet ve doğallıktır. Bir insanın İslam'ı yaşaması ve dolayısıyla gerçek
mutluluk ve kurtuluşa ulaşması, ancak Allah'a, kendine ve diğer insanlara karşı
son derece samimi olmasıyla mümkün olabilir. İman, ancak samimiyet zemini
üzerine kurulur. Adamlık dininin etkisinden kurtulmak içinse, öncelikle bu
şeytani dini teşhis ve tarif etmek gerekir. Bu kitabın amacı da budur.
İlerleyen bölümlerde, adamlık dininin özelliklerini ayrıntılı olarak
inceleyeceğiz.
Okuyucuya düşen, bu
batıl dinin özelliklerini incelerken kendini de tartması ve gözden
geçirmesidir. Çünkü her ne kadar kimse üstüne alınmak istemese de, adamlık dini
herkesin üzerinde belirli bir etki yaratmış olabilir. İnsan hayatının her anına
müdahale eden bu karanlık dinden kurtulmak için de, öncelikle dikkat ve
samimiyet gerekmektedir.
Hak Dine Karşı Olan Adamlık Dini
Peygamber Efendimiz
(sav), kendisine yöneltilen "din nedir?" sorusuna karşılık olarak
"gittiğiniz yoldur" cevabını vermiştir. Bu cevap, konuyu en hikmetli
biçimde özetler. Din, bir insanın ve dolayısıyla insanlardan oluşan toplumun
tüm değer yargılarını, ahlak kurallarını, yaşam biçimlerini içerir. Örneğin
Yusuf Suresi'nin 76. ayetindeki "din" kelimesi bu anlamdadır:
Böylece (Yusuf) kardeşinin
kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin
kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa)
Hükümdarın dininde kardeşini (yanında) alıkoyamazdı... (Yusuf Suresi, 76)
Kuran'da inkar edenlerin
de bir dinin mensubu oldukları gerçeği çeşitli ayetlerde haber verilir. Örneğin
Firavun, Hz. Musa hakkında kavmine şöyle demiştir:
... Bırakın beni, Musa'yı
öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi
değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum. (Mümin
Suresi, 26)
Başka ayetlerde de
kafirlerin, resullerin getirdiği hak dine karşı eski batıl dinlerine bağlılık
gösterdikleri şöyle anlatılır:
İçlerinden kendilerine bir
uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: "Bu, yalan söyleyen bir
büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey."
Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta)
kararlı olun; çünkü asıl istenen budur" diye çekip gitti. "Biz bunu,
diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir." (Sad
Suresi, 4-7)
Buraya kadar da
anlaşılacağı gibi her insanın bir dini vardır.
Allah'ın dinine uymayanlar, hatta kendini ateist olarak tanıtanlar bile,
gerçekte "dinsiz" değildirler, sadece batıl bir dinin mensubudurlar.
Bu dinlerin bir kısmı, günümüzde "din" olarak tanımlanmıyor olabilir.
Ancak Kuran'da belirtildiği gibi hepsi de birer dindirler. Örneğin Marksizm de
bir anlamda batıl bir dindir, çünkü bu ideoloji bir kısım insanların
"gittikleri yol"dur. Marksistler, Marx'ın ürettiği düşünce sistemini
benimsemiş, onun düşünce yöntemini kabul etmişlerdir. Dünyayı onun koyduğu kıstaslara
göre değerlendirirler. Nasıl var olduklarını ve ölümün ne olduğunu da Marx'ın
(ve Engels'in) bilim dışı mantıklarına dayanarak açıklarlar. Kısacası
Marksizm'e inanmışlardır ve hayatlarını da ona göre yönlendirir, olayları ona
göre değerlendirirler.
Marksizm sadece bir
örnektir. Ona benzer yüzlerce farklı din (yani felsefe, düşünce sistemi vs.)
sayılabilir. Marksizm'e tamamen zıt olan ideolojiler de birer dindir. Tabii tüm
bu dinler, "batıl" dinlerdir ve temelde insanları Allah'ın yolundan
saptırmak amacıyla üretilmişlerdir.
Burada vurgulanması
gereken asıl önemli nokta şudur: Dünya üzerinde, ideolojisi, felsefesi, dünya
görüşü ne olursa olsun ya da isterse hiç olmasın, hak dinden uzaklaşmış
kişilerin istisnasız tabi oldukları tek bir ortak batıl din vardır. Bu din de
girişte ifade ettiğimiz ve ana hatlarını belirttiğimiz "adamlık
dini"dir. Ve şeytanın, insanları hak dinden saptırma ve uzaklaştırma
çabasında kullandığı en sinsi ve en etkili silahlarından biridir.
Adam Olmak!
"Sen önce adam
ol!"
"Adam gibi insan
olsan bunlar başımıza gelmezdi!"
Bu sözleri hayatımız
boyunca kimbilir kaç defa duymuşuzdur. Özellikle gençlik yıllarında,
büyüklerimize pek de onaylamadıkları bir şeyi söylediğimizde ya da onların
istemedikleri bir şeyi yaptığımızda...
Bu sözü sarf eden insan
için "adam olmak" herşeyin başında gelir. "Adam olmak"
tabiriyle kastedilen, toplum tarafından genel kabul görmüş bir anlayışa,
kültüre, tavra ve yaşama sahip olmak,
makbul olarak tanıtılan belli kalıpları üzerinde taşımaktır. Bu değerler
sistemi, kalıpları ve kuralları ile toplumun büyük bir çoğunluğunca kabul
görmekte ve uygulanmaktadır. Bu kalıpların ve kuralların nereden doğdukları, ne
derece doğru oldukları ise kolay kolay tartışmaya açılmaz, çarpıklıkları
yargılanmaz. Zira, toplumun büyük çoğunluğunca benimsenen bu yapıyı sorgulamak,
kitlelere ters düşmek, geniş bir kesimin tepkilerine hedef olmak tehlikesini de
beraberinde getirir.
Doğruluğuna kesin olarak
inanılmış bu yapı, yalnızca belli toplumlara has bir özellik olarak değerlendirilmemelidir.
Bu sistem gerek Doğu'da gerekse de Batı'da, her çeşit kültürün yer aldığı
ortamlarda kendine özgü bir inanç ve kabuller sistemi olarak varlığını
sürdürmekte, yasaklamaları, yaptırımları ve tavsiyeleriyle adeta kendi başına,
müstakil bir din -adam olmanın dini- halinde uygulanmaktadır: "Adamlık
Dini".
"Adam olmak",
Müslüman olmanın, Allah'a inanmanın, güzel ahlaklı olmanın, hatta insan olmanın
dışında apayrı bir kavramdır. Allah'ın Kuran'da tarif ettiği tavır ve ahlakın
bu dinde kesinlikle yeri yoktur. Zaten adamlık dini, Kuran ahlakının gerçek
anlamda yaşanmadığı ortamlarda doğmakta ve gelişmektedir. Genelde toplumda
hayran olunan, özenilen, üstün görülen kişiler adamlık dinini çok iyi öğrenmiş
ve bu batıl sistemi bütün kurallarıyla uygulayan kişilerdir.
Burada Kuran'da tavsiye
edilen temel ahlak prensiplerini ve adamlık dininin bunlara tamamen ters olan
çürük mantığını vurgulamakta yarar vardır. Kuran'da tüm insanların Allah'a
karşı sorumlu olduğu bildirilir. Buna göre, insan yalnızca Allah'ı razı etmekle
yükümlüdür ve başka insanların takdiri ya da beğenisi peşinde koşmamalıdır.
Kuran ahlakını yaşayan bir mümin; "Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O'ndan başkalarıyla
korkutuyorlar..." (Zümer Suresi, 36), "... yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter." (Furkan Suresi, 31) ayetlerine göre düşünür ve
yaşar. Tüm hayatı Rabbimiz'i hoşnut edebilme amacına yöneliktir. Dinin temeli
budur. Kuran'da, Hz. İbrahim'den bugüne uzanan hak dinin özelliğinin, tüm
hayatın Allah'a adanması olduğu haber verilir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
De ki: "Rabbim
gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif
(muvahhid) dinine. O, müşriklerden değildi." De ki: "Şüphesiz benim
namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır."
(Enam Suresi, 161-162)
İnsanın hayattaki temel
amacının Allah'ın rızası olması, diğer insanlarla olan ilişkilerini de kuşkusuz
temelden değiştirir. Az önce belirttiğimiz gibi kişinin diğer insanlara karşı
müstakil bir sorumluğu yoktur. Ama Allah, diğer insanlara nasıl davranılması
gerektiğini Kuran'da bildirmiştir ve Allah'a karşı duyulan sorumluluk, diğer
insanlara karşı da en şefkatli, en merhametli, en adaletli, en doğru, en dürüst
tutumun gösterilmesini sağlar. Ayetlerde, müminlerin bu yöndeki bakış açısı
şöyle tarif edilir:
Adaklarını yerine getirirler
ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri, ona duydukları
sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz size, ancak
Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne
bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den
korkuyoruz. (İnsan Suresi, 7-10)
Ayetlerden de
anlaşıldığı gibi, müminlerin diğer insanlardan medet umma, onlardan karşılık
bekleme gibi bir tavırları yoktur. Bu, mümine çok güçlü ve sağlam bir karakter
kazandırır. Mümin her ortamda, herkesin karşısında doğru olanı, yani Allah'ın
emirlerini yerine getirir. Ne kimseden takdir bekler ne de kimseden çekinir.
Yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu ister. Nitekim Allah Kuran'da, müminleri "kınayıcının
kınamasından korkmayanlar" (Maide Suresi, 54) olarak tanımlamaktadır.
Bu nedenle, müminin olaylar ve insanlar karşısında karakteri ve tavrı hiçbir
şekilde değişmez. Ne kendisine verilen bir makam ya da mevkiden dolayı şımarır,
ne de içinde bulunduğu zor durumdan dolayı ümitsizliğe kapılır. Kuran'da
müminlerin bu istikrarlı karakterlerine sık sık dikkat çekilmekte, büyük bir
mülk ya da iktidar ele geçirdiklerindeki tavırlarıyla, zorluk ve yoksulluk içindeki
tavırlarının aynı olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Çünkü mümin, kendisine
isabet eden her türlü nimet (bu mülk, iktidar, makam vs. olabilir) ya da
sıkıntının (insanlar tarafından kınanmak, saldırıya uğramak, sürülmek, yoksul
kalmak, hapsedilmek vs. olabilir) Allah'tan geldiğinin ve tüm bunların
kendisini eğitmek ve denemek için yaratılmış birer "imtihan"
olduğunun bilincindedir.
Buna karşılık adamlık
dini, Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen, Allah'ın hoşnutluğu yerine
insanların hoşnutluğunu arayan, ahiret yaşamı yerine dünyadan medet uman
insanların dinidir. Bu şeytani dinde, insanlar birbirlerine karşı sorumlu
olduklarını düşünürler. Diğer insanları hoşnut etmek, diğer insanların
beğenisini kazanmak, toplumda "statü" edinmek hayatın belki de en
önemli amacıdır.
Bundan dolayı da, mümin
tavrının tam aksine, adamlık dininin mensupları olaylar ve insanlara göre
değişen bir tavır ve karaktere sahip olurlar. Bir başka deyişle, adamlık dini
bir "ayar" dinidir. Yerine, zamanına, kişisine, olayına göre tavır,
bakış ve ses ayarları gerektirir. Samimiyet ve doğallık bu batıl dinde yeri
olmayan kavramlardır. Bu sapkın inanca göre toplumda her cinsin, yaşın, olayın
adamı içinde bulunduğu duruma, sahip olduğu "statü"ye göre farklı
tavırlar göstermelidir.
Kadınlar kendilerine
belirlendiği gibi davranmalı, erkekler ve çocuklar da yine kendilerine verilen
rolleri oynamak zorundadırlar. Eğer kişi bir öğrenciyse, adamlık dini kuralları
bir öğrencinin neler yapmasını gerektiriyorsa öyle davranmalıdır. Bir memur, doktor,
öğretmen ve işçi için de aynı kurallar geçerlidir. Adamlık dini mensupları,
toplum içinde sahip oldukları statüyü kendilerine kimlik edinir ve bu kimliğin
gerektirdiği gibi davranırlar. Oysa müminin kişiliğini inancı şekillendirir, az
önce belirttiğimiz gibi, toplumun kendisine olan bakış açısı, içinde bulunduğu
statü, bu kimliği hiç etkilemez.
Adamlık dini toplumu
içinde yetişen insana, bu ahlak ve kişilik yapısı otomatik olarak yerleşir ve
bu batıl dinin kuralları derhal uygulanmaya başlar. Toplum içinde geçerli
olmanın, üstün olmanın yolları buralardan, bu tavır ve davranışlardan geçer.
İlerleyen bölümlerde,
adamlık dininin, ait oldukları çevreye, yaş dönemlerine, sosyal ve kültürel
durumlarına, cinsiyetlerine göre insanlara öğretilen karakter, tavır ve konuşma
biçimlerini, ruh ve kişilik yapılarını, psikolojileri inceleyeceğiz. Bunların
Kuran'da tarif edilen ideal davranış biçimlerinden, kişilik ve ahlak yapısından
ne derece uzak olduğu, Kuran ayetleriyle karşılaştırma yapıldığında açıkça
görülmektedir. Bu şekilde, şeytanın batıl dinlerinden biri olan "adamlık
dini"nin, İslam'dan uzak bir insana, hayatının her döneminde nasıl
hükmettiği ortaya çıkmaktadır.
ADAMLIK DİNİNE GÖRE ADAM
OLMAK
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI RÖPORTAJI, 18 Ocak 2009)
ADNAN OKTAR: Adamlık dini insanlar arasında vardır. Mesela
"o adam gibi adamdır" derler, bakarsın son derece yapmacıktır
hareketleri, konuşmaları, mimikleri, tavrı, bir tiyatro sanatçısı gibi. İnsanı
utandıracak tarzda son derece yapmacıktır, konuşmaları yapmacıktır, üslubu
yapmacıktır, yani samimiyetsizdir. Bunlarla ilgili yüzlerce mimik, yüzlerce
üslup vardır. Mesela biri gelir, işte "yıllardan beri sizi bekliyorduk,
siz nerelerde kaldınız, sizi gidi sizi" böyle çok çok yapmacık üsluplar kullanılır.
Halbuki insan çok candan özlediğini, çok sevdiğini söyleyebilir, yani çok açık
söyler. Oradaki yapmacıklığa ne gerek var? Bu işte adamlık dinidir, ben bunu
anlatıyorum.
Yapmacıklık insanı
yorar. Tabiilik çok güzeldir, samimiyet çok güzeldir, samimi sevmek çok
güzeldir, samimi ifadeler çok güzeldir. Onun için Allah, "samimi olan
kullarım kurtulur" diyor, şeytandan Allah’a sığınırım. Samimiyetin
zevkiyle, yapmacıklığın iticiliği arasında Müslümana tercih yap deseler,
Kuran’da bir hüküm bile olmasa insan hemen tabii olanı tercih eder. Çünkü doğal
insan çok çok güzeldir, doğal bir kadın nerededir, yapmacık bir kadın nerededir
değil mi, çok itici durur.
Adamlık Dinindeki Ortak
Psikoloji ve Davranış Biçimleri
Adamlık dininin yaşam felsefesi ve kuralları, Kuran ahlakının tamamen tersi
olan batıl bir inanıştan kaynaklanır. Bu şeytani inanış kişinin tüm yaşantısına
hakim olan, toplumda da doğal ve geçerli görülen bir zihniyettir. Kuran'ın pek
çok yerinde kötü ahlak modeli olarak tarif edilen tavır ve hareketler, adamlık
dinini yaşayanlar tarafından çoğu zaman meziyet olarak kabul edilir.
Bu batıl din,
kuralcılığın hakim olduğu bir hayat tarzıdır. Toplum, büyük kısmı atalarından
miras kalmış birtakım kurallara sahiptir. Bu kuralları ise, "... Gerçekten biz,
atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine
uymuş kimseleriz." (Zuhruf
Suresi, 23) diyen inkarcı toplumlara benzer şekilde, adeta İlahi bir hüküm gibi
korunmaktadır.
Bu kuralların dışına
kolay kolay çıkılmaz. Yemek yeme adabından, yatma vakitlerine, sevgi ve saygı
gösterme şekillerinden, arkadaş seçimine, misafir ağırlamaya kadar, hep daha
önceden belirlenmiş kurallara göre yaşanır. Bu batıl dini tercih eden ve bu
batıl dinin adamı olma yolunda ilerleyen her kişi, toplumun büyük çoğunluğu
tarafından kabul gören ortak bir üslubu ve tavrı benimsemek zorundadır. Hatta
bu tavırların ustalıkla icra edilmeleri bir üstünlük ölçüsü olarak kabul
edilir. Tercihler Allah'ın rızasına göre değil, adamlık dininin koyduğu hak
olmayan ölçülere göre yapılır. Bu çarpık anlayış, adamlık dinine tabi olanlarda
geniş çaplı karakter ve davranış bozukluklarına sebep olmuştur. Aşağıda,
bunların en belirgin olanlarını ana başlıklar altında inceleyeceğiz.
1- YAPMACIK TAVIR VE
HAREKETLER
İslam dinindeki
samimiyet, doğallık ve içtenlik yerine adamlık dininde, samimiyetten tamamen
uzak, her biri özel olarak ayarlanan ve zaman içinde kişinin karakterinin bir
parçası haline gelen suni tavır ve davranışlar vardır.
Adamlık dini mensubu,
çarpık anlayışının sonucu olan bu yapmacık hareket ve mimikleri, samimiyetsiz
üslubu ile daha ilk bakışta kendisini belli eder. Bu yapmacık tavır ve
davranışların her biri, mesaj vermek, ilgi çekmek, gösteriş yapmak, menfaat
gözetmek vs. gibi belli amaçlara yönelik olarak sergilenir.
Mesaj Verme
Adamlık dininde,
duyguların çoğu zaman konuşma yoluyla değil de, bakış ve tavırlarla ifade
edilmesi esastır. Bunun sebebi, kişinin hissettiği birçok duyguyu açıkça belli
etmeyi gururuna yedirememesidir. Bu yüzden duygularını ima yollu tavır ve
davranışlarla belli eder. Avami lisanda "trip atma" şeklinde ifade
edilen bu davranış bozuklukları adamlık dini insanının temel kişilik yapısını
oluşturur. Kızma, bozulma, kıskanma, özenme, hayranlık gibi hisler kimi zaman
böyle dolaylı şekillerde dışavurulur.
Sinirlenince kapıları
çarparak kapatma, kızdığını belli edecek bakışlar atma, hiç cevap vermeden
yoluna devam etme, sinirlendiğini belli etmek için ses tonunu mümkün olduğunca
kısık tutarak konuşma adamlık dini insanının dışavurum tavırlarından
bazılarıdır. Genelde açık ve samimi bir üslup yerine ima yollu anlatımlar
tercih edilir.
İslam dinindeki asaletin
yerine adamlık dininde, tavırlarda basitlik hakimdir. Arkadaşlar arasındaki
tartışmalarda kızıp başını çevirme, susup konuşmama, kapıyı çarparak çıkma,
birdenbire arkasını dönüp ortamdan ayrılma, surat asma ve bunu belli bir süre
devam ettirme gibi sessiz protesto hareketleri, gülünecek şeylere kasıtlı
olarak gülmeme, sorulan sorulara duyduğu halde cevap vermeme ya da ters ve aksi
cevaplar vererek karşı tarafı bezdirme gibi basit ve bayağı hareketler,
bunlardan birkaçıdır.
Üstünlük Gösterisi ve
Aşağılama
Adamlık dininin
mensupları, gün içinde sürekli olarak birbirlerine karşı üstünlük elde etmeye
çalışır, ellerinden geldiğince karşı tarafı ezmeye uğraşırlar. Çünkü ancak
karşı tarafı ezdikleri takdirde yükseleceklerini düşünürler.
Sinirli ve aksi görünme,
çok meşgul olduğu ve kimseye tahammül edemediği izlenimi verme gibi tavırlar,
genellikle işyeri sahibi veya üst makamdaki kişiler tarafından kendi altlarında
çalışanlara karşı gösterilir. Karşı tarafı adam yerine koymadığını belli eden
tavırlar göstermek de adamlık dininde makbul sayılan davranış biçimlerindendir.
Toplum içinde konuşurken yalnızca belli kişileri muhatap alarak onlara bakarak
konuşmak, belli kişileri adeta o ortamda yok saymak adamlık dininin aşağılama
tavırlarındandır. Karşısındaki ile ilgisi olduğunu bildiği bir konuyu sırf onu
muhatap almıyor görünmek için ona bakmadan yanındakilere anlatmak da sık sık
yapılan hareketlerdendir.
Karşı taraf bir konu
anlatırken yüzüne bakmadan elindeki işle uğraşmaya devam edip mümkün olduğunca
ilgisizmiş gibi davranmak, sorduğu soruya duyduğu halde cevap vermemek adamlık
dininde bir şahsiyet belirtisi olarak görülür ve üstün olabilmenin, bazı
şeyleri "aşmış" görünmenin yollarından biri olarak kabul edilir.
İlgisiz gibi görünmek, bir aşağılama yöntemi olarak hayatın her safhasında
büyük bir itina ile uygulanır. Örneğin selam verilen kişi olmak çok önemlidir.
Önce selam verenin karşı taraf olmasına özen gösterilir. Selamı duymazlıktan
gelmek de karşı tarafı küçük düşürme metodu olarak kullanılır. Halbuki Kuran'da
bildirilen ahlak ölçüsü çok farklıdır:
"Bir selamla
selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık
verin..." (Nisa Suresi, 86)
Birtakım yapmacık
hareket ve tavırlarla diğer insanlara karşı üstün gelmeye, kendi eksik ve
kusurlarını örtmeye çalışmak, ancak Allah ve ahiret inancına tam olarak sahip
olmayan kişilerde görülen bir zihniyet bozukluğudur. Allah'ı gereği gibi takdir
edemeyen adamlık dini mensupları, yalnızca Allah'a güvenip dayanan ve Allah'tan
başka hiçbir şeyden çekinip korkmayan müminlerin aksine sürekli bir korku,
güvensizlik, tedirginlik ve şahsiyet bozukluğu içerisindedirler. Diğer
insanlara karşı küçük düşmek, altta kalmak, ezilmek, kaale alınmamak gibi
endişeler bu kişilerin gündelik hayatlarında önemli bir sorun teşkil eder. Bu
yüzden, kendi içlerinde buna karşı kendilerince bir savunma mekanizması
geliştirirler. Bu, onların en önemli zaaflarından birisidir. Genellikle de
toplum içinde, bu zaaflarını kapatmak amacıyla "en iyi savunma
saldırıdır" gibi sapkın bir mantık içinde hareket ederler.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN
İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI ''ENANİYET''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI RÖPORTAJI, 1 ŞUBAT 2009)
ADNAN OKTAR: Firavunlarda, Nemrutlarda da bu vardır insanın
bir enaniyeti vardır, ene denen birşey enaniyet. O bütün vücudu kapladığında
insan delirir. Şuuru artık kapanır. Şeytanlaşır, Deccaller, Firavunlar ve
Nemrutlarınn özelliği odur. Bazen insanlarda da olur o. Yani o vücut artık
kontrolünü kaybeder, delirir adam, gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten. Onu
kontrol edemezsin, ondan sonra şuuru adeta tam kapanıyor. ”Sırf ene kesilir”
diyor Said Nursi Hazretleri, yani "bütün vücut ene kesilir" diyor.
Enaniyetten deliriyor, kendini beğenmekten. Herşeyde kendini beğenir, her
fikrinin doğru olduğunu düşünür. Vardır böyle tipler, bilmiyorum hiç
rastladınız mı? Yani allamedir, herşeyi bilir, en iyi o bilir, en akıllı odur,
en güzel konuşan odur, herşeyin en doğru teşhisini o koyar, haşa üstüne varlık
tanımaz. Halbuki Allah diyor ki, şeytandan Allah’a sığınırım “Her bilenden daha
fazla bir bilen vardır.”. Ama ona göre o en iyi bilen o zaten.
İlgi Çekmek
Toplu ortamlarda
insanların ilgisini çekebilmek, varlığını hissettirmek, kendini kanıtlamak
maksadıyla başvurulan yapmacık tavır ve davranışların en belirginlerini şöyle
sıralayabiliriz:
Bulunduğu ortama aykırı
tavır ve davranışlarla farklı görünmeye, kendine özel bir hava vermeye
çalışmak, neşeli samimi bir ortamda ciddi ve ağır takılmak, az konuşmak ya da
ciddi, konsantre olunması gereken bir ortamda laubali hareketler yapmak...
Olaylara normalden fazla tepkiler vererek veya aşırı tepkisiz davranarak ilgi
çekmeye çalışmak. İçinde fırtınalar koptuğu halde bir olayı son derece olgun
karşılamış gibi davranmak. Ani tavır değişiklikleri
göstermek, gülerken birden anlamsız bir şekilde ciddileşmek veya sakinken
aniden taşkın hareketler yapmaya başlamak, ani kahkahalar atmak. Normal
konuşurken bir anda abartılı bir üsluba geçmek, örneğin ses tonunu yükseltmek
ya da aşırı kısık bir sesle konuşmaya başlamak. Bu arada, yüz mimiklerinde ve
el kol hareketlerinde de aynı şekilde abartılı bir hava estirmek. Değişik duruş
ve oturuş tripleri yapmak. Bu suretle dikkat ve ilgiyi üzerinde tutmaya
çalışmak. Birisinden ilgi görene
kadar yakınlık göstermemek, daha sonra ilgilenmek, kendisine samimi davranan,
yakınlık gösterenlere karşı ilgisiz davranmak, tepeden bakmak, kendisine yüz
vermeyen, küçümseyen, ilgi göstermeyenlere yaranmaya, ilgisini çekmeye
çalışmak...
Toplu ortamlarda ilgi
çekmek için başvurulan yöntemlerden bazılarını da şöyle sıralayabiliriz:
"Kendine meşgul havası vermek", "hasta, rahatsız ya da sıkıntılı
hal görüntüsü vermek", "kasıtlı hata yapmak, olay çıkarmak",
"görmediği bir şeyi görmüş gibi anlatmak"... Kendisiyle
ilgilenilmediği veya kaale alınmadığı ortamlarda dikkat çekmek için ya da
herkesten daha farklı ve özel bir ilgi görebilmek amacıyla şahsiyet gösterileri
yapmak da bu yöntemlerinden biridir. Bu gösterilerin temeli rol yapmaya
dayalıdır. Bazı örnekler vermek gerekirse:
Öyle olmadığı halde,
şaşırmış, kızmış, sevinmiş, beğenmiş gibi davranmak, bunları belli eden mimik
ve hareketler yapmak. Kaşlarını kaldırmak, kaşlarını çatmak, sert bakmak, imalı
bakmak, dudaklarını büzmek, gözlerini kısmak, vs... Protesto hareketleri
yapmak, örneğin, kendi de aynı fikirde olduğu halde bir konuda kasten muhalefet
etmek gibi...
Bilinen bazı özelliklere
sahip olduğu halde, bunlardan özellikle bahsetmeyip başkalarının konu açmasını
beklemek, bu özelliklerinden bahsedilince de tevazu yapmak, bu şekilde,
kimbilir başka bahsetmediği, bilinmeyen ne üstünlükleri var, ama tevazusundan
söylemiyor izlenimi uyandırmak.
Menfaat Gözetmek
Gerçekte hissedilmeyen
samimiyetsiz hareket ve davranışlarda bulunmanın sebeplerinden biri insanlardan
elde edilmesi umulan çeşitli menfaatlerdir. Sevmediği fakat çıkarı bulunduğu
birine sempatik görünmeye çalışmak, onun dalkavukluğunu yapmak, her fırsatta gözüne
girmeye, kendini beğendirmeye çaba göstermek, patronuna, amir veya müdürüne
karşı sahte bir sadakat ve saygı göstermek, şartlar değiştiğinde ise gözünü
kırpmadan vefasızlık yapmak adamlık dini mensuplarına göre olağan
davranışlardandır.
Ayrıca yaranma
zihniyetinden dolayı veya korktuğu, çekindiği için doğru bildiğini
söyleyememek, bunu da herkese hak verme, demokratlık gibi teviller ile kapamaya
çalışmak da yapılan hareketlerdendir.
Gösteriş Yapmak
Bilin ki, dünya hayatı ancak
bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir
övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. (Hadid
Suresi, 20)
Yukarıdaki ayette
adamlık dininin önemli bir özelliği olan övünme ve gösteriş yapma konusunun
insanlar arasında ne kadar yaygın olduğuna dikkat çekilmektedir. İslam dininde
hayatın en büyük amacı Allah'ın rızasını kazanabilmektir, ancak adamlık dininde
hayatın en büyük amacı insanların rızasını kazanabilmektir. Bu nedenle adamlık
dininde gösteriş yapmak hayati önem taşır. Çevresi tarafından beğenilen, takdir
edilen, hayran olunan, özenilen veya gıpta edilen insan olmak herşeyden daha
önemli olur. Bu batıl dinde insanlar
çevreleri için giyinir, konuşur, ev döşer, meslek seçer veya kitap okurlar. Tüm
yaptıklarında en büyük hedefleri yaptıkları için insanların takdirini
toplayabilmektir. Örneğin kitapçıya gidip bir kitap seçerken en merak ettikleri
konuya değil, en çok satan kitaba bakarlar. Hangi kitabı okuduklarında daha
"havalı" ve günün modasına daha uygun olacağını düşünürler. Çünkü
burada kitap okumanın amacı görgü, bilgi veya kişiliğini geliştirmek değil,
çevresine karşı anlatacak bir şeyler bulabilmektir.
Birçok insan çocuğunu
yetiştirirken onun sabırlı, hoşgörülü, imanlı, merhametli veya cömert bir insan
olması için uğraşmaktan ziyade, yanlış da olsa çevresi tarafından makbul
görülen özelliklere sahip olması için gayret eder. Örneğin en prestijli okula
sokabilmek için uğraşırlar, yeteneği olmadığı halde piyano dersi aldırırlar,
sırf arkadaşlarına gösteriş yapabilmek için kendilerine anne yerine
"mami" vs. gibi Türkçe'de kullanılmayan ifadelerle hitap etmesini
isterler, kibirli bir çocuk olarak yetiştirmenin makbul görüleceğine inanırlar.
Çünkü adamlık dininde çocuk çok önemli bir "gösteriş" konusudur.
Çocuğun iyi bir kolejde okuması, birkaç yabancı dil bilmesi, güzel olması, iyi
giyinmesi, arkadaşlarının arasında popüler olması veya yetenekli olması anne ve
babanın çevredeki itibarı açısından çok önemlidir. Nitekim adamlık dini
sohbetlerinde anne ve babalar çocuklarının ne kadar tevazulu, ne kadar şefkatli
veya ne kadar yumuşak başlı olduklarını değil, insanların gıpta edecekleri bu
tip özelliklerini anlatmayı tercih ederler. Bu nedenle de çocuklarının
ahlakıyla değil, görüntüsü ile ilgilenirler.
Hava atma konularından
bir diğeri "gösterişli ev" sahibi olmaktır. İnsanlar ev seçerken
kendi rahatlıklarından ziyade, çevrelerinin bakış açısına önem verirler. Hangi
muhitte ve kaç katlı olmasının, nasıl bir manzara görmesinin, kaç metre kare
olmasının kendilerini daha itibarlı yapacağına bakarlar. Evin içini de tümüyle
çevrelerinin bakış açısına göre döşerler. Başka bir renkten hoşlansalar bile
moda olan rengi seçerler, koltuklar son derece rahatsız olmasına rağmen sırf
pahalı ve gösterişli diye satın alırlar, hiç beğenmedikleri bir döşeyiş şekline
sadece ünlü bir mimara yaptırdıklarını söyleyebilmek için katlanmak zorunda
kalırlar. Büyük vakitleri bu evin içinde geçtiği halde, sırf bu kadar para
verdikleri salon eskiyip de gösterişleri bozulmasın diye misafir gelmesi haricinde
salona adımlarını bile atmazlar. Hatta bazı insanlar, mobilyaların üzerlerini
örtülerle veya naylonlarla kaplayıp kendileri içeride küçük bir odada
otururlar. Yani evin yarısını gösterişe, diğer yarısını da yaşamaya ayırırlar.
Övünmek insanlar için
öylesine büyük bir tutkudur ki, en yakın gördükleri kişilere bile mutlaka
"gösteriş yapmak" isterler. Bunu en iyi yapabilecekleri yerlerden
birisi davetlerdir. Gelen kişileri görmek istedikleri için değil, sadece onlara
"hava atabilmek" için büyük davetler verirler. Davetin her detayı bu
amaca uygun olarak hazırlanır. Yemekler bile lezzetlerine göre değil zengin
gösterme niteliklerine göre seçilirler. Burada amaç misafirlerin bu yemekten
lezzet alması değil, bu yemeğe harcanan paraya gıpta etmesidir. Böyle bir
toplantıda herkes birbirinin kıyafetine, ayakkabısına, çantasının markasına,
mobilyalara, takılan mücevherlere veya kullanılan parfümlere bakar.
Davete katılanların tüm
konuşmaları bir çeşit "gösteriş yarışı"nı andırır. Konuşmalarda
herkes bir konuda kendini ispat etmek ister. Kadınlar yurt dışı
seyahatlerinden, gittikleri bir ülkenin güzelliğinden, hizmetçi bulmanın
zorluklarından, terzilerinden, aldıkları marka kıyafetlerden, berberlerinden,
kuyumculara sipariş ettikleri mücevherlerden bahsederek kendilerini ispat
etmeye ve diğer kadınları ezmeye çalışırlar. Erkekler iş sahasında kazandıkları
başarılarla, çevrelerinin geniş olmasıyla, ekonomi ve siyasi konulardaki
yorumları ya da sanki konuya çok hakim bir insan edasıyla yaptıkları önerilerle
ön plana çıkmaya çalışırlar. Dolayısıyla bu tip adamlık dini sohbetlerinde
samimiyet, sıcaklık, dostluk oluşması imkansızdır. Nitekim bu tip davetliler
toplantıyı terk ettikten sonra mutlaka geride kalanların kritiğini yaparak
geceyi noktalarlar. Konuştukları kişilerin samimiyetsizliğinden, gösteriş
yapmaya çalıştıklarından, ne kadar sıkıldıklarından, ev sahiplerinin
görgüsüzlüğünden, evin dekorasyonunun kötülüğünden, yemeklerin
lezzetsizliğinden bahsederler. Böylece adamlık dininin hakim olduğu bu tip
toplantıları son derece bıkkın, sıkılmış ve canları yanmış bir şekilde terk
ederler.
Bilmişlik ve Ukalalık
Adamlık dini içinde
yaşayan bir insan Kuran'da bildirilen akıl ve anlayış keskinliğinden oldukça
uzaktır. Buna rağmen bu kişiler kendi akıllarını çok beğenirler ve diğer
insanlardan kendilerini çok akıllı zannederler. Adamlık dini insanı herkese her
konuda fikir verecek bir akla sahip olduğu kanaatindedir. Sağdan soldan duyduğu
yarım yamalak, kulaktan dolma bilgileri, başına gelen olaylardan kendince
çıkardığı sonuçlarla sentezleyip büyük bir hayat tecrübesi edindiğini sanır.
Herkese her fırsatta bu tecrübeyi ispatlamaya çalışır. Burada akıl, zeka, ahlak
ve kültür gibi özellikler ikinci derecede kalır. En büyük prim yapan
unsurlardan biri de, yaş faktörüdür. Bu sözde üstünlük; "sen gelirken biz
gidiyorduk", "ben senin küçüklüğünü bilirim" gibi ifadelerle
vurgulanır.
Fikir öne sürdüğü,
bilmişlik yaptığı herhangi bir konuda haksız olduğu anlaşılsa bile,
haksızlığını kabullendiği çok nadir rastlanan bir durumdur. Yanılmak, hata
yapmak, haksızlığının ortaya çıkması adamlık dini insanının hiç işine gelmez.
Çünkü zaten asıl önemli olan bir sonuca varılması, doğruların, gerçeklerin
ortaya çıkması değil çoğunlukla kendi komplekslerinin tatmin bulmasıdır.
Bu tür bir ortamda
yetişen çocuklarda da, daha küçük yaşlardan benzer özellikler yerleşmeye
başlar. Örneğin kültürlü, entelektüel, varlıklı, fakat İslam ahlakından uzak
bir yapıya sahip bir ailenin çocuğu çoğunlukla bilmiş, ukala, insanları küçük
gören, kendini her konuda haklı ve yeterli sanan bir kişilik edinir.
Küçüklükten "büyümüş de küçülmüş" bir görünümü olan bu gibi çocuklar,
İslam ahlakı ile eğitilmedikleri takdirde bu batıl yapıyı hayatlarının her
döneminde üzerlerinde taşırlar.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN İNSANLARIN
DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI ''EGOİSTLİK VE BENCİLLİK''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
BÜYÜKHABER RÖPORTAJI, 12 ARALIK 2008)
ADNAN OKTAR: Materyalist Darwinist düşünce otomatik olarak
egoist ve bencil ruhu, yani bencillik felsefesini getirir. "Ben kurtulayım
kime ne olursa olsun", "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın"
kafası gelişir. Egoistlik çok korkunç bir şeydir. Çok rahatsız edici bir
şeydir. Bencil toplumlar, bencil insanlar. Bencil çalışma gurupları, egoistçe
yaklaştıkları için hep kendi çıkarlarını gözetirler. O zaman tabi kanun ve
nizam tanımıyorlar. Hak hukuk tanımazlar, güzellik, sevgi, şefkat, merhamet,
saygı gibi duyguları çok gereksiz görürler. O yüzden şu an dünyada görülen bu
ekonomik kriz de bütün şiddetiyle bu zeminde gelişebiliyor. Halbuki insanlar çok
tevekküllü olsalar, Allah’a tevekkül etseler, herşeyde bir hayır görseler,
merhametli olsalar, komşusunu kendisinden daha çok koruyup kollasalar, “komşusu
açken tok olan bizden değildir” sözünü, Peygamberimiz (sav)'in bu güzel sözünü
güzel bir ahlak kaidesi olarak ele alsalar bambaşka bir ortam olur. Mesela
sadaka verilmiyor, zekat aşağı yukarı çok zor, halbuki Müslümanlar fakirleri
koruyup kollarlar, insanlara iyilik yaparlar. Özellikle borçları affederler,
borçların affedilmesi çok önemlidir. Ve korkup hırs yapıp bir şeyi bir yere
biriktirmezler, altını, gümüşü, parayı biriktirmezler, onu Allah yolunda
kullanırlar, çünkü Allah’tan geleceğini umarlar. O yüzden şimdi bir kasılma
oldu bütün dünyada. Çünkü herkes parasını tutuyor, herkes altını gümüşünü tutuyor,
hiç kimse imalat yapmak istemiyor, herkes korku ve tedirginlikle neticeyi
bekliyor. Böyle olmaz. Bu bir kollaps, yani tam anlamıyla bir açmaz. Hastalık
bu.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN ÇAY
TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 25 ŞUBAT 2009)
ADNAN OKTAR: ... Dinsiz yetiştirilen egoist bencil yetiştirilen
bir insan yaşlı bir insan gördü mü sokağa bakmaya başlıyor. Mesela yolda
gidiyorsa gözünü çeviriyor, mesela adam iki büklüm, acı çekiyor. Ne var, aslan
gibi delikanlısın, al ellerinden paketleri. "Amca nereye kadar istiyorsan
götüreyim" de, değil mi, saygı ve sevgi göster, insan bundan mutlu olur.
Allah ona o zaman güç kuvvet verir, neşe verir, mutluluk verir. Kendini orada
kurnaz zannediyor, halbuki o zalimliğin egoistliğin acısıyla o an zaten hemen
karşılaşmış olur. Hemen onun tokadını yemiş olur.
Dengesiz Davranmak
Adamlık dininde
insanların dengesiz yönlerinin olması ilgi çekici ve makbul görülür. Bu nedenle
birçok insan aslında son derece normal bir kişiliğe sahip olmasına rağmen
özellikle "dengesiz" tavırlarda bulunur. Çünkü bu, çevresindeki
insanlar arasında itibar elde etmesine ve takdir toplamasına sebep olacaktır.
Adamlık dininin bu çarpık zihniyeti nedeniyle dikkat çekebilmek için canını
tehlikeye atanlar dahi görülebilir. Özellikle gençler arkadaşlarına hava atmak
ve insanların hayranlığını kazanmak maksadıyla, akılsızca cesaret gösterileri
yapılır. Örneğin arabayla sürat yaparlar. Çok tehlikeli olabilecek bir virajda
öndeki arabayı sollamaya kalkarlar. Özellikle karşıdan gelen aracın üzerine
sürüp son anda kenara çekilirler. Hem kendi hayatlarını hem de diğer kişilerin
hayatlarını hiçe sayarak kendilerine "delilik derecesinde cesur, ölümden
bile korkmuyor" dedirtmek isterler. Halbuki bir insan aslında ölümden
korkmadığından değil, adamlık dininin etkisine kapıldığı için bu tip bir tavır
içine girer. Ancak unutulmamalıdır ki, delice sürat yaparak sözde bir cesaret
gösterisi sergileyen bir genç tam o anda bir kaza yaparsa, yüzündeki bütün o
çılgınlık giderek yerini çok ciddi ve korku dolu bir ifadeye bırakacaktır.
Yardım istemeye ve ölmemek için dua etmeye başlar. O anda adamlık dini tümüyle
etkisini yitirir ve yerini Allah korkusu alır.
Dengesiz görünmenin
başka bir yöntemi, korkulan, çekinilen dolayısıyla da takdir edilen insan
olabilmek için, zaman zaman öfkesine hakim olamıyormuş taklidi yapmaktır. Bir
konuya sinirlendiğinde yumruğunu sıkarak duvara vurmak, cama yumruk atarak
elini kanatmak, yüzünü elleriyle kapayarak bir süre sakinleşmeyi beklemek,
hemen içki içmeye başlamak adamlık dininin gereği olarak yapılan belli başlı
tavırlardandır. Hatta çoğu kişi "benim pskopat bir yönüm vardır" ya
da "karanlık bir yönüm vardır, ama her zaman ortaya çıkmaz" gibi
açıklamalarla kendisini yarı deli gibi göstererek insanların arasında itibar
kazanmaya çalışır.
İnsanın hayatını
tehlikeye atan birtakım sporlar da genelde bu imajı verebilmek için yapılır.
Çoğu kişi sakatlanmaktan, bedenen zarar görmekten veya ölmekten korktuğu halde
sırf çevresine hava atabilmek için bu sporlara yönelir. Bu yönüyle adamlık dini
normal akla sahip olan insanları da anormal hareket etmeye ve hasta bir kişilik
geliştirmeye zorlamış olur.
Beceriksizlik Taklidi
Adamlık dininde, zengin
insanların beceriksiz olması gerektiğine dair bir yanlış inanç vardır. Bu
inancın mantığı şu düşünceye dayanır: Zengin olan insanlar yanlarında fiziksel
olarak güç sarf edecekleri işleri yaptıracak ücretli çalışanlar bulundururlar.
Örneğin yemeklerini kendileri yapmaz, aşçı tutarlar. Evlerini kendileri
temizlemez, hizmetçi edinirler.
Kıyafetleri söküldüğünde
kendileri dikmezler, bir eşya kırıldığında onu yerden toparlamak için gayret
sarf etmezler, bir yere gidilmesi gerektiğinde adresi şoföre verir, yolu
bulmasını ondan beklerler, alışverişe kendileri çıkmaz eve getirttirirler,
rahatsızlıklarında eve özel doktor getirtir, hastane
prosedürlerinin neler olduğunu bilmezler. Araba bozulsa, lastik patlasa,
herhangi bir eşyaya zarar gelse bunları telafi etmesi için mutlaka yanlarında
çalıştırdıkları kişiyi görevlendirirler. Tüm bunlar servet sahibi insanlara
mahsus bir hayat şeklidir. Bu nedenle başkalarının desteğiyle yaşamaya alışmış
olan bu insanlar, el becerilerini geliştirme gereği duymazlar.
İşte bu zihniyet,
kendisini zengin gibi gösterip hava atmak isteyen birçok insanın aslında
becerikli olmasına rağmen "beceriksizlik taklidi" yapmasına sebep
olur. Bu nedenle özellikle kadınlar arasında "el becerisi gelişmemiş,
hiçbir şeyden anlamayan insan" havası vermek oldukça yaygındır. Örneğin
bir genç kızın aslında bildiği halde arkadaşlarının yanında "ben çay
yapmasını bilmem, ben yemek yapmaktan hiç anlamam, hayatım boyunca mutfağa
girip bir şey yaptığımı hatırlamam, ben hiç iyi dikiş dikemem, bugüne kadar
elime iğne iplik almadım" gibi sözler söylemelerinin altında yatan düşünce
budur. Bu şekilde her işini başkasına yaptırma olanağı olan zengin bir insan
görünümü vermeye çalışırlar.
Beğenmemek
Bir insan bir eşyayı
neden beğenmez ve değersiz görür? Çünkü daha iyisine sahiptir. Örneğin sarayda
oturan bir insan bir apartman dairesini beğenmeyebilir ve dekorasyon şeklini
eleştirebilir. Ancak gecekonduda oturan bir insan için güzel bir apartman
dairesi büyük bir saray hükmündedir. Çünkü kendisi çok daha kötü koşullarda
yaşamaktadır.
Bir insan diğer bir
insanın aklını neden beğenmez? Çünkü kendisinin daha akıllı olduğuna inanıyordur.
Bir insan diğer birinin fikrini neden beğenmez? Çünkü kendisinin daha iyi
fikirleri vardır. Bir insan karşısındakinin yaptığı işi neden beğenmez? Çünkü
kendisi daha iyi yapabilecek bir beceriye sahip olduğunu düşünüyordur.
Dolayısıyla bir şeyi beğenmemek, genellikle o şeyin daha iyisine sahip olmak
anlamına gelir.
Bu nedenle çevrelerine
herşeyin en mükemmeline sahip insan havası vermek isteyenler, gördükleri hiçbir
şeyi beğenmezler. Hatta beğenseler bile bunu belli etmez, bir kusur bularak
mutlaka eleştirmek isterler. Örneğin arkadaşlarıyla birlikte lüks bir restorana
giden bir kişi, hayatı boyunca böyle lüks bir restorana gitmemiş olsa bile,
yine de buranın yemeklerinde veya dekorasyonunda ya da garsonların tavırlarında
bir kusur bulmaya çalışır. "Bence yemekleri pek iyi değildi, manzarası çok
kötüydü, ne biçim döşenmiş insan daralıyor" gibi eleştiriler getirerek,
bundan çok daha iyi yerler gördüm havası vermeye çalışır.
Genç kızlar
kendilerinden daha güzel bir kız gördüklerinde mutlaka bu kişide bir kusur
bularak kendi üstünlüklerini vurgulamak isterler. Örneğin saçlarının
güzelliğine güvenen bir genç kız, kendisinden daha güzel birini gördüğünde
"saçları ne biçim, saç modeli hiç yakışmamış veya saçları biraz seyrek
galiba" gibi eleştirilerle aslında kendisinin daha üstün olduğunu
vurgulamaya çalışır. Boyu uzun olan bir genç kız, kendisinden biraz daha kısa
boylu ama daha güzel birini gördüğünde hemen "boyu kısa" gibi
sözlerle bu kişiyi kendince küçük düşürmeye çalışır.
Adamlık dininin bu
hatalı anlayışından dolayı bir kişinin kendisinden daha üstün gördüğü, daha
akıllı, daha güzel, daha yetenekli bulduğu bir insanın özelliklerini övücü
şekilde dile getirdiğine rastlayamazsınız. Örneğin bir köşe yazarının kendi
yaşıtı olan bir başka yazarı övdüğünü, kendisinden daha akıllı bulduğunu veya
tespitlerinin, üslubunun kendisinden daha isabetli olduğunu açıklayan bir
yazısını görmeniz pek mümkün olmaz. Bir sanatçının kendi seviyesinde gördüğü
bir başka sanatçıyı takdir etmesi, daha güzel ve yetenekli olduğunu söylemesi
çok nadirdir. Ancak genellikle bu insanların birbirlerini kıyasıya
eleştirdiklerine rastlayabilirsiniz. Örneğin bir psikolog diğerinin yöntemini
beğenmez, bir diyet uzmanı diğer diyet uzmanlarının izlediği yöntemi eleştirir,
bir televizyon sunucusu diğer sunuculara mutlaka bir kusur bulur. Bunun nedeni
kendi yeteneklerini, akıllarını veya konumlarını üstün gösterme çabasıdır.
2- KONUŞMA BOZUKLUKLARI
Konuşma, insanların
fikir, düşünce ve duygularını, istek ve arzularını dış dünyaya aktarmalarına,
birbirleri arasında geniş çaplı iletişim kurmalarına yardımcı olur. Oysa
adamlık dininde konuşma, bu temel amaçlarının dışına taşarak adamlık dini
insanının çarpık psikolojisinin bir dışa vurum aracı haline gelmiştir. Adamlık
dini insanının bütün kompleksleri, kişilik bozuklukları, psikolojik
problemleri, ruhsal sapmaları konuşması sırasında ortaya dökülür. Büyük bir
çoğunluk kendisini dışarıya karşı olduğundan farklı ve üstün gösterme
sevdasındadır. Bu gösteriş de, tavır ve davranışlarla olduğu gibi büyük ölçüde
konuşma yoluyla gerçekleştirilir. Bu bölümde adamlık dini fertlerinin
konuşmalarını, üslup, içerik, tavır, mimik ve diğer özellikleri açısından ele
alacağız.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN
İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI ''GÖRGÜSÜZLÜK VE ÖZENTİ ANLAYIŞI''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KRAL KARADENİZ'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 6 MART 2009)
ADNAN OKTAR: Bazen öyle tipler görüyorum ki hakikaten görgüsüz
ve cahil, ama kulağına küpe takmış, saçını da üç numaraya vurmuş, tişört
giymiş, kelimeleri böyle yaya yaya konuşuyor, ilginç konuşma şekilleri
geliştirmişler şimdi yeni. Bir acayip. Kelimeleri sündürerek falan, işte
kulağına walkman midir nedir ondan takıyor, bir şeyler yapıyor. Ultra modern
görünümlü kendi kafasına göre, ama tam cahil ve görgüsüz. Ben saçını kazıtmasına
bir şey demiyorum, yahut kesmesine. O hoşuna gidiyorsa yapsın. Tişört giymesine
de, walkman takmasına da. Hoşuna gidiyorsa yapsın. Ama bununla çağdaş olduğunu
zannetmesi çok ilkel. Çünkü çağdaşlık sevgi dolu olmak, merhametli, şefkatli
olmak, itinalı, dikkatli olmak, lafını sözünü bilmek, lafın nereye gideceğini
bilmek, temizliğe dikkat etmek, diğer insanları rahatsız etmemek, Yaratandan
ötürü yaratılmışları sevmek, çiçeklere, bitkilere, çocuklara, güzelliklere, her
şeye karşı bir hayranlık duymak, onları koruyup kollamak, olayların girift
taraflarını görmek budur çağdaşlık.
Yapmacık ve Samimiyetsiz
Konuşmalar
Adamlık dini bir
"kalıplar" dinidir. İnsan bu kalıpları benimsediği ve uyguladığı
müddetçe toplum içinde benimsenir ve rağbet görür. İnsan ilişkilerinde çok
önemli bir yer tutan konuşmanın da bu batıl dinde kendine özgü sayısız
kalıpları vardır. Adamlık dininde konuşmalar ortam ve duruma göre bu
kalıplardan uygun olanlarının seçilip ardı ardına getirilmesiyle oluşur.
Kişinin sarf ettiği sözleri gerçekten hissedip hissetmediği hiç önemli
değildir. Adamlık dini insanı, hissettikleri dışa vurduklarından farklı olduğu
için -diğer bir deyimle içi dışı bir olmadığı için- bir anlamda "iki
yüzlü"lüğün tarifi içine girer. Normal bir insan için ikiyüzlülük her ne
kadar utanılacak bir durum olsa da adamlık dinini yaşayan bir kişi utanılacak
bir duruma düştüğünün farkında değildir.
Kişi adamlık dininde,
nefret ettiği halde seviyor görünmeyi, sevdiği halde ilgisiz görünmeyi,
umursamadığı halde saygı göstermeyi, üzülmediği halde üzülmüş gibi, sevinmediği
halde sevinmiş gibi davranmayı, içinden gelmediği halde gülüp kahkaha atmayı ya
da ağlamayı, hiç etkilenmediği halde çok şaşırmış görünmeyi öğrenir. Şartların
gerektirdiğine göre de bu öğrendiklerini uygular.
Karşısındakiler de aynı
yapıya sahip oldukları için yapmacıklık ve samimiyetsizliği yadırgamaz, doğal
karşılarlar. Sıra kendilerine geldiğinde de aynı sahte ve suni karakter
yapısını sergilemekten kaçınmazlar. Samimiyetsiz konuşma çeşitlerinden bazı örnekleri
şöyle sıralayabiliriz:
Olayları anlatırken daha
fazla ilgi çekebilmek için abartılı bir üslup kullanmak. Basit bir şeyi
önemliymiş, önemli bir şeyi de basitmiş gibi anlatmak. Konuşurken, Türkçe
karşılıkları olsa bile, yabancı kelimeler kullanarak yabancı dil bildiğini
belli etmek...
Bilmediği bir konu
anlatılırken belli etmeyip biliyormuş gibi davranmak, o konu hakkında duyduğu
bir şeyi ekleyip sanki bütün konuya hakimmiş havası vermek. Anlatılanlardan
etkilenmediği halde yapmacık abartılı tepkiler vermek ve hissetmediği halde
hayret, beğeni, kınama, üzülme, onaylama, destekleme sözleri sarf etmek.
Örneğin aslında şaşırmadığı halde, "pes doğrusu", "ay
inanmıyorum", "şok olduk"... gibi ifadeler sarf etmek.
Bunların çoğu samimi
olarak hissedildiği için söylenmez. Aslında karşı taraf da bu lafların
yapmacıklığından haberdardır. Ancak önemli olan bu kalıpların yerli yerinde
ustaca kullanılmasıdır. Gerisine aldırış edilmez. Samimiyetsizlik ve
ikiyüzlülük adamlık dininde öyle doğal bir hal almıştır, öyle benimsenmiştir
ki, kazara bir derece açık sözlü, içi dışı bir, samimi görünen birisine
rastlansa onun bu özelliğinden olağandışı bir olaymış gibi bahsedilir. Adamlık
dininin yaşandığı çevrelerde insan samimiyetsizliğinde başarılı olduğu ölçüde
toplum içinde başarılı olur. Toplumda insanların hayranlık duyacağı mevkilere
ulaşmış pek çok insana dikkat edildiğinde, bu kuralları uygulamada son derece
usta oldukları görülecektir. Erkeklerde iş hayatında, mesleki kariyerde bir
yükselme aracı olan samimiyetsiz konuşmalar kadınlarda eş, dost, arkadaşlar
arasında bir övünme vesilesi olarak kullanılır. Kocanın makam-mevkisi,
zenginliği, çocuklarının okul durumları, tatilde gidilen yerler, sosyal
ilişkiler ve faaliyetler bire bin katılarak anlatılır. Yapmacık konuşma çeşitlerine
örnek olarak aşağıdakileri de sayabiliriz:
Karşı tarafın
esprilerine, ayıp olmasın diye veya ondan çekindiği ya da ona yaranmak için
zoraki gülmek, içinden gelmediği halde yapmacık kahkahalar atmak. Sinirlenince
abartılı kibar bir üsluba geçip sinirlendiğini ses tonuyla belli etmek de
adamlık dininde sıkça rastlanan tavır bozuklukları arasındadır.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN
İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI ''YAPMACIKLIK''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KAÇKAR TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 12 Mart 2009)
ADNAN OKTAR: Adamlık dini toplumun birçok kesiminden
kardeşimizin karşılaştığı bir gerçektir. Aşırı yapmacıklık, aşırı yapmacık
konuşmalar, yani doğal olmamak. Mesela birini görüyor, "Vay vay vay sen
nerelerdeydin" diyor. Samimi olarak "ben seni çok özlemiştim. Allah
kavuşturdu, elhamdülillah" dersin, candan bir konuşma olur. Tekrar tekrar
"inan çok mutlu oldum. İnan çok sevindim." Yani yalan mı söylüyorsun
da inandırmaya çalışıyorsun. Yemin ediyor mesela, "yemin ederim çok
sevindim" diyor. Üzülmen mi gerekiyor, tabi ki sevinirsin. Bu tip, böyle
yapmacık zorlama izahları kastediyorum. Toplumun birçok kesiminde insanları
rahatsız eden, doğal olmayan konuşma üslubu bu. Bir de tabi samimi konuşan
insan vardır. Bu insanın içini rahatlatır. Candan konuşuyordur, içinden gelerek
konuşuyordur. Ama yapmacık insanda, bir an önce şu konuşmayı kesse de bir bitse
diye insan düşünüyor. Tahammülü çok güç bir konuşma şeklidir. Buradan da
anlayabilir, yani içine sıkıntı veriyorsa bir adam bilsin ki adamlık dinindedir
o, ama içtenlikle ve rahatlıkla severek dinliyorsa onun konuşmalarını,
varlığından huzurluysa o da adamlık dinini yaşamıyordur inşaAllah.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI RÖPORTAJI, 14 Şubat 2009)
ADNAN OKTAR: Böyle ilginç tipler olur ya, çok çok yapmacık,
akıl almaz samimiyetsiz bir tavra girer ve garip bir şov yapar, onu andıran çok
garip bir üslupla anlatıyorlar dini. Zaten dikkatlice bakanlar, biraz
hafızasını kontrol edenler hemen anlarlar. Böyle akılsızca, sanki din için
konuşurken özel bir üsluba gerek varmış gibi uhrevi bir üslupla, gözleri
dalıyor, bir şeyler yapıyor, arkada hafif bir müzik, böyle kaval sesi, ney sesi
gibi. Niçin bunlara gerek var? Din apaçık gerçeğin ta kendisidir.
Gerçekten eğlenen
insanın da yüzünde bir ifade olur. Hiç mutlu değiller. Birbirlerine, hepsini
tenzih ederim ama büyük bir bölümü, bir şov sunuyorlar ve mutluluk şovu
tarzında oluyor bu. Çok eziyetli bir şey bu.
Boş ve Amaçsız Konuşmalar
Adamlık dininin
konuşmalarındaki en belirgin özellik konuşmaların boş ve amaçsız olmasıdır.
Halkın % 90'dan fazla bir kesiminde, "laf olsun diye, konuşmak olsun diye
konuşmak" adeta istemsiz bir davranış haline gelmiştir. Sonuca
götürmeyecek, kalıplaşmış beylik konular bu boş konuşmaların temelini teşkil
eder. Bu tür konuşmaların konu içeriği çok geniştir. Halk arasında, avami
lisanla, "geyik muhabbeti" olarak da tanımlanan bu konuşmalar adamlık
dini insanının gündelik yaşamında önemli bir yer işgal eder. Konuşmaların fazla
değişmeyen klasik açılışları vardır: "Dünyanın hiçbir yerinde
yok...", "Avrupalı bunu yapmaz...", "24 saatte..."
diye başlayan konuşmalar, "beni başa getirecekler...", "biz adam olmayız...",
"onların hepsi benim yanımda yetişti..." şeklindeki konuşmalar uzar,
genişler, konudan konuya atlanır. Bilinen veya bilinmeyen her türlü konuda
fikir beyan etmeye yönelik konuşmalar da en çok rağbet görenlerdendir. Hiçbir
sonuca bağlanamayan, bağlansa da hiçbir fayda getirmeyen bu tip konuşmalar
genelde karşı tarafa fikir, düşünce, yorum sahibi olduğunu hissettirme
kompleksinden kaynaklanır.
Çözümsüz ve Hikmetsiz
Konuşmalar
Adamlık dininde
gerçekten konuşulup halledilmesi gereken konular bile karmaşa ve çözümsüzlüğe
sürüklenir. Çok kısa sürede çözülebilecek meseleler saatlerce uzatılır.
Konuşmalar karşılıklı iddialaşma, inatlaşma ve kişilik gösterisine dönüşür. İş
toplantıları, arkadaş toplantıları, apartman toplantıları hep bu tür
görüntülere sahne olur. Hikmetsizlik, konuşmaların her anına işler. Konuları
özlü, hikmetli, akılcı bir biçimde dile getirmek mümkün değildir. Çünkü hikmet
ancak, Allah'ın dileyip seçtiği kullarına verdiği bir üstünlüktür. Bir Kuran
ayetinde şöyle buyrulur:
Kime dilerse hikmeti ona
verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz
akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Bakara Suresi, 269)
Kuran'da bildirilen akıl
ve hikmete sahip olmayan adamlık dini insanı, birkaç cümlede anlatılabilecek
bir konuyu dakikalarca hatta saatlerce anlatamaz. Bazı durumlarda da kısa
sürede anlatabileceği konuyu özellikle dakikalarca uzatıp "tadını
çıkartır". Televizyonlardaki açık oturumlarda çok kısa sürede
çözülebilecek meselelerin saatlerce tartışması yapılır, ama hiçbir sonuca
varılmaz. Bu konu hakkında Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
İnsanlardan öyleleri vardır
ki, bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek
için sözün 'boş ve amaçsız olanını' satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı
bir azap vardır. (Lokman Suresi, 6)
Adamlık dininde kişi
lafı uzatıp bir türlü konunun özüne inemez. Çok konuştuğu halde birşey
anlatamaz. Gereksiz girişler, anlamsız bağlantılarla çok basit bir konuyu bile
içinden çıkılamaz bir hale sokar. Konuşmalarının arasına kendine dikkat
çekmeye, fikir ve düşüncelerini önemli göstermeye ya da bilgi ve kültürünü
ispatlamaya yönelik imalı sözler katmaya çalışır. En hayati konularda bile
kendi şahsının öne çıkması birinci planda, konuşulan konu ikinci plandadır. "Bilin ki, dünya
hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
'çoğalma-tutkusu'dur..."
(Hadid Suresi, 20) ayeti nde haber verilen özellikler adamlık dininin
konuşmalarında da çok yoğun olarak kendini gösterir.
Bunlara, hep bir ağızdan
konuşmak, karşısındakinin sözünü kesmek, konuyu yarıda kesip kendince önemli
gördüğü başka bir konu açmak, yerli yersiz, bilip bilmediği her konuya karışmak
gibi hareketleri de ekleyebiliriz.
Düşüncesiz Konuşmalar
Adamlık dininin
konuşmalarında düşüncesizlik sık sık kendini gösterir. Anlattığı konu ya da
kullandığı üslup karşı tarafın ilgisini çekmediği halde bunu fark edemeyip aynı
tempoda anlatmaya devam etmek, daha önce anlattığı şeyleri unutup tekrar tekrar
anlatmak, herkesin bildiği şeyleri çok orijinal bir konu anlatıyor edasıyla
anlatmak, bir kişinin vakti yokken lafa tutmak adamlık dinine has
düşüncesizliğin en belirgin örneklerindendir. Bütün
bunların yanı sıra, yapılan yersiz ve kötü espriler konuşmaların daha da
hikmetsiz bir hale gelmesine sebep olur.
Patavatsızlık,
düşüncesiz konuşma şekillerinden biridir. Yanlış anlaşılmaya müsait sözler sarf
etmek, lafın ucunun nereye varacağını hesaplayamamak, konuşurken çeşitli potlar
kırmak bu sınıfa girer. Çoğu zaman kasıtlı bir aşağılama ya da alay etme amacı
olmadığı halde bilinçsizce sarf edilen sözlerle insanları rencide etmek adamlık
dini insanına mahsus bir davranıştır. Toplu ortamlarda, orada bulunan
kimselerin çeşitli maddi veya fiziksel kusur, eksiklik ya da özürlerini dikkate
almadan, gerek de olmadığı halde, bu konuları gündeme getirmek o kişiler için
taciz edici olabilir. Örneğin saçları dökük ya da boyu kısa veya maddi durumu
kötü olan bir insanın yanında bu özellikleriyle ilgili yersiz konular açmayı,
küçük düşürücü espriler yapmayı adamlık dinine özgü düşüncesizlikler arasında
sayabiliriz.
Saygıya Uygun Olmayan
Alaycı Konuşmalar
Konu ne olursa olsun
iddiacı ve tartışmacı bir üslup takınmak adamlık dininin özelliklerindendir.
Bunun yanı sıra ses tonunu yükselterek baskın çıkmaya çalışmak özellikle karşı
tarafa kendi fikrini kabul ettirmenin bir gereği olarak kullanılır.
Kendisiyle aynı ortamda
bulunan kişileri muhatap kabul etmeyip, onlar hakkında, "bu",
"şunlar" gibi terimler kullanmak, karşısındakinin yüzüne bakmadan
konuşmak, espriyle bozmak, laf sokmak da adamlık dininde karşı tarafı aşağılama
metotlarındandır. Duyduğu halde kendine ağır bir hava vermek için sorulan
sorulara cevap vermemek, duymazdan gelmek kullanılan başka bir yoldur. Bunların
yanı sıra duyduğu bir şeyi kasten tekrarlatmak, anladığı halde anlamazdan
gelmek, karşı taraf bir şey anlatırken onu kaale almadığını ve dinlemediğini
belli edecek şekilde başkasıyla farklı bir konu konuşmaya başlamak saygısız ve
alaycı konuşmanın diğer örneklerindendir.
Karşısındakinin
anlattığı konuyla ilgilenmediğini, küçümsediğini belli eden alaycı ifadeler
kullanmak "tabi tabi haklısın", "aynen devam et" gibi...
kelimeler kullanmak, ayrıca otoriter üslup takınarak "bakayım"lı
konuşmak ("ver bakayım", "gel bakayım" gibi...) bu konuyla
ilgili diğer örneklerdir.
Telefon Konuşmaları
Telefonda konuşurken,
normal zamanda kullandığı ses tonu ve üsluptan farklı bir ses tonu ve üslup
kullanmak yine adamlık dini özelliklerindendir. "Alo" kelimesini
bulunduğu yerdeki statüsüne göre, farklı samimiyetsiz şekillerde telaffuz
etmek, örneğin patron ve müdür konumundaysa sesini özellikle kalın ve tok bir
tona getirip ağır ve ekstra ciddi bir üslupla telefonu açmak gibi.
Adamlık dininde
telefonla konuşurken görülebilen diğer hareketler de şöyle sıralanabilir:
Karşılıklı konuşmalarda rahat söyleyemeyeceği şeyleri telefonda cesaret bulup
söylemek, çıkarı olan birisinden telefon beklerken telefonun başından
ayrılmadığı halde telefon çalınca hemen açmamak, uzun bir süre çaldıktan sonra
cevap vermek...
Karşı tarafla konuşurken
etrafındakilere kaş göz işaretleriyle mesaj vermek. Kendini tanıtma ve
vedalaşma sırasında yapmacık samimiyet kalıpları kullanmak, sinirlendiğini
belli etmek için ahizeyi vurarak kapatmak, konuşurken karşı tarafa samimiyetsiz
iltifatlar yapıp telefonu kapattıktan sonra karşı taraf hakkında olumsuz veya
alaycı konuşmak gibi davranışlar da adamlık dinine has hareketlerdir.
Arkadan Çekiştirme ve
Dedikodu
Kalem Suresi'nin 10-13.
ayetlerinde, adamlık dini mensuplarının gösterdiği basit ve aşağı tavırlar
birbiri ardına tarif edilir. Bu konu ile ilgili olarak bildirilen ayetler
şöyledir:
Şunların hiçbirine itaat
etme: Yemin edip duran, aşağılık. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip
götüren. Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar. Zorba,
saygısız, sonra da kulağı kesik. (Kalem Suresi, 10-13)
Ayetlerin ilk başında
söylenen "alabildiğine ayıplayıp kötüleme", adamlık dininde çok
rastlanan bir tavırdır. Bu şeytani dinin mensupları içinde, insanların yüzüne
karşı iyi davranan, sonra da arkasından çekiştiren insan modeli son derece yaygındır.
Hiç kimse birbirinin eksik ve hatalı yönleriyle, düzeltmek kastıyla ilgilenmez.
Zaten, başkalarının hatalarını düzeltmek de pek arzu edilmez. Kişinin herhangi
bir hatası, ancak bir alay ya da dedikodu konusu olarak gündeme gelir.
Adamlık dininde adeta
bir eğlence ve oyalanma konusu haline gelen dedikodunun, sosyal yaşamda önemli
yeri vardır. Toplumda bu kötü huyun eleştirilmesi ve reddedilmesi beklenirken
aksine çoğunlukla teşvik edildiği görülmektedir. Oysa Kuran'da bu konuda
verilen hüküm şudur:
Ey iman edenler zandan çokça
kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli
yönünü araştırmayın). Kiminizde kiminizin gıybetini yapıp arkadan çekiştirmesin
Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?... (Hucurat Suresi, 12)
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN
İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI ''BOŞ KONUŞMA''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI RÖPORTAJI, 1 ŞUBAT 2009)
ADNAN OKTAR: Boş konuşma ne eziyettir ne zordur, hele yapmacık
bir insanın boş konuşmalarını dinlemek, öyle insanlara dikkat edin hep groge
olur. Aklı başında bir insan adeta perişan olur sıkıntıdan. En güzel şey oradan
çıkıp gitmeleridir. Dedikodu yapıldığında da dedikodusu yapılan insanı
överseniz dedikodu yapanın zevkini boğazına tıkarsınız çok iyi olur. Yani üç
beş tane övücü söz söylerseniz dedikodunun hiçbir anlamı kalmaz onun için.
3- ALAYCILIK
Samimiyetsizliğin yanı
sıra alaycılık da adamlık dini insanlarının ortak davranış bozukluklarındandır.
Kuran'da açıkça yasaklanan alaycılığın, ne derece çekinilmesi gereken bir
davranış olduğu bir ayette şöyle
bildirilmiştir:
Arkadan çekiştirip duran ve
kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay haline... (Hümeze Suresi, 1)
Buna karşın adamlık
dininde, kişinin fırsat bulduğunda hiç çekinmeden bir başkasıyla alay etmesini
ve onu küçük düşürmesini engelleyen hiçbir kural yoktur. Tam tersine alay eden
kişinin safında olmak herkes için daha cazip bir durumdur. Alaycı ve küçük
düşürücü tavırlara şu örnekleri verebiliriz:
Bir topluluk içinde
samimi olduğu kişilerle kaş göz işareti yaparak diğer bazı kişileri alaya
almak, topluluk içinde insanları aşağılamak kastıyla onların hatalarını,
eksiklerini, kusurlarını gündeme getirmek ve bunları alay konusu yapmak,
kişinin fiziksel özellikleriyle alay etmek, karşı tarafın eksik ya da vasat
özelliklerini, o şahsı bu özelliklerin zıt olanlarıyla överek alay konusu
yapmak.
Ayrıca şaka ve
esprilerle veya kötü lakaplar ve sıfatlar takmak suretiyle insanları küçük
düşürmek, bakış ve mimiklerle insanları küçümsemek ve aşağılamak,
karşısındakinin küçük düşürücü şekilde taklidini yapmak, üslup, ses tonu ve
seçilen kelimelerle karşı tarafı ezmeye çalışarak kendi üstünlüğünü ortaya
koymak, birisi bir şey anlatırken onun eksikliğini ima ederek başkasıyla
gülüşmek, duyamayacağı bir şekilde onun hakkında fısıldaşmak gibi hareketler
adamlık dininde sık sık görülür.
Bunların yanı sıra
ortamda hata veya sakarlık yapan birisiyle toplu olarak dalga geçmek, eğlence
konusu edinmek için saflığı ya da iyi niyetiyle tanınan bir kişiyle özellikle
uğraşıp onun her hareketinden, her sözünden alay edilecek bir şeyler çıkarmak,
sevmediği, ezmek istediği bir kimseyi bilhassa kalabalık ortamları kollayarak
küçük düşürmek de adamlık dininin özelliklerindendir. Oysa alaycılık,
aşağılama, lakap takma gibi davranışlar Kuran'da şiddetle kınanmış ve
yasaklanmıştır:
Ey iman edenler, bir kavim
(bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar;
kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar.
Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve
birbirinizi 'olmadık-kötü lakaplarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne
kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta
kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
4- UMURSAMAZLIK
Adamlık dininin en temel
esaslarından biri umursamaz görünümdür. Çünkü bu batıl dinde umursamazlık,
sözde akıl, yetenek ve şahsiyet üstünlüğünü vurgulama yöntemi olarak
kullanılır. Çok özel, önemli ve herkesten daha üstün bir şahsiyete sahip insan
izlenimi vermenin yolunun, "umursuzluk" olduğuna inanılır. Bu nedenle
özellikle gençler arasında umursuz tavırlar çok yaygındır.
Bir lisenin en popüler
kızlarını veya erkeklerini düşünün. Genellikle bu kişilerde alçakgönüllü,
herkese karşı sevgi dolu, saygılı ve candan bir tavır göremezsiniz. Çünkü güzel
ahlakın en önemli özellikleri olan bu tip tavırlar, cahiliyede küçük düşürücü
bulunur. Adamlık dininin mensupları arasında popüler olabilmek için mümkün
olduğunca kibirli ve umursuz olmak gerekir. Herkese selam vermemek, ancak selam
verilen insan olmak bu anlamda çok önemlidir. Sevgi gösteren değil, ancak
kendisine sevgi gösterilen kişi olmak da. Çevresindekilerle ilgilenmiyormuş
gibi görünmek, birisi candan bir tavır gösterdiğinde mesafeli davranmak, sadece
yakın birkaç arkadaşıyla samimi olup bunların dışında herkese karşı ilgisiz
davranmak da bu anormal davranışlara örnektir.
Umursamazlığın bir de
ikinci bir yönü vardır ki, "boş verme" mantığı olarak kendisini
gösteren bu yönü, cahiliye toplumunun hemen hemen tamamına hakim durumdadır. Bu
ruh halinde insanlar tehlikeyi fark etmez, fark etseler bile akılsızca
umursamazlar. Çünkü adamlık dini tehlikeye karşı sakin davranmayı bir üstünlük
olarak gösterir. Bu nedenle cahiliyede umursamazlıktan kaynaklanan ölümler, sakatlanmalar,
hastalanmalar çok fazla olur. Örneğin kablosu elektrik kaçağı yapacak şekilde
yıpranmış olan bir eletronik aleti tamir ettirmek yerine, "boş ver biz
böyle şeylerden korkmayız" diyerek bu şekliyle kullanmak bu umursuzluğun
bir göstergesidir. Ya da elektirik tesisatı eskimiş ve her an yangın çıkma
tehlikesi olan bir apartmanda oturanların, "boş ver bu apartman sağlam
apartmandır bir şey olmaz" sözleriyle bu tehlikeyi görmezden gelmeleri…
Hatta insanların birçoğu, "biz eski toprağız bize bir şey olmaz"
mantığıyla yıllarca doktora gitmez, hastalıkları için herhangi bir tedavi
görmeye gerek duymaz. Adamlık dininin bu umursuzluğu nedeniyle, vücudundaki
kanseri, tümörleri, virüsleri fark etmeden yıllarca yaşayan ve durum fark
edildiğinde de ölümün eşiğine gelmiş insanlar çok fazladır.
Bu umursuzluğun
getirdiği bir başka tehlike ise çevreye zarar verme ihtimalidir. Örneğin bazı
kişiler 3-4 yaşındaki çocuklarını "hiçbir şey olmaz" zihniyetiyle
evde yalnız bırakabilmektedirler. Döndüğünde çocuğunu sobaya yapıştığı veya
gazı açtığı için yaralı ya da ilaç içtiği veya camdan düştüğü için ölü bulan
insanlara çok sık rastlanır. Bu tip haberler her gün gazete sayfalarında çıkar.
Ancak adamlık dininin umursamazlığı bu noktada da kendini gösterir. Bu
haberleri okuyan insanlar böyle bir olayın kendi başlarına gelmeyeceğine
inandıkları için aynı tavra devam ederler.
Cahiliye ahlakında
"umursuzluk" o kadar yaygındır ki, insanlar birbirlerinden sürekli
olarak "boş ver, aldırma, hiçbir şey olmaz" gibi sözler işitirler. Hatta
bu dinin sapkın anlayışından dolayı insanlar, herhangi bir tehlike karşısında
tedbir almaya veya tedbir alınmasını teklif etmeye utanırlar. Çünkü korkaklıkla
suçlanırlar. Örneğin yangın tertibatı olmayan büyük bir
iş yerinde çalışanların, gerekli teçhizatların getirilmesini teklif etmesi ya
da eskimiş olan asansör tertibatının yenilenmesini istemeleri oldukça zordur.
Çünkü böyle bir durumda işyerindeki diğer insanlar büyük bir ihtimalle alaycı
esprilerle bu kişiye korkak muamelesi yapacaklardır. Halbuki sırf akılsızca bir
"kendini ispatlama" zihniyetiyle yapılan bu tip umursuzlukların sonu
genellikle bu insanların zararına neticelenir.
Ancak burada önemli bir
noktaya dikkat çekmekte yarar vardır. Elbette bir tehlike karşısında aşırı
panik olmak, bir anda şuuru kapanır derecede dehşete düşmek gibi tavırlar da
doğru değildir. Allah insanlara Kuran'da tevekküllü olmalarını yani zor
durumlarda, tehlike anlarında da Allah'a güvenip dayanmalarını emretmiştir. Bu
konudaki bazı ayetler şöyledir:
Müminler ancak o kimselerdir
ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda
imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. (Enfal Suresi, 2)
De ki: "Allah'ın bizim
için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim
Mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe
Suresi, 51)
… Kim de Allah'a tevekkül
ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine
getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey
için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 3)
Ve (Hz. Yakup) dedi ki:
"Ey çocuklarım, tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben
size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah'ındır.
Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler."
(Yusuf Suresi, 67)
Yukarıdaki ayette
görüldüğü gibi Hz. Yakup, çocuklarına tevekküllü olmayı öğütlemekte, ancak aynı
zamanda yapacakları işte tedbir almayı da hatırlatmaktadır. İşte, salih bir
Müslümanın göstermesi gereken tavır da budur. Ne adamlık dininin gereği olan
umursuzluk, ne de Allah'ın çirkin olduğunu bildirdiği tevekkülsüzlük doğru
tavırlar değildir. İnsan gördüğü her tehlikeye karşı aklını kullanıp tedbir
almalı, ama aynı zamanda da Allah'ın dilemesi dışında hiçbir tehlikenin önüne
geçemeyeceğini bilerek Rabbimiz'e teslim olup tevekkül etmelidir.
5- ZALİMLİK
Adamlık dini topluma son
derece acımasız ve insaniyetsiz bir sistem getirir. Bu nedenle halkın büyük bir
çoğunluğu çevresine karşı son derece düşüncesiz ve merhametsizdir. Dolayısıyla
insanların sadece bir gün içinde defalarca morali bozulur, kırılır, kalbi
sıkılır. Adamlık dininin zalimliği nedeniyle son derece gergin, asabi, azap
dolu bir hayat yaşarlar. Herkesin çok dışa dönük ve neşeli bildiği insanların
bile hemen hemen tamamı, akşam yatağına yattığında saatlerce ağlayan, için için
büyük bunalımlar yaşayan insanlardır. Çünkü toplumun geneline adamlık dini tam
hakim durumdadır ve bu batıl dinin getirdiği her tavır ve her mimik insanlar
için -kendileri de aynılarını yapıyor olsa da- katlanması çok güç bir
eziyettir.
Örneğin maddi durumu iyi
olmadığı için iş yerine her gün aynı kıyafetle gitmek zorunda kalan bir insan
düşünelim. Bu kişi için her gün aynı kıyafeti giymek büyük bir sıkıntı
konusudur. Çünkü mutlaka çevresindeki insanlar bu konuyu kendi aralarında
konuşur, bu durumdan dolayı ona değer vermez ve "bu kazak da üstünde
parçalanacak", "senin de başka kıyafetin yok galiba" gibi
düşüncesizce esprilerle alaycı bir tavır takınırlar.
Bir iş yerinde, okulda,
yazlıkta, kursta veya bir topluluğun olduğu herhangi bir mekanda mutlaka
insanların arkasından konuşan birilerinin olduğunu bilmek de çok sıkıntı
vericidir. Çünkü insanlar mutlaka kendi arkalarından konuşulanları bir
vesileyle duyar ve bundan dolayı kalplerinde büyük bir sıkıntı hissederler.
Adamlık dininde insanlar
çok ince yöntemlerle birbirlerinin moralini bozabilirler. Örneğin yeni kıyafet
giymiş birine, "güzel kıyafet, ama sana pek olmamış, dünkü kıyafetin sana
daha çok yakışmıştı" demek, genellikle karşıdaki insanı aşağılamak için
yapılır. Çünkü adamlık dininde övgü, iltifat veya güzellik dile getirme yoktur.
Bu nedenle insanlar birbirlerinin güzel yönlerini övmezler. Saçını değişik bir
model yapmış birine çok beğendiği halde, "bu da yakışmış, ama eski modelin
sende daha güzel duruyor" demek de, adamlık dininin iğneleyici
üsluplarından biridir. Her güzellikle bir kusur bulmak ve güzel olan yerine
kusurlu olanı dile getirmek adamlık dininin bir kuralıdır. Örneğin çok güzel
bir insanı, "güzel ama daha güzellerini de gördüm", "güzel, ama
şurası kusurlu", "güzel, ama gözleri yeşil olsaymış daha güzel
olurmuş" gibi ifadelerle övmekten kaçmak bu kuralın gereğidir.
Başkalarının
hatalarından, eksiklerinden veya kusurlarından yola çıkarak eğlenmek de adamlık
dininde uygulanan bir zalimlik çeşididir. Örneğin bir insanın gözündeki
bozukluğu, şaşı olmasını espri konusu yapmak ve arkasından "sana mı
bakıyor bana mı bir türlü anlamıyorum", "göz göze gelemiyorum"
diyerek kahkahalarla gülmek… Sakar bir insanın eline bir şey verirken
"aman ha sıkı tut" gibi espriler yapmak… Saçları dökülen birine
sürekli olarak piyasadaki yeni çıkan ilaçları sayarak gülmek, "yeni saç
ekme yöntemleri geliştirmişler, sana da bir randevu alalım", "bugün
bir iki tel daha dökülmüş herhalde" gibi espriler yaparak kendince
neşelenmek… Boyu kısa birine "aşağıda havalar nasıl", "aşağıdan
dünya nasıl görünüyor" gibi cahilce sözler söylemek... Tüm bunlar adamlık
dininden kaynaklanan zulüm yöntemleridir. Ayrıca düşen bir insana gülerek, onu
mahçup etmek, kıyafeti sökük olan birini eğlence konusu yapmak, dili sürçen
birinin taklidini yapmak da bu batıl dinin zalimliklerinden bazılarıdır.
Bu tip durumlarda espri
yapılan kişi de genellikle kendisine yapılan bu şakalara adamlık dininin
tavırlarıyla cevap verir. Örneğin bozulmadığını düşünsünler diye gülerek
karşılık verir. Ancak içinde söylenenlerin sıkıntısını ve acısını mutlaka
hisseder. Veya o da karşı tarafın bir kusurunu yüzüne vurur ve bu çirkin
tavırlar karşılıklı olarak sürüp gider.
6- KIZDIRMA TAKTİKLERİ
İnsanları kızdırmaya
çalışmak adamlık dininin bir diğer önemli özelliğidir. Halk arasında birçok
insan çeşitli sebeplerle bu yöntemi kullanır. Kimisi sevmediği bir insana
rahatsızlık vermek, kimisi de kendisine kötülük yapan birinden intikam almak
istediği için kızdırıcı davranır. Kimisi için ise kızdırmak adeta bir yaşam
şekli olmuştur. İnsanların zaaflarını ortaya çıkarmaktan ve öfkelenmelerini
seyretmekten hoşlanır ve bu şekilde nefsini tatmin eder. Annesine, babasına,
öğretmenlerine, arkadaşlarına karşı her tavrının altında kızdırıcı bir yön
olur. Ancak adamlık dininin bu özelliği, insanlar tarafından çok açık olarak
uygulanmaz. Kızdırmanın belirli yöntemleri vardır. Bunlardan birkaçı şunlardır:
"Sakin
takılmak"
Karşı tarafı
kızdırmaktan zevk alan insanlar bu yönteme çok sık başvururlar. İnsanların önem
verdiği, heyecan duyduğu, telaşlandığı konularda normalin dışında sakin bir
tavır göstererek karşılarındaki insanı rahatsız ederler. Özellikle gençlerin
anne ve babalarına karşı olan tavırlarında buna sıkça rastlayabilirsiniz.
Örneğin dışarı çıkmasına izin vermeyen annesinden intikam almak isteyen bir
genç kız, onun bütün sorularına son derece lakayt ve sakin bir ses tonuyla
cevap verir.
Annesi telaş içinde
kaybettiği bir şeyi aradığında ve kızından yardım istediğinde sakin bir şekilde
"görmedim" diyerek kafasını çevirir ve gazetesini okumaya devam eder.
Annesi telefonda bir şey not etmek için acil kalem kağıt istediğinde, yavaş
hareketlerle yerinden kalkıp ağır adımlarla kalemi ve kağıdı alıp son derece
sakin bir tavırla bunları annesine götürür. Annesi samimi ve neşeli bir şekilde
okulda neler yaptığını sorduğunda sadece "hiç" diye cevap verir.
Candan bir tavırla gününün nasıl geçtiğini sorduğunda sadece "iyi"
diyerek yürümeye devam eder. Çünkü tüm bu tavırlarının karşı tarafı
kızdıracağını bilir.
Acelesi olan bir insana
onun işine engel olacak ve hızını kesecek bir sakinlikle davranmak da adamlık
dinindeki bir kızdırma yöntemidir. Örneğin işine geç kalan bir insan tam
kapıdan çıkarken yukarıdaki odada çantasını unuttuğunu söylediğinde, son derece ağır adımlarla merdivenleri çıkarak, çantayı alıp yine uykulu
bir sakinlik içinde kapıya getirmek, sırf karşı tarafı kızdırmak için yapılan
bir eylemdir. Öğrencisine büyük bir gayret içinde bir konu anlatmaya çalışan
bir öğretmeni ilgisiz gözlerle dinleyip en sonunda da sakin bir sesle "ben
hiçbir şey anlamadım" demek, öğretmenini kızdırarak nefsini tatmin etmek
isteyen cahiliye insanının tavrıdır.
"Sakin
takılma"nın bir başka şekli sorulan sorulara bir türlü doyurucu cevap
vermemektir. Örneğin "evin her yerini aradım ama ayakkabılarımı bulamadım
sen gördün mü?" sorusuna sadece "evet" diye cevap vermek bir
kızdırma taktiğidir. Bunun ardından "peki nerede gördün" sorusuna
yalnızca "odada" cevabını vermek ve ne hangi oda olduğunu ne de
yerini tarif etmemek karşı tarafın bir sürü soru sormasını gerektirecektir.
"Hangi odada, odanın neresinde, hangi dolapta, dolabın hangi rafında"
gibi soruların sorulması gerekecektir. Böylece sadece tek bir cümleyle
halledilebilecek bir konu, dakikalarca uzayarak ve karşı tarafı zahmete sokarak
kızdırıcı bir hale bürünmüş olacaktır. Bu nedenle sorulan sorulara tam ve
açıklayıcı cevap vermemek, adamlık dininin kızdırma yöntemlerinden biridir.
Duymazlıktan,
görmezlikten, anlamazlıktan gelmek…
Cahiliye toplumlarında
bu yöntemi genellikle kavgalı kişiler birbirlerinden intikam almak için
kullanırlar. Kavgalı oldukları insanı kızdırarak rahatsız etmek, ona
huzursuzluk vermek için uygularlar. Böylece bir nebze de olsa intikam
aldıklarını düşünürler. Örneğin kavga ettikleri kişinin de bulunduğu bir
toplulukta ondan yana bakarak konuşmamak, sanki o ortamda öyle bir insan yokmuş
gibi davranmak, herkesin esprisine gülerken onunkine gülmemek, herkese selam
verirken ona selam vermemek, herkese veda ederken ona etmemek, herkesin
hatırını sorarken onun yanından geçip gitmek, adamlık dini kıstaslarına göre
"sana değer vermiyorum, bilgin olsun" anlamına gelir.
Bu yöntem kızdırmayı
hayat şekli haline getirmiş insanlar tarafından da çok sık uygulanır.
Kendisiyle konuşan bir insanın anlattıklarını çok iyi duyduğu halde dinlememiş
gibi yapmak, "pardon sen en son ne demiştin", "bir şey mi
söyledin" gibi sorularla karşı tarafı pek umursamadığını göstermek bu
insanların uyguladığı bir adamlık dini tavrıdır. Anladığı bir konuyu sürekli
açıklattırmak da diğer bir kızdırma yöntemidir. Örneğin kendisine "biraz
ağır davranıyorsun, hızlı olsan daha başarılı olursun" diyen birinin ne
söylemek istediğini çok iyi anladığı halde, "nasıl ağır yani" gibi
bir soru sormak karşı tarafa iş çıkarmak ve onu bu söylediğine pişman etmek
için yapılır. Annesinden daha düzenli olması için uyarı alan bir genç kızın
buna cevaben "nasıl daha düzenli olabilirim ki" gibi sözlerle
karşılık vermesi de bu eleştiriye karşı geliştirilen bir kızdırma taktiğidir.
Halbuki her insan hızlı hareket etmenin veya düzenli olmanın ne demek olduğunu
daha çocuk yaşlarda öğrenir ve bunlar son derece kolay uygulanabilecek
konulardır.
"Laf
dokundurmak"
Kızdırmanın diğer bir
yöntemi "laf dokundurma" tabiriyle bilinen bir tavır bozukluğudur.
Örneğin tanıdığı biri vasıtasıyla şirkete girmiş ve üst düzey yöneticiliğe
yükseltilmiş bir elemanın olduğu iş toplantısı sırasında, "keşke bizim
arkamız da güçlü olsaydı da, biz de kısa yoldan yükselseydik" demek buna
bir örnektir. Veya istemeyerek yaptığı
bir hata yüzünden zarara sebep olan birinin yanında "bazı insanların
hatalarının ceremesini biz çekiyoruz, bildiğiniz gibi" şeklinde sözler
sarf etmek yine "laf dokundurmak" maksatlıdır. Burada isim vermemek,
özellikle "bazı insanlar" diye belirtmek yine adamlık dininin çirkin
kurallarındandır.
Arkadaşının sınavlarda
hep kendisinden daha iyi not almasını kıskanan bir öğrencinin bu kişinin
yanında, "sabahlara kadar çalışıp belli etmeyen nice kişiler var"
demesi, laf dokundurarak karşı tarafı kızdırmak için yapılır.
Bakışla kızdırmak
İnsanlar genellikle
sözle anlatamadıkları şeyleri bakışlarına yansıtarak karşı tarafa anlatma
yolunu seçerler. Çünkü bakışla yapılan bir ima hiçbir zaman maddi olarak ispat
edilemez ve insanlar bakışlarındaki anlamı kolaylıkla reddedebilirler. Örneğin
karşısındakine kinle bakan bir insan, "o an heyecanlandım, bakışlarım
ondan değişmiştir, yoksa kinle hiçbir ilgisi yok" dediğinde bunu herkes
kabul etmek zorunda kalır. Ya da bakışlarında alaycılık olan birinin, "yoo
ben seni gayet ciddi dinliyorum, bir an aklıma bir şey geldi de ondan
bakışlarımda gülme görmüş olabilirsin" dediğinde buna kimse itiraz edemez.
Çünkü bakıştaki alaycılığın maddi bir delili yoktur. Ancak insan bakışlarıyla
karşısındakine, her türlü olumlu veya olumsuz düşüncesini belli edebilir. Bu
nedenle cahiliye toplumlarında kızdırma yöntemi olarak sadece bakışlarını
kullanan birçok kişi vardır.
Örneğin insanlar
genellikle kavgalı oldukları bir kişiyle konuşmak zorunda kaldıklarında
gözlerine son derece anlamsız ve donuk bir bakış yerleştirirler. Bu bakış, yine
karşı tarafı umursamadığını anlatan ve bundan dolayı da karşı tarafı kızdıran
bir bakıştır. Nefsine ağır gelen ve gururunu kıran bir konu anlatıldığında, göz
kapaklarını yarıya indirerek, çok ağır bir şekilde açıp kapayarak ve aynı anda
da bomboş bakarak karşı tarafı dinlemek de adamlık dininin bir parçasıdır.
Karşı tarafı küçük
gördüğünü belli ederek kızdırmak için ise gözlere alaycı bir bakış
yerleştirilir. Bu yöntem, yüz gülmüyorken, gözlerin gülmesi şeklindedir. Karşı
tarafın ciddi bir konuşmasını ciddi bir yüzle ancak gözlerinde gülümsemeyle
seyreden biri, bu tavırla "anlat ama söylediklerin bir kulağımdan giriyor
bir kulağımdan çıkıyor" demenin bir başka yöntemini uygulamış olur.
7- YENİ FİKİRLERE VE
ELEŞTİRİYE KARŞI KAPALI OLMAK
Adamlık dinini yaşayan
bir insan, karakter ve ahlak olarak hayatı boyunca hiçbir ilerleme kaydedemez.
Çünkü adamlık dini eleştiriye ve yeni fikirlere kesin bir yasak koymuştur. Bir
insanın kendisinden büyük, zengin, kültürlü, yüksek makama sahip, güzel ve
tecrübeli bir kişiyi eleştirebilmesi veya ona yeni fikirler getirebilmesi
neredeyse imkansızdır. Hatta adamlık dininde bu konuda o kadar sert kurallar
vardır ki, 20-30 yıllık arkadaşlıklar tek bir eleştiri nedeniyle bir daha
görüşmemek üzere bir anda sona erebilir.
Örneğin adamlık dinine
göre bir insanın, tavrıyla, ahlakıyla, karakteri veya mimikleri ile ilgili
olarak karşısındaki kişinin fikrini alması
ve ona danışması son derece küçük düşürücüdür. Bu nedenle genellikle cahiliye
toplumunda kimsenin kendisiyle ilgili konularda bir başka kişinin fikrini
aldığını ve danıştığını göremezsiniz. Örneğin "Karakterimde seni rahatsız
eden bir yön var mı? Gülüşlerimde, yüz mimiklerimde veya yürüyüşümde bir kusur
görüyor musun? Bana kişiliğimle ilgili verebileceğin bir tavsiye var mı? Nasıl
bir insan olsam daha rahat edersiniz ya da daha çok sevilirim? Kıyafet zevkimi
nasıl buluyorsun bana bu konuda verebileceğin bir öneri var mı?.." gibi
sorular duymak hemen hemen mümkün değildir. Çünkü bir insanın kendisini
geliştirmek için çevresinden fikir alması adamlık dininin zihniyetine taban
tabana zıttır. Herkes kendisini "en iyi, en kültürlü, en görgülü, en
akıllı" kişi olarak kabul eder. Eksiklikleri ve kendisini geliştirmesi
gereken yönleri olduğunu bilse bile bunu çevresine belli etmek istemez.
Adamlık dini, fikir
danışmamanın yanı sıra eleştiriye de tam anlamıyla kapalıdır. Örneğin kendi
alanında uzman bir doktor veya bir mühendis düşünelim. Kendilerine gelen bir
kişi eğer başka bir uzmanın fikrinin kendisininkinden farklı olduğunu ifade
ederse, mutlaka "o zaman git ona muayene ol veya o zaman git evini ona
yaptır" gibi bir cevap verirler. Kendi sahasında uzman olan insanlar,
genellikle meslektaşlarının fikirlerini almak istemez ve mutlaka kendi
dediklerinin yapılmasını isterler.
Bu inanca göre bir
insanın kendinden küçük birinden, örneğin yeğeninden eleştiri alması
imkansızdır. Hemen hemen hiçbir genç, amcasına ya da teyzesine karakterleriyle
ilgili bir öneride bulunamaz. Söz gelimi bir akrabasının daha sabırlı, daha
hoşgörülü veya daha ince düşünceli olmasını isteyen bir çocuk, bunu kendisine
söylediğinde büyük bir ihtimalle ya alaycı, ya umursamaz ya da öfkeli bir
tavırla karşılaşır. "Bu yaşta senden tavsiye alacak değilim ya"
zihniyetiyle hareket eden insanlar kendilerinden küçük yaşta birinin aklına
ihtiyaçları olmadığını düşünürler. Halbuki güzel ahlaklı imanlı bir genç,
imansız ancak yaşlanmış olan bir insandan kat kat daha akıllı, vicdanlı ve
ruhen olgun olabilir.
Nitekim Kuran'da
bildirilen, Hz. İbrahim'in babasını doğru yola çağırmak için söyledikleri bu
konuya bir örnektir:
Kitap'ta İbrahim'i de
zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir Peygamberdi. Hani babasına demişti:
"Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden
bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? "Babacığım, gerçek şu ki,
bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola
ulaştırayım."
"Babacığım, şeytana
kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)a başkaldırandır."
"Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın
dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun." (Babası)
Demişti ki: "İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu
tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir
süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git." (İbrahim:) "Selam üzerine
olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O, bana pek
lütufkardır" dedi. (Meryem Suresi, 41-47)
Adamlık dininde, makam
ve kültür de eleştiri almayı engeller. Bir işçi, çalıştığı fabrikanın genel
müdürüne asla bir tavsiyede bulunamaz. Ne işle ilgili, ne o kişinin
karakteriyle ilgili, ne de başka bir konuyla ilgili. Örneğin çevresindekilere
karşı hoşgörüsüz ve baskıcı olan bir genel müdür, eğer işçilerinin birinden bu
konuda bir tavsiye alacak olursa büyük bir ihtimalle yapacağı ilk iş bu kişiyi
işinden çıkarmak olur. Çünkü adamlık dinine göre bu büyük bir hakarettir.
Oysa bu son derece
yanlış bir bakış açısıdır ve Kuran ahlakı ile hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.
Böyle bir eleştiri gelmesi her insan için çok büyük bir nimet ve büyük bir
dostluk gösterisidir. Kuran'da insanlara, birbirlerine iyiliği emretmeleri ve
kötülükten menetmeleri emredilmiştir. Allah'ın bu emrini yerine getiren bir
insana engel olmak, kendisine tavsiye edilen bir iyiliğe yüz çevirmek, elbette
son derece çirkin bir tavırdır.
8- MİSAFİRE BAKIŞ AÇISI
Bir insanın manevi
değerlerini kaybetmesiyle birlikte bu boşluğun yerini dinsizlik sistemi üzerine
kurulu olan adamlık dini doldurur. İslam ahlakının olmadığı yerde mutlaka
adamlık dini vardır. Adamlık dininin olduğu yerde ise insaniyet, ince düşünce,
fedakarlık gibi güzel ahlaka uygun davranışlar yoktur.
Bu durumu adamlık dini
bireylerinin misafirliğe bakış açısını örnek vererek açıklayabiliriz. Ancak
adamlık dininin bakış açısından önce İslam ahlakının misafirlik konusunda
sunduğu güzellikleri anlatmakta yarar vardır.
Kuran ahlakını yaşayan
bir kişinin evine misafir olarak gittiğinizi varsayalım. Sizi evinde kabul eden
kişi, bu misafirliğinizi büyük bir sevinçle karşılayacaktır. Çünkü İslam
ahlakında misafir ağırlamak bir güzellik olarak görülür ve misafir her zaman el
üstünde tutulur. Bu nedenle eve girdiğiniz andan itibaren sizi yeni tanıyan
insanlar olsa bile son derece güler yüzle, cana yakın ve sıcak bir ilgiyle
karşılaşırsınız. Sizi misafir eden kişinin imkanları kısıtlı olsa bile elindeki
tüm olanakları sizin için seferber edecektir. Çünkü Kuran'da Allah, misafire o
daha istemeden ihtiyaçlarının sunulacağı bir ağırlama adabı öğretmektedir.
Kuran'da bildirilen Hz. İbrahim'in misafirlerine yönelik tavrı, İslam ahlakında
misafire nasıl bir bakış açısı olması gerektiğini göstermektedir. Ayetlerde
şöyle buyrulmaktadır:
"Sana İbrahim'in
ağırlanan konuklarının haberi geldi mi? Hani, yanına girdiklerinde:
"Selam" demişlerdi. O da: "Selam" demişti.
"(Haklarında bilgim olmayan) Yabancı bir topluluk." Hemen (onlara)
sezdirmeden ailesine gidip, çok geçmeden semiz bir buzağı ile (geri) geldi.
Derken onlara yaklaştırıp (ikram etti); "Yemez misiniz?" dedi.
(Zariyat Suresi, 24-27)
Ayetlerde görüldüğü
gibi, Hz. İbrahim tanımadığı halde misafirlerine son derece ince düşünceli
davranmış, onlara sezdirmeden, onları mahcup etmeden ikramda bulunmuştur.
Ancak adamlık dininin
hakim olduğu kişilerin tavrı böyle bir durumda son derece bencil ve
insaniyetsiz olur. Eğer adamlık dininin etkisi altında olan bir kişinin evine
misafirliğe giderseniz, burada yoğun olarak hissedeceğiniz duygu "yük
olma"dır. Çünkü cahiliye ahlakında misafir, kendi deyimleriyle fazladan
bir "boğaz'" olarak görülür. Karşılıklı çıkar alış verişi olan
insanlar, aralarındaki ilişkinin bozulmaması için mecburen birbirlerini bir
sıraya tabi olarak belirli zamanlarda ağırlarlar. Adamlık dini kurallarına göre
bir kişi diğerinin evine gittiğinde sıra mutlaka diğerine gelir. İki-üç kere
üst üste bir taraf diğerine misafir olmaz.
Bu bakış açısı gereği
misafirin bir an önce evine dönmesi beklenir. Birkaç saatten fazla bu kişiye
tahammül edilmez. Eğer yemeğe davet edilmediyse önüne kesinlikle yemek
sunulmaz. Olabilecek en az masrafla misafiri evine yollama gözüyle bakıldığı
için, en ucuz gelecek şekilde dışarıdan alınan birkaç şey ikram edilir.
Evdekiler genellikle yiyeceklerin iyilerini kendilerine ayırıp kötülerini sunma
ve bu şekilde kar elde etme telaşına düşerler. Misafirin bir tabaktan fazla
yemesi son derece itici görülür ve eğer kendiliğinden biraz daha yiyecek
isterse ev sahipleri mutfakta arkasından "amma çok yedi, bir an önce gitse
de rahatımıza baksak" gibi kızgınlık ifadeleriyle misafirin ne kadar
görgüsüz olduğunu konuşurlar. Misafirin evde dolaşması da hiç hoş karşılanmaz,
ne kadar çok kalırsa kalsın salon sınırlarının dışına çıkması istenmez.
Salondan dışarı çıktığında evde bir rahatsızlık oluştuğu ona hissettirilir.
Eğer misafir uzak bir
yerden gelmişse ve birkaç akşam kalması gerekiyorsa, o zaman ev sahiplerinin
tahammülü iyice azalır. Bir süre sonra misafirin yediği herşey, yaptığı her
hareket, kullandığı her kıyafet rahatsızlık vermeye başlar. Tabağındaki zeytin
çekirdeklerinden içtiği çayın sayısına, kaç tabak yemek yediğinden kaç kere
banyo yaptığına ve ne kadar su harcadığına kadar herşeyi hesaplarlar. Her
hareketlerinde misafirin evde fazlalık olduğunu ona hissettirirler. Bu nedenle
böyle bir evde rahat etmek imkansızdır.
Ancak elbette bu durumun
bir de diğer yönü vardır. Evde misafir olarak bulunan kişi de adamlık dininin
kuralları çerçevesinde hareket etmektedir. O da misafir olduğu evde maksimum
fayda elde etmeye çalışırken, çevresindekilere rahatsızlık verip vermediğini
düşünmez. O da başka yönlerden düşüncesizlik yapar.
Sonuç olarak adamlık
dininde insanlar her durumda hem kendilerine hem de çevrelerindekilere sıkıntı
veren bir ortam oluştururlar. Bunun nedeni ise sahip oldukları Kuran'dan uzak,
çirkin ahlaktır. İslam dininin bir insanda meydana getirdiği sıcaklıkla,
adamlık dininin cahiliye ahlakı arasındaki zıtlık, bu örnekte olduğu gibi
günlük hayatın her alanında kendisini açıkça gösterir. Adamlık dininin
oluşturduğu insaniyetsiz, düşüncesiz, bencilce tavırlardan dolayı birçok insan
rahat yaşayamaz, içi sıkılır, yakın, güvenilir ve çok sevdiği sıcak bir dost
bulamaz. Ancak buna rağmen adamlık dini dünyada milyonlarca insan tarafından
büyük bir kararlılıkla uygulanmaya devam eder. Ve bu şekilde insanlar kendi
kendilerini sıkıntıya sokmuş olurlar. Bu durum Kuran'da insanlara şöyle
açıklanmaktadır:
Şüphesiz Allah, insanlara
hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. (Yunus
Suresi, 44)
9- ADAMLIK DİNİNDE
YAŞLILIK PSİKOLOJİSİ
Adamlık dininin her yaş
kategorisi için belirlediği bir tavır tarzı vardır. Bunun yazılı bir metni ve
açıklaması yoktur. Ancak insanlar, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar,
bunu bilir ve bütün detaylarıyla uygularlar. Örneğin 50 veya 60'lı yaşlara
gelmeye başladıklarında yaşam şekillerinin, konuşmalarının, kıyafetlerinin, ses
tonlarının, üsluplarının adamlık dininin kurallarına uygun şekilde değişmesi
gerektiğine inanırlar.
Bu değişikliğin ana
prensibi dünya nimetlerinden el çekme, şikayet ve karamsarlık üzerine kuruludur.
Bu yaşlara gelen insanlar genellikle hayattan şikayet etmeye başlarlar.
"Nasılsın?" sorusuna bu yaşlarda verilen cevap genellikle "işte
idare ediyoruz, ne olsun bildiğin gibi" veya "ne yapalım,
hastalıklarla uğraşıyoruz" gibi olumsuz cevaplardır. Çünkü hayattan zevk
almaya bir hakları olmadığına ve bu yaştan sonra tüm nimetlerden uzaklaşmaları
gerektiğine dair batıl bir inançları vardır.
Özellikle kadınlarda
menopoz ve erkeklerde andropoz dönemleri, adamlık dinine göre tavrın tümüyle
değişmesi gereken bir dönemdir. Bu döneme girmiş olan birçok insan tüm
güzellikleri terk eder. Bedenlerine bakmayı bırakırlar. Hem görünümlerine önem
vermez hem de temizliklerine dikkat etmezler. Koyu renkler giymeye başlar,
genellikle kahverengi, gri, siyah gibi renkleri tercih ederler. Bu bir nevi
"yaşlılık yası"dır.
Canlı, göz alıcı
renklere örneğin kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, pembe gibi renklere gerek
olmadığını düşünürler. Halbuki bu son derece anlamsız bir kuraldır. İnsanlar
Allah'ın yarattığı renkleri her yaşta kullanabilir ve bu nimetten her yaşta
faydalanabilirler. Bu yaşlarda bazı kişilerin tavırları ve üslupları da tümüyle
değişir. Bedenen bir güçsüzlükleri olmadığı halde birçok kişi bu yaşlara
geldiğinde ağır, yavaş hareket eden, cansız bir insan olması gerektiğine
inanır. Bu nedenle tepkileri donuklaşır, aslında çok hızlı konuşabilecekken
özellikle ağır ağır, tane tane konuşmaya başlar. Kısaca süratli bir şekilde
anlatacağı bir konuyu ağır hareketlerle uzun uzun anlatır. Bunu yaşlılığının
bir gereği olarak görür.
Gençken son derece hayat
dolu olan bir insan yaşlılıkla birlikte aniden neşesini, ümidini,
hareketliliğini, canlılığını kendi iradesiyle yok eder. Örneğin güzel bir
manzaranın, güzel bir insanın, güzel bir şarkının veya kendisine gösterilen
güzel bir tavrın sevincini ve heyecanını yaşamaz. Aksine bu tip anlarda
sevinmek yerine hüzünlenir.
Adamlık dininin
getirdiği batıl kurallara göre insanlar bu yaşlardan sonra ölümü beklemeye
başlamalıdır. Bu nedenle 60'lı yaşlara gelmiş olan hemen hemen tüm insanların
hayatını ölümü bekleyerek geçirdiğini görürsünüz. Bu yaştan sonra artık yapacak
bir şey kalmadığı inancı hakim olduğu için üretim tümüyle durur. Elbette bu
yaşlar ölümün insana çok yaklaştığı ve bu gerçeğin unutulmaması gerektiği bir
dönemdir. Ancak adamlık dinini yaşayanlar burada da yanılgıya kapılarak,
ahlaklarını güzelleştirerek, Allah'tan çok korkarak ve O'nu çok severek ölüme
hazırlık yapmazlar. Tam tersine onlarınki büyük bir akılsızlıkla ahireti de göz
ardı ederek, herşeyden kendini çekip "gün öldürmek" olarak tabir
edilen, sadece ölümü bekleyerek geçirilen boş bir yaşamdır.
Gençken fikir üreten bir
insan bu yeteneğini kullanmayı bırakır, son derece zeki ve becerikli olan bir
kişi sırf yaşı ilerlediği için hiçbir şeyden anlamayan, zor duyan, zor düşünen,
hiçbir şeyi beceremeyen bir insan taklidi yapmaya başlar. Çoğu insan son yirmi
senesini pencerenin başında oturup dışarıyı seyrederek veya bütün gün
televizyondaki dizileri izleyerek, dünyaya ait güzelliklerin tümünden elini
çekerek geçirir. Bunun zararlarından biri ise kendisini düşünmemeye, hareket
etmemeye ve yeteneklerini kullanmamaya alıştıran bu insanların zihinsel
faaliyetlerinin giderek yavaşlaması ve erken bunama meydana gelmesidir. Elbette
böyle bir ahlakı ve yaşam tarzını benimseyen bir insanın ahiretteki kaybı çok
daha büyük olacaktır.
Oysa doğru olan, insanın
fiziksel yapısı elverdiği, gerçekten bir rahatsızlığı olmadığı sürece hem
bedenen hem de zihnen çalışması, dünyada ahiret için hayır işlemeye devam
etmesidir. Allah bir ayetinde, "Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle)
yorulmaya-devam et" (İnşirah
Suresi, 7) şeklinde emretmektedir. Kuşkusuz Allah'ın emri her yaştaki insan
için geçerlidir.
10- ADAMLIK DİNİNDE İNSAN
AYRIMI
Adamlık dininin en
önemli özelliklerinden biri, insan değerlendirme şeklidir. Bu şeytani dinde
insanlar asıl olarak zengin ve fakir olarak ikiye ayrılırlar. Her iki gruba
farklı bir bakış açısı ve dolayısıyla da farklı bir davranış şekli hakimdir.
Zengin ve fakir insanlara karşı gösterilen tavır farklılığı, tüm mimiklerine,
ses tonuna ve hatta bakış şekline kadar dünyanın hemen hemen her yerinde
aynıdır. Bir Amerikalı da bu batıl dinin gereği olarak söz konusu tavrı yerine
getirir, bir Rus da, bir Fransız da…
Özet olarak bu tavır
farklılığını şu şekilde maddeleyebiliriz:
1- Kendilerinden daha
zengin ve itibarlı kişilere karşı genellikle cahiliye insanları ince ve yumuşak
bir ses tonu kullanır ve mümkün olduğunca kibarlaşarak konuşurlar. Fakir bir
insana karşı ise ses tonu doğallaşır, kişinin gerçek sesi neyse bu ortaya
çıkar. Konuşma sertleşir, kabalaşır, kibarlaşma ihtiyacı hissedilmez.
Anlatılacak olan konu son derece net ve en kısa şekliyle anlatılır. Bir iş
yerinde genel müdüre kullanılan ses tonu ve üslupla iş yerinin çaycısına kullanılan
üslup arasındaki farklılık bu konuya açık bir örnektir. Genel müdürden menfaat
elde etme ihtimali olduğu için çalışanlar ona değer verdiklerini hissettirmek
amacıyla mümkün olduğunca nezaketli, alçak gönüllü ve saygılı bir ses tonu ve
üslup kullanırlar. Ancak çaycıdan bir çıkar beklentileri yoktur ve bu nedenle
konuşurken ona değer vermez bir üslubu tercih ederler.
2- Zengin bir kişi
geldiğinde hareketler aceleci ve itinalı olur. Herşeyin istediği gibi olması,
her arzusunun yerine getirilmesi, hoşuna gitmeyecek bir durum oluşmaması için
herkes telaşa düşer. Fakir bir insan geldiğinde ise genellikle kimse onun
varlığını umursamaz. Son derece sakin, yavaş ve ilgisiz hareket edilir. Zengin
olan biri içeri girdiğinde ayağa kalkılır, üst baş düzeltilir, oturuşa çeki
düzen verilir. Fakir olan birine karşı ise ayağa kalkılmaz, hatta ondan yana
bakılmaz, oturuşta herhangi bir değişiklik yapılmaz.
3- Zengine genellikle
"siz" diye hitap edilir. Fakir bir kişiyle ise direk "sen"
diye konuşulur. Örneğin bir bakkal alışverişe gelen zengin bir müşteriyi
mutlaka "ne arzu etmiştiniz" gibi saygılı bir cümleyle karşılar.
Ancak eğer içeri giren müşterinin fakir olduğunu anlarsa "Ne istedin"
veya "ne baktın" gibi aşağılayıcı bir ifade kullanır.
4- Zengine karşı çok
titiz bir saygı hakimdir. Zengin kişinin yaşı küçük olsa bile ona bir büyüğe
gösterilen saygı gösterilir. Hatta yaşça küçük olan insanların bile eli öpülür,
kalkılıp yer verilir. Fakire ise yaşça büyük olsa bile çocuk gibi davranılır.
"Ne yapıyorsun bakalım", "Ne istedin, söyle bakalım" gibi
çocuklara kullanılan ifadelerle hitap edilir.
Adamlık dininin insan
ayırımı ve bu bakış açısının insanların tavırlarına ne şekilde yansıdığı
herhangi bir dükkana girildiğinde bile açıkça gözlemlenebilir. Bir butiğin
içine zengin ve tanınan bir müşterinin girdiğini varsayalım. Böyle bir müşteri
kapıdan girer girmez bütün dükkan çalışanlarının dikkati bu kişiye yönelir.
Hemen güler yüzle selamlanır, ne arzu ettiği sorulur. Görmek istedikleri, bir
veya birkaç tezgahtar tarafından hızlı hareketlerle hemen önüne açılır. O daha
birine bakmadan hemen bir diğeri getirilir. Tezgahtarların yüzünde sürekli bir
gülümseme ve nezaket olur. Eğer yanında çocuğu varsa sürekli çocuğa iltifat
edilir. Ne kadar sevimli ve güzel bir çocuk olduğu, ne kadar zeki olduğu
söylenir. Çocuk yaramaz ve küstah olsa bile her tavrı nezaketle karşılanır.
Dükkanda bir şey kırsa hiçbir öneminin olmadığı defalarca dile getirilir.
Bir de aynı mağazaya
fakir bir müşterinin girdiğini varsayalım. Eğer kıyafetlerinden ve tavrından
maddi gücü olmayan bir insan olduğu anlaşılıyorsa, bu kişinin mağazaya
girmesiyle kimse ilgilenmez. O birinin yanına gidip bir soru sormadıkça kimse
ona yönelmez. Bir şey görmek istediğinde son derece ilgisiz ve ağır tavırlarla
istediği önüne çıkarılır. Tezgahtar genellikle kendiliğinden fazladan bir şey
gösterme girişiminde bulunmaz. Ayrıca müşterinin isteklerini yerine getirirken
yüzünde son derece lakayt ve sıkıntılı bir ifade olur.
Bu kişinin bir an önce mağazadan gitmesini istediği için bir yandan isteklerini
yerine getirirken bir yandan da özellikle dışarıyı seyreder veya dükkandaki
başka bir kişiyle sohbet eder. Müşteriye hiç değer vermediğini, yanındaki
çalışan kişiyle sohbetini hiç bölmeyerek belli eder. Eğer bu kişinin yanında
çocuğu varsa ve yaramazsa, sinirli bir şekilde çocuğuna sahip çıkmasını
tembihler.
Bu örnek adamlık dininin
insanlara bakış açısını ortaya koyması bakımından çok açıklayıcıdır. Çünkü
buradaki mantığı ve davranış şeklini, bir banka veznedarında, bir garsonda,
terzide, bakkalda veya ayakkabıcıda görmek mümkündür. Dünyanın neresine
giderseniz gidin, buna benzer tavırların çoğunun din ahlakından uzak yaşayan
insanlara hakim olduğunu görürsünüz.
Adamlık dininde bir
insana saygı, ilgi ve alaka göstermek için o kişinin belirli bir maddi güce
sahip olması şarttır. Servet miktarı arttıkça adamlık dinine mensup olan
insanların o kişiye karşı duyduğu hayranlık da o derece artar. Örneğin bir
lokantaya gittiğinizde zenginliğiyle tanınan bir müşteriye karşı büyük bir
ikram ve ilgi olduğunu görürsünüz. Hatta eğer ülkenin sayılı zenginlerinden
biriyse büyük bir ihtimalle para alınmaz. Onun bu lokantaya gelmesi şeref
olarak kabul edilir ve hiçbir şekilde ücret ödemesi talep edilmez. Halbuki
fakir bir müşterinin hesabı ödeyecek kadar parası çıkmasa, bu büyük bir olay
olur. Parası çıkışmadığı için azarlanır, aşağılanır ve oradan kovulur. Yani
zengin olandan para talep edilmezken, fakir olanın bu hesabı son kuruşuna kadar
ödemesi istenir.
Bu iki insan arasındaki
tek fark zenginliktir. Bu nedenle burada gösterilen saygı ve ilgi de aslında
zengin olan kişinin kişiliğine ve ahlakına değil, sadece parasınadır. İşte bu
da, adamlık dininin çirkinliklerinden biridir.
İslam dininde ise
insanlar sadece ahlaklarına göre değerlendirilir. Fakir ama güzel ahlaklı olan
bir insan, zengin ama Allah'ın emirlerine karşı gelen bir insandan kat kat daha
üstündür. Bu nedenle İslam dininde insan ayrımı kesinlikle yoktur. Zenginliğin,
itibarın, gücün değil güzel ahlakın geçerli olduğu bir anlayış vardır. Allah bir
ayetinde şöyle buyurur:
Bizim Katımızda sizi (Bize)
yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih
amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak
üzere kat kat mükafat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.
(Sebe Suresi, 37)
11- ADAMLIK DİNİNDE
ARKADAŞ SEÇME KRİTERLERİ
İslam dininde dost
seçerken de tek ölçü o kişinin ahlakıdır. Adamlık dininde ise arkadaş seçme
ölçüsü yine çok farklıdır. Her kültürün kendisine has birtakım kuralları
vardır. Örneğin "entel" çevreden olan bir kişi kendisine arkadaş
seçerken mutlaka kendi kültürüne uygun biri olmasına özen gösterir. Bunun için
de önce dış görünüşüne bakar. Temiz, düzgün, ütülü, klasik giyimli biri yerine
serkeş giyimli, boynuna fular bağlayan, ayağında kalın büyük botlar olan,
temizliğine özen göstermemiş, gümüş takılı, keçi sakallı veya mor ojeli biriyle
arkadaşlık kurmayı tercih eder. Çünkü adamlık dininde genellikle bu görünümün
yansıttığı belirli bir kültür vardır. Dünyayı umursamayan, ahlaki değerlere
önem vermeyen, insanlara değer vermeyen, kimsenin kendisine karışamayacağını ve
kimseye karşı sorumlu olmadığını düşünen batıl bir hayat görüşüdür bu.
Bir de dostluk ölçüsünü
karşısındakinin sadece maddi durumuna bakarak belirleyen çevreler vardır. Bu
adamlık dini çevrelerinde karşıdaki kişinin konuşulacak, fikri alınacak,
arkadaşlık kurulacak bir insan olup olmadığını anlamak için önce kıyafetlerini
fiyatlarına göre teker teker değerlendirmek gerekir. Ceketinin, ayakkabılarının,
çantasının, parfümünün, kol saatinin, gömleğinin hatta çoraplarının bile
markası son derece önemlidir. Kıyafetlerden sonra eğer görülebilecek bir
yerdeyse arabası olup olmadığını öğrenmek, eğer arabası varsa markasını
öğrenebilmek önemli olur. Bunlar ilk adım için gereken koşullardır. İkinci
adımda ise bu kişinin ailesiyle ilgili bilgi edinmek gerekir. Babasının
mesleği, hangi okulda okuduğu, annesinin çevresi, gittiği berber, tatil
yaptıkları ülkeler, yazlık evlerinin nerede olduğu, hangi muhitte oturdukları
vs. gibi özellikler kalıcı bir dostluk kurup kurmamak için karar verme
aşamasında gereken bilgilerdir. Eğer karşıdaki kişi tüm bu özelliklerden geçer
not alırsa o zaman bu kişinin ahlakı, karakteri, inancı veya dünya görüşü her
ne olursa olsun hiç fark etmez, mutlaka arkadaş olunabilecek insan kategorisine
girer.
Tüm bu vasıflara sahip
olan ancak hiçbir konuda kültürü olmayan, son derece insaniyetsiz, kaba,
görgüsüz veya ahlakı son derece itici olan insanlar vardır. Çevreleriyle alay
eder, her konuda önce kendi çıkarlarını korurlar. Gönül almayı, özür dilemeyi,
hata kabul etmeyi bilmezler. Menfaatleriyle çatıştığı durumlarda kolaylıkla
yalan söyler, başkalarının sorunlarıyla ilgilenmezler. Kimsenin rahatı,
mutluluğu veya sağlığı adına herhangi bir zorluk altına girmez, fedakarlık
yapmayı bilmezler. Ancak yine de bu kişilerin çevresinde çok geniş bir insan
kitlesi görürsünüz. Aslında herkesin, ahlakındaki bozuklukları fark ettiği
halde bu insana karşı gösterdiği ilginin tek sebebi, adamlık dinine hakim olan
çarpık ölçülerdir.
Bu nedenle cahiliye
toplumunda genellikle farklı sosyal sınıflardan gelmiş, maddi durumları
biribirine benzemeyen insanlardan oluşan bir arkadaş grubu görmeniz mümkün
olmaz. Zenginler mutlaka zenginlerle, orta halliler orta halli insanlarla,
kültürlüler kültürlülerle, fakir olanlar ise kendilerine benzer insanlarla
dostluk kurarlar.
Kuran ahlakına göre
dostluk ve arkadaşlığın tek ölçüsü vardır kişinin samimiyeti, güzel ahlakı,
Allah sevgisi ve korkusu. Müminler arasında kimin mal varlığının ne kadar
olduğunun, kimin hangi okuldan mezun olduğunun, kimin hangi meslekte olduğunun,
kimin hangi semtte oturduğunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü müminlerin
dostluğu, bu dünyevi değerlerin hiçbir öneminin olmadığı, asıl yurt olan ahirete
göre ayarlıdır. Bir müminin diğer mümine olan sevgisinin ve şefkatinin asıl
kaynağı ise, Allah'ın o mümindeki tecellisi, coşkulu bir Allah sevgisi ve içli
bir Allah korkusudur.
12- FIRSATÇILIK VE
ÇIKARCILIK
Kuran'ı yol gösterici
olarak kabul eden bir insanın en belirgin özelliklerinden biri, son derece
fedakar oluşudur. Çünkü böyle bir kişi tüm mülkün Allah'a ait olduğunu ve O'nun
rızasını aramak için kendisine emanet olarak verildiğini, dolayısıyla
Rabbimiz'in gösterdiği şekilde hayır yolunda harcaması (infak etmesi)
gerektiğini bilir. Bu harcama, yani infak, İslam'ın en temel ibadetlerinden
biridir.
Müminlerin, sahip
oldukları malları ellerinden geldiği ölçüde infak etmeleri, yani Allah'ın
Kuran'da saydığı kimselere "... fakirler, düşkünler, zekat işinde görevli olanlar,
kalpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolda
kalmışlara" (Tevbe Suresi,
60) vermeleri gerekir. Allah'ın rızası için yapılacak olan bu ibadet, müminler
için büyük zevk, neşe ve huzur kaynağıdır. Kuran'da farklı ayetlerde bu
ibadetin önemi vurgulanır.
Bakara Suresi'nin 177.
ayetinde asıl iyiliğin "mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için)
verenlerin tavrı" olduğu;
İnsan Suresi'nin 8. ayetinde müminlerin "ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula,
yetime ve esire yedirdikleri" bildirilir. "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe
eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir" (Al-i İmran Suresi, 92) ayeti de, konunun önemini
açıklamaktadır.
Müminlerin oluşturduğu
bir toplumun da kuşkusuz en önemli özelliklerinden biri, Allah'ın rızasını
kazanmanın önemli yollarından olan infak ve fedakarlığın uygulanmasıdır.
Toplumun üyeleri, kendi şahsi menfaatlerini değil, mümin toplumunun genel
menfaatlerini düşünür ve ona göre davranırlar. Kendi menfaatleri ile bir diğer
müminin menfaati çatıştığında ise, Allah'ın rızasını kazanmak için, karşı
tarafın menfaatine uygun davranırlar. Kuran'da, Medine'ye hicret eden müminler
ile Medineli müminler arasında yaşanan üstün ahlak örnekleri şöyle tarif
edilir:
Kendilerinden önce o yurdu
(Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri
severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu)
duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz
nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin "cimri ve bencil
tutkularından" korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr
Suresi, 9)
Buna karşılık, adamlık
dini tamamen şahsi menfaatlere dayalı bir toplum modeli kurar. Adamlık dininde
yetişen bir insan, çocukluğundan itibaren çıkarcı ve bencil bir karaktere sahip
olması yönünde teşvik edilir. Ailesinden, arkadaşlarından, toplumun genelinden
gördüğü örnek insan modeli çıkarcı, fırsatçı, her ortamda kendi şahsi
menfaatlerini gözetip koruyan insan modelidir. Bu telkinle zaman içinde
"gemisini kurtaran kaptan" olmayı öğrenir.
Uyanıklık ve
fırsatçılık, "adam" olması gereken bir kişide aranılan özelliklerdendir.
Her ortam ve işte kendi çıkarına maksimum fayda sağlayabilmek, uyanıklık
göstergesidir. Buna göre insan, içinde bulunduğu her ortamda kendi şahsi
menfaatlerini düşünmeli, "en çok fayda" prensibi ile hareket
etmelidir. Bireyler arasındaki ilişkiyi de yine en çok fayda prensibi
şekillendirir. İş yerinde patron çalışanlardan, çalışanlar patronlarından elden
geldiğince yararlanmaya çalışırlar. Alış verişte müşteri satıcıdan, satıcı
müşteriden, arkadaşlar birbirlerinden en çok oranda faydalanmaya çalışırlar.
Adamlık dininin
yaşandığı toplumlarda sömürme olağan karşılanır ve toplumun genel ahlakı haline
gelmiştir. Herkes kendi olanakları dahilinde kendinden bir kademe altta olanı
sonuna kadar sömürebilme çabası içindedir. Toplumda bu tür fırsatları kaçırmak
ise akılsızlık, avami deyimle "enayilik" olarak değerlendirilir.
"Dünyaya bir kere gelinir" felsefesine dayalı bu zihniyet kişilerde
Allah korkusunun bulunmamasından kaynaklanır. Bu çıkar yarışı, insana basit bir
karakter kazandırır.
Tüm bunların yanında,
adamlık dinine mensup bazı insanların da kimi zaman fedakarlık gösterdiklerine,
fakirlere, ihtiyaç içinde olan kişiler yardım ettiklerine rastlamak mümkündür.
Ancak burada önemli bir nokta vardır: Adamlık dininin söz konusu sözde
"fedakar" mensupları, yaptıkları harcamayı müminlerinki gibi Allah
rızası için ve içlerinden gelerek değil, insanlara gösteriş olsun diye
yapmaktadırlar. Bir ayette, bu kişilerin durumu şöyle bildirilir:
Ey iman edenler, Allah'a ve
ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden
gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin
durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağanak
bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir
şeye güç yetiremezler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara
Suresi, 264)
Bu tür kimseleri,
fakirlere ya da kimsesiz çocuklara yardım için oluşturulmuş kuruluşlara büyük
miktarlarda bağış yaparken görebilirsiniz. Ama yaptıkları bu bağışlar mutlaka
medyada yer alır, yüz binlerce kişi bu insanların "hayırseverliğine"
şahit olur. Amaçları da zaten budur. Bu kişiler gerçekte son derece cimridirler
ve diğer insanlara en ufak bir yardımda bile bulunmazlar. Yaptıkları gösterişli
bağışlarla ise gerçekte bir ticaret yapmış olurlar. Verdikleri paraya karşılık
toplumda iyi bir imaj satın almaktadırlar. Bu, hem kibirlerini okşar hem de
daha karlı yatırımlar yapmaları için bir tür sermaye olur. Kuran'da, söz konusu
kişilerin gerçekte cimri oldukları ve yaptıkları infakın da gösterişe yönelik
olduğu şöyle haber verilir:
Onlar, cimrilikte
bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler. Allah'ın fazlından
kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz o kafirlere aşağılatıcı bir azap
hazırlamışızdır. Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak
ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa,
artık ne kötü bir arkadaştır o. Allah'a ve ahiret gününe inanarak Allah'ın
kendilerine verdiği rızıktan infak etselerdi, aleyhlerine mi olurdu? Allah,
onları iyi bilendir. (Nisa Suresi, 37-39)
Cimriliğin inkarcıların
vasfı olduğu bir ayette şöyle belirtilir:
Şimdi, o yüz çevireni gördün
mü? Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu. (Necm Suresi,
33-34)
Kalem Suresi'nde adamlık
dinindeki söz konusu cimri karaktere sahip olan bahçe sahiplerinden söz edilir.
Ayetler şöyledir:
Gerçek şu ki, Biz o bahçe
sahiplerine bela verdiğimiz gibi, bunlara da bela verdik. Hani onlar, sabah
vakti (erkenden ve kimseye haber vermeden) onu (bahçeyi) mutlaka
devşireceklerine dair and içmişlerdi. (Bu konuda) hiçbir istisna yapmıyorlardı.
(Kalem Suresi, 17-18)
Nihayet sabah vakti
birbirlerine seslendiler: "Eğer ürününüzü devşirecekseniz erkence
kalkıp-çıkın." Derken, aralarında fısıldaşarak çıkıp-gittiler: "Bugün
sakın oraya hiçbir yoksul girip de karşınıza çıkmasın" (Kalem Suresi,
21-24)
Ayetlerde tarif edilen
bahçe sahipleri, fakirlerle karşılaşmadan işlerine gitmeye çalışmaktadırlar.
Çünkü fakirlere yardım etmek istememektedirler, ancak bir fakirle
karşılaşmaları durumunda, ona para vermek zorunda kalacaklardır. Onları böyle
davranmaya zorlayan şey, insanların kendileri hakkında olumsuz düşünecekleri
yönündeki endişeleridir. Kısacası, son derece samimiyetsiz, riyakar ve basit
bir karaktere sahiptirler. Bu, adamlık dininin klasik karakterlerinden biridir.
Müminin şahsiyeti ve
asaleti ise yalnızca Allah'ın rızasını aramasından ve dünyada bir iyilik ve
hayır yarışı içinde olmasından kaynaklanır. Allah'ı memnun etmek için
insanların mal ve mülk edinme yolunda gösterdikleri uyanıklıklar değil,
yaptıkları işlerde O'nun rızasını ne kadar gözettikleri önemlidir. Allah
Katında makbul olan uyanıklık ise İslam'ın, müminlerin menfaatlerini sürekli
gözetme, müminlerin refah ve ferahını artırma, Allah'ın rızasının her zaman en
çoğunu aramakta taviz vermeme, nefsinin, heva ve hevesinin kötü arzularına
kapılmama, şeytanın ve nefsinin hile ve vesveselerine aldanmama, imanını ve
aklını gitgide daha fazla arttırma, ahlakını daha fazla güzelleştirme yolunda
gösterilen bir dikkat ve şuur açıklığıdır. Bu şekilde, Allah'ın rızasının en
çoğunu arayan müminlerin de asil ve şahsiyetli karakterleri görünümlerine de
yansır. Kuran'da bu durum şöyle tarif edilmektedir:
Muhammed Allah'ın elçisidir.
Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise
merhametlidirler. Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar,
Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri,
secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur:
İncil'deki vasıfları ise: Sanki bir ekin; filizini
çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, sonra sapları
üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,) ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek) Onunla
kafirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden iman edip salih amellerde
bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir va'detmiştir. (Fetih Suresi, 29)
Adam Bağlama Psikolojisi
Adamlık dininde ayakta
kalabilmek, hayatını sürdürebilmek için dışarı karşı kendini olduğundan daha
farklı göstermek, ne kadar önemli ve gerekliyse, karşı tarafı kendi istediği
şekle sokmak, onu kontrolü ve hakimiyeti altına almak, kendi istediği
doğrultuda yönlendirmek de aynı derecede önemlidir. Buna kısaca "adam
bağlamak" adı verilir. Adam bağlamanın kendine göre teknik ve taktikleri
vardır ve adamlık dininde öne geçmenin yollarından biri de adam bağlama
sanatındaki ustalıktan geçer. Adam bağlama, adamlık dininde o derece önemli bir
konudur ki, özel olarak sırf bu konuda akıl veren pek çok kitap yazılmıştır.
Elbette adam bağlanırken
kullanılan en büyük araç yine karşıdakinin adamlık dini özelliklerinden
kaynaklanan zaaflarıdır. Kişinin adamlık dini ruhuna sahip olduğu ölçüde onun
zaafları, dolayısıyla bağlanabilme kapasitesi artar.
Adamlık dini insanının
kibir ve enaniyeti, gösteriş ve hava atma merakı, övülme, takdir edilme
tutkusu, duygusallığı, kendini olduğundan farklı gösterebilme, yaranabilme
çabası türünden zaafları, onun ustaca tekniklerle istenilen yönde
kullanılabilmesini kolaylaştırır.
"Bağlanacak"
adamın kişi için çıkar sağlayabilecek herhangi bir imkana sahip olması onu
bağlamak için yeterli sebeptir. Bu, devlet dairesindeki bir memurdan evlenmek
için "göze kestirilmiş" bir koca adayına kadar her çeşit insan
olabilir. Her türlü sosyal alanda -iş, okul, ticaret, siyaset, sosyal yaşam,
evlilik...- bağlandığı takdirde işini görmesine, çıkar elde etmesine, sosyal
veya ekonomik konumunu güçlendirip geliştirmesine yardımcı olabilecek insanlar
mevcuttur. Yeter ki kişiye, konuma ve şartlara göre gereken doğru bağlama
yapılsın!
Bağlamanın dereceleri,
bağlayanın ustalığı, tecrübesi, kabiliyeti, çabası ve kararlılığıyla doğru
orantılıdır. Aynı şekilde bağlanacak adamın zekası, uyanıklığı, kompleksleri,
beklentileri ve zaafları da onun bağlanabilmesini ve bağlanma derecesini
etkileyen unsurlardır.
13- YANCILIK
Adamlık dininin ortaya
çıkardığı çirkin insan karakterlerinden biri de yancı karakteridir. Yancıların
en belirgin özelliği, aslında zengin olmadıkları halde zengin gibi yaşamaları,
satın alacak güçleri olmadığı halde pahalı kıyafetler giymeleri, iyi evlerde
oturmaları, aileleri ekonomik olarak zor durumda olduğu halde kendilerinin
zengin bir çevrede yaşamalarıdır. Yancılar bu olanaklara, kendilerine hedef seçtikleri bir insanın "sırtından geçinerek" sahip
olurlar. Kendilerine dost edindikleri bu insanın parasından, çevresinden,
olanaklarından, evinden, arabasından ve sahip olduğu her türlü imkandan
faydalanarak hayatlarını sürdürürler. Bunun karşılığında ise yancılığını
yaptıkları insanın her türlü ayak işini yapma, onu övme, nefsini tatmin etme,
kendisine olan güvenini sağlama gibi görevleri vardır.
Eğer çevrenize
dikkatlice bakarsanız toplum içinde hemen her zengin veya ünlü kişinin yanında
bir tane yancıya rastlamanız mümkündür. Aslında her ikisi de aynı tarz
giyinmelerine, aynı üslupla konuşmalarına rağmen hangisinin yancı, hangisinin
yancılık yapılan kişi olduğunu hemen ayırt edebilirsiniz. Çünkü yancılar
genellikle aşağılanan, azarlanan, hizmet eden, karşı tarafı sürekli öven,
konuşmalarını tasdikleyen, istekleri yerine getiren, ilgilenen, üstüne düşen
kişidir. Diğeri ise övülen, istekleri yerine getirilen, sözleri tasdik edilen
ve aşağılayan taraftır.
Yancının en büyük görevi
yanındakini eğlendirmek, neşelendirmek, kendine olan güvenini ayakta tutmaktır.
Kendisini çirkin hissettiği zamanlarda onu güzel olduğuna inandırmak, morali
bozuk olduğunda dengesini sağlamak, espri yaptığında gülmek, dertlerini
dinlemek, ona çözümler üretmek veya kimsenin saygı duymadığı bu insana saygı
göstererek onu tatmin etmektir.
Bu nedenle bu iki kişi
günün her saatini beraber geçirirler. Her yere beraber gider, alış verişe
beraber çıkar, berbere, eğlence yerlerine birlikte gider, evde beraber oturur
hatta geceleri beraber kalırlar. Yancılar alış verişte genellikle yancısı
oldukları kişinin kıyafetleri denemesini bekler, giyinmesine yardımcı olur,
çantasını tutar, cep telefonundan arayanları onun adına cevaplandırır,
notlarını iletir, kıyafetlerin hangisinin yakıştığını söyler ve isteklerinin
tümünü yerine getirirler. Kıyafetleri deneyen kişi de kendisine birçok şey
aldıktan sonra yancısına da birkaç parça kıyafet alarak ona yaptığı hizmetlerin
karşılığını verir. Genelde yemeğe, berbere veya bir eğlence merkezine
gidildiğinde zengin olan taraf mutlaka yancısının parasını da öder.
Yancıların başka bir
belirgin özelliği kendi evlerinde değil, genellikle yancılığını yaptıkları
kişilerin evinde kalmalarıdır. Bu evin imkanlarından istifade eder, arkadaşının
gardırobundaki kıyafetleri kullanır, yemeklerini bu evde yer, bu evin hizmetkarlarını
kendisine hizmet ettirir. Ancak bunları yapabilmek için arkadaşının anne
babasına sürekli iltifat eder, gönüllerini alır, çok cana yakın davranır.
Gerçekten de anne ve baba çocuklarının hatırı ve yalnız kalmaması için bu
kişiyi evden biri gibi görmeye başlar ve bu durumu kabullenerek
ona bakmaya başlarlar. Bundan da rahatsızlık duymazlar, çünkü yancının en
yetenekli olduğu konulardan biri insanları "bağlama" özelliğidir.
Yancı, çıkarları için her tarza bürünebilen bir kişidir. Halk arasındaki
deyimle "herkesin nabzına göre şerbet vermeyi" ve sahtekarlığı iyi
bilir. Kim nasıl bir üsluptan hoşlanıyorsa hemen o üslubu kullanır. Kendisine
ait bir şahsiyeti yoktur. Bu çirkin ahlakı taşıyan kişiler genellikle
haysiyetsiz ve onursuz oldukları için menfaatlerinin yönüne göre hemen şahsiyet
değiştirebilirler.
14- ADAMLIK DİNİNDE
KAVGACI TAVIRLAR
"Adam olmanın"
gereklerinden biri de kavgacı bir karaktere sahip olmaktır. Çünkü kavgada yenen
taraf olmak adamlık dininde çok önemli bir itibar meselesi olarak kabul edilir.
Adamlık dinine göre galip taraf olmak aklın, gücün veya karakterin üstünlüğüne
alamettir. Yenilen taraf olmak ise zayıflık alametidir. Bu nedenle insanlar
herhangi fiziksel bir kavga ya da tartışma ortamında haksız da olsalar mutlaka
üstün gelmek için ellerinden geleni yaparlar. Kavganın bir diğer önemi ise
şahsiyet belirtisi olarak kabul edilmesidir. Bir insan eğer hoşuna gitmeyen bir
durumda karşısındakine tavır alabiliyorsa adamlık dinine göre bu, onun güçlü
bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Dolayısıyla dini yaşamayan insanlar
arasında sık sık kavga sahnelerine rastlamak mümkündür.
İnsanların kavgaya en
açık olduğu yerlerden biri trafiktir. Dolayısıyla adamlık dininin binlerce
detayını görebildiğimiz yerlerden biri de trafiktir. Yolda sadece 10-15
dakikalık bir süre için araba kullansanız bile yüzlerce adamlık dini tavrına
rastlayabilirsiniz.
Örneğin trafikte
insanlar genellikle çevrelerini aşağılar ve insanlara değer vermediklerini
göstermek için ellerinden geleni yaparlar. Birbirlerine yol vermezler. Hatta
eğer arkalarında korna çalan ya da selektör yakan olursa bunu onur meselesi
yapar ve altta kalmamak için aceleleri olsa bile özellikle ağır hareket
ederler. Çevrelerindeki her araba kullananı eleştirir, sık sık çevrelerine elleriyle
işaretler yaparak arabanın içinde bağırırlar. Bir taksiye, dolmuşa veya
herhangi birinin arabasına bindiğinizde sıklıkla "ne yapıyorsun kardeşim
kör müsün, önüne bak önüne, buradan geçeceksin de boyun mu uzayacak, ne demeye
korna çalıyorsun sağır mıyız, kim verdi sana bu ehliyeti, bizim de acelemiz var
sadece sen misin acelesi olan "gibi sözler işitir ve bu sözlere uygun yüz
mimikleri görürsünüz.
Trafikte en büyük
kavgalar ve dolayısıyla en şiddetli adamlık dini tepkileri de kaza esnalarında
görülür. Bir dönemeçte birbirine çarpan iki araba olduğunda genellikle her iki
şoförün de suçu birbirine attığını görürsünüz. Trafik polisi olaya müdahale
etmediği sürece suçlu olan taraf büyük bir ihtimalle kendi suçunu kabul etmez.
Genellikle bu tip kazalarda her iki taraf da öfke gösterilerine başlar. Yüksek
sesle bağırarak karşı tarafı sindirmeye çalışır eğer bunda başarılı olamazsa
öfkeden deliye dönmüş tavırlar sergilemeye başlar. Bunun karşı tarafa korku
vereceğini ve haksızlığını kabul edeceğini düşünür. Eğer bu da yeterli olmazsa
galibiyetini ispat edebilmek için kaba kuvvete başvurur ve bu şekilde kendince
itibarını kurtarmak ister.
Genellikle bu tip
durumlarda insanların gerçekten kendilerine engel olamadıkları için kavga
ettikleri düşünülür. Halbuki bu tip tavırların tümü adamlık dininin gereği
olarak ve en ince detayına kadar planlanarak yapılır. Kaza yapan kişilerin,
arabalarından inerlerken kullanacakları ses tonundan mimiklerine ve hatta
söyleyecekleri sözlere kadar herşey ezberlerindedir. Kaza olur olmaz otomatik
olarak, ezberledikleri bu kuralları uygulamaya başlarlar. Böylece dünyanın her
yerinde ortak olan bu mimik ve tavırları adamlık dininin bir gereği olarak
yerine getirmiş olurlar.
15- DELİKANLI RUHU
Adamlık dininin
erkekleri arasında yaygın olan ortak bir kişilik yapısı vardır:
"Delikanlılık".
Erkeklerde ergenlik
çağıyla başlayan ve genellikle orta yaş sınırlarına kadar devam eden
delikanlılık ruhu kişinin tavır ve davranışlarını büyük ölçüde etkiler. Temel
vasfını "delikanlılık" olarak tanımlayan bu kitlenin ortak tavır ve
davranış biçimleri vardır.
Kendine göre çeşitli
prensipleri olan bu kişilik yapısının ileri safhalarında olayın bir felsefe ve
ahlak sistemi haline geldiği görülür. Kendine göre doğruları yanlışları ve
erdemleri olan bir delikanlı karakteri vardır. Bu sisteme göre arkadaşının,
komşunun, mahallenin kızlarına bakmak büyük ahlaksızlıktır. Fakat tanımadığı
birine yapıldığında bu hareket çapkınlık, delikanlılıktır. Yakınlarının,
mahallenin kadınlarına ve kızlarına karşı da göstermelik bir koruma ve kollama
mantığı vardır. Lafa gelince, doğruluk, dürüstlük ya da kendi tanımlarıyla
"harbilik" delikanlılığın değişmez düsturudur, ama yolunu bulur,
kalıbına uydurulursa her türlü sahtekarlığı yapmak uyanıklık olarak takdir görür.
Genelde kendini
kanıtlama üzerine kurulu bu çirkin kültürde gergin, asabi ve saldırgan bir ruh
hakimdir. Bunalımlı ve psikopat takılmak, ani çıkışlar, dengesiz hareketler
yapmak, her an kavga ya da gerilim çıkarmaya hazır olmak ne kadar delikanlı
olunduğunun bir göstergesidir. Dışarıya karşı daha caydırıcı bir görünüm
verebilmek, çekinilen birisi olabilmek için kendine aşırı dengesiz bir görünüm
vermek de sık başvurulan bir yöntemdir.
Sohbetleri genellikle
maç, kavga ya da cinsellik üzerine yoğunlaşır. Kulaktan dolma bilgilerden,
gazete haberlerinden edinilen kırık dökük malzemeyle, siyasi, ekonomik ya da
sosyal konularda konuşmak, kendi deyimleriyle "geyik muhabbeti"
yapmak makbuldür.
Kimseyi takmama,
kafasına göre takılma, asilik gibi ferdi özellikler taşıyan
"delikanlı" sosyal ve ideolojik dürtülerini ise
"taraftarlık" zihniyetiyle tamamlar. Fanatik bir taraftar psikolojisi
vardır. Taraftarlık, futbol takımı, arkadaş grubu, aynı mahallenin, aynı
caddenin çocuğu olma, aynı işi yapma gibi çeşitli yapıların herhangi birinde ya
da hepsinde kendini gösterir. Taraftarlar arasında birbirini koruma ve kollama
da delikanlılık ahlakının bir parçasıdır.
Yaş ilerledikçe, kişinin
sosyal, ekonomik ve kültürel düzeyinde ulaştığı aşama ile orantılı olarak
delikanlı karakterinden bir uzaklaşma ve yeni şartların gerektirdiği farklı
adamlık dini kişiliklerine doğru bir kayma görülür. Örneğin sosyal seviye
olarak fazla ilerleme kaydedememiş, alt kültür düzeyine mensup kişilerde,
bilgisizliğin verdiği kompleks ve kimliksizliğin bir sonucu olarak delikanlı
karakterini tam bir kimlik olarak benimseme hali oluşur. İşiyle, mesleğiyle,
zenginliğiyle, kültürü ve zekasıyla toplum içinde sivrilemeyeceğini, ön plana
çıkamayacağını, hava atamayacağını anlayan kişiler de çoğunlukla delikanlılığa
dört elle sarılma ihtiyacı hisseder. Hayatının sonuna kadar da bu ruhu taşır.
İçinde yaşadığı toplumun büyük kesimi de bu durumda olduğu için delikanlı
karakteri çoğunluğun ortak ve geçerli karakter yapısını oluşturur, yadırganmaz,
aksine kabul ve destek görür.
Ancak şunu da belirtmek
gerekir ki, delikanlı karakterinin özelliği olarak gösterilen cesaret,
korumacılık, dürüstlük elbette güzel özelliklerdir. Ama burada üzerinde durulan
delikanlı karakterinde tüm bu güzel özelliklerin özünün değil göstermelik bir
kaç örneğin yaşanması ve bunların güzel ahlak özelliği olarak sahiplenip, Allah
rızası için yaşanılmamasıdır
16- YANLIŞ SAYGI ANLAYIŞI
Adamlık dininin sahip
olduğu yanlış saygı anlayışına geçmeden önce, Kuran'da bildirilen saygı
anlayışına bakmak gerekir. Kuran'da bildirildiğine gibi, bir mümin, öncelikle
Allah'a karşı büyük bir saygı içindedir.
Al-i İmran Suresi'nin,
199. ayetinde, "...
Allah'a derin saygı gösterenler olarak inananlar"dan söz edilir. Enbiya Suresi'nin, 90. ayetinde
ise Peygamberlerden söz edilirken, "... gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve
korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi" denir. Müminun Suresi'nde de yine müminler için "Rablerine olan
haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar" (Müminun
Suresi, 57) ifadesi kullanılır. Saygı, başka ayetlerde de Allah'a duyulan içli
korkunun (haşyet) bir parçası olarak kullanılmaktadır.
Dolayısıyla müminin
sahip olduğu saygı hissinin kaynağı, Allah'a duyduğu saygıdır. Diğer insanlara
göstereceği saygı da, bu asıl saygının bir yansımasıdır. Mümin, Allah'a saygı
duyduğu için, O'na itaat eden, O'nun rızasını kazanmaya çalışan diğer
insanlara, yani tüm müminlere de saygı duyar. Saygıya layık olmayanlara, yani
Allah'a isyan eden, O'nun rızasına aykırı hareket eden, Allah'ı tanımayan
inkarcılara ise kalben saygı duymaz. Bu insanlara da nezaketle ve güzel sözle
davranır, ancak içten bir saygı duyması mümkün olmaz.
Ancak elbette, adamlık
dinindeki saygı anlayışı Kuran'da tarif edilen bu gerçek saygı kavramından
tamamen uzaktır. Müminlerdeki saygı, daha önce de belirttiğimiz gibi, temeli
Allah'a olan saygıdan kaynaklanan içten ve samimi bir duygudur. Adamlık dininde
ise, yüzeysel, belli kalıplara oturtulmuş, tamamen şekilci ve karşılıklı çıkar
ilişkilerine dayanan riyakar davranış biçimleri olarak kendisini gösterir.
Adamlık dinine göre
"saygı" göstermek, yerine göre nazik davranmak ve çeşitli ortamlara
göre kurallaştırılmış söz ve hareket kalıplarını suni bir tarzda uygulamaktır.
Saygı, kişinin toplumda bir yer edinmesine yardımcı olan, ortamına ve kişisine
göre şekli, süresi değişen ve katlanılması gerektiğine inanılan bir tavır
farklılığı olarak kabul edilir.
Adamlık dininin yaşam
felsefesi ikiyüzlülüğe ve sahtekarlığa dayalı olduğu için, saygı da zorla ve
istenmeden gösterilir. Kişi, saygı göstermek zorunda olduğu anlara tahammül
eder. Saygı, karakterin bir parçası değildir. Bu yüzden adamlık dininde kişinin
en rahat ettiği ortamlar hiç kimseye saygı göstermek zorunda olmadığı ve gerçek
karakterini rahatlıkla gösterebildiği ortamlardır. Bu tür ortamlarda kişinin
üslubunun bozukluğu, ahlak anlayışının çarpıklığı, kişiler hakkındaki gerçek
düşünceleri ve gerçek tavrı ortaya çıkar.
Saygı anlayışı mekanlara
ve ortama göre değişim gösterdiği gibi yaşa göre de değişir. Adamlık dininde
kişinin kendine güvendiğini, hiç kimseyi önemsemediğini, dolayısıyla kimseye
karşı bir korkusu olmadığını yani şahsiyetinin tam gelişmiş olduğunu ispat
etmesi, "rahatlık" adı altında son derece basit ve saygısız
davranmasıyla olur. "Rahat" olarak algılanan ortamların kendine has
davranış ve konuşma tarzları vardır. Hiç tanımadığı birinin evinde buzdolabını
açma, arkadaşına gittiğinde odasını karıştırma, dolabını açıp kıyafetlerini
giyme, ayaklarını mümkün olduğunca yükseğe uzatarak, yatar vaziyette oturma,
samimiyet adı altında sürekli densizlik yapma, yakın mesafeden bağırarak yüksek
sesle konuşma, küfürlü konuşma, bütün esprilerine cinselliği katma bu çirkin
özelliklerin en belirginleridir.
Buraya kadar görüldüğü
gibi, adamlık dini, Kuran vesilesiyle insana verilen ahlaki prensiplerin hemen
hepsine ters bir ahlak modeli içermektedir. Bu, kuşkusuz Allah'a hesap
verileceğinin unutulduğu ve insanların büyük bir gaflet içinde dünya hayatının
geçici süsüne kapıldığı bir toplumda ortaya çıkar. Bu toplum, Kuran'daki
deyimle bir "cahiliye" toplumudur, tamamen cahildirler, çünkü bu
topluluk Allah'ın varlığından ve ahiretten habersiz gibi yaşamaktadır.
Bu toplumun insanları
için dünya hayatı tek kıstastır. Oysa dünya hayatı insana aldanıştan başka bir
şey vermez:
Bilin ki, dünya hayatı ancak
bir oyun, "(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama", bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
"çoğalma-tutkusu"dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin
ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de
bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise
şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya
hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Allah'ı unutmuş olan
toplum, kısa sürede dünya hayatını tek kıstas alan cahiliye kültürünü üretir.
Bu kültürün içinde, atalardan miras kalan batıl inançlar, çıkar ilişkilerine
dayalı sayısız kural yer almaktadır. Adamlık dini, söz konusu cahiliye
kültürünün adıdır.
Bu toplum içinde doğan
insan ise, söz konusu kültürü uzun bir eğitim süreci içinde benimseyecektir.
Bilinç kazanmaya başladığı andan itibaren, önce ailesi, sonra da yakın çevresi
tarafından adamlık dininin kültürü ile yoğrulur. Gittikçe kendi şahsi
menfaatleri için diğer insanları kullanmayı, "gemisini kurtaran
kaptan" olmayı, mal, makam ve mevki hırsını öğrenir. Cahiliye toplumu
insanları, ona "adam" olmak için neler yapması gerektiğini birer birer
aşılar.
Adamlık Dininde
"Liseli" Psikolojisi
Adamlık dini insanın yalnızca gündelik davranışlarını değil, tüm hayatını ve
bakış açısını da belirler: Kimler arkadaş olarak seçilir, insan ayırımı nasıl
yapılır, insanın doğruları ve yanlışları neler olmalıdır gibi... Lise dönemi,
insan yaşamında, adamlık dininin temellerinin atıldığı en kritik dönemlerden
birisidir. Genç kitlelerde, adamlık dininin ön gördüğü kavramlar, psikolojiler,
davranış biçimleri, tepkiler ve ahlak anlayışı bu dönemde şekillenir.
Adamlık dininin en belirgin
özelliklerinden biri olan makam ve mevki hırsı -ki Kuran'da dünya hayatı için "kendi aranızda bir
övünmedir..." (Hadid Suresi,
20) diye bildirilmiştir- ilk olarak lise döneminde güçlü bir biçimde ortaya
çıkar. Bu dönemde öğrenciler arasında bir rekabet ortamı oluşur. Derste ve not
almada rekabeti öğrenen kişi bunu ileriki hayatında karşısına çıkacak konularda
da uygulamaya başlayacaktır. Rakip olunan konularda birbirini ezmek son derece
normal karşılanır, ancak aynı kişilerle ortak menfaatler söz konusu olduğunda
birbirini kollamak da aynı şekilde doğaldır. Örneğin okul dışındaki ortama
karşı ortak bir birlik ruhu oluşur, fakat sınıflar arasında veya sınıftaki
gruplar arasında amansız bir rekabet yaşanır.
Adamlık dininin,
insanları menfaatlere göre sınıflandırma alışkanlığı da lise döneminde belirir.
Liselerde en çok göze çarpan manzara, ortak menfaat gruplarıdır. Bunlar genelde
aynı gelir seviyesine mensup aile çocuklarının veya aynı sosyo-kültürel
çevrelerden gelen öğrencilerin veya çalışkan olanların ya da avami deyimle
"fırlama" olanların biraraya gelmesiyle oluşan gruplardır. Sınıfın
tamamıyla ancak diğer sınıflara veya hocalara karşı birleşmek gerektiği zaman
biraraya gelinir.
Adamlık dininde makbul
olan tavırlar, Kuran'da gösterilen güzel ahlak örnekleri (tevazu, dürüstlük,
Allah'a teslimiyet gibi) değil, fırsatçılık, "bitirimlik", kibir gibi
ahlak bozukluklarıdır. Bu çarpık mantık da ilk olarak lise döneminde gelişir.
Liselerde, genelde popüler olan, takdir gören kişi, zenginliği, güzelliği ya da
"fırlamalığı"yla popüler olur. Bu kişilerin yürüyüşleri, giyim
tarzları, konuşma üslupları, el hareketleri bütün okulda moda olur ve taklit
edilir. Her dönemde liselerin kendine has yürüyüş, gülüş, kıyafet stilleri
vardır. Umursamaz bir hava, küstah ve etrafı önemsemeyen bir yüz ifadesi, tek
omuzda çanta, sallanarak ağır ve umursuz bir yürüyüş klasik stildir. Yüksek
sesle kahkaha atma ve küfürlü konuşma da bir karakter göstergesi sanılır ve
kabul görür. Arkadaş gruplarında konuşulan konular da genelde bellidir. Kızlar
beğendikleri kişilerden, giyimden ve makyajdan bahsederken, erkekler arasında,
kızlar, kıyafet, maç, hocalar ve dersler konuşulan konuları oluşturur.
İnsanları karakter ve
ahlaklarına göre değil, maddi zenginlikleri ile değerlendirme saplantısı, ilk
örnekleri lise döneminde ortaya çıkan bir adamlık dini hastalığıdır. Liselerde
zengin görünmek son derece önemlidir. Bunun için özel olarak çaba harcanır.
Genelde herkesin ünlü
markalardan giyindiği bir gruba, vasat giyimli biri pek yanaşamaz. Ya da
genelde yakışıklılıkları veya güzellikleriyle ünlü bir grubun içine çirkin biri
katılamaz. Gruba katılabilmek için güzel ya da zengin olmak şarttır. Güzel ve
zengin olanların genelde nazı çekilir, şımarık tavırlarına göz yumulur. Çünkü
onlar grubun prestij ve övünç kaynaklarıdır. Okula servisle gitmek bile bir
yaşa kadar zenginlik belirtisi olarak kabul edilir. Zengin gözükebilmek için
okul kıyafetlerine elden geldiğince eklemeler yapılır. Kızlar kaliteli, pahalı
tokalar takarak zenginliklerini vurgulamaya çalışırlar. Kız-erkek hemen
herkeste marka merakı vardır. Formanın üstüne giyilen marka kazaklar, çoraplar,
kravatlara yapılan eklemeler zengin olduğunu ispat etme çabasından kaynaklanır.
Bu nedenle o dönemde ailenin lisedeki çocuğunu en çok sevindireceği olay ona
marka bir kıyafet satın almasıdır. Maddi durumu iyi olmayanlar da, zar zor para
biriktirip satın aldıkları birkaç marka giysiyle kendilerini kabul ettirme
yarışına girerler. Çünkü en önemli değer yargısı, para ve onun göstergeleridir.
Etraftan takdir görmenin, "popüler" olmanın yolu, paradan
geçmektedir.
Kötü ahlak özellikleri
güzel görülmeye başlanırken, iyi özellikler de kötülenmeye başlanır. Tevazu,
kalenderlik, dürüstlük gibi tavırlar itici gelmeye başlar. Çalışkanlığa da
sadece okul içi ilişkide önem verilir. Okulda not alma, ders çalıştırma gibi
sebepler bazı çalışkan ama asosyal tiplerle arkadaş olma zarureti getirir.
Arkadaş seçiminde kendisini en çok eğlendirecek kişiyi bulmak önemlidir.
Birinci planda ahlaki yapısına bakılmaz. Öncelikle kendini eğlendirmesi,
"espriler" yapması önemlidir. Bu yüzden arkadaşlıklar hep geçici
olur, sağlam temellere dayanmaz. Gerçek karakterler oturmaya başladığı zaman
herkes birbirinden kopmaya başlar. Çünkü yaş büyüdükçe güldürmeden, eğlendirmeden
ziyade daha güçlü menfaatler gerekli olmaya başlar.
Herkesin bir "en
iyi arkadaşı" mutlaka vardır. Ona erkek veya kız arkadaşıyla arasında
geçenleri anlatır, arkadaşının bu konu hakkında bildiği bilgilerin miktarı
onunla samimiyet derecesini gösterir, onunla sırlarını paylaşır. Herkes
hakkındaki düşüncelerini bir tek ona anlatır ve ondan da kendisine anlatmasını
bekler. Bu bir sır dostluğudur. Hiç kimsenin bilmediği yönlerini birbirlerinin
bilmesi her iki tarafa da değişik bir haz verir. Etrafı kıskandırıp bir şeyler
biliyormuş havası oluşturmak için samimi arkadaşlar birbirleriyle
fısıldaşırlar, kalabalık ortamlarda göz göze gelip gülüşürler.
Arkadaşın güzel ahlaklı
olması, mümin olması, imanı, dürüstlüğü akla bile gelmez. Çünkü bu tip
konuların önemi, lise döneminde genel olarak kavranmaz. Dindar olanla cahilce
alay edilir. Bu yüzden kimse kolay kolay inançları hakkında konuşmaz.
Karşıt cinsler
arasındaki ilişkiler, birbirinden istifade etmeye dayalıdır. Erkekler, samimi
olma bahanesiyle sürekli, kızlara el şakaları yaparlar. Kendi arkadaş çevreleri
içinde en itibar kazandıracak kızla görülmek isterler. Kızlar için de sınıfın
en zengini, en yakışıklısı ile "çıkmak", arkadaşları içinde ayrı bir
övünç kaynağı olacaktır. Kızlarla erkeklerin oluşturduğu grubun içinde eş
değiştirmeler de olur. Birbirlerinden sıkıldıkları zaman ayrılıp diğerinin eski
arkadaşıyla "çıkmaya" başlarlar. Ayrıldığının arkasından da
çoğunlukla konuşurlar.
Herkes pazartesi
sabahları okula gittiğinde anlatacak bir şeyleri olabilmesi için hafta sonunda
gezmek zorundadır. Eğer o hafta sonu bir yere gitmemişse hafta başı onun
ezikliğini hissetmemek için kafasında senaryolar üretir ve bunu gerçekmiş gibi
anlatır. Kızlar da, erkekler de genel üslup olarak "laf dokundurma"
ve sivri dilli olmayı benimserler. Bu, diğer insanların kaba olmasına karşı bir
nevi savunma tarzında kişiye yerleşir ve normal üslup halini alır. Okullarda
genelde grup psikolojisi hakim olduğu için aslında çok sakin ve rahat bir ruh
haline sahip olan kişi, okula gidince birdenbire içinde olduğu grubun ruh
haline bürünür. Hiç yapmayacağı şeyleri yapmaya, hiç söylemeyeceği sözleri
söylemeye başlar. Bir kişinin yaptığı hatalı ve çirkin bir tavır grup içinde
hoş karşılanır. Tek başına yapmaya cesaret edemeyeceği şeyleri toplu iken yapmayı
göze alır. Arabasıyla sürat yapar, gerekirse grubunda takdir toplamak için
hayatını bile tehlikeye atar. Öğretmenlerine kafa tutar, kızlara laf atar,
böylece grup içinde ayakta kalmaya çalışır.
Adamlık dininin en
önemli vasıflarından biri olan insanların rızasını arama da, yine lise
yıllarında asıl olarak öğrenilir. Öğrencilerde kendini ispat etme çabası
yaygındır. Öğrenciler, sürekli olarak, hocalarına, arkadaşlarına, ailelerine,
kendilerini beğendirmeye çalışırlar. Bunların hepsini ayrı ayrı hoşnut etmeleri
gerektiği için çok çeşitli karakterlere bürünürler. Bu nedenle oldukça çarpık
bir şahsiyet gelişir, adamlık dininin kişiye ve ortama göre karakter değiştirme
özelliği bu dönemde kazanılır. Kişinin karakterini belirlemede kendi iradesi
değil çevresinin ondan beklediği yapı geçerlidir. Herkes ve her yerden ayrı bir
talep geldiği için; itidalsiz, istikrarsız bir ahlak geliştirir. Bu, kuşkusuz
yalnızca Allah'a kulluk eden, yalnızca O'nun rızasını arayan, yalnızca O'nu
hoşnut etmeye çalışan ve bu nedenle de son derece sağlam ve istikrarlı bir
karaktere sahip olan mümin ahlakının tam zıttıdır. Kuran'da, müminler ile
inkarcılar arasındaki bu fark şöyle ifade edilir:
Allah bir örnek verdi:
Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz olan, sahipleri de çok ortaklı olan bir
adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur
mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)
Öğrencilerin kendi
aralarındaki farklı tiplemelere adamlık dininin çeşitli versiyonlarında rastlanılır.
Bunları, yine öğrencilerin kendi aralarında taktıkları şu isimler altında
genelleyebiliriz:
"Fırlama"
Tip: Bunların en büyük
özellikleri herşeye karşı umursuz ve cesur "takılmaları"dır. Her
konuşma, olay ve ortamda aykırı olmalarıyla tanınırlar. Hocalara kafa tutar,
sürekli herkesle alay eder, kendilerine aşırı güvenir, sürekli espri yaparlar.
Bu tipler, aslında genelde duygusal ve ezik olurlar, bu ezikliklerini sivri ve
uç hareketlerle kapatmaya çalışırlar. Dışarıya duygusallıklarını asla belli etmezler,
kaba konuşmalar yapar ve duygusuz gibi görünmeye çalışırlar. Sınıfın
kendilerinden beklediği tavrı göstermeleri gerektiği için asla korktuklarını ve
üzüldüklerini belli etmezler. Genelde partilere, davetlere bu tipler mutlaka
davet edilirler, çünkü bunlar herkesin gülmesini, eğlenmesini sağlayan
tiplerdir.
"Bunalım"
Tip: Sürekli sıkıntılı, hiçbir
ortama uyum sağlayamayan, karamsar tiplerdir. Sürekli olarak herşeyden şikayet
eden bir yapıları vardır. Hiçbir şeyi beğenmez ve herkese bir kusur bulurlar.
İçlerine kapalı ve düşüncelerini açığa vurmayan bu kişilerin genelde arkadaş
çevreleri pek yoktur. Eğlendirici bir yönleri de olmadığı için bu tiplere
rağbet olmaz.
"Ukala"
Tip: Bunlar genelde aileleri
zengin olan tiplerdir. Her yerde ve her durumda zenginlikleriyle ön plana
çıkmak isterler. Kavgalarda, sınıf geçme durumlarında, konuşmalarda ailelerini
öne sürerek işin içinden sıyrılma yolunu benimserler. Şahsiyetlerini
ailelerinin servetinde arayan tiplerdir.
"İnek" Tip:
Kendilerini çeşitli fiziksel eksikliklerinden
ötürü arkadaşlarından aşağı görürler. Bu açıklarını kapatmak için özellikle
bilgilerini göstererek ve derslerine ağırlık vererek sivrilmeye çalışırlar.
Bazen özel konular üzerinde uzmanlaşarak dikkat çekmeye çalışırlar.
Motosikletler, sinema, elektronik, bilgisayar, koleksiyonculuk, vs. gibi. Her
ortamda bu konular hakkında konu açmak ve bilgilerini gösterebilmek için fırsat
kollarlar.
Lise dönemi, burada
birkaçını saydığımız insan tiplemelerinden oluşan ve adamlık dininin değer
yargılarının zihinlere işlendiği bir dönemdir. Güldüren, zengin, beraberken
gösteriş yapılabilen kişi olmak gibi etkenler bu dönemin ana değer
yargılarıdır. Genç insan, diğer insanları ahlaki özellikleri (örneğin
dürüstlüğü, samimiyeti, fedakarlığı, içtenliği ve en önemlisi imanı) ile değil,
kendisine sağlayabileceği çıkarlara göre değerlendirmeyi burada öğrenir. Yaş
büyüdükçe de lisedeki güldürme, eğlendirme, beraber gösteriş yapma gibi
çıkarlardan daha da güçlü çıkarlar devreye girmeye başlar.
Nedenini bilmedikleri kurallara
körü körüne uyma alışkanlığı kazanan kişilerin, akıl ve vicdan mekanizmaları da
geri plana itilir ve bu özelliklerin gelişebileceği en verimli dönemde bunlar
körelmeye terk edilirler.
Adamlık Dininde
"Flört" Psikolojisi
Lise döneminde başlayan ya da bu dönemden bir süre sonra devreye giren bir
diğer adamlık dini kültürü ise flört psikolojisidir. Flört dönemi, çıkarcı ve
bencil bir biçimde yetiştirilen genç kadın ve erkeklerin çarpık bir kadın-erkek
ilişkisi kurmaya başladıkları ve bir sonraki aşama olan çarpık evlilik
anlayışına hazırlandıkları dönemdir.
Bir kıza kendisiyle
flört etmesini ya da yaygın deyimle "çıkmasını" teklif eden bir erkek
hareket tarzı, konuşma üslubu, sıkıntıları, kaprisleri, gezilen yerleri ve
yakınlaşma tarzıyla, tümüyle belirlenmiş bir paket programı karşı tarafa teklif
ediyor demektir. Bu programın, karşılıklı güvensizliğe dayalı, uygulandığında
her iki tarafı da küçük düşürecek, şahsiyetlerini kaybettirecek bir yapısı
vardır. Bu ilişki modeli, yıllardır insanlar arasında temel kaidelerini
koruyarak, sadece zamanın şartlarına göre gidilen yer ve kıyafetler, üslup ve
tavırlar farklılaştırılarak uygulanır.
Flört dönemi yaşanırken
iki tarafın da içinde bulunduğu ruh hali, kafa yapısı, olaylara bakış açısı
aynıdır. Zaten böyle bir dönemin yaşanabilmesi için ilk şart bu dönemin
gerektirdiği ruh hali içinde olmaktır. Normal bir ruh hali içinde bu sistemin
gerektirdiği tavırları takınmak imkansızdır. Bu özel psikoloji, iki tarafın da
sadece duygularının hakim olduğu, aklın ve ahlaki değer yargılarının geçerli
olmadığı bir ortamda yaşanabilir.
Beraberliğin başlayıp
başlamamasına karar verilirken en büyük pay, etrafa bu beraberlikle ne kadar
gösteriş yapılabileceğidir. Beraber olunan kişi sevilmese bile, etrafa rahat
rahat gösterilecek birinin bulunması, gidilen bir yere yalnız gidilmemesi
önemlidir. Çıktığı birinin olmaması ise o kişi için utanç vericidir. Her iki
taraf da karşı tarafı kendisine bağlamak için kendi şahsiyetlerini kullanmaz,
dürüst olmazlar. İkinci bir kişiliğe bürünüp onunla hareket ederler.
Birbirleriyle beraber
olmak isteyen iki kişinin tanışma, karşılaşma, konuşmaya ve buluşmaya başlama
şekilleri hep aynı tarzda gerçekleşir:
Kız (veya erkek)
beğendiği kişiyle tanışmak için belirli ortamlarda bulunmaya başlar. Önce bir
davette, okulda ya da yazlık yerde bir kişiyi belirler. Ona gözükecek şekilde
etrafında dolaşmaya, dikkat çekici kahkahalar atmaya başlar, grubuna girmeye ve
arkadaşlarıyla tanışmaya çalışır. Bunları yaparken özellikle beğendiği kıza
(veya erkeğe) karşı ilgisini hissettirmemesi şarttır ama, gerçekte bütün
dikkati onun üzerindedir.
Tanışma gerçekleştikten
sonra ilk bakılan özellikleri fiziksel görünüm ve zenginliktir. Arabasının
markası, oturduğu muhit, gittiği yazlık yer, okuduğu okul, babasının işi,
kıyafetlerinin markası, taktığı takılar, aşağı yukarı ilk tanışmada onun
hakkında ilgilenip ilgilenmeme açısından bir fikir verir. Bütün bunlar kafada
bir değerlendirmeye tabi tutulur ve kar-zarar hesabı yapılarak karşı tarafla
çıkıp çıkmama kararı verilir.
Tanışma faslından sonra
sıra telefon numaralarının alınması ve bir yere davet etmeye gelir. Davet
edenin önce erkek olması önemlidir. Gidilen yerlerde parayı erkek ödemek
zorundadır. Ertesi gün kız, gün boyunca telefon gelmesini bekler ve genelde evden
çıkmaz. Erkek ise özellikle çok ilgili görünmemek için hemen aramaz, geç
vakitlerde arar. Telefonla konuşurken çoğu filmlerden görülmüş olan ilginç
hareketler yapılır, tripler atılır (örneğin ahizenin kordonu ele dolanır) ve
etraftaki her türlü şeyle alaka kesilir. Kızın, istemese de, biraz ağır
davranması gerekir. Birbirlerinden belirli süre ayrı kaldıklarında her iki
tarafta da romantik tavırlar ortaya konur. Duygulu buldukları şarkılarda
uzaklara dalar ve ağlar, kendilerini yapay bir bunalım içine sokarlar.
Görüşmeye başlandıktan
sonra bütün zevklerin yeni bir ayarlaması yapılır. Karşı tarafın zevkine göre
giyinme, müzik dinleme, anlamadığı şeylerden anlıyormuş gibi görünme,
karşılıklı yaranma, kısaca bir sahtekarlık süreci başlar. Adamlık dinindeki temel
psikoloji olan "birbirinin rızasını gözetme" durumu en üst düzeylerde
yaşanır. Olayın ciddiyeti arttıkça karşılıklı hediyeler alınmaya başlanır ve
zamanla alınan hediyelerin değerleri artar. Bu arada alınan hediyeler ailelere,
arkadaşlara gösterilerek hava atılır. Kendisinin bu hediyelere layık olacak
kadar beğenildiği belirtilir. İki taraf da birbirlerinin aileleri ve çevreleri
hakkında bilgi edinmeye çalışır. Ailesi eğer zenginse bir an önce karşı tarafa
evini göstermek ister. Ailesi zengin değilse, evinden uzak tutmaya çalışarak
bir yalan çarkının içine girer. Sahip olmadığı şeyleri sahipmiş gibi, gitmediği
yerleri gitmiş gibi anlatmaya başlar. Karşı tarafın kendisine buna göre değer
vereceğini bildiği için bunu büyük bir ustalıkla yapmaya çalışır. Çevresini
kalabalık gösterme de bir zenginlik alametidir. Tanımadığı insanları tanıyormuş
gibi anlatır. Konuşulan konular hep bellidir.
Adamlık dininde, her
konuda olduğu gibi kadın-erkek ilişkilerinde de Allah'ın rızasını aramak,
Allah'ın koyduğu ölçüleri gözetmek yönünde bir çaba harcanmaz. Dindar ve
Allah'tan korkar bilinmek bu cahil ve çirkin mantıkta makbul değildir. Konu,
"herkesin inancı kendine" türünden anlamsız ifadeler kullanılarak
kapatılır.
"Çıkma" olayı,
arkadaş çevresine hava atabilmek açısından da oldukça önemlidir. Bir erkek ne
kadar fazla kişiyle birlikte görülmüşse o kadar "havalı" olur.
Ayrıca, erkeğin güzel bir kızla çıkması da arkadaşlarının gıpta ve hayranlığını
kazanmak amacı taşır. Kızlar da genellikle gösterişli bir arabaya sahip olan
erkeklerle çıkmayı tercih ederler. Çünkü okul çıkışında arkadaşlarının arabayı
görmeleri, kendileri için bir itibar kaynağı olacaktır. Beraber olduğu kişinin
evinin güzel olması da arkadaşlarının bunu görüp takdir etmesi açısından
önemlidir.
Beraberlikler sevgi ve
saygıya dayalı değildir. İlişki, sürekli boş vakit geçirme, gezme, yemek yeme,
çevreye hava atma ve karşılıklı faydalanmaya dayalı olduğu için zamanla
ilerleyen ilişkide artık kavgalar ve bıkkınlık belirtileri görülmeye başlar.
Kızlar genelde her kavgada ağlar, erkekler de önemsemez ve duygusuz görünmeye
çalışırlar. Birbirlerini sahiplenmeleri, birbirlerine sürekli baskı yapmaları
ve aralarındaki güvensizlik ortamı bir süre sonra sıkıntıya dönüşmeye başlar.
Aralarında vefa ve
sadakat gibi kavramlar bulunmaz. İki taraf da karşısındakinin kendisinden daha
güzel ya da yakışıklı, daha zengin ve popüler birini bulduğunda, ilk fırsatta
kendisini terk edeceğini bilir ve sürekli bunun tedirginliğini yaşar. Zaten her
fırsatta bu konu dile getirilip bir tehdit unsuru olarak kullanılır. Karşılıklı
saygı da bir süre sonra kaybolmaya başlar. Birbirlerini gözlerinde
büyüttükleri, birbirlerinin sonuçta aciz birer insan olduklarını zamanla fark
ettikleri için, karşı tarafın en ufak bir acizliğinde bile ondan soğur ve ona
olan sevgilerini yitirirler. Karşı tarafın uykudan yeni kalkmış hali,
terlemesi, yüzünde sivilce çıkması, hastalanması, ona karşı sevgisinin
azalmasına sebep olur.
Toplu ortamlarda sık sık
birbirlerini aşağılarlar. Özellikle "aptal" konumuna düşmemek için
arkadaşlarının yanındayken onu beğenmediğini ifade eden, kusurlarını ortaya
çıkaran konuşmalar ve gülüşmeler sık sık yapılır.
Tüm bunlara rağmen daha
iyi birini bulamama korkusu ilişkiyi devam ettirir. Aradaki kavga ve
ayrılmalara rağmen yeni birini bulamayınca birbirlerine dönerler. İyi-kötü
çıktığı birisinin bulunması, etrafta tek başına bilinmekten daha iyidir.
Ayrılma durumlarında ilk
kimin bırakacağı da çok önemlidir. Sırf ilk bırakanın kendisi olması için bile
ayrılanlar çok olur. Arada kavga çıkarmak ve kapris yapmak ise "kolay biri
olmama" açısından çok önemlidir. Ayrılmanın ardından eğer barışma söz
konusuysa alacağı hediye önemli olur. Çünkü alacağı hediyenin maddi değeri
kendisini ne kadar sevdiğini gösterecektir. Flört dönemi kızın da erkeğin de
şahsiyetlerinin, ahlak değerlerinin, kendilerine saygılarının yavaş yavaş
kaybolmaya başladığı bir dönemdir. Büyük ölçüde gösteriş, maddiyat, cinsellik,
karamsarlık ve samimiyetsizlik üzerine kurulu böyle bir dönemin herşeyi yeni
öğrenip yetişmeye başlayan bir insanın üzerinde ileriki hayatını da etkileyen
yıkıcı ve kalıcı etkileri olur.
Tüm bu saydıklarımız,
adamlık dininde "flört" ya da "çıkma" olarak bilinen ilişki
modelinin gerçekte ne denli boş, ne denli sıkıntı verici olduğunu göstermektedir.
Oysa, dışarıdan bakan pek çok insan için, flört dünyanın en zevkli, en güzel
şeyi gibi gözükür. Bu imaj, özellikle konuyla ilgili filmler sayesinde
oluşmuştur. Binlercesi çevrilmiş olan bu filmlerde flört, iki insanı da son
derece mutlu eden, hayatı toz pembeye dönüştüren, insana hayatının en güzel
anlarını yaşatan bir ilişki olarak gösterilir. Fakat bu süslü tablo,
gerçeklerle hiçbir zaman uyuşmaz. Çünkü adamlık dininde, diğer tüm ilişkiler
gibi kadın erkek ilişkisi de samimiyetsiz ve çıkarcı bir mantıkla
yürütülmektedir. Her iki taraf da kibirleri, "hava atma" merakları,
samimiyetsizlikleri, güvensizlikleri nedeniyle sıkıntı verici, bunaltıcı bir
ruh haline girer.
Bu, gerçekte son derece
boş olan dünya hayatının insana süslü gösterilmiş olmasının bir sonucudur.
Kuran'da, dünya hayatının süslü gösterildiği sık sık vurgulanır. İnsanları
saptırmak için kıyamete kadar çabalayacak olan şeytanın da başlıca özelliği,
insana dünyayı süslü göstermesidir. Şeytanın konuyla ilgili vaadi şöyledir:
(Şeytan) Dedi ki:
"Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde
onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim
ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım." (Hicr Suresi, 39)
Eğer insan aklını
kullanmazsa şeytanın telkininin etkisi altına girer ve dünyadaki boş, geçici ve
sıkıntı veren şeylerin dış yüzündeki aldatıcı süse aldanır. Bu, flört ya da
"çıkma" ilişkisi için de geçerlidir. Genç kadın ya da erkek,
filmlerde gördüğü, etraftan öğrendiği duygusal atmosfere girer ve flört etmekle
dünyanın en mutlu insanı olacağını sanır. Oysa kısa süre sonra ortada hiç de
sandığı gibi mükemmel bir ilişki olmadığını anlayacaktır. Ancak bu bile onu
düşünmeye yöneltmez, artık eski sevgilisinden sıkıldığını ve yeni birisini bulması
gerektiğini düşünür. Ya da evliliği gözünde büyük bir hedef olarak belirler ve
asıl güzel günlerin evlenince başlayacağını sanır. İşte bu noktada kısır bir
döngü içine girmiştir ve aklını kullanmadığı için de ölene kadar bunun içinde
kalacaktır. Artık o, Kuran'daki "İnkar edenlere dünya hayatı çekici kılındı (süslendi)..." (Bakara Suresi, 212) ayetinin kapsamına girmiş ve "Kötü olarak
işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören"lerden olmuştur. (Fatır Suresi, 8) Bir diğer
ayette ise, söz konusu kişilerin durumları şöyle bildirilir: "Ahirete
inanmayanlara gelince; Biz onlara kendi yaptıklarını süslemişiz, böylece onlar,
körlük içinde şaşkınca dolaşırlar". (Neml
Suresi, 4)
Dünyanın süsü
aldatıcıdır, çünkü gerçek ve kalıcı değildir. Dünyadaki nimetler, ancak
ahiretteki nimetlerin eksik bir örneği, bir numunesi hükmünde yaratılmışlardır.
Ve bu nimetlerden gerçek bir zevk almak, ancak onları Allah'ın verdiğinin ve
ahiretin eksik bir örneği olarak yaratıldığının anlaşılması ile mümkün olur. Dünyada
huzur ve rahatlık elde etmenin tek yolu da yine Allah'a yönelmektir. Çünkü
ayette de bildirildiği gibi "... kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Rad Suresi, 28)
Adamlık dini mensupları,
bunu kavrayamadıkları, Allah'ı unutup, dünyanın geçici süsünü gerçek, sağlam ve
ebedi sandıkları için sapmakta ve sıkıntı çekmektedirler. Bir ayette, inkar
edenlerin dünya hayatına aldanışı şöyle tarif edilir:
İnkâr edenler ise; onların
amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet
ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. Onun hesabını tam
olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)
Buraya kadar da
incelediğimiz gibi, adamlık dininin kıstasları içinde yaşanan ve Allah
rızasından uzak olan bir kadın-erkek ilişkisinin umut, hayal ve beklentiler
açısından uzaktan süslü, güzel görülen bir seraptan farkı yoktur. Ancak işin
gerçeğiyle karşılaşıldığı zaman bu beklenti ve hayallerin boş, değersiz,
sıkıntı ve gerilimlerle dolu olduğu anlaşılır. Çünkü tarif edilen modelde,
insanlar fıtratlarına aykırı bir şekilde yaşamaktadırlar. Gerçekte insan
Kuran'da bildirilen güzel ahlaktan ve bu ahlakın kendisine gösterilmesinden
hoşnut olur. Aksi bir tavır, söz ve hareket bu fıtrata aykırı olduğu için her
insanı sıkar, rahatsız eder. Örneğin Kuran'da bildirilen sevgide, merhamet,
güven ve hoşgörü bulunmaktadır. Adamlık dininde hakim olan sevgide ise,
kıskançlık, merhametsizlik ve genellikle saygısızlık da bulunmaktadır.
Bu sistem, özenilmesi
gereken değil, aksine kaçınılması gereken bir sevgi anlayışıdır. Allah'ın
insanları yarattığı fıtrat üzerine hareket etmek, merhamet göstermek ve sevgi
beslemek doğru olanıdır.
ADAMLIK DİNİNDE FLÖRT
PSİKOLOJİSİ
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KRAL KARADENİZ TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 30 Ocak 2009)
ADNAN OKTAR: Romantiklik olayının kendisi komik zaten. Bir
insanın tiyatro sanatçısı gibi poz yapması, oyun oynaması, gerçek yüzünü
gizleyip, tamamen yapmacık mimikler ve yüz ifadesiyle, üslupla ve konuşmayla,
bir tiyatro sahnesinde bir oyun sergiler gibi yaşaması, hem komik hem çok zorlu
hem de bir azaptır. Böyle bir insanla konuşmak da çok zordur. Ki ben insanların
bayağı bir kısmının yapmacık olduğunu görüyorum. Yani akıllı bir insan
yapmacıklıktan şiddetle kaçınır, yapmacık bir insanı seyretmek, onunla konuşmak
çok rahatsız edici bir şeydir. Mesela kadınlarda da bazen erkeklere karşı öyle
tavırlar oluyor, erkeklerde de kadınlara karşı yapmacık tavırlar oluyor.
Koskoca delikanlı kadın gibi ağlıyor, anormal hareketler yapıyor, duygusal
konuşmalar yapıyor, bu kadını çok kızdırır, çok rahatsız eder. Kadının da
yapmacıklığı, sevmediği halde seviyor görünmesi, bazen öyle zengin birisini
gördüğünde, eli yüzü de düzgünse, arabası da varsa, birden çarpıldığını,
hayatta ilk defa böyle bir şeyle karşılaştığını, daha önce böyle bir şeyi hiç
hissetmediğini söyleyerek o garibimi kandırarak bir süre sonra tam istediği
çizgiye kadar getirebiliyor… Yani işin doğrusu dünyanın büyük bir bölümünde dev
bir tiyatro sergileniyor. Bu tiyatronun birçok oyuncusu var. Karşılıklı birçok
oyun oynuyorlar. Bu doğru değil. İşte ahir zamanda, Hz. Mehdi (as) devrinde bu
tiyatronun perdesi kapanacak ve insanlar artık gerçek insan olacaklar, gerçek
sevgiyle yaklaşacaklar, gerçek aklı ortaya çıkaracaklar, gerçek yüzlerini
gösterecekler. Artık maskeler kalkacak. İnsanların büyük bölümü maskeyle
geziyor. Bu maskeler kalkacak. Maskelerden dolayı da insanlar mutlu değil. Ben
dışarı çıktığımda insanların birçoğunun yüzünü güler göremiyorum, mutlu göremiyorum.
Çünkü maskeyle karşılaşıyorum. Gerçek insan,
insanın hoşuna gider. Gerçek yüz, insanın hoşuna gider. Maske insanı çok
rahatsız eder. Yapmacıklık insanı çok rahatsız eder.
Yani bir gerçek çiçek
vardır, mesela gerçek bir menekşe vardır, bir de plastik menekşe vardır,
satılır, plastikten yapılmış. Şimdi sahtelerini insanlar kullanıyorlar bayağı
bir yerde. Yani o menekşenin taklidini yapmaya çalışıyor, aşkın taklidini
yapmaya çalışıyor, aşık tarzında bir tiyatro sanatçısı gibi birşeyler yapmaya
çalışıyor, ama karşısındaki insan bunu hemen anlıyor, yani niçin seviyorsun
dediğinde arabası için, evi için ve tipi için diyor. Orada zaten aşk diye
birşey kalmadığı açık, belli, çünkü adamın tipi gittiğinde, tipine birşey
olduğunda ondan nefret edeceği ve hemen kaçacağı belli. Parasının gitmesi
durumunda da ondan kaçacağı belli, arabasının gitmesi durumunda da ondan
kaçacağı belli. O zaman bu oyuna ne gerek var? Ama işte bazı zavallı insanları
böyle kandırıyorlar, o da inanıyor hakikaten.
Adamlık Dininde
"Evlilik" Psikolojisi
Adamlık dininde evlilik dönemi, genç kız ve erkeğin belirli bir yaşa
gelmesiyle başlar. Artık anne ve baba çocuklarının "mürüvvetini"
görmek ve yıllardır verdikleri emeklerin karşılığını yavaş yavaş almak
istemektedirler. Genelde adamlık dininin evlilikleri, flörtten farklı olarak,
doğal tanışmalarla olmaz. Belirli yaşa gelmiş erkek ve kızların mutlaka
evlenmesi gerektiği düşünüldüğü için, bunu sağlayabilmek için birçok yöntem
denenir. Eğer kişiler bunu başaramıyorlarsa bu durumda iş ailelerine,
akrabalarına ve dostlarına düştüğü düşünülür. Bir önceki bölümde bahsettiğimiz
flört dönemi evliliğe giden bir adım olarak görülür. Fakat bu kişiler
tarafından iyi değerlendirilmediyse, evlilik için suni karşılaştırmalar ve
tanışmalar ayarlanır. Bu karşılaştırmaların da her yerde bilinen ve tanınan
ustaları vardır. Çevrede gençleri biraraya getirmesiyle ünlü, genelde yaşları
ilerlemiş bu kişiler, vakitlerini uygun kültürde, uygun zenginlikte, uygun
güzellikte ve uygun muhitte oturan gençleri aramakla geçirirler. Hemen her
ailenin böyle bir büyüğü ya da tanıdığı olur.
Böylece evlilik
döneminin tanışma faslı başlamış olur. Tanışma ayarlandıktan sonra iki taraf da
birbirlerini ailelerinin onlara öğrettiği süzgeçlerden geçirmeye başlar.
Nihayet ailesinin küçüklükten beri onun için harcadığı zaman ve imkanın
karşılığını onlara verme zamanı gelmiştir. İyi bir evlilik hem çevresi hem
kendisi hem de ailesi için gerekli ve şarttır. Tanışmadan sonra eğer her iki
taraf da birbirlerinin oturduğu muhiti, sosyal statüsünü, kıyafetinin markasını
ya da arabasını birbirlerine uygun görmüşse, tanışmadan sonra bir yemek ve
buluşma ayarlanır. Bu buluşma için kıyafet beğenme süresi oldukça uzundur. İki
taraf da sürekli bu buluşmada ne giyeceğini düşünür. Hatta bu düşünme olayına
aileler ve arkadaşlar da katılırlar ve giyilecek kıyafet el birliği ile
ayarlanır.
İki tarafın evliliğe
ikna olması için o kadar uzun bir zamana gerek olmaz. Kadın, erkeğin kendisini
geçindireceğine kanaati gelirse evlenir. Erkeğin de kadının kendisini iş veya
sosyal çevresinde iyi temsil edeceğine, yanında iyi görüntü vereceğine ikna
olması gerekir. Nişan kararlaştırılır. Nişan, "çıkma"nın toplum
tarafından onaylanmış halidir.
Samimiyetsizlik, ilk
baştan itibaren olayın en belirgin vasfıdır. Erkek aldığı çiçeklerle,
hediyelerle kısıtlı bütçesini zorlar, kıza ve ailesine gösteriş yaparak
kendisini zengin ve cömert göstermeye çalışır. Çünkü kızla evlenmesi, hakkında
zenginliği ile ilgili edinilecek imaja bağlıdır. Bu dönemde harcama yapmaktan
çekinilmez, çünkü yapılacak olan harcama ileride iki tarafa da ev, para,
kıyafet, prestij vs. olarak fazlasıyla geri dönecektir. Aile çok kısa zamanda
damat adayı hakkında bir tür kamuoyu araştırması başlatır. Herkesin damat
hakkındaki görüşleri alınır. Asıl amaç "Nasıl, etraftan beğenilen bir aday
mı?" sorusuna cevap bulmaktır. Damat adayının gelir seviyesi, malı-mülkü
hakkında bilgi edinilerek etrafa anlatılır. Eğer maddi durumu iyi ise dış
görünüşü ve ahlakı o kadar önem taşımaz.
Bundan sonra aileler
görüşmeye başlar. Bu görüşme, bir tür alış veriş görüşmesidir. Kızın ailesi,
kızlarının karşılığında ne alacağını hesaplar. Bu direkt olarak para olmasa
bile prestij, ün, şöhret, ev, mobilya gibi bir karşılıktır.
Karar verildikten sonra
düğün için para biriktirilmeye başlanır. Kıza hediyeler alınır. Nişanı kız
tarafı yapar. Karşılığında yüklü bir düğün bekler. Hangi tarafın bu iş için ne
kadar para harcayacağı önceden belirlenmiştir. Tam bir masraf paylaşması
yapılır. Düğündeki içeceklere kadar hangi tarafın neyi karşılayacağı bellidir.
Ailenin maddi durumu harcamaları karşılamaya yetecek kadar olmasa bile aile
borçlanarak ya da bir şeyler satarak bunu muhakkak üstlenir. Karşı tarafa
mahcup duruma düşmemek, parasız görünmemek bu kritik dönemde çok önemlidir.
Her iki tarafın da yakın
çevreleri, bedavadan yiyip-içip eğlenmek için düğünün yapılmasını dört gözle
beklerler. Fakat, bir yandan da gelin ve damada takı takmaları, hediye almaları
gerektiği için bunun sıkıntısını yaşarlar. "En ucuza nasıl hediye
ayarlarız?" problemi başlar. Gelinle damadın babalarından menfaati olanlar
iyi takı takar, iyi aile dostu gibi davranırlar.
Adamlık dininin
evlilikle ilgili törenlerine bakıldığında, dünya hayatının aldatıcı süsü olan
gösteriş merakı ve insanların rızasını arama hastalığı en üst düzeyde
gözlemlenebilir. Ailelerin nişan, düğün gibi şatafatlı törenler
düzenlemelerindeki ana amaç, insanlara gösteriş yapmaktır. Örneğin çeyiz açılma
günleri bütün komşular eve çağırılır. Eşyalar herkese gösterilerek eşe, dosta,
komşuya gösteriş yapılır. Davetliler ise genellikle çok beğendiklerine dair
abartılı tepkiler verirler. Ancak çoğu zaman kendi evlerine döndüklerinde kadar
kötü, işe yaramaz şeyler alındığı hakkında yorumlar yaparlar.
Düğün Psikolojisi
Adamlık dininde
insanların yaşamlarında çok önem verdikleri belirli dönüm noktaları vardır,
bunlardan bir tanesi de düğünlerdir. Düğün özellikle bayanlar için o kadar
önemlidir ki, o gün geldiği zaman herşeyin
değişeceğini, tüm hayallerinin gerçekleşeceğini düşünürler. Fakat birçok kişi
için düğün günü hayatlarının en sıkıntılı ve en gerilimli geçen günüdür. Çünkü
çoğunda yaşanan gerginlik ve tevekkülsüzlük nedeniyle düğünlerde neredeyse
büyük bir kabus yaşanır. Bunun nedenlerinden bazıları aşağıdaki gibidir.
Düğünde gelin, damat ve
aileleri belli çıkar hesapları içinde iken, davetlilerin de kendilerine özgü
ayrı çıkar hesapları vardır. Nişanlar ve düğünler davetli ailelerin çocuklarına
iyi aday bulmaları için ideal yerlerdir. Bu nedenle kızlarını ya da erkek
çocuklarını mümkün olduğunca pahalı kıyafetler giydirip beraberlerinde
götürürler.
Düğünde duygusal
konuşmalar yapılır. Bazıları yerli yersiz, sebepsiz ağlar. Niye ağladığını
kendisi de bilmez. Ailenin en yakınları ve büyükleri en çok ağlarlar. Arada,
"elimde büyüdü" demeyi de ihmal etmezler. Gelinin sabahtan itibaren
kıyafet ve saç hazırlığı başlar. O günün berber masrafları oldukça fazladır.
Herkes o gün neşeli ve cömerttir. Kız tarafı berberin çıraklarına o güne kadar
hiç vermediği bahşişleri verir, aristokrat ve zengin gözükmeye çalışır. O gün
herkes profesyonel bir organizatör gibi davranır. Etrafa emirler yağdırır, para
saçar. Anne, gerekli gereksiz herşeye ve herkese para verir; baba bundan dolayı
kavga çıkarır. Bu zaman zarfında sık sık bir köşeye çekilip ağlayanlar olur.
Daha sonra sıra resim
çektirmeye gelir. Fotoğrafçının önündeki üstünde bulut resimleri olan kırmızı,
mavi, beyaz renkli bezden fonların önünde gelin bir sandalyeye oturtulur. Damat
gelinin yanında poz verir. Samimiyetsiz olduğu açıkça belli olan resimler
çektirilir. Bu resimler daha sonra bir ömür boyu etrafa gösterilecektir. Zaten
çekilme amaçları budur. Gelinin nasıl bir düğün yapıp ne çeşit bir gelinlikle
evlendiğini, damadın gençken nasıl "fiyakalı" olduğunu ileride
herkesin görmesi gerekir.
Nikaha giderken arabanın
etrafı arı kovanı gibi dolar. Arabanın arka camında pasta altlıkları
yapışıktır, üstünde yaldız kaplı karton harfler bulunur. Bunlar gelinle damadın
baş harfleridir. Arabanın plakasında "evleniyoruz",
"evlendik" ya da "mutluyuz" gibi kalıplaşmış yazılar
vardır. Çoğu arabanın önünde plastik bir bebek oturtulur. Bu, daha sonra
doğacak olan bebeğin simgesidir. Aileler gelinle damadın nerede ne
yapacaklarını, kimlere ne cevap vereceklerini, nerede gülümseyip, nerede
ağlayacakları önceden kararlaştırmıştır.
Düğüne gelen davetliler
de küçük çıkar hesapları yaparlar. Yakında kızını nişanlayacak ya da
evlendirecek olan varsa, iyi takı takar ki ileride kendi kızına da pahalı
şeyler takılsın. Takıları en çok görünecek şekilde, düğün salonunun ortasına
kadar gelerek herkese göstere göstere takarlar. Davetlilerin hepsi gecenin
yıldızı olmayı isterler. Kıyafetler ona göre ayarlanır. Taraflar takı takma
merasimini özellikle video kamera ile kaydederler. Amaç kimin ne taktığını
tespit etmektir. Davetlilerden birine takı takma durumu olduğunda onunkiyle
denk olanı takmak esas gayedir. Daha iyisini takmak "enayilik", daha
kötüsünü takmak ise fakirlik belirtisi olarak kabul edilir. Herkes üstüne
düşeni yapmıştır. Misafirler bedava yemek yemekten mutludurlar. Aileler de hem
hava atmış hem de iyi bir alış veriş yapmış olmanın mutluluğunu yaşarlar. Gelin
ve damat ise oldukça yorgun ve rahatsızdır. Bütün masalar gezilip el öpme,
tokalaşma merasimleri yapılır. Herkesin gözü üstlerindedir. Özellikle dikkatli
davranmak zorundadırlar.
Tasvir ettiğimiz türden
bir düğündeki insanların hemen hepsinin aklında benzer şeyler vardır: Diğer
insanlara gösteriş, maddi hesaplar ve dikkatle yerine getirilmesi gereken
samimiyetten uzak tavırlar. Buna karşın, bu insanların hemen hemen hiçbirinin aklında
Allah yoktur. Hiçbiri, içine daldıkları uğraşıdan silkinip Allah'ı düşünmeyi, O'nu tesbih etmeyi,
Rabbimiz'e hamd etmeyi düşünmez. Hareketlerinin Allah'ın rızasına uygun olup
olmadığı konusunda da bir kıyas içinde değildirler. Gereksiz yere harcadıkları
paranın israf hükmüne girebileceğinin farkında değildirler.
Önceki paragraflarda
saydıklarımız, adamlık dini toplumu içinde kültürel, sosyal ve maddi açılardan
standart düzeye sahip bir çoğunluğun evlilik sırasında gösterdikleri klasik
tutum ve davranışların, sahip oldukları psikolojilerin bir tasviridir. Tabi ki
bundan daha farklı psikolojide ve ortamda evlenen kişiler de olmuştur. Toplumun
çeşitli kesimlerinin evlilik konusunda gerek tanışma, gerek evliliğe hazırlık,
gerekse törenler açısından birbirinden oldukça farklı tarzları olabilir. Kimisi
görücü usulüyle, aileler ya da aracılar vasıtasıyla tanışırken, kimisi okuduğu
üniversitede veya çalıştığı iş yerinde ya da arkadaş çevresinde evleneceği
kişiyle tanışır. Kimisinin düğünü sıradan bir düğün salonunda, kimisininki beş
yıldızlı otelde çok daha gösterişli ve ihtişamlı olur. Kimisi daha klasik,
gelenek ve göreneklere uygun bir stil izler, kimisi daha modern, Avrupai bir
tarzı benimser, kimileri de farklı ve orijinal bir şeyler yapmaya çalışarak dikkat
çekmeye, ilgi toplamaya çalışır. Ancak farklı olan yalnızca mekanlar, dekorlar
ya da çiftlerin birbirleriyle tanışma şekilleridir. Önemli olan nokta, adamlık
dini toplumunun her kesiminde evliliğin son derece çarpık bir mantık içinde
uygulanıyor olmasıdır. Evlilik, birbirini seven ve sayan iki insanın nikah bağı
ile bağlanması değil, içinde yüzlerce cahiliye adetinin ve garip ayinlerin yer
aldığı, gösterişe, çıkar hesaplarına dayanan, samimiyetsiz ve riyakar
tavırlarla bezenmiş bir garip müessese halini almıştır.
Kültürel ve toplumsal
statüleri ne olursa olsun her kesimden adamlık dini mensuplarının,
gösterişiyle, hava atmasıyla, beklenti ve menfaatleriyle evlilik olayına
yönelik temel mantık ve yaklaşımları, psikolojileri aşağı yukarı birbirleriyle
aynıdır: Yani, "Bilin
ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir
süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
'çoğalma-tutkusu'dur..." (Hadid
Suresi, 20) ayetinde bildirilen bakış açısını taşır ve harfiyen uygularlar.
Zaten adamlık dininde Allah'ın rızasının en çoğunu gözetmek, Allah'ın
sınırlarını korumak, O'nun belirlediği şekilde bir yaşam sürdürmek gibi
kavramlar yer almadığına göre, geriye kalan yegane yol da nefis, heva, heves,
tutku ve ihtirasların yolu olmuş olur. Şekiller, yöntemler değişse de, zihniyet
hep aynı kalır.
Evlilik Sonrası
Önceki sayfalarda konu
edindiğimiz çarpık zihniyet evlendikten sonra da devam eder. İlk günün sabahı
birbirlerini yataktan kalktıkları halleriyle gören kadın ve erkek, ilk
pişmanlık duygularını tadarlar. Çoğunlukla, daha önceden birbirlerini o durumda
görmedikleri için birbirlerine itici gelmeye başlarlar. Aynı evin içinde
yaşamaya başlayınca birbirlerinin daha önce bilmedikleri değişik
alışkanlıklarına ve kişilik yapılarındaki anormalliklere şahit olmaya
başlarlar. Daha önce gözlerinde
büyüttükleri bu insan zamanla değerini kaybetmeye başlar ve bu durum kısa
sürede aralarında soğukluk oluşmasına sebep olur. İçten içe besledikleri bu
olumsuz duygular zaman içinde artarak devam eder. Aradaki sevgi anlayışı
yüzeysel olduğundan, bir süre sonra sevgi zannedilen duyguların zorunlu bir
alışkanlık haline dönüştüğünü görürler.
İlk aylar ayıp olmasın
diye birbirlerine bu hislerini fark ettirmeyen ve iyi geçinmeye çalışan
karı-koca, zaman geçtikçe saygılarını yitirmeye, kaba, kırıcı, tahammülsüz ve
düşüncesiz olmaya, birbirlerinden soğuduklarını belli eden tavırlar göstermeye
başlarlar. Fakat bunu etrafa sezdirmemeye çalışırlar. Ancak çevreleri zaten bu
çarpıklığın farkındadır ve bu süreç doğal bir olay olarak kabullenilir.
Evliliğin ilk günlerine "balayı" denmesi bunun ilginç bir
göstergesidir; belli ki kısa bir süre sonra balayı bitecek, bıkkınlık, sıkıntı,
hatta kavga dolu aylar ve yıllar başlayacaktır.
Evliliğin ilerlemesiyle
birlikte çocuklar, geçim derdi gibi genel sorunlar ve bunların doğurduğu
psikolojik ortam evdeki hakim yapıyı belirler. Ev sakinleri arasında sürekli
gergin ve sinirli ilişkiler yaşanır. Para, sürekli
konuşulan konudur. Karı koca arasında sahiplenme, kıskançlık gibi konular
bitmez tükenmez bir gerilime ve kavgalara sebep olur. Erkeğin hep işinden
bahsetmesi, karısının konuştuklarını dinlememesi, sürekli televizyon
seyretmesi, karısına ve çocuklarına karşı ilgisiz ve asabi olması evin doğal
ortamını oluşturur.
Evde genelde dağınıklık
hakimdir. Ayrıca temizliğe de dikkat edilmez. Bu yüzden dışarıdan birinin
normal zamanda evin halini görmesi istenmez. Evdeki mobilyalar, takımlar, masa
örtüleri, vs. gibi eşyalar, ev sakinlerinin rahatından çok dışarıdaki insanın
takdir etmesine yönelik olarak ayarlanır. Misafirler için özel bir oda ayrılır.
Bu odada ev sakinleri pek oturmazlar; orası evin gösteriş kısmıdır. Evin en
pahalı ve iyi eşyaları orada misafirlere sergilenir. Tabi
ki bir insanın misafirleri için özel ortam hazırlaması ve onların rahatını
gözetmesi bir güzel ahlak özelliğidir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi,
adamlık dinini yaşayan insanlarda misafire özel oda hazırlanmasının amacı o
kişinin rahatının ve keyfinin düşünülmesi değil, gereği gibi hava atılabilecek
bir imkan sağlanmasıdır.
Çocuklar ise ev dışında
en büyük gösteriş unsurudur. Zaten ilk baştan itibaren çocuğa yönelik bakış
açısında büyük bir çarpıklık vardır. Anne ve baba çocuğu sahiplenir, ona hayat
veren kendileriymiş gibi düşünür ve davranırlar. Herşeyi yaratanın Allah olduğu
ve herşeyin gerçek sahibinin O olduğu düşünülmez. Çocuğu sahiplenen anne-baba,
bir süre sonra da onu kullanarak etrafa gösteriş yapmaya, avami deyimle
"hava atmaya" başlarlar. Çocuğun zeki ya da güzel oluşunu sık sık
gündeme getirir ve bununla övünürler, sanki çocuktaki güzellik ya da zeka
kendilerinden kaynaklanıyormuş gibi davranırlar. Hatta çocuğun herhangi bir
güzel yönü hakkında "bana çekmiş de ondan öyle
olmuş" gibi yorumlar yaparak kendilerine pay çıkarırlar. Zaman ilerledikçe
çocukla gösteriş yapmanın boyutu genişler. Okuduğu okullar, arkadaş çevresi,
gezdiği yerler bir övünç vesilesi olarak eşe dosta anlatılır. Adamlık dini
ailelerinde, çocukla gösteriş yapmanın yanı sıra, çocuğu hayatın gayesi ve
anlamı haline getirme alışkanlığı da çok yaygındır. Kimi anne-babalar
çocuklarını yaşamlarının tek amacı olarak görür, tüm hayatlarını ona iyi bir
gelecek hazırlamaya adadıklarını söylerler. Oysa tüm insanların hayatlarının
tek amacı Allah'a kulluk etmek olmalıdır. Hayat ancak Allah'a adanır. Bir
insanın çocuğuna bakması da, ancak Allah rızası için yapılacak bir ibadettir.
Kadınların tüm hayatı,
evlilik hedefine göre ayarlanmıştır. Genç kızlıktan itibaren bu hedef, hayatın
en önemli amacı olarak kabul edilir. Kızların kiloları, kıyafetleri,
tahsilleri, zevkleri, çevreleri hep iyi ve kazançlı bir evliliğe göre
ayarlanır. Genç kızların önemli bir bölümü, üniversiteye "koca
bulmak" için giderler. Çünkü koca, özellikle de zengin bir koca, hayatın garantisi
olarak görülmektedir. Genç kadın, hayalinde, kendisini geçindirecek, koruyacak,
gözetecek bir koca modeli oluşturur ve tüm genç kızlık dönemini onu bulmak için
geçirir. Oysa Kuran'da bize bildirildiğine göre, insana rızık veren,
koruyup-kollayan, kendisinden yardım umulmaya layık olan, ancak ve ancak
Allah'tır.
Bu mantık içinde
evlilik, iki insanın birbirine olan sevgisini ifade etmenin meşru bir aracı
olmaktan çıkar ve sık sık ifade edildiği gibi bir "müessese"ye
dönüşür. Evlilik döneminde de bu "ticari" sözleşmeyi başarıyla
tamamlamış olmanın heyecan ve mutluluğu yaşanacaktır. Ancak çok kısa bir süre
sonra ortaya çıkan sevgisizlik, saygısızlık ve davranış bozuklukları
insanlarda, bir yerlerde yanlış yaptıkları hissini ortaya çıkartacaktır. Ne var
ki, Allah'a yönelip Kuran ahlakıyla davranılmadığı müddetçe, buradan geriye
dönüş genelde yoktur. Olsa bile, bu bir çözüm getirmeyecektir. Çünkü evlilikten
geriye dönüş de, aynen evlilik gibi, adamlık dininin gerekleri uygulanarak
yerine getirilecek, bundan sonraki hayat da adamlık dininin gereklerine uygun
olarak sürdürülecektir.
Eğer bir hata aranacaksa
bunu, tek tek olaylarda değil, bütün bu olayların temelinde yer alan ve tüm bu
çarpık sistemin üzerinde yükseldiği ve insanları her durumda mutsuzluğa,
hüsrana ve kayba sürükleyen batıl felsefede yani, "adamlık dini"nin
kendisinde aramak gereklidir.
ADAMLIK DİNİNDE EVLİLİK
PSİKOLOJİSİ
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KAÇKAR TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI (29 Ocak 2009))
ADNAN OKTAR: Mesela kadın evleneceği vakit aradığı kıstaslar
oluyor. Önce parası, birinci derecede parası. Sonra tahsili, sonra iyi bir
mevkide olması, arabası, yazlığının olması gibi, yani kat kat gelişen
özellikleri arıyorlar. Şimdi bunu aradığında, o zaman Allah’ın ona verdiği
tutkuyu kullanamaz insan. O zaman da o evin ona hiç bir faydası olmaz. Ev
sadece ona han gibi bomboş bir yer gibi gelir. Hiçbir etkisi olmaz. Arabası da
sadece onu bir yerden bir yere götüren teneke yığını, bir metal yığını gibi
olur. Bunlar Allah sevgisi ve Allah tutkusuyla bir anlam kazanacak şeylerdir.
Dolayısıyla Peygamber Efendimiz (sav) diyor, malı için evlenen malından mahrum
olur, güzelliği için evlenen güzelliğinden mahrum olur diyor. Bir gün grip
nezle olur, güzelliği bir anda gider, tiksinebilir, insan hiç ummadığı şeyden
bile tiksinir. Mesela onun bir aciz halini görür iğrenir ve bir daha ondan
kurtulamaz.
… Para o tip insanlarda
bilakis bunalım meydana getirir, çünkü parayı muhafaza etmek için daha fazla
tedbir alması lazımdır. Mesela çeklerim ödenmedi diyor, onun için canı yanıyor,
parayı bankaya koyuyor ya banka da iflas ederse ne yapacağız diyor, yastığın
altına koyuyor yine olmuyor, küpe koyuyor ya küpü bulurlarsa diyor. Yani çok
canını yakar, çok huzursuz olur. Ancak Allah aşkıyla insan huzur bulabilir,
tevekküllü ve rahat olabilir. Yani para arttıkça şahısların birçoğunda
huzursuzluk ve acı da artar. Bunu dışarıda da, dış alemde de görüyoruz birçok
vakalar vardır, tek tek örnekler vermek istemiyorum, ama insanlar bunu
etraflarında çokça görürler.
Adamlık Dininde "Kadınlık" Psikolojisi
Adamlık dininin topluma aşıladığı en önemli telkinlerden biri de, insanlara
kadın veya erkek olmalarına göre, yine bu dinin saptadığı birtakım farklı ve
garip kişilik ve ruh yapılarını benimsetmesidir. Oysa müminler arasında
karakter cinsiyete göre değişmez. Tek ve ortak olan ideal mümin ruhu vardır.
Adamlık dininde ise, kişinin karakteri kadın ya da erkek olmasına göre suni bir
yönlendirme ve toplumsal telkinle değişir.
Kadınlar, adamlık dini
toplumu tarafından üretilen güçlü bir telkinin sonucu olarak oldukça zayıf bir
karakter ve beceriksiz bir tavır kazanmışlardır. Cesaret, akıl, kararlılık,
çeviklik, zeka, beceri, sıkıntı ve zorluklara karşı dayanıklılık gibi vasıflar
adamlık dininin kadına tahsis ettiği rolde yeri olmayan, olsa bile her zaman
silik ve eksik kalan özelliklerdendir. Bütün bu özelliklerin erkekte bulunması
gerektiğine dair hem erkeklerde hem de kadınlarda ön yargılı bir kabullenme
vardır. Kıskançlık, kapris, şikayet, acizlik, duygusallık gibi unsurlar ise hep
kadınlığın göstergeleri olarak tanımlanmıştır.
Adamlık dini, kadın
ruhunu kadınlara acizlik, akılsızlık, cahillik, saflık ve beceriksizlik olarak
yaşatır. Kadın bu dinin çarpık kuralları doğrultusunda bu görünümün içine girme
ve bu ruhu yaşama zorunluluğunu ister istemez kabul eder. Kendisine tayin
edilen bu ruh hali onda bütün tavır ve davranışlarıyla farklı bir kişilik
meydana getirir. Bu ruhsal ve psikolojik zaafların, eksikliklerin onun kadın
olmasının bir gereği olduğu ve bunun doğal olduğu yanılgısı bilinç altına işlenmiştir.
Toplumun kendisine biçtiği akılsızlık, cehalet, beceriksizlik rolünü benimseyen
kadın, zamanla gerçekten akılsız, beceriksiz ve cahil bir hale gelir.
Bu batıl dinin saptadığı
anlayışa göre kadının ön plana çıkması gereken yönleri, ancak onu "dişi"
yapan özellikleridir. Aklın ve ahlak güzelliğinin yerine yüz ve vücut
güzelliği, alımlı olması, bakımı, duygusallığı gibi... Kendilerinin toplumun en
kültürlü, en çağdaş kesimine ait olduğunu sananlar bile bu kurala riayet
ederler.
Bu çirkin mantıklar üzerine
adamlık dininin kendine özgü çarpık görgü ve ahlak kuralları da bina edilir.
Adamlık dininin kadınlar
için belirlediği özelliklerin başında "düşünmemek" gelir. Bu nedenle
bu batıl inancı benimsemiş bir kadın genellikle zihnini hiçbir konuda çalıştırma
gereği duymaz. Başkalarının düşüncelerinden istifade ederek yaşar. Hiçbir
konuya çözüm getirmez, önüne sunulan çözümleri uygular. Örneğin eğer ailesi
ekonomik olarak zor duruma düşmüşse çözümü kocasına bırakır. Kendisi ise hangi
işin kendilerine daha faydalı olacağı, geçimlerini sağlayabilmek için nasıl bir
yol izlemeleri gerektiği gibi konularda hiçbir alternatif getirmez. Sadece
eşini eve para getirmemekle suçlayarak, kendisini bu konunun tamamen dışında
görür.
Adamlık dinindeki kadın
karakterinin bir diğer özelliği de "gelişmeye ve ilerlemeye kapalı
olması"dır. Bu nedenle birçok kadın kültür, görgü, yetenek, tecrübe
birikimini artırmak için çaba sarf etmeye gerek duymaz. Dolayısıyla da
genellikle bilimsel gelişmeleri, teknolojiyi, ekonomiyi, siyaseti takip etmez.
Tek ilgili alanı fiziksel görünümü veya sadece kendi mesleği ile ilgili
konulardan ibaret kalır.
Hatta adamlık dininde
inanç bile kadına hazır olarak sunulur. Evleneceği kişinin inancı ne yöndeyse
kendisini ona göre şekillendirir. Eğer evleneceği kişi dindar biriyse dinle
ilgilenmeye başlar, eğer evleneceği kişi iman etmiyorsa veya Allah'ın emirleri
konusunda gevşek davranıyorsa, kadın da vicdanen Allah'ın varlığını bilse bile
eşi gibi yaşamaya başlar. Evleneceği kişinin mantık örgüsünü, hayata bakış
açısını, zevklerini, dünya görüşünü, değer yargılarını hazır model olarak
tümüyle benimser ve buna göre yaşamına devam eder. Bu nedenle adamlık dinini
yaşayan çoğu kadının kendisine ait bir "doğru-yanlış" anlayışı olmaz.
Ya eşininkileri, ya erkek arkadaşlarını ya da anne babasının değer yargılarını
benimseyerek kendisine bir yol belirler.
Bu şeytani dini yaşayan
kadınların hayatlarını sürdürebilmeleri için mutlaka desteğe ve korunmaya
ihtiyaçları vardır. Nitekim çoğunlukla çevrelerindeki zayıf, çaresiz kalmış
insanları koruyan, onların hakkını savunan ve onlar adına mücadele eden bir
kişilik göstermezler. Kimseyi korumaz ama kendisi korunur, kimseyle ilgilenmez,
ancak onunla ilgilenilir, kimse adına mücadele etmez ancak onun rahatı adına
mücadele edenler olur.
Korkaklık da bu batıl
dinin kadın karakterinin bir parçasıdır. Birçok kadın aslında hiç korkmadığı
durumlarda bile sırf korku dolu bir tepki vermesi gerektiğine inandığı için
çığlık atar, abartılı hareketlerle yüzünü kapar veya heyecanlanmış gibi
görünür. Örneğin korku filmine giden bir kadın, filmden hiç etkilenmediği halde
çok korkmuş gibi yapabilir. Gerçekte korkulacak bir yönü olmayan, bir çocuğun
bile cesaretle karşılayabileceği olaylar karşısında çığlıklar atabilir, ani ve
sivri tepkiler verebilir. Çünkü cahiliye toplumunda korkunun kadına yakıştığı
veya kadın olmanın bir gereği olduğu inancı vardır. Halbuki Allah'tan başka
korkulacak hiçbir varlık ya da olay yoktur. Bu gerçeğin farkına varmak ve
(fiziksel reflekslerin dışında) kalben uygulamak tüm insanların üzerinde bir
sorumluluktur.
Cahiliye toplumunun
kadın için belirlediği bu karakterin bir diğer özelliği, daha önce de
belirttiğimiz gibi yeteneksizliktir. Birçok kadın küçüklükten itibaren
yeteneksiz olduğu inancıyla yetiştirilir. Bu nedenle de el becerisi zayıf olur
ve hiçbir şekilde bu konuda kendisini geliştirme gereği duymaz. Örneğin adamlık
dininde, bir kadının bozulan bir elektronik aletin nasıl tamir edileceğini
öğrenememesi veya karmaşık bir aletin nasıl çalıştırılacağını anlayamaması son
derece doğal görülür. Ya da patlayan bir lastiği değiştirememesi, el beceresi
gerektiren birçok işte başarılı olamaması da makul karşılanır. Halbuki bu
tümüyle adamlık dininin kadınlar üzerine yakıştırdığı yapay bir özelliktir.
Birçok kadın aslında son derece becerikli ve pratik olabilecekken sadece bu
telkinle kendisini yeteneksiz olduğuna inandırdığı için bu tip işleri
beceremez. Tabii ki fiziki gücünü aşan işleri yapmaması doğaldır ama bunun
dışında kalanlar tümüyle aldığı telkinin bir neticesidir.
Adamlık dininin kadına
bakış açısı son derece küçük düşürücüdür. Çünkü adamlık dininde kadın
küçüklükten itibaren "iyi yemek yapmayı öğrenmezsen, dağınık olursan
okumazsan kimseyle evlenemezsin, görünümüne dikkat edeceksin ki evde
kalmayasın" gibi telkinlerle büyütülür. Aileler kızlarını özel okullara
gönderirken, görgü öğretirken, kitap okumasını, bir müzik aleti çalmasını veya
sanatla ilgilenmesini tavsiye ederken tek düşündükleri, iyi bir evlilik
yapmasıdır. Bu nedenle küçüklükten itibaren kendisini bu gözle görmeye alışmış
bir genç kız büyüdüğünde de mutlaka tüm özelliklerinin maddi olarak
karşılanmasını ister. Bu nedenle para her zaman bu tip kadınlar için birinci
dereceden önemli olur. Sahip oldukları özellikleri maddi olarak
karşılayamayacak birisiyle asla birlikte olmak istemezler. Böyle bir
birliktelikte kendi tabirleriyle "harcandıklarını" düşünürler. Bu
nedenle eğer adamlık dinini yaşayan bir kadının eşi yeterli maaş alamıyorsa bu
mutlaka bir kavga konusu olur. Kendisine iyi bakamadığı, istese başka biriyle
de birlikte olabilecekken onunla evlendiği, böyle biriyle evlenerek göz göre
göre hayatını mahvettiği gibi sözlerle değerinin iyi verilemediğini ifade eder.
Bu nedenle adamlık dini evliliklerinde "para" konusu mutlaka bir
problemdir.
Kuran'da cahiliye kadın
karakterinin "entrikacı ve plancı" olduğundan da birçok ayette
bahsedilmektedir. Hz. Yusuf'u entrikalarıyla hapse attıran kadının yaptıkları
üzerine indirilen bir ayette din ahlakından uzak yaşayan kadınların bu yönüne
şöyle dikkat çekilmektedir:
Onun gömleğinin arkadan
çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): "Doğrusu, bu sizin
düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür" dedi."
(Yusuf Suresi, 28)
Toplum içinde de bilinen
tabiriyle "kadın entrikası", karşıdaki insanı aldatmaya ve
ikiyüzlülüğe dayalıdır. Ancak adamlık dini, kadın entrikasını meşru hale
getiren bir model oluşturmuştur. Örneğin erkeği yumuşatmak için kadının
kendisine saf, masum bir görünüm vermeye çalışması ya da yaptırmak istediği bir
şey olduğunda gözleri dolarak ağlamaya başlaması… Kıskandığı bir kadın hakkında
alttan alta kötü propaganda yapması, övüyormuş gibi yapıp aslında yermesi gibi…
Karşı tarafın üzerine düşmesi ve dolayısıyla kendisini değerli göstermek için
soğuk ve ilgisiz bir tavır içine girmesi, kendisi istemediği halde aranıyormuş
veya ilgileniliyormuş gibi görünmeye çalışması, özellikle telefonla aramaması,
hal hatır sormaması, neşeli ve konuşkan olmaması gibi taktikler de adamlık
dininin kadın entrikalarıdır. Bir genç kızın erkek arkadaşını kıskandırmak için
diğer erkek arkadaşlarıyla daha sık görüşmeye başlaması, çevresindeki erkeklere
karşı daha ilgili bir tavır içine girmesi, hiç ilgilenmediği bir insanla
ilgileniyormuş havası vermesi, çocukluktan öğrendiği bu "kadın entrikalarının"
bir parçasıdır.
Adamlık dininin kadın
karakteri temelde sinsilik üzerine kuruludur. Bu nedenle bu inanç içinde
yetiştirilmiş bir kadın, dışarıya gözü yaşlı, masum, yumuşak bir insan görünümü
verirken içte çok zalim bir yapı barındırabilir. Örneğin maddi olarak güç
durumda olan eşinden tatil parası alabilmek için gözyaşlarına boğulabilir. Veya
pahalı bir kıyafet alabilmek için kapris yapabilir, kavga çıkartabilir. Dıştan
çok hassas bir insan gibi görünürken, aslında zor durumda olan bir insana sırf
kendi çıkarı ve rahatı için bir kat daha yük yükleyerek son derece zalim bir
tavır gösterir.
Adamlık dininde
kadınların birbirleriyle işbirliği yaparak kocalarını nasıl idare
edebileceklerine yönelik planlar kurmalarına da çok sık rastlayabilirsiniz.
Halbuki bu tümüyle şeytanın yönlendirilmesiyle yapılan bir tavır bozukluğudur.
Birbirlerinden aldıkları taktiklerle eşlerini belirli konularda idare etmeye
yönelik bir politika belirlerler. Bu konuda birbirlerine tavsiyelerde
bulunurlar. Örneğin "akşam en sevdiği yemeği hazırla, güler yüzlü ol,
sevdiği bir programı seyrederken alacağın kıyafetin parasını söyle",
"önce bir çay ikram et, sigarasını yak, havadan sudan sohbet et, sinirleri
yatıştıktan sonra konuyu açarsın" gibi tavsiyeler kadınların kocalarının
gıyabında belirlediği taktiklerdir. Veya "kıskandırmak istiyorsan süslenip
sokağa çık ve geç gel", "üzerine düşmesini istiyorsan fazla yüz
verme", "ne kadar ilgili davranırsan o kadar çabuk soğur,
unutma" gibi samimiyetsiz tavsiyeler kadınların birbirlerine öğrettiği entrikalar
arasındadır.
Halbuki adamlık dini,
insanları fiziksel özelliklerine, farklılıklarına göre ayrı ruh yapıları ve
psikolojiler taşımaya iterken, Kuran'da tarif edilen din, bunun tam tersine,
insanları cinsiyet farkı gözetmeksizin tek ve mükemmel bir ruh haline, ideal
bir kişilik yapısına, üstün bir ahlak anlayışına yöneltir. Kadınlara ayrı,
erkeklere ayrı olarak ön görülen farklı ahlaki ve psikolojik modeller Allah'ın
dininde yer almaz. Kuran'da iman eden erkekler ve iman eden kadınların -adamlık
dininin tam tersine- tek, ortak ve ideal olan mümin ahlakına ve karakterine
sahip olduklarını bildirilir:
Şüphesiz, Müslüman erkekler
ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, gönülden (Allah'a)
itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan
erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar,
sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan
kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı
çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar
için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab Suresi, 35)
Mümin erkekler ve mümin
kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten
sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve
Resulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.
Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi,
71)
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, elbette ki kadınlarla erkekler arasında, fiziksel
farklılıklardan doğan birtakım toplumsal iş bölümü, sorumluluk paylaşımı gibi
düzenlemeler olabilir. Ancak bu düzenlemelerden kastettiğimiz herkesin anladığı
gibi -ve aslında tamamen adamlık dininin bir telkininden ibaret olan- kadının
yemek yapıp çamaşır, bulaşık yıkaması, vs. türünden beylik ayrımlar değildir.
Zira İslam'ın bu konularda kadına yüklediği özel bir sorumluluk yoktur. Allah
kadınla erkek arasında bir ayrım olmadığına şöyle dikkat çekmiştir:
Nitekim Rableri onlara
(dualarını kabul ederek) cevap verdi: "Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın
olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz
kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp-çıkarılanların ve
yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini
örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,)
Allah Katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en
güzeli O'nun Katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195)
Sonuç olarak erkek ve
kadının her türlü işi, kendi aralarında anlaşarak organize etmeleri en akılcı
çözüm olacaktır.
Bunun dışında,
kadınların ağır işlerde, onların fiziksel güç ve kapasitelerini aşan iş
kollarında çalışmaları özel bir zorunluluk olmadıkça tabii ki uygun değildir.
Ancak bunu kadınların aciz, yardıma muhtaç, eksik varlıklar olduğu şeklinde
yorumlayarak, onların bu tür bir ruh haline bürünmelerini telkin etmek, tamamen
Kuran dışı bir zihniyetin ürünüdür. Bu da adamlık dininin zihniyetidir ve
fiziksel yönden daha narin yaratılmış olan kadının karakterinin de zayıf olması
gerektiğine yönelik dolaylı ya da dolaysız pek çok telkini içinde barındırır.
Oysa kadın ve erkek arasında fiziki yapılarından kaynaklanan kas gücü
farklılığının dışında başka bir fark yoktur. Kadın da erkek de Allah Katında
aynı sorumluluğa sahiptir ve sorguya çekilecektir.
Adamlık dininin
kadınlara sunduğu bu "acizlik modeli", son derece normal, sağlıklı,
akılcı ve tutarlı hareket edebilecek bir kadını zavallı konumuna düşürür. Bu
acizlik yavaş yavaş karaktere işler.
Bu nedenle adamlık dini
kadını, mümin kadınlara özgü asil, şahsiyetli ve akıllı tavır ve görünümden son
derece uzaktır. Bu dinin şekillendirdiği kadın karakteri, Kuran'da, mümin kadın
ve mümin erkeğin kaçınması gereken, şahsiyet bozukluğu ve anormallik olarak
tanıtılan hemen hemen bütün tavırları içinde barındırır.
KOKONA KARAKTERİ
Okuduğunuz kitaplarda,
dost sohbetlerinde veya okulda "kokona" tabirini mutlaka
duymuşsunuzdur. Belirli bir insan modelini tarif etmek için kullanılan bu
ifade, aslında adamlık dininin önemli karakter çeşitlerinden biridir. Bütün
özellikleri din ahlakına ters olmasına rağmen, halk arasında çok yaygın kabul
görmüş ve hatta kimi çevrelerce saygın kabul edilmiştir. Bu kabulün sebebi
belki de bu karakterin bütün olumsuz yönlerinin, akılcı ve mantıklı bir
şekilde, Kuran ahlakı ile kıyaslanarak tarif edilmemiş ve insanların gözleri
önüne serilmemiş olmasıdır. Ancak bu bölümde okuyacaklarınızla söz konusu
karakterin bütün çirkinliklerine şahit olacak ve karşınıza çıkan din ahlakından
uzak birçok insanın bu karakteri bütün kurallarıyla uyguladığını göreceksiniz.
Kokona karakteri
yapmacıklık üzerine kuruludur
Kokona karakterinin en
önemli özelliklerinden biri, bu karakteri taşıyan kişinin hiçbir zaman gerçek
ruh halini, kişiliğini kullanmamasıdır. Tüm hayatı yapmacıklık üzerine
kuruludur. Hiçbir zaman olaylara karşı samimi, doğal ve içinden geldiği gibi
tepki vermez. Sevgisini içinden geldiği gibi göstermez, kalbinden geçenleri
olduğu gibi söylemez, gerçek ruh halini belli edecek şekilde bakmaz veya
konuşmaz.
Yapmacıklık, kokona
karakterini taşıyan insanların ana özelliklerindendir. Bu yapmacıklığın
getirdiği sahtekar bir ruh hali içinde olurlar. Örneğin kokona karakteri
gösteren bir insan, hiç umursamadığı bir olay karşısında çok üzülmüş görünümüne
bürünebilir. İçinde hiçbir şey hissetmemesine rağmen cahiliye kıstaslarının bir
gereği olarak "vah vah", "ah canım, sonra ne oldu",
"görüyor musun sen şu işi" gibi ifadelerle dinlediği olayın kendisi
açısından ne kadar üzüntü verici olduğunu anlatmaya çalışabilir. Ancak bu
tepkiyi verirken sadece söylediği sözler değil, ses tonu, bakışları, yüz
ifadesi, el hareketleri hatta oturuş şekli bile yapmacıktır. 40 yıl boyunca
beraber olduğu ve bütün ömrünü beraber geçirdiği en yakın arkadaşına dahi
hayatı boyunca bir kere bile gerçek yüzünü göstermemiş, gerçek sesiyle
konuşmamış veya gerçek kişiliğini yansıtmamış olabilir.
Kokona karakteri taşıyan
kişi, hiçbir zaman hiçbir insana karşı gerçek sevgi duymaz ve göstermez. Çünkü
bu karakterde yapmacıklığın yanı sıra bencillik hakimdir. Bu karaktere sahip
bir insanın hayatta en çok sevdiği kişi kendisidir. Herkesten çok kendisini
beğenir. Herkesten daha akıllı ve kültürlü olduğunu düşünür. Hayatta
kendisinden daha çok değer verdiği kimse yoktur. Çocukları, kocası veya anne ve
babası da dahil olmak üzere… Bu nedenle kimseyi içinden gelerek, içli ve samimi
bir sevgiyle sevemez. Dolayısıyla sevgi gösterileri de çok yapmacıktır. Örneğin
hiçbir zaman karşısındaki kişiye içinden geldiği gibi sarılamaz, iltifat
edemez, onun güzel yönlerini görüp dile getiremez. İltifatları her zaman
gösterişe dayalıdır ve sahtedir. Bu karakterdeki insanlar genellikle sadece
karşısındaki kişinin güzel bir kıyafetini över, nereden aldığını veya kaça
aldığını sorar. Ya da saç modelini beğenir, nerede yaptırdığını öğrenmeye
çalışır. Bir mücevher dikkatini çeker, buna iltifat eder. Ancak hiçbir zaman
karşısındakinin ahlakına veya görünümüne yönelik güzel özellikleri övmez.
Örneğin tevazuyu, merhameti, sabrı, vicdanı, Allah korkusunu, cesareti,
cömertliği dile getirmez. İnsanların fiziksel güzelliklerini de ön plana
çıkarmak istemez. Bu nedenle sevgi göstermeyi ve gönül almayı bilmez.
Bu karakteri yaşayan
kişinin her zaman iki yüzü, iki ses tonu, iki kişiliği vardır. Bunlardan biri
kendisine ait olan diğeri ise dışarıya gösterdiğidir. Örneğin hiçbir zaman
kalbinden geçenleri karşısındakine anında söyleyecek bir dürüstlüğe sahip
değildir. Bir insanı sevmese bile, ona karşı yapmacık sevgi gösterilerinde
bulunabilir. Cahil bulduğu bir insana, sahtekarca, ne kadar kültürlü olduğunu
anlatabilir, hiç beğenmediği bir kıyafete övgüler yağdırabilir. Bu nedenle
kokona karakteri gösteren insanların sözüne genellikle güven duyulmaz. Fikrine
danışılmaz çünkü mutlaka gerçek fikrini gizleyeceği ve ortama en uygun bulduğu
sözü söyleyeceği düşünülür. Böyle bir karakterdeki kişinin neşesi de doğal ve
samimi değildir. Gerçekten keyif aldığı, ruhen zevk aldığı veya sevindiği için
değil, gülmesi gerektiğini düşündüğü için güler. Kalbinde sıkıntı ve azap
yaşarken yüzünde gülümseme olur. Hiç zevk almadığı insanların yanında, çok
sıkıldığı ortamlarda bile -eğer çıkarı bunu gerektiriyorsa- neşeli görünümünden
taviz vermez. Gururuna ağır gelen bir durumda, aşağılandığını hissettiği bir
anda veya insanların kendisine değer vermediği ortamlarda dahi suni kahkahalar
atabilir.
ADAMLIK DİNİNDE KOKONA
KARAKTERİ
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN TEMPO
TV RÖPORTAJI, 31 MART 2009)
ADNAN OKTAR: Ahir zamanda sokaklarda da görüyorsunuz böyle
kokoş, dinsiz, saldırgan, eprimiş etli kadınlar türedi. Ağzından nefret
saçılan, gözlerinden nefret saçılan, saldırgan, küstah her şeyde bir kötülük
arayan, fitne arayan, içindeki sevgi kurumuş, muhabbet kurumuş, yok olmuş
insanlar. Böyle kirli oksit sarı insanlar... Yani bunların genel özelliği
dinsiz, ateist olmaları, cahil oldukları halde dine, İslam’a, Kuran’a karşı
nefret ve kinle yaklaşmaları. Kendi aralarında da birbirlerine düşman olmaları.
Çok dedikoducu, kindar ve pis olmaları. Bu insanlar Kuran’da kirli görülen,
kötü görülen kadın güruhudur. Böyle nefret dolu, halk arasında kokoş tabir
edilen, saldırgan yaşlı horozlara benzeyen, sinirli etleri, kirli tırnaklarıyla
falan adeta cadıyı andıran tipler oluyor. Bunlar gece gündüz fitne peşinde
olurlar. Nerede bir iyilik varsa onu bozmaya çalışırlar ve deli enerjisi oluyor
bu insanlarda. En ağır hastalığa yakalansa bile gece gündüz İslam’a saldırır,
Müslümanlara saldırır. Nerede iyi bir şey varsa gelip onları bozmaya çalışır.
Yani böyle cadı tıynetli, fitneci kadın tipi. İşte bunlardan Allah’a
sığınılıyor. Bunların, düğümlere üfürmesi odur, yani bunların yaptıkları büyü
denen şey kötü sözün tekrarıdır aynı zamanda. Kötü sözleri çok tekrar eder
bunlar. Kötülük peşinde koşarlar ve kötülüğün yayılması için gayret ederler.
Ahir zamanın büyücüleridir bunlar.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN
KAÇKAR TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 22 Ocak 2009)
ADNAN OKTAR: Genellikle öyle bilinir, ama bazı insanlar var
hakikaten öyle. Mesela tırnağı dört kat oje oluyor, saçını yaptırıyor bir hafta
on gün saçı o şekilde geziyor. Mesela fanilasını değiştirmiyor, haftalarca
duruyor, ama çok şık giyindiği kanaatinde, çok çok güzel giyindiği kanaatinde
oluyor. Mesela küpeleri paslanmış artık onlar kulağında enfeksiyon meydana
getiriyor, onlarla böyle gurur ve kibirle salınarak gidiyor, zannediyorum
onlara diyorlar kokana diye.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN AKS
RÖPORTAJI, 14 NISAN 2009)
ADNAN OKTAR: Mesela, kadınlarda da ben görüyorum, normalde, 50
yaşında 60 yaşında kadınlar çok hoş ve güzel olurlar, imanlı kadın. Ama
bakıyorum kokana ahlaklı tipler türedi son zamanlarda. Tiksinti verici,
saldırgan. İguana’ya benziyorlar. İnsan ürküyor. Bakışlarından ürküyor, nefret
dolu. Ne konuşsa ya dedikodu ya fitne ya iftira ya saldırganlık. Kardeşim hiç
mi ruhunda sevgiden bir ışık yok? Bir çiçeği sev, insana karşı bir muhabbet
duy. Bir kediye karşı, bir insana karşı şefkat duy. Dostun, ahbabın olsun.
Herkesten nefret ediyor. Çocuğuyla kavgalı, kocasıyla kavgalı, annesine
babasına saldırıyor. Komşularına karşı saldırgan. Böyle insanlar türedi, bu da
çok kötü tabi.
Kokona karakterini
yaşayan insanlar temizliğe önem vermezler
Bu insanlar dıştan
bakıldığında oldukça bakımlı görünürler. Çünkü gösteriş kokona karakterinde çok
önemli bir yere sahiptir. Ancak her konuda olduğu gibi temizlik konusunda da
sadece gösterişe yönelik bir anlayış hakim olduğu için bu insanlar, kimsenin
görmediği yerde son derece sefil bir hayat yaşarlar. Bu karaktere sahip bir insan
için temizlik sadece dışarıdaki insanların takdirini kazanmak için yapılan
külfetli bir iştir. Dolayısıyla bu zihniyete göre, kimse olmadığında temiz
olmanın gerekçesi de ortadan kalkmış olur.
Örneğin kokona karakteri
taşıyan kişilerin evlerinde genellikle sadece misafirlerin oturduğu odanın
temizliğine dikkat edilir. Ancak bu odanın da sadece görünen yerlerini
temizlerler. Koltuklara ilk bakıldığında son derece temiz görünür ancak
koltukların arka kısımlarının ya da alt kısımlarının büyük bir ihtimalle
aylardır silinmemiş olduğunu, her yeri toz kapladığını görebilirsiniz.
Kalorifer kapakları temizdir ancak bu kapakları çıkardığınızda ortaya çıkan
manzara son derece ilkeldir. Bu karakterdeki kişilerin evlerinde belki de
yıllardır dokunulmamış yerler vardır. Eski eşyaların durduğu dolaplar,
halıların altları, banyoların duvarları gibi detayda kalan yerler çoğunlukla
mikrop barındıran kirli bölümlerdir.
Ancak herşeyden önemlisi
bu insanların kişisel temizlikleri konusunda gösterdikleri umursamazlıktır. Kokona
karakterindeki kişinin en belirgin yönlerinden biri kirli ve günlerce
yıkanmamış bedeni üzerine yoğun parfüm sıkarak kirini örtmeye çalışmasıdır.
Dışarıdan bakıldığında güzel ve pahalı parfüm kokularıyla dolaşan bu insanlar
çoğunlukla günlerce su yüzü görmemiş olurlar. Berbere gittikten sonra bir daha
para vermemek ve saçlarının bozulmasını engellemek amacıyla çok uzun zaman
yıkamadan saçlarını muhafaza ederler. Bir yere giderken sadece görünür
yerlerini temizler ancak elbisenin altında kalan yerlerin bakımına asla önem
vermezler. Bu nedenle genellikle sürekli bakteri ve mikroplardan kaynaklanan
enfeksiyonlara yakalanır ancak çoğunlukla bunun bile farkına varmadan yıllarca
bu hastalıklarla birlikte yaşarlar. İkram ettikleri yemeklerin temizliğine önem
vermez, yaptıkları yemekleri genellikle iyi yıkanmamış sebzeler, eskiden kalma
yağlar, bayatlarıyla tazeleri karıştırılmış malzemelerle ucuza mal etmeye
çalışarak yaparlar. Çıkarları için karşı tarafın sağlığını tehlikeye atmaktan
hiçbir şekilde çekinmezler. Hatta temizliğe önem vermeden yaptıkları bu
yemeklerin insanların sağlığına zarar verebileceğini bile akıllarına
getirmezler. Çünkü kokona karakterindeki kişi artık bir müddet sonra pis
yaşamaya alışır ve bunu doğal hayat olarak kabul eder.
Tüm bunlar kokona
karakterinin dinsizlik sistemi üzerine kurulu olmasından kaynaklanmaktadır. Bu
nedenle vicdan kullanmaz ve mecbur kalmadıkları sürece Allah'ın emrettiği gibi
temiz, fedakar veya ince düşünceli olmazlar.
Dine karşı sapkın bakış
açıları
Kokona karakterinde din,
Kuran'da tarif edilen şeklinden çok farklı olarak algılanır. Bu karakterdeki
birçok kişinin sapkın bakış açısına göre dini inanç, kişinin Allah'a olan
bağlılığından değil, topluma kabul edilme arzusundan kaynaklanır. Diğer bir
deyişle belirli bir ölçüde dindar olmak, toplumun genel bir kaidesi olarak
yerine getirilmesi gereken bir yaşam kuralıdır bu sapkın mantığa sahip olan
insanlar için. Bu nedenle kokona karakterli kişi, dindarlığı da kendi düşük
aklınca bir gösteriş unsuru olarak kullanır. Bazı zamanlarda Allah'ı zikreder,
Allah'a inandığını, Kuran'ı kabul ettiğini söyler ancak dinin gerektirdiği
güzel ahlakı ve yaşam şeklini benimsemez. Allah böyle insanların varlığını,
Kuran'da Maun Suresi ile bildirmiştir. Ayetlerde Allah şöyle buyurmaktadır:
Dini yalanlayanı gördün mü?
İşte yetimi itip-kakan; Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz
kılanların vay haline, Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Onlar gösteriş
yapmaktadırlar. Ve 'ufacık bir yardımı (veya zekatı) da engellemektedirler.
(Maun Suresi, 1-7)
Bu karakterin kendisine
has, Kuran'dan tamamen uzak, sapkın bir din anlayışı vardır. Bu karakterdeki
insanlar, dindar olduklarını söyleseler de haramlar ve helaller konusunda son
derece gevşektir. Allah'tan gereği gibi, içleri titreyerek korkmazlar. Bu
nedenle, dinin kendilerince kolay olan hükümlerini uygulayıp, kendilerine zor
gelen veya çıkarlarına uygun düşmeyen hükümlerini görmezden gelirler. Örneğin
namazın bir vaktini kılar ancak günün diğer bölümlerinde eğer bir partiye
davetlilerse veya uykuları varsa ya da alışverişe çıkmaları gerekiyorsa
kolaylıkla yeni bir hüküm çıkararak, "hepsini kılmak gerekmiyor bir vakit
kılmak yeterli" diyebilirler. Elbette bu, son derece sapkın, Kuran'a da
sünnete de uygun olmayan bir bakış açısıdır. Ya da "benim niyetim önemli
ne yaptığım değil" gibi yanlış bir karara varabilirler. Oysa Allah
Kuran'da bunun doğru olmadığını da bizlere bildirmiştir.
Bu sapkın bakış
açısında, din sadece belirli günlerde, belirli kişilerin yanında veya belirli
olaylar esnasında gündeme gelir. Örneğin cenaze törenleri veya mevlütler kokona
karakterli insanların dini gündeme getirdikleri yer ve olaylardır. Çünkü bu tip
durumlar, onlar için sahte dindarlıklarını gösterecekleri fırsatlardır. Ölen
birinin arkasından dua okumak veya onun ahiretiyle ilgili konu açmak
çevrelerine dine verdikleri önemi göstermek açısından önemlidir. Elbette tüm
bunlar samimi niyetle yapılırsa güzel davranışlardır, ancak kokona
karakterindeki insanların farkı, ölen kişinin ahiretiyle ilgili konuşurken ya
da onun arkasından dua ederken Allah'ı unutmuş, ölümü ve ahireti kendilerinden
uzak görerek ve sadece çevredeki insanlara gösteriş yapma amaçlı olmasıdır.
Nitekim kokona
karakterinin felsefesini yaşayanların birçoğu bu tip durumlarda başına ince bir
tülbent takar, siyah ağırlıklı olarak şık ve pahalı kıyafetler giyerek cenazeye
gider. Cenaze sahiplerinin gördüğü yerlerde yüze hüzünlü ve acıklı bir ifade
verilerek başsağlığı dilekleri iletilir. Ölen kişinin ecelinin geldiğinden,
geride kalanların sağ salim yaşamasından bahsedilir. Ancak tüm bunlar
yapılırken Allah'a karşı acizliğini hisseden, ölümün kendisi için de çok yakın
olabileceğini bilen ve hesap vermekten korkan bir insanın ruh hali yaşanmaz.
Aksine o anda cenaze töreni, şekli ve kuralları farklı olan bir toplantı gibi
algılanır. Şıklık yarışı, dedikodular burada da devam eder. Kim gelmiş, kim ne
giymiş, kim ne marka başörtüsü takmış, kimin gözlüğü ne markaymış gibi konular
akılda olur.
Kokona karakterinin ruh
haliyle dinin getirdiği ruh hali birbirine taban tabana zıttır. Kokonalar,
Allah'ı sık sık anıyor gibi görünebilirler. Özellikle kaza, hastalık veya
kendileri için önemli gördükleri olaylar anında. Ancak Allah'ın her yeri sarıp
kuşattığını, kendilerine her an hakim olduğunu, kadere tabi olduklarını, hesap
vereceklerini, dinin kendilerine sorumluluk yüklediğini, Allah'ın azabını, adaletini, gücünü
çoğunlukla hiç düşünmezler. Belki de hayatları boyunca bu konuları
derinlemesine hiç düşünmemişlerdir. Genellikle Kuran'da emredilen ahlakı
bilmezler, bilseler de hiç uygulamazlar.
Kokona karakterinin bu
sapkın yönünü ortaya çıkarmak aslında çok kolaydır. Onlardan sadece Allah
rızası için bir fedakarlık yapmaları istense, bu çarpık zihniyetleri büyük bir
ihtimalle bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Çünkü kokonalar Allah'ı razı
etmek için en ufak bir zorluğa bile girmek istemezler. Yaşam şekillerinden,
lükslerinden, çevrelerinden feragat etmeyi göze alamazlar. Örneğin eğer dinin
bir hükmünü yerine getirirken çevrelerinden tepki alacaklarını düşünürlerse,
insanları Allah'ın rızasına tercih ederler. Özellikle din adına
zenginliklerinden, eğlencelerinden, gezmelerinden, kıyafet şekillerinden veya
alışkanlıklarından hiçbir zaman taviz vermezler. Oysa bu tutumları, kendilerini
değiştirip tevbe etmedikleri müddetçe, sadece dünyada değil, ahirette de
kendilerine büyük bir kayıp olarak dönecektir. Allah'ın rızasını kazanmak için
dünya hayatındayken en küçük bir çileden dahi kaçınan bir insan, ahirette büyük
bir pişmanlık yaşayacaktır.
Gerçek din ahlakı,
insanın tüm yaşamına ve ahlakına etki etmelidir. Allah'a inanan bir insan
hayatının tümünü, Allah'ın rızasına uygun olarak onun dinine tabi olarak ve
Kuran ahlakını uygulayarak yaşar. Allah'ın dinini, dünyevi çıkarlarına uygun
olup olmamasına göre asla değerlendirmez. Değerlendirdiğinde, o zaman bu gerçek
dindarlık olmaz. Bu nedenle kokona karakterinin dine sapkın bakış açısı,
İslam'ın ruhundan ve mantığından çok uzaktır. Oysa Allah ayetlerinde dinin yalnızca Allah'a
halis kılınması gerektiğini şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz, sana bu Kitabı hak
ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet
et. Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka
veliler edinenler (şöyle derler:) "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Elbette Allah, kendi aralarında
hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah,
yalancı, kafir olan kimseyi hidayete erdirmez. (Zümer Suresi, 2-3)
De ki: "Ben dinimi
yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet ederim. Siz, O'nun dışında
dilediklerinize ibadet edin." De ki: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar,
kıyamet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana uğratanlardır. Haberiniz
olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir." (Zümer Suresi, 14-15)
Öyleyse, dini yalnızca O'na
halis kılanlar olarak Allah'a dua (kulluk) edin; kafirler hoş görmese de.
(Mümin suresi, 14)
En zor anlarda bile
kokona karakterini terk etmezler
Kokona karakterinin
diğer bir özelliği, bu karakterin, kişinin bütün hayatına hakim olmasıdır. Bu
hakimiyet o kadar kuvvetlidir ki, kokonalar en zor anlarda bile kendi
kurallarından taviz vermezler. Yukarıdaki bölümde anlatılan cenaze konusu bu
duruma bir örnektir. Çünkü bu insanlar en yakın arkadaşlarının ölümlerinde,
hatta kendi eşlerinin veya çocuklarının ölümünde bile Kuran ahlakıyla taban
tabana zıt olan karakterlerini terk etmeye yanaşmazlar.
Bu çirkin karaktere
sahip olan insanlar düşünme yeteneklerini hiç kullanmadıkları için Allah'ın
büyüklüğünü ve kudretini tam anlamıyla anlayamazlar, bu nedenle de Allah'tan
korkmazlar. Dolayısıyla hemen hemen hiçbir olay onları derinden etkilemez,
samimi, içten davranmaya ve tevazuya yöneltmez. Yakın bir arkadaşlarının çok
tehlikeli bir hastalığa yakalanması, çocuklarının sakatlanması, eşlerinin ölüm
tehlikesi geçirmesi ve bunun gibi olaylar ruhlarında derin bir etki meydana
getirmez. Bu insanların durumundan asla ibret almazlar. Kendilerinin de bir gün
böyle bir olayla karşı karşıya geleceklerini düşünüp ahlaklarını güzelleştirmeye,
hatalarını düzeltmeye yanaşmazlar.
Kokona karakterinin
dayanamadığı ve temelden çöktüğü sadece tek bir olay vardır; kendi ölümleri.
Kokonaların hayatta en çok korktukları şey ölmektir. Ölümün kendilerine
gerçekten yaklaştığını hissettiklerinde ciddi bir korkuya kapılırlar. Bu çirkin
karakterlerini ancak o zaman terk eder ve samimi yüzlerini ortaya çıkarırlar.
Örneğin bir deprem anında duyulan panik kokona karakterinin terk edilmesine
sebep olabilir. Böyle bir anda bu karakteri yaşayan bir insanın yüz ifadesi,
ses tonu, tavırları ve Allah'ı zikrediş şekli birdenbire değişir. Acizliğini
bilen, tevazulu, korku dolu, samimi ve içten bir şekil alır. Ancak deprem sona
erdiği anda bu etki birden yok olur ve kokona karakteri aynen geri döner. Çünkü
burada karakterin bir anlık da olsa değişmesini sağlayan güç, Allah korkusu
değil, ölüm korkusudur. Ölüm tehlikesi geçtiği anda, bu karakter de bütün
çirkinliğiyle tekrar ortaya çıkar.
Kokona karakteri ağırlık,
beceriksizlik ve cahillik meydana getirir
Kokonalar genellikle eli
hiçbir işe yatkın olmayan, hiçbir konuda beceri gösteremeyen, cahil insanlar
olurlar. Çünkü bu karakterin insana sunduğu dünya son derece küçüktür. Hayatın
sadece belirli alanlarıyla ilgilenir, bunun dışındaki hiçbir konuda bilgi
sahibi olmazlar.
Kokonaların ilgi
alanları kıyafetler, makyaj malzemeleri, parfüm markaları, çevrelerindeki
insanların özel hayatları, dekorasyon modelleri, seyahat programları, berber
adresleri gibi konulardır. Bunların dışında onları derinlemesine ilgilendiren
pek bir konu olmaz. Örneğin Doğu Türkistan'da Müslümanlara yapılan işkenceler,
Filistin'de yaşanan zulüm, Irak'ta hergün katledilen mazlumlar, Afrika'da
açlıktan ölen insanlar, dünyada dinsizliğin yayılması, Kuran ahlakının terk
edilmesi ya da gençler arasındaki ahlaki dejenerasyon kokonaların hiçbir
şekilde ilgilenmediği konulardır. Çünkü onlar sadece kendi sorunlarına karşı
duyarlı olan insanlardır. Başkalarının sorunları, en yakın arkadaşları bile
olsa onları hiç ilgilendirmez. Ancak kendi çıkarlarına da dokunan bir yön varsa
konuyla ilgilenebilirler.
Örneğin kendileri veya
ailelerinden biri hastalanmadığı sürece hasta olan insanlara yakınlık
duymazlar. Kendileri fakir kalmadıktan sonra fakir insanların durumunu asla
düşünmezler. Kendileri aç kalmadığı sürece aç insanların halinden anlamazlar.
Kokonaların bir konuda duyarlılık gösterebilmesi için öncelikle o olayı
kendilerinin yaşaması gerekir. Kendilerine dokunmayan ve rahatsızlık vermeyen
hiçbir sorun onlar için önemli değildir. Bir soruna çözüm aramaları, bu sorunu
yaşayan insanların kurtuluşu için gayret etmeleri ve ellerindeki imkanları bu
sorunun çözümü için seferber etmeleri, ancak bu durumun onlara da zarar
vermesine bağlıdır. Nitekim eğer savaş veya açlık olan bir ülkede yaşıyorlarsa
ve bu durumdan kendileri de etkileniyorlarsa buradaki sorun için bir çözüm
arayabilirler. Ancak aynı karakteri yaşamaya devam ettikleri müddetçe akılcı ve
mantıklı bir çözüm geliştirmeleri de mümkün olmaz. Eğer az önce bahsettiğimiz
ülkelerden uzak bir yerde lüks içinde yaşıyorlarsa, oralardaki insanların
durumu onları uzaktan yakından ilgilendirmez. Bu anlamda kokona karakteri son
derece acımasız ve zalim bir karakterdir.
Ayrıca kokona
karakterinin insana sunduğu kültür de sadece gösterişe dayalı olduğundan, bu
insanlar son derece cahil ve bilgisizdir. Kitap okumaya, akıl çalıştırmaya,
düşünmeye hiç vakit ayırmazlar. Bütün vakitlerini ve zekalarını insanlara
yapacakları gösterişe ayırırlar. Bu nedenle kokonaların en belirgin özellikleri
akıl gerektiren konularda fikir üretememeleri, çevrelerine fayda
sağlayamamaları ve bulundukları ortama bir güzellik kazandıramamalarıdır.
Hatta kokona
karakterindeki insanlar genellikle acil anlarda aklı başında insanlara ayak
bağı olur ve sorun teşkil ederler. Tehlikeli bir durumda tedbir alınması
gerektiğinde hiçbir faydaları olmadığı gibi akılsız ve beceriksiz oldukları
için onların da korunup kollanmasına vakit ayırmak gerekir. Örneğin bir kaza
anında hemen doktor çağırmak veya çevreye toplanan insanlara müdahale etmek
yerine, ağlayarak, bağırarak ve şuursuz hareketler yaparak olayı daha da
karmaşık hale getirirler. Bunun gibi ani olaylarda akıl kullanıp, çözüm
getiremezler. Sadece orada bulunan insanlara zorluk çıkartırlar. Bu nedenle
kokona karakteri insanın kendisine zarar vermesinin yanı sıra çoğu zaman bu
kişiyi çevresine karşı da zararlı bir insan haline getirir.
Kokonaların hayata dair
bir hedefleri, idealleri, güzel bir amaçları olmadığı için aynı zamanda
hayatlarına büyük bir ağırlık da hakimdir. Genellikle eğlenceye, berbere,
spora, alış verişe veya bir arkadaş ziyaretine yetişmek dışında hiçbir acele
işleri olmaz. Aceleleri sadece kendileriyle ilgili konulardadır. Başka
insanların iyiliği, sağlığı, güvenliği için acele etmezler. Zaman onlar için
kıymetli değildir, vakti rahat rahat harcarlar. Günleri, ayları hatta yılları,
hiçbir faydalı iş yapmadan sadece kendileriyle ve kendi çevreleriyle
ilgilenerek geçirebilirler. Bu nedenle son derece ağır hareket eder, her konuyu
uzun uzun konuşur, en ufak bir konuya bile saatlerce çözüm getiremezler.
Örneğin evlerindeki herhangi bir dekorasyon değişikliğine haftalarca, hatta
aylarca karar veremezler. Hangi kıyafeti giyeceklerine, saçlarını hangi modelde
yapacaklarına, hangi kolyeyi takacaklarına, hangi ayakkabıyı alacaklarına ve
bunun gibi konulara günlerini, aylarını ayırırlar.
Kokona karakterinin
hayata getirdiği bu ağırlık, bu insanların zihinsel faaliyetlerine de aynı
şekilde yansır. Akılları son derece durgun olur. Doğruyla yanlışı kolay ayırt
edemez, hikmetli konuşamaz ve akıl kullanarak kimsenin ahlakına, kişiliğine,
yaşam şekline olumlu bir katkı sağlayamazlar.
Kokona karakterinin
basitliği
Bu karaktere sahip olan
insanların en büyük iddialarından biri "asalet"tir. Asilliğin
görünüm, tavır ve birtakım görgü kurallarını uygulamaktan ibaret olduğunu
düşünen bu insanlar, kendilerini çevrelerine karşı son derece asil kişiler
olarak tanıtırlar. Zenginliğin insanlara doğal bir asalet kazandırdığını ve en
azından yemek yemekle, oturup kalmak veya giyinmekle ilgili bazı uluslararası
kuralları öğrenerek bu asaleti elde edebileceklerini düşünürler.
Halbuki kokonaların
nezaketli görünümlerinin altında genellikle son derece zalim, basit ve
asaletten uzak bir karakter yatar. Çıkarlarıyla çatışan bir olay olduğu anlarda
sergiledikleri tavırlar veya değer vermedikleri insanlara karşı gösterdikleri
tavırlar bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin çevresi tarafından son
derece nezaketli bilinen bir kokona, bir mağazada çantasını kaybettiğinde son
derece basit tavırlar göstermeye başlar. Tezgahtarlara bağırır, olur olmaz
kişileri hırsızlıkla suçlar. Hemen çantasının bulunmasını yoksa oradaki herkesi
mahkemeye vereceğini söyler. Son derece basit bir konuşma şekli ve ses tonuyla,
laftan anlamaz şekilde olayla ilgisi olmayan insanlara bağırır. O anda asalet
ve görgü tümüyle yok olur. Çıkarlarına zarar geleceğini düşündüğü için hemen
gerçek yüzü ortaya çıkar.
Merhamet, asalet, görgü
gibi konuların kokona karakterinde sadece taklide dayalı olduğunu anlayabilmek
için verilebilecek çok fazla örnek vardır. Örneğin bir kokona, kendisine
ziyarete gelen yakın bir arkadaşının çocuğuna karşı son derece sevgi doludur.
Onu kucağına alır, sever, merhamet gösterir çok nezaketli bir şekilde çocuğun
düşmemesi ya da zarar görmemesi için itina eder. Ancak evine fakir bir ailenin
çocuğu geldiğinde tavrı çok farklı olur. Onun salondaki koltuklara oturmasını,
iyi tabaklardan yemek yemesini, evin içinde dolaşmasını istemez. Bu çocuğa
dokunmak veya onu sevmek istemez. Merhamet göstermez hatta ters ve aksi
davranır.
Bu karaktere sahip olan
insanlar yaşam tarzlarında herhangi bir değişiklik meydana gelmesine tahammül
edemezler, bu nedenle kolay öfkelenirler. Örneğin son derece şık giyinmiş ve
davet edildiği partiye yetişmeye çalışan bir kokona düşünelim.
Çevresindekilerle son derece kibar konuşan ve kibar hareket eden bu kişi eğer
davet edildiği yerin otoparkında yer bulamazsa aniden tavrı değişir. Arabayı
uzak bir yere park edip yürümesi gerektiğini anlayınca otopark görevlisini
suçlamaya başlar. Bu kişiyi aşağılayarak istediğini elde etmeye çalışır.
Israrları bir fayda getirmezse hemen kabalaşır, ses tonu, konuşma tarzı
değişir. Küçücük bir çıkar için tüm bu basitliklere tamah eder. Çünkü kokona
karakterinin asilliği sadece görünüme dayalıdır.
Gerçek asalet, imandan
kaynaklanır ve ruhta yaşanır. Ancak Allah'a iman eden, herşeyin karşılığını
Allah'tan bekleyen, Kuran ahlakının gereği olan ruh güzelliğini yaşayabilen bir
insan gerçek asalet ve izzete sahip olabilir. Böyle bir insan, şartlara ve
kişilere göre değişmeyen, çıkar peşinde koşmayan, haysiyetli, tevazulu, şerefli
ve asil bir tavra sahip olur. Allah Kuran'da gerçek izzet ve onurun Allah'a ve
Allah'ın taraftarlarına ait olduğunu bildirir:
Derler ki, "Andolsun,
Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı
elbette oradan sürüp-çıkaracaktır." Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük)
Allah'ın, O'nun Resûlü'nün ve mü'minlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar.
(Münafikun Suresi, 8)
Onlar, mü'minleri bırakıp
kafirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların
yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, 'bütün kuvvet ve onur,' Allah'ındır. (Nisa
Suresi, 139)
Adamlık Dininde "İş" Psikolojisi
Kitabın girişinde, bir Müslümanın tek önemli kimliğinin Müslümanlığı
olduğunu ve kendisini bir başka dünyevi kıstasa göre tanımlayamayacağını
söylemiştik. "Müslüman", Allah'ın iman edenlere verdiği bir isimdir
(Hac Suresi, 78) ve bir insan için bu ismi taşımak büyük bir şereftir. Bu
yüzden Müslümanlığının bilincinde olan bir insan, başka birtakım kimlikleri
yüklenerek şahsiyet bulmaya çalışmaz. Buna tenezzül bile etmez. Diğer dünyevi
kıstaslar, örneğin bir insanın soyu, aşireti, sosyal statüsü, dili, rengi,
çevresi, vs. Allah Katında ve iman edenlerin gözünde önem taşımaz. Bir ayette
bu konu şöyle açıklanmaktadır:
Ey insanlar, gerçekten, Biz
sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi
halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün
(kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır.
Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Bunun bilincinde olan
bir mümin, içinde bulunduğu birtakım dünyevi şartlara göre tavır ve karakter
değiştirmez. Örneğin çok büyük bir maddi zenginlik elde ettiğinde şımarmaz ya
da fakir kaldığında ezik bir ruh haline girmez. Kuran'da bununla ilgili
örnekler verilmekte, Hz. Süleyman'ın büyük bir maddi güce ulaşmasına rağmen
tevazusunu ve Allah'a olan teslimiyetini koruduğu anlatılmaktadır. Buna karşın,
Müslümanlardan farklı olarak, basit ve zayıf karaktere sahip olan kişiler her
ortam ve şarta göre değişirler.
Kendisine mülk verildi
diye şımaran Karun ya da en ufak bir aksaklık karşısında panik olup umutsuzluğa
kapılan diğer inkarcılar, "İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona
bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır" (İsra Suresi, 83) ayetinde tarif edilen olumsuz
tavrın örnekleridir.
İnkar edenlerin
karakterine işlemiş olan bu şahsiyetsizlik, adamlık dininde bir şahsiyet bulma
çabası olarak ortaya çıkar. Çünkü adamlık dini, "adam olma", yani
toplumda statü elde etme dinidir. Adamlık dininin mensupları da, Müslümanlık
gibi gerçek ve istikrarlı bir şahsiyete, değişmez bir kimliğe sahip olmadıkları
için, kendilerine farklı dünyevi kimlikleri şahsiyet olarak belirlerler.
Bu kimliklerin en
belirginleri, mesleklerdir. Adamlık dini mensupları, sahip oldukları mesleklere
göre şahsiyet bulur ve o mesleklere uygun karakterler geliştirirler. Elbette
Müslümanlar da meslek sahibi kişilerdir, fakat Allah'a samimi bir şekilde iman
eden bu kişilerin karakterlerini iş yerleri, statüleri gibi hususlar
belirlemez. Müslümanlar o mesleğin getirdiği özel bir ruh haline girmezler, her
zamanki itidalli tavırlarından ödün vermezler.
Adamlık dininde herkes,
yaptığı iş, sahip olduğu meslek kadar değerlidir. Kazandığı para kadar
itibarlıdır. Bu nedenle bir kişiyle tanıştıktan sonra ilk on dakika içinde konu
dönüp dolaşıp ya onun ya da babasının işine gelir. Çünkü bunun öğrenilmesi
karşı tarafa değer biçme açısından çok önemlidir. Bir kişiyi adam yerine koyup
koymamanın ölçüsü, kariyeri veya işindeki kazancı ya da mevkisinin
yüksekliğidir. Değişik meslek gruplarından insanlar biraraya geldiğinde,
genelde herkes kendi mesleğini en iyi, en geçerli meslek olarak lanse etmeye,
diğerlerinin ise daha az önemli olduğunu ima etmeye çalışır.
Adamlık dininde her
mesleğin kendine özgü farklı psikolojileri vardır. Eğer bu meslek yüksek
öğrenim gerektiren bir meslekse bu mesleğe ait ruh hali ve psikoloji kişiye
üniversiteye girdiğinden itibaren, gerek hocaları gerekse kıdemli öğrenciler
tarafından aşılanmaya başlanır.
Örneğin doktorlar, tıp
fakültesine girmelerinden itibaren, herkesin hayatlarının ve sağlıklarının
kendilerine bağlı olduğu ve yaptıklarının en kutsal iş olduğu telkinleriyle
yoğrulur ve bu psikolojiyi ömürlerinin sonuna dek taşırlar. Elbette bir
doktorun hasta bir kimseyi iyileştirmek veya hayati tehlikesi olan bir kimseyi
kurtarmak için gösterdiği gayret güzel ve takdir edilecek bir davranıştır.
Ancak adamlık dinini yaşayan insanlarda, hastayı iyileştirenin kendileri olduğu
gibi sapkın bir düşünce vardır. Oysa şifayı veren Yüce Allah'tır. Doktor, ilaç,
tedavi ise sadece birer vesiledir. Diğer yandan eczacılar da benzeri bir
psikolojiye girerler. Hukuk fakültesini bitirenler kendilerini adaletin temel
direkleri, insanların en akıllıları, en uyanıkları, muhakeme kabiliyetleri en
güçlü, olayları en doğru algılayıp çözebilen kimseler olarak görürler.
Mühendislerse günlük hayatta karşılaştığımız herşeyin kendi mesleklerinin bir
ürünü ya da eseri olduğu tezine dayanarak kendi yerlerinin çok müstesna olduğu
kanaatindedirler.
Ticaret ve serbest
mesleklerle uğraşanlar da kendilerini sosyal ve ekonomik hayatın belkemiği ve
yerleri doldurulamaz kimseler olarak görürler. Bunlardan her biri kendi mesleği
olmasaydı insanların nasıl güç durumda kalacağını, hatta yaşamlarını bile
sürdüremeyeceklerini, kendilerinin ne kadar önemli insanlar olduklarını her
fırsatta gündeme getirirler.
Bu insanlar şahsiyet ve
karakterlerini, mesleklerinin telkin ettiği bu yeri doldurulmazlık, sözde
kutsallık, müstesnalık, farklılık duygusunun getirdiği kibir, gurur, enaniyet,
kendini beğenmişlik gibi psikolojik saplantılar üzerine kurarlar. Bu nedenle
adamlık dini insanı kendi mesleği hakkında son derece hassastır. Mesleğine karşı
söylenen her sözü kendisine karşı söylenmiş olarak görür ve mesleğini adeta
namusu gibi savunur.
Yüksek tahsil
gerektirmeyen, daha çok fiziki özelliklere veya tecrübeye ya da babadan görme
bilgi ve beceriye dayalı işlerin de adamlık dininde kendilerine ait farklı
psikolojileri vardır. Bu işlere girmenin de, girdikten sonrasının da, bunlara
ait atölye, dükkan, mağaza, butik, büro gibi işyerlerinin de hepsinin, adamlık
dini tarafından belirlenmiş kendilerine özgü farklı farklı psikolojileri ve
değer yargıları vardır. Bu tür işlerde çalışanların kibir, gurur ve
enaniyetlerinin dışarı vurum tarzları diğerlerine göre daha çok eziklik,
aşağılık kompleksi, kapris, hırçınlık, asabiyet, basitlik, ukalalık ve benzeri
şekillerde gerçekleşir.
Adamlık dininin iş
ahlakı daha iş aramaya başlarken kendini gösterir. İş aranırken en önemli hatta
tek kıstas, o işin kazandıracağı paradır. Neye, hangi inanca, düşünceye ya da
kişiye hizmet verildiği, yapılacak işin fayda ve zararları hiç hesaba katılmaz.
Adamlık dininde, kadınların
genel olarak tercih ettikleri mesleklerden biri sekreterliktir. İş yerlerinde
genelde patronlar erkektir ve sekreterliklere özellikle kadın eleman ararlar.
Burada çoğu kez kadınsılığın önemli bir rolü vardır. Adaylar iş becerisi,
bilgisi, tecrübesi ya da zekasını sunmaktan çok dış görünüşüyle karşı tarafı
etkilemeye çalışır.
Patronlar genelde iş
yerinde veya özel hayatında kendisine sürekli şahit olan elemanları özel bir
titizlik göstererek seçerler. Bu nedenle, kadın olsun erkek olsun, sekreter,
patronun duymaz-görmez elemanıdır. Dışarıya gerektiğinde yalan söyleyebilecek
bir karaktere sahip olmalı ama patronuna asla yalan söylememeli, sadakatin en
fazlasını göstermelidir. Normal hayatta, yapılan bir sahtekarlığa şahit olup
susmak veya ona ortak olmak hoş karşılanmaz. Ancak aynı olay iş sınırları
içinde olduğunda, adamlık dini bunu iş ahlakının bir parçası olarak sayar.
Sekreterliğin bu yönü, bu mesleğin cahiliye toplumundaki ahlaki gereğidir.
Kimse tarafından yadırganmaz.
Patronun iş çevresine,
hatta bazen ailesine karşı olan gizli kapaklı işlerini görmezlikten gelmesiyle
patronun gözüne girip güvenini kazanır. Dışarıdaki bütün kişilere karşı
patronuyla ortak bir tavır ve menfaat birliği içindedir. Sekreterler ayrıca,
dışarıya karşı patronlarıyla gösteriş yaparlar. Patronun iş seyahatine gitmesi,
dış görüşmeleri, kazandığı parası onun için hep birer gösteriş unsurudur.
Pazarlamacılık, satış
elemanlığı ya da fuar hostesliği gibi işler de sekreterlik gibi görüntüye
dayalı işlerdendir. Patronlar, adayları bir toplantı odasında sorguya çeker.
Yanlarında adi ve basit espriler yapıp tepkilerini kontrol ederler. Bu
esprilerden ve tavırlardan hoşlanmadığına dair tepki vermemesi o kişi için
kendilerince artı puandır. Bu gibi, çok çeşitli kişiyle muhatap olunan işlerde
kişinin hiçbir söz ve davranış karşısında renk vermemesi, taciz olmaması, bu
konuda umursamaz olması, hatta bundan hoşlandığını belirten tavırlar
sergilemesi aranılan şartlar arasındadır. İş bitirici esnaf karakteri buna son
derece uygundur. Bu da satış elemanlığının iş ahlakı gereğidir. Pişkinlik,
vurdumduymazlık, şahsiyetsizlik gibi basit karakter özellikleri adamlık dininin
iş ahlakının birer parçasıdır. Müminlerde ise bu ahlakın aksine vakar, izzet,
onur, asalet gibi üstün ahlak vasıfları bulunur.
Adamlık dininde iş
yerinde gösterilmesi gereken tavırların çatısını "hırs" duygusu
oluşturur. Para kazanma hırsı, lider olma hırsı, şöhret hırsı toplumda takdirle
karşılanır. Bu nedenle iş yerlerinde büyük ölçüde materyalist bir hava
hakimdir. Bütün hareket ve tutumlar, bütün konuşmalar para ve mevki elde etmeye
yöneliktir. Çalışanların görevleri, yerleri bellidir. Herkes kendi mevkisinin
kalıbına girer. "Çok meşgul havaları", sinirli hareketler, gergin bir
yüz, acelecilik genel tavır olarak çalışanların birçoğuna hakimdir.
Adamlık dininde patron,
iş yerinin sahibi, maaşları veren veya yönlendiren kişi olmanın verdiği
rahatlıkla istediği gibi konuşur, istediği tavrı koyar, bağırabilir, hakaret
edebilir, karşısındaki insanı küçük düşürebilir. Nasıl olsa parayı ödeyen
kendisidir. Kendisinin altında olanlara başkalarına gösterdiği saygıyı
göstermek zorunda değildir. Buna rağmen kendine karşı aşırı bir saygı bekler.
Emrindekilerin yaptığı herşeyi sineye çekmesi lazımdır. Patron-çalışan
ilişkisinde bir tür köle mantığı vardır. Patron, maaşını ödediği kimseye karşı
tavır serbestliği, hitap etme ve kullanma özgürlüğüne sahip olduğunu düşünür.
Ofisteki olağan
konuşmalarda bile iş kelimeleri kullanılır. İngilizcenin kendi mesleğiyle
ilgili olan terim ve kelimeleri yerli yersiz, karşısındaki anlamasa bile
"hava atma" unsuru olarak sürekli kullanılır. Telefon tutuş tarzları
vardır. Çalışanlar arasında birbirinin işini beğenmeme, sürekli düzeltip
"bilmişlik" yapma yaygındır. Ofis içi yoğun bir dedikodu hakimdir.
Eski çalışanlar birbirlerinin her türlü sahtekarlığını bilirler, ama kendi
yaptıklarının da ortaya çıkmasından korktukları için bunları açığa vurmaktan
kaçınırlar.
Yeni gelene herkes
yüklenir, "bilmişlik" ve acemi muamelesi yapılır, bu kişinin sürekli
hatası aranır. On beş günlük olan, bir günlük olana tahakküm etmeye çalışır.
Eski olanlar yeni olana sürekli gerekli gereksiz konularda akıl verip, her
konuda üstünlük hissettirmeye çalışırlar. Kimi zaman iş yerinin bölümleri
arasında çekişmeler görülür. "Şu işi hallettim" havası yaratılarak
"iş bitirici" bir görünüm verilmeye çalışılır.
Dükkan, mağaza, butik
gibi iş yerlerinde hakim olan psikoloji de çok farklı değildir. Tezgahtarlar
genelde hiçbiri kendilerine ait olmadığı halde, bütün malların, dükkanın sahibi
havasına girerler. Bu, herkesin alan, kendisinin ise satan konumda olmasının
verdiği ruh halinden kaynaklanır. Çalışan kişi, orada sadece tezgahtar olarak
bulunmanın ezikliğini yaşar. Eğer "müşteri"nin maddi durumunun iyi
olmadığına kanaati gelirse, ilgisiz ve soğuk bir sesle eşyaları fırlatır gibi
gösterir, sürekli sinirli bir hava sergiler. İlk planda nazik olmaya çalışır
ama müşterinin satmak istediği şeyi almayacağını ya da alamayacağını hissederse
hemen kabalaşır, yüzüne bakmamaya yanındaki arkadaşlarıyla konuşmaya, dışarıyı
seyretmeye başlar. Ters cevaplar verir. Müşteriye onun vaktini alıyormuş havası
verir. Genel olarak bu tip iş yerlerinde vakit, boş ve amaçsız diyaloglarla,
vitrin camlarından dışarıyı, dükkan aynalarında kendini seyretmekle geçer.
Resmi dairelerde ise çok
daha kalıplaşmış bir ruh hali vardır. Bu tür yerlerdeki sinirli ve gergin hava
artık herkes tarafından kabullenilmiştir. Çalışanların önemli bir bölümü,
eziklikle karışık bir kibir taşırlar. Sözlerinin geçtiği tek yer, yaptıkları işin
sahasıdır. Bu nedenle işi düştüğü için oraya gelen insanlara karşı sert ve
hatta tahakkümlü bir üslup kullanırlar. Yanlarında sürekli dolup boşalan çay
bardakları, yoğun bir sigara dumanı, çalışanların aralarında konuştukları geçim
sıkıntısı, ailevi meseleler, pazar, çarşı sohbetleriyle birlikte bezgin bir
şekilde yapılan işler, buraların alışılmış manzaralarındandır.
Çalışanlarda yaptıkları
işe tahammül edemediklerini sürekli belli edecek bir ses tonu ve asabiyet
mevcuttur. İşini yaptıracak olan kişi sürekli alttan almak ve işini yapacak
olan kişiyi idare etmek durumundadır. Fazla soru sorulması işi yapan kişinin
canını sıkabilir. Sorulan sorudan sonra ise muhtemelen cevap gelmez, sorulan
sorular ters bir bakışla susturulur. Hatta her an azar işitilmesi mümkündür.
Ancak resmi dairelerdeki
tüm bu sayılan ters, asabi, ukala memur tiplemesi, o daireye gelen fakir,
cahil, ezik ya da en azından sade bir görünümü olan insanlara karşı ortaya
çıkar. Buna karşın, adamlık dinine mensup memurlar, zengin, iyi giyimli, yüksek
bir mevki sahibi olduğu belli olan kişilere karşı asla bu tür tavırlar
sergileyemezler. Aksine, bu kişilere karşı son derece saygılı davranırlar. Bu
ise, çoğunlukla gerçek bir saygı değildir. Aşağılık kompleksinden, basitlikten,
şahsiyetsizlikten kaynaklanan basit bir saygıdır. Söz konusu zengin kişilere
saygı gösteren memur büyük olasılıkla onlardan bir çıkar da elde edemeyecektir.
Ama önemli bir değer yargısı olduğu için, zengin kişiye karşı ister istemez bir
saygı duyar. Bu saygı, aslında kıskançlıkla karışık bir tür hayranlık olarak
tanımlanabilir. Adamlık dininin basit ve çıkarcı karakteri, burada çok açık bir
biçimde ortaya çıkar.
Tüm bu olaylar ve
davranışlar adamlık dini mensuplarına normal, sıradan şeyler gibi görünür. Bu,
balığın suyun farkında olmayışına benzer. Balık suyun farkında değildir çünkü
tüm hayatı suyun içinde geçer. Adamlık dini mensupları da içinde bulundukları
ruh halinin, tavırlarının ne denli akılsızca, ne denli basit ve ne denli boş
olduğunun farkında değildirler. Kendilerini Allah'ın yarattığının, bu dünyada
geçici bir süre imtihan edilmek amacıyla bulunduklarının ve sonuçta Rabbimiz'e
dönüp hesap vereceklerinin gereği gibi bilincinde de değildirler. Bunları
düşünecekleri, Allah'a şükredip O'nun rızasını arayacakları yerde, bütün
günlerini, bütün hayatlarını basit çekişmelerle, basit çıkar hesaplarıyla
harcarlar. Yıllarca küçük bir ofiste çalışır, maaşlarını artırmaya, yükselmeye
uğraşır, başkaları hakkında dedikodu üretir, kıskançlık krizlerine girer, stres
içinde yaşar, rol yaparlar. Ancak Allah'ın rızasını göz ardı ettikleri ve
ahireti unuttukları için tüm bu yaptıkları boş ve anlamsızdır. "İnsanları sorgulama
(zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar" (Enbiya Suresi, 1) ayetinde bildirildiği gibi,
tam bir "gaflet" içindedirler ve Kuran'da bu kişiler, "Ki onlar,
'daldıkları saçma bir uğraşı' içinde oynayan-oyalananlardır" (Tur Suresi, 12) şeklinde tanımlanır.
Adamlık dininde işi
düşeni, parasız olanı, çirkin olanı, alt mevkide olanı ezmek genel bir prensiptir.
Müşteriyle direkt muhatap olunan iş yerlerinde müşterinin tip ve kıyafetine
göre tavır ayarlaması yapılır. Müşterinin zengin görünümü varsa nazik
davranılır ve ilgi gösterilir, aksi halde üstten bakan, umursamaz ve baştan
savıcı bir tavır gösterilir. Dükkanlarda, mağazalarda, butiklerde genel tavır
buna göre ayarlanır.
Her mesleğin kendine
göre bir adabı ve kuralı vardır. Ancak ortadaki malın piyasa değeri, müşterinin
zenginliği ya da işin geçerliliğine göre bu değerleri esneyip gevşeyebilir ya
da değiştirilebilir. Yakışmayan bir giysinin yakıştığına inandırma, kalitesi
düşük bir ürünü kaliteli diye pazarlama, pahalı olan bir şeyin ucuz olduğuna
inandırma adamlık dini tabiriyle "profesyonellik" gerektirir. Zaten
bu dinin mensuplarına göre iş ahlakı denilen şey de budur. İş ahlakı olarak
adlandırılması Kuran ahlakından farklı olması sebebiyledir. Bu ahlak, suçun
gizli yapılmasını tasdik eder. Adamlık dininin sapkın ölçülerine göre;
- Açıkça hırsızlık
yapmak adamlık dinine aykırıdır, fakat işi kılıfına uydurarak meşru görünüm
altında kendine haksız menfaat sağlamak adamlık dininin kuralıdır.
- Açıkça rüşvet almak
yasaktır, ama hediye adı altında rüşvet almak serbesttir.
- Adam öldürmek büyük
suçtur, birisi ölürken başını belaya sokmamak için kılını kıpırdatmamak
akıllıca bir harekettir.
- Bir kişinin yüzüne
karşı hakaret etmek, sövmek ayıptır, arkasından çekiştirmek, dedikodu yapmak
normaldir.
- Dinsiz olmak kötüdür,
ama "fazla" dindar olmak da makbul değildir.
Ayrıca adamlık dini
kendi mantığı içinde sapkın bir İslam anlayışı da üretmiştir. Bu sapkın
anlayışa göre kişinin, Kuran'dan farklı olarak kendi zamanı ve ortamına uygun,
işine gelen belirli ibadetleri yerine getirmesi makbul sayılır. Fakat Allah'ın
tarif ettiği hayatı tam olarak yaşaması, İslam'ın bütün kurallarına uyması
aşırılık olarak görülür ve doğru kabul edilmez.
Adamlık Dinindeki Yanlış İslam Anlayışı
Bugün dünyanın birçok ülkesinde "din" kavramı son derece yanlış
anlaşılmaktadır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği din ahlakı ile toplumun
algıladığı din ahlakı arasında büyük bir fark vardır.
Bunun en açık
göstergesi, bir insandan söz edilirken onun dininin yanı sıra, dünya
görüşünden, ideolojisinden, hayat felsefesinden ya da yaşam tarzından da söz
edilebilmesidir. Bu çarpık mantığa göre, bir insan herhangi bir dine mensup,
örneğin Müslüman olabilir, ancak bunun yanında, Müslümanlık dışında bir hayat
felsefesi, dünya görüşü vs. benimsemesinde hiçbir çelişki yoktur. Müslümanlık,
onun "inanç"larıyla ilgilidir, ama bunun yanında bir de "hayatın
gerçekleri" vardır.
Bu batıl zihniyete sahip
adamlık dini mensuplarının çok büyük bir bölümü, hak dini açıkça inkar
etmezler. Aksine iyi birer Müslüman oldukları iddiasındadırlar. Buna karşın,
İslam'ın bazı hükümlerini kendi düşük akıllarınca beğenmezler. Bunların
değişmesi gerektiği düşüncesindedirler. Elbette bu çok sapkın ve çarpık bir
iddiadır. Kuran'da bildirilen din son hak dindir, eksiksiz ve kusursuzdur. Bu
gibi kişilerin kabul ettikleri dini yönler ise, çıkarlarına ters düşmeyen
kısımlardır. Tüm bunları yaparken iyi birer Müslüman oldukları iddiasını da
sürdürürler. Oysa bu yaptıkları, Kuran'da bildirilen tariflere göre samimi iman
özellikleri değildir. Ve bir anlamda inkar etmektir. Bu durumları Kuran'da, "ayetlerin bir
kısmını kabul edip bir kısmını inkar edenler"in konumu örnek verilerek anlatılmaktadır. (Bakara
Suresi, 85)
Burada adamlık dini
mensuplarının neden İslam'ı kısmen kabul ettiklerinin ve neden bunun
inkarcıların bir özelliği olduğunu iyi tespit etmek gerekir. Bir insanın
İslam'ı kabul edip yaşamasının gerçek nedeni, yalnızca Allah'ı Rab kabul etmesi
ve O'na teslim olmasıdır. Eğer İslam bundan daha farklı bir nedenle benimsenir
ve yaşanırsa, bu gerçek bir iman olmaz. Kuran'da bahsi geçen bir insan
topluluğu olan münafıklar bunun en iyi örneğidir. Onlar da İslam'ı benimser
gibi görünürler ve tıpkı Müslümanların yaşadıkları gibi yaşarlar, ama amaçları
Allah rızasını kazanmak değil, kendi akıllarınca insanlara gösteriş yapmaktır.
İslam'ı kabul ederek daha iyi bir statü elde edeceklerini, bazı çıkarlara
ulaşacaklarını hesaplarlar. Kuran'da bu insanlar şöyle tanımlanır:
İnsanlardan öyleleri vardır
ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış
değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca
kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller." (Bakara Suresi, 8-9)
Münafıklar, İslam'ın
Allah rızası dışındaki bir amaçtan dolayı benimsenmesinin hiçbir değeri
olmadığının örneğidirler. Zaten bunlar, İslam'ın tüm hükümlerini uygulamaz,
fedakarlık gerektiren ibadetlerden kaçarlar.
Adamlık dini mensupları
da benzer bir durum içindedirler. Çünkü onlar da İslam'ı, Allah'a iman
ettiklerinden ve O'nun rızasını aradıklarından dolayı kabul etmiş değillerdir.
Onların İslam'ı kabul nedenleri, inkarcıların temel özelliklerinden biri olan
"atalara uyma" mantığıdır. Onlar atalarını yol gösterici olarak
benimsemişlerdir. Gerçek dinleri de atalarından kalma batıl kurallarıdır.
İslam'ı, bu kuralların bir parçası saydıkları için kabul etmektedirler. Bununla
birlikte, atalarından miras kalan pek çok İslam dışı öğeyi benimsemeleri ve
İslam'ın da yalnızca çıkarlarıyla çatışmayan yönlerini kabul etmeleri, samimi
bir imana sahip olmadıklarını gösterir. İslam'ı, mensubu olduklarını
söyledikleri ulusun kültürel, töresel bir parçası sayarlar.
İslam'ı atalarından
gelen kuralların bir parçası olarak gördükleri için İslam'ın temeli olan Allah
korkusuna sahip değildirler. Kullandıkları dini terimler, çoğu zaman Kuran'da
bildirilenlerle aynıdır. Allah'ın varlığından, imandan, cennet ve cehennemin
varlığından, oruç tutulması, 5 vakit namaz kılınması gerektiğinden bahsederler.
Ama bunlara, Allah korkusunun getirdiği duyarlı bir vicdanla yaklaşmadıkları
için, hiçbir şekilde etkilenmezler. Kuran'da müminler tarif edilirken, onların
Allah'ın zikrine ve ayetlerine karşı son derece hassas oldukları şöyle
bildirilir:
Müminler ancak o kimselerdir
ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda
imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. (Enfal Suresi, 2)
Buna karşın, adamlık
dini mensupları, Allah'ın zikrinden etkilenmez, yani O'na karşı bir haşyet
(saygı dolu bir korku) duymazlar. Allah'ı ve ahireti yalnızca sözle tasdik
ederler, buna karşılık kalpleri bomboştur. Kuran ahlakını yaşamazlar. Kuran'da,
bu özellikler farklı ayetlerde şöyle vurgulanır:
De ki: "Eğer
biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek
misiniz?" De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi
kimdir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de
sakınmayacak mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin
melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi
korunmuyor." "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse
nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır, Biz onlara hakkı getirdik,
ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
Andolsun onlara:
"Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?"
diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. De ki: "Hamd
Allah'ındır." Hayır, onların çoğu akletmiyorlar. (Ankebut Suresi, 63)
Adamlık dini
mensuplarının Allah'ın varlığından etkilenmemelerinin, Allah'ın emrine aykırı
yaşamayı rahatlıkla sürdürebilmelerinin nedeni, tasdik ettikleri gerçeğin anlamını
kavrayacak akla sahip olmayışlarıdır. Bu gibi kişiler Allah'ın gücünü ve
kudretini de gereği gibi düşünüp takdir edemezler. Kendileri şuurlu bir biçimde
düşünmüş ve, "Onlar,
ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin
yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) 'Rabbimiz, Sen bunu boşuna
yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru' (Al-i İmran Suresi, 191) ayetinde tarif edilen
mümin tavrını göstermiş değildirler. Kuran'da, bu kişilerin böyle bir düşünme
imkanından yoksun oldukları, çünkü akıl sahibi olmadıkları şöyle haber verilir:
Yoksa sen, onların çoğunu
(söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar
gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan
Suresi, 44)
Adamlık dinin
mensuplarının büyük çoğunluğunun duaları da
Kuran'da müminlerin ettiği dualardan biraz daha farklıdır: Allah
korkularının artması, ibadetlerinin ve imanlarının devamlı olması yerine;
yalnızca sıkıntı içindeki işlerinin açılması, daha iyi bir araba alabilmeleri,
ya da sevdikleri kızla veya erkekle evlenebilmeleri için içten bir şekilde
Allah'a yalvarırlar. Sıkıntı içinde oldukları, örneğin ciddi bir hastalığa
yakalandıkları ya da büyük bir zorlukla karşı karşıya oldukları zaman da
Allah'a dua ederler, ancak bu sıkıntıdan kurtuldukları zaman Allah'ı unutur ve
yeniden O'na ortaklar koşarlar. Onların bu ruh hali Kuran'da şöyle haber
verilmiştir:
Nimet olarak size ulaşan ne
varsa, Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O'na
yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup (hemen)
Rablerine şirk koşar; kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için.
Öyleyse yararlanın, ileride bileceksiniz. (Nahl Suresi, 53-55)
Müminlerin duaları ise
Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanabilmek içindir. Allah'ın imani
derinlik vermesi için, yalvara yalvara ve için için dua eden müminler, Allah'ın
dualara icabet eden olduğunu bilerek, duayı Allah'a yakınlaşmak için güzel bir
yol olarak görürler.
Adamlık dini mensupları
içinse ibadetin görünür şekilde yapılması önem taşır. Bu nedenle namazlarını
kendi başlarına oldukları zaman kılmadıkları halde insanların arasında
kılmaları gerektiğinde titizlik gösterirler. Allah'tan korktukları ve O'nun rahmetini
umut ettikleri için namaz kılmaları gerekirken, insanların rızasını aradıkları
için namaz kılarlar. Allah Kuran'da gösteriş için ibadet yapan kişilerle ilgili
olarak şöyle buyurmaktadır:
İşte (şu) namaz kılanların
vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş
yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)
Görüldüğü gibi, adamlık
dininin en ilginç yönü, Kuran'ın ve İslam'ın aslından ve ruhundan tümüyle ayrı
bir inanç sistemi olmasına rağmen, mensuplarının çoğunluğunun kendilerini
inançlı zannetmeleridir. Çünkü adamlık dini -Kuran'dan ayrı olarak- bir insanın
nasıl bir din anlayışına sahip olacağını ve neyi uygulayacağını, nasıl bir
Allah inancı olacağını, ahlak anlayışının nasıl olması gerektiğini bütün
ayrıntılarıyla belirlemiştir. Bu sapkın dinin, inanç ve ibadetleri de hakiki
müminlerin inanç ve ibadetlerinden tamamen farklıdır. Hatta birçok yönden tam
tezattır.
Kişiye Müslüman olduğunu
zannettirip, gerçekte İslam'dan tamamen uzak bir dini benimsetip yaşatması,
adamlık dininin en önemli hilelerindendir. Adamlık dininin kurallarını,
inançlarını ve ahlakını benimseyen kişi, gerçek dininin adamlık dini olduğunun
farkında bile olmaz. O, yalnızca şeytanın, kendi zaaf ve tutkularına göre
süsleyip önüne sunduğu batıl bir dini yaşamaktadır, ancak bunun şuurunda
değildir.
Bu batıl dinde, gereği
gibi Allah korkusu duymayan fakat Allah'ın varlığını kabul eden, bunu da kendi
şartlarına göre yapan sapkın bir bakış açısı vardır. Allah'ın
"Yaratan" sıfatı kabul edilir, ama yarattıklarının üstündeki sonsuz Kudreti
ve Gücü göz ardı edilir. Kaza anında insanı kurtaracak ya da ümitsiz bir
hastalığı iyileştirecek olan Allah'tır; ölüm anını da Allah'ın belirlediği
kabul edilir. Fakat, bunun dışında, günlük hayatta, borsada, teknolojide,
bilimsel araştırmalarda, ticarette, politikada herşeyin Allah'ın takdiriyle
olduğu kabul edilmez. Bu sapkın inançta, buralarda insanın gücü, aklı ve
müdahalesinin geçerli olduğuna inanılır. Allah, -Rabbimiz'i her türlü
eksiklikten tenzih ederiz- eski ilkel dini inanışlarda olduğu gibi yalnızca
birtakım doğal olayları yaratan bir ilah olarak kabul edilir. Bu çarpık
zihniyete göre rüzgarı estiren, fırtınayı kopartan, depremi yaratan O'dur,
fakat uçağı, uzay gemisini, nükleer santrali yapan sınırsız insan dehasıdır!
Hiç şüphesiz bu, son derece sapkın ve Kuran'a uygun olmayan bir bakış açısıdır.
Evrendeki her detay, bir insanın yaşamındaki her an, NASA'nın yaptığı bir
araştırmadan CERN'de yapılan bir deneye kadar herşey, yeni keşfedilen bir
bilgi, yeni bir buluş kısaca her an ve her detay Allah'ın dilemesiyle, Üstün
Aklıyla ve takdiriyle meydana gelir.
Bu sapkın inanç
sistemine göre ise Allah'ın insanı gördüğü yerler de bellidir. Namaz, oruç gibi
ibadetlerde ya da dua edildiğinde Allah'ın huzurunda olunduğu düşünülür, ama
bunun dışında Yüce Rabbimiz Allah'ın duymadığı, görmediği anlar olduğu gibi son
derece sapkın ve gerçek dışı bir inanç hakimdir. Bu yüzden yapılan
sahtekarlıkların, dedikoduların, gizli kapaklı işlerin Allah'tan
gizlenebileceği gibi batıl bir düşünce vardır. Kuran'da, bu batıl düşüncenin
geçersizliği şöyle haber verilir:
Allah'ın göklerde ve yerde
olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında
gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri
mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her
nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet
günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele
Suresi, 7)
Gaybın anahtarları O'nun
Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların
tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki
bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir
kitaptadır. (Enam Suresi, 59)
O, gaybı da, müşahede
edileni de bilendir. Pek büyüktür, Yücedir. Sizden sözü saklı tutan da, onu
açığa vuran da, geceleyin gizlenen de ve gündüzün ortaklıkta gezen de (O'nun
Katında bilme bakımından) birdir. (Rad Suresi, 9-10)
Bir başka ayette,
adamlık dini mensuplarının içinde bulundukları bu yanılgı şöyle anlatılır:
Yoksa onlar, gerçekten
Bizim, sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi
sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de
(herşeyi) yazıyorlar. (Zuhruf Suresi, 80)
Adamlık dini mensupları
Allah'tan gereği gibi korkmadıkları için, din ahlakının gereği olan kavramları
da kendi çıkarlarına uygun bir şekilde çarpıtmaya kalkışırlar. Örneğin
Müslümanlığın anlamını değiştirmeye çalışırlar. Kuran'da tarifi yapılan Müslüman
kavramının yerine, çarpık bir Müslüman kavramı üretirler. Oysa bu beyhude bir
çabadır, bu kimselerin ortaya attığı veya inandığı iddialar her ne olursa
olsun, hem dünyada hem de ahirette geçersizdir.
Örneğin "Ben de fırsat bulursam arada sırada namazlarımı kılarım, kimseye
bir kötülüğüm dokunmaz, katil değilim, hırsız değilim, okuyorum, iyi bir işim
var, başarılıyım, neden ben cehenneme gideyim ki!" gibi İslam dininde yeri
olmayan açıklamalar sık sık bu dinin mensupları tarafından kullanılır. Müslümanlığın
"başka insanlara kötülük yapmamak"tan ibaret olduğunu sanan ve hak
dinin temelinin Allah'a kayıtsız şartsız itaat olduğunu anlayamayan bu kişiler,
kendi kendilerini kandırırlar. Allah'ın dinini, dilencilere az miktarda para
vermek ya da komşusuyla iyi geçinmekten ibaret olduğunu düşünen ve Kuran'ın
yüzlerce hükmünü göz ardı etmeye çalışan bu kişiler, kimi zaman yaptıkları bu
samimiyetsizliğe sözde mantıksal açıklamalar da getirmeye çalışırlar. Kuran'ın
bazı hükümleri konusunda, “içinde bulundukları yüzyılda hayatın temposunun
yüksek olduğunu ve bu nedenle namaza vakit bulunamadığını” ya da bu zamanın
insanlarının farklı olduğunu ve kendini korumak için mecburen dürüstlükten,
tevazudan, merhametten taviz verilmesi gerektiği” gibi çarpık mantıklarla ibadetlerden
kaçmaya çalışırlar. Kuran ayetlerine karşı kendilerince birtakım teviller öne
sürmeye kalkan bu kişiler, aşağıdaki ayetin hükmü içindedirler:
De ki: "Siz Allah'a
dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir.
Allah, herşeyi bilendir." (Hucurat Suresi, 16)
Adamlık dini mensupları,
gerçek bir ahiret inancına da sahip değildirler. Ahireti, dinin birçok hükmünde
olduğu gibi, dil ucuyla kabul ederler, oysa gerçekte ona iman etmezler. Ancak
Kuran'da, bu çarpık mantıkta olanların konumları ve ibret verici sonları şu
şekilde tarif edilmektedir:
İnsan, hayır istemekten
bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir
umutsuzdur. Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet
tattırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır. Ve ben kıyamet-saatinin
kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında
benim için daha güzel olanı vardır" der. Ama andolsun Biz, o kafirlere
yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan
tattıracağız. (Fussilet Suresi, 49-50)
Adamlık dini içinde bir
grup da vardır ki, birtakım kulaktan dolma bilgilerle günahlarının cezasını bir
süre cehennemde çektikten sonra cennete girecekleri düşüncesiyle bu dünyada her
türlü haram ve günahı işlemeyi kendilerine meşru görürler. Cehennemde bir süre
"sıkıntı" çektikten sonra cennete girmeyi kendi düşük akıllarınca
garanti sanırlar. Oysa bu batıl bir inançtır ve insanın kendi kendini
aldatmasının bir diğer örneğidir. Kuran'da, bu konudan şöyle söz edilir:
Bu onların: "Ateş bize
sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak" demelerindendir. Onların bu
iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür. Artık onları
kendisinde şüphe olmayan bir gün topladığımızda ve her bir nefse -kendileri
haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı tam olarak ödendiğinde ne olacak? (Al-i
İmran Suresi, 24-25)
Yine bir başka ayette de
aynı batıl inançtan söz edilir:
Dediler ki: "Sayılı
günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah
Katından bir ahid mi aldınız? -Ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a
karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?". (Bakara Suresi, 80)
Halbuki durum sandıkları
gibi değildir. Bir sonraki ayette, ahiretteki durum şöyle haber verilir:
Hayır; kim bir kötülük işler de günahı
kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz
kalacaklardır. (Bakara Suresi, 81)
Böyle olmakla beraber
Allah’tan bir rahmet olarak Peygamber Efendimiz (sav)’nin şöyle bir hadisi de
vardır:
Hz. Peygamber (sav)
şöyle buyurdular: “Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten
çıkacaktır.” Ebu Said der ki: “Kim (bu ihbarın ifade ettiği hakikatten) şüpheye
düşerse şu ayeti okusun: “Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz...” (Nisa
Suresi, 40) (Tirmizi, Sıfatu Cehennem 10, (2601))
Adamlık dini
mensuplarının ve genel olarak da tüm inkarcıların cehennem azabı konusunda
kendi düşük akıllarınca bu denli çirkin bir cesaret göstermeleri, gerçekte
Allah'a ve ahirete olan imanlarının zayıf olmasından veya hiç olmamasından kaynaklanmaktadır.
Buna karşın müminler bu konuda son derece hassas ve her zaman ümit ve korku
içinde olurlar. Allah'ın azabından korkup sakınır, Allah'ın razı olmaması
ihtimalinden şiddetle korkarlar. Yüce Rabbimiz Allah'a sürekli olarak
günahlarının bağışlanması, kalplerinin kaymaması için dua ederler. Kuran'da
örneği verilen, "Rabbimiz,
bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma..." (Al-i İmran Suresi, 8) gibi dualar bunun
örneğidir. Peygamber olan Hz. Yusuf da "Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni
salihlerin arasına kat."
(Yusuf Suresi, 101) diye dua etmektedir.
Kısacası, müminler
kesinlikle kendilerini mükemmel, hatasız, eksiksiz insanlar olarak görmez,
aksine ellerinden geldiğince eksiklerini gidermeye, hatalarını düzeltmeye, olgunlaşmaya
çalışırlar. Bu nedenle de, Kuran'ın pek çok ayetinde bildirildiği gibi,
kendilerine yapılan uyarıları son derece titizlikle dikkate alırlar. Adamlık
dini mensupları kendilerini beğendikleri, kusursuz gördükleri için hiçbir
şekilde kendilerine verilen öğütleri dinlemezler. Allah'ın kitabına davet
edildiklerinde yüz çevirir ve kendilerinin zaten örnek birer Müslüman
olduklarını iddia ederek konuyu geçiştirmeye çalışırlar. Bu gibi kişilerin
durumu bir ayette şöyle haber verilir:
Kendisine Rabbinin ayetleri
öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri
(amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu
kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık
koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet
bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)
Hatta "ben çok
dindar bir ailenin çocuğuyum", "benim dedem din konusunda takdir
edilen, fikri alınan bir alimdi, hacıydı, hocaydı" türünden kendini temize
çıkarmayı amaçlayan açıklamalar yaparlar. Veya eskiden yaptıkları bir iyiliği,
örneğin bir fakire verdikleri yüklü bir parayı gündeme getirirler ve ne denli
iyi bir insan olduklarını (!) ima ederler. Kuran'da, böyle kişilerden şöyle
bahsedilir:
Kendilerini (övgüyle) temize
çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar,
"bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar" bile haksızlığa
uğratılmazlar. Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar, bir bak. Bu, apaçık bir
günah olarak yeter. (Nisa Suresi, 49-50)
Bunun yanı sıra, adamlık
dini mensupları, kendi çarpık mantıklarına göre bazı ibadetler üretirler ve
bunları yapmakla cennete gideceklerini sanırlar. Bu dinin mensuplarının
ağzından "çalışmak da ibadettir" sözünü sık sık duymak mümkündür.
Çalışmak bir güzelliktir ve her mümin temiz ve iyi bir ahlak göstererek
çalışır. Ancak çalışmayı bahane ederek, Allah'ın hükümlerini uygulamamak
elbette samimi bir davranış değildir. Adamlık dini mensupları bu mantıktan
hareket ederek kendi mesleklerinin de birer ibadet olduğunu söylerler. Bu
çarpık mantığa göre, meslekleriyle " hizmet ettikleri"ne göre, ayrıca
Kuran'ın hükümlerini yerine getirmelerine gerek yoktur. Bunu söyleyen kimi
zaman memur, kimi zaman berber, kimi zaman doktor, kimi zaman tüccar, kimi zamansa
terzidir. Hepsi de insanlara meslekleriyle yardımcı olduklarını, bunun da en
büyük ibadet olduğunu düşünürler. İnsanlara yardımcı olmak iyi bir vasıftır ama
tek başına yeterli değildir. Üstelik bu büyük bir yanılgıdır.
Bu kişiler, kendilerine
en iyi parayı, en iyi mevkiyi, en iyi şöhreti getirecek olan ya da kolaylarına
gelen işi ve hayat tarzını seçmişlerdir ve sonra da yaptıkları bu işle ibadet
yaptıklarını iddia ederler. İbadet, Allah'a kulluk etmek demektir. İnsanlara
yapılan bir yardım ise, ancak gerçekten Allah'ın rızası aranarak yapılmışsa
ibadet olur. Ancak bir insan, Kuran ahlakını yaşamayıp, sonra da "ben şu
insana yardım ediyorum, şunu tedavi ediyorum, bu ibadettir" diyemez. Eğer
ibadet yapmak, yani Allah'a kulluk etmek istiyorsa, kişi Allah'ın farz kıldığı
hükümleri eksiksiz olarak yerine getirmek için çalışmalı, bununla birlikte
Allah'ın emrettiği ahlakı da tam olarak yaşamalıdır.
Tevbe Suresi'ndeki bazı
ayetler bu konuyu en iyi biçimde açıklar. Ayetlerde, Peygamberimiz (sav)
döneminde Mekke'deki müşriklerin Kabe'yi onarma ve hac için Kabe'ye gelenlere
su verme adetinden söz edilmekte ve müşriklerin yaptığı bu hareketin, olumlu
bir hareket de olsa, ibadet sayılmayacağı bildirilmektedir. Çünkü ibadet, biraz
önce de belirttiğimiz gibi, Allah'a kulluk etme demektir. Oysa müşrikler Allah
rızası için değil, gösteriş için ve bir de örf ve adet gereği bu işi
yapmaktadırlar:
Şirk koşanların, kendi
inkarlarına bizzat kendileri şahidler iken, Allah'ın mescidlerini onarmalarına
(hak ve yetkileri) yoktur. İşte bunlar, yaptıkları boşa gitmiş olanlardır. Ve
bunlar ateşte süresiz kalacak olanlardır. (Tevbe Suresi, 17)
Hacılara su dağıtmayı ve
Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve
ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi
saydınız? (Bunlar) Allah Katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa
hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 19)
Adamlık dininin ürettiği
çarpık İslam anlayışının çeşitleri saymakla bitmez. Bu dinin bazı mensupları
da, tuttukları yolun doğruluğundan emin olur ve "Allah beni seviyor,
sevmeseydi bu evi, aileyi, malı, mülkü, verir miydi? Şimdiye kadar Allah'tan ne
istedimse oldu" şeklinde ifadelerle kendilerine olan güvenlerini ifade
ederler. Bu tür düşüncelerle kendilerini temize çıkarmaya çalışırken, aşağıdaki
ayetlerin hükmüne girebileceklerinin farkında değildirler:
Onlar sanıyorlar mı ki,
kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz
(veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 55-56)
Bir başka ayette, olayın
gerçek mahiyeti şöyle açıklanır:
Şu halde onların malları ve
çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında
azaplandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe
Suresi, 55)
Kimsenin kendisinde bir
ayrıcalık görmeye hakkı yoktur. Bir insan ancak Allah'a itaat ediyor, O'nun
hükümlerine elinden geldiğince uyuyor, günahlarından dolayı Allah'tan
bağışlanma diliyorsa, Allah Katında bir kurtuluş ve mutluluk umabilir. Allah'a
isyan etmiş, O'nun hükümlerine bile bile yüz çevirmiş, O'ndan başka ilahlar
edinmiş kimselerin kendilerini "dindar" gibi göstermeye çalışmaları
ise büyük bir samimiyetsizliktir. Nitekim Allah Kuran'da, benzer bir iddiayı
öne süren bazı Yahudilerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
De ki: "Ey Yahudi
olanlar, eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten
Allah'ın velileri (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu
halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden
yapın)." Oysa onlar, ellerinin öne takdim ettikleri dolayısıyla bunu
hiçbir zaman temenni edemezler. Allah, zalimleri bilendir. (Cuma Suresi, 6-7)
Adamlık dini
mensuplarının Müslümanlık anlayışında sadece bazı ibadetler vardır, ya da çoğu
zaman hiç yoktur ama dillerinde vardır. Müslümanlara destek olmanın, Allah için
yaşamanın, 5 vakit namaz kılmanın, Kuran'ı okumanın gerekliliğinden sık sık
bahsedilir, ama bu gerekler yerine getirilmez. Zaten adamlık dininde Kuran
ahlakının nereye kadar yaşanacağı ve sınırları Kuran'dan farklı olarak belirlenmiştir.
"Din de yaşanır, ama bir yere kadar, herşeyin bir sınırı vardır.
Abartmamak gerekir, hiçbir şeyin fazlası iyi değildir" gibi sapkın
mantıklar bu kişilerin ağzından sık sık duyulur.
Bu çarpık mantığa sahip
olan kimselerin dinin "fazlası"ndan kastettikleri, din adına
yapılacak herhangi bir fedakarlıktır. Bu kişiler, Müslümanların tarafında
bilinmemek, onlarla adlarının anılmaması, Allah için herhangi bir çabanın içine
girmemek, malını ve canını Allah yolunda kullanmamak ya da bunu kendi çıkarlarına
ters düşmeyecek yere kadar yapmak konusunda çok titizdirler. Kuran'da, dinin
yalnızca çıkarlarına ters düşmeyen yönlerini uygulayanlar şöyle tarif edilir:
İnsanlardan kimi, Allah'a
bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin
bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O,
dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi,
11)
Kuran'da tarif edilen
Müslümanlık ise Allah'ın rızasını ve sevgisini bütün şahsi çıkarların üstünde
tutan, sadece ahiretten beklentisi olan, ciddi bir çaba gerektiren ve Allah'a
karşı dürüst olunan bir Müslümanlıktır. Buna karşın adamlık dininde çıkarlar
çoğunlukla her türlü inancın, dostluğun, sevginin üzerindedir. Bu nedenledir ki
adamlık dini mensupları müminleri açıkça desteklemekten korkarlar. İtibar kaybı
korkusuyla inançlarını dürüstçe yaşayamazlar. Doğru bildiklerini her zaman
savunamazlar. Onlar için, içinde bulundukları toplumun düşünceleri, işleri,
arkadaşları ya da malları, Allah'tan ve O'nun rızasından daha önemlidir.
Kuran'da, bu durumda olan insanlar için şu hüküm verilir:
De ki: "Eğer
babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız
mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler,
sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha
sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar
topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)
Ayette adamlık dininin
yücelttiği birtakım temel değer yargıları sayılmakta ve bu değer yargılarını
İslami değer yargılarından üstün tutmanın "fasık" (yoldan çıkmış,
Allah'a isyan etmiş) bir topluluğun özelliği olduğu anlatılmaktadır. Bu
fasıklar topluluğunun sahip olduğu hatalı sevgi anlayışı da bu değer yargıları
arasında yer alır. Adamlık dininde toplum ve insan sevgisi çoğu zaman Allah
sevgisinin önünde gelir. "İnsanların rızası" Allah'ın rızasının
önünde tutulur. Bu durum, Kuran'da "şirk", yani Allah'tan başkasını
ilah edinmek olarak açıklanmaktadır:
İnsanlar içinde, Allah'tan
başkasını eş ve ortak tutanlar (şirk koşanlar) vardır ki, onlar (bu eş ve
ortakları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgisi
ise daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Ancak bu kimseler şirkin
yalnızca tahtadan, alçıdan putlara tapmaktan ibaret olduğunu sandıkları için,
kendilerini bundan tamamen uzak görürler. İçinde bulundukları sistemin şirk
sistemi olduğu kendilerine söylendiğinde ise, büyük bir kızgınlık duyarlar.
Ancak şirk (ortak) koşanlar her ne kadar kendilerini temize çıkartmaya
çalışsalar da Allah'ın hükmü kesindir, Kuran'da, "Hiç şüphesiz, Allah, Kendisi'ne şirk koşanları
bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim
Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır." (Nisa Suresi, 116) ayetiyle müşriklerin konumları
bildirilmiştir.
Adamlık dininin
"batıl kitabı" ise, atalardan gelen kültürün ve toplumun o günkü
şartlarının oluşturduğu kurallar bütünüdür. Bu nedenle, büyük bir akılsızlık
sonucu, Kuran, "yol gösterici" olarak kabul edilmez. Bu nedenle de
çoğu zaman Kuran okunmaz. Kuran okunması için sadece cenazeler gibi belirli
olayların olması gerekir. Oysa bu ancak, usta ve sinsi bir şeytani yöntemle
Kuran'ın insan hayatından uzaklaştırılması demektir. Allah, Kuran'da bu
kimselerin durumuyla ilgili olarak şöyle bildirir:
Ve elçi dedi ki:
"Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş (bir kitap)
olarak bıraktılar."(Furkan Suresi, 30)
Bundan sonra, toplumun
batıl prensipleri, garip kuralları, yanlış yetiştiriliş biçimleri, kulaktan
dolma bilgiler kabul edilir ve Yüce Allah'ın bildirdiği dinden başka batıl
ölçülere göre yaşanır. Oysa Allah, Kuran dışında bir sistemi kendilerine rehber
edinenlere ve buna rağmen kendilerini hala Müslüman sananlara şöyle hitap eder:
Size ne oluyor? Nasıl hüküm
veriyorsunuz? Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?
İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye. Yoksa sizin için
üzerimizde kıyamete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm
verirseniz o, mutlaka sizin kalacak, diye. (Kalem Suresi, 36-39)
Adamlık dini mensupları,
Allah'ın seçtiği din yerine kendi istek ve tutkularını, atalarından gelen
kültürü ya da içinde bulundukları toplumun batıl kurallarını yol gösterici
kabul etmiş ve sapmışlardır. Bu şekilde, kendilerine Allah'ın bir rahmeti
sonucu gönderilen en mükemmel ve tek kurtuluş ümidi olan hak dini, az ve çok
kısa sürelik bir dünya menfaati karşılığında satmış olurlar. Bunun ne kötü bir
alış veriş olduğu Kuran'da şöyle belirtilir:
İşte bunlar, ahireti verip
dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve
kendilerine yardım edilmez. (Bakara Suresi, 86)
İşte bunlar, hidayete
karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış verişleri bir yarar sağlamamış;
hidayeti de bulmamışlardır. (Bakara Suresi, 16)
Batıl Dinden
Kopup-Ayrılabilmek
Allah'ın dinine
(İslam'a) giren bir kişinin temel vasfı, yalnızca Allah'ı Rab edinmesidir.
Allah'ı Rab edindiğine göre, O'ndan başka hiçbir varlığı yol gösterici olarak
kabul edemez. Tüm yaşamını Allah'ın
gösterdiği şekilde, yani O'nun "... muttakiler için yol gösterici olan..." (Bakara Suresi, 2) kitabına, Kuran'a göre
düzenleyecektir. Bu durumda, başka bir ahlak sistemini benimsemesi söz konusu
olamaz. Dolayısıyla iman eden bir insan Kuran ahlakının tam tersi olan bir
ahlaki sisteme bağlı olmaz. Hem Müslüman olup, hem de atalarından gelen
din-dışı geleneklerin takipçiliğini yapmaz. Kendi başına bir "hayat
felsefesi" de üretmez. O yalnızca Müslümandır; başka bir ismi olmaz. Ona
bu ismi Allah vermiştir. Kuran'da bu konu şöyle bildirilir:
Allah adına gerektiği gibi
cehd edin (çaba harcayın). O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük
yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce
de, bunda (Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi; elçi
sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye.
Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız
O'dur. İşte, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)
Kuran'ın farklı
surelerinde içinde bulundukları toplumun batıl dininden tümüyle kopup ayrılan
ve katıksız olarak Allah'ın dinine yönelen müminlerden söz edilir. İçinde
bulundukları toplumun batıl dinini kabul etmedikleri için ölüm tehlikesiyle
karşılaşan ve güvenlik için mağaraya sığınan "Ashab-ı Kehf" (mağara
ehli) bunlardan biridir. Kuran'da, Kehf Ehli'nin durumu şöyle bildirilir:
Sen, yoksa Kehf ve Rakim
Ehli'ni Bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? (Kehf Suresi, 9)
Biz sana onların haberlerini
bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş
gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini artırmıştık. Onların kalpleri
üzerinde (sabrı ve kararlılığı) raptetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde
demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; İlah olarak
biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak,
andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını
ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse
Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?"
(İçlerinden biri demişti ki:) "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka
taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da
Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir
yarar kolaylaştırsın." (Kehf Suresi, 13-16)
Ayetlerden anlaşıldığı
üzere, Allah'ın dinine teslim olan bir mümin, batıl dine mensup olan
insanlardan fikren tam anlamıyla uzaklaşmalı, ayrılmalıdır. Bu, mutlaka fiziki
bir ayrılık anlamına gelmez. Ashab-ı Kehf, karşı taraftan gelen saldırı
nedeniyle fiziksel olarak ayrılarak mağaraya girmiştir. Müminler, özellikle
zihinsel yönden, batıl dine mensup kişilerden kopmalıdır. Hz. Yusuf buna
örnektir. Mısır'da kendisine atılan bir iftira yüzünden zindana girmiş olduğu
dönemde zihinsel olarak inkarcılardan tamamen kopup ayrılmış durumdadır.
Zindanda kendisine soru soran kimselerle şöyle konuşur:
"... Doğrusu ben,
Allah'a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir
topluluğun dinini terk ettim. Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinine
uydum. Allah'a hiçbir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değil. Bu, bize
ve insanlara Allah'ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların çoğu
şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi
daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı? Sizin
Allah'tan başka taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil
indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası
değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, Kendisi'nden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu
bilmezler." (Yusuf Suresi, 37-40)
Bir başka ayette ise Hz.
İbrahim ve onunla birlikte iman eden müminlerin batıl dine mensup olan
toplumdan kopup-ayrılmaları örnek gösterilir:
İbrahim ve onunla birlikte
olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki:
"Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız.
Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak
iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir..."
(Mümtehine Suresi, 4)
Kafirun Suresi ise
müminlerle batıl din mensupları arasındaki ayrımın bir başka ifadesidir:
De ki: "Ey kafirler.
Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de
sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun Suresi, 1-6)
Mümin, batıl din
mensuplarıyla kendisi arasındaki ayrımı kesinlikle son derece titiz bir biçimde
yapmalıdır. İnkar edenlerin dininin hiçbir yönü, örneğin değer yargıları, ahlak
kuralları, davranış kalıpları, diyalog şekilleri vs. müminler tarafından
benimsenip uygulanmamalıdır. Mümin, batıl dindeki tavırları değil, Kuran'da
tarif edilen tavırları göstermekle yükümlüdür. Çünkü Kuran'da müminlerin
asaletine, ahlakına ve inancına en yakışan yürüyüş şekli ve hatta ses tonu
tarif edilmektedir. Allah ayetlerde şöyle buyurur:
İnsanlara yanağını çevirip
(büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük
taslayıp böbürleneni sevmez. Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek
perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir.
(Lokman Suresi, 18-19)
Ancak burada bir hususa
dikkat etmek gerekir: Batıl dinler, farklı farklıdırlar ve çok azı, Marksizm
örneğinde olduğu gibi, Allah'ı inkar ettiğini açıkça söyler. Buna karşın,
Kuran'dan öğrendiğimiz gibi, batıl dinlerin mensuplarının önemli bir bölümü, Allah'a
inandıklarını, O'na itaat ettiklerini söylemektedirler. Ancak bu samimiyetsiz
bir iddiadır ve gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yaşadıkları hayat ve
benimsedikleri ahlak anlayışı bu iddialarına ters düşmektedir. Bir ayette batıl
din mensuplarının söz konusu iddialarına şöyle örnek verilir:
Haberin olsun; halis
(katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle
derler:) "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz." Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri
şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi
hidayete erdirmez. (Zümer Suresi, 3)
Başka ayetlerde ise,
batıl din mensuplarının kendilerine sorulduğu zaman, Allah'ın varlığını ve
kudretini kabul ettikleri, ancak dilleriyle kabul ettikleri bu gerçeğin
anlamını kavrayamadıkları ve O'ndan korkmadıkları haber verilir:
De ki: "Göklerden ve
yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir?
Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren
kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz
yine de korkup-sakınmayacak mısınız?" İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan
Allah'tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hâlâ
çevriliyorsunuz? Böylece Rabbinin sözü o fasık kimseler üzerinde (şöyle)
gerçekleşmiştir ki: "Onlar şüphesiz iman etmezler." (Yunus Suresi,
31-33)
Andolsun, onlara:
"Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?"
diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. Şu halde nasıl
oluyor da çevriliyorlar? (Ankebut Suresi, 61)
Bu nedenle, batıl
dinleri teşhis ederken dikkatli olmak gerekir. Batıl dinlerin mensupları,
Kuran'ın da sadece "çıkarlarına ters düşmeyen kısmını" kabul ediyor
olabilirler. Ama dediğimiz gibi, kabul ettikleri, Kuran'ın yalnızca bir
kısmıdır ve Allah'ın hükmüne göre, Kuran'ın bir kısmına iman edip, bir kısmını
inkar etmek inkardır:
... Yoksa siz, Kitabın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle
yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet
gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara Suresi, 85)
Allah bir ayette
müminlere şöyle buyurmaktadır:
... Bugün inkara sapanlar,
sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün size dininizi
kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim...
(Maide Suresi, 3)
Allah bizlere din olarak
İslam'ı seçmiştir. Tek doğru yol odur ve ondan başka her yol (her din)
batıldır. Hepimiz nasıl düşünmemiz, nasıl davranmamız, nasıl konuşmamız, nasıl
yaşamamız gerektiğini Allah'ın dininden öğrenmekle yükümlüyüz.
Bu nedenle Müslümana
düşen, karşı karşıya olduğu toplumun durumunu Kuran'ın kıstaslarıyla tahlil
etmek ve ona göre davranmaktır. Eğer içinde bulunduğumuz toplumun üyeleri,
kendilerine Rab olarak Allah'ı değil de, birbirlerini ya da atalarını kabul
etmişlerse, kendilerine yol gösterici olarak Allah'ın kitabını değil de başka
kaynakları belirlemişlerse, Allah'ı unutmuş, O'nun hükümlerinden yüz çevirmiş
olurlar.
Sonuç
Kitap boyunca adamlık dininin içinde bulunduğumuz toplumda ortaya çıkmış
olan bazı önemli yönlerini inceledik. Ancak şu bir gerçektir ki, adamlık dini,
yalnızca içinde bulunduğumuz çağ ve topluma ait batıl bir din değildir. Aksine,
bu şeytani din, her çağda ve her coğrafyada, hak dinden sapmış olan toplumların
ortak dini durumundadır. Yalnızca bu sahte dinin şekillerinde birtakım
değişiklikler bulunur. Zaman ve coğrafyaya göre toplumların adetleri, davranış
kalıpları değişir, ama temel mantık aynıdır. Örneğin adamlık dininin en temel
özelliklerinden biri olan gösteriş yapma, değişik toplumlarda değişik
şekillerde gerçekleşiyor olabilir ya da kibirin ve kendini beğenmişliğin dışa
vurumu olan mimik ve jestler farklı tarzlarda yapılıyor olabilir. Ama sonuçta
temel mantık aynıdır.
Bu mantık, baştan beri
vurguladığımız gibi, adamlık dininin Allah'ı unutmuş, Kuran'da bildirildiği
gibi, "(Allah'ı)
arkalarında unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edinmiş" (Hud Suresi, 92) olmasının bir sonucudur. Bu
sahte dinin mensupları, bu dünyaya Allah'a kulluk etmek için geldiklerini, tek
kurtuluşun O'nun rızası olduğunu bilmezler. Oysa bizi yaratan, bize
annelerimizin rahminde şekil ve suret veren, bizi dünyaya yerleştiren, bu
dünyayı bizim için döşeyip-hazırlayan, bizi rızıklandıran, bizi yaşatan ve
öldürecek olan Allah'tır. Bizim O'ndan başka hiçbir velimiz, Rabbimiz,
sahibimiz, İlahımız yoktur. O'ndan geldik ve O'na gidiyoruz. Bu dünyada da
fazla kalacak değiliz.
Madem varlığımızın asıl
mahiyeti budur, o halde geçici bir süre üstünde kalacağımız dünyanın küçük
menfaat hesaplarına girmek, dünyada birbirimize "hava atmak", yok
olmaya mahkum olan mal ve mülke hırsla bağlanmak, Allah'ın dini dışında
kendimize başka yol göstericiler, başka amaçlar, başka "dava"lar
seçmek, akıl karı değildir. Dünya, ahiretin tarlası olarak yaratılmıştır.
Ahirette Allah'ın rahmetini ve
cennetini kazanmamız, bu dünya üzerinde de huzurlu bir hayat sürmemiz, ancak
Allah'ın yoluna tabi olmamız, "Allah'a sarılmamız" ile mümkün
olabilir. Nitekim bize emredilen de budur:
... Allah'a sarılın, sizin
Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)
Tüm bu kitap boyunca
incelediklerimiz, bizlere adamlık dininin ürettiği çarpık düşünce, bakış açısı,
adet ve tavırları göstermektedir. Adamlık dininin söz konusu özelliklerini
Kuran'da tarif edilen hak dinle karşılaştırınca, ikisi arasında ne denli büyük
bir fark olduğu açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu fark, iman ile küfür
arasındaki farktır. Başka bir deyişle, Allah'ın dini ile şeytanın ürettiği
batıl din arasındaki farktır. Bundan dolayı, adamlık dini ile İslam'ın herhangi
bir benzerlik göstermesi, Müslümanların adamlık dininin herhangi bir kısmını
benimsemesi söz konusu olamaz. Bu nedenle de mümin, adamlık dini toplumu içinde
hemen ayırt edilir; toplumun üyeleri, onun kendilerinden olmadığını kısa sürede
anlarlar. Ancak nasıl olup da kendi dinlerine bu kadar zıt bir karaktere sahip
olduğunu anlayamazlar. Müminin mantığı, onların mantığına tamamen terstir.
Zaten bu nedenle de, tarih boyunca adamlık dini mensupları, müminlerin nasıl
bir mantığa sahip olduklarını kavrayamamış ve hatta onları
"delilik"le suçlamışlardır.
Oysa, asıl kendilerinin
içinde bulundukları sistemin hiçbir tutarlı, mantıklı dayanağı yoktur.
Söyledikleri sözler çoğunlukla birbiriyle çelişir. İslam'a uymak gerektiğini
söylerler, sonra da buna kendilerince sınırlamalar getirirler. Dinin bazı
hükümlerini kendi düşük akıllarınca "beğenir", ama fazla
"aşırı"ya kaçmamak gerektiğini söyleyerek bazı hükümlerin
uygulanmamasından yana tavır alırlar. "Biz Müslümanız" derler, ama
İslam'a göre yaşamak istemediklerini söylerler.
Bu mantık dışı,
çelişkili sözlerden de anlaşılacağı gibi, herhangi bir adamlık dini mensubunun
dini konular hakkında yaptığı yorumlar, öne sürdüğü fikir ve düşünceler
genellikle Kuran ayetleriyle taban tabana zıttır. Kuran'da bu tür insanlardan
şöyle bahsedilmektedir:
İnsanlardan kimi, hiçbir
bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında
tartışır-durur. Allah'ın yolundan saptırmak amacıyla "gururla
salınıp-kasılarak" (bunu yapar); dünyada onun için aşağılanma vardır,
kıyamet günü de yakıcı azabı ona taddıracağız. (Hac Suresi, 8-9)
Halbuki Kuran'daki
gerçek dini anlayıp uygulamak için tam bir şuur açıklığına ve akla ihtiyaç
vardır ki, bu özelliklere sahip olanlar ancak müminlerdir. Kafirlerin ve müşriklerin
ise şuurları ve algıları kapalı, kavrayamayan kimseler olduklarını Allah birçok
ayetinde belirtmiştir:
Allah, onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap
onlaradır. (Bakara Suresi, 7)
Andolsun, cehennem için
cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır
bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır
bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
... Gerçekten onlar,
kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini
çevirmiştir. (Tevbe Suresi, 127)
Bundan dolayıdır ki,
adamlık dini, akılsız ve şuursuz insanların
batıl dinidir. Halbuki aklı ve vicdanı, onu din ahlakını yaşamaya
yöneltir ki, insanın gerçek şanı, şerefi ve ebedi mutluluğu bu dindedir.
İki din arasındaki
seçim, insana aittir. Bir ayette konu şöyle açıklanır:
Dinde zorlama (ve baskı)
yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim
tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun
kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 256)
DARWINİZM'İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya
atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey
değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu
teori, evrende ve canlılarda çok açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından
ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 350 milyon
fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları
yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim
teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece
bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü
altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda
gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı
olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar. Evrim teorisinin
çöküşünü ve Yaratılış’ın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel
detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük
önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi
eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak
19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli
gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı
kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın
ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına
göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük
değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi,
hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi
sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin
önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim
karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın
yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü
"evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip
olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları,
evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı
türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada ortaya çıkan tek bir
canlı hücreden hayali şekilde tesadüfen geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir
hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer
gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil
kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm
bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak
gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış'ı
cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve düzenleme
olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini
iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı
bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına
aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan
Gelir"
Darwin, kitabında
hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim
anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre,
cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık
oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından,
farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de
ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve
biraz beklendiğinde bu karışımdan
farelerin oluşacağı sanılmıştı. Etlerin kurtlanması da hayatın cansız
maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra
anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden
oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl
sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı
kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda
vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız
maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe
gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin
of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim teorisinin
savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen
bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın
kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz
Çabalar
20. yüzyılda hayatın
kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu.
Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin
tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar
başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover
Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in yolunu izleyen
evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya
çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin
geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından
çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence
on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American
Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir
sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi
olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life:
Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu
açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep
başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir
makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı
geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük
çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin hayatın
kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni,
Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş
laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre,
hatta hücreye ait tek bir protein bile üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana
gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar
fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha
hücre aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri
olan proteinlerin tek bir tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali
matematiksel olarak "0"dır.
Bunun nedenlerinden
başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin varlığının
gerekmesidir ki bu durum, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen
ortadan kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf
iddiasını en baştan yok etmek için yeterlidir. Konunun önemi açısından özetle
açıklayacak olursak,
1. Enzimler olmadan protein sentezlenemez ve
enzimler de birer proteindir.
2. Tek bir proteinin sentezlenmesi için 100’e
yakın proteinin hazır bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı
için proteinler gerekir.
3. Proteinleri sentezleyen enzimleri DNA üretir.
DNA olmadan protein sentezlenemez. Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için
DNA da gerekir.
4. Protein sentezleme işleminde hücredeki tüm
organellerin önemli görevleri vardır. Yani proteinlerin oluşabilmesi için,
eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm organelleri ile var olması
gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde
yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi
bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa,
500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç
bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin
(enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak
DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından,
eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir.
Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San
Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific
American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Son derece kompleks
yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde
ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır.
Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla
insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on
Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın
kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu
durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali
Mekanizmaları
Darwin'in teorisini
geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları"
olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip
olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı
evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı.
Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu:
Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal
seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü
canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar
tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler
hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden
oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka
bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal
seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu
gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"
demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile
of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı
değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim
anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı.
Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları
sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar,
nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu.
Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların
yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı. Darwin
de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında,
yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü
iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the
First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184) Ama Mendel'in
keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım
kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini
kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve
dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve
Mutasyonlar
Darwinistler ise bu
duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik
Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar.
Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi"
olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya
da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala bilimsel
olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model
neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu
canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar
canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok
basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan
herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük,
rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G.
Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar
hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi.
Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma
"evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul
ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması
olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia
ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil
kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin bilim
dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var
olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde
ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir
zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen
uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış
olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık
özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri
kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da
sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış
sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları
için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış
olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür
canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca
hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka
fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu
şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim
doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)
Ancak bu satırları yazan
Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı.
Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden,
Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on
Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten
türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız
ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de,
tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat
niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak
bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu
değil? (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172,
280)
Darwin'in Yıkılan
Umutları
Ancak 19. yüzyılın
ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları
yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermiştir. İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager,
bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur:
Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle
gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager,
"The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British
Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında,
tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle
aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası,
bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir
canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve
kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır.
Bu gerçek, ünlü evrimci Biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim,
yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana
gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları
gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983.
s. 197)
Fosiller ise, canlıların
yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil Yaratılış’tır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini
savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu
konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan
geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce
başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında bazı
"ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan
bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların
sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen Australopithecus
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman
ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus
örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların
sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir
benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory
Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard,
"The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for
Doubt", Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler insan
evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara
ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema
hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki
olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli
savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir
gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie,
"Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık
1992)
Evrimciler "Australopithecus
> Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde
yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103;
A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co.,
1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge
University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus
sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo
sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı
ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996) Bu ise elbette bu sınıfların
birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya
koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould,
kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu
çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile
paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş
olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da
ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan"
canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya
çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan
ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar
inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl
araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly
Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana
uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç
bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi
dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze
oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani
somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan
sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda,
yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati,
altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın
evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin
alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum
ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim
teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki
teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda
kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New
York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte insanın evrimi
masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı
fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele
aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma
bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık
bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın
tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre
cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve
sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana
getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot,
potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom
yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz.
İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında
savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına
"Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda
büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen,
demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal
şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri
malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar
amino asit, istedikleri kadar da protein doldursunlar. Bu karışımlara
istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş
cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim
adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak
nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında
beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine
inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o
varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları,
kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri,
zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları,
domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek
hücreyi oluşturamazlar. Sonra
yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar
alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop
altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir
safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek,
üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki
Teknoloji
Evrim teorisinin
kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün
algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya
geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir
cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki
hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka
kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik
sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak
algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır.
Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez.
Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç
karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta
ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net
ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana
rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı
tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda
gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu
kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin
ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce
mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler
kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir.
Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada
büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size
iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir
perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on
binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya
çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu
da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç
boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir. İşte evrimciler, bu
kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia
etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda
oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi
dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz
atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha
ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün
gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak
için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla
toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek
iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine
dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de
beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için
de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez.
Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir.
Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın
senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız.
Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada
keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde
edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar
onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok
elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır.
Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana
rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En
büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi
kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit
oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece
net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi
cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir. Şimdiye kadar
insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve
başarılı birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme
olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve
Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl
renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü
koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden,
kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider.
Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl
oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe
hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses,
koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç
duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni
oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu
yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu
sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış
olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa
ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz. Bu
açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç
santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve
ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması
gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar
incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia
olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime
aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi
yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını
göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce
olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren
modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim
teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile
çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim
teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir
inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i
de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler. Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard
Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci
olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu
şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme
bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir
inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin
yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori'
bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma
yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre
de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin,
"The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak 1997,
s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in,
materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık
ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu
nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca
farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların,
böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki
etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden
oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul
etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler. Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan
insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve
akla sahip olan bir Yaratıcı’nın eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var
eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren
Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya
Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek
gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını
ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği
gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu,
molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu
durum, Yüce Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı
insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma
düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri
uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.
Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalbleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah bir başka ayetinde
ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini
şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine
gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir
kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar
uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine
inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da,
inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle
insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla
bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun
Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı
bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle karşılaştığında,
büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın
anlatıldığı ayetler şöyledir:
(Musa:) "Siz atın"
dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları
dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi,
116)
Görüldüğü gibi
Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la - Hz. Musa (as) ve
ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların
attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu
büyüsünü, ayette bildirildiği gibi "uydurduklarını yutmuş" yani
etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı
fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o
bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yapmakta oldukları geçersiz
kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler.
(Araf Suresi, 117-119)
Ayette de bildirildiği
gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir
sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir.
Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma
iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu
iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve
"büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına
kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri
gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle
açıklar:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle
uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri
malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve
belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle
karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids:
Eerdmans, 1980, s. 43)
Bu gelecek, uzakta
değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah
olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük
aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü,
büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya
başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya
nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
Dediler ki:
"Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara
Suresi, 32)
ARKA KAPAK
İnsanların bir çoğunu, kendileri farkında
olmadıkları halde etkisi altına almış batıl bir din vardır. Bu, kendini açıkça
tanıtmayan, gizli bir dindir. Hiç bir yazılı kuralı yoktur. İnsanların hareket
ve tavırlarını, düşüncelerini kontrolü altına alır. İnsanlar, şuurunda olmadan
hayatları boyunca bu batıl dinin kurallarını uygular, bu batıl dinin emir ve
yasaklarına göre yaşarlar.
Bu batıl dine uyan kimseler, kendilerine
sorulduğunda belki, "Müslümanım" ya da "Hıristiyanım"
diyebilirler. Dinsiz, hatta ateist de olabilirler. Fakat her biri, aslında bu
gizli dinin mensubudur.
Bu din, başlangıçta insanların önüne bir
bütün olarak konulup kendilerine teklif edilmez. İnsanlar bu batıl dini,
dünyaya geldiklerinden itibaren aldıkları uzun telkinler sonucunda benimserler.
Bu nedenle, hareket, düşünce, tavır, hatta mimiklerinin bile bu batıl dinden
kaynaklandığını fark etmezler.
Bu batıl din, kendisine bağlananlara hedef
olarak "adam olma"yı gösterir. "Adam olmak", bu batıl dinin
değer yargılarını benimsemek, kurallarını, yasaklarını ve davranış biçimlerini
uygulamak, karakter özelliklerini üzerinde taşımak demektir. Toplumda kabul
görmek, yadırganmamak, belirli bir yere gelebilmek için adam olmak şarttır.
Bu batıl din "adam olma"nın
dinidir. Biz de buna kısaca, "Adamlık Dini" adını vereceğiz.
YAZAR
HAKKINDA: Harun
Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu.
1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser
hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı
dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi
tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı,
-Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur
ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile
olacaktır.