30 Mart 2016

YARATMAK HAZRET-İ ALLAH’A MAHSUSTUR



YARATMAK HAZRET-İ ALLAH’A MAHSUSTUR
“O’nun İlmi Dışında Bir Yaprak Dahi Düşmez.”
(En’am: 59)
“Göklerin ve Yerin Anahtarları O’nundur.”
(Şûrâ: 12)

Engin Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanları, nâmütenâhi nimet ve ikramları sonsuzdur. Herşey O’nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O’dur. Yaratmak da, öldürmek de O’na âittir. Tesadüf diye birşey yoktur. O’nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.

Tahminciler:
Tahminciler, zanları ile bir şey olacağını tahmin ediyorlar. Oysa Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bindörtyüz sene evvel bunları haber vermiş ve beyan etmiştir.
Şöyle ki, bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği,
Fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği,
Bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgar, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif’lerinde saydığı haller zuhur ettiği zaman, mülkünün yagâne mutasarrıfı olan Hazret-i Allah’ın bu cezalar ile cezalandıracağını haber veriyordu.
Bu Hadis-i şerif’in kapsamına girenler, hadiselerin mânevî müsebbibidirler.
Gerçeği bilmeyenler ise “Şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş.” diyorlar. Onlar mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ’yı bilip tanımıyorlar, imanları da yok.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O’nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz.” (Fatır: 11)
Tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
“O’nun bilgisi olmadan hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz.” (Fussilet: 47)
O’nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.
“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” (En’am: 59)
İlm-i ezelîsi her şeye şâmildir.
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.” (Şûrâ: 12)
Her şey O’nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O’dur. Yaratmak da öldürmek de O’na âittir. Yarattığı bütün mahlûkatı, âlemler ve içindekiler bir araya gelseler bir tek yaprağı yaratamazlar. Bir tek yaprak karşısında âciz düşerler. Yarattığı her şey böyledir. Yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır.
Sonsuz Nimetler:
Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanları sonsuzdur. Zâhirî ve bâtınî nimetleri o kadar engindir ki; bir damla kerih su iken insanı en güzel bir biçimde yaratıyor, vücuttaki âzâ nimetlerini yerli yerine koyuyor ve donatıyor, bir de suretini veriyor.
Bir taraftan vücudunla seni var ediyor, diğer taraftan seni en güzel nimetlerle rızıklandırıyor ve mülkünde yaşatıyor.
Sonsuz ihsan ve ikramların sahibi Allah-u Teâlâ’dır. Bu nâmütenahi nimetleri ihsan ve ikram eden Allah-u Teâlâ kullarını bir takım emir ve nehiylerle mükellef kılmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyat: 56)
Kullarına iman etmeleri için emir vermiş, şartlarını koymuş, hudutlarını çizmiştir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Bunlar Allah’ın hudududur, sakın onlara yaklaşmayın!” buyurmuştur. (Bakara: 187)
Allah-u Teâlâ’nın bu hududu; O’nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı şeylere “Hududullah” denir.
Diğer taraftan namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri de İslâm’ın şartlarından kılmıştır.
İsyankârların Cezası:
Ve fakat bunca ihsan ve ikramların sahibi olan Allah-u Teâlâ’ya karşı alenen isyan edip hasım kesilen, Allah’lık dâvâsında bulunan kimselere gelince; O bu zâlimlere karşı Kahhar’dır. Onlara bir müddet için fırsat verir fakat ruhsat vermez, hepsini kahreder, yerlere serer ve cehennemine atar.
O her şeye kâdirdir, O’nun hükmünden kurtulmak mümkün değildir. O nasıl cezalandırmayı murad ederse öyle cezalandırır, azabı çok şiddetlidir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.
Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı. Kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Zâlimlerin Âkıbeti:
Bu zâlimlerden önce, geçmiş devirlerde Allah’lık dâvâsında bulunan zâlimlere de fırsat vermişti ve fakat âkıbetleri nasıl oldu?
Dikkatle bir inceleyin! Nemrut’u nasıl ve ne ile helâk etti? Firavun’u yer bile kabul etmedi. Âlemlere ibret olması için onu deniz sahiline attırdı. Böylece beşeriyete, hususiyetle Allah’lık dâvâsında bulunanlara numune olarak teşhir ediyor. İbret almak isteyenler ibret alırlar.
Allah-u Teâlâ onun da, avanesinin de ruhlarını sabah akşam ateşe sokuyor, bu azaplar her gün devam ediyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de ‘Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!’ denilir.” (Mümin: 46)
Firavun ve hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.
Bu azap sadece firavuna ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kâfirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir.
Zâlimler bundan ibret alsınlar diye bu âkıbetleri arzediyoruz, böylece O’nun kahredici olduğunu anlatıyoruz. Kahhar olan Hazret-i Allah’a karşı hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlardan başka bu zâlimlerin de hakkından gelir.
İlâhî Ferman:
Allah’lık dâvâsında bulunan bu bölücüler, din kuran sapıtıcı imamlar, Allah yolundan alıkoyan imansız imamlar da böyledir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Sizi idare edenlerin sahibi ve meliklerin Meliki’yim. Onların kalpleri benim kudret elimdedir.
Eğer kullar bana itaat ederlerse, ben de onları onlara rahmet kılarım, merhamet ve şefkatle muamele ederler.
Yok eğer kullar bana isyan ederlerse; ben de onları onlara belâ ederim, kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm, en kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle bedduâ etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana duâ ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.” (Mişkât’ül- Mesâbih)
Demek oluyor ki; insanlar, yaratıcı ve yaşatıcı olan Allah-u Teâlâ’dan, O’nun emir ve nehiylerinden ayrıldıkları zaman, onlara hakettikleri ceza olarak başlarına zâlim idareci veriyor. Onlar da en şiddetli azap ile halka zulmederler.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler gelir.” (Deylemî)
Ve onlardan her türlü kötülüğü bekleyin. Çünkü bu kötülüğü başta siz yaptınız.

YARATAN, YAŞATAN VE YÖNETEN
HAZRET-İ ALLAH’TIR
Yaratan O olduğu gibi, yaşatan da O’dur.
Âyet-i kerime’sinde:
“Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık.” buyuruyor. (Meâric: 39)
Sen hiçbir şey değilken O seni bir damla kerih sudan yaratmadı mı? Sana hayat vermedi mi? O’nun sana verdiği hayat ile yaşıyorsun. Hayatı çektiği zaman yoksun. Ruhun da gider, vücudun da gider. Ruhunu çektiği zaman toprakta çürüyorsun. Çünkü vücudun zaten bir elbiseden ibaret. Elbiseyi gösteren de O, seni tutan da O, seni yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda yoksun. İnsan hep O’nunla kâim de bilmiyor.
O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
“Gökten yere kadar her işi O düzenler.” (Secde: 5)
O’nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.
O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O’dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O’dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî’den durmadan akıyor.
Âyet-i kerime’sinde:
“Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.” buyuruyor. (Hicr: 21)
Zerreden kürreye kadar her yaratık O’na muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ iradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etmiştir. Yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i imran: 97 - Ankebut: 6)
Kim iman ederse kendi lehine, kim de inkâr ederse yine kendi aleyhinedir. Ne itaat edenlerin itaatı O’na fayda verir, ne de âsilerin isyanı zarar verir.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” (Nisâ: 126- 131-132)
Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde, gerek âfâkta gerek enfüste hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden, Allah-u Teâlâ’nın kudreti ve azameti ile, ilâhî hükmü ile kuşatılmış olmasın. Şu halde zâhirde ve bâtında, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve âhirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.
Uludağ bir karıncaya göre çok büyüktür. Fakat güneşin büyüklüğü karşısında karınca gibi küçük kalır. Güneş de Arş-ı Rahman’ın yanında karınca gibidir.
Allah öyle bir Allah’tır ki, O’nun varlığı ve azamet-i ilâhîsi karşısında bütün kâinat bir karınca mesabesindedir. Her şeyi O kuşatmıştır.
“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile... Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arş-ı Rahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. O ise her şeyi kuşatmıştır.
“Doğu da batı da Allah’ındır. Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vâsi’dir, O her şeyi bilendir.” (Bakara: 115)
Mülk O’nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İşte Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır.” (En’am: 102)
Bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, gelecekte de her şeyin yaratıcısı O’dur.
O’nun “Ol!..” emri ile her şey hayat bulur. “Öl!..” demesiyle de ölür.
“Bak! Onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz.” (En’am: 65)
Nitekim aklını kullanan kimseler, O’nun âyetlerinden pek çok istifade etmekte ve kendilerine yön vermektedirler.

YARATMAK
HAZRET-İ ALLAH’A MAHSUSTUR
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah’a mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O’dur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir.” (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
“Allah ne dilerse yaratır.” (Âl-i imran: 47)
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O’dur.
İnsanların yaptığı, sadece O’nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak ‘Ol!’ dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.” buyuruyor. (Nahl: 40)
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!” dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.
Âlemlerdeki Nizam:
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah’tır. İlâhî nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya, gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O’na muhtaç, su da O’na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O’nun emrinde, güneş de O’nun emrinde.
Her şey O’na muhtaç olduğu gibi, güneş de O’na muhtaç. Her şey O’nun yed-i kudretinde ve O’nun emrindedir.
Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi de O’na muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın! Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bakınız daha bir tek meyvenin karşısında kâinat acze düşüyor. Bir tek arpanın karşısında kâinat bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir. Meyve olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen meyve yok olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.
Aslında her şey Hakk’a muhtaçtır.
Meselâ toprağı ele alalım. İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları ayrı, renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler.” (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.
Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O’nun emrinde, O’nun hükmünde, O’nun takdirinde var.
“İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Yâsin: 38)
Kör bir tabiatın eseri değildir.
Göklere bir nazar et, direksiz tutuyor. Deniz gibi büyük bulutları havada tutuyor.
Havada tuttuğu deniz suyu kadar ağır bulutları, dilediği zaman rüzgarlar ile dilediği yerlere sevkediyor, yayıyor, sıkıştırıp dilediği yerlere yağmur yağdırıyor.
Ve o inen yağmur tanesinin içine neler koyduğunu da yalnız kendisi bilir.
İnsanı topraktan ve sudan yarattığı gibi yine ondan çıkarıyor.
Yağmur tanesinin meydana getirdiği su ile yer kabarıyor, harekete geçiyor, canlanıyor, taneler çıkmaya başlıyor. O suyun içine ne koyduysa, topraktan o çıkıyor. Gerek insanı, gerekse yeryüzüne yaydığı her canlıyı da o topraktan besliyor.
Şu gördüğün toprağın aslı nurdur.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” buyuruyor. (Nur: 35)
Sen ise onu toprak görüyorsun. Halbuki o toprak zannettiğin yerde neler oluyor?
O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” (Zilzâl: 4-5)
Allah-u Teâlâ’nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına: “Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir misiniz?” diye sordu.“Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki:
“Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip şahitlik etmesidir. ‘Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!’ demesidir.” (Tirmizi, Kıyamet: 7)
Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler zaten görmez.
Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir haber verecek.
Toprağın her işi emirle yaptığını ancak diri olanlar görürler.
Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz, topraktan binlerce alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve pişirildiği zaman ekmek oluyor. O buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor. Alçı veya çiriş aynı una benziyor, fakat yutsan mideni dondurur. Birine başka hassa vermiş, diğerine başka hassa vermiş. Yani hepsinde O’nun“Ol!” emri var.
“‘Ol!’ dediği gün her şey oluverir.” (En’am: 73)
Onlara öyle “Ol!” buyurmuş, öyle oluyorlar.
Bazı bitkilerden fevkalâde ilaç oluyor. Her bitkiye nasıl bir hassa koyduğunu yalnız O bilir.
Ağaçtan bir portakal alıyorsun. Tadlanmış, kokulanmış, pişirilmiş, paketlenmiş, paket içinde paketlere sarılmış. Vitaminleri ayrı, vücuda verdiği faydaları ayrı, şifâları ayrı ayrı.
Küçücük bir fındığın özü var, o özde besleyici protein var. Dışında zar var, kabuk var. En dışında tekrar bir kabuğu daha var.
Ağaç mı yaptı bunları? Hayır! Ağacın hükmü yok. Allah-u Teâlâ ağaca tepsilik vazifesi yaptırıyor. Hüküm O’nundur. O ağaç o suyu alamaz, o tadı, o lezzeti, o kokuyu, o rengi veremez. Çünkü kendisinde o hassalardan hiçbirisi yok. Meyve o tadı, o kokuyu, o diziyi, o güzelliği “Ol!” emrinden aldı. Hepsi O’nun ihsanı, O’nun ikramı. O görünmüyor da ağaç görünüyor. Vereni, ağaca tepsilik vazifesi yaptıranı kimse görmüyor.
“Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda da öğüt alan bir topluluk için ibret vardır.” (Nahl: 13)
Gökten inen aynı suyu aldıkları, aynı güneşten faydalandıkları halde, binlerce bitki türünün renkleri, çiçekleri, şekilleri, tadları ve kokuları hep ayrı ayrıdır.
En güzel şekilde nasıl şekillendirdi, ne güzel takdir ve tasvir buyurdu!
Her şey O’nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir. Neye ve kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcuttur. Bu hassaların hiçbirinden haberimiz yok.
Bir inek gıdasını alıyor, sindiriyor. Bu gıdaların bir kısmı kan oluyor, bir kısmı süt oluyor. Kan damarı ayrı, süt damarı ayrı, birbirine karışmıyor. Bunu inek mi yaptı?
Çocuk olunca anneye süt geliyor. Daha önce aynı meme annede vardı, niye süt gelmiyordu?
İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı, mukadderâtını da dürdü ve “Ol!” dedi, oluverdi. Diğerleri hep teferruattan ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz, ötesini göremiyoruz. Ondaki bütün hassalar Cenâb-ı Hakk’ın birer ikram ve ihsanıdır. Herkes kabuğu görür, özü gören azdır. Herkesin gözü yaratılanlarda kalmış.
İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Allah-u Teâlâ’nın kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
Âyet-i kerime’de:
“Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Câsiye: 4)
İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.
Tefekküre Dâvet:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde vahdaniyetini, azamet ve hâkimiyetini insanların ibret nazarlarına arzediyor, bütün beşeriyeti tefekküre ve insafa dâvet buyuruyor:
“Allah mı hayırlıdır, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz nice bahçeler meydana getiren mi?
Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Hayır, onlar Hakk’tan ayrılan bir güruhtur.” (Neml: 59-60)
Göz göre göre Hakk’tan sapıyorlar, bu apaçık delil ve işaretleri göz önünde bulundurmuyorlar. Aynı sudan güzellikleri ile birlikte, değişik renk, tat ve şekillere sahip olan bitkilerin başkası tarafından yaratılmasının imkânsız olduğunu düşünemiyorlar.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Hayır! Onların kalpleri bundan habersizdir. Onların bunun dışında da bir takım işleri vardır, bu işleri yapar dururlar.” (Müminun: 63)
Hem inkâr ettiler, hem de kötü işler yaptılar.
O güzel bahçelerin yetişmesinde insanların da hizmeti olmaktadır. Fakat kendi kendilerine meyvelerini yetiştirmek şöyle dursun, bir ağacını bile bitiremezler.
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde meydana getirdiği, sayılamayacak kadar çok olan ihtiyaç giderici şeyleri bir düşün!
Bitkilerin cinslerini devam ettirmek için tohumlar yarattı. Meyveleri yenilmekte ve ticareti yapılarak kazanç temin edilmekte, yapraklarından hayvan yemi yapılmakta, ağacı inşaat için kereste, yakmak için odun olarak kullanılmaktadır. Eğer bunlar büyümese, tohum vermese, yeni fideler meydana getirmese, nesilleri kesilir, tükenir giderdi.
Allah-u Teâlâ bitkilerin meyvelerini olduğu gibi; yapraklarını, çiçeklerini, kök ve gövdelerini ayrı ayrı birçok iş ve birçok faydalar için yaratmıştır.
Ağaçların ve bitki cinslerinin yaratılışlarındaki hikmeti bir düşün!
Onlar da hayvanlar gibi gıdalanmaya muhtaçtırlar. Halbuki onlar hayvanlar gibi gezip dolaşamamaktadırlar. İşte bu halde bulunan bu bitki ve ağaçların gıdalarını Allah-u Teâlâ kökleri vasıtasıyla sağlamıştır. Bu haliyle toprak onları büyüten, besleyen bir ana gibidir. Kökler ve dallar bitkilerin ağızları gibi iş görmektedirler. Hayvanların analarını emdiği gibi, bitkiler de toprak anadan gıdalarını emmektedirler. Allah-u Teâlâ onları öyle beslemekte, bunları böyle beslemekte, hepsinde de ilâhî kudretinin sırlarını gözler önüne sermektedir.
Yaratıcı, nimetlerle donatıcı yalnız O’dur.
Tohum ve buna benzer taneler, sert kabuklarından baş taraflarını yararak çıkarlar ve bu sayede kendilerini kuşlardan korurlar. Taneler kuşlardan nasıl korunuyor ve kendilerini nasıl örtüyorlar bir bak! Her ne kadar kuşlar bunlardan faydalanıyorlarsa da, bunlar esas itibariyle insanlara mahsus olup, insanlar daha çok faydalanırlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendinize ve hayvanlarınıza rızık olması için.” (Abese: 32)
Yaprakların yaratılışını bir düşün! Bir yaprağı eline alır tetkik edersen, üzerinde inceli kalınlı birçok damarlar görürsün. Bunlar Allah-u Teâlâ tarafından hayret edilecek bir şekilde dokunmuşlardır. Bak O’nun hikmetine ki, hiçbir şeye muhtaç olmadan “Ol!” emri ile olduruyor ve kullarının hizmetine sunuyor.
Köklerin emdikleri su, yaprakların arasına nasıl giriyor? Onlara topraktan aldığı erimiş maddeleri nasıl ulaştırıyor? Yaprağın damarları bu haliyle, insan bedenindeki besinleri taşıyan damarlar gibidir.
Çekirdeğe ve ondaki kabiliyete bir bak!
Çekirdek meyvenin ortasında bulunur, çok önemli bir hazine gibi saklanır. Eğer bir ağaç yok olur veya gelişemezse, çekirdek onun yerine geçer. Bazı yerlerde bunlara bir zarar gelse, ikinci bir yerde yine bulunur.
Çekirdeğin katılığına bir bak! Meyvenin yumuşaklığını ve inceliğini nasıl tutuyor? Eğer çekirdek katı olmasaydı, meyve büyüyüp olgunlaşmadan çabucak çürür giderdi.
Bazı çekirdekler yenir, bazılarından yağ çıkarılır ve kullanılır.
Çekirdek mi yaptı bunları? Hayır! O hassaları ona koyan Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır.” (En’am: 99)
Cinsleri, renkleri, tadları, şekilleri farklı olarak bu meyvelerin ve ekinlerin yaratılmasında Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve vahdaniyetine inanan insanlar için, O’nun kudretini ve azametini gösteren kesin deliller bulunmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bunlar Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona ibret vermek içindir.” (Kaf: 8)
Bütün bunların böyle yapılması, Rabbine gönül verecek olan her kulun basiretini açmak için ibret verici birer delildir.
İnsanın Yaratıcı’sını bulması zor değildir. Düşünen bir insana bazen bir çiçek, hatta bazen de bir zerre Rabbini göstermeye yeter.
İnsandaki ilim ve fazilet gibi hassalar da Hazret-i Allah’ın birer ikram ve ihsanıdır, onlar kişiye ait değildir.
Farz-ı muhal ki bir naylon torbanın içine birçok şeyler koydunuz. Karşıdan baktığınız zaman bu koyduğunuz şeyler görünür değil mi? O naylon torbaya “Bunlar senin mi?” diye sorulsa lisan-ı hâl ile “Hayır, bunları sen koydun.” der. Biz ise bir naylon torba kadar olamıyoruz. Sahibimiz bize akıl verdi, fikir verdi, birçok âzâlar verdi, içimize neler neler yerleştirdi, bu emanetlerin hepsini benimsiyoruz, benim diyoruz. Hem de akıllı-bilgili geçiniyoruz. Halbuki O, dilediğini dilediğine yerleştirmiştir. Bütün tecelliyâtı böyledir. Her şeyde her şeyi O koymuştur. Dilediği zaman kendisini de alacak, emanetlerini de alacak. Eline geçince, insan her şeyin O’nun olduğunu behemehal anlayacak. Daha evvel de O’nun kudret elinde idi ama, bu bilgiye sahip olsaydı onları hiç benimser miydi? İşte bu ilim bilinmiyor. Bilmediğimizi de bilmiyoruz. Bu da bir ilimdir.
Ruh tekâmül ettikçe, ilimler de değişiyor. Zamanla başka başka görüyor, zandan kurtulmuş oluyor.

ALLAH-U TEÂLÂ’NIN
KUDRET VE AZAMETİNİN DELİLLERİ
İnsan:
Yaratılan her şey, bütün bunları yaratan Müdebbir’in kudret ve azametine, vahdaniyet ve samedâniyetine apaçık birer delildirler.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametini, hikmetinin tecellilerini göstermek için bu deliller üzerinde açıklamalarda bulunacağız.
Var olan her şeyi O yaratıyor, insanı en mükerrem yarattığı ve dünya âlemini onunla süslediği için önce insanı ele alıyoruz.
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (K. Hafâ)
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes’inin varlığından evvel hiçbir şey yoktu. Bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1317)
Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı.
Allah-u Teâlâ ilk insan olma şerefini kazanan Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmadan önce, ona olan lütuf ve ihsanını meleklere haber vermiş, “En yüce melekler meclisi” mânâsına gelen Mele-i a’lâ’da anarak yüceltmiştir.
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ, yeryüzünde hiç insan yok iken, kuru toprağa hayat vererek Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” buyuruyor. (Âl-i imran: 59)
Bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin ilk numunesini yaratan O’dur.
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışında Allah-u Teâlâ’nın kudretinin tecellileri kat kattır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki biz sizi yarattık.” (A’raf: 11)
Siz hiçbir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Burada bizzat Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı yerine, bütün insanların yaratılışı ifade edilmiştir. Çünkü onun yaratılmasından maksat, nesli vasıtasıyla yeryüzünün bayındırlığının sağlanmasıdır. Böylece onun yaratılışı, bütün insanların yaratılışı mesabesindedir.
“Sonra size şekil verdik.” (A’raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan insan şekline koyduk.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari)
İnsanda öyle tecelli ettiği gibi kâinatta da öyle tecelli etti.
İnsanın hayat bulması hakkındaki ilâhî iradesi tecellî edince; zamana, tahavvüle, teselsüle muhtaç olmaksızın ilk insan müstakil olarak vücuda geldi.
Onun bir insan olmasını diledi ve öyle oldu. Üzerine kudretinin sırlarını, eşsiz hikmetini akıttı. Hikmetinin muktezâsına uygun olarak yedi merhaleden geçirdikten sonra insan haline getirdi.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır.” buyuruluyor. (Nuh: 14)
Bunları yapan o güzel Yaratıcı, ululama ve saygıya lâyık değil mi? O insanları başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut elem verici azaplara düşüremez mi?
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde; Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’ı yeryüzünün her tarafından alınan toprakların birleşiminden yarattığını, bu toprağın muhtelif olmasından dolayı da Âdem Aleyhisselâm’ın neslinin değişik karakterler taşıdığını beyan buyurmuştur.
“Rabbin her şeye kâdirdir.” (Furkan: 54)
Allah-u Teâlâ, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Yaratıldığı toprak da her türlü topraktan süzülmüştür.
Çamurdan madenleri, bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonuncusu olmuştur.
Âdem Aleyhisselâm’ın çamuru hazırlanırken bir takım safhalardan geçirilmiş, tedrici bir tekâmüle tâbi tutulmuş ve böylece her safha ve kademede insan cinsinin özelliği korunmuştur.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı; toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır.
Bunlar yaratılışın merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.
Allah-u Teâlâ daha sonra ruh vererek insanın yaratılışının kemâle erdiğini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ilâhî ruh, şekillendirilmiş balçığa girince her tarafına sirayet etti, orada hayat ve hareket başladı. O basit balçığa o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Ruh, Allah-u Teâlâ’nın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder.
Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek, üstün bir varlık, şerefli mahlûk olduğunu ve Rabbi ile münasebeti olan bir durumu bulunduğunu ortaya koymak için ruhu kendisine nisbet etmiştir.
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu bünyeyi meydana getirmiş ve insan en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle gelmiştir.
Bu cismen küçük, gücü az, eceli kısa, ilmi sınırlı olan varlık; naîl olduğu bu izzet ve şerefe, kıymet ve değere o ilâhî nefha olmasaydı eremezdi. O ilâhî nefha, onu Allah-u Teâlâ ile ilgi kurmaya ehliyetli kılmaktadır.
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılış safhasından insan haline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir.
İnsan anılmaya değer hiçbir şey değil iken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?” (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur halinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh üfürülmeden, şekillendirildiği hâl üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun bir kıvama getirilmiştir.
Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm’dan çok önce yaratıldıkları için, o dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine haiz iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O’nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
Âyet-i kerime’de:
“Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Câsiye: 4)
İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi, onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.
İnsanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış, her birini birçok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nisbetle en güzel şekil olduğunu anlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Size suret verip, suretlerinizi de en güzel şekilde yapmıştır.” (Teğabün: 3)
Bütün yaratıkların içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuştur.
İnsanın bütün uzuvlarında harikulâde ince sanatlar vardır.
“Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” (Müminun: 14)
Bu beyan, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcılığındaki mutlak güzelliği ifade etmektedir. Yarattığı her bir şeyde güzellik ve eşsiz sağlamlık tecelli etmektedir.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O’dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O’nundur.
Açık bir göz, uyanık bir kalp bütün bu varlık âleminde güzeli ve güzelliği görür. Gördüklerinin güzelliğini şuurla kavrar.
Allah-u Teâlâ bu şekil verdiği balçığa kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.
İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u Teâlâ’nın tek gerçek olması dolayısıyladır.
Allah-u Teâlâ öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenlere, ilk yaratılışlarını müşahhas bir delil olarak önlerine koyuyor ve buyuruyor ki:
“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, gerçek şu ki; biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Ki size kudret ve hikmetimizi açıkça gösterelim.” (Hacc: 5)
Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmanın, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur.
Bu merhaleli yaratılış ile güç ve kudretinin, azamet ve ululuğunun ne kadar mükemmel olduğunu, insanları önce topraktan, sonra bir nutfeden yaratmaya kâdir olanın tekrar onu yaratmaya kâdir olduğunu açıkça göstermeyi murad etmiştir. Halbuki görünüşte toprak ile nutfe arasında herhangi bir münasebet yoktur. Nutfeden sonra onu bir aleka ve bir çiğnem et hâline getirmiştir. Aleka ve çiğnem eti kemiğe dönüştürmüştür. İşte insanları bu şekilde tedrici olarak yaratmakla kudretinin ve hikmetinin sırlarını göstermiştir.
Bu yaratılış merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi bir şekilde düşünen kimse, o yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda hiç şüphe etmez.
Gökler ve Yer:
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
Esmâ-i hüsnâ içinde mevcudâtı yaratışını, düzenleyişini belirten mübarek isimleri mevcuttur.
“Hâlik”; her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren demektir.
Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yarattığını belirten ism-i şerif’i ise “Bârî” dir.
Bir ism-i şerif’i de “Musavvir” dir ki; her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemâlini gösteren mânâsına gelir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı.” (Furkan: 59)
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, “Ol!” demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı.
Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ’nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O’nun bildiği merhaleler ve devrelerdir.
Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise gündüz ve gece yoktu.
Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili olarak pek çok Âyet-i kerime mevcuttur.
Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi demektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“O’nun âyetlerinden (delillerinden) birisi de gökleri ve yeri yaratmasıdır.” (Rum: 22)
Allah-u Teâlâ’nın yaratışında öyle yüksek bir sanat vardır ki, her noktası O’nun emsalsiz irade ve gücünü göstermektedir.
“Gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu döşeyene andolsun ki!” (Şems: 5-6)
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, yeryüzünün insanlar için döşenip hazırlanması, hem bir plânın, hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.
İçindekilerle birlikte bütün kâinatı “Ol!” emr-i şerif’i ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk sahibi Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Gökleri ve yeri hak ile yaratan O’dur.” (En’am: 73)
Yaratan şüphesiz ki yönetme yetkisine de sahiptir. Gökleri, yeri ve onlardakileri yaşatan ve yöneten O’dur.
“‘Ol!’ dediği gün her şey oluverir.” (En’am: 73)
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
“O’nun sözü haktır.” (En’am: 73)
Göklerin ve yerin yaratılmış oldukları kesindir ve yaratıcılarının da Allah-u Teâlâ olduğu muhakkaktır. Aynı zamanda bunların Hakk’a delâletleri, Hakk’ın eseri oldukları da gerçektir.
Allah-u Teâlâ ne ki yaratmışsa, yarattığı şeylerde büyük hikmetler ve yüksek gayeler vardır.
Bu muazzam ve muhteşem nizamın binlerce seneden beri hiç şaşmadan devam edegelmesi, ancak ezelî ve ebedî olan Allah-u Teâlâ’nın hikmeti mucibince mümkün olmaktadır.
Bütün kâinat O’nun sağlam temelleri üzerine kurulmuştur. O bütün kâinata hâkimdir. Yaratıcı olduğu için, kâinat üzerinde hakimiyetini sürdürür. Gerçek yönetici O’dur.
O’nun bir ism-i şerif’i de “Vâli” dir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. O öyle bir Vâli-i âzam’dır ki; yarattığı bütün mahlûkatın işlerine mütevelli olup, her şeyi ezelî takdir plânına göre yürütmektedir.
Her şey O istediği anda meydana gelir.
“Bir şeyin yaratılmasını hükme bağladığında ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara: 117)
Buyruğu bir an bile geciktirilmez. O böyle bir yaratıcıdır.
Her neyin yaratılmasını veya yok edilmesini dilerse, derhal dilediği şekilde zuhur eder. Bir anda bir değil, sayılamayacak ve hesap edilemeyecek şeyler yaratıp yok edebilir.
Bütün bu âlemler kendiliğinden değil, O’nun yaratması ve varlık âlemine çıkarması ile meydana gelir. O’nun terbiyesi ile olgunlaşır ve yine O’nun dilemesi ile yok olurlar. Hiçbir şey O’nun mülkünden dışarı çıkamaz.
Allah-u Teâlâ’nın bir ism-i şerif’i “Bedi”dir. “Numunesi ve emsâli bulunmayan, acîb ve hayret verici şeyler yaratan.” demektir. Gökleri de, yeri de, bütün kâinatı da misilsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O’dur.
Yer ve gökler önceden hazırlanmış olmasaydı, hayat nasıl ortaya çıkacaktı?
Bu muazzam düzen, ancak her yarattığını hakkıyla bilen Allah tarafından kurulmuştur.
İşte Allah böyle bir Allah’tır.
“Ve her göğe oranın işini bildirdi.” (Fussilet: 12)
Her bir göğe ihtiyaç duyulacak melekleri ve ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği şeyleri yerleştirerek tertip eyledi.
Allah-u Teâlâ kudretinin eserlerine ve azametinin alâmetlerine dikkatleri çekmek için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?” (Nâziat: 27)
İnsan dünyada bir zerrecik mesabesinde olduğu gibi, dünya da âlemlerin içinde bir zerre mesabesindedir.
Büyüklüğüne rağmen bu göğü yükselten Zât-ı kibriyâ’ya insanları yaratmak ve öldükten sonra diriltmek son derece kolay bir şeydir.
“Onu Allah bina etti.” (Nâziat: 27)
Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.
“Onun boyunu O yükseltti, sonra onu bir düzene koydu.” (Nâziat: 28)
Dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti, onu karanlık gecelerde yıldızlarla müzeyyen kıldı.
Yarattığı her şeyin kendisine has bir güzelliği vardır. Her şey kendi yaratılış tarzı ile mütenâsiptir.
Bütün bu düzenlemelere bakılınca görülür ki, hepsi de O’nun emrine uyarak ayakta durmaktadırlar. Yaratan, yaşatan ve yöneten O’dur. O “Mâlik’ül-Mülk” tür, mülkün yegâne sahibidir.
“Gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı.” (Nâziat: 29)
Güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğması ile de gün başlar.
Daha sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünün düzenlenmesinden söz ederek şöyle buyurdu:
“Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.” (Nâziat: 30)
Üzerinde yaşama ve yerleşme imkânı olacak şekilde yayıp serdi. Yeterince gıda maddeleri yetiştirecek özellikte donattı.
“Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.” (Nâziat: 31)
Kaynaklarını fışkırttı, nehirlerini akıttı ve her sahasında insanların ve hayvanların yaşamalarını sağlayacak olan bitki ve yeşillikler bitirdi.
Su da yaratılmıştır. Çünkü su; insanlar, hayvanlar ve bitkiler için zaruri bir ihtiyaçtır.
“Dağları dikti.” (Nâziat: 32)
Ki yeryüzü istikrar bulsun, üzerindekileri sabit tutup sarsmasın.
Dağlar aynı zamanda dünyamıza ayrı bir görünüm vermektedir.
“Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için.” (Nâziat: 33)
Dünya, güneş sistemi içindeki durumu itibariyle benzeri olmayan bir gezegendir ve hayat şartları birçok bakımından üzerinde toplanmış bulunmaktadır.
Hiçbir şey gayesiz maksatsız yaratılmamış, Allah-u Teâlâ’nın kemâlât ve hikmeti her yerde müşahede edilmektedir.
Bir ism-i şerif’i “Mukît”tir. Ruha ve bedene kuvvet veren maddi ve mânevî besleyici gıdaları yaratan, mahlûkatını geçindiren ve barındıran O’dur. İnsanlar için geçim sebepleri yaratmış, maîşetlerini temin etmek için kullarını meşru bir sebebe başvurmakla mükellef tutmuştur.
Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes’i olduğunu, kendisinden başka ilâh bulunmadığını bir Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:
“De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” (Ra’d: 16)
Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren şeyleri, rızıklarınızı size kim sağlıyor?
Böyle bir soruya verilebilecek tek cevap:
“De ki Allah’tır!” (Ra’d: 16)
Göklerin ve yerin bir Rabbi’nin olduğu ve her şeyin O’nun hükümranlığı altında bulunduğu, O’nun emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O’ndan başka Rabbül-âlemin yoktur.
Hep O, hep O’ndan.
“O; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O Rahman’dır.” (Nebe: 37)
Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.
“De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?” (Ra’d: 16)
Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikatı görüp kabul eden, Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.
Küfür ve şirk kat kat karanlıktır. Önü de karanlık, sonu da karanlıktır. Delili ve isnadı yoktur. Mârifetullah ise nûrdur, aydınlıktır. İnsanlar o nur ile Allah-u Teâlâ’yı bilirler ve bulurlar.
“Yoksa Allah’a, O’nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler?” (Ra’d: 16)
Böyle bir şey imkân dahilinde midir ki, sapıklıklarının mazereti budur denilebilsin?
Durum böyle değildir. Hiçbir şey O’na benzemez. O’nun dengi, veziri, yardımcısı yoktur. O bütün bunlardan münezzehtir.
“De ki: Allah’tır her şeyi yaratan.” (Ra’d: 16)
O’ndan başka yaratıcı yoktur, yaratmada hiçbir ortağı da yoktur. Şey denilebilen ne varsa hepsini yaratan O’dur.
“O Vâhid’dir, Kahhar’dır.” (Ra’d: 16)
Yaratıcılıkta, ulûhiyette, rubûbiyette eşi ve benzeri olmayan, bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve onların mukadderatlarını kudretiyle elinde tutan bir Rab’dir.
O ki; zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu şeyleri mükemmel bir denge ve ahenk içinde yaratmıştır. Hiçbir şey boş ve lüzumsuz değildir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki şeyleri oyun olsun diye yaratmadık.” (Duhan: 38) (Bakınız, Enbiyâ: 16)
Yaratılan her şey, bütün bunları yaratan Müdebbir’in yüce kudretine ve birliğine apaçık birer delildirler. O halde insanların da boş yere yaratılmış oldukları iddiâ edilemez.
“Biz onları ancak hak olmak üzere yarattık. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Duhan: 39)
Allah-u Teâlâ’nın boş bir iş yapmaktan münezzeh olduğunu, gökleri ve yeri hak olarak yarattığını bilselerdi, hesaba çekileceklerine inanırlar, kendilerini başıboş görmezlerdi.
Bu muhteşem kâinat Allah-u Teâlâ’nın izniyle ayakta durmaktadır. Gökleri ve yeri tutup zevalden koruyan, ortaksız olarak takdir ve tedbir eyleyen O’dur.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmez misiniz, Allah yedi göğü birbirleriyle ahenkdar olarak nasıl yaratmıştır?” (Nuh: 15)
Öyle bir yaratış ki, hiçbirinde bir düzensizlik bulunmaz. Ne hârikulâde bir sanat!
“Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor.” (Fâtır: 41)
Onların belirli vakitlerden önce yok olmalarını istemediği için muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar.
“Andolsun ki eğer nizamları bir bozulacak olursa, onları kendinden başka kim tutabilir?” (Fâtır: 41)
Göklerin ve yerin, oldukları şekilde devamlarını sağlamaya O’ndan başka kimsenin gücü yetmez.
“Gerçekten O Halim’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Fâtır: 41)
O, bunca güç ve kudretine rağmen yine de halimdir. Cezayı hak ettikleri halde inançsızları ve âsileri cezalandırmakta acele etmez, onlara mühlet verir. İsyanları sebebiyle bu âleme son vermez. Tevbe edip yola gelmeleri için fırsat verir.
Onlarda hidayete yönelme isteği olduğunu görürse, günahlarını bağışlar.
“Allah O’dur ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükseltti.” (Ra’d: 2)
Yükseltmek için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi.
“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için O tutar.” (Hacc: 65)
Mevcut düzen ilâhi kudretin tezahürüyle kurulduğu gibi, yine o ilâhî kudretin tecellisi ile bozulacaktır. İzni olduğu gün göğün düşmeden durması imkânsızlaşır.
Bu ise kıyamet koptuğunda olacaktır.
“Doğrusu Allah insanlara çok şefkatli çok merhametlidir.” (Hacc: 65)
Onlar için nice nice menfaat kapıları açmış, kendilerine istifade kabiliyeti vermiştir. Ta ki bu nimetlerine karşılık insanlar O’na şükretsinler.
Allah-u Teâlâ dış âlemdeki iman delillerini gözler önüne sererek şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık.” (Müminun: 17)
Gök kubbede üst üste, ardarda gelen katları ne kadar muazzam bir surette vücuda getirmiştir.
Allah-u Teâlâ hususi bir şekilde göklerin yaratılışına, umumi bir şekilde de bütün yaratıklara dikkatleri çevirerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“O ki, yedi göğü birbiri üzerinde kat kat yarattı.” (Mülk: 3)
Her gök, diğerinin kubbesi gibidir.
“Rahman’ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk göremezsin.” (Mülk: 3)
Allah-u Teâlâ bütün bu gökleri hikmetinin eseri olarak, hepsinin de üstünde Zât-ı akdes’inin Ehadiyet’ini ve Samediyet’ini tanıtmak üzere yaratmıştır.
Âyet-i kerime’de “Rahman” ism-i şerif’inin zikredilmesi ile göklerin yaratılışı tâzim edilmekte, onların düzensiz ve ahenksizlikten, eksiklik ve bozukluktan, kopukluktan uzak oluşlarının sebebi açıklanmaktadır. Bu sebep ise, onların Rahman olan Allah tarafından yaratılmış olmalarıdır.
“Gözünü çevir de bir bak! Bir bozukluk görüyor musun?” (Mülk: 3)
Yarattığı her şey gayet düzenli, ahenk ve uyum içindedir. Ne kadar bakılırsa bakılsın, yine de bir eksiklik ve kusur bulunamaz.
“Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak! Göz (aradığı bozukluğu bulamayıp) bitkin ve yorgun olarak sana döner.” (Mülk: 4)
Maksat sadece iki defa bakmakla yetinmek değildir. “Defalarca bak ve bütün inceliklere dikkat et!” demektir. İnsan bir şeye bir kere baktığında, tekrar bakmadıkça kusurunu göremez. Bakışlar ne kadar genişletilirse genişletilsin, gözünü ne kadar çevirirse çevirsin, gözü eksiklik görmekten ümitsiz ve bitkin olarak geri döner. Hiçbir eksiklik görememenin yorgunluğundan bitip tükenir. Varılacak sonuç da budur.
Bu Âyet-i kerime aynı zamanda diğer mânâlara işaret etmekten uzak değildir.
Şöyle ki;
Ufuklarda dolaşan bakışın, yaratılış nizamında bir çatlak bulmaktan körleşmiş olarak nefse dönüşünde marifet sırrının nefiste tecellî edeceğine dair bir tenbih vardır. En derin bakışlarda bile O’nun Vahdâniyet’ini bozacak bir kusur bulmak ihtimali olmadığı ve bu hakikatı kâinattan nefislerine geçerek içlerinde bulabilecekleri işaret edilmektedir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ’nın mülkünün genişlik ve büyüklüğü, yaratılışlarındaki düzen ve intizam, akılları hayrette bırakacak mükemmelliktedir.
“Onlar üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, donatmışız bir bakmazlar mı?” (Kaf: 6)
Burada gökyüzünün gözlerimize olan tecellisine dikkat çekilmiştir. Onu yapan Yaratıcı’nın ilim ve kudretindeki yücelik ve azamet gözlerde ve gönüllerde derhal kendini gösterir.
“Onda hiçbir çatlak da yok!” (Kaf: 6)
Herhangi bir çatlaklık ve dengesizlik bulunmadığı gibi, her türlü kusurlardan da uzaktır. En üstün bir incelikle ve akıllara durgunluk veren bir kudretle yükseltilmiştir.
“Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik.” (Nebe: 12)
İnsanların yaptıkları binalar gibi zamanla yıpranmazlar. Binlerce asırlardan beri bozulmaktan korunmuşlardır. Sayısız yıldızlar dolaşıyor, her biri kendi yolunu takip ediyor, buna rağmen birbirleriyle çarpışmıyorlar.
“Gökleri ve yeri hak olarak yarattı.” (Teğabün: 3)
Tabii güzellikleri seyretmek hususunda bıkma bilmeyen gözler, kâinattaki akıllar durdurucu incelik ve güzellik karşısında hayran kalır.
Bu ise bütün bu kâinatın yaratıcısının, yaşatıcısının, yöneticisinin, sahibinin, hâkiminin bir tek Allah olduğunu bize ispat etmektedir.
Şuurun kavradığı her zerre ve her cisim hak bir delildir. Allah-u Teâlâ’nın ululuğunu ve azametini kavrayan şuur ise daha büyük bir Allah vergisidir.
Yeryüzü de aynı gökyüzü gibidir. Göz alıcı mükemmelliklerle ve güzelliklerle doludur, açık bir kitap sayfası gibi gözler önünde durmaktadır.
“Yeryüzünü de döşedik ve oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel türden çift çift bitirdik.” (Kaf: 7)
Her türlü ekin, meyve, bitki ve çeşitleri yaratılmış; her birinin manzarası seyredenlere sevinç ve ferahlık vermekte, kudret-i ilâhî’nin azametini göstermektedir.
Dünya (Yerküre):
İlâhi irade ezelî kudret ve ilmiyle tecelli edince insanoğlu için yerküreyi yarattı.
Âyet-i kerime’de:
“O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır.” buyuruluyor. (Bakara: 117- En’am: 101) (Bakınız. Şûrâ: 11)
Burada “Göklerin ve yerin yaratıcısı” mânâsına gelen “Hâlik” yerine, “Yoktan var edicisi veya mucidi” mânâsında “Bedi’” ism-i şerifi kullanılmıştır. Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erilmez.
“O iki doğunun ve iki batının Rabbi’dir.” (Rahman: 17)
Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir irade ile ve sadece “Ol!” demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir şeyin yaratılmasını hükme bağladığında ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” 
(Bakara: 117)
Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır.” (Kamer: 50)
Sebep meydana gelince, yani “Kün!” emr-i şerif’i vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır.
İlk insan Âdem Aleyhisselâm yaratılmadan, onun ve neslinin hayat sürecekleri yer hazırlandı ve adına “Dünya” denildi.
Dünya güneş sisteminde insanoğlunun yurdu olan gezegendir. Atmosfer, hidrosfer ve litosfer olmak üzere üç tabakadan meydana gelmiştir. Atmosfer, dünyayı çevreleyen gaz tabakasıdır. Yeryüzündeki bütün sular hidrosferi meydana getirirler. Litosfer ise dünyanın katı kısmını teşkil eder.
O öyle lütufkâr bir yaratıcıdır ki:
“Yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı.” (Bakara: 22)
İnsanları yeryüzünde yaratmış, her türlü rahatlarının sebeplerini temin etmiştir. Yuvarlak olmasına rağmen açılmış bir yaygı gibi yapmış, üzerinde yaşamaya elverişli kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yere ve onu döşeyene andolsun ki!” (Şems: 6)
Dağları, ovaları, dereleri ve denizleri gibi girinti ve çıkıntıları ile kutuplarının basıklığı yuvarlaklığına engel olmaz. Üstünde bir portakal pürüzleri derecesinde kalır.
Âdem Aleyhisselâm’dan bugüne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünde birçok değişiklikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp durmaktadır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bizim yeryüzüne gelip, onun uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?” (Ra’d: 41)
Ayaklarının altına serdiğimiz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? Üzerinde yaşadıkları, etrafından kudretimizle sarıp daraltmıyor muyuz? Çeşitli yeryüzü hadiseleri ile onu aşındırıp parçalamıyor muyuz?
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi verilmiştir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” (Ğâşiye: 20)
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan önce de yeryüzü yaygındı.
“Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı?” (Nebe: 6)
İnsanlar hep bu döşekte doğmuşlar ve bu döşekte hayatlarını sürdürmektedirler.
“Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında kabirlerde otururlar.
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
Dünya kendi mihveri etrafında döner. Dönüş hızı ekvatorda 27 km. kutuplarda 10 km. kadardır. Bir dönüşü 23 saat 56 dakika 4.095 saniyede tamamlar. Buna “Gün” denir. Günde 40 bin km.lik yol alır.
Dünya güneşin etrafında döner. Dönüş hızı saatte 110 bin km.dir. Bir devrini 365 gün 6 saat 9 dakika 5 saniyede tamamlar. Buna “Yıl” denir. Dünya güneşin etrafında dönerken tam yuvarlak değil de elips biçiminde bir yörünge takip eder. Bunun sonucu olarak yeryüzünün muhtelif noktalarında gece ile gündüz uzunluğu değişir ve mevsimler meydana gelir.
Dünya ayrıca bütün güneş sistemiyle birlikte de hareket eder. Güneş sistemi diğer yıldızların da hareketine uyarak gitmektedir. Bu hareketin hızı ise saatte 72 bin km.dir.
Âyet-i kerime’de:
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde açık deliller vardır.” buyuruluyor. (Zâriyat: 20)
Meselâ dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevresinde belli bir mesafede elips çizerek hareketini sürdürmesi gece ile gündüzü ve mevsimleri meydana getirmektedir.
Kendi mihveri etrafında bir dönüşünü 24 saatte değil de, daha az veya daha fazla bir zamanda tamamlasaydı, gece ve gündüz durumları bugünkü gibi düzenli ve dengeli olmazdı. Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi mevsimler meydana gelmezdi.
Bütün bunlar bir tesadüf olmayıp kâdir-i mutlak olan Allah-u Zülcelâl Hazretlerinin akıllara hayranlık ve durgunluk veren kudretinin eseridir.
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah’ın yaratmaya nasıl başladığına bir bakın! İşte Allah, ahiret hayatını da (aynı şekilde) yaratacaktır. Gerçekten Allah’ın herşeye gücü yeter.”
(Ankebut: 20)
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekilerle beraber insanların istifadesine sunmuş, bir vakte kadar insanoğluna karargâh kılmış, yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde azgınlığa sapmamalarını emir buyurmuştur:
“Islah olmuşken yeryüzünde fesad çıkarmayın.” (A’raf: 56)

İnsanlar Allah-u Teâlâ’nın kurduğu düzeni ve dengeyi bozmaya kalkarlarsa, yaptıklarından sorumlu olmuş olurlar.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...